2013 SONBAHAR / Sayı: 52
rahle eğitim ve kültür dergisi
facebook.com/rahledergisi facebook.com/groups/rahle
RAHLE
- İÇİNDEKİLER -
Eğitim ve Kültür Dergisi 2013 Sonbahar / Sayı: 52 Ekim-Kasım-Aralık
Ahlak: Sohbet Adabı—5 (Sorunlarımız) / Necmettin Irmak ................. 4
Yayın Türü: Ulusal Süreli Yayın -3 Ayda Bir Yayınlanır-
Tefsir: Kıyame Suresi: 20-21 / M. Murat .............................................. 6
Sahibi: İnsan Eğitim Kültür ve Sosyal Yardımlaşma Derneği Adına İsmail YILMAZ
Fikriyat: Evde Olmak Evde Ölmek, Dışarıda Olmak Dışarıda Ölmek / Fikri Gülsoy ................................................................................ 9
İlmî Redakte: Necmettin IRMAK Yayın Koordinatörü: Mustafa ERKEK Yazı İşleri ve Dağıtım: Emre İLSEVER Adres: İNSANDER OKUMA SALONU Kavakpınar Mah. Abdiipekçi Cd. Gönül Sk. No: 17 Pendik / İSTANBUL Tel / Faks: 0 216 451 04 48 Web: facebook/rahledergisi facebook/groups/rahle Baskı: Matsis Matbaa Hizmetleri Sn. Tic. Ltd. Şti. Abonelik: Kargo masrafları karşılığında ücretsizdir.
Siyer: Sahabenin Dini Sahiplenmesi / Harun Çınar ........................... 12 Soruşturma: Davetçi Kimliğimiz / Habil Mert & Yakup Selen ....................... 20 Hasbihal: Nebevî Hareket Anlayışımız / Necmettin Irmak ..................... 29 İktibas: Basit Fakat Derin Gerçekler / Rasim Özdenören ..................... 34 Tevhid Tarihi: Davet: Peygamberlere Özenme / Fikri Gülsoy ........................ 36 Söyleşi: Bir Hidayet Öyküsü: Sina Motzek / Ebubekir Armağan ........... 41 Psikoloji: Kendimizi Bilmek Üzerine—4 / Bilgin Bozkurt......................... 49 İslam Dünyası: Gürcistan Notları / Ebubekir Armağan .................................... 53
Yayın Hakları: Dergimizde yayınlanan makalelerin sorumluluğu sahiplerine aittir.
Kitap Kritik: Toplum Psikolojisi (Nevzat Tarhan) / Ebrar Pınar.................... 61
Dergi bu sayı 900 adet basılmıştır.
Edebiyat: Karanlığa Sızan İyiliğin Gölgesi / Yusuf Er ................................ 64
Editörden..
NEBEVÎLİK
İ
slam alemi son bir buçuk asırdır, alinasyon ve dünya savaşlarıyla birlikte kaybettiklerini geri almanın mücadelesini veriyor aslında; ilmin, akidenin, ahlakın, bilim ve teknolojinin, maddi gücün zayıfladığı, halifeliğin ve siyasi merkeziyetin kaybolduğu, iktidar olamamanın düşüklüğünün yaşandığı zor dönemleri atlatmaya çabalıyor. Geçmişini bilen her Müslüman bunun çok iyi farkında; elimizde bir nimet vardı ve bizler buna layıkıyla sahip çıkamadığımız için -sünnetullah gereği- onu yitirdik, şimdi tekrar elde etmek için uğraşıyoruz… Bu böyle… Allah’ın günleri, insanların başının üzerinde dönüp durmaktadır; kimi zaman beriki muzaffer olur, kimi zaman bizimkiler… Kur’an’ı okuyanın göreceği üzere, sürgit-dairesel bir tarih algımız vardır; şimdi umutlarımız, tarihin parlak sayfalarının artık bizden bahsetme zamanının gelmesi yönündedir. İnşaallah Müslümanlar bunun için çabalıyor; bedenlerini Allah için adıyor, savaşıyor ve ölüyor, yoruluyor ve yılmıyor, yardıma koşuyor, eylemlere katılıyor, davet ediyor, ilim öğreniyor ve öğretiyor… Hepsinden önemlisi, organizasyonlar kuruyor, cemaatleşiyor, tek ses haline gelmenin güzelliğini ve bereketini yaşıyor… Zaman, Allah’ın ipine topluca sarılma zamanıdır; selefimiz gibi, güçlü bir biçimde… İslam davası için örgütlenme ve birlikte hareket etme zamanıdır. Böyle bir dönemde yalnızlaşan, bireyselleşen ve bu davaya hizmet etmekten erinen bir nefis sahibi, muhakkak ki kıyamet günü bunun bedelini ödeyecektir! Hülasa, bizler ümmet içersinde damla nispetinde de olsak bir Rahmet topluluğuz; davamız açık ve nettir: Hakkın haykırılması ve adaletin haktan yana inşa edilmesi… Allah’ın kanunlarının tanınması ve her şeyin üzerinde tutulması… Resulünün tek önder seçilmesi ve takvada ciddiyet… Ve geleceğe dair ümitvarız, zira Müslümanız. Bu sayımızda, nebevîlik konusunu, daveti, hidayeti, Allah için nefislerini satanları yazdık. Evde oturmamayı, kalkmayı ve anlatmayı, gönlün bitmeyen isteklerini ve Hakka yakın durmayı dile getirdik. Anlatacak her neyimiz varsa, elinizdeki dergiyi buna bir vesile eyledik. Rabbimiz amellerimizi katında makbul eylesin inşaallah... Bir sonraki sayıda görüşmek duasıyla, Allah’a emanet olun. es-selamu aleykum ve rahmetullahi… Editör: Emre İLSEVER E-Mail: emreilsever@gmail.com Web: emreilsever.blogspot.com
SOHBET ADABI—5 (SORUNLARIMIZ)
AHLAK
Necmettin Irmak
Sohbet ehli bilmeli ki, dolu kabı doldurmaya
D
OLU KABI DOLDURMAYA ÇALIŞMAK Bilmediğini bilmeyenler insanların ahmaklıkta ileri gidenleridir. Zira cehaletinin farkında
çalışmak beyhude uğ-
olmayanlara bir şey öğretmeye çalışmak deveyi iğne deli-
raştır. Önce kişi kabının
kişi, zihin babında - bilgi dağarcığında illa ki boşluk bulun-
boş olduğunun farkına varmalı. Kendini dolu kap sanmak hamakati ( a hmaklığı ) arttırır.
ğinden geçirmekten daha zordur. Sohbet ehli olan her duğunu bilmeli. Yine bilmeli ki '' her ilim sahibinin üstünde bir ilim sahibi vardır.'' Hele de ilim ile usulünce iştigal etmemiş, sahip olduğu bir kaç bilgiyi de (bu ifade küçümsemek kastıyla söylenilmemiştir) kulaktan duyma ile elde etmişse, bir başka deyişle mürekkep yalayıp dirsek çürütmemişse kendi haddini bilmek ve ona göre hareket etmek kişiye vacip olur. Ne var ki günümüz Müslümanının en vakıf (!) olduğu konu ahiret kurtuluşunun reçetesi olan dini meselelerdir. Hemen herkes İslam’a dair her hususta ahkâm kesmekte ve söz söylemektedir. Bu durum onların öğrenmeye ve sohbet dinlemeye dair muhtaçlıklarını perdelemektedir. Kendilerini ağzına kadar dolu kalpler olarak görenler muhtaçlıklarının farkına varamazlar. Fakir olduğunu bilmeyenden daha fakir kim vardır? Fakir olduğunu bilmeyenin fakirliğini kim giderebilir ki ? ~4~
Sohbet ehline, iştirak ettiği sohbetlerin
Eksik ve yanlış kavrama, sohbet ehli ara-
fayda vermemesinin en önemli sebe-
sında gereksiz tartışa, sürtüşme ve ay-
bi,kendini bilgiye vakıf sunması,kabının
rışmalara kapı aralamakta ve kardeşlik
dolu olduğunu vehmetmesidir.Bunun
hukukunu da zedelemektedir.
içindir ki akleden kalbi (!) kulaklarına kadar doludur.Söylenilen söz yapılan nasihat,dinlenilen
sohbet,kulağından
içeriye girmez.Böylece sohbetin faydası-
Bunun neticesinde sohbet ortamları terk edilmekte veya 'hoca israfı ' dediğimiz başka bir hataya düşülmektedir.
nı da görmez,hatta onu küçümser ve
Sohbete iştirak eden bilmeli ki herkesin,
gereksiz addeder.
sözü kavrama ve anlamada bir seviyesi
Sohbet ehli bilmeli ki dolu kabı doldurmaya çalışmak beyhude uğraştır. Önce kişi kabının boş olduğunun farkına varmalı.
Kendini
dolu
kap
sanmak
hamakati (ahmaklığı) arttırır.
olduğu gibi kendisinin de bir seviyesi vardır. Bilinen ve kabul gören hakikatlere muvafık bir ifadeyle karşılaştığında bunun kendi seviyesinden kaynaklanan bir sorun olabileceğini düşünmelidir. Bu durumda ya sohbete iştirak eden ve
SÖZÜ KAVRAMAKTA YAŞANILAN
kavrayış düzeyi kendinden daha iyi
SORUNLAR
olanlara danışmalı veya doğrudan hoca-
Sohbet ortamının en önemli hususu söylenilen sözü tam ve doğru anlamaktır. Malumdur ki bu husus herkeste aynı
ya konuyu açıp izahını talep etmelidir. Gereksiz
dedikoduların
oluşturacağı
zararı göz önünde bulundurmalıdır. □
seviyede gerçekleşmez. Zira pek çok sebep devreye girer ve sözün tam ve doğru anlaşılmasına engel olur. Özellikle akletme yeteneğindeki farklılıklar ve hıfz sorunları ,bu konuda yaşanılan problemlerin temel sebepleridir. Sohbet ortamında söylenilen sözün hele
Editörün Notu: Necmettin Irmak Hocamızın “Sohbet Adabı” ile ilgili seri şeklinde yayınladığımız yazılarını okumak isteyen kardeşlerimiz; aşağıdaki web adresine bakabilirler: http://rahledergisi.blogspot.com
de 'din ' hakkında söylenilen sözün anlam ve maksadının tam ve doğru kavranamaması, sohbeti dinleyeni yanlış ve belki sapkın bir noktaya taşıdığı gibi, sohbeti yapan hakkında da su-i zanlara ve yanlış ön kabullere sebep olmaktadır. ~5~
KIYAME SURESİ: 20-21
TEFSİR
M. Murat
G
Dünya ne kadar uzanırsanız o kadar uzaklaşır. Siz peşinden koştukça kaçar. Siz hızlandıkça o da hızlanır. Bugüne kadar yakalayabilen
önül.. Cennetin sonsuz güzellikleri için yaratılmış; her güzeli huri, her güzelliği firdevs sanmaya teşne ruh tecellisi..
Gönül.. Terazisinin ayarı bir türlü sabit duramayan, bir dem altın tartacak kadar hassas, bir dem kömürü dahi ölçemeyecek kadar bî-ayar sırr-i sübhani.. Ve gönül.. Bizim Yunus’un diliyle: Hak bir gönül verdi bana / ha demeden hayran olur.. Bir dem gelir şadan olur / bir dem gelir giryan olur..
olmamıştır. Ahiret ise
Bir dem gelir İsa gibi / ölmüşleri diri kılar..
bir nefes verişi kadar
Bir dem girer kibr evine / Firavn ile Haman olur..
yakındır. Peşinden koşanlar da, ondan kaçanlar da ona gitmişlerdir.
Diye vasfedilen yukarının yukarısından aşağının aşağısına çıkan-inen latife-i Rabbani.. Bütün mesele, bu gönlün zimamını elinde tutması gereken aklın, gönlü nasıl zabt-u rabt altına alacağı.. *** “Kellâ...” Kuran-ı Kerim’de her nerede geçse mü'min ruhları bir ilahi ikaz pençesiyle dağlayan ifade…. Gah anlatılan bir meseleden sonra gah anlatılacak bir bahisten önce gelen; ama her nerde gelse aynı sert ikazı yapan ifade: “Kellâ...” ~6~
“Hayır, hayır.. Siz yanlış düşünüyorsunuz..”
şey aslında elinden uçup gidecek ve bir hatıradan ibaret kalacak.
“Hayır, siz yanlış değerlendiriyorsunuz...”
Ancak farkında değildir, ruhunda mündemiç bu hakikatin. Farkında değildir; kaybedeceğinin kesin olmasından korktuğu için elde etmeye ve elinde tutmaya çalıştığının. Bilmez, hemen olanı istemesinin, az sonra gidecek olmasından olduğunu..
“Hayır, işin aslı sizin düşündüğünüz gibi değil...” Uyarı bellidir: Ayete muhatap olanlar her kimse ciddi bir yanlış üzeredirler. Ve ayetler, ateşe koşan bir çocuğun önüne kolunu uzatıp onu tutan baba gibi içten içe şefkat dolu; dıştan dışa asık bir sûret ve sert bir ifadeyle önümüze geçer ve konuşur: “Dur, yanlış bir yerdesin, yanlış bir yöndesin. Yanlış yapıyorsun...”
Tek derdi vardır: Bu alemdedir ya; bu dünyadadır ya; dünyadaki her şeyi kendinin olsun ister. Her gördüğünü, dokunduğunu, sahip olduğunu baki sanmayı tercih eder. Ah gönül..
*** Gönül; ister ki her elinin uzandığı onun olsun, her arzuladığına kavuşsun. Her neyi sevse erişsin; her neyi sevmese ondan uzak olsun. Bunlarla kalmaz; mal ister, maldan ziyade; mülk ister, ortaktan azade.. Toprak ister, ovalar boyunca; su ister, vadiler dolusunca.. Bütün altınları alsa doymaz, gümüşleri de bana verin derdine düşer.. Safkan Arap atlarına sahip olsa, hecin develerini de ister. Amma hepsinden daha derin bir derdi vardır: Bunları hemen ister. Yarına kalmadan bugün sahip olmak ister. “Hayır, hayır.. Yanlışınız var. Siz, hemen olanı seviyorsunuz.” *** Her insanın özünde işlenmiş bir sır olarak durur: Bu dünya, hızla geçip gidecek; elinde avucunda ne varsa kaybedilecek; ölüm denen bir hakikat kapısından başka bir aleme gidilecek. Şu an itibariyle dokunabildiği, ulaşabildiği ve sahip olabildiği her
Olabildiğince kısa sürede kaybedeceği şeylere sahip olabilmek için alabildiğine uğraşan gönül.. “Hayır, hayır.. Yanlışınız var. Siz, hemen olanı seviyorsunuz.” *** Bir bu yanlışa kalsa ne gam... Gönül bir kere yanlış yola girdi mi, tut ki nasıl tutasın… Gündeminden çıkarır yolcu olduğunu… Ne nerden geldiği ile sorgular kendini, ne de nereye gideceği ile hesaba çeker…. Şu an burada olmanın verdiği iştah ile bu dünyanın sevdasına kapılır ve menzili unutur. “Dost bulunmaz hayal ile düş ile yetilmez menzile bu gidiş ile” diyen şairi duymaz. Zaten gitmeyi hiç istemez, gündeminden çoktan çıkarmıştır. Hesabı kitabı hep bu dünya içindir. Derdi tasası hep yaşadığı günlere dairdir. Sevinci kederi hep elinin dokunduğu, gözünün gördüğü ile ilgilidir.
~7~
Ticareti yanılış yapmaya başlamıştır: Bugün biraz yatırım yapıp yarın çok kazanmak yerine, yarını komple verme pahasına bugünü satın almaya çalışmaktadır. Yakın olanla hemhal olmuş; uzak olanı unutma sevdasına düşmüştür. Dünya ile hemhal olmuş, ahireti hesaptan çıkarmıştır. Ondandır ki ikaz sert gelmektedir: “Hayır, hayır.. Yanlışınız var. Siz, hemen olanı seviyorsunuz. Ve sonra geleni (ahireti) hiç düşünmüyor, bırakıyorsunuz.” *** Bir yanlış düşüncenin, hatalı tasavvurun, hakikatsiz anlayışın ve bunlardan doğan mefkuresi bozuk hayatın sahibi insana bir çağrıdır bu iki ayet...
mış her insanın düşeceği tuzağı ilan eder: Dünya, hemen elinizin uzanıp tutabileceği kadar yakındır ama bu bir tuzaktır. Ahiret, size çoook uzak görünür ama bu bir yanılsamadır. Hakikat ise tam tersindedir: Dünya ne kadar uzanırsanız o kadar uzaklaşır. Siz peşinden koştukça kaçar. Siz hızlandıkça o da hızlanır. Bugüne kadar yakalayabilen olmamıştır. Ahiret ise bir nefes verişi kadar yakındır. Peşinden koşanlar da, ondan kaçanlar da ona gitmişlerdir. İsteyip istemediği sorulmadan her insan ahirete götürülür. *** “Kellâ…”
Kendine bir baksana; hayatını hangi değerlere göre şekillendiriyorsun? Bu dünyayı ne kadar önemsiyor; ahirete ne kadar değer veriyorsun? Hayallerinde neler var? Hesabın kitabın nereyi hedefliyor? Bu dünyanın kıymetsiz kıymetlerine ne kadar kıymet veriyorsun? Ahiretin seni şekillendiren bir etkisi var mı?
“Hayır, hayır, yanlış düşünüyorsunuz..”
Talip misin hak yoluna / sor kendini gönlüne sor..
Bu dünyanın değerlerine teşne olup, ahiret değerlerini unutmakla yanlış..
Günah-sevap değerlendirmelerinin çok verasında bir varlık muhasebesi edasıyla bunları sorar, sonra da bütün insanları yukarıdan aşağıya toplar, genel hükmü ilan eder:
Heybenizi bu dünyanın kıymetleriyle doldururken, ahiret kıymetlerinde hiçbir şey koymamakla yanlış..
“Hayır, hayır.. Yanlışınız var. Siz, hemen olanı seviyorsunuz. Ve ahireti hiç düşünmüyor, bırakıyorsunuz.” ***
Bu dünyayı tercih edip ahireti terk etmekle yanlış.. Bu dünyanın güzellikleri peşinde koşup, cenneti unutmakla yanlış.. Bu dünyadaki sıkıntılardan kaçıp, cehennem sıkıntılarını unutmakla yanlış..
Bu dünyada kendinize dostlar seçerken, çevre kurarken bu dünyada fayda verecek kişileri seçip ahirette fayda verecek kişileri terk etmekle yanlış.. “Hayır, hayır, yanlış düşünüyorsunuz..” “Kellâ…” □
Bu hüküm, kendini hayatın akışına bırak~8~
(devam edecek inşaallah)
EVDE OLMAK EVDE ÖLMEK DIŞARIDA OLMAK DIŞARIDA ÖLMEK Fikri Gülsoy FİKRİYAT
E
v insan için en önemli sığınaktır bu dünyada. İnsanın dışındaki dünya ne durumda olursa olsun ev’de kendi dünyasını kurabilir insan. İnsan bu anlamıyla evde kendini bulabilir. Ev bir ideali olan insan için, dış dünyadaki hayata karşı eleştirisi olanlar için bu istenmeyen dış dünyanın olumsuz etkilerinin en az yansıdığı bir ortamdır. Bir anlamıyla evde olmak evde ol’maktır. Ev ol’mak için bir kaledir. Ev’e yabancı giremez. Kalbe yabancı giremez. Evde insanla Rabbi arasına giren engel sayısı azdır, bu sebeple de insan evde kendini bulabilir. Diğer bir anlamıyla evde olmak sıradanlaşmaktır. Evde olmak iddiasızlıktır. Evde olmak hayalsizliktir. Evde olmak ıstırapsızlıktır. Evde olmak durağanlaşmaktır. Evde olmak aşksızlıktır. Evde olmak coşkusuzluktur. Evde olmak tekdüzeliktir. Bu anlamıyla evde olmak ev’de ölmektir. Sadece evde olan insan, ölüdür. İnsan kendini sadece evle sınırlayarak kendi imkanlarını ihmal ettiğinden ev’le sınırlı bir dünya insan için bitmekle aynı anlama gelir. Ev özelliği gereği insanın kendi küçük dünyasının dehlizlerinde kaybolması anlamı taşır bu durumda. Kendi dünyasını ev’le sınırlayan insan ufuksuzluk ve içe kapalı bir iç dünyanın neticesinde kendini kaybedecektir. Sadece ev’de var olan insan dış dünyadan bihaber olduğundan dünyaya diyeceği bir şeyi yoktur. İnsan evle sınırlı ~9~
Fiziksel olarak evde kalmak mutlak kayıptır. Fiziki olarak dışarıya açılmayanlar günbegün tükeneceklerdir. Fiziki olarak dışarıya kapalı kalmak bugünün dünyasında yokluğu tercih etmektir...
