Sergah dergi aralık sayısı 2017

Page 1

5

Aralık 2017

Bu sayıda Yavuz Bahadıroğlu var


KURUCU ÜYELER

BİZ KİMİZ

Melih VARLI İbrahim BEDİOĞLU GENEL YAYIN YÖNETMENİ Gökhan ÖZSOY YAZI İŞLERİ SORUMLUSU Yasemin ÜNLÜ EDİTÖRYAL YÖNETMEN Tahir Ceyhun YILDIZ EDİTÖRLER Feyza ÖZ Ayşegül CANDAN Ahmed Ufuk ÖZÇİÇEK SANAT YÖNETMENİ Gizem YURDAKUL DERGİ TASARIM Adem ÜNAL Muhammet ÜNAL KAPAK TASARIM Muhammet BAĞ

Sergâh Dergi İçerik Platformunda bir dergiden daha fazlasını bulursunuz. Türkiye’den, Doğudan, batıdan özel haberler, kültür sanat haberleri, özgün dosyalar, din, tarih, edebiyat alanlarında iyi kalemlerin yazıları, kitap tanıtım ve eleştirileri, sosyal sorumluluk etkinlikleri, tarihten günümüze hafıza zorlayan karakodlar, liste öneriler, bilgiler, reçeteler… Hepsi Sergâh Dergide. Biz Kimiz? Biz Ahir zamanın parmaklıkları ardında ötelerde kurduğumuz hayallerin peşine düşen fikri genç olan fertleriz. Bizler sıratı müstakim üzere gidenlerin ardına düşenleriz. Hak diyerek fikir beyan edenlerin fikirleriyiz. Biz İslamın nesilden nesile ulaşan mesajını taşıyan kullarız. Biz küfrün sultanı olmaktansa İslam’ın köleleri olmayı tercih edenleriz. Doğru bildiğimiz şeyin haklılığını savunanlarız biz. Biz İslam’ın gericilik değil tüm zamanların medeniyetinin temelini oluşturduğunu ispat etmeye çalışanlarız. Biz Müslüman mahallesinin çocuklarıyız. Biz, edebiyatı da, tarihi de eylemlerimizi de etkinliklerimizi de müziklerimizi de inancımız üzere ifa edenleriz.

Sergâh’ta buluşup Hakkı haykıranlarız biz. Bizi Takip Edin Facebook/Sergahdergi Instagram/Sergahsergi Twitter/Sergahdergi


ÖNCEKİ SAYILARIMIZ


HER KADIN BiR DÜNYADIR Bir kadın, bir hazine olmayı ifade eder. Bir kadın, birçok insanı ifade eder. Bir kadın, birçok ortak paydayı ifade eder. Bir kadın, birçok hediyeyi ifade eder. Bir kadın, bir dünya ifade eder.

4

Kadının birçok tanımı vardır, en önce birey olarak ele alınmak ister. Kadın insandır, insanların en kutsalıdır. Yaşadığı dünyayı, onun algıladığı gözden görülmesini ister. Çünkü kendi dünyası ile yetiştirir çocuğunu, çocuğu da başka çocuklara ebeveyn olacaktır. Kadın olmak hazine olmaktır. Dolu ve donanımlıdır. Bilmemek insan meşrebi gereği makbul bir durumdur. Kadın bilmemeyi aşarak öğrenir, öğrenmelidir. Bu en büyük erdemdir. Realisttir kadın, bazen de çok hayalperest. Evhamlıdır, çoğu zaman çok çok fazla. Ancak bunun yanı sıra güven içinde bakmak ister etrafına. Sevmeyi bilir kadın, bu sebepten de yaşamalıdır. Yaşamadan sevemez, sevilmeden yaşayamaz. Kadının genel literatürü budur. Çaydır kadın. Tutabilirsen elini, içebilirsen içini ısıtır. Ama diyorum ya ‘-e bilirsen’ eki ile vura vura kalemi kağıda… Çayı içenler bilir ki kadın, birçok insan eder. Sahip old-

uğu bir canı vardır lakin can katar canı ile canlara. Birçok can eder kadın. Eğilmesini bilen için cennet kokar ayakları. Fedakârlık timsalidir. Özverinin sözlük karşılığıdır. Babanın, kız çocuğunun, erkek çocuğunun, annenin, kız kardeşin birer parçasıdır. Ortak paydasıdır kadın. Evlattır. Doyulmaz bir tattır. Kız evlat, kanılmaz bir su... Rüyada su içmeye benzer, ona doyamazsın. En çok babasını sever, ancak yalnızca annesinden vazgeçemez. Babasına cennet kapısı açar annesine cennet kokusu saçar. En mühimi de hayırla büyüyüp, hayırlı bir eş ile evlendi mi, dünya ahiret cennet kapısını açar ebeveynine. Eştir kadın. Toprak olur, gökyüzüne sahip olmak ister. Bir temel atılır evlilik ile aileye, kolonları kadın olur, üstüne bir çatı olup sağlam dursun diye erkeği. Denge Hediyedir kadın dünyaya. En başta kendi olarak anılmak, tanınmak ister. Bunun için bile olsa saygı ister. Oysa toplumun genel kurallarından kadına yüklenen anlam onu

Esra İlbay Oral

esas olması gerekenden alarak, kendi düşünce, yapı ve isteklerini göz ardı etmemize sebep olmuştur. Konuşamayan çocuğu bile bir çaresini bularak anlamaya çalışan insanlar, kadınları anlamamak için çalışıyorlar. Oysa saygı, sevgi, korumak ve biraz karşımızdaki kadının penceresinden bakmak yeterli olacaktır onu anlamaya. Kadın, düzenin karşılığı olması hasebiyle olsun, doğurganlığa sahip olması ile ve özellikle de merhameti ile aslında dünyaya bir hediyedir. Ölmemelidir, yaşamalıdır kadın. Sevmelidir. İnciler ile doludur. Vurulmamalıdır kendini bilmez eller tarafından ona. Hırpalanmamalıdır ufacık bedenleri kızların, öpüp başına konulasıdır ayakları, nimet olarak geldikler evde… Bir kadın, bir dünyayı ifade eder. Her kadın bir dünyayı. “Bir kadın, bir dünyayı ifade eder. Her kadın bir dünyayı.”


5

Çizen:Gizem Yurdakul


RÜYA'LAR GERÇEK OLSA FATMA NUR AKGÜL

6

Hiç geçmeyecekmiş gibi gelen yıllar ardı ardına geçmişti ömür sokağından. İlk başlarda nasıl alışacağını düşünürken artık “Nasıl da alıştım.” diyordu. Korkuları vardı geleceğe dair. Kolay değildi eşini ilk doğumunda kaybetmek. Gece gündüz hayalini kurdukları kızlarına bir kez olsun beraber bakamayacaklardı bu dünyada. Onlar birçok hayalini ahirete ertelemek üzere söz vermişlerdi sanki farkında olmadan. Yıllar önce yine böyle bir gece doğumhanede heyecanla başlayan bekleyiş hiç de umdukları gibi olmamıştı. Ne de olsa misafirdik bu dünyada ve umduğumuzu değil bulduğumuzu yerdik nasip tabağımızda. Fuat’ın nasibinde ise eşinden o gece ayrılma varmış. Ne yapacağını bilemeyen bir duruma düşmüştü Fuat. Yengesi ve eşinin yakınları teselli mi versinler, teselli mi arasınlar arada kalmış bir haldelerdi. Şimdilik bebekle hemşireler ilgileniyor, Fuat ise çok kötü bir rüyadan uyanmak istiyordu. Hayatından bir kadın daha eksilmişti şimdi. Annesini kaybettiğinde henüz on altı yaşındaydı. Hayatı öğrenmeye başladığı o zamanlarda ne kadar çok ihtiyaç duymuştu şefkatli ellere. Yengesi o boşluğu doldurmaya çalışsa da çocuğu olmadığı için bir türlü anne sıcaklığı ile yaklaşamıyor ve bunu kendisi de fark ediyordu. Yıllar bu şekilde geçti ve hayatına yeniden hayat katacak yol arkadaşı ile dinlerini tamamlamak üzere ebedi bir yolculuğa çıktılar. Bu yolculuğun dünyadaki süresi belki üç yıldı ama Fuat ve Rüya için ebedi olacaktı. Çünkü on- lar birbirlerini bu şekilde sevmeye söz vermişlerdi. Fuat için bu üç yıl rüya gibi geçmişti ve Rüya onun en güzel rüyası olmuştu. Ahirete inancını her an tazelemek üzere imtihanda olduğunu düşünen Fuat için, artık rüya bitti kâbus başladı, dememek gittikçe kolaylaşıyordu. İlk duyduğunda tam da bu sözler zihninden geçmişti. Fakat kalbine inmesine izin vermemişti. O günden sonra hayat onun için daha zor bir yer ve yük olacaktı. Kızı büyürken hep anneye ihtiyaç duyacak ve büyük bir boşluk taşıyacaktı içinde, tıpkı kendisinde sonradan başlayan o boşluk gibi. Kızlarına Sima Nur ismini vermek istiyorlardı. Bebek bu ismi oldukça hak edecek kadar nur bir simayla açmıştı gözlerini dünyaya. Ona baktıkça Rüyayı hatırlatacaktı her seferinde. Gözyaşlarına hâkim olabilecek miydi acaba? Ya kızı büyüyünce ona benzerse ve acısı hep taze kalırsa? Daha da zoru kızına bu durumu ne zaman ve nasıl anlatacaktı? Rüya, kızı için o kadar çok hayal kurardı ki. Ona çok güzel bir terbiye verebilmek için sürekli kendisini geliştirecek yayınları takip ediyordu. Kur'an'ı Kerim ile çok meşgul olmaya çalışıyor, sohbet meclislerine gidiyor ve kızının mümin bir hanım olması için herkesten dua istiyordu. Kız olacağını ve isminin Sima Nur olacağını çok önceden rüyasında görmüştü. Hayatı boyunca rüyalarından kopamayan bir insan olmuştu. İsmi ile müsemma bu olsa gerekti. Sıkça okuduğu kitaplardan öğrendiği bir şey vardı. İnsanın en birinci muallimi onun

Çizim: Sümeyye Bakırtaş


annesiymiş, anneden alınan en küçük bir ders,

ileride o insan için büyük hakikatlere birer pencere oluyormuş. Bununla başlamıştı Rüyanın kızı ile ilgili duaları ve çabaları. Fuat'a da sık sık okutur ve öğrendiklerini paylaşırdı. Hamile olmadan önce çalışma hayatında da oldukça faal olan Rüya, boş zamanlarını hep değerlendirip, çevresiyle alakadar biri olduğunu belli eder ama bunu İslami çerçevelerle o kadar güzel sınırlandırırdı ki. Bu durumu hiç kimseyi rahatsız da etmediği için kendisi de Fuat da memnundu. Hamile olduğunu öğrendikten kısa bir zaman sonra izne ayrıldı ve en sonunda da dünyadan terhisini almıştı zaten... Rüya, izne ayrıldıktan sonra her gün özenle seçerek aldığı defterine bir şeyler yazmaya başlamıştı. Bunu Fuat’tan bile gizlemişti hep. Eşinin içli bir yönü olduğunu bildiğini için ısrarcı olmamıştı öğrenmek için. Defterin yerini bilmesine rağmen hiç açıp bakmamıştı bile. Eşine son derece sadakatli davranan Fuat, bunun nedenini kendine sorduğunda Rüyanın da ona çok sadakatli ve saygılı olduğu cevabını bulmuştu. Birçok konuda eşinden öğrendikleri oluyordu Fuat'ın. Evlenmeden önce bunu tahmin etmemişti. Özellikle çocukları olacağını öğrendikten sonra Rüya’yı daha çok sevmişti. Sanki Rüya artık onun hem eşi hem de annesi olmuştu. Fuat da babalık nedir, nasıl yapılır bunu öğreniyordu yavaş yavaş. Babasını hayatı boyunca anlayamadığı için iyi bir baba olup olamayacağından emin değildi. Ne mutlu ki Rüyanın annelik heyecanı ona da babalık heyecanı yaşatıyordu. Bu şekilde geçirmişlerdi hamilelik sürecini. O gecenin sabahı olmuş ve akşama yaklaşmıştı gün. Cenaze işlemleri bittikten sonra hastaneden çıkış işlemlerine gelmişti sıra. Henüz kızının sevincini doya doya yaşayamayan Fuat, sık sık eşinden duyduğu "Hasbunallahiveniğmelvekil' zikrini çekiyordu. Sonunda kızını kucağına aldı yengesinin şefkatli kollarından. Bir an durup kokusunu içine çekti ve bir kez daha hissetti baba olduğunu. Ne kadar çok isterdi Rüya'ya o anki hislerini söylemeyi. Sima Nur'a bakmanın, onu koklamanın şükrünü beraber yapabilmeyi o kadar çok isterdi ki... Eve vardıklarında büyük bir sessizlik hisseden Fuat, bunun yanında bir de boşluk hissetti. Annesini kaybedince de böyle olmuştu. Sanki annesini ikinci kez kaybetmişti. Ama bu sefer yalnız

değildi. Şimdi Sima Nur için güçlü olmalı ve Rüya'nın hayalindeki baba gibi olmaya çalışmalıydı. Onu bu şekilde yanında hissedecekti. Zaten kalbinden bir an olsun çıkaramazdı, kalbi onunla Rabbini görüyordu. Odasına girdiğinde eşyaların arasındaki Rüya'nın defterini aldı. Artık bakabilirim, diye düşündü. İçinde biraz suçluluk ile beraber defteri açtı. Bir an olsun heyecanlandı hatta. Eşinin hiç bilmediği hislerini öğrenecekti birazdan. Onu keşfetmeyi her zaman çok sevmişti. Bu defter de onun için eşinden bir hazine gibi geldi o an. İlk sayfada "Rüya ve Fuat'ın Sima Nur'una " diye bir başlık vardı. "Seni hep seven ve sevecek olan biricik annen ve babandan..." diye de devam ediyordu. Bugüne kadar hayalini kurdukları her şey yazıyordu o defterde. Gözlerine inanamadı. Hatta ilerleyen sayfalarda şunlar da vardı." Kızıma bir yaşına kadar öğreteceklerimiz... iki yaşına kadar yapacaklarımız..." Bu şekilde atılmış bir sürü başlık ve bir sürü maddeyle Rüya sanki hayalindeki anneliğin kitabını neden ve nasıllarıyla yazmıştı. Hiç böyle bir içerik beklemeyen Fuat, gözyaşlarıyla ıslattı defterin sayfalarını. Daha fazla devam edemedi bakmaya. Eşini o an bir kez 7 daha sevdi. Bu nasıl bir kadın... Nasıl bir sevgili... Ne şefkatli bir anne... Sanki öleceğini bilir gibi, yapmak istediklerini bildirmek için tuttuğu bu defter ile dünyada değilken bile eşi Fuat'a bu konuda destek vermesi nasıl bir hanımlıktı... Fuat'ın tüm bunları okumak için zamanı da gayreti de vardı artık. Daha da önemlisi çok ihtiyacı vardı. Zaten anlaşamadığı babasıyla annesini kaybettikten sonra iyice bağları kopmuştu. Annesinden geriye bu defter gibi bir hatıra kalmış olsa hayatı çok daha farklı olabilirdi. Fakat tüm bunları düşünmek için artık vakit geçmişti. Şimdi şükür zamanıydı. Ölümün hüznüne rağmen yaşamak için bir umut daha bulduğu için… Siması nur bir kızı olduğu için… Daha da önemlisi böyle bir eş kendisine nasip olduğu için çokça şükretmek zamanıydı Fuat için...


Çizim:Ömer Yardımcı

8

MATRUŞ KADIN Tuba Aydın Her kadın bir matruşkadır. İçinde nice roller barındırır. Sırrı nedir peki? Onu en son söyleyeceğim. Haydi başlayalım; Kul Kadın: Fikrini İslam’la süsledikçe güzelleşen kadın… Rabbine tutsaklığınca özgür, buyruğunu tuttukça övülür. Bir kum tanesidir aslında, fakat Her Şeyi Görmeye Kânî (cc) onu hep görür. Kapitalizmin zincir vurduğu köşelerden âzâde, öylesine hür… Ve gümbür gümbür gelen diriliş nesline ötelerden ağ örmüştür. Nur dağına örülen ağlara imrenip, Maksad-ı İlahi’ye çeyiz çeyiz şiirler düzmüştür. Düşmanı kudurtan ve dilini ısırtan bir imanın sicim sicim toprağa işleyen temsilcisidir kadın. Maddeye mânâ katar, kuru nefese Hamd-u senâ. Ölmüştür ölüm gelmeden önce, yaşatmak için ruhunu. Söndürmüştür arzu ve isteklerini yalnızca bir müddetliğine. Rabbine bir ömür ısmarlamıştır, bir can boğazlamıştır – ki can zaten ödünçtür. Anne Kadın: Hak ve batıl savaşında safını hak tutan, hak safın kalabalıklarına hem nicelik hem de nitelik katan kadın. Tek tek ve topyekûn dirilişin resmi… Dirilmek ve diriltmenin arteri… Sanata, şiire, resme konu olan “yüzü güzel” değil, aynı çatı altında yaşadığı tüm yüzleri güleçleştiren, yaratılışı sanat kadın… Fırça fırça renklendirir evladının dakikalarını, günlerini. Allah diyen ve dedirten; çiçeğin özünü alıp, türlü yolculuklara çıkarıp, kovanında peteklerce bal yapan işçi arı... Her damla bal o topluma tarifsiz bir lezzet, şifa kaynağı… Annelik kadınlığına değdikçe daha da pişen kadındır bu. Rüya medeniyetin inşası onun attığı temelle can bulur. Şikayetlerine dua, anneliğine cihad, namazına miraç, derdine ilaç diyen bir Rabbi olduğunu bilir. İnsanlığın pürüzsüz başlangıcı/devamı olmaya adanmış, Yaradan sevdasının trafiğinde yol alan kadın... Koşuştuğu tüm yolları ve aştığı mor dağları kadınlığına kanat yapan anne kadın.


