Benim uzak yildizim on okuma

Page 1

GO!


1. Baskı: GO! Kitap, İstanbul 2015

GO! GO! Kitap Benim Uzak Yıldızım Amie Kaufman & Meagan Spooner Özgün adı: These Broken Stars ISBN: 978-975-999-809-7 YAYINEVİ SERTİFİKA NO: 13695 MATBAA SERTİFİKA NO: 19039 © Amie Kaufman & Megan Spooner 2013 © Bu kitabın Türkçe yayın hakları Akçalı Telif Hakları Ajansı aracılığı ile alınmıştır. © Bu kitabın Türkçe yayın hakları GO! Kitap’a aittir. Yayın yönetmeni: Bülent Oktay Editör: Nurten Hatırnaz Çeviren: Ebru Sürmeli Kapak fotoğrafı: Tom Corbett Grafik uygulama: Ayşe Çalışkan Baskı ve cilt: EKOSAN MATBAACILIK Litros yolu 2. Matbaacılar Sitesi 2NF8 Topkapı - Zeytinburnu Beyaz Balina Yayın Sanat Dağıtım Paz. San. ve Tic. Ltd. Şirketi Maltepe Mah. Davutpaşa Cad. MB İş Merkezi No: 14 K: 1 D: 1 Zeytinburnu / İstanbul Tel: 0212 544 41 41 - 544 66 68 - 544 66 69 Faks: 0212 544 66 70 info@beyazbalina.com.tr GO! Kitap, Beyaz Balina Yayınları’nın tescilli markasıdır.


Çev ire n : Eb r u S ü r m e li GO!



Üç erkeğe; bu sürekli değişen evrenin sabit takımyıldızları Clint Spooner, Philip Kaufman ve Brendan Cousins’a.



“Bayan LaRoux ile ne zaman tanıştınız?” “Kazadan üç gün önce.” “Nasıl oldu?” “Kaza mı?” “Bayan LaRoux ile tanışmanız.” “Bunun bir önemi var mı?” “Her şeyin önemi var, Binbaşı.”



BIR TARVER

bu odanın gerçekle alakası yoktu. Bir ev partisinde

olsaydık, bakışlar müziğin geldiği yöne, köşedeki kanlı canlı müzisyenlere kayardı. Odayı aydınlatan mumlar ve loş ışıklı lambalar olurdu. Gerçek ağaçtan yapılmış ahşap masalar... İnsanlar, beni kim seyrediyor diye kontrol edip durmak yerine, karşısındakine kulak verirdi. Odanın havası bile filtreden geçirilmiş ve suniydi. Duvar şamdanlarının mumları titreşse de, güçlerini sabit bir kaynaktan aldıkları belliydi. Havada süzülen tepsiler, davetliler arasında dolanıyor; içkiler görünmeyen garsonlar tarafından taşınıyordu sanki. Her seferinde aynı, hatasız ve şaşmayan performansı sergileyen keman dörtlüsü bir hologramdan ibaretti. Tarihi bir romandan fırlamış gibi duran, bu yapay sahnede kapana kısılmak yerine, kendi birliğimle takılıp rahat bir akşam geçirmeyi tercih ederdim. 9


