Sergâh Dergi 2017 Mayıs -Necip Fazıl Kısakürek- Sayısı

Page 1


SERGÂH DERGİ

SAYFA 2

İÇİNDEKİLER

İçindekiler 04 AYASOFYA KONFERANSINDAN 05 DUDAKLARDA KALAN ŞARKININ GÜFTEKARI 10 GENÇLERİN GÖNÜL PUSULASIDIR O

04

05

10

14 ÇİLE 17 GENÇLİĞE HİTA BE 20 SÖYLEŞİ 23 ÜSTAD'IN DEĞDİĞİ HAYATLAR 24 MEDH-i NECİB U FAZIL 26ÜSTAD NECİP FAZIL KISAKÜREK

24

20

28 SAKARYA TÜRKÜSÜ

29 GÖNLÜMÜZDEKİ ÜSTAD

26

29

Sergâh Dergi editor@sergahdergi.com www.sergahdergi.com


SAYFA 3

Künye Genel Yayın Yönetmeni Gökhan ÖZSOY

Yazı İşleri Sorumlusu Tolga TURAL

Editörler Feyza ÖZ Tahir Ceyhun YILDIZ Ayşegül CANDAN

Grafik Tasarım Adem ÜNAL

Kapak Tasarım Muhammet BAĞ

Bizi Takip Edin facebook.com/sergahdergi twitter.com/sergahdergi instagram.com/sergahdergi

SERGÂH DERGİ

BAŞLARKEN

Biz Kimiz? Biz Ahir zamanın parmaklıkları ardında ötelerde kurduğumuz hayallerin peşine düşen fikri genç olan fertleriz. Bizler sıratı müstakim üzere gidenlerin ardına düşenleriz. Hak diyerek fikir beyan edenlerin fikirleriyiz. Biz İslam’ın nesilden nesle ulaşan mesajını taşıyan kullarız. Biz küfrün sultanı olmaktansa İslam’ın köleleri olmayı tercih edenleriz. Doğru bildiğimiz şeyin haklılığını savunanlarız biz. Biz İslam’ın gericilik değil tüm zamanların medeniyetinin temelini oluşturduğunu ispat etmeye çalışanlarız. Biz Müslüman mahallesinin çocuklarıyız. Biz, edebiyatı da, tarihi de eylemlerimizi de etkinliklerimizi de müziklerimizi de inancımız üzere ifa edenleriz. Sergâh’ta buluşup Hakkı haykıranlarız biz. Bu sayımızda da üstad Necip Fazıl Kısakürek’i haykırıyoruz. Onun emek verdiği davayı ve bu emeği emanet ettiği gençliği yoldaşımız bilip kucaklıyoruz. Rabbimiz bizlere de tıpkı onun gibi kutlu yolun ilim mücahitleri ve mücahideleri olmayı nasip eylesin!


SERGÂH DERGİ

SAYFA 4

A

AYASOFYA KONFERASINDAN yasofya açılmalıdır. Türk'ün bahtıyla beraber açılmalıdır.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, Yunanlıya "ben yapamıyorum; sen gel de kendi hesabına aç!" demekten farksızdır. Ayasofya'yı kapalı tutmak, Birleşmiş Milletler'den Afrikalı yamyam devletlerine kadar

aleyhimize rey verdirip kendileri müstenkif geçinen Batılılara "artık benim hayat hakkım kalmadı!" demektir. Ayasofya'yı kapalı tutmak, bu toprağın üstündeki 30 milyon ve altındaki 30 milyar Türk'ün semâları tutuşturan lanetine hedef olmaktır. Ayasofya'yı kapalı tutmak, Allah'a sövmeye, Kur'ana tükürmeye, Türk tarihini kubura atmaya, Türk iffetini kirletmeye, Türk vatanını satmaya denk bir suçtur. Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem! Fakat Ayasofya açılacak!.. Türk'ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya'nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler. Ayasofya açılacak... Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün mânalar, zincire vurulmuş masumlar gibi onun içinden fırlayacak!.. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik ve kötülük etmişlerin dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek... Ayasofya açılacak!... Bütün değer ölçülerini, tarih hükümlerini, dünyalar arası mahsup sırlarını, her iş ve herşey hakkındaki gerçek miyarları çerçeveleyici bir kitap gibi açılacak... Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin mühürlediği Ayasofya, onların aynı şekilde mühürlemeğe yeltenip de hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaştığı günü dehşetle kolladığı mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbi gibi açılacak... Ayasofya'yı, artık önüne geçilmez bu sel açacak... Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın... Sel yakındır. Fatih ve Onun Yeni Nesline Selam!


SERGÂH DERGİ

SAYFA 5

DENEME

DUDAKLARDA KALAN ŞARKININ GÜFTEKÂRI: NECİP FÂZIL

TAHİR CEYHUN YILDIZ Necip Fâzıl’ı yazmak için evvelen bir abdest almak gerek… Hem bedene, hem dile, hem idrâke ve zihne, hem kalbe ve ruha… Sâniyen cândan, içten bir ‘Besmele’ elzemdir kırık kalemime… “Kırılır da bir gün bütün dişliler Döner şanlı şanlı çarkımız bizim” Dünyanın patronlarının, başkanlarının hakikatten uzak, hakikatleri halk eden Hakikat-i Mutlak’dan ırak kurdukları düzende işleyen dişliler, bir gün kırılacak ve Allah’ın düzeninin kurulu olduğu bizim çarkımız dönecektir bi iznillâh. “Gökten bir el yaşlı gözleri siler Şenlenir evimiz barkımız bizim” Göklerden bir el ümmetin, kan ile yoğrulan bedenlerinin yaralarını saracak, bombalara, tanklara uyanan korkulu gözlerin, korkudan ağlayan, feryâd eden bebeklerin, çocukların, kadınların gözlerinin yaşını silecek, kalblerindeki dehşeti ve korkuyu teskîn edecektir. Teskîn edecek ve milleti, ümmeti, mazlûmu ve mâsumu dert edinen herkesin hem gönül hâneleri, hem de evleri, barkları şenlenecek, aydınlanacaktır bi iznillâh… Bu ulvî vazifenin ‘yer’ ayağını nice zaman ceddimiz Osmanlı sırtlanmıştır. Hâl-i hazırda, resmî tarihte bir “Osmanlı” yoktur lâkin kalb kitâbelerimizde, gönüllerimizin en gizlerinde hâlen bir “Osmanlı” vardır. Resmî tarihte silinen, yıkılan Osmanlı’nın bâkiyesi, devâmı olarak bir Türkiye Devleti vardır. Ve tüm Kur’an-ı Kerimleri gömsek, tüm minâreleri yıksak, tüm kubbeleri yerle bir etsek de, Batıca değişmeyen bir algıdır bu... Gerçi 1923’ten bu yana bu, bazılarınca inkâr edilmiştir lâkin bir avuç gürûhun inkârı, hakikati değiştirmeye yeter mi? Yetmez, yetmedi de! Ayasofya’nın minâreleri durdukça, Ayasofya’dan ezânlar okundukça kim bu hakikati inkâr edebilir, kim bu gerçeği değiştirebilir ki? “Yokuşlar kaybolur çıkarız düze Kavuşuruz sonu gelmez gündüze” Âlemlerin Şefiî –sallallâhû aleyhi ve sellem- buyurmuşlar: “Dünya mü’minin zindânı, kâfîrin ise cennetidir.” Bu hadis-i şerife şöyle de bir şerh düşmek istiyorum: Âhiret ise kâfîrin zindanı, mü’minin cennetidir bi iznillâh-i teâlâ…