yaşayıp evde öldüğünde evle sınırlı bir dünyayı temsil etmiş olmaktadır. Dış dünya ev’in dışındaki her şeydir. Dışarıdaki dünyada her şey olduğundan insan dışarıda evi kadar kendini bulamaz. Dışarıda iyi de vardır kötüde. İnsan dışarı çıkarak iyiyi yaymak için uğraşırken kötü ve kötülüğün de pençesinden kurtaramaz kendini. İnsan bu anlamıyla dışarıda kendini kaybedebilir. Eve dönmek kendine dönmektir bu yüzden. Dışarı çıkan insan evin yolunu kaybedebilir, evsizleşir bu sebeple. Yine dışarı çıkan insan ev’deki değerleri dışarıda unutabilir veya dışarıda gördüklerine imrenip bunları eve de getirebilir. Bu durumda dışarıyla özdeşleşen evin hiçbir tamir edici yanı kalmaz, çünkü evde bu durumda dışarısı kadar batıllaşmıştır. Diğer bir anlamıyla dışarısı için pergel örneğinde olduğu gibi pergelin sabit ayağının evde açılan ayağının ise bütün dünyayı çerçeveleyebildiği bir durumdan bahsedebiliriz. Bu durumda insan ev’de edindiği değerlerini bütün dünyaya taşımanın gayretindedir. İnsan değerlerini evden dış dünyaya taşırken de ol’abilecektir. Evin dışının olanca tehlike ve olumsuzluklarına rağmen değerlerini evden dışarıya ulaştırmanın gayretine düşenler bu süreç boyunca kendileri de olgunlaşacaklardır. Dışarıdaki insanlarda ölürler. İnsanların mezarlarından insanların ufukları hakkında bilgi edinebiliriz. Mesela MekkeMedine’den kilometrelerce uzakta yer alan İstanbul’da yer alan sahabe mezarla-
rı sahabenin dış dünya ufuklarını gösterir. Çokça dışarıda olanların dışarıda ölme ihtimalleri çoğalacaktır. Fedakarlıklar yolunda dışarıda ölenler evinde ölenlerden daha fazla sarsıyor ruhları. Biz Müslümanlar tarih boyunca sadece ev’de kaldığımız, dışarıda olmadığımız dönemlerde kendimizi felç ettik adeta. Evimizin, sokağımızın, mahallemizin, köyümüzün, ilçemizin, şehrimizin, kentimizin, bölgemizin sınırlarında kaldığımızda yada Araplarla, Türklerle, Kürtlerle sınırlanan dünyamızla yetindiğimizde var olamadık. Evimiz, ülkemiz veya bölgemizi aşıp bütün dünyayı ufkumuza yerleştirdiğimizde iyi işler başarabildik. İlk dönemden itibaren davet ve cihad niyetiyle bütün bir dünyayı kendilerine hedef olarak seçen sahabeler içlerinde var olan cennet arzusuyla bu büyük işleri başarabildiler. Evleri olan Mekke ve Medine’yi, evlerindeki rahatlıkları terk ederek; dış dünyaya açılarak hem kendi ahiretlerini kurtardılar, hem de öl’mekten kurtardılar insanlığı. Evlerindeki işlere kendilerini kaptırıp oyalansaydılar üç günlük dünya için üç-beş nimeti tadıp göçüp gideceklerdi bu dünyadan. Ancak onlar dışarı çıkmayı başararak İslam’ın dünyaya yayılmasını sağladılar. Aynı niyetle sonraki dönemlerde devletler eliyle gerçekleştirilen davet ve gaza gibi bu güzel işler yüzümüzü ağartmıştır. Fakat Osmanlı örneğinden bildiğimiz gibi ne zamanki padişahlar at sırtından inerek orduyu komuta ermeyi bıraktılar işte o zaman ordu savaşlarda başarısız olmaya
~10~
başladı. Orduya komutanlık etmeyi bırakıp sarayı tercih ederek sadece ev’de olmak tercih edilmiş, dış dünyanın gereklerinin yerine getirilmesi yerine sarayın oyalayıcı etkileriyle yetinilmiş ve yıllar geçtikçe devlet küçülmüş, nihayet çöküş; sonrasında kurulan devlet de bir adım geri atmak, ufkumuzu daraltmak anlamında başkenti İstanbul’dan Ankara’ya taşımak durumunda kalmıştır. Oysa Fatih’le gerçekleşen İstanbul’un fethinde var olan ufuk Roma’nın başkent olması, Kanuni döneminde ise Viyana’nın fethi ufuk olmuştu bizim için. Zihinsel olarak evde olmak dediğimizde sınırlı alan olarak ifade edebileceğimiz ev bu durumda tek tip, dar bir zihinsel durumu ifade edecektir. Bu durumda zihinsel olarak evde olmak demek dünyadan bihaber olmak, dünyaya söyleyeceği bir şeyin olmaması ve dünya çapında başarıların elde edilememesi demektir. Zihinsel olarak evde olmayı tek bir okumaya dayalı dini yaklaşımlar, yerel-milli ideolojikkapalı yaklaşımlar veya dünyadaki cari durumları takip edemeyen diğer yaklaşımlar olarak anlayabiliriz. Zihinsel olarak evde kalarak sadece kendi mezhebinde, cemaatinde, hizbinde kalanlar kendi dünyalarındaki inkişafı yaşayamazlar. Bu durum, en başta sahip olunması gereken, bizim gibi olanlara karşı kapsayıcılığın ortaya çıkmasını engelleyecektir. Zihinsel evde kalmışlık dini olmasa bile şehri ve ülkeyi aşamadığında ise yine maddi anlamıyla dünyayı kuşatacak bir tasavvur ortaya konulamayacaktır.
da okuyarak kendi değerlerimizi yeniden yorumlayıp dünyaya bir şeyler söyleyebiliriz. Zihinsel olarak evde kalmayıp, dışarı çıkıp bütün dünyayı anlamak ve aşmak her dönemde olması gereken bir durumdur. Evin dışına çıkarak dışımızdaki dünyanın dinamiklerini, unsurlarını kendi değerlerimizin süzgecinden geçirerek, yeniden okuyarak zihinsel olarak yeni duruma uygun yorumlar yapabiliriz. Dünyada geçerli bütün siyasi, sosyal, ekonomik, askeri, teknolojik, eğitsel durumları takip edip değerlerimizin kıstasından geçirip bir yere koyabilmeyiz; değerlerimize uygun şeyleri mevcut durum üzerinden ifade edebilmeliyiz. Fiziksel olarak evde kalmak mutlak kayıptır. Fiziki olarak dışarıya açılmayanlar günbegün tükeneceklerdir. Fiziksel olarak dışarıya kapalı kalmak bugünün dünyasında yokluğu tercih etmektir. Fiziksel olarak evin dışına çıkmak mecburi olduğuna göre dış dünyanın tehlikelerinden korunmanın yolu bulunması gerekmektedir. Bunun yolu da değerlerin muhafazasıdır. Fiziksel olarak gidilen yerlere değerlerin muhafaza edilmeden gidildiği durumlarda dışarı gitmenin dış dünyayı içeriye taşımak, dünyaya karışmaktan başka anlamı olmayacaktır. Ev’le sınırlı kalmak yokluktur. Dışarı da çıkmak lazım. Sadece dışarı çıkmak yetmez, ev’de değerleri özümseyip dışarıyı da okuyarak madden ve manen dışarı çıkarak değerlerimizi dış dünyaya yaymak için bir çaba içinde olmak gerek. □
Zihinsel olarak dışarıda da olarak, dışarıyı ~11~
SAHABENİN DİNİ SAHİPLENMESİ
SİYER
Harun Çınar
Akidenin, inancın kendisi mükafattır. En büyük nimettir. Gönül onda huzur bulur. Kişi, eza-cefa çekse bile, onunla ferahlık duyar, onun uğruna yaptığı fedakarlıklardan ayrı bir lezzet alır.
G
İRİŞ:
Başta fedakârlığı göze almayan, alamayan insanlar, asla dava insanı olamazlar. Dâvâ insanı olmayan kimselerin başarılı olmaları da söz konusu değildir. Evet, gerektiği yerde mal, gerektiği yerde can, makam, şöhret... gibi çoklarının gaye-i hayâl bildiği şeyleri, bir çırpıda terk etmeye hazır olanlar ve bunların sahip çıktıkları dâvâ neticede varıp zirvelere oturması muhakkak ve mukadderdir. Bir dava, samimi ve fedakar insanların omuzlarında yükselir. Hak dava, mensublarına izzet ve şeref verdiği gibi, mensublarının fedakarlığı, gayreti ve hizmetleriyle hayatın içinde varlığını devam ettirir ve gönülden gönüle geçerek, insanlığı kuşatır. Her dava kendi kameti kıymetine göre himmet ister. Her dava ciddi fedakarlık ister. O davanın istediği fedakarlık o davanın ihtişamına ve azametine göre olacaktır. Yirminci asırda büyük bir dava var ortada. Bu dava Allah davası, Allah davasının ikame edilmesi keyfiyetidir. Yeryüzünde sahipsiz kalan Kuran’a sahip çıkılma davasıdır. Cemaatsiz kalan, ümmetsiz kalan Hz. Muhammed’in (a.s.v.) etrafında toplanma davasıdır. Dava ihtişamı kadar gayret ve himmet istemektedir. Binaenaleyh sizin fedakarlıklarınız normal devirlerdeki fedakar~12~
lık çizgisinde cereyan ederse sizden beklenen hizmeti vermiş sayılmayacaksınız. Siz normalin çok üstünde ancak sahabenin meydana getirdiği, ancak sahabede görebildiğiniz fedakarlığı ikame ettiğiniz zaman, meydana getirdiğiniz zaman içinde bulunduğunuz asra göre bir hizmet etmiş olacaksınız. SAHİPLENMENİN ÇEŞİTLERİ: “Kimi insanlar vardır ki, Allah’a dil ucuyla iman ederler, İslam davasının kenarında yer alır; tehlikeden, fedakarlık gerektiren yerlerden uzak dururlar.” (Hacc: 11) Şeyhulislam Ebussuud Efendi bu ayetin tefsirinde şöyle der: “İnsanlardan niceleri vardır ki onlar, dinin bir kenarcığından tutar gibi Allah’a kulluk ederler. Dinde sebatları yoktur. Tıpkı ordunun kenar ve tehlikeden uzak kanatlarında bulunanlar gibi, zafer elde edileceği hissederlerse orduya katılır, aksi taktirde ordudan kopar, uzaklaşırlar. Eğer menfaat elde ederler, İslam saflarında olmaktan yarar görürlerse; buna memnun olur, davayı sahiplenir, içinde görünürler. Zarar görür, kayba uğrar, imtihan vermesi, fedakarlık göstermesi gereken bir durumla karşı karşıya gelirse, İslam’dan yüz çevirir, davadan uzaklaşırlar. Böyle bir kimse, dünyasını da ahiretini de kaybetmiştir. Bu, apaçık ziyanın, hüsranın ta kendisidir.” Ve ayetteki son söz: Bir insanın, bütün kainat sarsılsa bile sarsılmaması gereken, her şeyini kaybetse bile, kaybetme-
mesi gereken inancı olmalıdır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Şu üç haslet kendisinde bulunan kimse, imanın lezzetini duyar:Allah ve Rasulü’nün o kimseye, başka her şeyden daha sevimli gelmesi, gönlünün onların sevgisiyle dolu olması.Sevdiği bir kişiyi ancak Allah için sevmesi.Yeniden küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi kabul etmesi , küfür ve dalaletten nefret etmesi.” (Buhari ve Müslim) Akidenin, inancın kendisi mükafattır. En büyük nimettir. Gönül onda huzur bulur. Kişi, eza-cefa çekse bile, onunla ferahlık duyar, onun uğruna yaptığı fedakarlıklardan ayrı bir lezzet alır. Bütün bunlara yaratıcısının uğruna katlanıyor olması, gönlünü saadet ve kıvançla doldurur. Selefimiz bunun binlerce misalini tarihe nakşetmişlerdir. Ancak acı bir gerçek vardır ki; her asırda dil ucuyla inananlar, hak davanın kenarında duranlar ordunun tehlikeden uzak yerlerinde mevki tutanlar, dağın iki yüzüne bakan sırtında yer alanlar.. ganimet olunca herkesten önce koşanlar,fedakarlık;canı, malı ortaya koymak gerekince davadan yüz çevirip uzaklaşanlar , hiç ilgisi yokmuş gibi davrananlar, karşı saflara geçenler bulunmuş, acı imtihanlar bu gibilerin elenmesine vesile olmuştur. Tarihte gerçekten incelenmeye, fert fert taranmaya değer imtihan devreleri gelmiş, geçmiştir. Son devir tarihi de, acıtatlı misallerle dolu bir devirdir. Dinleye-
~13~
ni hayretler içinde bırakacak, ibret dolu sahnelerin geçtiği günler, anlar, yaşanmıştır. Daha da yaşanacağa benziyor. Acı günler, fedakarlık isteyen anlar, gerçek dava adamlarını ortaya çıkarır. Gerçek yiğitler kendisine ihtiyaç duyulan anlarda ortaya çıkar. Onlar, zorluk ve cefa ile yoğrulur, çile ve sebatla pişer, gönül huzuru ile dünyayı terk ederler. Elbette ki ebedi saadet onların, müjdeler onlarındır. Hak davanın ciddi imtihan geçirdiği şu günlerde, acısıyla tatlısıyla davanın içinde, bağrında bütün samimiyeti ile yer alacak, akıntılara kapılmayacak , sarsılmayacak ,gevşeklik göstermeyecek, şeytan’ın fikir süslemesine kanmayacak, hak yolda fedakarlıktan kaçmayacak… mü’min gönüllere ihtiyaç var. Sahabeden Örnekler: İslam tarihinde, bu mü’min gönüllere nice misaller vardır. Bu misallerden bir tanesi de Osman İbn Ma’zun’dur (r.a). Osman İbn Maz’ûn; Hayat bütün gençliğiyle, sorumluluklarıyla ve fazîletleriyle onun ma’bedi idi... Onun abidliği, Hakk yolunda devamlı bir çalışma, hayır ve salâh yolunda devamlı bir fedakârlıktı. İslâm’ın taze, nemli ışığı Rasûlullah’ın (s.a.v.) kalbinden çıkıp gizlice söylediği sözleri bazı kulaklara aktığında... Osman İbn Maz’ûn, Allah’a koşup onun elçisinin etrafında top-lanan azınlıktan biriydi.
Rasulullah (s.a.v.) ve ashabının uğradığı saldırı ve baskıları; kiminin ateş, kiminin kamçılarla işkenceye uğradığını, kendisinin ise bu sıkıntılardan uzak yaşadığını görünce, saldırı ve işkenceleri, içinde bulunduğu serbestliğe tercih etti. O şöyle diyordu:”Allah’a inanan, O’nun ve Rasulü’nün ahdinde bulunanlar,Allah yolunu ve onun dostluğunu seçen Müslümanlar, sıkıntı ve acı içinde. Şeytanın ahdinde olanlar, onun yolunun yolcuları sıkıntılardan uzak ve rahat yaşıyorlar!” Bir karar vermeliydi. Vermişti bile… Velid İbn Muğire’ye gitti ve; “Amca! Beni himaye altına aldın ve iyilikte bulundun. Şimdi beni aşiretimizin bulunduğu yere götürmeni ve himayeni kaldırdığını ilan etmeni istiyorum!” dedi. Velid: “ Kardeşimin oğlu! Eza görürsün, hakarete uğrarsın, saldırılardan kendini kurtaramazsın. Bırak seni koruyayım” diyerek ısrar ettiysede bunu Osman’a kabul ettiremedi. O artık bu duruma tahammül edemez hale gelmişti. Bir müşrikin himayesinde yaşamaktansa, mü’min kardeşiyle işkence görmeyi, onların acısına ortak olmayı tercih ediyor, hak yoldaki samimiyet ve ihlası, kendisini buna zorluyordu. Osman (r.a.) bu davranışıyla, her durumda mü’min gönüllerle birlikte olmanın onların yanında yer almanın, gönül huzuru duymanın, bedeni acılardan kurtarmaktan daha önemli olduğunu vurgulamıştır. İşkence ve acı çeken kardeşine fiili olarak yardım edemediği bir durumda onunla aynı acıları çekmeye hazır olduğunu ortaya koyarak onlara cesaret vermiş, mü’minlere asırlar boyu
~14~
örnek olacak bir davranış sergilemiştir. Zorunlu olmadığı bir durumda bile, kardeşlerinin yanında yer alarak, zorunlu durumlarda yer alması gerekenlerin saflarda bulunmayışların ne derece büyük bir hata olduğunu vurgulayan gerçek bir ibret levhası sergilemiştir. BİR DİĞER ÖRNEK: SUHEYB ER-RUMİ Suheyb er- Rumi, Mekke’ye gelip yerleşmiş, Mekke’nin ileri gelenlerinden Abdullah İbn Cudan ile anlaşarak onun himayesine girmiş, ticaretle uğraşarak geçimini temin etmeye başlamış, kısa zamanda herkesçe güvenilir biri olarak tanınmış, zengin olmuştu. Kızıl saçlı, kültürlü ve efendi birisiydi. Bizans topraklarında yaşarken, son peygamberin yakın tarihte bu diyarda geleceğini öğrenmişti. Beytullah’ın civarına gelerek, göreceğini ümit ettiği, insanlığı zulmetten nura çıkaracak Efendiler Efendisinin yollarını gözlemeye başlamıştı. O,Bizans saraylarında dönen dolapları iyi bilen biriydi. Dünyanın en büyük iki imparatorluğumdan biri olan bu imparatorlukta yaşanılan çirkef hayatı ,sapıklıkları, zulmü… yakından tanıyor, zaman zaman kendini tutamayarak; “Böyle bir topluluğu ancak tufan temizler.” diyordu.Bu, sağlam karakterli, hoş yapılı insan, yanlışları görüyor, doğruyu bulmakta, şer odağını tesbit ve tayinde zorluk çekmiyordu.Yolunda yürüyeceği, ümmeti olacağı fahr’i kainatı bekliyordu. Aylar, yıllar , günler bu bekleyişle birbiri-
ni kovalıyordu. Yine kervanıyla bir uzun ticari bir yolculuktan dönmüştü. Yıllardır hasretle beklediği haberle yüz yüze geldi. Ummadığı bir anda duyduğu kelimelerle heyecanlandı. İslam nuruna davet başlamıştı.Bu, davet; tevhide davetti. Bu davetle insanlık, adalete, iyiliğe, ihlasa, hayra, teşvik ediliyor; şirk ve dalaletle birlikte rezillikler, çirkefler, kötülükler ve zulm yasaklanıyordu. Duyduğu birkaç kelime bile bunun işaretlerini, izlerini taşıyordu. Bunlar, sıradan şeyler değildi. Bu daveti insanlığa yönelten insanı sordu, söylediler. “Sözünü ettiğiniz bu kişi, Emin (Güvenilir) lakabıyla anılan insan değil mi?” “Evet” dediler. “Yeri nerede?” “Safa yakınlarında “Daru’l-Erkam”da. “Onu görmek istiyorsan çok dikkat etmelisin. Mekke’ de yardım edecek akrabaları, kabilesi, aşireti olmayan birisin. Kureyşliler seni görürse yapacağını yapar…” diyorlardı. Suheyb, gizlice ve çevresini kollayarak Daru’l-Erkam’a vardı. Kapıya yaklaştığında Ammar İbn Yasir’i gördü. Onu önceden tanıyordu. Oda kendisi gibi tereddütlüydü. Davranışlarının arkasında bir şeyler vardı. Olayı İbn Abdi’l-berr’in (r.h.) naklinden dinliyoruz: Ammar bu karşılaşma ve sonrasını şöyle
~15~
anlatır: Suheyb İbn Sinan’ı Da’rul– Erkam’ın kapısında görmüştüm. Allah Rasulu içerideydi. Kısa bir durgunluk geçirdikten sonra sordum. “Ne yapmak istiyorsun?” “Ya sen ne yapmak istiyorsun?” “Muhammed’in (s.a.v.) yanına girmek, söylediklerini kendisinden dinlemek istiyorum.” Ben de aynı şeyi istiyorum.” “O zaman birlikte gidelim.” Ve öyle yaptık. İçeri birlikte girdiler. Ogün karanlık basıncıya kadar Allah Rasulu’nun yanındaydılar. Onu dinlediler, hak yola gönül verdiler. Eller biat için uzandı, diller kelime-i şehadet getirdi. Sonra bu hidayet pınarından sözler dinlenildi. Bu evden, gecenin sessizliğinde gönülleri iman nuruyla yüklü olarak çıktılar… Bu İman nuru, bütün dünyayı, saracak, asla sönmeyecekti. O sönünce, kainatta bitecekti… Böyle bir nurun ilk erlerinden olma şerefine ermişlerdi. Suheyb (r.a.) de, iman kervanına katılan Bilal, Ammar, Yasir, Habbab, Sümeyyeler… gibi ilk çileleri çeken, eza ve cefaya göğüs gerenlerden, iman gücünün ne olduğunu, Kureyş’e ve bütün dünyaya isbat edenlerden biri. Siyer-u A’lami’n-Nübela’da, Suheyb’e ne söylediğini bilmeyecek hale gelinceye kadar işkence edildiği, zaman zaman
demir zırh giydirilerek bunalıp yere yığılıncaya kadar kızgın güneşin altında bekletildiği nakledilir. Bu acılı, çileli ama gönül huzuru dolu yılları yaşayan Suheyb (r.a.) daha çok Medine’ye hicret sırasındaki tavrıyla tanınır. Gönlü Efendimizle birlikte hicret etmek istiyordu. Ancak Kureyş onun davranışlarından, elindeki malları satarak yükünü hafifletişinden, mallarını nakite dönüştürmesinden niyetini anlamış, onun Allah Rasulu ile hicretini önlemişti. Onu göz altında tutmaya, davranışlarını yakından takibe başlamışlardı. Ayrıca, Rasulullah’ın bütün hareketleri de adım adım takip ediliyordu. O, kutlu yolculukta Allah Rasulüne katılamamıştı; ama onun müşriklerin elinden sıyrılarak Medine’ye yönelmesiyle sürur bulmuştu. Yolda ona yetişebilmek, onun hicret kervanına katılabilmek için çok fırsat kolladı. O da olmadı. Her davranışı göz altındaydı, harekete geçme imkanı bulamadı. Sonunda kendini takip eden gözleri yanıltmak için hileye başvurmak zorunda kaldı. Soğuk bir geceydi. Acelesi ve sıkıntısı varmış gibi dışarı çıktı . Helaya çıkmış hissi vererek biraz uzaklaştı. Sonra geri döndü. Çok geçmeden tekrar çıktı. Biraz sonra döndü Daha sonra bu çıkışlar sıklaştı.Hasta ve sıkıntılı bir hali vardı. Günlerce onu gözetleyenlerin içi rahat
~16~
etmişti. İçlerinden biri; “Gözümüz aydın, içiniz rahat olsun. Lat ve Uzza, onu karnının derdine düşürdü. Bu ishalle yola çıkamaz,” dedi. Suheyb (r.a.) onların uyuduğundan emin olunca evden ayrıldı. Gecenin karanlığında Mekke’yi terk ederek Medine’nin yolunu tuttu. Çok geçmemişti. Takipçilerden biri uyandı. Şüphelenmişti. Diğerleri de uyandılar. Korkuyla, “var mı – yok mu?” endişesiyle Suheyb’i yokladılar. Gitmişti. Heyecan, korku ,hırs , öfke doruğa çıkmıştı. Hazır bekleyen atlarına atladılar. Çılgınca Medine’ye uzanan yollarda at koşturmaya başladılar. Çok geçmeden de Suheyb’e yetiştiler. Suheyb (r.a.), onların geldiğini hissetmişti. Yüksekçe bir yere çıktı. Sadağından okları çıkarttı, önünde hazır hale getirdi. Yayının kirişini gerginleştirdi. Oklardan birini yaya yerleştirerek gerdi. Güçlü ve kararlı bir sesle üzerine gelenlere seslendi: “Kureyşlier! Beni tanıyorsunuz. Vallahi, en iyi atıcılardan olduğumu, oklarımın hedef şaşırmadığını biliyorsunuz. Her bir okun karşılığında biriniz yere serilmeden bana yaklaşamazsınız! Sonra da kılıcım var. Bir parçası bile elimde kaldığı sürece şimşek gibi çakmaya, kalkıp inmeye devam edecektir. Takipçiler durmuştu. İçlerinden biri konuşmaya başladı. “Seni, malınla birlikte kaçıp gitmeye bırakamayız. Bizden hem
malını, hem de canını kurtaramazsın.Mekke’ye geldiğinde elinde avucunda hiçbir şey yoktu. Fakir biriydin.Zengin oldun ve bu günkü duruma geldin.” Suheyb onun sözünü kesti: “Bu malı size bıraksam yakamı bırakır, yolumdan çekilir misiniz?” “Evet!” dediler. Altın ve gümüşlerini, Mekke’den ayrılmadan evin uygun bir yerine gizlemişti. Onlara yerini söyledi. Kureyşliler, istediklerini elde edilince Suheyb’in peşini bıraktılar. Ömründen yıllar vererek biriktirdiği malını, mülkünü yabancı ellere vererek Medine’ye doğru yola çıkmıştı. Üzülmüyordu. O , Ebedi saadeti için, inandığı dini için dünyalığını vermişti. O, iyi bir tüccardı. Yaptığının çok daha karlı olduğunu iyi biliyordu. Her şeyi bırakmış, yürüyor,yürüyor… yamaçlar, vadiler geçiyor, yeni ümitlere doğru ilerliyordu.Yoruluyor, nefeslenmek için biraz duruyor, Allah Rasulüne kavuşma duygusu gelip gönle dolunca yeniden şevkle dolarak azimle kalkıyor, yola devam ediyordu… Uzaktan Medine görünmüş, şevki iyice artmıştı. Kuba’ya yaklaşırken Allah Rasulü, onun yaklaştığını görmüştü. Seviçle onu karşılamış, Suheyb’in, bütün mü’minlerin ve tarihinin unutmayacağı şu müjdeyi vermişti. “Ey Ebu Yahya! Yaptığın alış – veriş karlı bir alış veriş, bu ticaret, karlı bir ticaret!”