Kaufman / Spooner

Son moda Viktoryen numaralara rağmen nerede olduğumuz gün gibi ortadaydı. Görüntü kapılarının dışında, belli belirsiz, gerçek üstü yıldızlar, soluk birer beyaz çizgi gibi görünüyordu. Evrende sabit duran birisi, bir şekilde, boyutsal hiperuzayda yolculuk eden İkarus’un ışıktan hızlı hareketini seçebilseydi, İkarus da, solgun ve yarı saydam görünürdü. Kitap rafına dayanmış dururken, buradaki tek gerçek şeyin kitaplar olduğunu fark ettim. Elimi arkaya götürüp parmaklarımı kitapların antika sırtlarının sert derisinde gezdirdim, sonra bir tanesini çekip çıkarttım. Burada kimsenin kitap okuduğu yoktu, kitaplar yalnızca süs içindi. Sayfalarında yazanlar için değil, deri ciltlerinin dokusu yüzünden seçiliyorlardı. Bir tanesinin yokluğunu kimse fark etmezdi, benimse bir nebze olsun gerçekliğe ihtiyacım vardı. Bu gecelik işim bitmiş sayılırdı, talimatlara uyup fotoğraf makinelerine gülümsemiştim. Üstlerim, alay komutanlarını üst tabakayla bir araya getirmenin, bizleri, olmayan bir ortak paydada buluşturacağını düşünmekten vazgeçmiyordu; İkarus’u işgal eden paparazzilere, benim gibi, alt tabakadan gelip başarılı olmuş bir delikanlının seçkinlerle takıldığını gösteriyorlardı. Ben de, elimde içkimle birinci sınıf salonda dolaşırken fotoğrafçıların durmadan fotoğrafımı çekeceklerini sanmıştım ama gemide bulunduğum iki hafta içerisinde böyle bir şey olmamıştı. Bu millet sıfırdan zengin olanların hikâyelerine bayılırdı. Benim servetimin, göğsümdeki madalyalar oluşu bir şeyi değiştirmiyordu. Ne olursa olsun gazeteler için iyi bir haberdi bu. Ordu iyi görünüyordu, zenginler iyi görünüyordu ve fa10


Benim Uzak Yıldızım

kirlerin umut edecek bir şeyleri oluyordu. Gördünüz mü? diyordu bütün manşetler, Siz de hızla yükselip servete ve üne kavuşabilirsiniz. Köylü bir delikanlı yapabiliyorsa siz neden yapamayasınız? Patron’da yaşananlar olmasaydı, buraya adımımı bile atamazdım. Herkesin kahramanlık dediği şey, benim gözümde trajik bir fiyaskoydu ama benim fikrimi soran yoktu. Odayı bakışlarımla taradım; parlak renkli elbiseleriyle bir arada duran kadınları, benim gibi üniformalı subayları ve fraklı, silindir şapkalı erkekleri süzdüm. Bir yükselip bir alçalan kalabalık rahatsız ediciydi –bu insanlarla bir ömür geçirsem bile, bu kalıplara hayatta alışamazdım. Gözlerim az önce içeri giren birine takıldı ve bunun nedenini ancak birkaç saniye sonra anladım. Adam, ortama uyum sağlamaya çalışıyordu ama buraya ait olmadığı her halinden belliydi. Siyah frakı fazlasıyla eskiydi ve silindir şapkasında, bu aralar moda olan, parlak saten kurdeleden yoktu. Ben, herhangi bir ortama aykırı kaçan şeyleri fark etmek üzere eğitilmiştim ve estetik ameliyatla mükemmelleştirilmiş bu yüzlerin ortasında, adam yanıp sönen bir deniz fenerinden farksızdı. Gözlerinin kenarında ve ağzının çevresinde kırışıklıklar, teninde rüzgârın ve güneşin izleri vardı. Tavrı gergin, omuzları çöküktü; parmaklarıyla ceketinin yakasını çekiştirip duruyordu. Kalp atışlarım birden hızlandı. Ortama aykırı herhangi bir şeyin canınıza mal olabileceği kolonilerde epey zaman geçirmişliğim vardı. Kitaplıktan ayrılıp kalabalığın arasından kendime yol açarak, adama doğru ilerlemeye başladım. Kesinlikle ihtiyaç duymadıkları tek camlı gözlükleri olan iki kadının 11