Eş Kadın: Eşinin en güzel elbisesi… Her sabah namazında dünya ve ahireti eşiyle birlikte ve kararında bir ölçüyle giyen kadın… Kuyumcu dükkanında elmas değil veyahut gül dalında tomurcuk. Peki, nedir bilir misiniz, şu hayran edici dünyanın hayran olunası cevheri? Hani tıpkı Peygamberin(sav) evimize ulaştırdığı gibi... “Dünya başlı başına bir metâ/faydalanma yeridir. Dünyanın en hayırlı nimeti de sâliha

Evlat Kadın: Her anne önce evlattı. Her denizin ilk başta bir damla olduğu, her ağacın tohum olduğu gibi… Anneler, anne-babalarıyla yol alır bu hengâmede. Anasız-babasız yollar, yârensiz topraklar gibidir. Gurbet eldir. Zor ve çetindir. Aşılmaz mı? Elbet aşılır; lakin yolcu gariptir, rehbersiz yolsa dolambaçlara gebedir. Dua dua ilerlenir bu dar sokaklarda. Duanın en makbulü de ana-babadan gelendir. Kadının zor günlerinin hissî kablel vukûsudur büyükanneler ve büyükbabalar. O ağlamadan, gözyaşını silerler. İç ses misali, hayra çağırıp dururlar. Bu yüzden baş tacı edilir o pamuk eller, çizgili yüzler. Her çizginin bir hikâyesi, miras kalacak bir tecrübesi vardır. Satır satır ezberlenip öyle çıkılır kapıdan.

İnfak Ehli Kadın: İnsanlığın ilk öğretmeni… Sesi kısılan toplumun sesi, işitmeyen kulağın hissi olup çıkıverir. Kadın ki hem dünya/ilim nasiplisi hem nasibini kendine saklamadan paylaşma heveslisi… Göz, gönül hep aydınlık, sürekli hayra adanmışlık… O yüzden her girdiği mekân ışık ışık… Kafa tutarcasına şu gözü kör gidişe, sarmaşık budamaya gayretli, inatçı ruhuyla barışık… Hem öğrenmeye hem öğretmeye aşık…

Her kadın bir matruşkadır. İçinde nice sırları ve rolleri barındırır. Matruşkanın sırrı nedir? Muhafaza… Önceleyen, sıralayan ve koruyan… Tek tek açılan, açıldıkça yeniden doğan, yaşayan ve ışığını ilmek ilmek istikbale taşıyan… Tüm rollerini bir arada muhafaza eden matruşka… Kırmadan, eğmeden, bükmeden muhafaza… Birinin sırasını değiştirse, muhafaza sona erer. O yüzden bilir, ilk sırada ve son sırada hangisi gelir. Bu ilm-i latif onun ruhuna üflenmiştir.

9


Röportaj Kayahan Demir

Büşra AY

İlk röportajımızı korku kitapları yazarı kayahan demir’le gerçekleştirdik. gençlere hitap eden kitapları hakkında konuşma fırsatı bulduk. yazarlık geçmişinden yazdığı kitaplara kadar pek çok konuda konuştuk. 1-Kayahan Demir'i kısaca kendi sözlerinden dinlemek istesek bize kendisi hakkında ne söyler? Bir insanın kendini tarif etmesi oldukça güç... Lakin dilim döndüğünce birkaç kelam edeyim. İstanbul doğumluyum. İstanbul Üniversitesi Matematik ve çift anadal olarak Astronomi ve Uzay Bilimleri bölümlerinden mezun oldum. Çeşitli eğitim kurumlarında matematik ve yazarlık üzerine dersler vermekteyim. Ayrıca İstanbul Üniversitesi radyosunda kendi türümle ilgili bir radyo programı hazırlayıp sunuyorum. Elbette yazarlık da var... Kimine göre renkli kimine göre monoton bir yaşam tarzı diyebiliriz. Ama şükürler olsun, ben hayatımdan memnunum. 2-Sizi yazmaya başlatan faktör ne oldu ve basılı ilk ne zaman yazmaya başladınız? Kendimi bildim bileli kitap okurum. Çok seviyorum kitap okumayı, benim için adeta temel bir ihtiyaç... Ne zaman okumayı söktüm, o zaman dedim ki 10 “Ben yazar olacağım.” Çocukluğumdan beri kitaplara zaafım vardır. Üzerinde ismimin yazılı olduğu bir kitabımın çıkması en büyük hayalimdi. Şükürler olsun ki bu hayalim gerçek oldu. İlk ne zaman yazmaya başladığım sorusuna gelirsek çocukluğumdan beri diyebilirim. Önce amatör masallarla başladım. Ama elbette ilk ciddi hikâyelerimi lise yıllarında kaleme aldım. Onlar da amatör sayılabilecek hikâyelerdi. 3-Yerli romanlarda pek çok farklı tür bulunurken korku temasını seçme nedeninizi öğrenebilir miyiz? Çünkü en temel duygularımızın başında geliyor korku... “İnsanın en kadim ve en güçlü duygusu korkudur.” demiş ünlü korku yazarı H. P. Lovecraft. Gerçekten de öyle… Zira korku duygusu olmadan bir insanın yaşaması oldukça güç… Bir nevi kendini koruma mekanizmasıdır korku... Korku, endişe olmadan oturup ders dahi çalışmıyoruz. Reflekslerimizi tetikleyen en önemli duygudur ayrıca. Benim naçizane bir sözüm var, sürekli söylerim; “Dozunda korku temel ihtiyaçtır.” Her şeyde olduğu gibi fazlası zarar elbette, ama kararı şifadır. Böyle kadim ve önemli bir duygunun edebiyatı olmaz mı? Elbette olur ve ben de bu ilkeler doğrultusunda eserlerimi kaleme almaya çalışıyorum.


4-Korku türünde yazmadan önce o tarz başka kitaplardan mı besleniyorsunuz, yoksa çok başka konular okuyup da korku konusunu mu yazıyorsunuz? Aslında ikisi de... Ben genellikle iki kitabı aynı anda okurum. Bunlardan biri türüm gereği mutlaka korku-gerilim kitabı olur. Diğeri ise benim kalemimi güçlendirecek nitelikte eserlerdir. Mesela klasikler bu konuda bana çok yardımcı oluyor. Mümkün olabildiğince yerli-yabancı tüm klasikleri okumaya çalışıyorum. Konuları biraz ağır ilerlese de felsefi ve edebi yönde beni besliyorlar. 5-Sizce bir korku yazarında hangi özellikler bulunmalı? Siz bu özellikleri taşıdığınızı düşünüyor musunuz? İki temel özellik sayabilirim: Bir korku yazarı öncelikle cesaretli olmalı ama bir o kadar da korkak... Bu söylediğim kulağa çelişki gibi geliyor olabilir. Cesaretin olduğu yerde korkaklık, korkaklığın olduğu yerde cesaret olabilir mi? Dozunu doğru bir şekilde ayarlayabildiğiniz takdirde evet, olabilir. Şöyle ki; bir korku kitabı yazabilmek için zaten cesaret gerekiyor. Bazen öyle kurgular oluyor ki yazarın psikolojisi karakterleriyle birlikte allak bullak olabiliyor. Herkes bu fedakârlığı göze alamaz, bu bir cesaret gerektirir. Ama korku yazarı biraz korkak da olmalıdır. Yazarın korkmadığı bir hikâyeden okurun da korkmasını bekleyemezsiniz. Önce siz yazdıklarınıza inanacaksınız ki okura inandırabilesiniz. Bunu başarabilmek gerçekten güç... Şayet bunu başarabiliyorsanız işinizde çok iyisinizdir. Peki ben bu özellikleri taşıyor muyum? Kısmen... Çok korkan bir insan değilimdir, ama doğruyu söylemem gerekirse yazarken gerildiğim çok olur.

6-Eğer yazar olmasaydınız meşguliyetiniz ne olurdu? Yine yazarlık... Profesyonel yazarlık olmazdı, amatör yazarlık olurdu. Günlük tutma yahut kendime özel hikâyeler yazma vs. gibi... İş anlamında soruyorsanız, üniversitede okuduğum bölümler gereği öğretmenlik yahut akademisyenlik olurdu sanırım.

11


7-Raflarda yerini alan yeni kitabınız hakkında sizden neler dinleyebiliriz?

12

Kitabımızın ismi “Cesaretin Varsa Oku!”... Geçtiğimiz eylül ayı itibariyle tüm kitapçılarda yerini aldı. Evet, kabul ediyorum, oldukça iddialı bir isim... Ama bir de alt başlığı var kitabımızın; “Dehşetengiz Hikâyeler”. Bilirsiniz; gece yarısı ailenin en yaşlı üyesi evin en rahat koltuğuna kurulur ve zamanında yaşandığına inanılan korku hikâyelerini ürkünç bir ses tonuyla anlatmaya başlar. Bu kitaptaki hikâyeler de okura bu tadı verecektir. İsmi gibi iddialı bir kitap olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim, lakin hikâyeler aşırı derecede korkunç değil. Daha çok heyecanlandıran, gerçeklerden kısa süreliğine de olsa sizi uzaklaştıracak gizemli bir kitap “Cesaretin Varsa Oku!”... Ben hikâyeleri yazarken çok keyif aldım, umarım kıymetli okurlarım da aynı lezzeti alırlar. Çocukken karanlıkta saklambaç oynamış okurlarım kitaptan daha ayrı bir keyif alacaktır. 8-Üniversite eğitiminiz matematik ve astronomi uzay bilimleri üzerine olmasına rağmen kendinizi yazarlık alanında ilerletme nedeninizi öğrenebilir miyiz? Başta da söylemiştim, çocukluğumdan beri yazarlığa karşı ayrı bir hassasiyetim vardı. Tüm arkadaşlarım “Doktor olacağım”, “Öğretmen olacağım.” derken, ben “Yazar olacağım.” diyordum. Lise yıllarında sayısal derslere olan ilgimden dolayı biraz daha sayıların dünyasına yöneldim. Ama hiçbir zaman edebiyattan kopuk bir hayat da yaşamadım. Edebiyat her an benimleydi. Buna rağmen üniversitede edebiyatla zıt kutup gibi görünen bir bölüme girdim. Matematik... Sonrasında derslerimde başarılı olduğumdan çift anadal olarak başka bir sayısal bölüm daha okudum. O da astronomi ve uzay bilimleri bölümü... Bu iki bölüm de analitik zekâmı oldukça geliştirdi diyebilirim. Zira edebiyatta analitik özellik de şart... “Edebiyatın matematiği” denilen bir kavram

vardır. Mesela bir roman yazıyorsunuz; olay örgüsünde yapılan en ufak bir mantık hatası bile o kitabın edebi değerini azaltacaktır. Sayısal alanda kendini geliştirmiş bir yazar, herkesin tahmin ettiğinin aksine kurguya daha fazla hâkimdir. Analitik zekâsını kullanarak şahane eserler kaleme alabilir. Ki Türk edebiyatında bunun örnekleri çoktur. Ayrıca -mümkün olabildiğince- kitaplarımda, aldığım eğitimlerden de faydalanmaya çalışıyorum. Mesela “Kefensizler Mezarlığı” romanımın baş karakteri Yıldırım Akarsu bir astronomdur(Gök Bilimci). Dolayısıyla astronomiyle içli dışlı bir kitaptır “Kefensizler Mezarlığı”. Adından da anlaşılacağı üzere diğer bir romanım “Ölüm Şifresi” matematik yönüyle zengin bir eserdir. Kriptoloji (şifre bilimi), gizli bilinçaltı mesajları vs. bunları konu alır. Kısacası üniversitede aldığım eğitimlerin yazarlığıma ciddi manada katkı sağladığına inanıyorum. • 9-Kadın yazarların kalemine en çok


yakıştırdığınız tür ve konu nedir? Kadın yazarları sadece bir türle kısıtlamak haksızlık olur diye düşünüyorum. Zira neredeyse her türün efsanesi olmuş şahane kadın kalemler görmek mümkün... Normalde bir kadın polisiye yazabilir mi diye sorabilirsiniz. Cinayet, kan, katil ve daha fazlası... Ama benim en favori polisiye yazarım bir kadın; Agatha Christie... Herkesin söylediği gibi o polisiyenin kraliçesi! Peki, bir kadın gerilim kitapları yazabilir mi? O kadın Tess Gerritsen olursa elbette... Kadınlar yazdıkları türde genellikle en iyi oluyor ve sınır tanımıyorlar. Çünkü bazen biz erkek yazarlar onların baktığı pencereden bakamıyoruz. Kadınlar kadar hassas ve ayrıntılı düşünemiyoruz. Bu çok önemli bir nokta... Korku türünde eserler üreten kadın yazarlara pek aşina değiliz. Galiba korkuyu daha çok erkekler yazıyor, kadınlar okuyor. Bendenizin okurları ağırlıklı olarak kadınlardır. Çok ciddi manada korku türünü seviyorlar. Erkeklerse sanılanın aksine bizim türe biraz mesafeli... Ama inanıyorum, yakın zamana kadar korku türünde nitelikli eserler veren kadın yazarlarımızın sayısı artacaktır. 10-Korku-gerilim kitapları için ağırlığı

kadın kahramanlar mı yoksa erkek kahramanlar mı sağlamalı sizce? Benim kitaplarımda kadın-erkek eşittir. Şayet baş karakterimizin kadın olması gerekiyorsa kadın olur, erkek olması gerekiyorsa da erkek olur. Genellikle kitaplarımdaki kadın-erkek karakter sayıları da denktir. Olaylara mümkün olabildiğince iki tarafın da gözünden bakmaya çalışırım. Bir erkek yazar olarak bu konuda ne kadar başarılıyım, bu değerlendirmeyi en iyi kadın okurlarım yapacaktır elbette. Ama kitaplarımdaki kadın karakterleri önemsiyorum. Çünkü çoğu zaman kitabın olay örgüsü kadın karakterde çözülüyor. Bence gerek kadın okurlar gerekse kadın karakterler korku-gerilim türüne yakışıyor. Kadınlarımız korku türünü sevdiği müddetçe bu ahenkli uyum devam edecektir diye ümit ediyorum.

13


#YalnızDeğilsin

S

Selin SABCIOĞLU

izlere birkaç sözüm var. Başta şunu belirteyim ki, üçüncü sayfa haberi olmaktan çok sıkıldım. Her ay sonunda para hesabı yapar gibi bir ay içinde kaç kadın istismara uğradı, kaç kadın öldürüldü... gibi istatistik bilgiler veriyorlar. "Sosyal medya" denen bir yer var, birkaç gün orada konuşuyorlar, sonra da unutuyorlar. Ne zaman bir kadının başına bir şey gelse, adının yanına "#yalnızdeğilsin" deniyor. Bunlardan da çok sıkıldım. İlla bir şey mi olması lazım, yalnız olmamak için. İlla bir falaketten sonra mı " biriz, birlikteyiz" mesaj verilmesi lazım?

14

Başka türlü birlikte olunamıyor mu? Bana orada yazılanlardan da çok sıkıldım. "Yalnızdı lan işte" diyorum. Bal gibi de yalnızdı. Hiçbiri bana gerçekçi gelmiyor. Hepsi sanal, yazılan, çizilen, konuşulan... her şey sanal. "Bakın ben ne kadar da duyarlıyım" diyorlar hepsi. Takipçileri artıyor, başka da bir şey olmuyor. Kimse kusura bakmasın benim düşüncelerim bu yönde. Şort giyip parka gidiyorum içeri almıyorlar, minibüse biniyorum "içine şeytan kaçmış" deyip tekme atılıyor. O zaman neredeydiniz, diyorum. Hangini oradaydınız? Madem oradaydınız, neden haykırmadınız "#yalnızdeğilsin" diye. Sigara yakıyorum, "ciğer benim, sağlık benim kim ne karışır" diyorum. Deniz kokusuna tütün kokusu karışıyor. O esnada biri geliyor ve önce sözle taciz ediyor yetmiyor, ardından tekme savuruyor yetmiyor, elimi büküp sigaramı alıyor ve ensemde söndürüyor. Ciğerlerimde hissettiğim kokuyu bu sefer ensemde hissediyorum ve sonra da yanık et kokusu, benim kokum. Canım yanıyor, bir bakıyorum etrafıma yalnızım lan işte. Ertesi gün sosyal medyaya bakıyorum benim adım var, "#yalnızdeğilmişim" Meğer ne çok destekçim varmış. Sıkılıyorum sigara bu sefer de bütün vücudumu yakıyor hissediyorum.

Çizim:Gizem Yurdakul


Sokak ortasında bıçak darbeleriyle çocuğumuzun gözleri önünde öldürülürken neredeydiniz? Sözde değil, özde yanımızda olun. Çünkü biz çok yalnızız. Sizler neredesiniz?

Çünkü biz çok yalnızız. ”

Biz çok yalnızız. Vakıf, dernek, okul... adı altında tecavüze uğruyor, yanarak can veriyoruz. Akşam bindiğimiz dolmuşun şoförü ve tanıdıkları tarafından önce tecavüze uğruyor, parmaklarımız kesiliyor ardından yakılıyoruz. Farkında mısınız? Hep yanan biziz. Biz kadınlar. Neredesiniz?

"Saçı açık olmaz" dediler, kapandım. "Ayak bilekleri tahrik ediyor" dediler, kapattım. "Elleri de kapat" dediler, kapattım. "Kocanın yanında yürüyemezsin" dediler, arkasından yürüdüm. Bu sefer de "Türbanla okula giremezsin" diyorlar. "Türbanla kamu binasına giremezsin" diyorlar. "Falanca partiye, filanca örgüte mensupsun. Yoksa neden kapanasın ki?" diyorlar. Bu seferde kulaklarımı kapatıyorum. "#yalnızdeğilmişim" Neredesiniz? Ben çok yalnızım.

Sözde değil, özde yanımızda olun.

Çocuk yaşta evlendirildim. Okul yüzü görmedim. "ABC'yi" bilmem yeterliymiş. Daha fazlasını ne yapacakmışım. Ütü, yemek bilmeyi, yemek temizlemeyi, çocuk bakmayı öğrenmem daha önemliymiş. Bir de kocama itaat etmeyi de ihmal etmeyecekmişim. Benim oyuncak bebeğim bile olmadı, kanlı canlı bana muhtaç bir bebeğim var. Ben de muhtacım. Bana kim bakacak? Okumaya muhtacım, meslek sahibi olmaya, hayallerimi gerçekleştirmeye... yani kısacası yaşamaya muhtacım. En acısı da yalnızım, hem de çok yalnızım. Neredesiniz?