~17~
Künyesi Ebu Yahya olan Suheyb’in gönlü seviçle dolmuştu. Kendisinden önce Medine’ye kimse gelmemişti. Allah Rasulü, tercihinin karlı olduğunu müjdeliyordu. Bu alış- veriş tarihe geçiyor, Suheyb anıldıkça o da Suheyb’le birlikte anılıyordu. Ticareti gerçekten kazançlıydı. İbn Abbas(a.s.) ve bir çok alim, şu ayet-i kerimenin nüzul sebebinin Suheyb (r.a.) olduğu kanaatindedirler. “İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah rızası için kendini ve malını feda eder; Rabbının rızasına talip olur, karşılğında can ve maldan vaz geçer. Allah, kullarına sonsuz merhamet ve şefkat sahibidir.”(Bakara,2/207). HAKİM B. HİZAM’IN FEDAKARLIĞI Ebu Hazim anlatıyor: “Medine’de, mücahidlere binek ve techizat hususunda Hakim b. Hizam’dan daha çok yardım edeni duymamıştık.Bir gün iki bedevi Rasulullah’a gelerek yardım istediler. Kendilerine: -Hakim b. Hizam’a gidin, denildi. Onlar da gidip Hakim’i evinde yakaladılar. Hakim niçin geldiklerini öğrenince onlara: -Beni izleyin, dedi ve evden çıkarak pazara doğru yöneldi. Hakim, devamlı Mısır’dan getirttiği dört bin dirhem değerindeki ince bir elbiseyi giyiyor ve evden çıkarken asasını beline ve iki hizmetçisini yanına alıyordu. Nerede ve hangi çöplükte bir bez veya deri parçasını görüyorsa, savaşa çıkan fakir mücahidlere tahsis ettiği develerin çul-
larını yamalamak için hemen asasının ucuyla yerden kaldırıp silkeledikten sonra hizmetçilerine veriyordu. Hakim bu defa da aynı şeyleri yapınca iki bedeviden biri diğerine: -Bu adam da iş yok, biz kendi başımızın çaresine bakalım. Çöplüklerden deri parçaları toplayandan ne beklenir? dedi. Diğeri ise: Acele etme, dur bakalım işin sonu ne olacak? dedi. Hakim pazara varınca iki tane kuvvetli ve gebe deveyi satın aldı ve onlara yetecek kadar buğday, yağ ve diğer yiyecek maddelerini verdikten sonra develeri onlara teslim etti. Onlar da hayretle birbirlerine bakarak: -Yerden deri parçaları toplayan birisinden böyle bir davranışı bugüne kadar görmedik, dediler. Allah (cc) varlıklı müslümanlara, Allah yolunda harcama yapmalarını (infak etmelerini) emrediyor. Bu Allah yolunda harcama yapmak; infak etmenin, gerekli yerlere yardımda bulunmanın ta kendisidir. İnfak’ın en güzeli kişinin çok sevdiği maldan yaptığı harcamadır. Kişinin malı ve dünyalığa meyli fazladır. Onları çok sever, daha çok olmasını da ister. Sırf Allah’ın (cc) emrettiği sevabını umarak, insanlara iyilik etmenin mutluluğunu yaşayarak o sevdiği maldan bir kısmını ihtiyaç sahiplerine vermek, çok önemli ve övgüye değer bir fazilettir.
~18~
SONUÇ: Allah’ın rızasını tahsil için sarfedilen cehdin neticesi, çok güzel bir akibettir. Bu cehd gerçek mü’minin sadakatının, feragatının ve fedakarlığının nişanesidir. Cehd ve gayretimizin ciddiyeti nispetinde, kazandırdığı huzuru, hissiyatımızın derinliklerinde duyarız. Ama bu huzur, feragat ve fedakarlıkla amel eden gerçek mü’minlere müyesserdir. Kur’an ve İslâm, azim bir fedakârlıkla kendilerine sahip çıkmadığımız takdirde gelecek nesilleri başıboşluğa, sahipsizliğe ve ateşin ortasına atmış olacağımızı bilmemizi istiyor. Her yerde kaynaşıp, mikroplar hâlinde çoğalan îmansızların insanlığa verdikleri zarara dikkatinizi çekerim.
60 Seçkin Sahabe, Halid Muhammed Halid, Beka Yay. 670 sf. 2009 İstanbul.
Bunların daha da çoğalması ve hâkimiyetlerini artırmaları halinde insanlığa verebilecekleri zararları hesap ederek, meselelerimizi buna göre değerlendirelim. Allah’ın ve Resûlü’nün rızasını birinci plana alıp vazifelerimizin üzerine titizlikle eğilmezsek, gelecek nesillerin başımıza açacağı badirelerin bizi nerelere götürebileceğini tahmin bile edemeyiz.
ait muhabbeti nakşedip, nazarlarındaki perdeyi kaldırmakla mümkün olacaktır. Ancak bunun akabinde mü’minler cehd ve gayrette bulunacaklar; araştıracak, inceleyecek ve yeni yeni cevherler bulacaklar, o cevherleri buldukları Hakk’ın kapısından ayrılmayacaklar, hayatlarının sonuna kadar bu yolda koşacaklardır. □
Mü’minin gerçek şuura ulaşmasından sonraki fedakârlığı, feragatı, cehd ve gayreti kolaydır. Ama bu şuuru kazandırarak, müslümanları düşünür hâle getirmek, Allah’ın ve Resûlü’nün gerçek muhibleri olduklarını görmek çok zordur. Bunlar, mü’minlerin kâlblerine, O’nlara
KİTAP ÖNERİSİ:
Kaynakça: - Peygamber Dostları Örnek Nesil 1-2, Şerafettin Kalay. - Muhtasar Hayatu’s-Sahabe, M. Yusuf Kandehevî. - Siret, İbn Hişam. - Tefsir, İmam Kurtubî.
~19~
DAVETÇİ KİMLİĞİMİZ SORUŞTURMA
Habil Mert & Yakup Selen
Davet, hayatın her alanındaki her yaştan insana her zaman yapılacağına göre, bir ferdin değil bunun derdiyle kavrulan bir cemaatin organizasyonunda tam manası ile gerçekleşebilir.
S
oru: 1) Davetçi kime denir? Davetçinin en belirgin özellikleri nelerdir? Herkes davetçi olabilir mi?
Yakup Selen: Müslüman kişiye davetçi denir. Her iman eden davet vazifesi ile mükelleftir. Davetçinin en belirgin vasfı davet yapamadığı bir günün boşa geçtiğini, imanın daveti zorunlu kıldığını bilmesidir. “Allah yoluna çağıran, makbul ve güzel işler işleyen ve ‘Ben Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel söz söyleyen kim olabilir?”, “Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.” ayetleri bize iman davet ilişkisini bildiren pek çok ayete örnektir. Habil Mert: Davasına dil olmuş, yürek olmuş, ayak olmuş kişidir davetçi. Davasına can vermiş, kan vermiş kişidir davetçi. Davasını ete kemiğe büründürmüş, canlandırmış, akidesine ruh üflemiş kişidir davetçi. Feda bilincini ve imkânlarını davasına kurban etmiş öznedir. Allahın olduğu yerde imkânsızlık yoktur bilinciyle nam salmış kişidir o. Herkesin umudunu yitirdiği yerde umuda hayat veren kişidir davetçi. Var olmanın imzasıdır davetçi… Tabikî ki bu vasıflar onu davetçi kılar. Herkesten davetçi olamayacağının gerçek şahidleridir onlar. Devrimci şahidlik bilincini yerine getiren bir ruhtur. ~20~
Soru: 2) Davetçi neyi ne kadar bilendir? Davetçinin ilmi birikimi ne kadar olmalıdır? Yeteri kadar bilmeden davet yapılabilir mi? Yakup Selen: Davetçi yaptığı şeyleri tavsiye edebileceğini bilen kişidir. Bereketin burada olduğunu, kendi yapmadığı şeyleri tavsiye ettiğinde bunun çoğu zaman sonuç vermediğini bilir. Elbette bu durum amellerinin artmasını ve davetinin içeriğinin zenginleşmesini sağlamaya zorlar davetçiyi. Aksi durum nasıl olsa yapmıyorum o zaman anlatmayım düşüncesi nefsin ve şeytanın hilesidir. Habil Mert: Davetçi, akidesinin tüm varyantlarına (çeşitlerine) hâkim olmalıdır. Yarım veya eksik akideye can vermek, sakat bir doğuma sebeptir. Eksik akide tutarsızlığa sebeptir. Bunun için; “davetçiyim” demek bir iddiadan ibarettir. Davetçi, davasına vakıf olan fevk ehlidir. Davasının şahididir. Davasını tanımak-bilmek, zaten iman etmekten önceki aşamadır. Bilgisiz iman eksik amele, yanlış amele sebeptir. Hatalı bir akideden salih bir amel doğmayacağı kesindir… Davasını öğrenmek azmi davasına imanla paralel bir taleptir. Sahih bir akide salih bir kula eşdeğerdir. Akidenin eksikliği ise kişinin ve temsilin eksikliğidir. Bu durumda sakat doğum kaçınılmazdır. Soru: 3) Davetçi kendini nasıl geliştirmelidir? Neler okumalıdır? Nerelere katılmalıdır? Neler izlemelidir? Yakup Selen: Davetin bir süreç olduğu,
bir bardağı dolduran damlalar gibi her davetin hemen bardağın taşmasına neden olmayacağı unutulmamalıdır. Hidayetin Allah’ın takdirine bağlı olduğu bilinci ile sonuç vermeyen çabalamalar zannederek motivasyonunu kötü etkileyecek düşüncelere aldanmamalıdır. Hitabetini geliştirmeli, örneklerini artıracak kitaplar okumalı, toplumun gündeminden bihaber olmamalıdır. Tarihte iz bırakmış şahsiyetlerin hayatını bilmeli ve bunları günümüze uyarlamalıdır. Habil Mert: İkra ile… Hayatı eşyayı ve sünetullahı ilahi evrensel yasaları doğru analiz ederek, edecek şekilde yetiştirecek kendisini. Parçaları bir araya getirince olacak olan olur! Okumak eylemdir! Eylemlilik okumaktır! Var olmak eylemle mümkündür. Eylem fikrin hareket halidir. Okumak Rabbin adıyla Rab için Rable olmalıdır ki şehadet yerini bulsun. Hülasa; her şeyi okumalıdır. Okuyanlarla yatıp kalkmalıdır. Okuyan kişi istişare ehlidir! Okuduğu kitabın yazarıyla rabıta içindedir, danışmıştır! Merak bu açıdan soylu bir eylemdir. Hakikat arayışçısı, gerçekleri değiştirecek gücü okumaktan alır! Okurken anlamaya ve tertile dikkat etmelidir. Bağlamından kopuk algılardan uzak durmalıdır. Ve her zaman şunu bilmelidir ki; yorum kutsal değildir! Kendi kapasitemizce anladığımız gerçek hakikat olmayabilir! “Müminler sözü dinler, okur, araştırır en güzeline uyar” ilahî emrini unutmamalıyız.
~21~
Soru: 4) Davetin ilk konusu nedir? Davete öncelik sırasına göre nereden başlanmalıdır? Yakup Selen: Ulûhiyet, Rububiyet, Ahiret ve Peygamberin bağlayıcılığı ilk konulardır. Şirk, küfür, nifak durumuna neden olan düşünce, inanç ve eylemleri ortadan kaldıracak, muhatabın taşıdığı vasıflara göre şekillenecektir davet. Habil Mert: Davette ilk konu akaiddir! Konu nerden başlarsa başlasın temel esaslara vurgu şarttır. Doğru zaman, doğru kişi, doğru tarz… Bu üç esas davetçinin önceliğini anlamlı kılacaktır. Buna dikkat etmeden atılacak adım, önceliklere zarar verir. Amel zaten bir doğumdur. Sağlam bir temel, amel ihtiyacı oluşturacaktır. Sahih bir kimliğin oluşumu için muhatabın halet-i ruhiyesi, seviyesi tespit edilmeli ve ona göre giriş yapılmalıdır. Muhatabın içinde bulunduğu sosyal sınıf, sorunlar, dertler vb. insanî halleri gözetmeden yapılacak girişim kuru bir ego tatminidir. Burada olan şey sadece vericinin açık olmasıdır ve maalesef bilinçaltındaki egonun tatminidir. Gaye muhatabın bilinç yollarını açmak ise eğer, muhatabın alıcılarına uygun hale getirmeliyiz ortamı. Bu da söylemin naifliği, ciddiyeti, ses tonu, göz teması, vücud dili vb. konularda hassas olmamızı gerektirir. Muhatabı “sorunlu insan” olarak görmeden işe başlamalı, ortak değerler üzerinden muhabbet oluşmasını sağlamalıdır. “Hakkı olduğu gibi söylemek” demek,
bizi netlik adına sertliğe itmemeli. Doğrular doğru biçimde söylenmeli. Doğru zamanda söylenmeli… Ve muhatapları seçmek de Rabbani bir öğretidir. Genel hatlarıyla hidayete yönelmiş kişileri öncelemeli. Ancak planda olmayan muhataplar çıkarsa karşımıza, özümüzle ve sözümüzle bu karşılaşmayı tevafuk bilip hakkı en usta bir davetçi kimliğiyle ruha nakşetmenin yoluna bakmalı. Her durumda tüm amelî sorunların kaynağının batıl ve fasid akideler olduğunu vurgulamalı; daveti, akide düzleminde sürdürmeli. Soru: 5) Kimlere daha çok davet edilmelidir? Davette önceliği kimlere vermelidir? Yakup Selen: Kendisine davet ulaşmadığı için mahşer günü bizden davacı olmayacak kişiler dışında herkes davetçinin hedef kitlesidir. Aile, yakın akraba, yakın çevreden başlanarak genişleyen bir halka davetçinin muhatabıdır. Habil Mert: Davette esas olan; hidayete tabi olan, soran, sorgulayan, okuyan, araştıran, barışçıl duruşu olan hanif kişilerin öncelenmesidir. Ama hesapta olmayan muhataplar ve genele sesleniş durumları da vardır. Her durumda davetçiye düşen iş, hakkı söylemektir. Hakkı ketmetmemeye (gizlememeye) özen göstermeli, küçük kaygılarla Hakkın hatırını pazara düşürmemelidir. Bize düşen doğru taşı oynamaktır. Buda tecrübeyle oluşan bir meziyettir. Ama her halûkarda şunu bilmek gerekir ki; İslam
~22~
davetçisi için sınıf ayrımı yapmadan saf tevhid akidesini toplumun her kesimine ulaştırması davanın özüdür! İslam tüm insanlığa ulaşmalı! Önceliği belirleyen sadece rabbani öğretidir. Buda davete açık olmalarındandır. Ama bu demek değildir ki, davete kapalı olanlar muhatap alınmayacak, dava onlara götürülmeyecektir! Öncelik tamamen zihni açık erdemli kişilere dönük olmalı. Burada saik -asla- ekonomik sınıfı, ırkı, kabilesi, statüsü, coğrafyası, ulusu vs. olmamalı. Abese Suresi bu konuda Rabbani öğretinin can noktasını göstermektedir. Soru: 6) Davetin niyeti-gayesi-maksadıhedefi nedir? Ne için ve ne uğruna davet yapılmalıdır? Yakup Selen: “Onlardan bir topluluk: “Allah’ın kendilerini yıkıma uğratmak veya şiddetli bir azaba uğratmak istediği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?” dediğinde “Rabbinize karşı bir özür için ve bir ihtimal sakınabilirler, diye” dediler.” ayeti bu soruya cevap vermektedir. Davet bize namaz gibi, oruç gibi farz kılınmış bir ameldir. Ve biz her amelimizde Allah’ın rızasını umar, kaçındığımız-sakındığımız her şeyde Allah’ın azabından korkarız. Habil Mert: Söz konusu İslam’dır ve davette gaye Hakka karşı adil olmaktır; hakkını vererek yapmaktır. Buna “şahidlik” denir. Halklar bize şahid olsun için akidemizi net ve anlaşılır bir biçimde, özel bir gayretle ortaya koymalıyız. Bu ilahî bir emirdir: “Allah, kendilerine
kitap verilenlerden; ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz’ diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü!” Davet bu manada peygamberî bir meslektir. Ve emri mütalâ olamaz. Emir neyse olduğu gibi açıklanır. Dünyevî kaygı ve çıkar elde etmeye yönelik ortaya konulan dava güdüktür ve pazara düşmüş bir metadır. Bu durum, Kur’an’da lanetlenmiş bir tutumdur. İhanettir! Hakkı gizlemek ve karşılığında menfaat elde etmek Allah’a savaş açmaktır. Davetin önündeki en büyük engellerden biride bu Belâmlar çetesidir. İslam ambalajıyla harmanlanan seküler, pagan kültürü Samirilik mesleğiyle icra edildiğinde davetçiye düşen bu oyunu deşifre etmek, Hakka dönük bu haksızlığı gidermek için davasının şahidliğini yapmaktır. “Rabbini tekbir et ve dosdoğru yürü” emri de buna işaret etmektedir. Emir büyük yerdendir ve alçaklar için davetçinin duruşu tam bir şehadettir. Aksi ise zillettir. Rabbinin rızasını basit bedeller karşısında değişen kişiler zilleti satın alan kimselerdir. Davet en büyük ticaretin pazar alanıdır. Dünya için ahireti ahiret için dünyayı satanların cirit attığı bu alanda davetçi Hakkı söylediği kadar var olacağını ve anlam kazanacağını bilen kişidir. Kaybı olmayan bir dava olan İslam davası, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın davasıdır. Bu davaya hizmet, ucuzluğu kaldırmaz. Küçük hesaplar peşinde
~23~
olanlardan davetçi olmaz. Gayesi Allah olanın önündeki her engel potansiyel bir puttur. Putlaşan değerler ve hesaplar davetçinin paradigması olamaz. Davetçi için belirleyici olan Rab olan yalnızca Allah’tır. Olmalıdır, demiyorum zira akidesiyle bütünleşmiş kişidir davetçi. Soru: 7) Daveti gizli-açık, özel-genel diye ayırabilir miyiz? Bunun pratikteki uygulaması nasıl olabilir? Yakup Selen: Gizli davetten kasıt muhataplardan davet içeriğinin bir kısmının saklanması, gizlenmesi ise bu yapılamaz. Davetin ve davetçinin açıklığı, bilinilirliği sürecin manipüle edilmesini engeller. Yapılan işe güveni ortaya koyar. Davet muhatapların sayısına göre topluluğa yapılıyorsa konuşma şekli, örneklerin seçimi, kitlenin ortalaması dikkate alınarak şekillendirilmelidir. Muhataplar karşılıklı konuşmanın, soru-cevap imkânının sağlanabileceği sayıda iseler o zaman da buna göre konuşarak daha samimi-sıcak bir ortamın sağlanması verimi artırır. Habil Mert: Davet hep açıktı ve açık da olmalıdır. Zira Allah bu davayı gizlememiştir. Hatta bugünkü mantaliteyle bakılınca Peygamberler haşa ahmaklık yapmıştır! İslam hiçbir zaman gizlenmemiştir. Bi’setin ilk zamanlarındaki gizlilik tamamen insanî bir hal olmasına rağmen zamanla Hakkın gizlenmesi gibi bir yanlışa delil olarak gösterilmiştir. Peygamber (as) İslam geldiği andan itibaren
yoğun bir uyarıya, ilâna ve duyuruya başlamıştır. Ve davasını anlattığı kişilerden kendisine inananlarla Erkam’ın evinde organize olmuştur. Ama bu aynı anda, o günlerde, davayı sunduğu halde kendisine iman etmeyenlerin olduğu gerçeğini örtecek bir hal değildir. Zira aynı günlerde tüm evlerde yeni bir peygamberin çıktığı ve bu kişinin falanca kişi olduğunu, filanca şeyler dediğinin halk tarafından konuşulduğunu bilmekteyiz. Vahyin ilk inzal döneminde en uç paradigmal değişimlere teşne konuları peygamberî bir izzetle söylemiş bir peygamberin, bugünkü anlaşılan manada daveti gizlediğinden bahsedemeyiz. Bu bir iftiradır. Orada olan gizlilik iman etmiş kişilerin kim olduğunun bilinmemesi de değildir! Sadece basit bir tedbirdir. Çünkü davete muhatap olup daveti kabul etmiş herkes için artık vahyin şahidliği görevi başlamıştır. O iman eden ilk zümrede peygamberi bir görev bilinciyle Tevhidi mesajı ailesine, yakın çevresine, kabilesine, halkına götürmüştür. Alâk, Kalem, Müzzemmil, Müddessir, Fatiha gibi ilk inen ayet ve surelere bu kişilerde muhataptı! Ve bu sorumluluk bilinci olan iman, onların da çevrelerine hakkı söylemelerine, insanlığı ebedî kurtuluşa davet etmeye yönelik bir aşka sebep olmuştu. Ebu Zerr, Muaz b. Cebel, Mus’ab (ra) vd. örnekler… Hasıl-ı kelam, davet gizli değildir. Davetçiler de davetle birlikte aşikârdır. Hayatî bir durum söz konusu olmadıkça tek hakikat budur. Daveti örgütlemek ise stratejik bir projedir. Ve bu projenin
~24~
özünde, söylemin et ve kemik diliyle halkın içinde olması şartı vardır. Soru: 8) Davette belirli bir metotyöntem-sınır-çizgiler var mıdır? Varsa nasıldır? Yoksa aklımıza-mantığımızagünümüz koşullarına bakarak mı davet yapılmalıdır? Yakup Selen: Siyer ve peygamber kıssaları bize davetin şekli ile ilgili sınırları bildirir. Her peygamber davetine; - Topluluğun karşısına çıkıp kendini ve dini tanımlayarak başlamış - Ahiretten ve yaptıkları her şeyin hesabını vereceklerinden bahsetmiş - Zulmü tanımlayarak kanıksanmasını engellemiş, fark edilmesini sağlamış - Kendisine tabi olunması ve zalimlere boyun eğilmemesini isteyerek inananların örgütlenmesini ve var olan sistem karşısında siyasi bir güç haline gelmeyi sağlamış - Davetine karşılık Allah’tan başkasından bir ücret beklemediğini vurgulamış - Davete uygun bir ortam kalmadığında hicret etmiş - Akla ve kalbe hitap eden, kısa, soru şeklinde cümlelerle açık ve anlaşılır olmaya özen göstermiş - Sözle yetinmeyip eylemleri ve hatta ibadetleri ile davete katkıda bulunmuşlardır. - Davet hayatın her alanındaki her yaştan insana her zaman yapılacağına göre
bir ferdin değil bunun derdi ile kavrulan bir cemaatin organizasyonunda tam manası ile gerçekleşebilir. Habil Mert: Bu dinin yayılma yöntemi Rabbi tarafından belirlenmiştir. Ve örneği Muhammed peygamberdir (as). Ancak kişilerin şahsî tecrübeleri ve birikimleri, davette etkilidir. Edebiyattan, felsefeden, sosyolojiden, geometriden, sanattan yoksun bir bilinçten davetçi olmaz. Yaşadığı dünyaya tanıklık edemeyen, güncellenmeyen bir kişiden davetçi olmaz. Onun yaptığı davet ancak koloniye gebedir. Merak, ilgi, sevgi ve aşkın çeşni olmadığı hiçbir söylem aşktan ibaret olan mahlûkatta yankı bulmaz. Bu aşk bildiğimiz aşk değildir. Metod ve yönteme imandır bu! O da peygamberin uygulamalarındaki iradedir! Bu iradenin beslendiği imandır. Allah’ın rızasına uygun olmayan, O’nun ölçüleri yok sayılırcasına yapılan davet, Haktan eksilterek, Hakkı yamultarak, ekleyerek, çıkarılarak sürer ve bu şekil bir davet Hakka hizmet değil, Hakkı baltalamaktır. Bu davete icabet eden çok olur ama Hakk yerini bulmuş olmaz. Elbette bize düşen akideyi doğru bilmek doğru anlatmaktır. Sahih akide salih eylemle, esaslı bir duruşla yani peygamberi - rabbani bir metodla yaygınlaşır. Haram yolla Helale hizmet (!) ederek sevap beklemek batıldır. Haramdan sevap beklemek pragmatistlerin işidir. İslam’ı bilmeyen ehl-i secdenin yaygınlaşması bu hatadan dolayıdır. Yani namazın yaygınlaşması ile şirkin yaygınlaşması aynı hızda ve paralelde
~25~
sürüyorsa, bu caiz olan davet yönteminin dışına çıkıldığı içindir.
ufku dar ve ilmi zayıf fertlerin yetişmesine sebep oluyorlar.