SAYFA 6

SERGÂH DERGİ

DENEME

Kıyasıya bir savaş var, dünyanın ibtidâsından bu yana ve nihâyete dek sürecek olan bir savaş… İyi ile kötünün, âsî ile mâ’sûmun, Olympos’un çocukları ile Hirâ’nın evlâdlarının, haç ile hilâlin amansız süren savaşı… Ve Allah’ın izni ile bu savaşı iyiler, mâsûmlar, Hirâ’nın evlâdları ve hilâl kazanacak. Yokuşlar kaybolacak, düze çıkacağız, geceler bitecek, karanlıklar tükenecek ve sonu gelmez gündüze kavuşacağız bi iznillâh. Kör dünyanın göbeğine ve Buda’nın tunç heykeline “Hak Yol İslâm Yazacağız!” 15 Temmuz hâin, kanlı darbe girişimini hatırlayın! Gece vakti başlamış; tüm stratejik yerler tutulmuş, şehidler verilmiş, caddeler kanlara boyanmış, tanklar, uçaklar memleketi harb alanına çevirmiş idi. O gece insanlar “Allâhu Ekber” dediler, “Lâ İlâhe İllallah” dediler, imâmlar selâ verdiler, ezân okudular. Hilâl sancaklar, ay yıldızlı al bayraklar herkesin elinde idi. Hani hep hor görülen sakalları bağırlarını süsleyen sarıklı, cübbeli hoca efendiler, dedeler, ağabeyler, babalar nasıl da meydanlarda nöbette idiler Allah Kelâmı ile… Şeyhler, mürşidler tıpkı Kurtuluş Savaşı’nda, tıpkı İstanbul’un Fethi’nde olduğu gibi ardlarına müridânını, dervişânını alıp takrîben 1 ay gece-gündüz demeden Ankara’nın, İstanbul’un ve sâir tüm memleketlerin meydanlarında sâhip çıkmamış mı idi vatana? Hiç bitmeyecek sanılan bir gece, birkaç saate bitmiş idi ve bereketli, şerefli, nurlu bir gündüze erişmiş idik. Mısrâlarda geçen “Kavuşuruz sonu gelmez gündüze” den anladığım budur benim. “Sapan taşlarının yanında füze Başka âlemlerle farkımız bizim” Müslüman devletler, milletler belki muâsırı olan devlete göre geri kalmıştır teknikte, savunmada, teknolojide… Belki askeri gücü de azdır lâkin biz değil miyiz ki 1000 kişiye karşı 300 kişi mücâdele eden ve bir zaferle müjdelenen peygamberin ümmeti? Ve Kur’ânî bir müjdedir: “(…) Onları siz öldürmediniz, lâkin Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı. (…)” Elimizde füzelere karşı sapan olsa, elimizdeki sapanla füzelere, tanklara karşı dururuz biz. Ellerinde sapan taşları ile nice koca bedenlilerin cesâret edemediği bir şekilde, Filistin’de tam otomatik silahlara, tanklara, füzelere karşı duran minik bedenleri hatırlayın! Kaşları çatılı o minik yüzleri, sapan taşlarını tutan minik bilekleri, minik elleri yâd edin! Biz “nice çoklara gâlib gelen azlarız”. Başka âlemlerle farkımız bu bizim. “Kurtulur dil, tarih, ahlâk ve imân Görürler nasılmış, neymiş kahraman”


SAYFA 7

SERGÂH DERGİ

DENEME

Bu mısrâ üzerine yazılacak o kadar çok şey var ki… Bu mısradan önce yazdığımız her şeyi silsek, ve bu mısradan sonra yazacak olduklarımızı da yazmasak, bu yazıyı tamamen bu mısrâ üzerine inşâ' etsek yeridir. Bu mısrâda 100 yıllık acımız, 100 yıllık derdimiz, kederimiz gizli… Bu mısrâda yitip giden gençler, davâları uğruna dâra yürüyen kocalar var. Bu mısrâda üstâdlar, hocalar ve onların bir ömür çektiği eziyetler var. Yalan söyleyen ve unutturulan târih, uzaklaştırılan dil var. Yozlaştırılan, soğutulan, yüreğimizden çekilip alınan ahlâk ve değerlerimiz var. “Yobazlık, gericilik” diye yaftalanan ve el çektirilen îmân var, din var. Yılların ve ideolojilerin ve bâzı adamların, sahte demeçlerin, çalıntı söylevlerin, plân ve hesapların tahakkümünde, anlamlarını yanlış bildiğimiz kelimeler ve yanlış tanıdığımız adamlar var. Birkaç yıl evvel Twitter’dan öğrendiğimiz lâkin 1 asırdır adını bile duymadığımız zaferler, tanımamıza izin verilmeyen adamlar var. İşte bu tahakkümden ve tasalluttan kurtulacak dil, tarih, ahlâk ve imân… Ve kurşun askerlerin, kurgu kahramanların âkıbînde görecek hakiki kahramanları neslimiz… Bu mısrâların “a” harfinde, “y” harfinde, “s” harfinde bir çıban gizli… Bu mısrâların her noktasında, her virgülünde, hattâ harflerin birbirine bağlandığı yerde, inceltme işâretlerinde bir cerihâ gizli “müze müze”… Şimdi “a, y, s” harfleri ile, çıban ve cerihâ mefhûmlarından bir müze yaptık göğe uzanasıya özgür lâkin turnike elektroniği ile Müslüman’a, mü’mine yasak, tutsak… Adına da Ayasofya dedik… Ayasofya ki; cümle Hristiyan’ın, Yahudî’nin hayâli olan bir ulu mâbedin, müze adıyla câmiîlikten, mescidlikten çıkarılması, namaz ve ezândan uzaklaştırılarak mahkûm edilen 83 yıllık esaretinden kurtulacak ve bi iznillâh Ayasofya, eskiden olduğu gibi, ibâdete açılacak. Bu gözlerim ölmeden evvel bunu görecek, bedenim ölmeden evvel Ayasofya’da namaz kılacak bi iznillâh.


SAYFA 9

SERGÂH DERGİ

DENEME

“Yer ve gök su vermem dediği zaman Her tarlayı sular arkımız bizim” Bir dâvânın bitmeyeceği, bir hareketin ölmeyeceği daha iyi nasıl anlatılabilir; işte bu mısrâda bu var. Ark nedir biliyor musunuz? Ark; bahçe, bağ, tarla sulamak amacı ile içinden su akıtılmak için toprağı kazarak açılan su yolu. Bir tarla düşünün ve yahut bahçe… Bu tarlanın, bahçenin sulanması gerek. Lâkin gökte yağmur, yerde su yok. İki olmazın üstüne o bahçenin, tarlanın sâhibi toprağı kazıyor ve kazdığı topraktan su çıkarıyor; yani ne yapıp ediyor, o bahçeye, o tarlaya suyu eriştiriyor ve tarlasını, bahçesini suluyor. İşte bu hakikat dâvâsı böyledir. Asırlardır ve bi’l-hassâ son 1 asırdır ne entrikalardan, ne işgallerden, ne istilâlardan geçmiş de ölmemiş, yıkılmamış. Ne zindanlar, ne hapisler görmüş bu dâvânın erleri... Zincirlere bağlamışlar bir Ayasofya’yı… Yıllardır garib, mahzûn ve mazlûm… Gayrı vaktidir, zincirleri kırılacak. Merhûm Osman Yüksel Serdengeçti’nin dediği gibi: “Ayasofya! Ayasofya!... Seni bu hale koyan kim? Seni çırılçıplak soyan kim?!” Ayasofya soyundurulan İslâm libâsını giymeyi bekliyor. Ayasofya secdelere, rükûlara susamış, “her tarlayı sulayan bu arkın” nârin bedenini de sulamasını bekliyor. Yüz yıldır “müze” terânesi ile dondurulan Ayasofya, Necip Fâzıl’ın yaktığı gençlik çerağının elindeki meşâleler ile ‘câmîlik’ armağanını bekliyor. Ayasofya, içinde bulunan tasvirlerin –resimlerin- üstüne “Hak Yol İslâm” yazmamızı bekliyor. “Biz ölümüne, ölümüne…” diyen bu dâvânın önderi gibi; ölümüne de olsa dönecek bu “şanlı çark” ve “her tarlayı sulayan ark” Ayasofya’yı da sulayacak bi iznillâh! “Gideriz nur yolu izde gideriz Taş bağırda, sular dizde gideriz” Nûr Yolu, O nûrun -sallallâhû aleyhi ve sellem- yolu… O nûrdan sultanın yolu… Biz, O Nûr’dan 1400 yıl küsûr uzaktayız lâkin O’nun izinde gitmeye çalışan ümmetiyiz. Belki ayaklarımız çoğu zaman tökezliyor, çukura, kuyuya düştüğümüz çok oluyor. “Dur” diyen herkese mutabaât sağlayıp duruyoruz da, biz yine de O Nûr’un ümmetiyiz… Düşe kalka da olsa O’na gideceğiz, O’nun yolunda gitmeye çalışacağız inşâallah. Taşlar bağrımıza değin gelse, sular dizimizde, dizimizden de yukarıda, boynumuza değin olsa gideriz… Elimizin erdiği, eriştiği her koşulda gideriz. Çünkü biz; O Nûr yolda gitmekle emrolunduk, O Nûr yolda gitmek ile vazifelendirildik. Her ne kadar bazı gereksizler, bazı akl-ı evveller çıkıp “Peygambere gerek yok, hadislerine gerek yok” dese de… Biz o gereksizleri kendi vakıflarında, televizyon kanallarında ve “edi ile büdü” tefsir (!)