15


Yavuz Bahadıroğlu ile Söyleşi G i z e m

Yurdakul & Arif Olgun Yeşilyurt

Yürek pusulalarımız uzun zamandır kıbleyi göstermiyor, batıyı gösteriyor. Romandan hikâyeye, piyesten denemeye, çocuk tarih şuûrunu ve muhabbetini bizlere öğreten Yavuz kitabından ansiklopediye, gazetecilikten derBahadıroğlu ile keyifli ve bizler için çok faydalı bir giciliğe, siyasî yazılardan edebiyat kritiklerine söyleşi gerçekleştirdik. uzanan geniş bir edebiyat coğrafyasında eserleriyle,

16

SERGÂH: Hocam kitaplarınızı tarihi roman olarak görmediğinizi; bi-zâtihi tarihin romanını yazdığınızı, tarihi olguyu romanlaştırdığınızı dile getiriyorsunuz. Tarihi roman ile tarihin romanı arasındaki ayrımdan bahseder misiniz? Yavuz BAHADIROĞLU: Çok basit, çünkü kendi kullanma kılavuzlarını okumuyorlar. Batının verdiği kullanma kılavuzuyla yaşıyorlar. Sözlerimin başında söylemiştim: Hürrem Sultan’ın kadının önderi şu, işte Nurbanu Sultan’ın kadın önderi, Kösem Sultan’ın kadın önderi bu diye. Şimdi öndersiz yaşıyoruz. Bir de bizim muhafazakârlara böyle bir soru sorsanız direkt; “kadın annedir” diye başlarlar. Kadın anne olduğu için değerli değildir; kadın, kadın olduğu için değerlidir. Annelik ayrıca ödüllendirilmiştir, cennet ayaklarının altına serilmiştir. Ama kadının bi-zâtihi kendisi kıymetlidir. Bu, bütün tarihi uygulamalarda görülür. Dün bir belge yayınladım Twitter’da: Sultan II. Mahmud’un fermanıyla Bursa kadısının yayınladığı bir genelge, yeni ifadeyle… Fetva yani, öyle diyeyim. Bursa kadısı diyor ki: Kadının rızası olmadan evlendirmeyeceksiniz! ‘Başlık parası’ diye bir ücret alınıyor, kadınlar bir anlamda satılıyor. ‘Mihr-i muaccel’ dışında kadından ve erkekten alınacak bir ücret yoktur. Evlilik, karşılıklı rıza ve sevgiyle olur ve bunu –kadının rızasının alınmadan evlendirilmesini- yasaklayan bir fermandır bu. Bu gelenekselleştirildi. Başlık parası hâlâ devam ediyor değil mi? Şimdi nerede bunun hareket noktası? Bir öncesi

var, Devr-i Saâdet dönemindeki bir uygulama… Aleyhi’s-selât-u ve’s-selâm Efendimiz’in ‘Veda Hutbesi’ne baktığımız zaman 14 paragraf falandır; iki paragrafı kadına tahsistir. Diğer 12 paragrafı bütün dünya ve ahiret işleri içindir. Kur’an’da da iki sure var değil mi kadınla ilgili? Bunlar önemli. Bakış açısı katıyor. Çünkü bakış açısı, nasıl bakacağımızı öğretiyor bize. Efendim, bir sürü kadın kıssası var Kur’an’da. ‘Aşk kıssası’ bile var ‘Hz. Yusuf-Züleyha Kıssası’ var arasında. Hz. Âdem ve Havva arasında… Efendim, bunlar bizim uygulamalarımıza baktığımız zaman kaynağı bu. Osmanlı uygulamalarına baktığımızda devr-i saâdetin hadisesidir. Osmanlı yeni bir model getirmedi. Devr-i saâdeti uygulamaya çalıştılar. Halife olmasının da sebebi budur Osmanlı padişahının. Durup dururken ‘ben halife olayım; aman onu olmuş, bunu da olur, ne fark eder’ değil. İslâm Dünyası’nı da sevk edecek, onun da önderi olacak. İşte bu sadece İslâm’ın getirdiği bir nosyon değil. Daha öncesinde, Türk dünyasında kadın hakanlar vardı. İşte bir tanesi: Raziye Sultan. İlk Müslüman Türk Sultanı... Bunun kocası kadının emrinde. Osmanlı’nın kuruluşunu yazarken “ Merhaba Söğüt” isimli kitabımda çok şaşırmıştım, ‘Bacıyân-i Rum’ diye bir grup var. Âşıkpaşazâde, meşhur tarihçimiz 4 grup kurdu Osmanlı’yı diyor: Gaziyân-i Rum (Akıncılar, Silahşörler), Ahîyâni Rum (Hukukçular), Bacıyân-i


Rum (Kadın Örgütlenmesi), Abdalân-i Rum (Anadolu Evliyaları)… Bu 4 unsurun arasında Bacıyân-i Rum var, kadın örgütlenmesi. Bir de baktım kadın örgütlenmesinde çocuk örgütlenmesi de var. Çocuklar da başıboş değil; bir reise bağlı. Size örgütlü yaşamayı öğretiyor. Bizim en büyük kaybımız dernekleşmeyi, cemiyetleşmeyi, vakıflaşmayı başaramamamızdır. Bu güçtür ve demokrasinin temel taşlarıdır. Sivil demokratik oluşumlardır. Şimdi o kadınların emrinde erkekler de çalışıyor. E burada kadın sultan var İslâm öncesinde… İslâm sonrasında onlar kötü Müslüman diyebilir misiniz ya?! Bizden iyiydiler en azından. Orhan Gazi, Osman Gazi o kültürden gelen insanlardır. Sultan Murad falan... Öyleyse bizim bugün kadına bakışımızda bir çarpıklık var. Çarpıklık ne zaman başladı? Biraz İstanbul’un Fethi’yle başladı, çünkü Bizanslılar kadını aşağılıyordu. O erkeklerin hoşuna gitti biraz. Kur’an dışına çıktılar, hadis dışına çıktılar zaman zaman ama sonuna kadar hâlâ ailelerde akşamları ne yapılıyordu derseniz; Ahmediye, Muhammediye okunuyordu, mevlid okunuyordu, bir iki sure okunuyordu ve onların izahı yapılıyordu. Çocuklarla sohbet ediliyordu. Kadın-erkek birlikte sohbet… Hatta cemaâtle namaz kılıyorlardı. Bunlar aileyi pekiştiren şeylerdi. Biz yavaş yavaş Tanzimat öncesinden başlayarak ‘Batılılaşma’ sürecinde işte setre pantolon falan filan gelmeye başladı, cübbe sarık çıktı, fes geldi. Bu memlekette iki sene Türk Sanat Müziği çalınmadı radyolarda. Sultan Ahmet Câmiî’nin resim heykel müzesine dönüştürülmesini düşünülüyordu, tartışılıyordu. Ayasofya’nın müzeye çevrildiği

dönemlerde câmîlere sıra konması üzerine özellikle de ilahiyat fakültesi hocalarından bir grup hükümete teklif vermişti. Cesaret edilememiş. Mahmut Esat Bozkurt: “Biz Müslümanlıkla bir yere varamayız, Hristiyan olmalıyız!” demişti. O dönem, böyle bir dönem. Bizim eski kadına bakış açımızı o –Batıaldı, onun eski kadın bakışını biz aldık, sorun bu. Ve artık kadınlar dövülecek, horlanacak, şişlenecek, aşağılanacak mahlûkat olarak görülmeye başlandı. Niye kısa şort giyiyorsun, döv! Niye örtündün, döv! Önemli olan mantalite –zihniyet-… Onlar için şu: “Kadını döv de hangi bahaneyle döversen döv.” Sana ne kardeşim?! Neticede ne giyiyorsa kendi giyiyor. Şimdi başlamadık tabii, Osmanlı’nın son zamanlarında maalesef… ‘Kadınlar şu câmiîlere giremez; sadece filan câmîleri gezebilir!’ diye fermanlar çıkarıldı. Yavaş yavaş içimize sindi ve kadın, ikinci sınıf olmaya başladı. Şimdi bile ‘kadın çalışsın’ diye bağıranlar, çalıştığı zaman erkeğin yarısı ücret verirler. Böyle bir şey olabilir mi ya! Maharetine falan bakmazlar. . Bunlar cahiliye devrinden kalma bakış açılarıdır. Yani devr-i saâdet öncesi kadının toprağa gömülmesi hadisesinin biraz yumuşatılmış halidir ama Peygamber Efendimiz (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm)’in yaptığı yürek devriminin özü kadındır. Önce kadına kıymet verilir. Osmanlı bunu aldı, Selçuklu bunu aldı hatta eskiler farkında olmadan bunu aldılar. Yani kadını han yaparak ve bu nosyonla -kavramla- Çanakkale’de kadın savaşçılar oldu. Milli Mücadele’de kadın savaşçılar oldu. Çanakkale’de beş bin kadın şehidimiz var. Bir akademisyenin bunların üstünde çalışma yapması gerekmiyor mu?

Bizim zaten harem üzerine çalışma da pek yok. Enderun üzerine çalışmalar pek yok. Ya bininci defa müfredat değişiyor! Anglosakson müfredat. Amerikan, İngiliz, Fransız… Hepsini taklit ettik. Bir Türk sistemini denemedik. Enderun’da ne yapıyorlardı ki; Sinan gibi adam yetişiyordu? Sinan’ı bile çözememiş bir milletiz. Böyle bir şey olabilir mi? En büyük mimar yeni yeni köprüler yıkılıyor, modern teknoloji ile yaptıkları, Sinan’ın biraz aşağıda köprüsü var, bir şey olmuyor. Niye onun yaptığı câmîler yıkılmıyor, minaresi düşmüyor da modern teknolojiyle yapılmış olanın her fırtınada minaresi çöküyor falan… Nedir o adamın mahâreti? Bir bakın; bir Alman mimar; ‘Mihrimah Sultan Câmiî’ne götür.’ demişti, Edirnekapı’daki… Götürdüm. “Teknik olarak şu kubbenin çökmüş olması lazım.” dedi bana. “Çünkü çok pencere koymuş. Di- 17 rekler doğal olarak zayıf. Ama ne kattı? O harca ne kattı ki o kadar güçlendi?” dedi. Dedim: “Ben biliyorum: Besmele.” “Hadi be, bu şark mizahı!” dedi. “Mantıklı değil.” dedi. “O zaman mantıklısını sen anlat.” dedim. Bir şey söyleyemiyor tabii, “incelemek lazım…” falan. Sonra “niye çok pencere yapıldığını söyleyeyim sana”, dedi. Bir gâvurdan öğrenmem mi lazım benim! Benim mimarlarım nerede? Benim mimarlarımın eseri nerede? Durmadan gökdelen dikiyorlar. Çamlıca Câmiî’nde ruhunuz sıkılır ama Süleymaniye Camiî’nde 24 saat kalabilir, yatabilirsiniz. E bu ne? Adam ruhunu katmış ya işin içine. Neticede birinden bakarken güneş ışığı giriyor içeriye. Birinden giriyor, diğerinde kırılıyor, mihraba giriyor. Öbür pencereden giren onu kırıyor; kıyam oluyor, rükû oluyor. Bunu gavur


Onun için geçilmez diyor. Biz bunu konuşuyoruz, câmiî müezzini gelmiş bizi dürtüyor: “Kalkın, câmiîde yatılmaz!” Bir de gâvura bakın. Sizce hangisi ileri gitse doğru olur? Düşünen adam tabiî ki ileri gidecek. Yoksa Allah’ın adaleti yarım kalır. Ben bunları göstermeye çalışıyorum romanlarımda, yazılarımda. Yoksa gider, köyümde otururum. Çok güzel bir köyüm var, çok güzel de bir evim var. Giderim orada yaşarım yani keyfim de yerinde… Ne olur bilmiyorum. Derde talip bir genç görmedim. Genç masaya talip, sekretere talip, cep telefonuna, bilgisayara talip; kaç takipçin vara talip! Geçen bir genç kız telefonla oynarken denize düşmüş. Bütün televizyonlar verdi. ”Tek suçlu ben değilim ki…” diyor. Bastım kahkahayı. Hanım dedi: “Neye gülüyorsun?” “Kızım’ dedim “tek suçlu değil, oraya koyan, ikinci suçlu. Deniz olmasa düşmeyecekti ama o deniz, sen gör diye var. Sen denizi görmezsen de ekranı görürsen denizin suçu ne!” Biz birbirimizi de görmüyoruz, biliyor musun? Artık âile içinde de birbirimizi görmüyoruz. Biz ailede birbirimize tebessüm ederdik. Artık tebessümlerimiz dudaklarımızda kurudu. Dudaklarımızda dondu donalı, filmlerimize kahkaha efekti -sesleme, arkadan gelen ses- koymaya başladılar. Bu arada güleceksiniz falan… Ne zaman güleceğimi, ne zaman ağlayacağımı başkaları mı söyleyecek; bizim duygularımız yok mu? Duygularımızı kaybettik ufkumuzla birlikte. Artık göremiyoruz. Sadece apart-

man görüyoruz. Bunlar bizi geliştirmez. Teknolojik olarak büyürsünüz, teknolojik olarak gelişirsiniz ama insanlığa bir katkınız olmaz. Biz füze yapıp Amerika’yı geçemeyiz, Avrupa’yı geçemeyiz. Biz insan yetiştirerek, hayata insan katarak onları geçebiliriz, adaletle onları geçebiliriz. Bunlar olmayıp da daha geniş köprüler, tüneller… E bunlar güzel iş. Yollar güzel, havaalanları iyi ama doğru düzgün insan yetiştirmezseniz!

siyaset pragmatik -faydacıbir hadisedir. Gününe göre değiştirirsiniz. Dâvânın altında mutlaka îmânî bir mevzuûn olması lazım. Yani ebedi ve değişmeze adapte olman lâzım. E o da İslâmiyet’tir. Siyaset onun bir cüzü olabilir ama kendisi dâvâ olmaz.

SERGÂH: Hocam size Âkif’i sormak istiyorum. “Âkif’in hayatı şiir gibidir. Evden çıktım bir gün, bir çocuk, Âkif’i okuyarak anlamamız hemen kapının dibinde güller vardı, onu koparmaya çalışıyor. gerekir.” diyorsunuz. “Onu iki ateş arasında kalmış bir şair” olarak tanımlıyorNeticede benim romansunuz. Günümüzde Âkif’i, la anlatmak istediğim bir bir cenah Osmanlı’nın son derdim var. Ben derdimi dönemlerinde II. Abdülhanlatıyorum. Necip Fazıl amid Han düşmanlığı ile rahmetli: suçlarken, diğer bir cenâh “Derdin olsun” demişti, Atatürk düşmanlığı ile “derdin…” suçlamaktadır. Bu konu “Niye bu kadar öfkelisin hakkında neler söylemek üstad?” dedim. istersiniz? “Sen değil misin?” dedi. “Ben 20 yaşındayım ya, ne Y.BAHADIROĞLU: öfkesi; lay lay lom benim Mehmed Âkif, devleti için hayat!” dedim. yönetenlere övgü yazmayan ”Oğlum senin keyfin var, üç şairden biridir. Diğerlbenim derdim var, derdi olanın öfkesi de olur.” dedi. eri Necip Fazıl ve Nazım Hikmet’tir. Mehmed Âkif, Zaman zaman kendimi radyoda program yaparken, bütün hayatını menfiyyet -kötülük- üzerine kurmuş yazarken hattâ, çok öfkeli yakalıyorum. Dedim: “Gal- olsa, şarapçı biri dahi olsa iba benim de derdim oldu.” sadece ‘Çanakkale Şehitlerine’ şiirini yazmış olması, Dertli insana ihtiyacımız onu övmem için yeterliydi. var. Derdi olacak. Şimdi ‘dâvâ, dâvâ’ diye bağırıyor- Bir fetret döneminin lar ya siyasetçilerimiz… Siyasetin dâvâsı olmaz,


Dedim: Niye koparıyorsun? Dedi: Sevdim. (Dedim): “Durduğun yerde sevsen, ben durduğum yerde sevsem, buradan onlarca kişi geçiyor, durduğu yerde sevseler bu milyonlarca kişiye ulaşır. Bu milyonlarca kişinin aldığı zevk, senin aldığın zevki azaltmaz.” On yaşlarında bir çocuktu. Durdu. “Bana bunları kimse anlatmadı ki!” dedi. Kopardığın şey bir saat senindir. Bir saat sonra solacak ama durduğu yerde saatlerce, günlerce durabilir. Hayatı fark ederek yaşamamız lazım. Biz Ramazan’ı fark etmiyoruz. Biz namazdan zevk alsaydık, koşardık be! Almıyoruz ki… Onun için angaryaya dönüşmüş ibadet. Ecdadımız zevk alıyordu. Bir ‘Vav’ın önünde saatlerce duran bir adam gördüm. ‘Vav’ diye geçmeyin, ters çevirirsiniz Süleymaniye’ye kubbe olur. Bir ‘Vav’ın önünde saatlerce… Ben de oturdum onu seyrediyorum. Bu nasıl insandır ki orada benim görmediğimi bu adam görüyor. Pejmürde bir adam… Diz çöktü ve huşu içinde ‘Vav’ı seyrediyor. Sonra bitirdi işini. “Ne gördünüz?” dedim. “Görülmeyeni!” dedi. “Nasıl baktınız?” dedim. “Vav”ın gözünden baktım” dedi. “Tek göz değil mi?” dedim. Dedi: “Ama ileriye bakıyor.” Adam filozof, baktım. Tanıştık, dost olduk, arkadaş olduk. Dedim: “Valla sen delisin, ben de İstanbul’un delilerini arıyorum.” Çünkü aynı ‘Vav’ın üzerinde ben yarım saat durmuştum

birkaç gün önce.’ O ‘Vav’ Şehzade Câmiî’nde… Şimdi Bursa’da Ulu Câmiî’ye gidiyorsunuz her tarafı hat sanatıdır. Biraz anlayacaksınız. En azından okuyacaksınız. Osmanlı Türkçesini bilmiyorsanız onlar şekilden ibaret. Kaligrafi, der çıkarsınız. Zaten öyle diyorlar. Biz câmînin işlevini yok ettik. Çok câmî yapıyoruz fakat işlevsiz. Yani sadece namazgâh olarak câmî yapıyoruz. Osmanlı’da câmî hayatın merkeziydi. Her mahallenin ortasına bir mescid, mahallelerin ortasında bir selâtin câmî -pâdişâhlar, hanım sultanlar ve valide sultanlar tarafından yaptırılmış olan câmîler- vardı. Hayat Beytullah çerçeveli olarak yaşanırdı. Câmîler de külliye olarak inşa edilirdi. Ve o külliyelerde hayatın ihtiyaç hissettirdiği her şey vardı. Aynı zamanda buluşma yeriydi. Adres sormak için câmî esas alınırdı. Sağından girersin, filan sokak… Eskiden külliyelerde dershane yoktu câmî vardı. Çünkü beşikten mezara ilim öngören bir dine talibiz. Halk çevresine dizilir, ilgi sahibi olduğu konuyu dinler ve böylece örgün bir eğitim devam ediyordu. Ondan sonra alışverişini yapardı câmînin etrafındaki bakkaldan, manavdan falan. Halk Câmîde uyurdu, şimdi dürtüyorlar. (Allah’ın kulu, Allah’ın evinde yatıyorsa üçüncü şahıslara ne yapmak lazım!) Kayseri’de gittiğim fuarda sordum: Şehrinizi neyle tanıtırsınız? -Pastırma. Es-Selâm-û Aleyküm pastırma, o zaman! Ya Mimar Sinan

buralı be! Bir sürü hoca çıkartmışsınız, bir sürü Selçuklu eseri var iken… Gevher Sultan’ın medresesine gittim. Su sesiyle akıl hastalıklarını tedavi ediyorlar, daha bin yüzlü yıllar… Şimdi bütün bu kendi değerlerimize yaslanmadıkça dik duramayız. Toplumların bir yere yaslanması lazım. Kültüre yaslanırlar, tarihe yaslanırlar. Biz tarihi tahrip ettik. Batıya yaslandık, istemedi. Sen bizim kültürümüzden değilsin, dedi. E kendi kültüründe derinleşsene be adam!