Soru: 9) Günümüz Müslümanları davetin neresinde-hangi aşamasındadırlar? Daveti bırakmışlar mıdır? Yoksa davetin aslından uzaklaşmışlar mıdır?
Müfredat hepsinde başıboş... Ne öncelik sıralamasına dikkat ediliyor, ne de seviyeye... Gelişi-güzel verilen kitaplar, gelişi -güzel seçilen sohbet konuları, haftalık faaliyet defterini boş bırakmamak adına uzman olmayan kadrolar tarafından, insan ve toplum psikolojisine dair tek kitap okumamış sözde davetçi ağabeyler tarafından hazırlanan bu faaliyetler, yetersizlik bir yana, başlı başına hatalı çalışmalardır. Usulsüzlük asılsızlığın kaynağıdır. Usulden yoksun olan bu kitleler veya öbeklerin davet çalışmasından ne sahih akide ne de salih amel doğar. İyi niyet stratejide öncelikli değildir. İyi niyetle hazırlanan yıllık faaliyet planları sadece samimi ama disiplinsiz ve bir o kadar da malumatfuruş fertler yetiştiriyor. Bu da akidenin gücünü değil, grupların gücünü çoğaltmaktan başka bir işe yaramıyor.
Yakup Selen: Bu soruyu şöyle anlamalıyım: Davetin neresinde hangi aşamasındayım? Daveti bıraktım mı? Davetin aslından uzaklaştım mı? Ve her zaman şu cevabı vermeliyim: Yaptıklarım yetersiz. Habil Mert: Davet adil şahitliktir! Yani olması gereken yerde olmaktır. Yapılması gerekeni yapmaktır. Türkiye’de Müslümanların küçük bir kısmı adil şahidlik yapıyorlar. Olması gereken yerde olmayanların nerede olduğu önemsizdir. Çünkü zaten kaybetmiştir. Vaciplerin kaybı nafilelerle giderilemez. Şehadetini yani sözünü yerine getiren küçük bir kesim vardır. Onların da bir kısmı sistem içi araçlarla kaynaşmış, politize olmuş ve alinasyona (başkalaşıma) uğramış haldedirler. Genel hatlarıyla birbirleriyle kıyaslandığında kendilerini tevhid ve adalet ekolü olarak tanımlayanlar dışındaki grupların neredeyse tamamı STK’laşmış ve kontrolsüz, sağlamasız, başıboş çalışmalar yapmaktalar. Akidenin gücüne değil de teorik süsüne özenen kimlikler yetiştirmektedirler. Kontrolsüz örgütlenmelerinin tarz ve usul olarak birbirlerinden tabela dışında hiçbir farkları ve özgünlükleri yoktur. Hatta hepsi sözde aynı kaynakları önemsemesine rağmen
Kutsanan gruplar da alinasyona sebep olur. Kendi grubundaki ilişkilerin sıcaklığını davasının doğruluğuna, samimi ağabeylerin heyecanlı koşturmaları da istikrara delil sayılıyor zamanla. Bindiği trenin yol haritasına tav olan ama süreçte rayların yönünün değiştiğini görmesine rağmen aynı trende kalan kalabalıklar, fert olmayı başaramamış ve grup alinesine maruz kalmış kişilerdir. Bu gibi grupların hakikatten iz taşımaları başarılı siyasî yapılar olduklarını asla göstermez. Bunlarda istikrar sadece oligarşidedir. Akidede istikrar konusunda, çoğu
~26~
sınıfta kalmıştır; bunu yaşadık gördük. Üç yılda bir strateji veya gömlek değiştiren bu gruplar insan öğütüm kurumuna dönüşmüştür. Potansiyel Tevhid erlerini muhafazakârlaştıran bu yapıların davetle ilişkisi maalesef ezberden öte değildir ve enerjik, statik olmayan aşamaya geçmeye namzet değildir. Bunlar nostaljiden öte anlam taşımayan neo-pasif ve müzelik hareketlerdir. En kötüsü de hâlâ kendilerini ıslah hareketi olarak görmeleridir. Nasihat almazlar, uyarıları dikkate almazlar, küstah bir kimlik olarak karşımızda durmakta, engin tecrübeleriyle pragmatizmin kutsallığına bizleri davet etmektedirler. Varlıkları ve sürdürdükleri davet en samimi çağlarında ödedikleri bedelleri tüketmeye sömürmeye dönüktür. Bir hareket geçmişiyle var olmaya çalışıyorsa sadece ve tek varoluş sebebi hatıralarıysa eğer, o hareket depolitize olup, kutsanmış bir yapıdan öte anlam taşımamaktadır. Bir hareketi anılarıyla kutsarsanız o hareketin bugüne dönük yüzü topluma asla can vermeyecektir. Zira anılarda kalan akideden teşne duruşu terk edeli uzun zaman olduğu halde en güzel, en sahih ve kendisiyle en çelişmediği o dönemleri bugünkü savrulmasına kılıf olarak kullanmakta ve alet etmektedirler. Şahidlerin süsü olan şehidlerin sömürüsü buna en güzel örnektir. Davasına şahidlik edip de yürüdüğü yolun bedeli olan kutsal ölümle yüzleşmiş kişilerdir şehidler. Ancak baktığımızda şehidlerin
şehadet ettikleri yolu yürümeyi bırakın o yoldan çoktan uzaklaşmış olan birçok yapı, kurum cemaat ya da örgüt şehidlerin kanını sömürmek anlamında şehadet geceleri düzenlemekte, şehidleri anmakta! Şehidlerin yolunu sürdüreceğiz yalanıyla karşımıza çıkan bu grupların, cihadî yoldan kendisini müstağni gören bu sömürü hareketlerinin, Tevhidi şahidlikle alakaları ancak bu kadardır. Davet artık yön değiştirmiştir zira. Ama geleceğe dair özgün bir söylemleri ya da duruşları olmadığı için dönüştüklerini de kabul etmedikleri içingeçmişten başka sermaye yoktur ellerinde. Bu duruş varoluş değil, yok oluşun duruşudur. Ve oradaki davet bitişe, savrulmaya, yamulmaya, pragmatizme davettir. Aslolan davet değil de neye davet ettiğimiz, gibi bir sonuç çıkıyor ortaya. Evet, bugünkü cemaatler davete devam etmektedirler ama neye, hangi davete? Davet bir yayma-uyarma gibi bir talepten ibaret bir kelimeyken kavramsal olarak Hakka çağırmaktır. Ve bu da ruhsuz değildir; yani bunun yolu vardır; o da Efendimizin yoludur. Bu açıdan bakıldığında bugün İslam cemaatleri ya usulde ya da asılda davetten uzaktırlar, uzaklaşmışlardır. Yapılan işler davet değil, faaliyettir denilebilir. Adil şahidliğin olmadığı yerde davet kavramı çöker. Yerine ancak seküler olan “aktivist” kavramı geçer. Bugün hangi ekole mensup olduğuna bakmaksızın bolca aktivist olduğunu söyleyebiliriz. Ama değiştirme adına kurucu bir ideolojiye, devrimci bir akide-
~27~
ye mensup hareketlerden söz edeceksek eğer işimiz zor demektir. Özgünlüğünü yitirip depolitize olmuş hareketlerin kurucu iradeden bahsetmesi çelişkidir. Öznel olmayan ve salt refleksten oluşan bu yapılar egemenler için tehdit değil aksine emniyet sibobudur. Varoluş sigortasıdır. Kitleleri meşgul eden bu yapıların devrimci bir davet çalışması yürüttükleri asla söylenemez. Küçük birkaç yapı dışında taban bulmuş devrimci İslamî bir söyleme sahip tevhidi, adaleti ve özgürlüğü gaye edinmiş yapı kalmamıştır. Bu da toplumsal değişimi geciktiren önemli bir eksikliktir esasen. Egemen tağutî sistemin paradigmalarını sarsacak ve halklara uyanış muştusu heyecanı verecek bir Kur’anî söylem–eylem bütünlüğü, perspektifi sunmayan yapıların canlı olduğunun ispatı; basın açıklamaları, konsolosluk kuşatmaları, seminer konferans vb. çalışmalarsa eğer, bu tür faaliyetlerin bir “varoluş” için çok yetersiz olduğunu söylemek gerek. Yaşadığı çağın ve coğrafyanın zorbalarıyla hesaplaşmayan hareketler, egemenler tarafından hesaba katılmazlar! Soru: 10) Davet eylemi ne zaman sona erer? Davetten sonra ne vardır? Yakup Selen: Davet sona ermez. Muhatabın değişmesi için çaba gösterdiğimize göre ve takvada üst sınır bulunmadığına göre yanlışı engelleme ve daha güzeli tavsiye etme ölünceye kadar müslümanın vazifesidir.
Habil Mert: Davet eylemi şahidliktir ve son nefese kadar sürer… Nerede bir muhtaç varsa orda önce davetçimiz, şahidimiz olmalı ve yara sarmalı, nerede bir Hak ihlaline karşı Hak arayışı varsa, orada olmalı. Nerede bir gözyaşı varsa, o silmeli. Nerede bir mazlum sesleniyorsa önce o koşmalı. Nerede bir haksızlık varsa önce o tavır almalı! Bunlar önemli… Davetçiler Allah için diz çökmüş ilim talebeden hiç kimseyi küçümsemeden dinlemeli, okumalı, anlamaya çalışmalı. En nihayetinde hepsi birer yorumdur; bizimkisi de bir yorumdan ibarettir. Hiçbir yorum kutsanamaz! Allah’ı yanlış anlayanla yanlışlayanları bir tutan davetçinin yapacağı devrimden ancak zulüm doğar! Bu açıdan davetçi fıkhedebilen bir derinlik elde etmeye çalışmalı… Allah diyen herkesin peşine takılmamayı bilmeli. Şahidlik bilincinin hayat bulduğu her çalışmaya katılmalı. Elinden geldiğince desteklemeli. Onuru, erdemi, asaleti öğreten her şeyi izlemeli dinlemeli. Davetçi; davet edeceği şeyi iyi bildiği gibi davet yeteneği de güçlü olan kişidir dedik. Bu bağlamda hitabet sanatını, anlatım sanatını yaşadığı toplumun jargonunu iyi bilmeli. Ve bunu yapabileceği her türlü sanatsal etkinliği takip etmeli. Sanatsız davet akideyi estetikten mahrum etmektir. Estetikten yoksun bir akide estetikten ibaret bir dünyada kabul görmeyecektir. Ona ancak estetik yoksunları icabet edecektir. Estetik davetçinin süsüdür. Şehadet en güzel davettir… En güzel son, şehadettir. □
~28~
NEBEVÎ HAREKET METODUMUZ Necmettin Irmak HASBİHAL
B
u sayımızda, Rahmet Cemaatinin önde gelen ismi, davetçi ve âlim Necmettin Irmak Hocamız ile bir hasbihal gerçekleştirdik. Kendisi 1968 Ardahan doğumlu olup, gençlik dönemlerinden bu yana çeşitli yerlerde İslamî ders ve seminerler vermekte, davet çalışmalarında bulunmaktadır. Evli ve 6 çocuk babası olan hocamız, İstanbul’da ikamet etmektedir. Allah kendisinden razı olsun. Emre İlsever: Sevgili hocam, ilk olarak şunu sormak istiyorum; “Nebevîlik” kelimesi, lâfzî ve ıstılahî olarak ne manaya gelmektedir? Necmettin Irmak: Kelime, peygamberlik manasındaki “nübüvvet” kelimesinin bir türevidir. Lâfzen haber vermek anlamına gelen N-B-E harflerinden türeyen nübüvvetin bir başka biçimi olan nebevilik, kelime anlamından daha ziyade, “nübüvvete / peygamberliğe ait ve uygun” anlamında ıstılahen kullanılır. Günümüzde ise Hz. Peygamberin (sa) yoluna, sünnetine ve sîretine uygun tavır, davranış ve hareket tarzı anlamında kullanılır. Ancak “nebevî” kelimesi, hadis ilmi de dâhil herhangi bir İslamî ilmin ıstılahlaştırdığı kelime değildir. Daha çok günümüzde İslamî hareketlerin kendilerini tavsif ederken kullandıkları bir tabirdir. Bundan dolayı kendilerini bu tabirle tavsif eden İslamî hareketler ~29~
Her Müslüman fert nasıl ki, hayatında Hz. Peygamber ’ in sünnetine uymak zorundadır, aynı şekilde Müslümanların oluşturduğu cemaat ve hareketler de Hz. Peygamber ’ in yoluna ve sünnetine uymak zorundadır. Bu, bizim içtihadımıza bırakılmış bir husus değildir.
arasında ortak payda halinde bulunsa da içerik olarak farklılıklar arz etmektedir. Nitekim nebevîlik vasfını kullanırken sadece Hz. Peygamber (sa) değil, Kur’an’da örneklikleri anlatılan diğer nebîler de bu tabirin içine girer. Emre İlsever: “Nebevî” kelimesi, Kur’an ve hadislerde geçmekte midir? Necmettin Irmak: Kur’an ve hadislerde “nebevî” kelimesi kullanılmaz. Ancak Hz. Peygamber’in (sa) yoluna tâbî olmak ve O’nu örnek almak manasında gerek izafetle ve gerekse izafesiz pek çok kelime kullanılır. Kur’an’da geçen “üsve-i hasene” (en güzel örneklik) terkibi bunlardan biridir. Hadislerde geçen “Muhammed’in rehberliği” anlamında kullanılan “hedy-ü Muhammed” ifadesi de böyledir. Emre İlsever: İslam tarihinde bu kavram ilk defa ne zaman ve hangi âlim(ler) tarafından kullanılmıştır? Necmettin Irmak: Nebevî kelimesinin bilinen ilk kullanımı meşhur siyer âlimi İbn Hişam (öl. H. 218 – M. 833) tarafından olmuştur. O, meşhur siyerini “esSiretu’n-Nebeviyye” diye isimlendirmiştir. Ancak yukarıda ifade edildiği siyasî anlamı itibariyle ilk kullanımı, 20. asırda yaşayan İslamî hareket teorisyenleri tarafından olmuştur.
olarak nebevîlik, İslamî hareketlerin fiilen taşıması gereken bir zorunluluk, bir farziyettir. Her Müslüman fert nasıl ki, hayatında Hz. Peygamber’in (sa) sünnetine uymak zorundadır, aynı şekilde Müslümanların oluşturduğu cemaat ve hareketler de Hz. Peygamber’in (sa) yoluna, sünnetine uymak zorundadır. Bu, bizim içtihadımıza bırakılmış bir husus değildir. İslam davasının sahibi olan ALLAH (cc), bu davayı bize gönderdiği gibi, bu davanın yöntemini de göndermiştir. Şehid Seyyid Kutub’un ifadesiyle; “Bu din, itikadî tasavvuru ve buna bağlı olarak hayatın vakıasını değiştirmek için gelmiş olduğu gibi, aynı şekilde itikadî tasavvurun üzerine inşa edilen yöntemi ve bu yöntem ile de hayatın vakıasını değiştirmek için gelmiştir.” Kur’an’a dönüp baktığımızda, ALLAH’ın (cc) Müslümanlara kıssalarını anlattığı peygamberlerin (sa) ve özelde de Hz. Peygamber’in (sa) örnekliğine vurgu yaptığını görürüz. Gerek Kur’an’da Hz. Peygamber’e itaati farz kılan ayetler ve gerekse sahih sünnette bize bu sorumluluğu bildiren ifadeler ve gerekse ulemanın sünnete ittibaya dair söyledikleri hemen her şey, İslamî hareketin “nebevîlik” vasfı için de geçerlidir. Emre İlsever: Nebevîliğin ana hatları ve olmazsa olmazları nelerdir?
Emre İlsever: Nebevîlik, bir hareket ve davet metodu olarak, Müslümanlara farz mıdır?
Necmettin Irmak: Bir hareketin nebevîliğe dair ana hatları ve özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
Necmettin Irmak: Bir hareket metodu
1. Rabbanîdir: Zira bu dava bütün İslamî
~30~
hakikatlerin geldiği kaynaktan bize ulaşmıştır. Yine bu dava, âlemlerin Rabbi olan ALLAH’ın emanetidir. Bir beşer ürünü değildir. İnsanoğlu sadece bu davanın uygulayıcılarıdır. 2. Akidevîdir: Bu davanın müntesipleri itikadî bir bağ ile bu davaya bağlıdırlar. Bu tercih, ideolojik bir tercih değildir. Bu dava ile iman ve mutlak teslimiyet üzere bir ilişki kurulu. Ayrıca bu davanın esasları, iman esaslarıdır. 3. Fıtrîdir: Davanın sahibi olan ALLAH (cc), davasını emanet ettiği insanın yaratılışına uygun bir şekilde sunmuştur. Hem davanın, hem de insanın tabiatı birbiriyle tenasub içindedir. 4. Amelîdir: Hayatın her alanındadır. Her detayı uygulanmak üzere planlanmıştır. Öyle ki, soyut gibi sanılan her boyutunun mutlaka amelî bir yansıması vardır. Bu davayı sadece teoriye mahkûm etmek, ona yapılacak en büyük kötülüktür. Onun yapısal özelliğinden dolayıdır ki, dinamik bir yapıya da sahiptir. Durağanlık onu yok oluşa götürür. Ancak bütün bu amelî yoğunluğa ve dinamizme rağmen ortaya konması ve uygulanması kolay bir davadır. Zira ALLAH, bu davayı bize zorluk çıkarmak için indirmemiştir.
O bize kolaylık diler, zorluk dilemez. Her ne kadar nefislere ağır gelse de bu davanın içine giren ve ona omuz verenler bu kolaylığı her daim görürler. 5. Gerçekçidir: Hayatın bütün realitelerini gözetir. Bu gözetme realiteye teslim olma manasında değildir. Bu davanın sahibi, hem davayı emanet ettiklerini, hem de bu davayı gönderdiği toplumun gerçeklerini en iyi bilendir. O, bu davayı omuzlayanları ütopyalar ve hayaller peşinde koşturmaz. Bu davanın müntesipleri de ütopyanın / ümniyyenin bir çıkmaz olduğunu bilirler. 6. Maslahatı gözetir: Müslümanların maslahatını göz ardı etmez. Sahihlik vasfını taşıyan ihtiyaçlarını, isteklerini ve beklentilerini yok saymaz. Hatta zaruret miktarınca onlara çıkış yollarını mümkün kılar. Ancak bu durum davanın faydacı (pragmatik) olması anlamına gelmez. Maksada ulaşmak için her yolu mübah kılmaz.
~31~
7. Ahlakîdir: Dikkat ettiği temel prensibleri vardır. Davranış bozukluklarına ve her türlü aşırılığa karşıdır. Mutedildir. Karşıtlarının yaptıklarını mutlak olarak kendine gerekçe yapmaz. 8. Tedricidir: Aşamalı bir karaktere sahiptir. Tedricilik bu davanın en bariz vasıflarındandır. Bağlılarına bütün yükü tek bir defada yüklemez. Onların takati ve imkanları nispetinde sorumlu tutar. 9. Ciddidir: Bu dava bir kurtuluş davasıdır. Dünyaya da ahirete de dönük bir yönü vardır. Hem kendini hem insanlığı cahiliyeden ve cehennemden kurtarma mücadelesidir. Basit beklentiler ve sıradan tavırlar ve eylemlerle bu dava götürülemez. Kaldı ki bu davanın her türlü karşıtı -nefs, şeytan ve şeytanî unsurlarbütün güçleriyle bu davaya karşı uğraşır iken bu davaya tâbî olanların basit ve dünyevî işlerin peşinde koşmaları davanın ciddiyetine halel getirir. 10. Tevekkülîdir: bu dava, onu yüklenen insanın etkinliğini kabul ettiği gibi, aynı şekilde hiçbir sınır tanımayan ilahî iradeye de vurgu yapar ve hatta bu iradenin dışında veya onunla beraber başka bir etkinliğin varlığını kabul etmez. Bütün hesapların içerisinde ve en başında, ALLAH ve onun güç ve iradesi vardır. Bu davanın müntesipleri, kâfirler istemese de ALLAH’ın (cc) nurunu tamamlayacağını bilir ve sadece O’na tevekkül eder. Kendi çabalarının bir vesile olduğuna, sonucun ve zaferin ALLAH’ın (cc) elinde olduğuna iman ederler.