SAYFA 8

SERGÂH DERGİ

DENEME

programlarında hapseder, yine de sonsuz hürriyete esîr olur, O Nûr’un izinde gidenleri tâkib eder de gideriz. O Nûr’un izinde gidenler kim diye soracak olursanız yine Üstâd’dan cevap vereyim: ”Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız” diyen Üstâd burada, ‘Bay Necip Fâzıl’ın’, ‘üstâd’ olmasına vesile olan şeyhi, mürşîdi Seyyid Abdülhakim Arvâsî –kuddise-i sirrûh- ‘ye sesleniyor. İşte O Nûr’un yolunu, izini tâkib edenler kâmil mürşidlerdir. İşte biz de o kâmilleri tâkib eder de O Nûr’un yolunun izinde gideriz bi iznillâh. “Bir gün akşam olur biz de gideriz Kalır dudaklarda şarkımız bizim” Büyük divân şâiri Bâkî demiş ki: “Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal, Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş...” İşte Necip Fâzıl’ın mısrâları, Bâkî’nin bu beytincedir. Necip Fâzıl da bir gün -25 Mayıs 1983 târihinde-, amma akşam, amma gündüz oldu ve gitti dünyamızdan lâkin şiirleri, “dudaklarda kalan şarkı” oldu, ezgi oldu, hitâbe oldu, kitabe oldu. Şâirlere ve yazarlara ışık, tılsım ve ilhâm oldu. Âşığın diline nağme, dervişin gönlüne zikir oldu, âbidin avuçlarında duâ oldu. Rahmân’a hamd kelâmı, peygambere duyulan hasret oldu. Yüksek dâvânın, ulvî mefkûrenin, kara sevdâların hülâsâsı oldu. Necip Fâzıl, tükenmeyecek bir dâvânın, ölmez bir hareketin yılmaz kumandanıdır, müdâfiîdir. Bir neslin hocası, bir kuşağın üstâdıdır. Türkiye’min en derin hüzünlerinde ve en kutlu sürûrlarında başvurulan önderidir; sözleri ile, şiirleri ile ve yaktığı gençlik, aksiyon, eylem ve fikir çerağı ile… Necip Fâzıl Kısakürek’e rahmetle… (NOT: Ben bu yazımda merhûm Necip Fâzıl’ın hayatını değil; “Şarkımız” isimli şiirini işlemek istedim. Mısralarda Necip Fâzıl “kesin bunları anlatmıştır” demiyorum, bunlar benim anladıklarımdır ve sadece beni bağlar.) Ve’s-selâm…


SAYFA 10

SERGÂH DERGİ

DENEME

GENÇLERİN GÖNÜL PUSULASIDIR O… NURİYE EYCAN

K

imi iki satır şiirle, kimileri romanlarla, öYkülerle, hikâyelerle tanışık olurlar bizimle… Bazıları önce misafir olur gönül hanemize, kiminin misafirliği kısa sürer… Bazıları ise misafir değil, gönül hanemizin başköşesine yerleşmiş, en bir yakınımız kadar canımız, yoldaşımız, dostumuz olmuştur, gönülden gelen, kelâmdan kaleme dökülmüş satırlarla... İşte, birçok okuyucunun ismini duyduğu ân, en kısa cümlelerle ‘O’nun birçok özelliğini anlatırım’ dediği veya ‘O’nu ne kadar anlatmak istersem isteyeyim, O’nu anlatabilecek kadar anlamlı cümleleri kuramam…’ diyebileceği bir gönül insanıdır Üstad Necip Fâzıl Kısakürek… Eminim ki dünün ve bugünün birçok genci, yaşlısı O’nun kitaplarını okumuş, O’nun satırlarını okurken de kâh geçmişe, kâh geleceğe upuzun yolculuklar yapmıştır. O’nu tanımak, hayata bakışını anlamaya çalışmak, her genç için bir hayat pusulası kıymetindedir. O’nun gençlere bıraktığı eserler kadar çocukluğundan gençliğine ve

sonrasında değişen yaşam evresine kadar dolu dolu, acı tatlı tecrübelerle geçirdiği ömür de bugünün gençliği için bir pusuladır. Necip Fâzıl’ı anlamak için önce O’nu tanımak, O’nun kalbinden kelâma ve kaleme döktüğü kitapları okumak gerek. Bir Necip vardır; yemek masasında her zaman dedesinin yanı başında, onun kürklü mantosu ile sarınmış ve korunaklı bir şekilde şefkat, merhamet ve sevgiyle dedesinin göz bebeği olarak köşklerde büyüyen… Diğer bir tarafı ise, çocukluğundan itibaren canını, kalbini ince ince sızlatabilen ‘hep mahzun yüzlü, temiz kalpli’ diye tarif ettiği anneciği ve ‘çocukluğumun bende bıraktığı, en derin ukdelerinden biridir, Selmacık’ dediği, kız kardeşidir O’nun ruhunda acı, hüzün ve kırılmışlıklar bırakan dünyası… İç ve dış dünyasında tüm zenginlikleri, ruh dünyasında yaşadığı çetrefilli yolculukları, ancak o kişinin, kendi kaleminden okumak ve anlamak gerekir. Ben önceden de tanırdım O’nu. Severek okurdum kitaplarını. Çünkü okuduğum her kitabı benim için gizemli ve sırlarla dolu bir yolculuğa çıkmış kadar anlamlı olurdu.