20

insanıdır. Sultan Abdülhamid Han’ın uygulamalarından mutazarrur -zarar görmüş, ziyâna uğramışolan insanlardır. Çünkü Sultan Abdülhamid devleti korumak için, kollamak için, imparatorluğu homojen -özgünlüğü bozulmamıştutabilmek için bir takım tecrit tedbirler alıyor. Bir taraftan Filistin’i tırtıklıyorlar, bir taraftan Balkanlar ateş hattına sürülmüş, bütün Avrupa aleyhimize geçmiş binâenaleyh devleti yönetme sorumluluğu taşıyan Sultan II. Abdülhamid, ‘devlet’ demek zorundaydı. Mehmed Âkif bir şair olarak ‘fikir’ demek zorundaydı, ‘hürriyet’ demek zorundaydı. Çünkü fikirlerini yayabilmesi, konuşabilmesi için hürriyete ihtiyacı vardı. Binâenaleyh ikisi de kendi duruşlarında haklıydılar. Abdülhamid ‘devlet’ demekti, Âkif ise ‘fikir’ demekti. Onları çatıştıranlar haksızlık yapıyorlar. Hürriyetsiz devlet ne işe yarar? Devletsiz hürriyet de olmaz! Tarihin içinden geçerken tarihi doğru okumak mümkün değildir. Şimdi kendi tarihimizi de doğru okuyamıyoruz. Ense köküne gök kubbe çökerken sağlıklı teşhis yapmak da fevkalade zordur. Bana göre herkes kendi duruşunda haklıdır.

Birine devlet, birine hürriyet lâzım! Sultan II. Abdülhamid döneminde eli kalem tutan hiçbir dindar, Abdülhamid taraftarı değildir. Bu ülkede II. Abdülhamid daha yazılmamıştır. Ben de yazamadım. Bu bilmediğimden değil, toplumun bunu kabul etmeye hazır olmadığından. SERGÂH: Hocam diğer toplumlarda da fikir çatışmaları bizim toplumumuzdaki gibi bu denli şiddetli yaşanıyor mu? Y.BAHADIROĞLU: Diğer toplumlar değerleriyle ve tarihleriyle çok kavga etmezler. Tarihleriyle yüzleşmeyen toplumlar kavga ederler. Biz tarihimizin gerçeği ile henüz yüzleşemedik. Çünkü bir kapalı alan var yakın tarihimizde. Bu kapalı alanı deşifre edemediğimiz için tarihimizle yüzleşemedik. Tarih bizi çağırıyor kaçamazsınız bundan. Öteki milletlere karşı sorumluluğumuz var. İslâm Dünyası kurtulacaksa bizim önderliğimizde olacaktır. Suriyelilerin ülkemize sığınması bizi böyle gördükleri içindir. II. Selim döneminde Açe’ye, Sumatra’ya kadar gidilmiştir. Orada Açelileri eğittiler, onlardan ordu kurdular, İspanyollara karşı savaşacak güç haline getirdiler. Şu anda dünya günde-

minde Türkiye var, eskiden yoktu. Bugün 42 devlet Kanuni’den bahsetmeden kendi tarihini yazamaz. Ben işte bunların romanını yazıyorum. Engin ve zengin tarihin mirasçılarıyız. Niye bunları yok sayıyoruz? SERGÂH: Hocam kadın konusuna geri dönersek; Feminizm ile kadın değerlerine değinmek istiyorum. Feminizm altında yatanın, bir siyasi amaç olduğunu düşünüyorum. Feminizm’de kadın, ruhundaki tüm renkli kişiliğini sergileyebileceğini, herkesle aynı eşitlikte olabileceğini düşünüyor. Aslında bu düşünce kadın değerlerini zedelemektedir. Özellikle İslâm’a vurulan darbedir. Çünkü İslâm’da kadın renkli kişiliğini tarz olarak kullanan değildir. İslâm’da kadın edeptir. Sizin bu konuda düşünceleriniz nelerdir? Y.BAHADIROĞLU: Müslümanlığın Feminizme ihtiyacı yoktur. Çünkü kadın haklarını deklare etmiş. Efendimiz (sav) yürek inkılâbını kadın üzerinden gerçekleştirmiş. Feminizm moda gibi bir tuzaktır, kendisi de modadır zaten. Kadını özgürleştirmek bir tuzaktır ve bu boşanmaları da hızlandırmıştır. Çünkü


kadın etki altına daha kolay giriyor. Kadını, üretecekleri malı en çok tüketmeye namzet biri olarak gördüler. Anneler gününü, sevgililer gününü böyle organize ettiler. Kadın üzerinden erkeği etkilemeye çalıştılar. Eğer İslâm ülkelerinde kadınlar günü veya kadın hakları günü kutlanacaksa Veda Hutbesi’nin yayınlandığı gün, kadın hakları günü olmalı. Çünkü orada kadınlara, hakları veriliyor. Kadın sosyal statü kazanıyor ve hayatın içine emziriliyor. Efendimiz (sav) Hz.Âîşe’ye “Seni kördüğüm gibi seviyorum.” dediğinde Feminizm mi vardı? Bizim ölçümüz Batı’da gelişen şu veya bu olay değildir; bizim ölçümüz devr-i saadettir, Efendimiz (sav) ve ashabıdır (ra). Bunların yaşantılarına göre yaşamamız lazım. Müslümanın dünyasının böyle olması lazım. Binâenaleyh bizi de yalnızlaştırdılar. Telefonların, bilgisayarların icadının bir boyutu da budur. Yüz bin takipçimiz var ama etrafımızda, çevremizde dokunabildiğimiz, sesle sevebildiğimiz, gözle sevebildiğimiz kimse yok. İnsanın çoğalması lazım. Dostluklarla,

arkadaşlıklarla insan çoğalır. Sosyal medyadaki fenomenlerle veya takipçilerle çoğalmaz. Mümkün olduğu kadar bizleri birbirimizden koparıyorlar. Komşuluk ilişkilerimizin dumûra uğratılması budur. Biz yalnızlaştık ama Osmanlılar koloniler halinde yaşıyorlardı, mahaller halinde yaşıyorlardı. Mahallenin terzisi vardır, bakkalı vardır, ihtiyarları vardır, gözlemcileri, gözetmenleri vardır. O dönemde câmî imamları danışılacak kimselerdir. Şimdi danışacak kimsemiz yok. Elektronik âletlerle evleri donattık. Arızalandığında mutsuz oluyoruz Bulaşık makinası arızalandığında mutsuz oluyor kadın, sanki o hep varmış gibi. Televizyon dizileri bizim olmayan bir hayatı bize dayatıyor. Yaşamayan insanları yaşamış gibi anlatıyorlar. Çoğu kendi dönemlerinde okunmamış eski romanları dizi haline getirip bizlere izlettiriyorlar. Bunların hepsi Feminizm’in bir parçasıdır. Kadını yalnızlaştıran ve kadının o denetim gücünü toplumda yok etmeye çalışan, sadece tüketim gücüyle var eden bir sapmadır Feminizm!

“Ve biz bozulduk…” dedi Yavuz Hoca ve şöyle devam etti: “Para ve iktidar toplumları bozar. Bizim ruhumuza işlemeyen, kalıpsal, sadece dış görünüş odaklı bir İslâmî anlayışımız var!” Yavuz Bahadıroğlu Hocamıza, dergimiz adına bizlere göstermiş olduğu misafirperverliği ve hüsnü niyeti için çok teşekkür ediyoruz. “Tarihimizi doğru düzgün adamlar yapmışlar. Onu bozmak ihanettir.” “Biz ailede birbirimize tebessüm ederdik. Artık tebessümlerimiz dudaklarımızda kurudu.” “Eğer İslâm ülkelerinde kadınlar günü veya kadın hakları günü kutlanacaksa Veda Hutbesi’nin yayınlandığı gün, kadın hakları günü olmalı. Çünkü orada kadınlara, hakları veriliyor. Kadın sosyal statü kazanıyor ve hayatın içine emziriliyor.”

21


SAADET ÇİÇEKLERİNİN BAHÇIVANI: “HANIMLAR” A h m e t

22

Asr-ı saadette hanımların gönüllerini işgal eden mesele hanımların ev işleri ve evlatlarının bakımı hasebiyle fi sebilillah hadim olup ecir imkanından mahrumiyet gasahatiydi. Şimdi hanımların gasahati modaya miktarınca uyamama dahi sokak için giyinme çabaları haline geldi. Bu iki halin sebebi ise Osmanlı sonrası gönüllerin yeterince manevi letafet iklimi ile iştigal edememesidir. Zira bu sebebi hanımlara bağlamak gerekir. Çünkü hanımlar evlatların ilk tahsil gördükleri öğretmenleridir. Hanımların ahlakı gayr-i hüsni bir yolda terakkiyete başladığından itibaren neslimizin şu bozuk halleri gözle görülür, kalple fehmedilir haldeydi. Lakin maneviyatın zayıflaması sebebiyle çoğunluk feraset getiremeyip bu beyhude ve malaya’ni eşitlik, ahlaksızlık ve gafillik yoluna revan oldu. Oysa İslam'ın Esma radıyallahu anha misali basireti, firaseti meftuh “Hanımların Sözcüsü” manasına gelen “Hatibetü’n-nisa” lakaplı Medineli hanımların fasih ve beliğ konuşan hatibesi vardı. Zeki, rakik düşünceli, hikmet ehli ve meramını ahsen-i takvim şekilde ifade ederdi. Şimdi ise hanımların bazısı her nev’i gayr-i hüsni muamelatı emanetçisi oldukları cesetlerine münasip görüyor ve onları

taklit ediyorlar. Tatbik ve taklit edemedikleri takdirde zar edip mahzun oluyorlar. Yek bu ahvale bakarak bile ati neslimizin ahlakını en gafil insan dahi fehmedebilir.

Ufuk ÖZÇİÇEK

ve evde olmaları sebebiyle sevaba nail olamadıklarını düşünüyorlardı. İşte bu rivayettir üsvesi onların hayır ve hasenat heyecanı içresinde olduklarının. Eğer bu hadiseler nurunda bir tefekkür yapacak Bir gün sahabi hanımlarından olursak pek çok ibret-i ali ve Ümmü Ri’le radıyallahu anha hikmet-i azimi müşahit olabiliRasulullah sallallahu aleyhi riz. ve sellem Efendimiz’in huzur-i Hanımlar yaratılış hususişeriflerine gelerek, evlerini yetlerine münasip bir şekilde muntazam tutmak, zevcelerhayatını ine hadim olmak, evlatlarını ikame beslemek ve beşik düzeltmek ettirdiğinde gibi ev işleriyle iştigal eyleo toplum diklerini ifade ettikten sonra: münevver “Ya Rasulallah! Bizim için şahsigazaya gidip büyük ecirlere yetleri nail olmak mümkün olamıyor. yetiştirir, Bize öyle bir şey ta’lim ediniz o toplum ki onunla Allah'a yakınlaşaAllahu bilelim!” demişti. teala'nın Rasulullah sallallahu aleyhi ve her an sellem de ona: huzurun“Gece gündüz daimi Allah'ı da bulunduklarını farkında zikrediniz, gözlerinizi yabir nesil haline gelir. Mazide bancıya bakmaktan ve sada- bazı toplumlar saliha hanımlarınızı onlara işittirmekten ları hasebiyle Süreyya Yıldızı muhafaza ediniz!” buyurdu. misali parlamışlar bazı toplum(İbni Hacer, El-isabe, VIII, lar ise facire hanımları sebebi204) Bu rivayetten fehyle esfele’s-safiline duçar medildiği üzere kadınların olmuşlardır. Zira hanımlar, yabancıya bakmasını bırakın bırakın onların ailenin olmasadalarını yabancılara işittirm- larını toplumun özünü teşkil esi dahi münasip değildir. ederler ki onlar şeyhimin ifadesiyle “billur bir avize” Ümmeti Ri’le radıyallahu anha gibidirler. Eğer hanımlara misali hanımlar vardı asr-ı cadde vitrinleri hayat ırmakları saadette. Zevcelerinin cihat olarak gösterilir ise o latif ve ve infak etmeleri hasebiyle kırılgan Süreyya yıldızları layık kendilerinden ali olduklarını oldukları o eşsiz mertebeden


olamadıklarını düşünüyorlardı. İşte bu rivayettir üsvesi onların hayır ve hasenat heyecanı içresinde olduklarının. Eğer bu hadiseler nurunda bir tefekkür yapacak olursak pek çok ibret-i ali ve hikmet-i azimi müşahit olabiliriz. Hanımlar yaratılış hususiyetlerine münasip bir şekilde hayatını ikame ettirdiğinde o toplum münevver şahsiyetleri yetiştirir, o toplum Allahu teala'nın her an huzurunda bulunduklarını farkında bir nesil haline gelir. Mazide bazı toplumlar saliha hanımları hasebiyle Süreyya Yıldızı misali parlamışlar bazı toplumlar ise facire hanımları sebebiyle esfele’s-safiline duçar olmuşlardır. Zira

hanımlar, bırakın onların ailenin olmalarını toplumun özünü teşkil ederler ki onlar şeyhimin ifadesiyle “billur bir avize” gibidirler. Eğer hanımlara cadde vitrinleri hayat ırmakları olarak gösterilir ise o latif ve kırılgan Süreyya yıldızları layık oldukları o eşsiz mertebeden düşerler. Bu hasebe haiz hayat yolları ve ömür iklimleri pare pare kasvetli taşlarla dolar. Buna itibaren genç hanımlarımız toplumumuzda İslam şuuru içresinde bir ömür ikame ederek ümmete üsve-i hasene olmalıdırlar. Zinhar unutmamak vaciptir ki bunu şeyhimin ifadesiyle anlatmak isterim: “Bütün evliyaullah ve fatihler, ilk

feyizlerini bir valideden almışlardır.” Pür-haya hazretleri'nin ifadesi ile: “Saliha bir hanım etrafına saadet saçan Cennet rayihalı bir çiçektir.” Saliha bir valide ise Kudretullah’ın beşere lutfettiği bir rahmet ve letafet sığınağıdır. Iyal içresinde ıyalin husumetlerini ba-hususiyye evlatların isyanını eritip zarif ve asil mücevherler haline getirebilecek pür-letafet gönül yek valide gönlüdür. Hanımlar toplumun saadet çiçeklerinin bahçıvanı, berrak mücevherlerinin gevher-füruşudur. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e ba-ziyade hürmet ve hizmet edilmesi gereken kimsenin kim olduğu sual edildiğinde üç kere “Validen!” saniyen “Pederin!” diyerek ferman buyurmuşlardır. (Buhari, Edep, 2; Müslim, Birr, 1-2) Bu mevzuya izafeten ecdadımız “Yuvayı dişi kuş yapar.” demişlerdir. Bu cihetten yuvanın sahibesidir hanımlar. Zira bu hasebe haiz hanımların firaset ve gayreti beylerinkinden daha büyük ve daha çok ehemmiyet teşkil etmektedir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ferman buyuruyorlar ki: “Saliha hanım, zevcinin vechine baktığında onu mesrur eyler, zevcinin meşru taleplerini yerine getirir ve zevcinin olmadığı yerde hem malını hem dahi namusunu muhafaza eder.” (İbn-i Mace, Nikah, 3/1857) Bu ferman-ı şerif üzere hanımlar toplum içresinde beylerle olan ilişkilerine İslami meşru kaideleri özümseyerek dakik ve rakik bir şekilde yön vermelidir. Zira bizim kendimize “Müslüman” diye-

bilmemiz için Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in izinde ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'le meiyyet içresinde olmamız kat’iyyen vacibtir. Taklit edilebilecek ne Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’den gayrı bir kimse olabilir ne dahi Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Kur’an-ı Hakim’den ayrı tutulabilir. Ve’l-hasıl, kelamın özü olarak diyeceğim şudur: Eğer hanımlar Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in izinde ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’le meiyyet içresinde olurlarsa o vakit toplum takva ve hikmet ehli kimseler olur ve ati toplumumuz Hakk’a Hakk dostluğuyla geçirdikleri bir ömür sonrası bi-iznillah son nefes selametiyle Allahu teala'ya vasıl olan ve gayret-i azim ile Hayyun ve'lKayyum hazretlerine vasıl olmaya çalışan gençlerle pür olur. Şiarımız Allah u Rasulü’ne vuslattır bizim. Neticede Hayy’dan geldik, Hu’ya gidiyoruz. Hepimiz bu ahvalin farkındayız. Lakin anlamayı istemek icab ediyor bu sırr-ı ilahiyi.