Kaufman / Spooner

yanından geçtim. Niyetim adamın burada ne aradığını öğrenmekti ama hızlı ilerleyemiyordum; ızdırap veren bir sabırla, kalabalığın doğal devinimine uyarak kendime yol açmak zorundaydım. Gerçekten tehlikeli biriyse odanın enerjisindeki ani değişiklik onu harekete geçirecekti. Fotoğraf makineleri suratıma patlarken, etraf birdenbire parlak flaşlarla aydınlandı. “Ah, Binbaşı Merendsen!” Yirmilerinin ortasındaki kadın sürüsünün lideri, üzerime doğru geliyordu. “Ay, hayatta bırakmayız. Bizimle fotoğraf çektireceksiniz.” Samimiyetsiz tavırları zehirden farksızdı. Burada, arka ayakları üzerinde yürüyen bir köpek konumundayım –bunun farkındaydılar, ben de farkındaydım; yine de yaşayan, gerçek bir savaş kahramanıyla birlikte görülme fırsatını kaçırmak istemiyorlardı. “Elbette, bir saniye izin verirseniz…” Bitirmeme fırsat kalmadan, kadınların üçü de etrafımı sardı ve dudaklarını büzüp gözlerini süzerek poz verdiler. Gülümseyin! Dört bir yanımda flaşlar patlayınca bir süreliğine kör oldum. Kafatasımın köküne bıçak gibi saplanıp dört dörtlük bir baş ağrısı vadeden acıyı hissedebiliyordum. Kadınlar çene çalıp beni sıkıştırmaya devam ediyorlardı. Suratı çökmüş adamı göremiyordum artık. Fotoğrafçılardan bir tanesi, etrafımda vızıldayıp duruyordu. Arkasında neler olduğunu görebilmek için yana doğru bir adım attım ama gözümün önünde kırmızı ve altın sarısı parıltılar uçuşuyordu. Gözlerimi iyice kırpıştırarak bakışlarımı bardan kapıya, oradan da uçan tepsilere ve bölmelere kaydırdım. 12


Benim Uzak Yıldızım

Adamın neye benzediğini, kıyafetlerinin nasıl göründüğünü hatırlamaya çalıştım. Frakının altında bir şeyler saklamasına yetecek yer var mıydı acaba? Silahlı olabilir miydi? “Binbaşı, beni duydunuz mu?” Fotoğrafçı hâlâ konuşuyordu. “Evet?” Hayır, onu dinlemiyordum. Konuşmak için fotoğrafçıya yaklaşıyormuşum gibi yaptım, niyetim etrafımı saran kadınlardan kurtulmaktı. Ufak tefek adamı kenara itebilseydim keşke ya da daha iyisi ona tehlikeli bir durum olduğunu söyleyip salondan koşarak kaçışını izleyebilseydim. “Alt güvertedeki arkadaşlarınızın partiye sızmaya çalışmamalarına şaşırdığımı söyledim.” Cidden mi? Diğer askerler her akşam, benim bir idam mahkûmu gibi, birinci sınıfa gidişimi izliyorlardı. “Bilirsiniz,” dedim, ne kadar gıcık olduğumu belli etmemeye çalışarak, “şampanyanın adını bile duymamışlardır büyük ihtimalle.” Gülümsemeye çalışıyordum ama yapmacıklık onların uzmanlık alanıydı, benim değil. Adam abartılı bir kahkahayla gülerken, flaşlar bir kez daha suratıma patladı. Gözlerimi kırpıştırıp uçuşan yıldızlardan kurtulmaya çalıştım. Yalpalayarak öne doğru bir adım attım ve boynumu uzatarak salonda benden daha alakasız kaçan tek erkeğin yerini bulmaya çalıştım. Gitmiş olabilir miydi? Böyle bir partiye izinsiz giren birisi, olay çıkartmadan çekip gitmezdi. Bir yere oturmuştu belki de, diğer konukların arasında saklanıyordu. Müşterileri daha yakından inceleyerek, bakışlarımı bir kez daha bölmelerde dolaştırdım. 13