SAYFA 11

SERGÂH DERGİ

DENEME

Asıl bana O’nu tanıtan, hayatıma anlam ve güzellikleri katan, en efsunlu yolculuklardan birine çıkmama vesile olan eseriydi “O ve Ben”… Üstadın kalemi, gönülden gelen kelamlarla ses olur, yazı olur, anlatır kendini… Âdeta nefis süzgecinden süzerek, hayat eleğinden geçirerek başlar anlatmaya: “Çemberlitaş’ta, Sultanahmet’e doğru inen sokaklardan birinde, kocaman bir konakta doğmuşum. Harem ve selâmlık halinde iki kapılı, dört katlı ve bilmem kaç odalı bu konak içinde, yakıcı hatıraların kaynaştığı tütsü çanağıdır. Renk renk, şekil şekil, fısıltı fısıltı hatıralar, bazen de çığlık çığlık… Çocuk denecek kadar gençken yazdığım, “Bir Yalnızlık Gecesinin Vehimleri” isimli hikâyemdeki mekân, işte bu konak. Selâmlık kapısının önünde, bodrum katının üstünde, birkaç merdivenle çıkılan, köşeleme mermer bir sahanlık ve yanında küçücük bir bahçe. Mermer sahanlığa, üst katın çıkıntısından iki sütun iniyor ve giriş kapısı. Asıl bahçe; büyük bahçe, konağın arkasında… Bahçenin iki ucunda, uşak odası ve çamaşırhane, iki ayrı binacık… Ortada, yakın bir bildik gibi suratının bütün çizgileriyle tanıdığım bir dut ağacı… Bahçenin konak tarafında, dikine batırılmış çakıl taşlarından daracık bir yol. Konağın birinci katında taş zeminli büyük yemek odası. Ayrıca resmî ziyaretlere mahsus odalar. İkinci katında teklifsiz misafirlere âit büyük salon, sofa… Buradan geçilen ve arka bahçeye bakan şatafatlı salon ve oraya karanlık bir koridorla bağlı, büyükbabamın kitap odası. Büyükbabamı görüyorum; aşağı kattaki yemek salonunda, büyük sofranın başında... Etrafında haremi, kızları, gelini ve torunları… Solunda ve yanı başında ben varım. Hava soğuksa muhakkak onun kürküne bürülüyüm, beş altı yaşındayım. Büyükbabam her ân bana bitişik yaşar. Anlaşılıyor ki, konağın ruhu büyükbabam; ben de onun ruhuyum. Çünkü biricik oğlunun biricik oğluyum. Babadan oğula, içinde yaşattığı soy ideâlinin onca en mükemmel numûnesiyim. Sağ kolumu açar ve orada gördüğü ‘ben’i babasındakine benzetir ve öper. Babasının ismi, Ahmet Necip… Bana o ismi vermiş. Büyüklerin, çocuklar yedikten sonra sofraya oturduğu zamanlarda da ben, hem küçüklerin hem büyüklerin masasında hep başköşedeyim. Zekâma gelince; bu noktadan mesûddur. Her vesileyle haykırır: ‘Gel benim akl-ı evvel (akılda birinci) torunum!’ Sonra tercihindeki hakikati göstermek için torunlarını önüne dizer, herhangi bir dîvândan bir beyit okur, kimse onu tekrarlayamaz ve ben bülbül gibi başta ve sonda tekrar edince de; ‘Gördünüz mü?’ der; ‘Nasıl sevmeyeyim akl-ı evvel torunumu?’ Ve bana altın, öbürlerine çil kuruşlar. Misafirlerine de her defa tiyatro perdesi gibi benim zekâ sahnemi açmaktan daha büyük haz tanımaz. Misafirler gittikten sonra tütsüler üstünden atlatılırdım hâlâ kokuları burnumda. Evet, büyükbabam ve cici annem. Konakta büyükbabam bütün özeniş ve değişmelere rağmen saffeti ve Anadolulu kalma seciyesinden; cici annem de kâbus çalılarının ördüğü büyük şehir kadınında, kararmış bir iç hayatın dışına fışkırttığı bunalma halinden birer mostra. Annesinin, cici annemin bir kopyası olan, Tevfik Fikret düşkünü küçük halam ve beş çocuğu…


SAYFA 12

SERGÂH DERGİ

DENEME

Daha ziyade babasına, büyükbabama çekmiş, içli ve ağır başlı büyük halam ve iki çocuğu; etti mi yedi çocuk? Ya ben? Evin veliahdı, baş gözdesi, erkek oğlun erkek oğlu… Ve benden bir, iki yaş ufak ve hep boynu bükük kız kardeşim: Selma… Kız olduğu için itibarda değildir ve konağın sadece ezilmeye memur gelini annemden başka kimseden himaye görmemektedir. Öbür torunlar, ev sahibi büyük babalarından himaye görmeseler de Zafer Hanımefendi’nin kızları annelerinden gelen bir şımarıklık imkânı içindedirler. Fakat Selmacık ne büyükbabasından alâka görür, ne cici annesinden, ne de zaten hiç bir kimseyle hiç bir alâkası olmayan babasından, babamdan. O, evi dolduran dokuz çocuk içinde ağabeyi, ben, büyük küçük herkesin ensesinde boza pişirirken; minicik siyah önlüğüyle bir duvara yapışmış mahzun mahzun bakan ve önünden geçenleri rahatsız etmekten âdeta çekinen bir gölgeciktir. Altı yaşında ölen Selma, bebekliğinden beri daima duvarlara yapışmış ve ortalarda şuna buna engel olmaktan ürkmüş, beyazı damar damar görünen elâ gözleriyle hep öleceği günü bekledi. Selma bende, çocukluğumun en derin ukdelerinden biri... Annemle babam mı? Onları da birkaç satıra sığdırmaya mecburum. Annem uzaklardan, uzaklardan, Akdeniz kıyılarından İstanbul’a hicret etmiş bir ailenin kızı. Babamla evlendiği zaman on dört – on beş yaşlarında, babam da on altı – on yedi…


SAYFA 13

SERGÂH DERGİ

DENEME

Annem, birkaç odalı eciş bücüş bir ahşap evde otura dursun, çocukluğunda büyükbabamın biricik oğlu sıfatıyla hayâle sığmaz haşarılıkların kahramanı ve ‘Deli Fâzıl’ lâkaplı babam saldırganlığını o hâle getirmiş ki, nihayet aile dostları içinde hikmet sahipleri, kanı bir yanardağ gibi kaynayan bu çocuğu kurtarmak için demişler: ‘hemen tezinden, bu küçük yaşta evlendirmekten başka çare yok!’ ve başlamışlar kendilerine denk ailelerden kız istemeye… Denk ailelerden hiçbiri bu garip çocuğa kızını vermemiş. Annem gibi, aynı Akdeniz memleketinden olan cici annem, bir yakını ve memleketlisi tarafından Aksaray’daki eciş-bücüş evin on dört on beşlik bâkiresini haber almış. Aksaray’daki fakir evin önünde bir gün mükellef bir konak arabası duruyor. Kızı kaptıkları gibi konağa götürüyorlar. Anneannem, Aksaray'daki eğri-büğrü ahşap evin cinlere karışmış kahramanı... Beş vakit namazında ve her ân Allah ve Resulü’nün bahsinde yaşayan ve günün yirmi dört saatini ya ağlamak, ya düşünmek, ya dua etmekle geçiren mübarek kadın. Ayak parmağından saçına dek, kar gibi beyaz tülbent kokan, kemik üzerine deri cilâsı çekilmiş denecek kadar zayıf, çocuklarına delice düşkün, tek başına oturduğu köşelerde bile saçı başı örtülü, yalnız Kur'ân okumayı bilen ve Allah'ın kelâmından başka, hiçbir yerde harflere nazar etmemiş olan bu örnek kadın benim için ne büyük mesele… Ama ne yapayım ki, bahsinin yeri bu kadar… Bir gün dalgın dalgın pencereden bakışını gördüğüm ümmi kadına sormuştum: ‘Anneanne ne düşünüyorsun?’ Cevap vermişti: ‘Allah'ı düşünüyorum! Ne düşüneceğim?’ Ciğerime kadar ürpermiş ve kendi kendime demiştim: ‘Keşke bizim ilmimiz, bunun ümmîliğinin ayak tozuna erişebilse! Bu kadınların nesli kurutulmuştur.’ Anneme gelince… Yirmi küsur yaşında babamdan dul kaldıktan sonra topyekûn küsen, bütün ömrü uğultulu konaktan başlayarak bir besleme halinde ezilmekle geçen, nihayet hastalanan, kurtulan, çocuğunu (beni) dişlerinde taşıyarak büyüten, bu defa da kendini erkek kardeşlerinin hizmetinde harcayan, Müslümanlıkta ve derinlikte annesine eş, büyük kadın… Bazı şiirlerimden de tüttüğü gibi en köklü zaâfım. Allah'ın bende yarattığı birçok hususiyeti annemin yolundan verdiğine inanıyorum.”* Not: Bu yazı, sadece üstâdı ve eserlerini tanıyabilmek için çıkılacak uzun yolculuğun küçük bir başlangıcı. Umarım ki bugünün gençliği bu uzun yolculuğu seve seve, aşkla okumaya başlayacak ve bu uzun yolculuğun gönüllüleri olacaktır. Necip Fâzıl gibi bir üstâdı anlatabilmek için bizim ne gönül kalemimiz yeter, ne de ilmimiz… Kalem eğildi ise, kelâm sürç-ü lisan etti ise af ola! * “ - “ O Ve Ben /Necip Fazıl Kısakürek


SERGÂH DERGİ

SAYFA 14

ŞİİR

ÇİLE NECİP FAZIL KISAKÜREK

Gâiblerden bir ses geldi: Bu adam,

Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor;

Gezdirsin boşluğu ense kökünde!