23


İMAR

Eda Nur KALKAN

Bir şehir, bir medeniyet kara parçasında, zahiren tekti Hacer annemiz. Bildiği nasıl imar edilebilir? Bir tek şey, burada yalnız olmadığı idi. Allah bizi zayi etmez grup insanın oraya yerleşmdiyerek gönlünü mutmain etmişti İbrahim’inin. Tevekesi mi gerekir? Şehirlerin ilk kül ve teslimiyetin göstergesiydi Safa ile Merve adında sahipleri kimlerdir? Bir şeyüce iki tepe. Pusulasız hedefe ulaşılabilir miydi? Hak hir kaç yıl yaşar? Kaç kişiyi yolunda pusula nedir? Bir kez koştu Hacer validemmisafir eder topraklarında? iz, ardından sayısız insanları koşturuyor, ve kıyamete Tek bir insan şehir kurabilir kadar da koşturacak. Hakka yolculukta azık, iman! Bir mi? ses duyuldu. Bu bir çığlık, bir bebek ağlayışı. Ey İsmail! Gözyaşların ağlattı yürekleri ve dayanamadı toprak Şimdi sizlere bir şehri anmübarek topuklarının acımasına. Ab-ı hayata özlem gibi latsam, kupkuru toprağın fışkırdı su. Zem Zem! Kıyamete kadar hiç bitmeyecek özlemini çekmeyen yoktur olan ilahi su. desem? Kavuşmak için gönülden istemenin gerekli olduğunu, yalnızca bu aşk ile yananların kavuşabildiği bir şehir diye eklesem… Şehri bu kadar güzelleştiren kim? Dağ, taş, toprak mı? Yoksa oralarda bir zaman yaşamış olanların hatıraları mı? Şehirleri değerli kılan; şehre gönül verenlerin ayak izleri ve nefesleridir. Bir şehir ki yanmadan kavuşulmuyor. Hangi şehir mi? İşte ilk şehir, ilk medeniyet bir köle kadın tarafından kurulmuştur.

24

Mekke denince Hz.Hacer validemiz akıllara gelir. İşte İslam’ın kadına verdiği büyük değer. Bir kadın ki o, Şehri Aşk-ı imar etti. Onun ne grup denebilecek kadar yakını, ne de gücü vardı. Bir oğlu, bir tas suyu, birkaç katığı vardı. Gökyüzünde bir güneş yakıyor içleri. Hiçbir insanın uğramadığı, kuşların bile orada uçmadığı Çizim:Gizem Yurdakul


Yeryüzünde ilk şehir, ilk medeniyet, Mekke, Hacer (ra)... Teslimiyetin şehri Asr-ı Saadetin Şehri. Bir hicrandadır gönlüm annemin imar ettiği, mübarek topuk izini göremediğim, Fahri Kainat Efendimiz’in sokaklarında dolaştığı şehirde, hiç nefes alamadığım için… Cennetten bir fragman… Gökteki yıldızların yetiştiği şehirden, hanım sahabeler... İlimde Zirve, Hz. Aişe ra… İffet ve Hayasıyla Hz. Hatice ra… İslamın İlk Şairesi , Hz. Hansa ra… İslamı kapı kapı dolaşarak anlatan, Ümmü Şerik ra… Yedi kat göklerin ardından sesi duyulan, Havle binti Salebe ra… Tek başına hicret edecek kadar güçlü ve korkusuz, Ümmü Gülsüm binti Ukbe ra… Evinde Şur’a meclisini toplayan, Fatıma binti Kays ra… Hz. Osman gibi bir halifeyi yetiştiren, Erva binti Küreyz ra… Hakkında ayet indirilen Ümmü Kühha ra… Nikahı göklerde kıyılan, Zeynep binti Çahş ra… Takvayı hayat düsturu edinen, Ümmü Zer Gıfariyye ra… Hayber savaşına katılan, Ümmü Sinan ra… Tüm sahabe hanımlarını saymak mümkün değil!.. Belki bugün bir şehir imar edemeyiz lakin ümmeti dert edinen salih/saliha evladlar yetiştirerek yanan imanlara bir damla su olabilir, Kudüs’ü fethedebiliriz.

''Bir kez koştu Hacer validemiz, ardından sayısız insanları koşturuyor, ve kıyamete kadar da koşturacak.''

25


KAİNATIN KALBİ KADIN Dünya tarihinden bu yana üzerine çokça konuşulsa da, kitap üstüne kitap yazılsa da, anlaşılmazlık abidesi olarak tabir edilse de anlaşılması çok kolay varlıklarız aslında. Anlaşılması kolay; merhameti, sevgisi bol; şefkati şifa… Düşünün, bir kadının ota değse eli, çiçek açar. Bir fidan ekse kadın, kocaman bir ormana dönüşmesi

26

Hazal TAŞ

an meselesi. Rahmanın Şâfi sıfatının yeryüzündeki tecellisidir bir kadının şefkati. Ve o, yaraları sarmak için var, dünyayı kurtaracak güzellik bir kadının avucunda saklı. Elleri nasır tutmuş, cefakâr kadınların huzuruna doğuyor güneş, her gün. Kâinat masumluğuna hayran, âlem onsuz bir hiç.

Bir kadın, yarınlarıdır dünyanın. Yarınlar, bir kadının merhamet dolu kalbiyle yetişecek.

Bir kadının fedakârlığında saklı dünyanın bütün renkleri. Her kadının fıtratında biraz da cefa vardır. Çünkü o, çektiği her çileye eyv’Allah diyecek kadar çetin, asla yıkılmayacak kadar güçlüdür. Sabır onun işidir. Engin bir ummandır yüreği. Bu yüzden kadına bir de annelik bahşedildi. Fıtratların en güzeli olan annelik fıtratı işlendi özüne, kusursuzca.

neden şehvet ifade ediyor? Ah, lütfen… Yormayın o kapanasıca çenenizi. Ben söyleyeyim. Çünkü, kadın elinizin kiri. Böyle öğretildi asırlarca, öyle değil mi? Peki, sizin bu hasta ruhlu bakış açınız ve şehvetiniz yüzünden yılda kaç kız çocuğu istismara uğruyor, kaç kadının tecavüzle hayatı sönüyor, kaç kadın cinayete maruz kalıyor, sayısını biliyor musunuz?

Bir kadının anneliğinde saklı dünyanın güzellikleri. Kadın, kadınlığını bildi; koca dünyaya hükmeden gücün arkasındaki başarı oldu. Kadın anneliğini bildi; insanlığa yol gösteren liderin merhametinin aynası oldu. Kadın kendini bildi; edep ve iffet timsali oldu.

Bilmezsiniz değil mi? Siz bunlara spor yenilgileri kadar da üzülmezsiniz. Çünkü Fener–Beşiktaş derbisi kadar ses getirmez! Galatasaray tribününde yer almak için sarf ettiğiniz çabayı bir kadını anlamak için sarf etmezsiniz çünkü. Şu asırda zevkin, sefanın peşine düşünce sizler, nice kadın, kadınlığına bir de adamlık ekliyor. Adam olmayınca başta çilesine çile ekleniyor! Elinin hamuruyla erkek işlerine girişmeye mecbur bırakmayın bir kadını. Adam olun, başında dimdik durun! Seni doğuran kadının bir parçası var onda; yavrunda o kadından bir parça var. Saygı nasıl duyulur, bil.

Kadın kendini bildi bilmesine de siz bilemediniz bayım! Bazılarınız öyle bilmedi ki hem de, kâinat yüz çeviriyor sizden. Kadını el üstünde tutan ecdadın kadını ayaklar altına alan torunları olup çıktınız. Ve siz bayım! Bizi karmaşıklaştırmaya çalışan örümcek ağı kaplı beyinleriniz var. Bir kadın sizin için


Şu asırda zevkin, sefanın peşine düşünce sizler, nice kadın, kadınlığına bir de adamlık ekliyor. Adam olmayınca başta çilesine çile ekleniyor!

Ve yine unutmayın ki; tüm insanlık tek bir kadının omuzlarında. Ve bu fıtrat ona aşk; aşkını yük yapma kadına! Çünkü kâinatın kalbidir kadın.

Elinin hamuruyla erkek işlerine girişmeye mecbur bırakmayın bir kadını. Adam olun, başında dimdik durun! Seni doğuran kadının bir parçası var onda; yavrunda o kadından bir parça var. Saygı nasıl duyulur, bil. Zorlamayın, itmeyin, ezmeyin. Çünkü o dünyanın en naif çiçeği. Dalından koparmayın, aksine can suyu verin ki size koca bir gül bahçesi sunsun. Ama şunu da unutmayın bayım! Toplumun bakış açısında hep geri planda bırakılsak da, konuşlandırıldığımız yer hak etmediğimizin dışında canımızı acıtsa da kâinatın evrensel dininin bizi yücelttiği yerde olacağız biz.

27

''Şu asırda zevkin, sefanın peşine düşünce sizler, nice kadın, kadınlığına bir de adamlık ekliyor.''

Çizim: Büşra Bayar


MÜBAREK ŞEFKAT KAHRAMANLARI ÜMMİYE YILMAZ ERÇEVİK Modern Kölelik Adı Altında Kadınlar Suistimale Açık Hale Getirilmeye Ve Dejenerasyona Uğratılmaya Mı Çalışılıyor? Bediüzzaman Saidi Nursi’nin mübarek şefkat kahramanları dediği kadınlar, günümüzde her alanda faaliyetlerini sürdürmektedirler. Kimi zaman kucağında çocuğuyla, kimi zaman elinde çapayla tarlada, kimi zaman kalemiyle yazıda, kâğıtta karşılaştığımız kadının önemini inkâr etmek haksızlıktır. Çanakkale’de mermi taşıyan Nene Hatunlar, Kurtuluş Savaşı’nda eli silah tutan Kara Fatmalar bizim Türk kadınlarımızın gücünün ve şerefinin yüceliğinin en güzel örnekleridir. yokken tarlada kendini koşmuştur. Buğdaydan un yapan ve unu ekmeğe dönüştüren kadın... Doğurganlığın, iktisat ve kanaatin de özü ve hatta kaynağı olmuştur.

28

“İnsanın ilk ve en tesirli muallimi onun validesidir.” der Bediüzzaman. Anneden alınan telkinat ve manevî dersler kişiliğimizi oluşturur, sonra eğitim yolu ile öğrendiklerimiz annenin manevî derslerinin üstüne bina edilir. Şefkati, merhameti, acımayı, dürüstlüğü, adaleti, gayreti ve daha nice güzel ahlâkı annesinden öğrenen çocuk, emin olun tahripkâr ve tacizkâr olmayacaktır. Kreşlerde anne sevgisinden mahrum büyüyen çocukların ileride tahripkar olmamalarını beklemek, şefkati ve merhameti onlardan beklemek ve hatta maneviyatı güçlü bireylere sahip olabileceğimizi düşünmek hayalden öteye gidememektir. O nedenle kadının ilk ve en önemli vazifesi anne olmaktır. Zorluklar haricinde “Eziliyorsunuz” yahut “kadın ve erkek eşit” gibi ötekileştirme fikirleri ile hem evde hem dış alanda çalıştırılmaya çalışılması ise modern köleliği devam ettirme bilincidir.


Oysa kadın köle yapılmayacak kadar değerli bir hazinedir. Kadın taşı aş edecek bir güce sahiptir. Ondaki sanatkârlık hiçbir canlıya hediye olarak verilmemiştir. Kadınlar çalışmalı anlayışıyla hem evde hem de düşük ücretle yahut ücretsiz bir şekilde çalıştırılmaya çalışılması da modern köleliğin örneklerindendir. Eşine destek olması gerekiyorsa kadın çalışmalıdır. Günümüzde çalışan kadınların evlenirken tercih edilmesi erkeklerin de kolaycılığını ve zihin yapılarının nasıl dejenere edildiğini göstermektedir. İslam’da erkek eve bakmak durumundadır. Bu anlayışı bizim erkeklerimizin kafasından silmeye çalışanlar Türk aile yapımızı bozmaya çalışanlardır. Zorla kadını çalıştırmak modern köleliktir. Kadın isterse çalışmalıdır. Yoksa kadın evinde ve çocuklarını muhafaza ederken fazlasıyla çalışmaktadır zaten… “Erkek aldatırsa kadın da aldatmalıdır.” zehri, aile yapısını ve ahlaki yapıyı bozmaya yönelik en büyük tehlikedir. Erkeklerle yarış haline sokulmak istenen kadın fıtratı erkeğin yapmış olduğu fenalığa uygun bir yapıda değildir.

yapımızı da parçalayabileceklerdir. Parçalanan aile yapısından sonra ise çok kolay bir şekilde vatan topraklarında at koşturacaklarını kendileri de çok iyi bilmektedirler. Oysa diyor Üstat Hazretleri “O masum hanımlar sefahatte hiç bir vecihle erkeklere yetişemezler, fıtrat itibari ile namahremden korkarlar.” Öyleyse, kadınlarımızı -modernlik adı altında sürekli değişen- moda akımı yalanlarıyla avutarak onları gütmek anlayışı da modern köleliğin başka bir şekli olmaktadır. Moda, kadın için modern köleliğin başka bir giriş kapısıdır. Ne giymesi gerektiği söylenerek başlanan direktifler zamanla nasıl düşünmesi gerektiği haline dönüşerek devam eder. O nedenle özellikle izlenen ve dinlenen ve hatta okunan kaynak seçimlerine fazlasıyla dikkat edilmesi gerekmektedir. Kadın; bu âlemin ve saadeti ebediyenin yegâne mutluluk anahtarıdır. Kadın mutluysa çocuklar mutludur. Kadın mutluysa toplum mutludur. Kadın mutluysa dünya mutludur. Şefkatin ve merhametin kaynağı kadının değeri, itibarı ve toplumumuzdaki yeri asla zedelenmemelidir. Kadın hem evde hem de sahalarda kendine uygun şartlarda ve mecburiyetsiz var olmalıdır.

Sabrın ve sadakatin modasının geçtiğini toplum bilincine yerleştirerek kadınların zihin yapısını değiştirmeye çalışanların varlığı her dönemde bulunmaktadır. Çünkü biliniyor ki Türk toplumunda kadının yerini, değerini ve itibarını zedelediklerinde aile

“Kadın mutluysa çocuklar mutludur. Kadın mutluysa toplum mutludur. Kadın mutluysa dünya mutludur.”

29


KADIN PERSPEKTİFİ

Fatma TURAN

Kadın toplum içerisinde erkekle beraber başrolü oynayan önemli bir gerçektir. Her klanın, kabilenin, milletin, dilin, dinin, ırkın kısacası her topluluğun kendi bünyesinde kadına farklı rollerin atfedildiğini, kadına farklı davranış kalıplarının kaftan biçildiğini ve kadının ona uygun hareket etmesi beklendiğini bilmekteyiz.

30

Amerika’da artık 8.sınıfı bitirenlere yetişkinmiş gibi davranılıyor. Bu durum erkek çocuklarına da kız çocuklarına da Amerika toplumundaki bakışı ortaya çıkarıyor. Bir bireyin gerek fizyolojik ve gerekse psikolojik olarak olgunluğu bu dönem itibariyle kabul görmektedir Amerika’da. 20’li çağlarında bir kadına bakışla 14’lü çağlarındaki bakış aynı olmamalı oysa! Belki de pedofiliye açık bir davettir bir bakıma bu kabul görü! Eleştirilecek çok şey var! Hindistan’da yaygın olan dinlerden biri Hinduizm’dir. Bu dinde soy kadınla değil; erkekle devam eder. Hinduizm dininde itaatkârlık en büyük kriterlerdendir. Burada itaatkâr olacak cinsiyet “kadın”dır. Kadın itaatkâr olduğu kadar göze girer, itaatkâr davrandığı kadar takdir kazanır. Kadının bedeniyle, aklıyla, diliyle kısacası her şeyiyle itaat için dünyaya geldiği görüşü söz konusudur. Kadınlar özel günlerinde mabede gidip ibadet edemez. Kadınlar Vedalar’ı okuyamaz, yasaktır. Kadın bireysel ibadetleriyle cennete giremez, ancak itaatkârlığı ile cennete layık olur. Erkeğine ne kadar itaat ederse cenneti kazanır. Kadının tüm inançlarda ırklarda farklı sorumlulukları vardır. Ülkelerin, ırkların kadınlara açtığı perspektif bazen geniş yelpazede bazen de çok dar bir yelpazededir.

Bir başka ülkeye bakalım. Finlandiya’daki kadın perspektifi nettir. Kadın ve erkek eşitliği söz konusudur. Çıplaklık ahlaksızlık olarak kabul edilmez, yasak değildir hem kadın hem de erkek için. Erkek ne kadar hakka sahipse, özgürse kadın da o kadar hakka sahiptir, özgürdür. Başka toplumlardaki ayıplanan çıplak kadın bedeni de erkek bedeni de burada ayıp değildir. Kimi yerde saunaya erkeklerle beraber çıplak girer kadın ve bu ahlaksızlık olarak karşılanmaz. Toplumların ahlak, eşitlik, güç, adalet, erdem v.s gibi kavramlara farklı anlamlar yüklediğini kabul etmek gerekiyor. Gelgelelim Budizm dininin perspektifine bu perspektif şöyledir; kadın ve erkek eşittir, mabetlerde ikisi ibadet edebilir hatta erkek ve kadın beraber mabette ibadet eder. Kadın hem dini hem de sosyal alanda tıpkı erkek gibi özgürlüğe sahiptir. Kadının görev ve sorumlulukları her toplulukta farklıdır. Dinlerin kadınlara verdiği değer birbirinden farklıdır. Bazen benzerlikler bulunsa da dinlerin ana örgüsünde kadına farklı anlamlar yüklenmekte ve farklı değerler atfedilmektedir. Kadınlara dair bir başka perspektife yönelelim. Bu perspektif Himba Kabilesi’ne aittir. Himba Kabilesi içerisinde erkekler sadece hayvanları otlatma işiyle ilgilenir. Himba Kabilesi’nde hayvan derilerinden çadır yapmak ve çadırı inşa etmek, ineklerin ve keçilerin sütünü sağmak, kuyulardan su çekip köye getirmek ve o sudan yemek yapmak, çocuklara bakmak kadının görevidir. Bu kabilede miras kadının baba tarafından kadına, kocasına ve çocuklarına kalır. Eğer kadının evlilik yaşı gelmişse bunun ilan edilmesi oğlak derisinden hazırlanmış bir tacı saçına takmasıyla olur. Ve son olarak Yahudi dininin kadın perspektifine bakalım. Yahudilik’te kadının yasak meyveyi yediği için ceza aldığı ve bu yüzden de gebe kalıp ağrılarla, sancılarla çocuk doğurduğu inancı vardır. Kadının görevi çocuk doğurmak,


Çizim:Büşra Beyar

Ve son olarak Yahudi dininin kadın perspektifine bakalım. Yahudilik’te kadının yasak meyveyi yediği için ceza aldığı ve bu yüzden de gebe kalıp ağrılarla, sancılarla çocuk doğurduğu inancı vardır. Kadının görevi çocuk doğurmak, evine bakmaktır. Kadın, dini görevli olamaz. Kadının saçını örtmesi beklenir, zira başı açıksa o evde dini metinler okunamaz. Kadının kötü sıfatlara sahip olduğu; geveze, kıskanç, güvenilmez, baştan çıkarıcı olduğuna inanış vardır. Kadın eksik kabul edilir, bu eksiklik de aklıdır. Kadın aklının sadece günaha ve rezalete iten olduğuna inanılır. Kadın eğer evlenirse eksiksiz olur. Kadın evlenirse ve anne olursa saygı görmeye layık olur ancak. Çocuğa isim koyma hakkı babaya aittir. Evin reisi olamaz kadın. Erkek birden fazla eşe sahip olur, kadın olamaz. Boşanma hakkı kadında değil erkektedir. En başta da ifade ettiğim gibi; dinlerde, ırklarda, kabilelerde, ülkelerde vs. kadın her zaman stabil

bir anlam ifade etmez, hepsinde de farklı anlamlara sahiptir ve hepsinde de farklı görevleri vardır. Tüm topluluklarda kadından yapılması beklenen işler, davranışlar vardır. Kimi kadına sınırlı hak verirken, kimi hak vermez, kimi de erkekle eşit haklar verir. Ancak kadının değeri, görev ve sorumlulukları, kadına biçilen değer vs. her daim problemli bir ana temaya sahip olmuştur. Kadınlar kimi zaman örgütlenip bu duruma karşı çıkmıştır ve belki bir takım taleplerini olumlu hale çevirmişlerdir, kimi zaman da sessizliklerini koruyup hayatta kalma mücadelesi vermişlerdir. Kadın, toplumların ona yüklediği görevler ve atfettiği değerlere bazen uymamış olsa da yoğunlukla uymuştur. Ancak fiziksel ve psikolojik şiddetten, fazla çalışmaktan, tacizden, tecavüzden, vahşice katledilmekten kurtulamamıştır! Bağrımızdan kopup gelen üstat Neşet Ertaş’ der ki “Kadın insandır, biz de insanoğlu!” ne söylesem eksik kalır. Esenle kalın.