Burada şunu da ilave etmek gerekir: Bu saydığımız vasıflar, kendini Müslüman cemaat addeden hiçbir grup tarafından reddedilmez. Ancak burada birkaç cümle ile dile getirmeye çalıştığımız hususlarda detaya inildikçe farklılıklar ortaya çıkacaktır. Ama bu genel vasıflarda bir araya gelmek bile önem arz etmektedir. Emre İlsever: Seçim yoluyla yarı-İslamî bir iktidarda bulunarak “halkın kademe kademe ıslah edilmesi yöntemi” ile “nebevî hareket ve davet yöntemi” birbiriyle çelişir mi? Necmettin Irmak: Böyle bir yöntemi birileri kendileri için yapılabilir sayabilirler. Ancak bunun “nebevi” bir hareket yöntemi olmadığını bilmemiz gerekir. Kaldı ki birilerinin bunu kabul etmesi onun doğru ve olabilir olduğunu göstermez. Yarı İslamî bir iktidar demek, deve mi yoksa kuş mu olduğunda karar verilemeyen (!) devekuşuna benzer. İslam ve cahiliyenin paylaştıkları bir düzen asla mümkün değildir. Bu durumda ya buradaki “İslam” İslam değildir, ya da “cahiliye” cahiliye değildir. Hz. Peygamber’in (sa) siretinde bunu çok açık görürüz. Kur’an da bize böyle bir yöntemi caiz kılmaz. Ne var ki, Yusuf (sa) kıssasında dile getirilen, Yusuf’un iktisadî sorumluluğunu İslam ve cahiliyenin iktidar paylaşımı gibi bir algı hep olagelmiştir. Burada bir peygamber olarak Yusuf’un (sa) konumu tağutî / firavunî bir iradeyle işbirliği olarak algılamak Yusuf’un (sa) davasına töhmetten başka bir şey değildir. Burada kabul edilmesi gereken
~32~
şey, surede geçen diğer delilleri de dikkate alarak, idarenin -Mısır azizinin- cahili bir itikattan uzak olduğudur. Ancak şunu da ifade etmek gerekir ki, toplumun ve Müslümanların maslahatı için birilerinin kendi sorumluluk alanında İslamî değerlerden taviz vermeksizin ve bunu da İslamî hareket adına ve teslimiyetle yapmaksızın görev almaları cevaziyet almak kaydıyla mümkündür. Emre İlsever: İhvan-ı Müslimîn cemaati, nebevî hareket anlayışlarında bir değişikliğe gitmişler midir? Necmettin Irmak: İslamî hareket olgusunu çağdaş İslam dünyasının gündemine sokan İhvan’ın eğer Hasan el-Benna dönemini nebevî casfıyla tavsif edebiliyor isek -ki şahsen ben öyle görmekteyim- bugünkü durumunu da nebevî görebiliriz. Zira İhvan’ın söylem ve pratiklerinde bir değişiklik görülmemektedir. İhvan’a yönelik yapılan eleştirilerde taktik hatalar bir tarafa, onların parlamentoya girme çabaları ön planda gelmektedir. Hâlbuki bu çaba Hasan el-Benna zamanında da vardı. Mısır’ın siyasî yapısı İslam’ın iktidarına pratik olarak engel olsa da anayasal olarak Kur’an ve Sünnete yani şeriate uygundur. Bu durum İhvan’a ruhsat vermiş olabilir.
meye çalıştığım Mısır realitesi bizi her ortam için ayrı düşünmeye sevk etmektedir. Yani Mısır’ı Tunus’la, Libya’yı Suriye ile, Pakistan’ı Türkiye ile bir tutup kıyaslamak bizi doğru bir neticeye ulaştırmaz. Kısır bir döngü içersinde tartışır dururuz. Bu bağlamda her bir seçim ortamını ve parlamentoya kendi gerçekliği içinde ele almalıyız. Türkiye’de seçim ve parlamento zeminini kullanarak iktidara gelmek, bize göre İslamî hareketin nebevîlik vasfıyla asla bağdaşmaz. Ancak kendi yorumlarına binaen bu yöntemi kullanan Müslümanları hata içersinde görmekle beraber İslam dairesinin dışında da asla görmeyiz. Fakat böyle bir tercihin ve sürecin Türkiyeli Müslümanlar için bir zemin kayması ve İslamî hareket için de bir sapma olduğunu kabul ederiz. Parlamentoya gelince; esasen parlamento, teknik bir konumdadır. Bir İslam iktidarında parlamento (meclis) olabilir, ancak Türkiye özelinde parlamento yapısal olarak tağutî bir unsurdur. Bu haliyle ve hatta bir bütün olarak sistem, asla tecviz olunamaz. Emre İlsever: Teşekkürler hocam, ALLAH razı olsun… □
Emre İlsever: Nebevî bir bakış açısıyla değerlendirecek olursak, günümüz siyasî iktidarına, İhvan-ı Müslimî’ne, Hüda-Par gibi oluşumlara, seçimlere ve parlamentoya bakış açımız nasıl olmalıdır? Necmettin Irmak: Yukarıda dile getir~33~
BASİT FAKAT DERİN GERÇEKLER
İKTİBAS
Rasim Özdenören
Biz, kimilerinin sandığı gibi, Türkiye demokrasisini ikmal ederse, bundan Müslümanlar da istifade eder görüşünü benimsemiyoruz. Eğer hedef İslam ’ a varmaksa, İslam, kendi hedefine kendi yöntemi ile ulaşır.
İ
nsanlar bazen basit bir gerçekliği belirleyebilmek için asırlarca beklemek zorunda kalmıştır. Örneğin Aristo özdeşlik mantığını dile getirinceye kadar, insanlar pratikte bu mantığın icabına uyuyor bile olsa, bir şeyin kendisine özdeş olduğu, yani bir şey ne ise o olduğu kabilinden bir gerçekliğin farkında değildi. Bu gerçeklik bir kez dile getirilince insanın önüne yepyeni ufuklar açıldı. Fakat aynı zamanda diyalektik düşünmenin önü de bir ölçüde tıkanmış oldu. Ta ki Kant, adını vermeden o mantık tarzını yeniden yürürlüğe koyuncaya kadar... İslam dünyasında ise, diyalektik düşünce kendiliğinden yürürlükteydi. Ta ki, İmam Gazali, Aristo mantığını İslam dünyasına tanıtıncaya kadar... Müslümanlar bu mantığı tanıdıktan sonra kendi asal düşünme biçimini ihmal etti, bu da İslam dünyasında bir bakıma yeni düşüncelere yelken açmanın sonunu getirdi. İslam ile demokrasinin birbirine temas noktası olmadığını belirtmek aslında böylesine basit bir gerçekliği ifade etmekten ibarettir. Ancak bu ülke ‘aydınları’nın kafası Batı kültürünün değer yargılarıyla ve kavramlarıyla öylesine meşbu bir hale gelmiş bulunuyor ki, iki farklı kültürün kurumlarının iki farklı alana ait olabileceğini işitmek onları rahatsız edebiliyor. Birini benimsemenin diğerini reddetmeye müncer olacağına ilişkin bir zehap baskın geliyor. ~34~
İslam ile demokrasinin birbiriyle temas noktası yoktur dediğimizde, bizim nesnel bir gerçekliği dile getirmekten çok, İslam’ı aşağılayan bir nitelemede bulunduğumuz sanılıyor. Demokrasiyi asıl kabul ettiklerinden buna karşı koyma sadedinde İslam’ın demokrasiyi öngördüğü ileri sürülüyor. Aslında bu durum, vaktiyle İslam’ı sosyalizm ile veya liberalizm ile veya İslam dışı herhangi bir izm ile buluşturmak isteyenlerin görüşünden ve onların yolunu izlemekten farklı bir nitelik taşımıyor. İslam demokrasi ile telif edilemez dediğimizde bazıları bu cümleyi İslam açısından aşağılayıcı niteleme gibi algılıyor. Oysa burada İslam’ı tenzih sadedinde güçlü bir iradenin varlığını görmek gerekiyor. Şunu bir kez daha belirtelim: Biz, İslam’la demokrasi arasında bir temas noktası yoktur derken, içinde yaşadığımız ülkenin demokrasiye olan nispetini de göz ardı etmiyoruz. Türkiye’nin demokrasi sürecini bir an önce ikmal etmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu kanaat, bizim İslam’ı reddettiğimiz veya demokrasiye baş eğdiğimiz anlamına çekilmemeli; iki farklı alanın sözünü ediyoruz. Bu itibarla soruyu doğru koymak lazım, soru şudur: Türkiye demokrasinin neresinde; demokrasi İslam’ın neresinde? İki farklı soru var karşımızda. Ve bu iki farklı sorunun iki de farklı cevabı var. Hiçbirinin cevabı diğeri ile temas halinde değil. Türkiye’nin demokrasi sürecini tamamlamasını temenni etmek, bir şey; de-
mokrasinin İslam’la irtibatı olmadığını söylemek başka bir şeydir. Keza demokrasinin İslam’a nispeti olmadığını söylemek bir şey, Türkiye’nin demokrasi yolunda kat etmesi gereken mesafeyi bir an önce bitirmesi gerektiğini söylemek gene başka bir şeydir. Biz, kimilerinin sandığı gibi, Türkiye demokrasisini ikmal ederse, bundan Müslümanlar da istifade eder görüşünü benimsemiyoruz. Eğer hedef İslam’a varmak ise, İslam, kendi hedefine kendi yöntemiyle ulaşır. O hedefe ulaşmak için demokrasiyi koltuk değneği olarak kullanmasına ihtiyacı yoktur. Bütün bu süreçlerin her birini kendi bağlamı içinde müstakilen değerlendirmek gerekir. Aksi takdirde, halen olduğu gibi kafa karışıklığı devam edip gider. □ (Alıntı: Yenişafak Gazetesi, 07.02.2013)
~35~
DAVET: PEYGAMBERLERE ÖZENME TEVHİD TARİHİ
Fikri Gülsoy
Bugünün davetçisi için de insanlara örnek olmak, hakikati hakkıyla temsil etmek hayati önem arz etmektedir. Davetçi vazifesini bu temsili peygamberlik misyonuyla yapmalıdır.
İ
slam daveti misyonuyla yola çıkan herkes kendince; peygamberlerin davet görevini bugün kendi güçlerince yerine getirdiklerinden bir bakıma peygamberlik mesleğini yerine getirmiş olmaktadırlar. Niyetlerine, derinliklerine, ufuklarına göre ecir alacaklardır. Bu durumu bir örnekle açıklayabiliriz: Taş yontarak cami yapım inşaatında çalışan üç işçiye ne yaptıkları sorulunca birincisi taş yonttuğunu, ikincisi cami yaptığını, üçüncüsü ise medeniyet inşa ettiğini söylemiştir. Aynı fiil niyete, bakışa, ufka bağlı olarak üç farklı anlam, değer taşımıştır. Davet çalışmaları da davetçinin niyet ufku ulaşabilirse peygamberlik benzeri karşılık bulabilecektir. Daveti İslam uğrunda yapılan her türlü çabayı kapsayacak şekilde tanımlayabiliriz. Bütün bu çabaların peygamberlerin aldığı karşılık gibi karşılık bulması için peygamberlere has bazı ana yaklaşımlardan bahsedebiliriz. Bu yaklaşımları ele alalım: 1. İstikamet - Doğruluk “Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür.” (Hud, 112) ~36~
Başkalarını bir şeye çağıranların öncelikle kendilerinin hakikate uygun inanmaları-yaşamaları zorunluluktur. Kendileri hakkı temsil etmeyenler başkalarını kurtuluşa sevk edemezler. Bu ayet için peygamberimizin, saçlarını ağarttığı yönünde ifadeleri mevcuttur. Özünde emrolunulduğu gibi dosdoğru olunması oldukça ağır bir sorumluluktur. Davetçi bir peygamberlik izinin takipçisi olarak öncelikle kendi istikametini Kur’an’ı referans alarak olabildiğince emrolunduğu hale getirme gayretinde olmalıdır. 2. İbadet, Haramlardan Uzak Durma, Azimeti Tercih Etme, Muhasebe - Öncelikle Namaz Kılmak: Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in ayakları şişene kadar namaz kılması ve Hz. Ayşe’nin bunu niçin yaptığını sorduğunda “şükreden bir kul olmayayım mı ey Ayşe?!” demesi namazın peygamberlik misyonundaki önemini gösteriyor. Biz de davet sürecinde bu güzel örnekten ilham alarak bugün kendimizce namazımızı bir adım ileriye taşıma gayretinde olmalıyız. - Kur’an’ın Vird Edinilmesi: Kur’an’ın her davetçi tarafından yapabildiği miktarda günlük olarak metin ve anlamıyla okunması. - Haramlardan uzak durulması, mümkün oldukça azimetin tercih edilmesi. - Kalbin, niyetin korunması için harama
bakmamak: “Mü’min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu davranış onlar için daha nezihtir. Şüphe yok ki, Allah onların yaptıklarından hakkıyla haberdardır.” (Nur, 30) - İffeti Korumak: Hz Yusuf (as) örneği bu noktada en güzel örnektir. - Kendini sürekli kontrol etme, sorgulama: Devamlı kendiyle yaka paça olmak, hatalarını gözünde büyütmek, sevaplarını küçümsemek. 3. Arıtırken Arınmak Davet süreci tevbe ve ilimle sürekli arınarak insanları arıtmak ve insanların arıtılmasıyla davetçinin arınması şeklinde sürekli bir arınma-arıtma sürecidir. 4. Sabır, Dişini Sıkmak - Hz. Nuh (as) örneği: 950 yıllık davet ve bir gemi dolusu iman eden. Eşin ve oğulun da iman etmemesi. - Bu sabırdan kendimizce bir pay almalıyız: Birkaç uyarıyla, az bir birliktelikle uzun yıllar boyunca günah, şirk, cahiliyeden kaynaklanan kirlerin temizlenip arınmasını bekleyemeyiz. 5. Çile Hz. Yusuf (as)’ın hapsi, Hz. Yakub (as)’ın Yusuf (as)’ı kaybetmesi, Hz. İbrahim (as)’ın ateşe atılması, Hz. Zekariya (as)’ın şehid edilmesi, Hz. Peyganber (sav)’ın Taif’te taşlanması. Bu büyük çileler bugünün davetçisine başına gelebilecek zorlukların en küçü-
~37~
ğünden en büyüğüne kadar katlanabilmesi için ilham olacaktır. Davetçi kendi çilelerinin peygamberlerinkinin yanında önemsizliğinin bilincinde olarak başına gelen zorluklarda geçmiş çileleri düşünerek ve bu niyetle sabrederek sabrını peygamberlerin sabrı gibi kayda geçirebilir. 6. İnsanların Kurtuluşuna İstekli Olmak, Dertli Olmak “Ey Muhammed! Mü’min olmuyorlar diye âdeta kendini helâk edeceksin!” (Şuara, 3) Payımıza Düşen: İnsanların kurtuluşunu, hidayetini dert edinmek. Bu dertle hasta olmasak da kendi gücümüzce dertlenmek, en azından yakın çevremizdeki yatkın insanların hidayeti için endişeli olmak. 7. Karşılık Beklememek De ki: “Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Kendiliğimden bir şey iddia eden kimselerden de değilim.” (Sad, 86) - Maddi çıkar (ev, araba, para vb.) beklememek. - Başka da hiçbir paye (ne güzel ibadet ediyor, ne ahlaklı, ne güzel ders anlatıyor vb) beklememek. - Bütün karşılığı Allah (cc)’tan beklemek. 8. Örneklik, Temsil - Hudeybiye’de Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) saçını tıraş edince ancak sahabenin de saçını kesmesi örnekliğin önemini gösterir.
- Evine gelen misafirlere gösterdiği edep: “Ey iman edenler! Yemek için çağrılmaksızın ve yemeğin pişmesini beklemeksizin (vakitli vakitsiz) Peygamber’in evlerine girmeyin, çağrıldığınız zaman girin. Yemeği yiyince de hemen dağılın. Sohbet için beklemeyin. Çünkü bu davranışınız Peygamber’i rahatsız etmekte, fakat o sizden de çekinmektedir. Allah ise gerçeği söylemekten çekinmez…” (Ahzab, 53) Bu ayetten anlıyoruz ki bazı sahabeler yemekten sonra sohbet için bekliyorlardı. Peygamberimiz (sav) de bu durumdan rahatsızdı. Fakat öyle bir örneklikle karşı karşıyayız ki ne siyer kitaplarında ne de hadis kitaplarında bu durumla ilgili peygamberimizden olumsuz bir sözün, davranışın sadır olduğunu görüyoruz. Bugünün davetçisi için de insanlara örnek olması, hakikati hakkıyla temsil etmesi hayati önemdedir. Davetçi bu temsili peygamberlik misyonuyla yapmalıdır. 9. Başkalarının Hatalarına Karşı Toleranslı Olmak - “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp
~38~
güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.” (Ali İmran, 119)
Tüm başarısızlıkların kendinden kaynaklandığını bilme.
- Peygamberimizin (sav) affettiği / tahammül ettiği davranışlar:
11. Hak için her an ve hemen kalkıp gidecekmiş gibi hazır olmak
- İçki yasağına rağmen içki içen sahabeye bazı olumsuz laflar söylenince “Ama O Allah ve Rasulu’nü seviyor” demesi.
Hz. Hanzala’nın cihad için evlendiği günün sabahında cihad çağrısıyla hemen kalkıp gitmesi ve şehid olması hak uğrunda hiç vakit kaybetmeden, hemen hareket etmenin en çarpıcı örneklerinden biridir.
- Ganimet dağıtılırken “Adil ol ya Muhammed!” denmesi karşında tahammülü… - Bedevilerin edebe aykırı hitaplarına karşı sabrı… - Uhud’da ve Taif dönüşünde müşriklere karşı sabrı… - Bize Düşen: Kardeşlerimize karşı müsamahakâr olmak, hataları nedeniyle hemen itham etmemek, fırsat vermek, hatalarının düzelmesine yardımcı olmak. Allah (cc)’ın onca hatamıza rağmen halim sıfatıyla bize fırsat vermesi gibi biz de diğer insanlara karşı toleranslı davranmalıyız. - Davetçi kendisi mevzu bahis olduğunda alabildiğine katı, kılı kırk yaran biri iken diğer insanlar olduğunda onlar hakkında hüsnü zan besleyen bir karaktere sahiptir. 10. Hakkın Hatırı Ali Nefis Her Şeyden Edna Anlayışında Olmak Hak aşığı olmak. Hakkın hatırı için her zaman özveride bulunmak. Kendini önemsiz görmek. Hiçbir başarıda kendini öne çıkarmama, başarıları Allah’ın lütfu olarak görme.
Bu çabaları ölünceye kadar sürdürmek, adeta koşarak ölen küheylan gibi davranmak. Küheylanlar için koşmanın telaşıyla, koşmaya olan hırsla bağlanma nedeniyle öyle bir kendini kaybetmekten bahsediliyor ki bu hedefe kilitlenmesinin etkisiyle kalbinin durduğunu, çatladığını dahi fark edemiyor, koşmaya devam ediyor. 12. Davet ettiklerimize yüreğimizde kocaman bir yer ayırmak “Andolsun, size içinizden, sizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki bir sıkıntıya düşmeniz pek ağır gelir ona, pek düşkündür size, müminleri esirger, rahîmdir.” (Tevbe, 128) Payımıza Düşen: İnsanlara karşı şefkatli, merhametli olmak. İnsanları sıkıntılarını dert edinmek, onlarla kalbi olarak ilgili olmak. 13. Yaşatma Aşkıyla Yaşama Zevkinden Vazgeçmek İnsanların hidayeti için kendi rahatını ihmal eden, insanlar kurtulsun için çabalayan olmak.
~39~
Rasulullah (sav)’ın güzide talebesi Musab bin Umeyr (ra) de peygamberinden ilham alarak, kendince peygamberlik misyonun bir temsilcisi olarak, O’na özenerek, Mekke’nin en zengin ailesine mensupken yaşatmak için Medine’ye gitmiş, şehadetinde üstünü örtecek elbise kalmayacak kadar yaşama zevkini terk etmiştir. Bize düşen de küçük de olsa peygamberlik misyonun bu günkü temsilcileri olarak yaşama zevklerimizden feragat ederek yaşatma aşkıyla dolu çabalar içinde olmaktır.
KİTAP ÖNERİSİ: Tevbe Suresi Tefsiri, Şehid Abdullah Azzam, Buruc Yay. 839 sf. 2008 İstanbul.
Peygamberimizin hasır üzerinde yatması bu anlamda önemli bir örnektir. Mekke’nin ticaretle uğraşan maddi durumu iyi olan hanımlarından Hz. Hatice (ra) ile evli ve kendisi de şehrin en güvenilir insanı olarak rahat ve bolluk içinde yaşayabilecekken peygamberlik davasıyla birlikte delilik, sihirbazlık, bozgunculukla itham edilmesine; açlık, savaş ve yokluklara rağmen insanların hidayeti için gösterdiği ihtimamla, insanları yaşatma iştiyakıyla her türlü yaşama zevkini ayaklarının altına almış ve ömrü boyunca bu yaklaşımını hiç bozmamıştır. Öyle ki bu yolculukta bir gün üzerinde yattığı hasırın izi yüzünde iz yapmıştır.
Yukarıda bahsettiğimiz bütün bu peygamberleri özenme hali en başta bahsettiğimiz zihnimizde işin nasıl yer ettiğiyle ilişkilidir. Eğer kendimizi alelade bir çağırıcı olarak görürsek yalnız, meyus, ümitsiz bir taş kırıcısıyız; yok eğer kendimizi peygamberler halkasının bir parçası olarak görürsek kalabalık, ümit var bir medeniyet inşacısıyız. Böylece dünyada peygamberlerin safında yer aldığımız gibi ahirette de peygamberlerin yanında yer almamız umulabilir. □
~40~
BİR HİDAYET ÖYKÜSÜ: SİNA MOTZEK HANIMEFENDİ Ebubekir Armağan SÖYLEŞİ
S
ina Motzek… 27 yaşında Alman bir anne-babanın kızı olarak Almanya’da dünya’ya geldi. Sosyoloji doktorası yapıyor hali hazırda…
Geleneksel bir Hıristiyanlık anlayışında büyüyen Motzek, sorgulamaları neticesinde Hıristiyanlıktan kopuş yaşamış. Bu kopuş ile başlayan uzun yıllar süren hakikat arayışı başladığını ifade ediyor. Geçen sene Müslüman olan Motzek, hakikat arayışının uzun ve çok acı veren bir süreç olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Müslüman oldum evet; ama her şey aslında yeni başlıyor. Bir kul olarak yolum uzun, yapmam gereken çok işim var.” Sina Motzek Hanımefendi ile Bursa’ya yaptığı bir ziyaret esnasında tanışmak imkânı buldum. Hakikat arayışı, Müslüman oluşu ve sonrasında yaşadıklarına dair bir röportaj yapmak teklifinde bulunduğumda büyük bir nezaket göstererek teklifimi kabul etti. Bu söyleşi klasik bir hidayet öyküsü olarak okunmamalıdır. Bu söyleşi ile bir insanın hakikat arayışının ve bu arayışın hidayet ile sonuçlanmasının ne denli zorlu ve acı verici bir süreç olduğu ifade edilmeye çalışılmıştır. Aynı zamanda bu söyleşi, Türkiye’de üzerinde bulunduğumuz, lakin çoğumuzun farkında olmadığı nimetlere dair bir hatırlatmadır. ~41~
Müslüman oldum ve mutlu sona ulaştım… Hayır, aslında henüz yolun başındayım. Şimdi bunların altından nasıl kalkmam gerektiğini düşünüyorum...