Mekânı bir satıh, zamanı vehim.

Ve uçtu tepemden birdenbire dam;

Bütün bir kâinat muşamba dekor,

Gök devrildi, künde üstüne künde...

Bütün bir insanlık yalana teslim.

Pencereye koştum: Kızıl kıyamet!

Nesin sen, hakikat olsan da çekil!

Dediklerin çıktı, ihtiyar bacı!

Yetiş körlük, yetiş, takma gözde cam!

Sonsuzluk, elinde bir mavi tülbent,

Otursun yerine bende her şekil;

Ok çekti yukardan, üstüme avcı.

Vatanım, sevgilim, dostum ve hocam!

Ateşten zehrini tattım bu okun.

Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın,

Bir anda kül etti can elmasımı.

Benliğim bir kazan ve aklım kepçe.

Sanki burnum, değdi burnuna "yok"un,

Deliler köyünden bir menzil aşkın,

Kustum, öz ağzımdan kafatasımı.

Her fikir içimde bir çift kelepçe.

Bir bardak su gibi çalkandı dünya;

Niçin küçülüyor eşya uzakta?

Söndü istikamet, yıkıldı boşluk.

Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?

Al sana hakikat, al sana rüya!

Zamanın raksı ne, bir yuvarlakta?

İşte akıllılık, işte sarhoşluk!

Sonum varmış, onu öğrensem asıl?

Ensemin örsünde bir demir balyoz,

Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap,

Kapandım yatağa son çare diye.

Bir fikir ki, beyin zarında sülük.

Bir kanlı şafakta, bana çil horoz,

Selâm, selâm sana haşmetli azap;

Yepyeni bir dünya etti hediye.

Yandıkça gelişen tılsımlı kütük.


SAYFA 15

SERGÂH DERGİ

ŞİİR

Yalvardım: Gösterin bilmeceme yol!

Büyücü, büyücü ne bana hıncın?

Ey yedinci kat gök, esrarını aç!

Bu kükürtlü duman, nedir inimde?

Annemin duası, düş de perde ol!

Camdan keskin, kıldan ince kılıcın,

Bir asâ kes bana, ihtiyar ağaç!

Bir zehirli kıymık gibi, beynimde.

Uyku, kaatillerin bile çeşmesi;

Lûgat, bir isim ver bana halimden;

Yorgan, Allahsıza kadar sığınak.

Herkesin bildiği dilden bir isim!

Teselli pınarı, sabır memesi;

Eski esvaplarım, tutun elimden;

Size şerbet, bana kum dolu çanak.

Aynalar, söyleyin bana, ben kimim?

Bu mu, rüyalarda içtiğim cinnet,

Söyleyin, söyleyin, ben miyim yoksa,

Sırrını ararken patlayan gülle?

Arzı boynuzunda taşıyan öküz?

Yeşil asmalarda depreniş, şehvet;

Belâ mimarının seçtiği arsa;

Karınca sarayı, kupkuru kelle...

Hayattan muhacir, eşyadan öksüz?

Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş,

Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim,

Mevsimden mevsime girdim böylece.

Minicik gövdeme yüklü Kafdağı,

Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş,

Bir zerreciğim ki, Arş'a gebeyim,

Fikir çilesinden büyük işkence.

Dev sancılarımın budur kaynağı!

Evet, her şey bende bir gizli düğüm;

Ne yalanlarda var, ne hakikatta,

Ne ölüm terleri döktüm, nelerden!

Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.

Dibi yok göklerden yeter ürktüğüm,

Boşuna gezmişim, yok tabiatta,

Yetişir çektiğim mesafelerden!

İçimdeki kadar iniş ve çıkış.

Ufuk bir tilkidir, kaçak ve kurnaz;

Gece bir hendeğe düşercesine,

Yollar bir yumaktır, uzun, dolaşık.

Birden kucağına düştüm gerçeğin.

Her gece rüyamı yazan sihirbaz,

Sanki erdim çetin bilmecesine,

Tutuyor önümde bir mavi ışık.

Hem geçmiş zamanın, hem geleceğin.


SAYFA 16

SERGÂH DERGİ

Açıl susam açıl! Açıldı kapı; Atlas sedirinde mâverâ dede. Yandı sırça saray, ilâhî yapı, Binbir âvizeyle uçsuz maddede. Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik; Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur. İçiçe mimarî, içiçe benlik; Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur! Nizam köpürüyor, med vakti deniz; Nizam köpürüyor, ta çenemde su. Suda bir gizli yol, pırıltılı iz; Suda ezel fikri, ebed duygusu. Kaçır beni âhenk, al beni birlik; Artık barınamam gölge varlıkta. Ver cüceye, onun olsun şairlik, Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta. Öteler öteler, gayemin malı; Mesafe ekinim, zaman madenim. Gökte saman yolu benim olmalı; Dipsizlik gölünde, inciler benim. Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök! Heybem hayat dolu, deste ve yumak. Sen, bütün dalların birleştiği kök; Biricik meselem, Sonsuza varmak...

ŞİİR


SERGÂH DERGİ

SAYFA 17

GENÇLİĞE HİTABE

Bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik... "Zaman bendedir ve mekân bana emanettir!" şuurunda bir gençlik... Devlet ve milletinin büyük çapa ermiş yedi asırlık hayatında ilk ikibuçuk asrını aşk, vecd, fetih ve hakimiyetle süsleyici; üç asrını kaba softa ve ham yobaz elinde kenetleyici; son bir asrını Allahın, Kur'ân'ında "belhümadal" dediği hayvandan aşağı taklitçilere kaptırıcı; en son yarım asrını da İşgâl ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, Türkü madde plânında kurtardıktan sonra ruh plânında helâk edici tam dört devre bulunduğunu gören... Bu devreleri, yükseltici aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi... Beşinci devrenin kapısı önündedimdik bekleyen bir gençlik... Gökleri çökertecek ve yeni kurbağa diliyle bütün "dikey"leri "yatay" hale getirecek bir nida kopararak "mukaddes emaneti ne yaptınız?" diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik...


SAYFA 18

SERGÂH DERGİ

Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, öcünün dâvacısı bir gençlik... Halka değil, Hakka inanan; meclisinin duvarında "Hakimiyet Hakkındır" düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bulan bir gençlik... Emekçiye "Benim sana acıdığım ve yardımcı olduğum kadar sen kendine acıyamaz ve yardıcıolamzsın! Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın!" ; Kapitaliste ise "Allah buyruğunu ve Resûl emrini kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın!" ihtarını edecek... Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrâkine sahip bir gençlik... Hakka kölelikte bulan bir gençlik... Emekçiye "Benim sana acıdığım ve yardımcı olduğum kadar sen kendine acıyamaz ve yardıcı olamazsın Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın!" ; Kapitaliste ise "Allah buyruğunu ve Resûl emrini kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın!" ihtarını edecek... Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrâkine sahip bir gençlik... Bir buçuk asırdır yanıp kavrulan ve bunca keşfine ve oyuncağına rağmen buhranını yenemeyen ve kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığını, Türk'ün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını, her sistem ve mezheb, ortada ne kadar hastalık varsa tedavisinin ve ne kadar cennet hayâli varsa hakikatinin İslâmda olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslâm âlemine ve bütün insanlığa numunelik teşkil edecek bir gençlik... "Kim var?" diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan fert fert "ben varım!" cevabını verici, her ferdi "benim olmadığım yerde kimse yoktur!" duygusuna sahip bir dâva ahlâkını pırıldatıcı bir gençlik... Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispette strateji ve taktik sahibi bir gençlik...