“Kadın insandır, biz de insanoğlu!”


KARA KAMUSTA VAR BİR İNCİ Hilal Karadut Yabancısı olduğun şehirlerde nereye gideceğini, nerede kalacağını, nereleri gezip, neleri yiyeceğini, hangi taşın önünde fotoğraf çektirilir, hangi türbede hangi meşhur zat yatar bilemezsin. Eğer bir rehberin yoksa kaybolmuşluk girdabında "yağ satarım bal satarım" der gibi hep aynı noktaya geldiğin bir bulmaca olur yollar. Her yol bir kelime, her durak başka bir harfe geçen sınırlar. Koca şehirde sadece bir kavşak var, tüm yolların bağlı olduğu ana kavşak. Beş harfli... İlk harfi

çıkmış... 'K'...

Hem de öyle bir tescilleme ki tüm şahitler huzurunda, iyi günde kötü günde. Ne parmağa pranga gibi ne mutfağa aşçı gibi... Sadece iki kişinin birbirlerinde göreceği yaldızlı mühürler, sadece iki kişinin okuyabildiği bir alfabe gibi. Yazıyı icat eden adam, ilhamı aldığı ise kadın gibi. Kitabın içi simgelerle dolu, Çinceden hallice bir ünlü ünsüz hengamesi mevcut. "Kadınlar anlaşılmaz varlıklardır." diye boşuna dert yanmıyor ya insan'oğlu. Okumayı öğrenmeden kamus çıkarmak da ne demek?

"Tek kelimelik sözlük" dediğimiz, belki de işimizi kolaylaştıracak, içimize serptiği sularla yarabbi şükür dedirtecek, idrakimizin ufuklarında baston atmamızı sağlayacak büyük kolaylık, tek kelimelik gerçeklik: Kadın?

Bir şeyleri anlatabilmek için asıl kaynağına ağzımızı dayamamız, su içmemiz, içtiğimiz o suyun sesini duymamız hatta içemediğimiz kısmın nerelere akıp gittiğini de iyi bellememiz gerekir. Elmayı anlatabilmek için toprağı minerallerine kadar saymak, silgiden mevzu açabilmek için yanlış yapmak, kadını okumak için “erkek”in yazarlığını tescillemek..

32

Kadın bir gezgindir. Avuç kadar göçebe ruhu ile başını arşa, ayaklarını Cennet-ül Ala'ya uzatan bir gezgin. Bir beşerin görebileceği en güzel yerleri turlamış fakat yalnız bir erkeğin topraklarında, suya hasret çöllere beyaz gül gibi gelmeyi yeğlemiş varlıktır Çizim: Gizem Yurdakul


Kadın kusurların en kusursuzudur. Bedeninde, kokusunda, bakışlarında; büyük kabileleri birbirine düşman eden, prensleri ipe götüren, ipten adam alan, siyanürle tüm uzuvları kıtaların birbirinden ayrıldığı gibi bedeninden ayrılsa dahi belirtilerini hala taşıyan etkili bir büyüdür. Kadının kusurlu olmasının da hikmeti buradan gelir aslında. Kusursuz bir dünyaya kendini tüm kusurlarıyla kabul ettirerek eksikliğini avantaja dönüştürmüştür. Tıpkı yüzde oluşan bir gamze gibi durur erkeğin gülüşünde. Gülüş sebebinde...

Kadın bir posterdir. Kiminin otuz yıl önce en sevdiği duvarına asıp sadece kenarlarındaki bantlarından eskiyen. Kiminin yakasına iliklenen küçük bir vesikalık, çoğunun yargılarken gördüğü çizgi ve renklerden oluşan üç boyutlu bir origami. Bir simge, hatırlanmayı hak eden, evin bir yerlerinde o posterden her an terlik gelebilirmiş hissi… Kadın tamamlayıcıdır. Yokluğuyla her zaman yarım olduğunuzu hatırlatan... Bir çatının bacasını tüttüren, eli yemeğe deymeden lezzeti damağa gelmeyen, ülke de ardından yiğit diye ün salmışların atamanı, olmayanların

yerine taş bastığı soğuk eksikliktir. Beş harfli... Neresinden tutarsanız tutun bulmacada hemen çıkmayacak, çıksa da gerektiği anlam bütünlüğünü küçücük karelere sığdıramayacak harf kümesi. Hiç sevmediğim kümeler dersinin beni de kapsayan evrenseli... Çok şükür ki kadınım. Evrenselin içinde muazzam bir detayım.

“Kusursuz bir dünyaya kenini tüm kusurlarıyla kabul ettirerek eksikliğini avantaja dönüştürendir kadın!”

33


YANLIŞ BİLİNEN '' KADIN ''

Muhammed Usame Alptekin

Çağımızın en büyük problemlerinden bir tanesi İslam'ın kadına yeterince değer vermediği algısıdır. Bu algının reklamını yapmaya çalışan bir takım grupların özellikle üzerinde durduğu ve insanları yanlış yöne sevk ettiği bazı iddiaların aslında öyle olmadığını açıklamaya çalışacağız. Bu yazımızda üç temel problemi ele aldık ve bu tutarsız fikirlerin ne denli yanlış olduklarını ispat ettik.

İslam'da Kadın Hep İkinci Planda Tutulan Değersiz Bir Varlıktır

34

Günümüzde çoğunluğunu Feminizm akımına gönül vermiş olan kardeşlerimizin oluşturduğu bir topluluğun, özellike kadın konusunda ön plana attıkları iddialardan birisi de İslam'ın kadını hep ikinci planda tuttuğu ve onu değersiz bir varlık olarak gördüğüdür.

satılan kadının şerefini gerçekleştirmiş olduğu reform hareketleriyle birlikte tekrar iade etmiştir. Yapmış olduğu bu devrimle birlikte dünyaya kadının içinde bulunduğu toplumun önemli bir parçası olduğunun mesajını vermiştir. Hz. Ömer (radıyallahu anh)’ın bu konu üzerine söylemiş olduğu şu çarpıcı ifadeler İslam'ın kadını vicdandan ve akıldan yoksun nasıl bir anlayışın içerisinden kurtardığının en net örneğidir: “Cahiliye devrinde yaptığımız iki şey vardı ki bunlardan birini hatırladıkça güler, diğerini hatırladıkça ağlarım. Helvadan put yapıp tapar, acıktığımızda yerdik. Bunu hatırladıkça gülerim. Ağladığım şey ise kızlarımızı diri diri toprağa gömmemizdir.”

Ama sanılanın aksine İslam; değerleri ayaklar altına alınmış, pazarlarda adeta eşya gibi alınıp İslam'dan önceki cahiliyye döneminde bir çiftin çocuğunun kız olması onursuzluğu simgeleyen bir durumdu. Eğer çocuk kız doğarsa baba utancından dışarı çıkamazdı. Bu durumdan sıyrılıp onurunu kurtarmanın yoluysa kızını diri diri toprağa gömmesiydi. Daha bunun gibi nice bilinçsiz ve vahşice anlayışların arasından bir ışık süzüldü.

Çizim: Büşra Bayar

Ve ''Kadınlar size Allah'ın emanetidir.'' diyen bir peygamberin getirdiği devrim, tüm bu cahiliye geleneklerinin hepsini yıkmış oldu. Kadın, topraktan çıkarılarak ayaklarının altına cennetin serildiği bir konuma yükseltildi.


Kadın bir posterdir. Kiminin otuz yıl önce en sevdiği duvarına asıp sadece kenarlarındaki bantlarından eskiyen. Kiminin yakasına iliklenen küçük bir vesikalık, çoğunun yargılarken gördüğü çizgi ve renklerden oluşan üç boyutlu bir origami. Bir simge, hatırlanmayı hak eden, evin bir yerlerinde o posterden her an terlik gelebilirmiş hissi… Kadın tamamlayıcıdır. Yokluğuyla her zaman yarım olduğunuzu hatırlatan... Bir çatının bacasını tüttüren, eli yemeğe deymeden lezzeti damağa gelmeyen, ülke de ardından yiğit diye ün salmışların atamanı, olmayanların yerine taş bastığı soğuk eksikliktir.

Beş harfli... Neresinden tutarsanız tutun bulmacada hemen çıkmayacak, çıksa da gerektiği anlam bütünlüğünü küçücük karelere sığdıramayacak harf kümesi. Hiç sevmediğim kümeler dersinin beni de kapsayan evrenseli... Çok şükür ki kadınım. Evrenselin içinde muazzam bir detayım.

“İlk tesettür emri erkeğin göz kapaklarına inmiştir.”

Kadın kusurların en kusursuzudur. Bedeninde, kokusunda, bakışlarında; büyük kabileleri birbirine düşman eden, prensleri ipe götüren, ipten adam alan, siyanürle tüm uzuvları kıtaların birbirinden ayrıldığı gibi bedeninden ayrılsa dahi belirtilerini hala taşıyan etkili bir büyüdür. Kadının kusurlu olmasının da hikmeti buradan gelir aslında. Kusursuz bir dünyaya kendini tüm kusurlarıyla kabul ettirerek eksikliğini avantaja dönüştürmüştür. Tıpkı yüzde oluşan bir gamze gibi durur erkeğin gülüşünde. Gülüş sebebinde...

35


KİM, NE DEMİŞ ? OKULLARIMIZDA DİN VE AHLAK EĞİTİMİ Nurettin Topçu

36

Din eğitimi her şeyden önce bir kalp eğitimidir. Gerçekte din, psikoloji ile metafiziğin karışımıdır. Dini yaşayış psikoloji ile yani kendini düşünmekle başlar. Böylelikle elde edilen nefsin bilgisinden Rabbin bilgisine yükseltici bir metafiziğe ulaştırır. Sonunda Allah’a teslim olarak onun bizim üzerimizdeki mutlak hâkimiyetini kabul edici sığınma halinde sürekli bir şevkle yaşatıcı yine psikolojik, yani ruhsal bir hayat ve hareket sistemi oluşur. Böyle bir hali bizde yaşatmaya yardımcı olan beden hareketlerine ibadet derler. Hakikatte ibadet, bu beden hareketlerinin kendisi değildir. İbadet şevk ve aşk ile tereddütsüz Allah’a teslim olmadır. Beden hareketleri, psikolojik bir kaide olan bedenin ruh üzerine tesirini sağlayıcı ve arttırıcı sistem halinde emrolunmuş bir takım unsurlardır. Bu unsurların en mükemmeli İslam’ın namaz ve dua hallerinde göze çarpar. Din müspet ilim değildir. Dinin hakikatleri deneyle açıklanmaz ve dinde deneyle kontrolü yapılabilin evrensel kanunlara ulaşılmaz. Matematikte olduğu gibi dinde aklın yapısına bağıl prensipler de yoktur. Onun prensipleri vicdanın yapısına bağlıdır; ilham ve inançlarla beslenir. Bütün hayat tecrübelerimizin yükseldiği sonsuzluktan tekrar varlığımıza dönen ilahi bir aks-ı seda halinde benliğimizi kucaklar. Sonsuzluğun kollarıyla kucaklanma ruh için sonsuz kuvvet kaynağıdır. Durkheim’in bu manada “din insanlar için bilgi kaynağı değildir, kuvvet kaynağıdır” deyişi bu hakikati ortaya koyucudur. Dindar adam başkalarından daha iyi bilen değildir, daha ziyade kuvvetli olandır. İnsana yalnız dinin sağlayabildiği bu ruh kuvveti, içimizden bizi Allaha doğru götüren enerjinin kaynağıdır. Tasavvuf ehlini bu ruh dünyasının atleti yapan bu kuvvetle yürüyüş gerçek dinin yolunda yürüyüştür. Dünyamızın bu günkü buhranı temelinde bir din buhranıdır ve bunun sebebi de din adamlarının ihaneti olmuştur.

Din bir mantık sistemi de değildir. Aklın prensipleriyle ilahi hakikatleri kavramaya çalışmak boşuna gayret olduğu gibi, aklın anlamaktan aciz olduğu dini hakikatlerin inkârı da, aklın sınırlarını bilmeyişten ileri gelen kibirle cehalet karışığı bir şaşkınlıktır. Akıl belki bir merdivendir; akılsızlıkla Allah’a varılmaz; ancak akıl merdiveninin bütün basamakları aşıldıktan sonra onu bırakıp kalp ve ilham kanadının açılmasına ihtiyaç vardır. Aşk yolunda yürüyerek değil, uçarak ilerlenir. Aşk ile ulaşılan bu içsel halin sadece bir temaşa olduğu zannedilmesin. O bizde zaman, hayat ve hareket olur. Eşyanın gerçeğini gölgede bırakan bir gerçek olur. Mevlana’nın: “Mustafa’nın önünde aklanı kurban et!” sözü bu yolda anlaşılmalıdır. Din bir dünya saltanatı değildir. Onun siyasetle ilişkisi olamaz. Tarihimizde şeyhülislamlık müessesesinin din adına sahip olduğu iktidar ile siyaset yapması, devletin olduğu gibi dinin de içten çökmesinin başta gelen sebebi olmuştur. Dini makam, ikaz, irşat ve Hakka işaret yeridir, yumruk ve süngü idareciliği değildir. Din bir meslek olamaz; o insanlığımızın cevheridir. Bir kısım insanların din adamı diye ayrı bir içtimai sınıf meydana getirmeleri, dini bir dünya sanatı haline koyulmasına yol açmıştır. Hepimiz din adamıyız, hep Allah yolunda olmamız gerekiyor. Bu yoldan uzaklaşanları uyarmak hepimizin işi olmalıdır. Bu iş ilimle değil, irşatla olur. Şu halde din bir irşat mesleğidir diyebiriz. İrşat, Allaha götüren yolu aydınlatmaktır; bedene değil, ruha çevrilir. Peygamber ve ashap devrinde hoca ve din adamı sınıfı yoktu. Bugün İslam’ı kurtarmak için aynı samimiyet ve ihlâs devrine dönmemiz lazım geliyor.


Ahlak vericilikte en esaslı iş, örnek olmaktır. Şu halde mürebbi yani muallim ve müdürler, talebeye örnek olmalıdır. Gence kazandıracağımız ahlakı, ona ancak kendi hareketlerimizle aşılayabiliriz. Gençler iyilik ve fenalıklarıyla, mürebbilerin manevi varlıklarının bir nevi çıkartmasıdırlar. Biz onlarda kendimizi gördüğümüzü unutmayalım. Birer ahlak ülküsü olan dinlerde veliler örnektirler, nazariyeler vat etmezler. Ve ruh terbiyesi yolunda halkı zorlamadıkları halde, halk onların arkasından koşar. Sade varlıkları bir çağırıştır, bir kuvvettir. Varlığımızın, yetiştireceğimiz nesil için bir kuvvet olmasına çalışalım. Özümüz ile sözlerimiz arasındaki başkalık, genç ruhlar için en müthiş zehir tesirini yapar. Gençlik karşısında imtihan vermekte olduğumuzu unutmayalım. Bugün okulu sadece bir atölye, bir laboratuar haline getirmek isteyen gizli kuvvet, onun esaslı olan insan varlığını yok etmeye çalışmaktadır. Şüphe yok ki, tekniğin zamanımızda büyük önemi vardır ve onu ilerletmeye çalışmak da vazifelerimiz arasındadır. Ancak okuldan insanı kovarak sadece tekniği geliştirmek ve insanı tanıtacak olan ilimlerden de insanı çıkarmak, tekniği insanın üstüne yükselttikten sonra tekniğin ayakları altında ezilmek insanın ve insanlığın yükselişi değildir. Bu, insanın yıkılışıdır ve insanlığını yıkılışı bu felaketli adımdan doğacaktır.