Kaufman / Spooner

Bölmelerin hepsi tıka basa doluydu. Bir tanesi hariç. Bir bölmede tek başına oturmuş, kalabalığı ilgisiz gözlerle seyreden kıza takıldı bakışlarım. Solgun, pürüzsüz teninden, onlardan biri olduğu anlaşılıyordu ama yüzündeki ifadeye bakılırsa daha iyi, daha yukarıda ve dokunulmaz bir yerdeydi. Elbisesi, mavi denizci üniformasıyla aynı tondaydı. Bakışlarım bir anlığına çıplak omuzlarına takıldı. Bu rengin ona, tanıdığım bütün denizcilerden daha çok yakıştığı kesindi. Kızıl saçları omuzlarından aşağı dökülüyordu. Burnu bir parça kalkıktı ama bu onu daha sahici kılmış, güzelliğine güzellik katmıştı. Güzel demek yetmiyordu aslında. Bir içim suydu. Yüzü, kafama takılmıştı. Sanki onu tanımam gerekiyordu ama ben aradaki bağlantıyı kuramadan, kız bakışlarımı yakaladı. Onun gibi kızlarla takılmamam gerektiğini biliyordum, o yüzden neden bakışlarımı kaçırmadığımı bilmiyordum, neden gülümsediğimi de. Derken, ani bir hareket, bakışlarımı ondan koparttı. Gergin tavırlı adam, kalabalığın arasında göze çarpıyordu artık. Kambur duruşu gitmişti; salonun öbür ucundaki bir şeye sabitlenmiş gözlerle, kalabalığı yararak hızla ilerliyordu. Bir hedefi vardı –ve hedefi de, mavi elbiseli kızdı. Bu kez, kalabalığın arasından nazikçe dolaşmaya çalışmıyordum. Bir çift şaşkın, yaşlı beyefendiyi iterek bölmeye doğru hamle yaptım ama yabancı oraya benden önce ulaştı. Kıza doğru eğilip kısık sesle hızlıca bir şeyler söyledi. Çok hızlı hareket ediyor, içeri izinsiz girdiği anlaşılmadan buraya söylemeye geldiği şeyi söylemeye çalışıyordu. Kız irkilip geri 14


Benim Uzak Yıldızım

çekildi. Derken aramıza insanlar girdi ve ben onları gözden kaybettim. Elim silahıma gitti ve yerinde olmadığını fark ettiğim anda, dudaklarımın arasından tıslamayı andıran bir ses çıktı. Kalçamdaki boşluk, eksik bir organ gibiydi. Sola hamle yapınca uçan tepsilerden birine çarpıp üstündekileri yere devirdim. Ürken kalabalık, nihayet masaya ulaşmama izin verecek şekilde yol açtı. Davetsiz misafir, kızın dirseğine yapışmıştı; acelesi vardı. Kız çakmak çakmak gözlerle, adamın elinden kurtulmaya çalışırken yardım istercesine sağa sola bakınıyordu. Derken bakışları beni buldu. Bir adım daha yaklaştığım sırada, doğru türden silindir şapkalı bir adam yabancının omzuna elini koydu. Yanında, kendini en az onun kadar önemli gören bir arkadaşı ve biri erkek biri kadın, iki de subay vardı. Öfkeli bakışlı adamın buraya ait olmadığının farkındaydılar ve ben bu duruma bir çözüm getirmeye hazırlandıklarını görebiliyordum. Kızıl saçlının, kendini koruma ilan eden arkadaşı, adamı subaylara doğru itti; subaylar da adamın kollarına yapıştılar. Yabancının eğitimli olmadığı belliydi, resmi ya da kolonilerdeki kavgalarda öğrenilen türden bir dövüş bilgisi yoktu. Olsaydı, bu iki masa başı jokeyiyle ve onların lapacı formlarıyla baş edebilirdi. Adamı kapıya doğru çevirmeye yeltendiler, bir tanesi boynuna yapıştı. Benim kullanacağımdan fazla güç uyguluyordu, özellikle o ana dek işlediği tek suç, mavi elbiseli kızla konuşmaya çalışmak olan birine karşı ama olayla onlar ilgileniyorlardı. Bitişik bölmede durdum, hâlâ nefes nefeseydim. 15