SAYFA 19

SERGÂH DERGİ

Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle, zifirî karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı farkedecek kadar gözü keskin bir gençlik... Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, çıkartma kâğıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, fuhş albümü gazetesi, şaşkına dörmüş ailesi ailesi, ve daha nesi ve nesi, hâsılı, güya kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden silkip atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine, telkin ve temmişesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, tek başına onlara karşı durabilecekdestanlık bir meydan savaşı içinde ve çetinler çetini bu işin destanlık savaşını kazanabilecek bir gençlik... Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa, gelmiş ve geçmiş bütün eski nesillerden hiçbirini beğenmeyen, onlara "siz güneşi ceketinizin astarı içinde kaybetmiş marka müslümanlarısınız! Gerçek müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başınıza gelmezdi!" diyecek ve gerçek müslümanlığın "ne idüğü"nü ve "nasıl"ını gösterecek bir gençlik... Tek cümleyle, Allahın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Sevgilisinin alemleri manto gibi bürüyen eteğine tutunacak, O'ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak, sarınak tanımayacak ve O'nun düşmanlarını ancak kubur farelerine denk muameleye lâyık görecek bir gençlik...Bu gençliği karşımda görüyorum. Maya tutması için otuz küsur yıldır, devrimbazkodomanların viski çektiği kamıştan borularla ciğerimden kalemime kan çekerek yırtındığım, kıvrandığım ve zindanlarda çürüdüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allaha hamd etme makamındayım. Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim manevî babanın tabutunu musalla taşına, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını da gediğine koymandır! Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes! Ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!... Allahın selâmı üzerine olsun...


SERGÂH DERGİ

SAYFA 20

SÖYLEŞI

SÖYLEŞİ: NECİP FÂZIL’A DÂİR SÖYLEŞI: FATMANUR AKGÜL

Resul PEKDEMİR: Mimar Sinan Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı mezunu. Edebiyat öğretmeni olan Resul Bey, hâlen Milli Eğitim Bakanlığı’nda yönetici olarak çalışmaktadır. F.A: Hocam sizin edebiyat hayatınızda Üstâd Necip Fâzıl’ın nasıl bir yeri var? R.P: Necip Fâzıl’la tanışmam lise yıllarına dayanır. Üstâdı ilk kez “Ulu Hakan II. Abdülhamid Han” adlı eseriyle tanıdım. Lise 1. sınıfta okurken tarih hocamızla Abdülhamid Han üzerine yaptığımız tartışmalar vesile oldu üstadı tanımama… Okuduğum ilk eseriydi “Ulu Hakan II. Abdülhamid Han”… Daha sonra ‘Cinnet Mustatili, Çile’ ve diğerleri… Gençlik yıllarının kendine özgü dalgalanmaları beni üstâdın şiirlerine yaklaştırdı. Dilimden düşmeyen mısraları hayatı anlamlandırma çabalarımın en önemli dayanağı oldu:


SAYFA 21

SERGÂH DERGİ

SÖYLEŞI

“Ne yalanlarda var, ne hakikatta, Gözümü yumdukça gördüğüm nakış. Boşuna gezmişim, yok tabiatta, İçimdeki kadar iniş ve çıkış.” mısraları dilimden hâlen düşmez. Zihin kodlarımı şekillendiren onlarca mısra hâlen bir bilinmezin kilidini açacak anahtar misali belleğimde durmakta… Elbette üstâdın bir de aksiyon yönü var. Gençliğe hitabesindeki; "Kim var? diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan fert fert "ben varım!"; cevabını verici, her ferdi "benim olmadığım yerde kimse yoktur!" Resul PEKDEMİR: Mimar Sinan Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı mezunu. Edebiyat öğretmeni olan Resul Bey, hâlen Milli Eğitim Bakanlığı’nda yönetici olarak çalışmaktadır. duygusuna sahip bir dâva ahlâkını pırıldatıcı bir gençlik...” manifesto misali, dava şuurumuzun ön sözü oldu. F.A: Necip Fazıl Kısakürek, sizce bulunduğu zaman ve zeminde hakiki anlamda anlaşılabilmiş midir? R.P: Bu sadece Necip Fâzıl’ın değil, tüm büyük şairlerin, mütefekkirlerin karşılaştığı bir durum. Necip Fâzıl özelinde durum biraz farklı. Üstâdı tanıyanlar, onun yaşadığı döneme şahitlik edenler kitleler üzerinde son derece etkili olduğunu anlatırlar. Hakiki anlamda anlaşılmak ne bugün ne de yarın olacaktır. Zira bahsettiğimiz insanın davasının derinliği ve bu derinliliğe eşdeğer eserleri bunu imkânsız kılacaktır. Bu sadece Necip Fâzıl’ın değil, sahiplendiği davanın da ağırlığından kaynaklanmaktadır. Unutmayalım ki; kendi ifâdesiyle ‘arşa gebe bir zerrecik’tir üstad. “Bir zerreciğim ki, Arş'a gebeyim, Dev sancılarımın budur kaynağı!” F.A: Hocam peki okul müfredatında üstat Necip Fazıl’dan ne kadar bahsediliyor? R.P: Ben kendi eğitim-öğretim hayatımı düşündüğümde hâricen okuduklarım dışında, çok anlatıldığını hatırlamıyorum. Milli eğitim müfredâtında üstâda ayrılan yer elbette daha fazla olabilirdi hatta olmalı lâkin edebiyatımız, kapsadığı alan ve dönemler itibariyle binlerce yıllık bir geçmişe sahip. Necip Fâzıl’ın da beslendiği kaynak bu büyük ve görkemli miras. Bu miras anlaşılmadan Necip Fazıl’ı anlamak mümkün değil. Gençler öncelikle bu mirası okumalı, anlamalı, ardından üstâdı okumalı… Müfredâtımız temelde bu mantık üzerine kurulu… Müfredat oluşturulurken birçok sabit dikkate alındığı için aslında hiçbir şaire gerektiği kadar yer verilememekte… Şiir, dava, şuur, fikir gibi kelimelerin, kavramların aslında öyle çok fazla da tâlibi olmaz. Biraz merak, biraz tecessüs lazım. Son yıllarda ders kitaplarımızda üstadı daha çok gördüğümüz gerçeğini de belirtelim.


SAYFA 22

SERGÂH DERGİ

SÖYLEŞİ

F.A: Evet, bu gerçekten çok sevindirici bir haber. Başta görev yaptığınız okuldakiler olmak üzere gençlerimiz Necip Fâzıl’dan haberdarlar mı ? R.P: Gençler Necip Fâzıl’dan elbette haberdar… Son dönemlerde kendi değerlerimize ait etkinliklerin artması da bu durumda etkili ama daha çok şairlik yönünü biliyor gençler. Oysa Necip Fâzıl çok yönlü bir isim. Tiyatro, roman, makale, fıkra, anı gibi birçok alanda eser vermiş biri. Tabii onun bir de sahiplendiği ömrünü ve eserlerini vakfettiği davası var ki asıl bilinmesi gereken tarafı bu. Üstâd bu yönüyle de anlatılmalı. Sadece bir şair değil bir ‘şuur adamı’... Bu şuuru sahiplenenler onu anlatmalı, tanıtmalı! F.A: Tarihimizde ve bugünümüzde birçok kıymetli şair ve fikir insanı var. Necip Fazıl’ı bunlardan ayıran ideolojisi var mıdır? R.P: Her şairin kendine has yönleri var. Necip Fâzıl’ı özel kılan, onu diğer şairlerden ayıran şey; O’nun, kalemini davası için kullanmasıdır. Üstâdın yaşadığı değişim, dönüşüm ve savruluşlar çok az insana nasip olmuştur. Nasip olmuştur diyorum zira bu dönüşüm ve savruluşlar O’nu diğer şairlerden ayırmış ve bugün gördüğümüz bildiğimiz noktaya getirmiştir. Tıpkı diğer tüm dehâlarda olduğu gibi eserlerinde sıkça değindiği hakikat arayışındaki çırpınışları benzersizdir. Birçok dehânın intiharla sonuçlanan bu arayışı, O’nda imân ve İslâm davasının bilgeliğiyle sonuçlanmıştır. F.A: Peki, Necip Fazıl’ın fikir ve aksiyon tarafının ön plana çıkması şairliğini etkilemiş midir? R.P: Kesinlikle etkilemiştir. Seyyid Abdülhakim Arvâsî (ks)’yi tanıdıktan sonra kalemini davası için kullanan bir isimdir. Öncesinde kendini anlatan şair, 1934 sonrasında davasını anlatmaya başlamıştır. Bu, o dönemdeki birçok isimde görülen bir durum… Nazım Hikmet’te de aynı şeyi görüyoruz. F.A: Necip Fâzıl’ı, Necip Fâzıl Kısakürek yapan, hayatında dönüm noktası olan Abdülhakim Arvâsî Hazretleri’yle tanışmalarını hepimiz biliyoruz. Sizce bugün gençlere böyle önemli adımlar atmada yol gösterici önderler hala varmı? R.P: Günümüz şartlarında Abdülhakim Arvâsî (ks) gibi birileri var mıdır, yok mudur; cevabı zor bir sual… Zirâ çok farklı bir dönemde yaşıyoruz. Aklı önceleyen bir dönem… Akleden bir kalp en büyük ihtiyaç… Aklı öne çıkaranlar kalbi, kalbi öne çıkaranlar aklı unutuyor! İkisini dengeleyen birilerini bulanlara selâm olsun. Şunu da unutmamalı: Müslüman iradesini, aklını ve elbette kalbini hiçbir şartta bir faniye teslim etmemeli. Bunun çok acı sonuçlarını gördük.