Bütün büyük medeniyetler, insanlığın manevi kudretinin hayata hâkim olmasıyla meydana çıkmıştır. İlk çağın Çin ve Mısır medeniyetleri, İslam medeniyeti, rönesanstan romantizme ulaştıran Avrupa medeniyeti gibi. Maddeye üstünlük sağlayan ilerleyişler, medeniyetler yıkmıştır. İlk çağın renk renk donatılmış hayat ağacını kaba bir kılıç darbesiyle deviren barbarlar, maddi kuvvetin harikası idiler. Orta çağda din adı ile gerçek imanın dünyasını devirmeye azmeden Haçlılar da daha önce benzeri görülmeyen maddi iktidarı yaşatıyorlardı. Her ikisi de medeniyet yıkıcı oldular. Batının XIX. Asra kadar şahane yükselişinin sırrını da ilim, felsefe ve sanat alanlarındaki manevi gücünün ortaya koyduğu harikada aramak lazımdır. Asrımızda kendini gösteren, son yıllarda ise göz kamaştırıcı ve ürpertici hal alan buhran, bütün dünyayı sarsan kasırga ve yıkım batının manevi yapısındaki çöküntünün aşikâr mahsulüdür. Bütün batılı düşünürlerin, bütün gören gözlerin itiraf ettiği hakikat şudur ki, batıda teknik gücü, başka adıyla söylenirse makineleşme hareketi ağır basmış, önce ahlakı esareti altına almıştır. Şimdi onu hayat meydanından tamamen dışarı atmak istiyor. Sokrat, Avrupa medeniyetine temel olan eski Yunan kültürün yükseltirken yaptığı iş, felsefeyi

37


Asrımızda kendini gösteren, son yıllarda ise göz kamaştırıcı ve ürpertici hal alan buhran, bütün dünyayı sarsan kasırga ve yıkım batının manevi yapısındaki çöküntünün aşikâr mahsulüdür. Bütün batılı düşünürlerin, bütün gören gözlerin itiraf ettiği hakikat şudur ki, batıda teknik gücü, başka adıyla söylenirse makineleşme hareketi ağır basmış, önce ahlakı esareti altına almıştır. Şimdi onu hayat meydanından tamamen dışarı atmak istiyor. Sokrat, Avrupa medeniyetine temel olan eski Yunan kültürün yükseltirken yaptığı iş, felsefeyi fizikten yani maddenin bilgisinden ahlaka yükseltmek oldu.

38

Yarım asra yakın bir zamandan beri maarifimizin bütün gayreti, bütün imkânları, öğretimi ve gençliğin terbiyesini ahlaktan fiziğe yani maddenin bilgisine inandırmak olmuştur. Zamanımızda bütünüyle benimsenen Amerikan terbiyesi ve teknik hâkimiyetinin okullarımıza ve öğretime yerleşmekte olduğunu görüyoruz. Amerikan kültür ve zihniyeti, İslam ruh ve ahlakının büyük ve ebedi eserlerine de musallat olmuştur. Yarım ilim ve yarım ahlak her felaketi getirebilir. Riyayı alkışlamak değil, hakkı aydınlatmak kutsal vazifemizdir. Önce şu hakikati aydınlatmak isteriz ki, hakikat aşkında başka bir şey olmayan ilim ve felsefe ile hakka teslim olmanın yolu olan din, birbiriyle çatışmak şöyle dursun, birbirlerini tamamlar. Hakikatin araştırılmasını ilim yolu ile başlayan insan, mutlağın şuuruna felsefede ulaşır, onun bizzat yaşanması ise dinin dünyasında gerçekleşir. Bizim ruhi ve manevi irşadımız ilim sayesindedir. O, kurtarıcımızdır. Manevi varlığımız için tehlikeli olan, ilmin hakikat mürşidi olmaktan çıkarak teknik yani tatbikat için, pratik menfaatlerimiz için alet haline getirilmesidir; maddi menfaat ve teknik cihazının insanda hakikat sevgisini esareti altına almasıdır; böylelikle zalim menfaatlerin kurduğu madde saltanatının ebedilik yolunu tıkamış olmasıdır. Bilindiği gibi okulda insan ruhuna çevrilmesi bakımından iki zümre dersler okutulur. Maddi

kültür ve manevi kültür dersleri. Bunların ikisi arasında denkleşmeyi sağlamak, eğitimde esaslı davadır. Bizim için madde ihtiyaç, mana iktidardır. Yarım asırdan beri ufaltıla ufaltıla, yıpratıla yıpratıla bu günkü okulda serçe kanadından daha sıska kalan kültür, manevi kültürdür. Maddi kültür ise bizzat kendisinin de temeli olan hakikat aşkından ayrılarak kutsallaştırılmaktadır. Manevi kültür, insana, sanata, cemiyete ve tarihe uzanır. Onun özü, insan sevgisidir. Gayesi Allah sevgisidir. O, yalnız bir ders içinde verilmez. Sanat ve edebiyat, yurttaşlık, tarih ve felsefe derslerinin hepsi, manevi kültür dersleridir. Onu yalnız bir dersin içine sıkıştırmak, kendi hayatından, kendi dünyasından ve bizzat kendi özünden ayırmaktır. Hayat cevherini, barındığı hücreden ayırmaktır. Ayrıldığı yerde hayatiyeti kaybolacaktır. Okullarda din ile ahlakın yüksek şuuru, manevi kültür derslerinin hepsi ile birlikte verilecektir. Tarih ve sanat tarihi derslerinde, büyük mazimizin iman ve hamiyet hamlesi ruhları kımıldatılmalıdır. Din ve ahlak eğitiminin yalnız bir derste verilmeyeceği aşikârdır. Çünkü bunlar varlığımızın her sahasına nüfuz etmiştir. Ve bütün hareketlerimizde yaşamaktadırlar. Yalnız yürekler parçalayıcı bir sahne karşısında ahlaklı ve sade ibadette dindar olunmaz. Ahlak ve dindarlık bütün hareketlerimizde, insanlarla her temasımızda meydana çıkan hadisedir. Din ve ahlak kültürümüzün değerlendirilmesi ve yükseltilmesi yukarıda belirtmeye çalıştığım esaslı gayelerine uygun okutulmalarıyla kabil olan iştir. Onların eserini tamamlamak için yeni dersler de konabilir. İlk ve orta öğretimde yurttaşlık derslerinin ahlak dersi haline getirilmesi lüzumludur. Lise son sınıflarında felsefi disiplin olarak ayrıca ahlak dersleri de okutulmalıdır. Din dersi ilkokulda, dini menkıbeler ve ahlak aşısı halinde her sınıfta okutulmalıdır. Ortaokulda geniş ve tam, İslam medeniyeti tarihi okutulmalı, temel akait bilgisi verilmelidir. Lise bölümünde Kur’an dan parçalar izah edilmeli ve İslam felsefesi okutulmalıdır.


Son olarak bütün ilköğretim ve liselerde yapılamakta olan din derslerinin manasızlığına işaret etmek istiyoruz. Bugün ismi öğrenci karnelerinin en altına yazılan din dersleri, özellikle yaşı biraz ilerlemiş gençlerde dini küçümsemekten başka bir işe yaramıyor. Dini tatbikata ait kaidelerin öğretilmesi, çocuğa dini ruh ve hürmet aşılayamaz. Din, bütün hareketlerimizin dışında kalan bir hayat ve hareket alanı, bir ihtisas konusu değildir ki, ayrı bir ders ve öğretim yapılsın. Bu okullarda din kültürünü, bütün kültür derslerinin içinde, felsefe, tarih ve edebiyat derslerinde vermek en doğru yoldur. Felsefe, dinin mukadderat metafiziği olan özüne değinecek ve ona götüren yola aklın aydınlıklarını serpecektir. Edebiyat, en kuvvetli din aşısı yapacak kültürü verir. Yunus’tan, Akif’e kadar, gençlere dini ruhu heyecan halinde aşılayacak en kuvvetli vasıta edebiyattır. Tarihe gelince, İslam tarihi içinde olduğu kadar, Selçuklularla Osmanlıların yani Anadolu’nun tarihinde İslam’ın ruhunu hayat ve hareket halinde tanıtarak sevdirecek sayısız örnekler vardır.

Büyük peygamberimizin hayatından başlayarak Hz. Ömer’den geçen ve Alparslan’ın, Osman Beyin, Muratların, Fatihin, Yavuzun ve bunlar gibi daha pek çok hükümdarların insanlık tarihine vermiş oldukları eşsiz örneklerin bilgisiyle bezenen genç ruhların İslam ahlakını, aşk ile benimsemeleri beklenir. Ayrıca bir din dersine lüzum yoktur. Din, bütün duygularımızla hareketlerimize ve bütün varlığımıza sindirilmesi gereken bir kültürdür, bir aşıdır, damarlarımızda dolaşan ve insanlarla temasımızda kendini gösteren bir cevherdir. Sadece Kuranın ezbere okunması, mabetteki merasim, hac ticaretleri, cehennem ve azap tehditleri dinin dairesi dışındadır. Din eğitimini, bugünkünün tam tersine, Allah istikametine doğru çevirmek, onu hakikatine ulaştırmaktır.

39


Ufukta Asıl Parlayanlar Allah (c.c) Hucurât sûresinde şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar! Şüphe

Semih özdemir

40

yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık.”1 Bu âyetten de anlaşılacağı üzere kadınlar, toplumun olmazsa olmazlarındandır. Erkeksiz nesil yetişemeyeceği gibi kadınsız da bir nesil yetişemez ve insanlar yeryüzünün “halife” olma şerefine nâil olamaz. Erkek ve kadınları fıtratları gereğince farklı konuma koyup, onlara farklı sorumluluklar yükleyen Rabbimiz (c.c), yukarıda zikrettiğimiz âyetin devamında geçen “Allah katında en değerli olanınız, takvası en ziyade olanınızdır.” ifadesiyle de kendi katında cinsiyet farkından ötürü kimsenin bir üstünlük kazanamayacağını açıkça ortaya koymuştur.

Câhiliye döneminde hakir görülüp küçük düşürülen kadınları bataklıktan çıkaran İslâm dini, onlara fıtratlarına uygun tertemiz bir yer tanımıştır. “Onlardan biri bir kız çocuğuyla müjdelendiğinde, içi öfkeyle dolarak yüzü simsiyah kesilir.”2 âyetinde işte tam da bu farkın altı çizilmektedir. Câhiliye döneminde içleri öfkeyle dolarak yüzleri simsiyah kesilirken İslâm dini, bir kız çocuğunu“müjde” olarak görmektedir. O dönemde kadınlar hakir görüldüğü için âdet hallerinde eve bile sokulmamışken Resûl-i Ekrem (s.a.v) eşlerini âdet hallerinde sevdiği dahi olmuştur. Hatta bizim fukahâmızın kitaplarında “Mushaf, fıkıh veya hadis kitapları ve kadın gibi kendilerine tazim edilmesi vacip olan şeylerle cihada çıkmak, hafif ve hakir görülmeleri endişesiyle haram kılınmıştır.” ibaresini bulmak mümkündür.


Hatta daha da geriye gidildiğinde Aristo’nun “es-Siyâse” adıyla Arapçaya çevirilen bu kitabında şöyle demektedir: “Tabiat, kadını iki yön haricinde hiç bir kabiliyetle donatmamıştır. Bundan dolayı kadınları, yalnız ev işlerini düzenleyen ve çocuklara bakan bir anne olarak yetiştirmek gerekir.”3 Halbuki sahâbe döneminde, akla takılan soruların cevapları için başvurulan mercilerden bir tanesi 2210 rivâyetiyle en fazla hadis rivayet eden dördüncü sahabî sayılan Hz. Âişe (r.a) idi. Ayrıca hanım sahabî Ümmü Sa’d’ın (r.a), sahabenin yazı hatalarını düzelttiği bilinmektedir.4 Melike bint Abdullah b. İbrahim (rh.a) ise küçük yaştan itibaren muhaddislerden ders almış, daha sonra da İbn-i Hacer el-Askalânî’ye (rh.a) icazet vermiştir. İmam Şâfiî’nin (rh.a) Mısır’da Nefîse bint el-Hasan’dan ders aldığı; İmam Tahâvî’nin annesine de ders verdiği de kaynaklarımızda geçmektedir. İbn-i Asâkir (rh.a), “Târîhu Dımeşk”inde 1300 civarında hocasının olduğunu ve bunların arasında da 80 hanım hocanın bulunduğunu ifade etmektedir. İbn-i Hacer (rh.a) ise 55 kadın olmak üzere 628 hocadan ders almıştır. İbnu’l Kayyim el-Cevziyye’nin (rh.a) şu sözünün burada zikretmeye değer olduğunu düşünmekteyim: “Bütün muhaddislerin üzerinde ittifak

ettiği görüşe göre hanım muhaddisler içinde yalancılıkla ihtam edilen hiçbir kişi yoktur.”5 İmam Zehebî (rh.a) de hanım muhaddislerle ilgili bölümün baş kısmında “Kadınlar içinde (yalancılıkla) itham edilen ve rivayeti terkedilen birisini tanımıyorum.”6 demektedir. Hatta Ebu İshâk elİsferâyînî’ye (rh.a) göre, erkek ve kadın muhaddislerin rivayetleri çeliştiğinde kadın muhaddislerinki tercih edileceği nakledilmektedir. Sanırım İslâm’ın, kadınları câhiliye dönemindeki konumundan nerelere çıkardığını anlatmak için getirdiğim nakiller yeterlidir.

41


Ufukta parlayanları dahi “anneler”in yetiştirdiğini unutmamak gerekir. O sebeple fıtratları ve İslâm’ın kendilerine bahşettiği konumuna uygun bir biçimde kadınlara yönelik eğitim ve faaliyetler artması gerektiği kanaatindeyim. Kadınların ihmal edildiği bir toplumun düzeni bozulmaya mahkûmdur. Hz. Ömer’e nasihatlerde bulunan Havle bint Malik’tir.(ibni tefsiri bini kesir, kurtubi) Fatma bint Hüseyin b. Ali b. Ebi Talib de Ömer b. Abdul aziz’i tenkid etmiştir.(ibni sad tabakat) Hz. Muaviye’yi yine Erva bint Haris isimli bir hanım tenkid etmiştir.(mehmet zihni meşahirun nisa, kehhale a’lamun nisa) “Ufukta parlayanları dahi “anneler”in yetiştirdiğini unutmamak gerekir.” “Hatta Ebu İshâk el-İsferâyînî’ye (rh.a) göre, erkek ve kadın muhaddislerin rivayetleri çeliştiğinde kadın muhaddislerinki tercih edileceği nakledilmektedir.” 42

1 Hucurât [49/13] 2 Nahl [16/58] 3 Encyclopaedia of Delign and Ethics, V, Sh:190 4 El-Mer’e fi’t Tasavvuri’l İslâmî, Ceberî, Sh:163 5 Zâdu’l Meâd, İbnu’l Kayyim el-Cevziyye, C:5, Sh:534-536 6 Mizânu’l İ’tidâl, Zehebî C:6, Sh:278


Nerede O Eskimez Kelimeler ? Fatma Nur AKGÜL

‫ سأي‬:Ümitsizlik. Umutsuzluktan doğan karamsarlık. Arapça kökenlidir. Okunuşu; yeis. OSMANLICA NEYDİ ? 8. ve 9 . yüzyıllar arasında Anadolu’da ve Osmanlının saltanat sürdüğü bütün yerleşim yerlerinde yazma dili olarak kullanılmıştır. Daha çok 15.yüzyıldan sonra Arapça ve Farsçadan oluşmuş bir dil haline gelmiştir. Günümüzde Arap alfabesine yabancı olduğumuzu düşünecek olursak Osmanlıca okumak ve yazabilmek az bir kesime münhasır kalmıştır. Özel ilgisi olup da bu değere sahip çıkanlara selam olsun. Bu bölümde unutulmuş kelimelere yer verip ve belki de hayatımıza alabilmeyi umut ediyorum. BİR ŞİİR

…… Tek sen uluyan ye'si gebert, azmi uyandır: Kâfi ona can vermeye bir nefha-i îman; Davransın ümidîn; bu ne haybet, bu ne hırmân? Mâzîdeki hicranları susturmaya başla; Evlâdına sağlam bir emel mâyesi aşıla, Allah(c.c.)'a dayan, sa'ye sarıl, hikmete râm ol... Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol. Mehmet Akif ERSOY BİR CÜMLE Yeis, mani'-i herkemaldir. (Risale-i Nur Külliyatından.)

43


HÜZÜN ÇİÇEĞİ Zarif, narin ve kırılgan bir hediyedir kadın, özen ister. Ufacık bir dikkatsizBerre BEK

likte paramparça olur. Kırılan yerleri keskinleşir ve ilk seni kanatır

Gözlerine bakmalı bir kadının. Gözbebeklerini okumalı, çok beğendiğin bir kitabın sayfalarını tekrar tekrar okur gibi. Ilk ve son durağın olmalı. Sarılmalısın, eğer sarılmasını bilirsen, ısıtır kadın üşüyen yüreğini. Derin bir kuyudur kadın, karanlığına ışık tutman gereken. Aydınlandıkça keşfedersin çiçekler açmış kalbini ve aydınlattıkça görürsün hüzün ile mis kokan bedenini. Dudağının kenarında inci taneleri biriktirendir kadın. İster ki istiridyesi sen ol. Onu sakla koru. Naif yüreğine keder değdirme. Zira, ne kadar korunaklıysa istiridye o kadar değer kazanır inci tanesi. İstiridyeyi değerli kılan, incisidir unutma. 44

Kırılmaya meyillidir kadın. Ruhunu, cami avlusuna bırakılmış bir yetim eyleme. Sevilmeye muhtaçtır, sevmeyi en iyi bilendir. Sevildikçe güçlenir ve sevdikçe çoğalır kadın. Ve emanettir kadın. Allah'ın size sevin koruyun diye bahşettiği. Çocuk gibi sevilmek, yetişkin gibi anlaşılmak ister. Elbet yanlışsız değildir. Yanlışları yüzüne tokat gibi vurulsun değil, bebek gibi korunmak ister. Kırılgan yüreği kaldıramaz ağır sözleri, çünkü incedir bedeni taşıyamaz gözlerinden akar gider. O senin eye kemiğinden yaratılmıştır. Kırarsan en çok senin canın yanar. Kadın Aişe olsun istiyorsan, Rasulünü örnek alarak sev. Kördüğüm gibi çözülmeyen bir sevdayla...


“Dudağının kenarında inci taneleri biriktirendir kadın. İster ki istiridyesi sen ol”

45

Çizim: Büşra Bayar


KADINA DAİR GÖKHAN ÖZSOY

Kadın… Ne kutsal varlık. Doğurur, yedirir, içirir; kısaca yaşatır. Kadın kelimesi bile insanda zarafet, nezaket gibi çağrışımlar uyandırır. Yaptıklarını kendinden çalarak yapar çoğu zaman. Aç olmayan biri varsa odur; eksiği olmayan da. Fedakâr canlıların başkahramanı… Çocuğunu dokuz ay boyunca hiç gocunmadan taşıyan da kadındır. İşte kutsallığa imza attığı olgu: annelik… Kim dünyaları bir kenara koymaz ki annesi için? Hangi annenin hakkı ödenebilir? Hangi anne yeterince mutlu edilebilir? Dünyayı önüne sersek ne anlamı var, cennet ayakları altındayken?