Kaufman / Spooner

Adam kıvrılıp askerlerin elinden kurtularak tekrar kıza doğru döndü. Salon giderek sessizliğe bürünürken, adamın kulak tırmalayan sesi daha iyi duyuluyordu artık. “Babanızla bu konuyu konuşmanız lazım. Lütfen. Teknoloji yetersizliğinden ölüyoruz, kolonilere daha fazla…” Subaylardan bir tanesi karnına bir yumruk indirince, adam iki büklüm olup sustu. İleri atılıp durduğum bölmeyi ve giderek genişleyen izleyici çemberini aştım. Kızıl saçlı kız, benden önce davrandı. Ayağa öyle bir fırladı ki salondaki gözler, büyük bir hızla üzerine çevrildi. Kim olduğunu bilmiyordum ama dikkatleri üzerine çekmeye alışkın olduğu kesindi. “Yeter!” Ültimatom vermeye uygun bir ses tonu vardı. “Yüzbaşı, Teğmen, ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz?” Kızdan boş yere hoşlanmadığımı biliyordum. Ben öne çıktığımda kız, bir müfrezeyi yere serecek bir bakışla, iki adamı oldukları yere çivilemiş vaziyetteydi. Bir an için, beni fark etmediler. Sonra askerlerin varlığımın farkına vardıklarını, omuzlarımdaki yıldız ve rütbeleri taradıklarını gördüm. Rütbeler hariç, birbirimizden çok farklıydık. Ben madalyalarımı savaşarak kazanmıştım, onlarsa uzun hizmetleri ve bürokratik başarılarıyla. Benim başarılarım savaş alanında elde edilmişti, onlarınki masa başında. Yine de, ilk kez, kazandığım bu yeni konumdan hoşnuttum. İki asker istemeye istemeye hazır ola geçtiler –ikisi de benden yaşça büyüktü ve on sekiz yaşında birine selam çakmanın onlara zor geldiğini görebiliyordum. On altı yaşımda içki içebilecek, savaşabilecek ve oy verebilecek kadar büyümüş olmama rağmen, iki 16


Benim Uzak Yıldızım

sene sonra, genç olduğum için bana saygı duymakta zorlanmaları ilginçti aslında. Askerler, davetsiz misafiri hâlâ bırakmamışlardı. Adam kesik kesik nefes alıp veriyordu, az sonra bir hava kilidinden dışarı fırlatılacağına emin gibiydi. Hafifçe öksürüp sakin bir sesle konuşmaya özen gösterdim: “Sorun olduysa, bu adamın kapıyı bulmasına yardımcı olabilirim.” Daha fazla şiddete başvurulmasına gerek kalmadan. Nasıl konuştuğumu hepimiz duyuyorduk –olduğum gibi: Küçük yerden gelen, kültürsüz ve kaba bir delikanlı gibi. Salonun sağından solundan bir-iki kahkaha yükseldi. Artık herkes sahnelediğimiz küçük drama odaklanmış vaziyetteydi. Gülenlerin kötü bir niyeti yoktu, olup bitenleri eğlenceli buluyorlardı yalnızca. “Merendsen, bu adamın kitapla ilgilendiğini sanmıyorum,” diyen Süslü Silindir Şapka bana pis pis sırıttı. Başımı eğince, raftan aldığım kitabı hâlâ elimde tuttuğumu gördüm. Yoksul olunca, okuma yazma da mı bilmemem gerekiyordu? “Çıkmaya hazırlandığına eminim,” dedi kız, Silindir Şapka’yı çelik gibi bakışlarıyla dizginleyerek. “Siz de ayrılmak üzereydiniz büyük ihtimalle.” Uzaklaştırılmayı beklemediklerinden hazırlıksız yakalanmışlardı. Silah arkadaşlarımın şaşkınlığından faydalanarak, yakaladıkları adamı ellerinden aldım. Dirseğinden tutup onu yanlarından uzaklaştırdım. Genç kız başarılı bir hamleyle dörtlüyü salondan atmıştı –yüzünü yine hatırlar gibi oldum. Bu kız kimdi de bu kadar tanıdık geliyordu? Subayların zoraki 17