SAYFA 23

SERGÂH DERGİ

F.A: Hocam sizin Necip Fâzıl Kısakürek eserlerinden “İşte bu benim başucu kitabım!” diyerek okuduğunuz ve bu bağlamda biz gençlere tavsiyede bulunabileceğiniz bir eseri var mı? R.P: “Kafa Kâğıdı” benim için ayrı bir öneme sahiptir. En zor zamanlarımdabana yol gösteren ontolojik birçok sorunun cevabını bulduğum bir eser. F.A: Sizi bu şekilde biraz tanımış olduk hocam. Peki, son olarak şunu sormak istiyorum: Siz kim değilsiniz? R.P: Ben kim değilim? Sanıyorum bu soruya çok ince, nitelikli ve derin bir cevap verilmesi gerekiyor. Böyle bir cevabı verebilmem için önce kim olduğumu bilmem gerekiyor ki ben henüz bu sorunun cevabını verebilmiş değilim. F.A: Değerli vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkür ederiz Resul Hocam. Çalışmalarınızda muvaffakiyetler dileriz, Allah yâr ve yardımcınız olsun.

MEDH-I NECİB U FAZIL AHMED EL UFUKI

Nur-i muhabbetullah ile oldu derunu pür-ziya Ed-din-i mübin-i İslam ile baki oldu daima Cühd u neşat içresinde erdi Necip fazıla İsmi zikredildi her zaman kitab u lisanda Pek a'la bir sultan oldu telkinle şu dünyada

Fazilat-ı Kur'an u Sünnet'i topladı zatında Ahd-i bezm-i eleste baki oldu ba-sıddıkiyye vü fena Zulmet-i nefsini münevver kıldı zikrullah u salatla Islah eyle ya Rabbi Ahmedi'yi ve eyle hadim yolunda Lem'an-ı İslam ile pür-ba-ışk kıl dil-i ihvanı dünyada


SAYFA 24

SERGÂH DERGİ

DENEME

ÜSTAD'IN DEĞDİĞİ HAYATLAR GÖKHAN ÖZSOY Üstad… Necip Fazıl Kısakürek… Onu en iyi anlatan kelime belki de üstad! Öyle öyle… Bu fakir için öyle. Bir hayat biliyorum. Üstadın neden üstad olduğunu gösteren vesikalardan yalnızca biri… Üçgenin iç açılarının toplamını bile bilmeyen, belki üç beş kitap anca okumuş lise son sınıftalebesi… Hiç okumadan yazılan şiir zannettiği karalamalar… Kafasında hayata, insana dair bir sürü düşünce… Anlat deseler anlatamaz. Ama düşünüyor. Yalnız olduğu her an, uyumadan her gece, gördüğü her falsoda, duyduğu her bayağılıkta… Ve karşısına çıkan bir kitap… Aynadaki Yalan. Sonra bir de Çile… Durmak, dinmek bilmeyen bir merak! Düşüncelerini açıklayamayan, dile dökemeyen –denebilirsetalebe fikirlerine tercüman olmuş bir adam buldu. Necip Fazıl Kısakürek! Bazen neredeyse birebir bazen de kıyısından, köşesinden yakalanan fikirler... Hatta belki de çile… Dini yaşamanın eksikliğinin yanındaki müthiş bir inanç bağlılığı, halk ile siyasiler arasındaki -siyasilerin gözünde- topluluktan teke düşüşte halk diye bir şey kalmayışına duyulan sinir, insanlığın kötü gidişinden duyulan sorumluluk hissi vesaire. Buna müteakip şahsi hayatını araştırış… Yine bulunan ortak taraflar… Okudukça merak, merak ettikçe okuyuş… İlk etkileniş: “Yok da ne demek?.. O bir "var" olmak gerek... Tam yokta, yok da yoktur. Öyleyse "yok" bir "var"ın var ettiği var... Bir "var" ki, yalnız o var, gerisi yok, yok da yok... Yok da o "var"ın icadı...” Belki kendisini zorlayan şeylere olan ilgisi belki de vurucu, etkileyici üslup sardı sarmaladı talebeyi. Sonra şiirler… İki dizede anlatılan onca şey. Gönle dokundu. Hece ölçüsüyle yazılan “Sakarya Türküsü”. Şaşırttı. Hayran bıraktı. “Beklenen” şiirinin ünlü olanından sonraki dörtlüğünü öğrenmek ayrıcalıklı hissettirdi. Sonra onun hakkında öğrenilen her şey kıymetli oldu. Bir nevi okul oldu talebeye üstad. Sonra resmi okullar onun için okul olmaktan çıktı. Basitleşti. Okudukça değişti her şey. Talebe denmeyi hak etmeyecek talebe, üniversiteyi kazandı. Gençliğe yön vermek isteyerek bu doğrultuda olabileceği en uygun mesleklerden birini seçti. Öğretmen olacaktı. Ve okuyacak, yazacaktı. Liseyi üç beş kitapla bitiren talebe üniversitede alev alev okuma tutkusuyla yanıyordu. Öncelikle üstadı okuyor ve üstaddan işaret aldığı doğrultuda okuyordu. Hemhal olmuştu. Onunla açıldı Yunus’un, Mevlana’nın, İmam Rabbani’nin, Arvasi’nin, 2. Abdülhamid’in, tarihin kapısı. Onun hakkında yazılmış kitapları, makaleleri, dergileri topluyordu. Ona özel çıkan, bilinen dergi sayılarının nerdeyse


SAYFA 25

SERGÂH DERGİ

DENEME

hemen hepsini almıştı. Hakkında yazılmış kitapların hemen hepsini okumuştu. Hatta tek bir sayfasında ondan bahsediliyor diye C. Dündar’ın Lüsyen kitabını alıyordu. Artık meraklarına onun eski basımlı kitapları da eklenmişti. Eski basımlı kitabını bulduğu yerde kapıyordu. Kastamonu’da okuyor lakin İzmir’den, Maraş’tan kitaplar getirtiyordu. Dostları artık bir koleksiyona dönüşen bu uğraşta yardımcı olmak için üstadla ilgili kitaplar hediye ediyordu. Talebenin en çok sevineceği şeylerden birinin bu olduğunu biliyorlardı. Ve onu iyi tanımanın şartlarından biriydi üstada olan muhabbetini, sevgisini bilmek… Artık yazıyordu da. Çeşitli dergilerde yazıları yayınlanıyordu. Yazılarını hocalarına gösterip onlardan eleştiriler almaya çalıştığı zamanların birinde hocalarından biri şöyle dedi: “Seni üstaddan kurtarmak lazım, bu yazılar buram buram Necip Fazıl kokuyor!” Çok değer verdiği hocası bir yandan tebrik edip bir yandan Fuzulî’ye yönlendirmek için telkinler yaparken o duyduğu cümlenin mutluluğuyla içten içe coşuyordu. Üslubunun üstada benzediği bir yazı yazabilmek… Ne büyük marifetti onun için. Bunun mutluluğu talebeye günlerce yetiyordu.