Sina Motzek Hanınefendi röportajın sonunda bu tespiti şu sözlerle ifade ediyordu: “Siz üzerinde bulunduğunuz ve hazır bulunduğunuz nimete şükredin.” *** Ebubekir Armağan: Muhterem Sina Motzek Hanımefendi, öncelikle mülakat teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyorum. Sizi tanımak isteriz. Kendinizi bize tanıtır mısınız? Sina Motzek: Almanya’da doğdum, büyüdüm. 27 yaşındayım. Sosyal Hizmetler bölümünde lisans ve yüksek lisans eğitimi aldım. Lisans eğitimim süresince ve onu tamamladıktan sonra yaklaşık 3 yıllık bir iş tecrübem oldu. Şu anda ise Almanya’da sosyoloji bölümünde Doktora çalışmaları yapıyorum ve tez aşamasındayım. Aslında eskiden sosyal bilimci olmak gibi bir niyetim yoktu. Lisans eğitimimi tamamladıktan sonra hayatımı sürdürebileceğim bir iş bulup çalışmak niyetindeydim… E.A: Tez konunuz nedir? S.M: Tezimin konusu “Depresif şikâyetleri olan, Türkiye kökenli göçmen kadınlarının biyograflarındaki ulus-ötesilik ve eylemlilik” üzerine. Hayatlarını Türk ve Alman kültürü arasında geçirdiklerinden dolayı hastalıklarında her iki kültürden de etkilenebilir ve yaralanabilirler diye düşünüyor ve böyle varsayıyorum. E.A: Aile yapınız, aldığınız kültür vs… nasıl bir sosyal çevrede büyüdünüz? S.M: Benim ailem geleneksel bir Hıristi-
yanlık algısına sahip. Annem Protestan. Babam ise Katolik mezhebine müntesip. Ailemden fazla bir din eğitimi görmedim. Almanya’da geleneksel olarak çocukların dini eğitimi ile ilgilenecek bir akraba tayin edilir. (Vaftiz anne-baba) Bu kişi benim için teyzem olmuştu. Fakat o bu hususta bana ciddi anlamda bir katkı sağlamadı. Yalnızca Noellerde kiliseye giderdik. Pazar günleri ise gitmezdik. 13 yaşıma girdiğimde ise Almanya’da geleneksel olarak her genç çocuğa yapıldığı gibi benim için de kilisede bir tören düzenlenmişti. Bu tören benim artık Hıristiyan olduğumu gösteriyordu. Fakat bu törene katılmak içimden geldiği için değildi. Biraz çevremin hatırı içindi. Daha önemlisi bu törene katılanlara para verilirdi teşvik amaçlı. Herkes gibi benim içinde cazip gelen bir unsurdu bu durum. Fakat birkaç sene sonra pişman oldum ve Kiliseyi bıraktım. E.A: İlginç… Niçin bıraktınız? S.M: Bıraktım çünkü gördüm ki inanmıyorum. Bu süre içinde çok fazla olmasa da İncil’i de okudum. İncil’i okuduğumda yazılanlar bana tutarlı gelmedi. Bu kararı aldığımda ailem bana tepki göstermişti. Fakat bu tepkiye şaşırmıştım; çünkü ailem dindar değildi ve dindar olmadıkları halde Hıristiyanlıkta kalmam için bana baskı yapıp çıktığımdan sonra ise başkalarından bunu saklıyorlardı. Sonuçta Almanya’da aileler çocuklarına belli bir yaştan sonra fazla müdahale etmezler. Sonunda kararıma saygı gösterdiler.
~42~
E.A: Peki sonra?
lendirebilir miyiz?
S.M: Sonra ise ateist oldum diyemem elbette… Bir Yaratıcının varlığını reddetmiyordum; ama benim için Allah’ın varlığı bir anlam ifade etmiyordu ve olup olmadığını bulmak için araştırmıyordum.
S.M: Evet, sanırım böyle denilebilir. Almanya’da herkes özgürlük ve bağımsızlık fikriyle büyür. Kendime olan özgüvenim çok yüksekti. Tek başıma çok genç bir yaşta sırtımda çantamla Yeni Zelanda’ya gittim. Yolculuğum 7 hafta sürdü. Sonra Gana’yı gittim ve gezdim. Gana’da küçük bir cami görmüştüm ve çok etkilenmiştim. Ama orada kaldı etkilenmem. Sürekli bir arayış hali yani…
E.A: İnsanoğlu tarihi boyunca varoluşunun anlamını merak etmiş ve hakikat arayışına girmiştir. Bu tarihin her döneminde her birey ve toplum için geçerli olmuştur; ama az ama çok. Ve varoluş sancısı çok zordur. Bu anlamda Sina MOTZEK’in hakitat arayışı nasıl başladı ve bu arayışınızda nasıl bir tecrübe yaşadınız? S.M: Aslında kendimi bildim bileli bir boşluğun ve dolayısı ile bir arayışın içindeydim. Fakat ne aradığımı bilmiyordum. Beklide adını koyamıyordum. Almanya’da 18 yaşına giren herkes özgür ve bağımsız bir hayat sürmeye başlar. Ben de 18 yaşına geldiğimde evden ayrılmaya karar verdim. Özgürlük ve bağımsızlık düşüncesi beni çok cezbediyordu. Bir ara felsefeye merak sardım, bir ara punk ve rock müzik gibi akımlarla ilgilendim, bir ara da komünizm’i araştırdım. Karl Marks’ın “Das Kapitali”ni okuyan bir çevreye girdim. Komünizmde insan yalnızca ekonomik bir canlı olarak görülür. İnsanın ruhuna dair bir şey yoktur orada. E.A: Tüm bunlar bir savruluşu ifade ediyor. Bu durumu her insanın yaşayabileceği gibi tatminsizlik olarak değer-
E:A: Bu arayışınız oldukça uzun bir serüven. Aradığınızı bulamamak nasıl bir duygu? S.M: Bu hem boş hem de çok acı verici bir durumdu çoğu zaman. Gittiğim yerlerde çok güzel yerler gördüm. Allah’ın yeryüzünü ne kadar güzel ve kusursuz yarattığını gördüm ama o zaman bunu idrak edemedim. Bunu idrak edememiş olmak acı bir şey… E.A: Bu arayış serüveninizde İslam sizin için ne ifade ediyordu? S.M: Galiba ben - ülkemde olduğu üzere - medya, aile ve sosyal çevremin etkisinde kalmıştım ve İslamiyete karşı uzak ve biraz da olumsuz bir kanaate sahiptim. Lisede okurken sınıfımda tek bir Müslüman arkadaşım vardı. Bir gün onun evine ziyarete gitmiştim. Onu yabancı görürdüm. Onunla evlilik üzerine konuşurken, arkadaşım ailesinin onay verdiği birisiyle evlenebileceğini söylemişti. Çok şaşırmıştım. “Nasıl olur böyle bir şey? İnsan sevdiği birisi ile evlenmelidir…” dediğimi hatırlıyorum. Bu durumun bir
~43~
ezilmişlik olduğunu düşünmüştüm, beyinleri yıkanmış olmalıydı… Daha öncede ifade ettiğim gibi; biz Almanya’da özgürlük düşüncesi ve hayali ile büyüdük. Bu durumu anlamam mümkün değildi. Bugün Müslüman olduğumu söylediğimde aynı şeyleri benim içinde söylüyorlar: Beyni yıkanmış falan diye… E.A: Ve Türkiye maceranız… Türkiye’ye ilk ne zaman geldiniz? S.M: Türk asıllı bir arkadaşım vardı. Almanya’da yaşadığı için Türkçesi çok iyi değildi. Türkçesini geliştirmek için bir kursa gideceğini söylemişti. Benim dil öğrenmeyi sevdiğimi bildiği için beni de Türkçe Kursuna davet etmişti. Sonra beni Türkiye’ye davet etti. Ve Türkiye’ye 2009 yılında ilk olarak tatil maksadı ile geldim. Benim düşüncelerimi paylaşan bir arkadaş grubum vardı. Onlarla birlikte İstanbul’a sadece eğlence amaçlı gitmiştik. İstanbul’da görüştüğümüz insanlar sözde Müslümanlardı; ama İslamiyet kelimesi bile geçmemişti İstanbul’da kaldığımız süre içerisinde. Daha sonra ise Doktora çalışmalarımın gereği olarak Türkçeyi ilerletmek için bu defa eğitim için geldim Türkiye’ye. Zaten gittiğim kurs vesilesi ile az-çok öğrenmiştim Türkçeyi. E.A: Pekâlâ… İslamiyet’e olan ilginiz nasıl ve ne zaman başladı? S.M: 2012 senesinin başında İstanbul’da Türkçe dil eğitimi ileri sürdüğüm sıralarda, aynı sınıfı paylaştığım Afganistan, Fas gibi İslam ülkelerinden gelen arka-
daşlarım oldu. Ve böylece ilk defa Müslüman insanların bulunduğu bir ortamda bulunmak imkânım oldu. Bu çok uluslu ortam benim için önemli fırsatlar oluşturmuştu İslam’ı tanımak açısından. Hem bu ortamda hem de bir Türk arkadaşımla geçirdiğim vakitte Müslüman arkadaşlarımın aileleri ile olan ilişkilerinin kuvvetli oluşu beni etkileyen en önemli unsurdu. Müslümanlar niçin böyle davranıyorlardı? Merak ediyordum… E.A: Müslüman arkadaşlarınızın aile hayatları sizi niçin etkiledi peki? Türkiye’de aile bağları kuvvetli olduğundan (son dönemde değişmeye başlasa da) bu durum bizim için çokça şaşırtıcı değil. S.M: Bizim aldığımız kültürde aile bağları kuvvetli değildir. Ben de Almanya’da iken ailemden uzak bir yaşam sürüyordum. Sık görüşmezdik. Ailemin 2012 yılında ben İstanbul’dayken beni ziyarete gelmeleri çok önemli bir dönüşüm benin noktasıydı. İstanbul’u gezdirdim onlara. Ayrılacağımız zaman çok uzun yıllar sonra sarılmıştı babam bana. İnanılmaz bir duyguydu benim için. Ailemizdeki bu değişmeyi fark eden Türk bir arkadaşım vardı. Kendisi ailesini her gün arardı. Bense bu duruma çok şaşırırdım. Bu arkadaşım bana sürekli babamı aramamı söylerdi. Hatta bir ara bu durumdan rahatsız oldum ve beni rahat bırakmasını ve aramayacağımı söylemiştim. Hiç unutmuyorum bir gün İstanbul’da
~44~
Kadıköy’de annemle telefonda görüşüyordum. Sonra babamı istedim telefona. O an annem çok şaşırmıştı ve sözleri ile şaşkınlığını belli etmişti. Babamla konuşurken onun ağlamak üzere olduğunu fark ettim. Yaklaşık 10 dakika konuştuk telefonda. Bu kadar uzun konuşmamıştık daha evvel. Çok değerli anlardı benim için.
E.A: Şöyle bir toparlayacak olursak: Arkadaşlarınızın davranışlarından etkilendiniz, bu davranışlara sebep olan düşünceyi araştırdınız, kendi hayatınızı, Müslüman arkadaşlarınızın hayatları ile mukayese ettiniz, sorguladınız ve bir nevi hakikat ile yüzleşmeye başladınız. Bundan sonra arayışınız nasıl devam etti, neler yaşadınız?
E.A: Etkileyici bir hatıra… Şunu merak ediyorum: erdemli bir davranışa şahitlik eden kişi, bu davranışlar gösteren kişiye hayranlık duyabilir. Beğenir, alkışlayabilir… ama bu durum tek başına bir insanın hayatını etkileyecek olan bir dönüşüm/değişim açısından yeterli değildir kanaatindeyim. Bu durum sizi ne yönde etkiledi?
S.M: Bundan sonrası acı verici oldu. Hayatımın geçmişte kalan yanlarından pişmanlık duymaya başladım. Fakat hakikatle yüzleşmeye başlamış olsam da onu kabul edip hayatımı ona göre sürmem daha çok zaman aldı. Faslı bir arkadaşım “sen değişmeye başladın, niçin kabul etmiyorsun İslam’ı” demişti. Olmaz kabul edemem demiştim. Acele ediyordu arkadaşım ve ben özgürlüğümden vazgeçmek istemiyordum.
S.M: Evet burası önemli. Bu davranışları gösteren arkadaşlarımın ortak noktası İslam’dı. Bu vesile ile İslam’ı öğrenmeye, araştırmaya karar verdim. Fakat ilk başta bu öğrenme ve araştırma çabalarım sadece arkadaşlarımın dünyalarını yakından tanımak içindi, başka bir şey değil. Bu vesile ile ilk girişimim Almanca Hadisler okumak olmuştu. Daha sonra gittikçe ilgimi çekmeye başladı İslam ve arkadaşlarıma sorular sormaya başladım. Özellikle bu sorularıma cevap verebilmek amacıyla araştıran ve anlamazlığıma çok sabır gösteren bir arkadaşım görüşlerini benimle paylaştıkça hayatımdaki her şeye farklı bir açıdan bakmaya başladım. Kendi yaşam biçimimden ancak çok yavaş vazgeçebildim ama yine de sorgulamaya başladım.
Bir gün Türk bir arkadaşım bana Allah’ı ailesinden daha fazla sevdiğini söylemişti. Çok şaşırmış ve etkilenmiştim. Bir insan nasıl olur da Allah’ı ailesinden daha fazla severdi? Bu anlattıklarım yavaş yavaş etkiliyordu beni. Bundan sonra ise Kur’an okumaya başladım. E.A: Kur’an okumaya başladığınızda ne gördünüz? Aradığınızı buldunuz mu? S.M: Bakara Suresini okuduğumda sanki beni anlatıyordu ayetler. Yaşadıklarımı anlatıyordu, çevremi anlattığını gördüm. İnsanların niçin inkâr ettiklerini anlatıyordu. Sınırsız özgürlük düşüncesini eleştiriyordu. Okurken bazen korktum,
~45~
pişmanlık duydum yaptıklarımdan, cennet ayetlerini okurken ise seviniyordum. İslam’ı öğrendikçe kâinatın muazzam bir düzeninin olduğunu fark ettim. Daha evvel tesadüflerin ortaya çıkardığı bir kaotik düzen olduğuna inanırdım. Kur’an-ı 5-6 farklı mealden karşılaştırmalı olarak okuyorum. Çünkü bazen anlayamıyorum. Tabi zaman zaman kafam da karışıyordu. Mesela kader konusunda kafam çok karışmıştı. Bir gün bir Türk arkadaşım kader konusunda beni ikna etmişti. İkna oldum dediğimde “artık sen Müslüman oldun” dediğinde “Hayır! Olmadım.” demiştim. Hala bir yanımda eksiklik vardı. E.A: Sizinde malumunuz oryantalizm İslam’a saldırırken, İslam’da çok evlilik, örtünme gibi argümanları kullanır. Bunlar İslam hakkında önemli önyargılar oluşturmuştur. Bu noktalarda sizinde önyargılarınız mevcut muydu? Ve bu hususlarda kanaatleriniz nasıl değişti? S.M: Evet önyargılarım vardı. Çoklu evlilik gibi bazı unsurlarını kabul edemezdim. Arkadaşlarımla tartışırdım. Örtünme meselesi de böyleydi benim için. Fakat zamanla gördüm ki İslam’da var olan hükümlerin makul bir sebebi var. Mesela örtünme bana gerçek bir özgürlüğü vaat ediyordu. E.A: Ve tüm bu sorgulamalarınız, okumalarınız ve çektiğiniz sancıların sonunda Müslüman olmaya karar verdi-
niz. Ne zaman “ben Müslüman’ım, teslim oldum” dediniz? Ve bu nasıl gerçekleşti? S.M: Bir gece Almanya’daki evimde kıbleyi bir şekilde bularak ve kalbimden ne geçiriyorsam söyledim. Bu benim için gerekliydi ve çok önemliydi. Allah’la olan bir görüşme, konuşma gibiydi bu. İçimi döktüm adeta. Mantık ya da akıl yürütme ile bir yere kadar gidebiliyorsunuz. İnsanın manevi bir adım atması gerekiyordu ve ben secde etmeliydim. Allah’a evet ben senin kulunum demem gerekiyordu. Bu son ve en önemli dönüm noktasıydı benim için ve Müslüman olduğumu ifade etmeden iki hafta öncesiydi. Etrafımdaki insanların nasıl bir tepki vereceğini kestiremiyordum. Korkuyordum. Sorgulama sürecimde bir takım eski alışkanlıklarımı değiştirmiştim. Mesela alkol almayı bırakmıştım, eğlence partilerine gitmiyordum. Bundan dolayı aynı evi paylaştığım iki kız arkadaşım onlarla yollarım ayrıldığı için beni evden kovdular. Danışman profesörümde çalışmalarımın kolaylığı için Üniversitenin bulunduğu şehre gelmemi istiyordu. Belki bu benim için daha hayırlı olur dedim ve doktora çalışmalarımı yürüttüğüm şehre ailemin de yardımı ile taşındım. Yeni evime taşındıktan sonra Kuran’ı iki hafta boyunca yoğun bir şekilde okudum. Bu arada Mekke’ye gidip geldikten sonra Müslüman olan bir yazarın kitabını okuyunca Müslüman olabileceğimi düşündüm. Zaten Allah’ın varlığını kabul
~46~
ediyordum, eski alışkanlıklarımı ise terk etmiştim, niçin Müslüman olmayaydım ki? Aslında Kur’an-ı Kerim’in tamamını okuyup sonra Müslüman olurum diyordum. Belki önüme çelişkili ve tutarsız ifadeler çıkar diyordum. Ama çok da korkuyordum; çünkü ahiret ve cehennem vardı. Ve geçen sene (2012) Eylül Ayında bir gün Türkiye’de ki yakın bir arkadaşıma internet üzerinden ulaştım. “Ben Müslüman olacağım” dedim. Kelime-i Şehadeti bilmediğim için arkadaşım bana onu tekrar ettirdi. Almanca tercümesini de buldu benim için. Sonra abdest aldım. O an kendimi tertemiz hissettim. Hatta bir bebek gibi… Ve artık Müslüman olduğuma göre Allah’ın emirlerini yerine getirmeliydim. En önemli ibadet namazdı. Vazifemdi yani bu, yerine getirmeliydim mutlaka. Namaz başlangıçta çok kompleks gelmişti bana. Fatiha Suresini, subhaneke ve tahiyyat dualarını, bütün gün elimde notlarla ezberledim. Zor oluyordu. Türkiye’deki arkadaşım bana yavaş yavaş öğrenmemi tavsiye etti. Ben çok acele ediyorum. İlk günlerde namazları ise yalnızca iki rekât zannediyordum. Bütün namazlarımı öğrenene kadar hep iki rekât kılmıştım. E:A: Müslüman oldunuz… Sonrasında neler yaşadınız? S.M: Öncelikle aileme Müslüman olduğumu söylemeliydim. Telefonda söyleyemezdim. Eve gittim ve onları karşıma
alarak “size söylemem gereken bir şey var: Ben Müslüman oldum” dedim. Onlarda benim zaten İslam’la ilgilendiğimi bildikleri için sakin sakin oturuyorlardı. Şaşırmadınız mı? Dedim. Hayır dediler. Yalnızca beni etkileyen şeylerin neler olduğunu sordular ve ben de anlattım. Abim hemen odasına giderek Ateizmle ilgili kitaplar getirerek beni ikna etmeye çalıştı. Ama ben kesinlikle geri dönmeyeceğimi söyledim. Tartışmalarımız oluyordu bazen. (Türkiye’deki gezi olaylarını bana örnek göstererek İslam’ın özgürlükleri kısıtlayan bir din olduğunu söyledikleri de oldu.) Ama korktuğum kadar büyük bir tepkiyle karşılaşmadım. Zaten ailem dışında birkaç arkadaşımla birlikte etrafımda hiç kimsem kalmamıştı. Aslında bazen yanlış bir algı oluşabiliyor. Müslüman oldum ve mutlu sona ulaştım… Hayır, aslında henüz yolun başındayım. Şimdi bunların altından nasıl kalkmam gerektiğini düşünüyorum. Yapmakla mükellef olduğum vazifelerim var. Onları yerine getirmeliyim. Yapacağım ve öğreneceğim çok şey var. Bu süreçte zor zamanlarda yaşadım. Yalnız kalmış olmak beni korkutuyordu. Arkadaşlarımı terk etmiştim, belki fazla kimse yoktu yanımda ama Allah’a iman ediyorum ve Allah benimle beraberdi. Taşındığım yeni mahallemde bir Müslüman Hoca ile tanışmıştım. Ona Caminizde kadınlar için ders veriliyor mu? diye sordum. Hayır dedi; ama evde hanımım sana yardım edebilir, dedi. Ve o hanımla
~47~
S.M: Türkiye’de ya da Almanya’da yaşayan Türkler mesela Kur’an-ı çok iyi okuyabiliyorlar. Tabii ki bu normal; çünkü küçük yaşlardan itibaren öğrenmeye başlıyorlar. Fakat bu okuma bazılarında yüzeysel. Sadece Arapça metnini okuyorlar. Tabii ki bu çok güzel; ama anlamını merak etmiyorlar. Meal okumuyorlar. Yaşamlarını sorgulamıyorlar. Hâlbuki Müslüman olmak sadece başlangıç bir son değil. Yaşamımızın sonuna kadar zorlu bir yürüyüşümüz var. E.A: Son olarak “Müminler birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye ederler” ilahi kelamı çerçevesinde bize, Türkiye’deki Müslüman kardeşlerinize neler söylemek istersiniz?
KİTAP ÖNERİSİ: Cennete Otostop (Hidayet Öyküleri), Adem Özköse, Pınar Yay. 191 sf. 2011.
tanıştım. Evine gidip gelmeye başladım. Onlar bana hem manevi bir aile oldular hem de İslam’ı öğrettiler. Türkiye’de ise çok değerli ve güzel insanlarla tanıştım. Rabbim beni hep hayırlara yönlendiriyor. Bunu hissediyor ve görüyorum. Şimdi ise İslam’ı anlatmak benim vazifem, bunu biliyorum. Tamam, Müslüman oldum ve oturup cenneti bekleyebilirim. Ama bu kolaya kaçmak olur. İslam’ı anlatmaktan bazen korkuyorum; çünkü insanların benimle alay edeceklerinden korkuyorum. İslam’ı anlatmak çok sabır isteyen bir şey, çünkü insanların kalpleri ve akılları kapalı maalesef… E.A: Türkiye’deki Müslümanların İslam algısını gözlemlediniz. Nasıl bir değerlendirme yaparsınız bu hususta?
S.M: Gözlerinizi açın! Siz hazır buldunuz… Ben hakikati, İslam’ı bulabilmek için çok uzun bir yol yürüdüm. Çok acı çektim ve bedeller ödedim. Bazen bunu da sorguladım. Benim yolum neden bu kadar uzun? Neden bu kadar uzun ve acı verici bir yoldan gelerek İslam’ı buldum? Diye. Ama biliyorum ki bu benim yolum ve benim imtihanım. Sizin yolunuz çok daha kısa. Buna çok şükretmelisiniz. E.A: Yol kimimize uzun, kimimize ise kısa olsa da hepimiz için zahmetli bir yolculuk. Ve herkes kendi yürüdüğü yolun hesabını verecek Allah’a. Çok çok teşekkür ediyorum, Allah Razı olsun… Bize vakit ayırdığınız ve röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için. S.M: Ben de teşekkür ediyorum, Allah razı olsun… □
~48~
KENDİMİZİ BİLMEK ÜZERİNE—4 Bilgin Bozkurt PSİKOLOJİ
“
Kendimizi Bilmek Üzerine” yazı dizimizin temel fikri, âdemoğlunun ruhsal olarak tamamlanmış bir varlık olmadığıdır. Allah, insanı hem iyiliğe hem de kötülüğe yönelebilecek bir yapıda yaratmıştır. Ondan seçmesini istemiştir.
Özellikle günümüz
“Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik. İster inanır, ister inkâr eder.” (İnsan, 3. ayet)
gelmiştir. Yaşamımız
Fakat insanın seçimleri, yapageldiklerinden ve çevresel şartlardan bağımsız değildir. İnsan, davranış ve düşünce olarak biriktirdiklerinin esiridir. Zira sürekli günah işlemiş ve günah işlenen ortamlarda bulunmuş kişiler için günah yolları kolaylaştığı gibi sakınarak yaşayan insanlar için de iyilikler kolaylaşmaya başlar. Yani hayat bu yönüyle kümülatif etkenler biçiminde ilerler. “Asla, hayır; onların kazandıkları, kalpleri üzerinde pas tutmuştur.” (Mutaffifin Suresi, 14. ayet) “Mümin bir günah işlediği zaman kalbinin üzerinde siyah bir nokta oluşur. Eğer tövbe eder, günahı kalbinden çıkarır ve bağışlanma dilerse, kalbi tekrar eski parlaklığına kavuşur. Eğer günah işlemeye devam ederse kalp üzerindeki siyah noktalar da artar, nihayet kalbi tamamen kaplar.” (Tirmizî, Sünen) ~49~
insanı için bir şahsiyet olmak daha zor hale
birileri tarafından sürekli işgal altına alınıp sakinleşmemize, akletmemize, kendimize gelmemize izin verilmemektedir.