46

Annelik mi kadını önemli yapan yoksa zaten önemli mi kadın? Bence kadın zaten önemli… Bazı çevreler kadının İslam ile kısıtlandığını dile getiriyorlar! Onlara göre İslam ile önemini de kaybediyor olmalı herhalde. Bu çevrelerce kadın özgür(!) olmalı, istediğini istediği zaman yapabilmeli, bağlı olduğu yani hesap vereceği biri olmamalı, hayatında olanlar da düşüncelerine(ne düşünürse düşünsün) saygılı olmalı, din ile beyni yakınmamalı vesaire. Dinden kasıt İslam elbette… Çünkü karşı konulmaz ve nefse ağır gelen kanunlar İslam’dadır. Şunu düşünmüyorlar: Bu kanunlar sadece kadın için mi böyle? Tabii ki hayır. Kadın ve erkek olarak düşünecek olursak, her ikisinin de sorumlulukları ve sınırları vardır. İslam’a iftira atanlar kadının geçmişini de bilmiyorlar anlaşılan. Cenneti ayakları altına veren İslam’dır. Dünyayı da ayakları altına veren İslam’dır. Cahiliye döneminde kız çocukları diri diri toprağa gömülüyorlardı. -Dikkatinizi çekerim anneleri değil, kız çocukları.- İslam ile bu uygulama ortadan kalkmıştır. Yani bu din sadece anne olduğu için değil, anne olmadan da değer veriyor kadına. Hem cenneti hem dünyayı seriyor önüne. Şu anda özgür vasıflı kadınların hangisi Bir başka olay: İslam “mehir” olayı ile kadının kendisini güvenceye almasını sağlıyor. Evlenen kadın, erkek tarafından göreceği bir vefasızlık ve kötülüğe karşı korunuyor. Ayakta durması için güvence veriliyor. Ki o kutlu efendi zamanında mehir olarak, kocasından Kur’an ezberlemesini isteyen kadınlarımız vardı bizim! İslam’ı hakkıyla yaşadıklarından, güvenden olsa gerek.

Çizim: Büşra Bayar


Allah, insanlığa gönderdiği kitabında kadınlarla ilgili öneri ve uyarılarda bulunmuştur. Aynı zamanda Resulü ile de mesajlar vermiştir. İşte birkaç örneği: Kadınları boşadığınızda, bekleme sürelerini de tamamlamışlarsa -birbirleriyle maruf (bilinen meşru biçimde) anlaştıkları takdirde- onlara, kendilerini kocalarına nikâhlanmalarına engel çıkarmayın. İşte, içinizde Allah'a ve ahiret gününe iman edenlere bununla (böyle) öğüt verilir. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Allah, bilir de siz bilmezsiniz.(Bakara/231) Hanımlarınızı üzmeyin Onlar, Allahuteâlânın size emanetidir. Onlara yumuşak olun, iyilik edin! [Müslim] En üstün mümin, hanımına, en iyi, en lütufkâr davranan güzel ahlaklı kimsedir [Tirmizi] Hanımını döven, Allah’a ve Resûlüne asi olur. Kıyamette onun hasmı ben olurum. [RNasıhin] Bu örnekler daha da çoğaltılabilir. Görüldüğü üzere kadını koruyan ve himayesi altına alan bir dindir İslam dini. İslam’ın özgürlüğü kısıtladığını söyleyenler; kadının değil, kadına ulaşmanın özgürlüğünü istiyorlar. Onlar istiyorlar ki kadına istediğimiz yerde ve istediğimiz zaman ulaşabilelim. Kadın o kadar bayağı değildir efendi! Kadın değerlidir. Bizde kadın mücevherlerle, en güzel çiçeklerle anlatılır. Ne diyor Fuzuli: “Erkek sevdiği kadını üzmekten sakınmalıdır. Gül koklanır; fakat hırpalanmaz…” Sonuç olarak, modernlik maskesiyle İslam’a ve kadına yapılan bu saldırılar bertaraf olacaktır. Bizim kendi değerini bilen kadınlarımız ve onlara kıymet veren erkeklerimiz, İslam çatısı altında ve şuurlu bir şekilde yaşayacak ve değerlerine değer katacaklardır. Sabretmeyi bilmeyenler, imtihandan geçmeyi göze alamayanlar meyve veren ağacı taşlayacaklardır. Unutma! Kömür sabrederek elmas olur!..

“Aç olmayan biri varsa odur; eksiği olmayan da. Fedakâr canlıların başkahramanı…”

47


ŞİİR EVRENİ HATİCE KÜBRA İPEK

48

Mevsimlerden sonbahar... Baharın sensizlik zamanında getirdiği acı mı yüreğime prangalı, yoksa ben mi acıya her daim sürgün ve yaralıyım? Çelişkiye düşmüş biçare sevda ufkum. Kaldırımlardaki ayak sesine dahi hasret kalmış kulaklarım... Sözlerinden başka bir şey duymak istememiş içim. Gözlerinin ahusunda takılı kalmış gönlünün bakışı. Sanki bir garip sensizlik yapışmış ruhuma... Tebessümüne hasret kalmış sensiz gülmeyi unutan yüzü. Sesine hasret kalmış senden gayrısını tanımaz gönlü. Yabancılaşmış mevsimler, aylar, anlar, lahzalar... Günü yok, dünü yok, düşü yok, ümidi yok! Nasıl bir gölge düşmüş ki sevdanın üzerine? "Gel!" diyemeyen dilim gelmelere hasret kalmış... Bir benliğim dahi yok, benden geriye sadece tek kelam kalmış... "GEL!" Ne olur... “Uzatma dünya sürgünümü benim...” Yersiz yurtsuz telaşeler içinde eriyor günlerim. Herkesin birbirinden kaçma yarışına ekleniyor yaşlarım. Büyüyen nefret ve kırgınlıkların yerini alamayan affetme, merhamet ve sevgi duygusu hep bir "Yenidoğan" umudunda takılı kalıyor bugünlerde.

Ama yeniden doğamıyor kimse yapmaması gerekenleri yaptıktan sonra özür dahi dilemeyince. Boş yere döktüğü gözyaşlarını geri alamadığı gibi yok yere incittiği kalpleri de geri alamıyor insan iş işten geçtiğinde. Elinden kahve içenlerin sırtına bırakacağı hançerleri maalesef ki öngöremiyor da insan. Kırk yılın hatırına, kırk kırıcı laf edenlerin; " acı söyleyen post" olduğunu dile getiremiyor canı yandığında. Yanındakinin, canımdan can dediğinin, kendine yakışmayan hal ve tavırlarına tutunuyor; dost aramak nedir, kime dost denir bilemiyor da insan zaman zaman. Kalpler karardıkça, güzellikler unutulup, güzeller horlandıkça eksiliyor insanlık. Umudun fakir olduğu yerlerde siyah beyaz bir film içine sıkışıyor mutluluklar. Telaşeler gurbet ellerinden gelemeyen misafirler gibi ruhsuz, nicedir selamı sabahı kesen anılar gibi yorgun sevinçler biriktiriyor. İnsan en çok yalnızlıktan yoruluyor. Sanki bir girdap kimsesizlik... Belki de sırf bu yüzden arada sırada da olsa yüzünü gökyüzüne çevirmeli insan. Parlak yıldızlardan ve mehtaptan sonrasına da, karanlığa bakmalı. Bunca güzelliğin içinde mi bu karanlık yoksa dışında mı? Bunca karanlığın içindeki yıldızlar benim kadar yalnız mı? Sonra... Göklerin gizemini ararken o en bisevdiği gözlere bakmalı insan. Ah! O... Tanıdık gözler..


Hiç değişmemişler, hiç eskimemişler gibi. Sanki satır satır, hece hece dokunmuş bir güzellik... Bir şiir kadar nazlı mehtap yüzünde, yıldızlarca mısralar. Her şey kendi içinde bir ahenk içinde anlamalı insan baktıkça. Her şey O'nun emrinde… Nisanda doğan bir yıldız var mesela. Döneminin güçlü hükümdarının da ilgisini çekmiş biri. Takvimi yeniden düzenlemiş yıldızları göklerde olması gereken yerlere yerleştirmişti. Ömer Hayyam'dı adı. "Evren kırıntısı bu güzelim yıldızlar Gelir giderler, dünyayı bezer dururlar; Göklerin eteğinde, toprağın koynunda, Doğdukça doğacak daha neler neler var. Diyerek yıldızlara bakma tutkusunun yerini çözüm bekleyen denklemlere bırakmıştı. Gökler ise gözleri büyülemeye devam ediyordu. Kimisi güzelliği matematikle görürken kimisi o gökleri sevgilisinin yüzünde keşfediyordu. Edgar Allan Poe'nun Akşam Yıldızı şöyle görünüyordu: "Yaz ortasındaydı. Ve gece yarısı, Ve yıldızlar yörüngelerinde. Ölgün ölgün pırıldarken, Daha parlak ışığında. Kendisi göklerde. Köle gezegenlerin arasında,

Işığı dalgalarda olan soğuk ayın. Soğuk tebessümüne dikmiştim gözlerimi. Fazlasıyla – fazlasıyla soğuktu benim için... Derken kaçak bir bulut, Geçti örtü niyetine, Ve ben sana döndüm, Mağrur akşam yıldızı. Senin ışığın daha değerlidir benim için. Çünkü yüreğime mutluluk verir." Ben de gecenin karanlığından sabaha erişebildiğim her sabah kahvaltısında sessizlikle karşılaşıyorum. Almıyor içim, yüreğim kan ağlarken bir bardak çay koyuyorum masadaki senin tarafına... Sevdiğin gül reçelinden sürüyorum sonra ekmeğe, tadını tutturamıyor bir türlü kimse senin gibi biliyor musun? Hatta o zorla yedirdiğin tazecik körpe sebzeler de yok bugünlerde. Kızıyorsun şekere diye ben de çayıma tek şeker atıyorum ama acı geliyor. Tek şekerle gitmiyor boğazımdan.

49


Yudum yudum hasretin işliyor içtikçe içime, gözlerim dalıyor sessizliğe ve ben her gün kahvaltıdan sonra iki kişilik koltuğunda tek kişi olarak oturup; şekersiz, tatsız çayı zoraki yudumluyorum. Muhabbetlerimiz geliyor aklıma, sonra gülüşün, güzel gözlerinden içime akan sevgiyi arıyorum boşluklarda. Bomboş bir odanın içerisinde hatıralarla avunmaya çalışıyorum. Sen ise gelmiyorsun, inadına sanki bardaktaki çay gibi ömür de tükeniyor seni beklerken... Şimdi sen olsan "Kalkmışken bana da bir çay koy!" derdin. Ben de "Ama oturuyorum." derdim. Muzip muzip gülüp kızdırırdın beni. "O zaman sen kalkmışken bana çay koy." dememe ramak kala. "Hayır, sen!" derdin... " Hayır, sen; hayır, sen!" atışmamız başlardı ufak çocuklar gibi... 50

Sonunda ben doldururdum boşalan bardakları. Sen şekerleri atardın ve karıştırırken gülümserdin bana. "Zehir bu!" derdin. Ben de "Elinden zehir olsa içerim." derdim. Bak hâlâ deniyorum şekeri bırakmayı ama şekersiz de çok zor içiliyor yahu. Zaman geçince sanki hep şekersiz içiyormuşsun gibi olur... Diyorlar... Belki 15. bardak. Ama hâlâ alışamadım... Aslında ben böyleyim işte. Sevdiklerimden vazgeçememe huyum var benim. Hem... Soğuyor senin çayın, gönlümdeki hasretin ve sevginin tam da aksine. Kıyma şu çaya ömrümün şekeri. Hadi... Allah rızası için artık gel! Diye feryat ediyor gönlüm. Ömrümün en acı anlarında demledim, yüreğimde ısıttım bu çayı, yıldızlara anlattım hatıraları, şiirden hasretler edindim. Evreni şiir olan bir dünya düşledim, mısralarca sevda vardı kağıtlarda, sonra da güzel gözlerinin hatırında kayboldum nihayetinde...


51

“Hadi... Gel cancağzım. Hem sen çok seversin. Çaya da yazık! İsraf olmasın...”

Çizim: Zeynep Kölük


Anne ve Toprak…

52

Dünyanın hem süsü, hem güzelliği, Toplumun ışığı ve aynası Cennetin kapısının anahtarıdır kadın… Sevgi(li)dir, kardeştir, eştir, annedir. Anne, toprak gibidir. Taş atsan da, gül versen de Kalbinde yer açar, barındırır hepsini Toprak ise Anneden sonra insana kucağını açan Ve onu kıyamete kadar Bağrında misafir eden en sadık dosttur. Beşerin baktığı gibi, tepeden bakmaz kimseye. Zenginine, fakirine, güzeline, çirkinine… Padişahına, vezirine, çobanına köylüsüne, Yer verir, o küçük misafir odalarında. O kadar cömerttir ki Dünyanın bir türlü doyuramadığı insanı, Nasıl da doyurur bir avuç toprağıyla. Toprak; Gecenin gündüzü örttüğü gibi Örter insanoğlunun tüm günahlarını. Anne; Affeder, Evladının tüm kabahat ve kusurlarını, Toprak; dünyadaki tevazunun simgesi Anne; yeryüzündeki şefkatin göstergesi İkisi de mahzun, ikisi de garip… MEHMET MEMDOĞLU


53

Çizim: Gizem Yurdakul


Seferde Bir Kadın Alemin en dalgın suyu akıyor şimdi. En kırılgan dal çatlıyor ikindinin sabrından. halıya ay resmi çizen. suya yol bulan içli trenler geçiyor. Ayların bulanık saatlerinde.

54

Bir kadın Yorgun bir yoldan dönmenin cesaretiyle V rengindeki tüm ışıklar sönüyor birden. Şehirde, Taze ölülere cesaret verecek bir duruşla hamurunu yoğuruyor kemiklerin. Ardında sabırdan kiremitler bırakıyor yüzünü suya gömen halıya ay resmi çizen açık bir yarayla.

MÜNTEHA BARAN


“En kırılgan dal çatlıyor ikindinin sabrından.”

55

Çizim:Gizem Yurdakul


BİR KADIN BİN VASIF Bir yolculuk başladı ana rahminden yeryüzü parçasına, Hz. Havva’nın cinsindendi dünyaya yolculuk etmekte olan. Hani Hz. Adem’in imtihanına ortak, neslin devamına yoldaş olan.. Kadın.. Üzerine yaratıldığı ilk günden beri –insanlar tarafındanGünah sıçratılmış kadın! Yasak meyveye el uzatıldığından beri Günahkâr olarak adlandırılan kadın! Cahiliye Devrinde canlı canlı toprağa gömülen kadın... Ey Kadın! Oysa böyle değildi yaratılış amacın Rahman bu sıfatları sana uygun görmemişti. Bilakis, cenneti ayakların altına sermişti…

56

Senin varlığın ki Bir ölüm kadar gerçek, Bir bebek kadar nazlı Bir yaşam kadar değerli, Bir tebessüm kadar manalı, Bir huzur kadar gerekli, Bir lezzet kadar tadılası Ve bir can kadar narin, Bir aşk kadar yaşanılası… Ve ey kadın! Senin yokluğun ki Dağınıklık… Yokluğun ki Sefillik… Yokluğun ki Mütemadiyen serzeniş... Ey Kadın! Varlığınla dünyaya anlam katansın Sen ki yaratılmışların en manidarısın.. SEMRA ÖZÇELİK


57

“Senin varlığın ki Bir ölüm kadar gerçek, Bir bebek kadar nazlı Bir yaşam kadar değerli.”

Çizim: GİZEM YURDAKUL


Dedim, Dedi...

58

Bir güzele “dedim” O da bana “dedi” Ol bayramda vardım köye, gördüm bir güzeli… Dedim: Ey güzel! Yüzünü yere eğdi ve dedi: Ey! Dedim: Yüzünü eğme, güzel yüzünü göreyim! Dedi: Güzelliğin şânındandır, utanıp baş eğmek! Dedim: Utanmanın bu kadar yakışanını görmedim! Yüzünü yere eğdi ve dedi: Güzele, utandığından verilmiştir güzellik! Dedim: Ey güzel, adını bağışla! Dedi: Senin yüreğinde yazılıdır benim adım. Dedim: Yüreğimi nereden bilirsin? Dedi: Yüreğin bana aynadır. Dedim: Sevene, sevdiği ayna. Dedi: Ben seni sevdim. Sen benim aynamsın. Dedim: Ey güzel, ilin neresi? Dedi: İlim, senin ilin! Dedim: Yerin neresi? Dedi: Yerim, senin yerin! Dedim: Köyün neresi? Dedi: Köyüm, senin köyün. Dedim: Ey güzel, köyümün güzelliği; senden sebebdir. Güldü ve dedi: Yok yok; benim sana kavuştuğumdandır. Dedim: Ne güzel gülersin!


Dedi: Gülüşümün güzelliği, varlığından sebebdir. Dedim: Ey güzel; yüreğim seninle bir hoş! Dedi: Hoşluk, aşktandır. Dedim: Aşk nedir? Dedi: Aşk; cümle niceliklerin bir hayatta birleşmesidir… Dedim: Ey güzel, sen bana yâr ol! Dedi: Ben de isterim ki; sana yâr olayım. Dedim: Ey güzel, seni buldum ve yarımım tamam oldu. Dedi: Kişi yarımdır, yârini bulunca tamam olur. Dedim: Ey güzel; sen de benimle hoş musun? Dedi: Yarım iken tam oldum; nice hoş olmayayım? Bir daha dedim: Aşk nedir? Dedi: Aşk, yârin özünde ve sözünde cenneti seyreylemektir! Dedim: Cennet neresidir? Dedi: Allah için birbirini sevenlerin yurdudur. Dedim: Ey güzel, ne güzel konuşursun! Dedi: Sana konuştuğumdandır! Dedim: Ey güzel; bana var! Dedi: Babamdan beni istet! Dedim: Babanı babam bildim şimdiden. Seni istesem bana verir mi? Dedi: Sen ananı, babanı alıp gel; beni anamdan, babamdan istet! Dedim: Ben seni zâten Allah’tan istemişimdir. Dedi: Vermeyi istemeseydi, istemeyi vermezdi. Dedim: Aşk! Dedi: Evveli de aşk, âhiri de aşk!

TAHİR CEYHUN YILDIZ

59


60

60


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.