Böyle böyle okudu ve yazdı üniversite hayatı boyunca. Üniversiteyi bitirdiğinde hatırı sayılır bir kütüphanesi oldu hatta. Ve bitirir bitirmez atandı. Talebe şimdi öğretmen. Türkçe öğretmeni… Okulunda yaptığı ilk işlerden biri olarak duvara şunu yazdırdı: “Devler gibi eserler bırakmak için karıncalar gibi çalışmak lazım. Necip Fazıl Kısakürek” Tükenmeden, eksilmeden üstadın yaktığı meşaleyi sürdürme kaygısını taşıyordu. Portakal suyu ikram ettiğin adama bunun portakalın sıkılmasıyla elde edildiğini söylemeye ihtiyaç var mı?..


SAYFA 27

SERGÂH DERGİ

ŞIIR

Evet, bugün var; tepsinin yanında kabukları da göstereceksin!.. “Olmazsa, nasıl sıkıldığını da! Adam portakalı bilmiyor ki suyunu tanısın! İşin bu kadar vıcığı çıktıktan sonra da tabiîlik bozuluyor ama çare yok!..” diyerek bugünün resmini çizen üstadın izinde bugüne ışıl tutmaya çalışan ve faaliyete bir ateş böceği misalince yaşıyor. O öğretmen işte bu fakir. Hayatımın dönüm noktasıdır üstad. Çok yazar geldi, geçti. Çok yazar sevildi, sayıldı. Amma bir insanı bu kadar etkilemek ve böylesine değiştirmek kaç yazara nasip olmuştur? İşte, bu yüzden o üstad! Mezuniyeti olmayan bir okuldur üstad. Ve bu öğretmen hayatı boyunca o okulun talebesi olarak kalacak. Onun yüklendiği, ucundan tuttuğu davada bir damla olmaya gayret edecek. Biiznillah!..

ÜSTAD: NECİP FAZIL KISAKÜREK TOLGA TURAL “Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya; Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi. Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya, Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi...” diyen kaldırımların kara sevdalı eşi bir şair; “Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben, Üç ayakla seken topal köpeğim! ' Bastığınız yeri taş taş öpeyim. Bir kırıntı yeter kereminizden! Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben...” bir derviş;


SAYFA 27

SERGÂH DERGİ

DENEME

“Kaçır beni ahenk, al beni birlik; Artık barınamam gölge varlıkta. Ver cüceye, onun olsun şairlik, Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.” sanatkâr; “Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök! Heybem hayat dolu, deste ve yumak. Sen, bütün dalların birleştiği kök; Biricik meselem, Sonsuza varmak...” “sonsuzu” arayan mütecessis; “Mehmed'im, sevinin, başlar yüksekte! Ölsek de sevinin, eve dönsek de! Sanma bu tekerlek kalır tümsekte! Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir! Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!” diyen aksiyon adamı; “Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım! Mukaddes emanetin dönmez dâvâcısıyım” diyen ve beyni zonk zonk sızlayan bir muzdarip; “Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes Ey kahpe rüzgar, artık ne yandan esersen es!” diyerek üstü kapatılan, kapatılmaya çalışılan mukaddes emaneti tekrar dimağlara sunan bir saki…. Evet, o, hatip, nasir, şair, mütefekkir, aksiyoner, halaskâr… Bütün bu mefhumlar tek bir paydada birleşince ortaya tek bir kelime çıkıyor: Üstat. • Ferde düşen, Anadolu’nun her yerine karış karış bu emanetin ne kadar büyük bir emanet olduğunu bildiren muzdaribe, emanette emin olduğunu göstermek ve emaneti emin bir şekilde muhafaza ve tatbik etmektir.


SERGÂH DERGİ

SAYFA 28

ŞIIR

SAKARYA TÜRKÜSÜ İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya; Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya. Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak; Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak. Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir; Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir. Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat; Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat! Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne, Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine; Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için. Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin? Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur, Sırtına Sakaryanın, Türk tarihi vurulur. Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük? Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük! .. Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya! Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya? İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal. Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal, Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan; Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan. Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân; Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an! Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu; Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu? Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna; Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna? Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir? Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir! Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler; Sakarya, kandillere katran döktü geceler.

Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya, Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya! İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su; Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu. Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek; Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek? Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl! Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl! Sakarya, sâf çocuğu, mâsum Anadolunun, Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun! Sen ve ben, gözyaşiyle ıslanmış hamurdanız; Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız! Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader; Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider! Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz; Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz! Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya; Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya! ..


SAYFA 29

SERGÂH DERGİ

DENEME

GÖNLÜMDEKİ ÜSTAD YASEMİN ÜNLÜ Annesinin senin şair olmanı isterim sözü üzerine, şair olacağım diye verdiği söz gelecek nesillere adeta ışık. Allah ondan ebediyen razı olsun. “Varlık hikmetin ta kendisi.” diyen üsdat, her varlığa ikram edilen yeteneklerin, ne kadar doğru kullanılacağının bir ispatı adeta. Şiirleri ile edebiyat dünyasına ve gönüllere taht kuran Necip Fazıl Kısakürek Üsdadımızın fikirleri ile de bir döneme vurguğu damga malumunuzdur. Bir belgeseleni izlemiştim. İzlerken gözlerimdeki yaşlara hakim olamayışım ne kadar haklı bir dava sürdüğünün mücadelesine olan hayranlığımla perçimleniyordu. Vasiyetinde söylediği gibi İslam’a sımsıkı ve pazarlıksız sarıldıktan beridir uzun mücadeleler ile yaşadığı ezalar göz önünde tutularak benim kendime örnek aldığım en nadide şahsiyetlerden biridir üsdad. Onu layıkıyla anlatabilmek her babayiğidin harcı olmadığı gibi benim de haddim değildir lakin üsdadı anlamak bir nesli anlamak gibidir. “Beni de Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından birtakım sesler bırakmış divanesi olarak arada bir hatırlayınız” diyen üsdad için kelimeler boğazımda düğüm. Şiirlere olan bakış açımı değiştiren ve hakikati bu denli mısralara işleyen kıymetli üsdadın mısralarında eminim ki bir çok kişi kimliğini buluyor ve hayata bambaşka sarılıyor. Allah(c.c) makamların en güzellerine layık eylesin. Ruhu şad olsun. Edebi kimliğimle değil tüm samimiyetimle yüreğimden geçenler şudur ki; Nice insanlar tanıdım yazdıklarıyla, okudum, irdeledim, bazılarının hakkında günlerce düşündüm. Ve bu müstesna şahsiyetlerden en kıymetlisi olan Üsdad Necip Fazıl Kısakürek, beni en çok düşündüren ve kalbimi silkeleyerek şiir kimliğimi ve dahi yaşantımı düzene sokmama yardımcı olan kişilerdendir. Necip Fazıl’ı anlamak için hayatını okumanız onu anlayacağınızın ispatıdır. Bir insanın hayatı değerlendirilirken eğrisi de, doğrusu da yazılır. Eski yanlışlarından bu hale, bu aşamaya dahi geldiğinden dolayı örnek alınası bir insandır. Nereden nereye gelmiş bir şahsiyettir. Şahsi kusurlarından dolayı evveliyatını temcit pilavı gibi göz önüne sürmek kati suretle yanlıştır. Bir insanın ayıbını bilirsiniz ama kalpten tevbesini bilemezsiniz. Sen, yeryüzünün her noktasında belli baslı noktalardan doğan güneş kadar sabit ve mutlaksın. Fakat yine sen, herkesin kendi ruh mensurundan aksettireceği her ân yeni ve değişik pırıltılarla da, muvazi aynalar arasındaki mum gibi sonsuz ve hudutsuzsun! Çöle İnen Nur’dan…


SERGÂH DERGİ

TAVSİYE KİTAPLAR


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.