Akıl baliğ insan kendi haline bırakıldığında iyi ve doğru olanı içsel olarak hissedebilir. Fakat insanın aklına müdahale eden birçok etmen vardır. Daha önceki yazılarda bu etmenlerden bahsettik. Bu etmenlerin etkisindeki aklın gerçeği görebilme yetisi, yüzme bilmeyen ve ağzını suyun üstünde tutmaya çabalarken bir yandan da düşünmeye çalışan bir adamın hali kadar şaşmaya müsaittir. Zira o akıl, vicdan ve imandan daha fazla duyguların ve nefsin arzularının altında kalmıştır. İnsanın kalp krallığındaki tahta nefis oturmuş ve kalbin derinliklerine köklerini salmışsa, o kişinin saf iyiliğe ve doğruluğa bağlı kalması imkansız hale gelir. Nefis ancak iyilik ve doğruluk ile çıkarları birleştiğinde bunlara yönelir. İnsanın kendi üzerinde çalışabilmesinin ilk şartı, sakince içini gözlemlemesi ve aslında kontrolün kendinde değil nefsinin elinde olduğunu fark etmesidir. Kendini iyi gözlemleyen insan görür ki, maskelerin altında maskeler vardır ve saflaşma devam ettikçe maskeler açılır. İnsan kendi özüne gittikçe daha da yakınlaşır. Kendini arayan insan, aramaya içeriden başlamalıdır.
merkezimiz, duygu ve düşünce merkezlerimiz olduğu gibi... Ama insanı özel kılan şey, otomatik pilotta yaşadığını anlayabilecek ve bunu durdurabilecek yapıda yaratılmış olmasıdır.
Evet, insan adeta otomatik pilotta ilerleyen gelişmiş bir uçak gibidir. Maalesef uçağın kokpitinde iman değil, yaşamımızın çok büyük bir diliminde nefsimiz vardır. Pilot uçağın her şeyine hakim değildir. O sadece sürer. Ama onun dışında uçağın kendi bünyesinde bir donanımı, mekaniği, yazılımları vs. vardır. Tıpkı bizim de içgüdü merkezimiz, hareket
İnsana bilgi yüklemek zor değildir. Ama anlayışlar akıl ve vicdanla yüklenir. Bilmek, anlamak değildir. Anlayış bir özdür. Bir şeyi anlamak demek, onun daha büyük bir bütünle bağlantısını görmek demektir. O yüzden anlayışlardan fikirler, ilkeler detaylar ürer. İnsanın bir şey hakkında anlayış (şartlanma ile karıştırılmasın) geliştirmesi için önce o şeye aklı
İnsanın kendini araması ve Rabbine doğru yürümesi, onun dünyaya geliş amacıdır, dersek yanlış söylemiş olmayız. İnsanların çoğu ölümden korkar. Korkulması gereken ölüm değil, hiç yaşamadan bu dünyadan gitmektir. Kendini bulma yoluna girmeyen insan bu dünyanın kabuğunda yaşar. Kulluğu ihsan ile yaşamanın lezzetini almadan gider. İslam dini, insanları kendisine tabi olmaya çağırırken onların akıllarına ve vicdanlarına seslenir. Müminlerin akıllarını ve gönüllerini beslemek için onlara deliller, hikmetler ve hakikatler sunar. Vicdanı ve aklı kendi elinde olmayan insanların, insanı muhatap alan ayetlere hakkını vererek yaklaşması mümkün müdür? Aklını başkalarına teslim etmiş, vicdanını susturmuş, tarafgirlik ve düşünmeme girdabında boğulmuş insanlar, Müslüman bile olsalar, en hafif tabirle çok eksik bir yerdedirler.
~50~
ve vicdanı ile bakması gerekir. Allah bizden bunu yapmamızı Kur’an’da sık sık istemektedir. Özellikle günümüz insanı için bir şahsiyet olmak (yani kendi akıl ve vicdanıyla seçimler yapabilen bir varlık olmak) daha zor hale gelmiştir. Yaşamımız birileri tarafından sürekli işgal altına alınıp sakinleşmemize, akletmemize, kendimize gelmemize izin verilmemektedir. Adeta zihnimizin her köşesi tecavüze uğramış haldedir. Bunu karanlık bir odada 10 dk. yalnız başınıza kalmayı deneyerek test edebilirsiniz. Aklınıza gelen alakalı alakasız düşünceleri durduramadığınızı, bir fikre odaklanamadığınızı gözlemleyeceksiniz. Belki çoğu insana 5. dk’dan sonra afakanlar basmaya başlayacak ve odadan çıkacaksınız. Şimdi şunu bilmelisiniz ki; kendinize gelip sakinleşmeden ve şimdi ve burada olmadan aklınızı ve vicdanınızı kullanamayacaksınız. Çünkü şimdi ve burada olmadığınız her an aslında otomatik pilottasınız. Bu yüzden acilen bu konuya eğilmek zorundasınız. Bunu nasıl yapacağımızla ilgili bir pasajı, önceki yazıda belirtmiştik (kendini gözlemleme nasıl olur). Burada özellikle vurgulamak istediğimiz husus, kendimizi olduğumuz gibi görmeye çalışmaktır; yoksa olmamız gereken adamı bulmaya çalışmak değildir. Dolayısıyla önce durumumuzu etüt etmeliyiz. Kendi haritamızı, tam da olduğumuz gibi, sabırla, günlerce ve hatta senelerce gözlemleyerek çıkarmalıyız. Düştüğümüz kuyulara birer işaret dik-
meliyiz. Haritada o bölgeleri kırmızı içine almalıyız ki buralara karşı bir harekât başlatabilelim. Yapılacak en büyük hatalardan birisi kendi kendimizi sürekli yargılayıp kızarak, kendimize lanet ederek gözlemleme işlemine sürekli hasar vermektir. Bunu yapmamalıyız. Ancak bu durum, günahlardan pişmanlık duymayacağız demek değildir… Anda olma ve dış dünyayı içe dönük bir bakışla izleme çabası zor bir iştir. Bu konuda sürekli bir hassasiyeti gerektirir. Genelde bu işi tek başına yapan kimselerin bu çalışmaları sık sık kesintiye uğramaktadır. O yüzden bu tür çalışmaları birlikte yapmak en doğrusudur. İnsan uykuya daldığı zaman bazen günler hatta haftalar sonra uyanır (uyku ile kastedilen mana için bkz. “Kendimizi Bilmek Üzerine-1” adlı yazımız). Aynı hassasiyete sahip kardeşlerle birlikte olmak bize bu konuda çok yardımcı olacaktır. Birbirine malayani ve boş sözlerde değil de Allah’a yaklaşma hususunda yardımcı olan kardeşler... Andalığın en büyük destekçisi şüphesiz Kur’an okuyup üzerinde düşünmektir. Zira o, insanda andalığın iki temel merkezine sürekli besleme yapar; akıl (zekâyı kastetmiyorum) ve vicdana. Günlük virdler ve özellikle de halvet (itikaf, vb.) aklı ve vicdanı besleyen pınarlardır. Andalığımıza en çok zarar veren durumlar ise; Sürekli olumsuz, şikâyet bildiren cümleler kurmak,
~51~
Gereksiz konuşmak, lafı uzatmak ve malayani, Kendimizi anlatmaya ve ön plana çıkarmaya çalışmak, Kişilerin ve olayların iç dengemize müdahale etmesine izin verecek kadar çok kaale almak (oysa burası sadece Allah ve Resulu’ne ait bir alan olabilir), Enerjimizi gereksiz adrenalin, öfke patlamaları, tartışma gibi olaylarla boş yere harcayarak andalık için gereken enerjiyi israf etmek, Her şahsa özel, onun fıtratında bulunan tuzaklar (kimisi için kibir, kimisi için dikkat ve ilgi isteği, kimisi için beğenilme arzusu, vs.) ki bunları gözlemle saptayabiliriz.
Bilinmelidir ki anda olma ve kendini içe dönük bakışla gözlemleyerek gerçek adımlar atma, bu yolla Rabbine samimi olarak yürüme çabası, bu dört bölümde anlatılanlardan ibaret değildir. Yola düşen samimi kullar için Allah yollarını ardına kadar açmıştır. Bu konuda bildiğimiz kadarını anlatmaya gayret ettik. Rabbim varsa hatalarımızı bağışlasın ve çabamızı salihlerin amellerine katıp kabul eylesin inşallah. Rabbim yolundan ayırmasın. Kuranı yolumuz, Efendimizi önderimiz, Cenneti de istikametimiz eylesin. (Âmin) □
RAHLE EĞİTİM VE KÜLTÜR DERGİSİ Dergimizi temin etmek isteyen kardeşlerimiz aşağıdaki adresler üzerinden ücretsiz olarak alabilirler inşaallah. Temin Noktaları:
Kartal-Soğanlık, Yenimahalle Özel Erkek Öğrenci Yurdu
Pendik-Kavakpınar Mahallesi, İnsan-Der Okuma Salonu
Pendik-Hilal Konutları, İnsan-Der Okuma Salonu
Pendik-Esenyalı Mahallesi, Yağmur-Der Okuma Salonu
Üsküdar-Bulgurlu Mahallesi, Rahmet-Der Okuma Salonu
Fatih-Kıztaşı Caddesi, Gençlik ve Kültür Merkezi
Bursa-Yıldırım, Sinandede Mahallesi, Asır Derneği ~52~
GÜRCİSTAN NOTLARI
“
İSLAM DÜNYASI
Ebubekir Armağan
Özellikle son iki-üç yıldır çeşitli vesileler ile oluşan küçük bilgi kırıntıları haricinde, zihnimi ve kalbimi yokladığımda Gürcistan’a dair ciddi bir birikimim söz konusu bile değil…”
Gürcistan’a Bursa İHH İnsani Yardım Derneği’nin Ramazan 2013 Faaliyetleri kapsamında gideceğim haberini aldığımda kendi kendime kurduğumu hatırlıyorum bu cümleleri. Toplasam üç beş cümleden yukarı söz söyleyemeyeceğim bir coğrafya Gürcistan. Öyle ya! Karadeniz sahilinin kenarına kurulmuş olan Osmanlı yadigârı Batum, Başkent Tiflis, sürgün yemiş Ahıskalılar ve azınlıkta kalan Müslümanlar… 8 Temmuz 2013 Pzt. Günü saat sabah 10.30’da 3 yol arkadaşı olarak Bursa İHH İnsani Yardım Derneği’nin binasında arkadaşlarımızla vedalaşıp yola çıkıyoruz. İnegöl İHH’dan yanımıza dâhil olan son yol arkadaşımız da kafilemize katıldıktan sonra artık yaklaşık 24 saat sürecek olan Gürcistan seyahatimiz çok kısa birkaç duraklamadan sonra kesintiye uğramaksızın Trabzon Akçaabat’a kadar sürüyor. Ertesi gün ise Ramazan Ayı’nın ilk günü… Bu vesile ile Akçaabat’ta ikamet ettiğimiz yurtta sahurumuzu yapıp, sahur sonrası Sarp Sınır Kapısına doğru kalan üç saatlik yolumuzu almak üzere tekrar düşüyoruz yollara. ~53~
Batum ’ un o maalesef kokuşmuş, köhnemiş ahlaki yaşantısından çıkıp geldiğimiz bu köy gözüme evim gibi gözüküyor. Evet, yoksulluk, çaresizlik, ötelenmişlik var; lakin tüm bunlara rağmen ayakta tutulmaya çalışılan değerler de var, her ne kadar kitabi olmasa da…
Ve artık 09 Temmuz 2013 Salı sabahı 10.30 civarı Sarp Sınır Kapısına varıyoruz. Gürcistan’a girebilmek için Türk Vatandaşlarından pasaport istenmiyor. Nüfus Cüzdanı ile kısa bir prosedür neticesinde giriş yapabiliyoruz. Gürcistan’ın Türkiye ile olan sınırında bulunan, Karadeniz’in kıyısına yerleşmiş, kıyı şeridi boyunca yeşilin bin bir tonuna sahip Batum… Hafızamın tozlu kıvrımları arasından, gördüğüm manzaralar karşısında irkilerek sıyrılıyorum; zira Batum’a ayak bastığımızda bizi karşılayan iki unsur gözümüze batıyor adeta: Kumarhane ve fuhuş merkezi olarak işlev gören 5 yıldızlı otellerin büyük billboardlardaki reklamları ve yanı başında bir spor tesisi bulunan ve sınırdan girer girmez kubbesinin sizi karşıladığı Ortodokslara ait bir kilise. (Söz konusu kilisenin sınırın Türkiye tarafında Batum sahilinden son derecede net görünen bir camiye nispet olsun diye yaptırıldığını öğreniyoruz. Medeniyetler, sembollerle çarpışıyor.) Mihmandarımızı beklerken objektifimi ilgimi çeken her nesneye doğrultuyorum. Bir ara kilisenin bahçesinde bulunan çan üzerinde sıradan bir kıyafet bulunan bir çocuk tarafından defalarca çalınıyor. Yol arkadaşlarımdan Furkan Dönmez “saat başı çalınıyormuş bunlar” diyor. Yerel saat 12.00’yi gösteriyor. Türkiye ile Gürcistan arasında 1 saatlik zaman dilimi farklılığı söz konusu. Kısa süren bir şaşkınlık ve uyum sürecinden sonra İHH’nın bölgedeki partner
kuruluşu MİZANİ Derneği’nin kurucu ve yöneticilerinden Mürteza Vanadze karşılıyor bizi. Kucaklaşıyoruz… Ve Batum’da yol almaya başlıyoruz. Tipik Karadeniz coğrafyası eşlik ediyor yol boyu. Yeşil ile mavinin birleştiği bu güzide şehrin ortasından geçen karayolu üzerinde sık aralıklarla dikilmiş olan haç figürlü ikonlar dikkatimizi yeterince üzerine çekiyor. Batum turistik bir şehir. Bu özelliğini ise; kıyısında bulunduğu Karadeniz sahiline, doğasına ve bir de şüphesiz bohem hayatına borçlu. Batum’un sivil mimarisi tek ve iki katlı, bahçeli ve çoğunlukla kesme taşlardan yapılmış evlerden oluşuyor. Yaklaşık 30 dakikalık bir yolculuktan sonra MİZANİ Derneği’nin yönetim merkezi olan ve aynı zamanda Erkek Kur’an Kursu olarak işlev gören binaya geliyoruz. Yeterince yorgunuz. Kısa bir hoş geldin karşılamasından sonra istirahat için odalarımıza çekiliyoruz. İlk iftarımızı ikamet ettiğimiz mekânda Kur’an talebeleri ile birlikte yapıyoruz. Ertesi gün iyi derecede dinlenmiş bir halde Batum’un da bağlı bulunduğu ACARA Bölgesinde bulunan ve Müslümanların yaşadığı iki ayrı köye Ramazan Kumanya dağıtımı için tekrar yollardayız. İlk durağımız Acara’ya bağlı Chakvi Köyü. Ana yoldan ayrılıp köy yoluna girdiğimizde aracımızın gidebileceği yer ancak belli bir noktaya kadar olabiliyor; zira köy yolu ciddi anlamda bozuk. SSCB’nin yıkılıp Gürcistan’ın bağımsızlı-
~54~
ğına kavuşmasından bugüne kadar herhangi bir iyileştirme yapılmadığını söylüyor mihmandarımız. Bizi karşılayanların tamamına yakını kadın. Yoksulluk, biçarelik yüzlerinden okunuyor. Kadınlar başörtülerini başlarının arkasından bağlamışlar. Batum’un o maalesef kokuşmuş, köhnemiş ahlaki yaşantısından çıkıp geldiğimiz bu köy gözüme evim gibi gözüküyor. Evet, yoksulluk, çaresizlik, ötelenmişlik var; lakin tüm bunlara rağmen ayakta tutulmaya çalışılan değerler de var, her ne kadar kitabi olmasa da… Burada ilk kumanya dağıtımını gerçekleştiriyoruz. Çocuklar etrafımızda. Yanımızda getirdiğimiz oyuncak, şeker, toka ve balonları çocukların küçük ellerine tutuşturuyoruz. Dağıtım esnasında yere düşen şekerlere aldırmıyoruz; ta ki köy kadınları onları yerden toplayana kadar. Elimizde var olana güvenmenin, bizi nasılda emniyette kıldığını orada görüyorum. Devamı var nasılsa yanımızda ve istersek alabilecek gücümüzde. Ve aslında yokluğun insanı nasıl da güvensiz kıldığına da şahitlik ediyorum. İtiraf ediyorum kendi kendime ve hamd ediyorum Rabbime: Yokluk bana hiç tanıdık gelmiyor. Ve istiğfar ediyorum. Müsriflikten, haddi aşmakta sana sığınırım Rabbim… Dağıtım bitiyor. Erzaklarını alan köy kadınları evlerinin yolunu tutuyorlar. Biz de diğer köye, Gorgadzeebi’ye gitmek üzere tekrar harekete geçiyoruz.
Dar, bozuk ve kenarları gür yapraklı ağaçlarla dolu bir yoldan Gorgadzeebi’ye varıyoruz. Gorgadzeebi Köyü, Chakvi’den yaklaşık 45 dakika mesafede. Her iki köyünde Batum’a uzaklığı yaklaşık bir saat. Oruçlu olmamız fiziksel olarak işimizi zor kılsa da, kalbimizin mutmainliğini artırıyor. Gorgadzeebi’de bizi kadın ve erkeklerden oluşan yaşlı bir grup karşılıyor. Her birinin yaşı tahminen 50’nin üzerinde gibi gözüküyor. Kimi ise bastonla yaşamaya başlamış bile. Dağıtımımızı büyük bir dikkat ve sabırla gerçekleştiriyoruz. Köyden ayrılmak üzere iken, köyde bizi karşılayan ve köy halkı tarafından sözünün dinlendiğini gördüğümüz bir amca Mihmandarımız Mürteza’ya bir şeyler söylüyor. Mürteza bize dönüp “ amca dua yapmak istiyor” diye sesleniyor. Gürcüce yapılan duaya âmin demek için ellerimizi kaldırıyoruz. Allah, razı, selam, âmin… Anladığımız kelimeler bunlar. Âmin diyoruz. Ve Mürteza tercüme etmeye başladığında, kimi takvim yapraklarının arka sayfalarında okuduğum lirik hikâyelerden, kimi de İHH’ın organizeleri vesilesi ile dünya-
~55~
nın dört bir tarafına giden gönüllülerin aktardıkları çarpıcı anekdotlardan birine de bizim şahitlik ettiğimizi fark ediyorum. Getirdiğimiz iki çuval kuru gıda mı? Yoksa iki çuval dolusu umut, kimlik, özgüven ve kardeşlik mi? “Yüz yıl sonra geri döndünüz, yapayalnız bırakmadınız bizi…”Dönen kim? Neyin ruhu? Ben miyim geri dönen? Farkına varıyorum. Bulunduğumuz coğrafyaya adım attığımızda bizi karşılayan yabancılık, bize ait olmayan soluduğumuz hava, ezan duymadan, ufuklarda uzanan cami minareleri görmeden geçirdiğimiz 2 gün bize nasıl dar gelmişti oysa? Aslında Gürcistan’da yaşayan Müslümanların yüz yıllık yalnızlığının, itilmişliğinin, kimlik savaşının, Müslüman kalabilmek adına verilen savaşta alınan derin yaraların bıraktığı izlerin dışa vurumu olmalı bu sözler. Bizim iki gündür yaşadığımız “yabancılığı ve gurbeti” onlar yüz yıldır yaşıyorlar. Dua bitti… Âmin… Gorgadzeebi köyü ve ihtiyar sakinleri geride kalıyor artık. Konakladığımız yurda geri dönüyoruz. İftarı Gürcistan Müslümanları Derneği ve İnegöl Kafkasya Derneği’nin ortaklaşa düzenledikleri bir programda yapıyoruz. Ortodoks kilisesi temsilcisi haricinde tüm dini azınlıklar orada. Katolik Kilisesi Patrik’i, Bahaî Temsilcisi, Rum ve Ermeni Patrikleri vs. Ömer Vanadze böylesi bir programın 10 yıl önce hayal bile edilemeyeceğini söylüyor. Ama diyor şimdi
sesimiz biraz daha gür çıkıyor. İftar sonrası Tiflis ve Ahıska Programları için harekete geçiyoruz. Gidilecek bölgelerin uzaklığı, yol şartları, Türk Plakalı bir araçla Müslüman Köyleri’ne seyahat etmenin emniyetsiz oluşundan dolayı, tek bir araçla gitmek noktasında karara varıyoruz. Bir minibüs ayarlanıyor. Dernek binasından kumanyaları araca dolduruyoruz. Şoför ve oğlu Mamuka, Ömer ve Mürteza’da bizimle birlikte. Toplam 8 kişiyiz. Gece 00:30’da Ahıska’dan Tiflis’e doğru yola çıkıyoruz. Yol boyu zaman zaman şiddetlenen yağmur eşlik ediyor bize. Sahur için yol kenarında meyve satan bir kadının yanında duraklıyoruz. Birkaç çeşit meyve sebze alıp sahur yemeğine başlıyoruz. Kendisinden alışveriş yaptığımız kadını domatesleri yıkayıp, doğrayıp önümüze servis etmesi hepimizi memnun ettiği gibi iyi bir yol muhabbeti de açıyor. Cami ve dolayısı ile ezan olmadığından saatlerimize bakıp vaktin girdiğine kanaat getirdikten sonra hareket halindeki minibüste sallanarak sabah namazlarımızı kılıyoruz. Saat 03:00 civarı. Şoförün oğlu Mamuka Trabzon’da İlahiyat okuduğundan Türkçesi oldukça iyi. Ömer ve Mürteza’nın uykuya yenik düşmelerinden dolayı, sorularımızı Mamuka’ya yönlendiriyoruz. Mamuka daha önümüzde 6 saat var deyince artık ben de koltuğumda kıvrılabildiğim kadar kıvrılıp kendimi uykunun kolları arasına bırakıyorum. Şoför ve oğlu Mamuka hariç tüm arkadaşlarım uyku halinde. Minibüsün
~56~
motor sesi, şoförün bitmek bilmeyen gürcüce hikâyeleri iyi bir ninni oluyor bana. Belli belirsiz hülyalar, düş ile gerçeklik arası görüntü ve sesler arasında kapıldığım uykudan motor sesinin ani duruşundan dolayı uyanıyorum. Gün ağarmış. Burada yağmur yok. Saat 08:00’i geçmiş. Tiflis’in merkezindeyiz. Durakladığımız yere yürüme mesafesinde olan Tiflis Merkezde ibadete açık kalabilmiş tek camiye gidiyoruz. Cami bulunduğumuz saat itibari ile kapalı. Ancak pencerelerinden görebiliyoruz içerisini. İki mihrabının olduğunu duyduğumda şaşırıyorum. Aynı kıble iki mihrap: Biri Şii, biri de Sünni Müslümanlar içinmiş… Caminin bulunduğu tepeden ve muhtemeldir ki Tiflis’in her yerinden görülebilecek büyüklükte olan tahrife uğramış Hıristiyanlığın temel simgelerinden olan “Teslis”i simgeleyen “Üç Bağ” isimli Kilisenin altın kaplama devasa kubbeli yapısı “Batum’a ilk girdiğimizdeki yabancılığı hissettiriyor. Bu coğrafyaya ait olan Ortodoks kimliğini adeta gözümüze sokuyor… Bu durumu Gürcistan’ın her yerinde görmek mümkün. Zira Ortodoks Kilisesi Gürcistan’da siyasal, ekonomik ve sosyal anlamda ciddi bir güç odağı halinde bulunuyor. Mihmandarlarımızın anlattığına göre Gürcistan’da, özellikle yeni nesil arasında, dindarlık oranı çok düşük olmasına rağmen, cemaati olsun olmasın, en küçük yerleşim yerinde bile
kilise açılıyor, yollarda dini ikonlara rastlanılabiliyor. Dolayısı ile tüm bu göstergeler, Ortodoks Kilisesi’nin topluma cemaat olmaktan çok, siyasi olarak bir güç gösterisinde bulunduğunu gösteriyor. Kısa süren Tiflis durağından sonra yolumuza devam ediyoruz. Yol boyu hâkim tepelere yerleştirilmiş haç ikonları, sağlı, sollu kiliseler ve Tiflis’in ortasından geçen bir nehir gözümüze ilişen ana unsurlar… Tiflis’ten yaklaşık olarak 2 saat mesafede bulunan Tetrçkaro İlçesi’nin Tsintkharo Köyüne varıyoruz. Köyün toplam nüfusu 600 civarında. Azeri Hıristiyanlar, asimile olmuş Acara’lı Hıristiyanlar ve kimliklerini muhafaza edebilen Acaralı Müslümanlar yaşıyor bu köyde. Nüfus dağılımı ise eşit. Lakin burada da Kilisenin Müslümanlar üzerinde ciddi bir baskısı söz konusu. Köye her köyde olduğu gibi bozuk yollardan giriyoruz. Bursa İHH’nın ev olarak alıp cami işlevinde kullanılmak üzere Müslümanlara bağışlamış olduğu Caminin önündeyiz. İki katlı bir ev aslı itibari ile burası. (Cami dendiğinde akla minaresi, kubbesi olan yapılar gelmesi normal. Lakin burası Gürcistan ve cami figürleri içeren bir mimari ile bina inşa etmek mümkün değil burada) Cami yardımcı İmamı Mahmut Hüdayi bize arabayı caminin bahçesine almamızı ve erzak dağıtımını kapalı kapılar ardında yapmamız gerektiğini söylüyor. Söze tabi oluyor ve gerekeni yapıyoruz. Bah-
~57~
çe kapıları kapanıyor ve dağıtımlarımızı gerçekleştiriyoruz. Caminin yapımı henüz tamamlanabilmiş değil. Maddi sıkıntılar kadar, Hıristiyan köy halkının ciddi bir kara propaganda ve baskısı da bu duruma sebep teşkil ediyor. Bu caminin yapımının çarpıcı bir öyküsünün olduğunu henüz Bursa’da duymuş olduğumdan Yardımcı İmam Mahmut Hüdayi ile görüntülü röportaj için gerekli hazırlıklarımı tamamlayıp kayda başlıyorum. Mahmut Hüdayi İmam Hatip Lisesinin Türkiye’de okumuş. Daha sonra Lisans düzeyinde İşletmeyi de bitirip toprağına dönmüş. Ekim 2012’de alınan evin cami olarak kullanılabilmesi için “burasının toplu şekilde ibadet edilen bir mekân” olarak görünmesi gerekiyor. Fakat Ortodoks Papazlar (Mahmut Hüdayi’nin tabiri ile) mürtet iki-üç Acaralı ile bir anlaşma metni hazırlıyorlar. Bu anlaşma metninde yazan ifade “camide namaz kılınması durdurulacak” şeklinde. Üstelik ilgili metin “barış antlaşması” olarak imzalanıyor. Bu durumdan haberi olmayan Mahmut Hüdayi bir Cuma Namazı’nı, Müslümanların çoğunun Hıristiyan köylü komşularından korkmalarından dolayı, ihtiyar iki köylüsü ile kılıyor. Cuma namazı anlaşmaya rağmen kılındığı haberini ortalığa yayan Papazlar köylüyü galeyana getirip, Mahmut Hüdayi’yi muhtarlığa çağırtıyorlar ve Mahmut Hüdayi Hıristiyan komşuları tarafından dövülüyor, fiziksel şiddete maruz kalıyor. Mahmut Hüdayi bu durumu “işin cilvesi herhalde
bu” diyor. Olayların büyümesinin önüne geçmek için iki parlamenterin bölgeye gelmesi ile Mahmut Hüdayi ve 12 Papaz bir araya getiriliyorlar. Parlamenterlerin bırakın bu insanlar ibadetlerini yapsınlar çağrısına karşı çıkan Papazlar hazırladıkları anlaşma metnini çıkarıp parlamenterlerin önüne koyuyorlar. “İşte! Hikâyenin bundan sonraki kısmı tam anlamıyla bir mucize. Allah’ın kesin yardımını yakinen gördük” diyor Mahmut Hüdayi. Yazılan metnin hem orijinalinde hem de kopyalarında var olan “Camide namaz kıldırılması durdurulacak” ifadesi “camide namaz kılanların çıkarılması durdurulacak” olarak değişmiş bir vaziyette. “Hem biz hem de onlar şoka girdi” diyor M. Hüdayi. Ve İsra Suresi’nin “hak geldi öve batıl yok oldu! Batıl Yok olmaya mahkûmdur! Mealindeki ayetini okuyor. Ve diyor biz savaşımızı kazandık. Şimdi köyümüzde ilk defa bir camimiz var. Cami, Gürcistanlı Müslümanlar için içinde yalnızca namaz kılınan bir ibadethane değil. Cami onlar için 100 yıl boyunca asimileye tabi tutulmuş Müslüman Kimliklerini tekrardan kazanabilecekleri bir kimlik inşa üssü, bir medrese, okul, nikâh salonu, istişare meclisi… Kısacası her şey. Allah Resulü’nün Mümin kimliğini inşa ettiği “mescit” ne ise Gürcistanlı Müslümanlar için cami o… Yani cami hayatın merkezi… Tsintkharo köyünden de gönül heybelerimizi doldurup tekrar düşüyoruz yolla-
~58~
ra. Tsintkharo köyünden 1 saat mesafede olan Bolnesi İlçesi’nin Disveli Köyüne doğru hareket halindeyiz. Disveli Köy Yoluna girdiğimizde yol üzerinde bir rahibe okuluna denk geliyoruz. Bolnesi İlçesi’nin sakinlerinin Hıristiyanlığa daha bağlı olduğundan bahsediyor Ömer bize. Disveli Köyünde de Bursa İHH’nın satın almış olduğu bir arsa üzerine cami yapımı başlamış durumda. Öğle namazı vakti vardığımızda giriyor. Henüz tamamlanmamış olan cami de Öğle Namazını Disveli Köyü sakinleri ile birlikte eda ediyoruz. Caminin Kurban Bayramına kadar tamamlanacağını ifade ediyorlar. Caminin hemen karşısında bulunan bir bahçenin dibinde kumanya dağıtımımıza başlıyoruz. Dağıtım bitiyor. Artık Disveli Köyünden de ayrılıp Gürcistan programımızın son durağı olan Ahıska Bölgesindeki Aspinza Köyü’ne doğru harekete geçiyoruz. Yol boyu geçtiğimiz köyler Hıristiyan halkın ağırlıkta olduğu köyler. Sivil mimari buralarda da kendini belirgin özellikleri ile belli ediyor. Düzgün kesilmiş dört köşe taşlarla örülmüş tek ya da iki katlı bahçeli evler. En yüksek yapılar belirgin şekilde kiliseler. Aspinza’ya doğru ilerledikçe rakım yükseliyor. Yolculuğumuza, zaman zaman etkili olan yağmur, sis kümeleri, büyük koyun sürüleri de eşlik ediyor. Sağımızda ve solumuzda yemyeşil geniş yaylalar uzanıyor. Rakım yükseldikçe yerleşim yerleri olabildiğince seyrelmeye başlıyor. Uzaklarda belli
belirsiz seçebildiğimiz köyler çarpıyor gözümüze. Hava alabildiğine serin. Asfalt yollar geri de kaldığında seyahatimiz boyunca alışkın olduğumuz bozuk köy yollarına benzer bir yola giriyoruz. Sürekli bir sarsıntı halindeyiz. Yolculuğunun vermiş olduğu yorgunluk ve oruçlu olmamızın verdiği halsizlik birleşince aralıklara uyuyup uyanıyoruz. Bazen derin bazen de göz dinlendirme ile geçen uyku nöbetlerimiz aracımızın sarsılmaları eşliğinde yarıda kesiliyor çoğu kez. Ve nihayet Disveli Köyünden yola çıkışımızın 5. Saatinde Aspinza’ya varıyoruz. Aspinza Köyü çok derin bir ve büyük bir vadinin yamacına kurulmuş. Yaklaşık 2800 m. rakımda kurulan bu köyün sakinlerinin çoğunluğu Müslüman Gürcülerden oluşuyor. İkindi’nin vaktinin çıkmasına az bir zaman var. Bursa İHH’nın burada da satın almış olduğu bir ev cami işlevi görüyor. Camide oturan ihtiyarlar bizi görünce ayağa kalkıyorlar. İçlerinden biri sıkıca sarılıyor hepimize sırayla. Bu sırada içeri giren 13 -14 yaşlarındaki bir delikanlıyı gösteriyor bize sarılan ihtiyar amca. Delikanlıyı işaret ederek, gülerek “bizim hoca” diyor. Köyde Kur’an okumasını bilen ve imamlık yapabilecek kadar ezberi olan bu delikanlıymış. Namaz sonrası dağıtım için hazırlıklara başlıyoruz. Yağmur burada biraz daha şiddetli yağıyor. Minibüs Caminin bahçesine girmediğinden camiye kadar taşıyoruz kumanyalarımızı. Köyün delikanlıları da canhıraş yardım ediyorlar bize; çünkü yağmur git gide şiddetini artırıyor. Camiye çıkan
~59~
merdiven boşluğunda dağıtımımızı gerçekleştiriyoruz. Aspinza Köyü programı da artık sona ermiş oluyor. Ömer iki ayrı güzergâhımızın olduğunu söylüyor. Ya geldiğimizden yoldan geri dönüp tekrar Tiflis üzerinden Batum’a döneceğiz ya da yüzlerce metre derinliğinde olan vadinin 2. Dünya savaşı yıllarında açılmış olan engebeli yollarından ineceğiz. Karar veriliyor. Son derecede ürkütücü uçurumların yanı başından geçen ve 14 büyük dönemece sahip olan bu yolu görüntülemek için kameramı çalıştırıyorum. Bu yol 2. Dünya Savaşının en buhranlı günlerinde köyün normal yolunu kullanıp ihtiyaçları için güvenlik olmadığından gidemediklerinden dolayı, Aspinza Köyü kadınlarının girişimi ile açılır. Vadinin en derin noktasından bir eşeği salarlar ve eşeğin yürüdüğü güzergâh üzerinde bir yol açarlar. Şimdi bir aracın geçebileceği kadar geniş bir hale gelmiş. Lakin son derecede bozuk ve tehlikeli bir yol. Sol tarafımızda kalan uçurum kimi zaman yüreğimizi ağzıma getiriyor. Yaklaşık 25 dakika süren son derecede sarsıntılı ve bir o kadar da ürkütücü yol sona eriyor ve bulunduğumuz mevkii Ahıska Merkez’e bağlayan kara yoluna çıkıyoruz. Dakikalar sonra akşam vaktinin girdiğine kanaat getiriyoruz. Ezanımızı okuyup, ekmek, çikolata ve sudan oluşan erzağımızla iftarımızı açıyoruz. Ahıska Merkez’e vardığımızda saat 22.00’ı geçiyor. Ahıska kalesinde Ahıska Müftüsü tarafından misafir ediliyoruz.
Ahıska Kalesi içinde 1720 yılında dönemin Osmanlı Paşalarından olan Ahmet Paşa tarafından yaptırılan camii, medrese var… Fakat bu tarihi yapılar müze olarak kullanılıyor. Kalenin içinde ayrıca bir de kilisenin varlığı dikkatimizi çekiyor. Söz konusu kilise kale restore edildiğinde Ahmet Paşa camiine nispet olarak yapılmış. Yani kalenin orijinalinde kilise yok. Semboller zannımızdan daha büyük manalar ifade ediyor, daha iyi idrak ediyoruz. Yola tekrar çıktığımızda 24 saati aşan bir süredir hareket halinde olmanın vermiş olduğu ağır yorgunluk vesilesi ile artık derin bir uykunun kuytularında kaybolup gittiğimi, sahur için yol kenarında bir yerde aracımız durduğunda anlıyorum. Sahur sonrası, namazlarımızı aracımızın içerinde kılıyor ve tekrar yola çıkıyoruz. Nihayet Batum’dan ayrılışımızın 30. saatinde yeniden Batum’dayız. Sabah saat 07.00’da dinlenmek üzere odalarımıza çekiliyoruz. Cuma günü olması münasebeti ile namaz için vakitli bir şekilde kalkıyoruz. Namaz için Batum’un tek camisindeyiz. Gürcüce hutbeyi dinlerken Gürcü Müslümanlar ile birlikte saf tutuyoruz. Ve artık veda zamanı geliyor. Gürcistan görevimizin sona ermesi ile birlikte Türkiye’ye dönüş hazırlıkları yapıyoruz. Türkiye’ye giriş yaptığımızda saat 18:00 civarlarında seyrediyor… Zihnimde ise aynı soru yankılanıp duruyor: Gürcistan bize ne kadar yakın, ne kadar uzak? □
~60~
TOPLUM PSİKOLOJİSİ – SOSYAL ŞİZOFRENİDEN TOPLUMSAL EMPATİYE (NEVZAT TARHAN)
Ebrar Pınar
Genel bir yargı olarak günümüzde erkek çocukların babayı, kız çocukların ise anneyi -günümüz tabiriyle- rol model edindiği söylenir. Ancak özellikle okul öncesi çağında tüm çocukların en çok anneyi taklit ettiği ve adeta davranış derslerini annesinden aldığını söylemek hiç de yanlış olmayacaktır. Nitekim okul öncesi çağında çocuğun edindiği bilginin diğer dönemlerde edindiği bilgilerden daha kalıcı olduğunu duymayanımız yoktur. Bu sebeple; hiçbir şey anlamadığını düşünerek yanında her türlü yanlışı yapabilme lüksümüz olduğuna inandığımız okul öncesi çocuklarımız, bizim yanlış davranışlarımızı doğru davranış biçimi olarak zihinlerine nakşetmektedirler. Örneğin; agresif bir anneye sahip olan çocuğun agresif tavırlarının çoğu kez genetik olarak çocuğa geçtiğini düşünürüz. Oysa çocuk annesinden aldığı genler yüzünden değil, annesinin tavırlarını taklit ettiği için agresiftir. Bunun gibi yirmi dört saat beraber yaşadığı annenin hem karakter özelliklerini, hem de davranışlarını, yaptığı işleri taklit edecektir. İşte annenin rolünün önemi de buradadır. Annenin doğru tutum ve davranışları olumlu, yanlış tutum ve davranışları ise olumsuz karakter gelişimini tetikleyecektir. ~61~
KİTAP KRİTİK
A
nneler… Şefkat, merhamet, sevgi, fedakârlık gibi özel hasletlerin hepsini bünyesinde barındıran ancak bunun çok ötesinde görevler ifa eden toplum mimarları…
nulmaz, düşüp kalkar, sonunda koltuğa çıkar ve sonra muzaffer bir komutan gibi sevinir. Bu tarz yetiştirme, çocukta başarı duygusu ve girişimciliği teşvik eder ama bu arada da çocuğun düşüp yaralanma ihtimali vardır. Çocuğu yalnızlaştırır ve çocuk-anne bağı zayıflar. Bir taraftan girişimci olurken diğer taraftan da bir-iki kez düşüp yaralanırsa bu sefer kaçınmaya başlar. Doğu kültüründe ise, çocuk koltuğa çıkmaya çalışırken, anne çocuğun yanına gider, kaldırır, yukarı çıkarır. Çocuk koltuğa çıkar ama “başardım” duygusu yaşayamaz. Çocuk hazır çözümlere, her şeyi başkasından beklemeye alışır. Anne -çocuk bağı çok yakın olur, her şeyi anneden bekleyen, anneye bağımlı, özgüveni zayıf bir çocuk yetişir.
KİTAP ÖNERİSİ: Toplum Psikolojisi, Nevzat Tarhan, Timaş Yay. 333 sf. 2012 İstanbul.
Doğru bildiğimiz veya bilmek istediğimiz büyüklerimizden gördüğümüz ve içselleştirerek çocuklarımıza uyguladığımız yanlış davranışlardan ikisini, bunların getireceği olumsuz sonuçları ve doğru davranış şekillerini paylaşmakta konuyu örneklemek açısından fayda var… Bazen koruma içgüdüsü ile çocuğun ileriki hayatını nasıl etkileyeceğini düşünmeden hareket ederiz. Prof. Dr. Nevzat Tarhan “Toplum Psikolojisi & Sosyal Şizofreniden Toplumsal Empatiye” adlı kitabında bunu şöyle bir örnekle dile getirir: “Çocuk yürümeye başladığında koltuğa çıkmaya çalışır. Batı kültüründe bu hareketi yapmaya çalışan çocuğa hiç doku-
İdeal olan tutum ise; annenin, çocuk koltuğa çıkmaya çalışırken “hadi sen çıkmaya çalış, bir şey olursa ben seni tutarım” demesidir. Çocuk kötü bir şey olduğunda yanında annesinin olduğunu bilecek, başardığında da “ben yaptım” duygusu oluşacak. Böylece çocuk, kendi gücü ile anne babanın koruyuculuğu arasındaki sınırı öğrenmiş olur.” Konu ile ilgili bir başka örnek olarak şunu verir: “Annelerimizin çok sıklıkla yaptığı bir hata vardır. Çocuk masaya çarpıp ağladığında, anne “pis masa, tüh, kaka” gibi laflar eder. Çocuğun çektiği acının sorumluluğunu masaya yükler. Belki çocuk o anda susar fakat bu tavrın hiçbir öğre-
~62~
tici yönü olmadığı için çocuğa empatiyi öğretmez. Böyle durumlarda, kusuru başka şeye yüklemek, cansız bir şeyi sorumlu tutmak yerine, çocuğun başını okşayarak, onu teselli ederek yanında olduğunu hissettirmek ve ilgisini başka yere çekmek gerekir. Oyuncak vererek, televizyonu veya dışarıyı seyrettirerek ilgisini başka yere çektikten sonra acısı hafifleyen çocuğa niye yanlış yaptığını, neden ağladığını, bir daha olmaması için ne yapması gerektiğini anlatmalıdır.” Bu örnekler çocuğumuzu koruma ve hayatı ona kolaylaştırma içgüdümüzün ileriki yaşamında onu nasıl karakterize ettiğini göstermek açısından manidardır. Nevzat Tarhan kitabında çocuğa disiplin vermede kadının erkeğe göre avantajını da şöyle açıklar: “Kadınlar doğru hedef seçip, doğru yollara başvururlarsa, kullandıkları yollar daha sevecen, daha şefkatli, daha sevgi dolu olur. Bu sebepten dolayı içinde sevgi olan disiplini en iyi anne verir. Babalar biraz içinde korku olan disiplin sağlama eğilimindedirler. İçinde sevgi olan insan ilişkilerini kurabilmek, kadın için avantaj haline gelebilir.” Günümüzde çalışan annelerin sayısı azımsanmayacak kadar çoğaldı. Bu anneler, çocuklarını ya yakın akrabalarına veya bir bakıcıya emanet etmek durumunda kalıyorlar. Anne dışında bir şahıs (özellikle yabancı bir bakıcı) tarafından bakılan çocukların sevgi, merhamet,
fedakârlık gibi özel hasletleri yaşamadıkları için öğrenemedikleri, büyüyüp birer ana baba olduklarında da kendi çocuklarına bu duygularla yaklaşamadıkları bilimsel bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. Bir televizyon programında çocuk doktorunun verdiği anekdot ilgi çekiciydi: Anneanne veya babaanne yanında duran çocukların daha düzensiz beslendiklerini, zira yemek yemeyi reddeden çocukları aç kalmasınlar diye abur cubur yedirerek doyurduklarını, oysa annelerin öncelikle faydayı gözeterek yemek yedirmeyi öncelediklerini ifade ediyordu. Elbette anneanne veya babaanne bunu kendince bir çözüm ve torununun açlığını giderme refleksi ile yapıyordu. Ancak sonuca bakıldığında bunun çocuğa faydadan çok zarar getirdiği ve sadece anı kurtardığı açıktır. Bütün bunlar bize gösteriyor ki; annenin çocuğu ile arasındaki iletişim ve onun yanındaki tutum ve davranışları özenli olmalıdır. Anneliğin omuzlarına yüklediği sorumluluğun ağırlığını hissetmeli ve öncelikle kendisini iyi bir anne olarak eğitmelidir. Çocuğuna güzel bir karakter mimarı olabilmek için donanımlı olmalıdır. İhtiyaç hâsıl değilse çalışmamalı, özellikle okul öncesi çağında çocuğunu başkalarının eline bırakmamalıdır. Çalışıyorsa dahi işten arta kalan zamanını verimli kullanmalı ve çocuğuna sevgi, merhamet, şefkat, fedakârlık gibi hasletlerin açlığını çektirmemelidir. □
~63~
KARANLIĞA SIZAN İYİLİĞİN GÖLGESİ Yusuf Er
K
aranlığa sızan iyiliğin gölgesini bir adamın gözlerinde gördüm. Göğü, dağların üzerine çeken ne varsa sessizce Hep iyiliğin gölgesinden oldu. Çocuksu haykırışların ardında, kırılan sevinçlerin Ve puslu camlara yazılan tek şey Karanlığın insanların kalbinde
bıraktığı derin yara izleriydi. An gelecek, karanlık iyiliğin gölgesinde kaybolacak Ve zaman, kabuk bağlayanların yüreğinden, tarihe sızan cümleleriyle Tükürecek insan görünümlü yüzlere. Haklı olarak ne çok acı var demişti şair Ve şimdi aynalar bile titrer oldu akan gözyaşlarına. Uzun uzun bakıyorum kıvrılan sokaklara, Baskın gelen her cümle, insanların sırtında kamburlaşmış Yaşam soluksuz yaşanır olmuş, an ölümsüz düşünülür olmuş Oysa ölüm hayatın en büyük değişim ajanı değil miydi? Kaldırım taşları eskidi, gün ağırdı, Karanlık düştü sarp kayalardan aşağı Artık dinmeli diyorum yeryüzündeki acı, Taşınmalı yürekler elden ele Susmalar, kapılar ardından çekilmeli artık haykırma zamanı Dağlar heybetiyle yanımızda iken böylesine Bu susmalar onu da, zamanı da boğmakta suda. Karanlığa sızan iyiliğin gölgesini bir adamın gözlerinde gördüm. Göğü, dağların üzerine çeken ne varsa sessizce Hep iyiliğin gölgesinden oldu. Ve yine karanlığı delip geçen bu şiirler İyiliğin teknesinde yoğruldu Belki bir elif oluruz da yeniden doğruluruz diye yazılmıştı Hüzünle dökülmeye yüz tutan takvim yapraklarını Gün yüzünden, tarihin aydınlık sayfalarından, Yeniden çıkarmalı ve şahlandırmalı yürekleri, iyiliğin ellerinde karanlığa karşı… □
~64~