Kaufman / Spooner

çıkışlarını yapmalarına müsaade ettikten sonra, tatlı sert bir tavırla yeni dostumu kapıya doğru götürdüm. “Kafayı mı yedin?” diye sordum, dışarı çıktığımızda. “Yanlarına yaklaştığına göre delirmiş olman lazım, üstelik de böyle bir yerde. Bir an için birilerini havaya uçuracağını sandım.” Adam uzun uzun gözlerimin içine baktı. Yüzü çoktan, içerideki insanların hiçbir zaman yaşlanmayacakları kadar yaşlanmıştı. Çökük omuzlarla, tek kelime etmeksizin arkasını dönüp yürüdü. Mavi elbiseli kızla bu ayarlanmış karşılaşmadan neler umduğunu merak ediyordum. Kapı aralığında dikilip kalabalığın biten gösteriye olan ilgisini kaybetmesini seyrettim. Salon yavaş yavaş yeniden canlanmaya, uçan tepsiler aralarda dolanmaya, sohbet hareketlenmeye başladı. Sağdan soldan, defalarca denenmiş, kusursuz kahkahalar yükseldi. Normalde buradan bir saat daha ayrılmamam lazımdı ama bu seferlik erken kaçabilirdim belki. Derken tekrar o kızı gördüm –o da bakışlarıyla beni takip ediyordu. Eldivenlerinden birini yavaşça çıkartıyor, her bir parmağını teker teker çekiyordu. Gözlerini bir an bile yüzümden ayırmamıştı. Aptal gibi bakakalmıştım, bacaklarım nasıl yürüneceğini unutmuştu sanki. Gözlerimi kaçırmayınca, dudakları gülümsemeyi andıran bir ifadeyle kıvrıldı. Ancak her nedense, onun gülümsemesi alaycı değildi ve ben de adım atacak kadar kendimi toplamıştım. Eldiveninin tekini düşürdüğünde, yerden almak için eğilen ben oldum. 18


Benim Uzak Yıldızım

İyi olup olmadığını sorma ihtiyacı hissetmedim –kendinden emin görünüyordu. O yüzden, eldiveni masanın üzerine bıraktım ve o anda, elimde olmadan gözlerimi dikip baktığımı fark ettim. Gözleri maviydi. Elbisesiyle uyumluydular. Kirpikler doğal şekilde bu kadar uzayabilir miydi? Bu kadar kusursuz yüzün arasında, kimin estetikli kimin estetiksiz olduğunu anlamak kolay değildi. Yine de, estetik ameliyat geçirdiyse bile düzgün, klasik güzellikte bir burun seçtiği anlaşıyordu. Yok, bu kız yapma görünmüyordu. “İçkinizi mi bekliyorsunuz?” Neredeyse sakin bir tonda konuşuyordum. “Arkadaşlarımı bekliyorum,” dedi, ölümcül kirpiklerini bir anlığına indirip aralarından bana bakarak. “Yüzbaşı?” Rütbemi tahmin etmeye çalışırmışçasına, yukarı bakarak söylemişti bunu. “Binbaşı,” dedim. Rütbe işaretlerini okumayı biliyordu, az önce diğer subayların rütbelerini doğru söylediğini duymuştum. Onun gibi sosyete kızlarının hepsi bilirdi. Bu bir oyundu. Sosyeteden olmayabilirdim ama bir oyuncuyu gördüğüm zaman tanırdım. “Arkadaşlarınız sizi yalnız bırakmakla hata ettiler. Benimle sohbet etmek zorunda kalacaksınız.” Derken gülümseyip gamzelerini ortaya çıkardığı anda, aklım başımdan gitti. Mesele yalnızca görünüşü değildi –o bile tek başına yeterliydi aslında. Görünüşüne rağmen, onunla karşılaştığım mekâna rağmen, bu kız akıntının tersine yüzmeye hazırdı. Boş kafalı kuklalardan biri değildi. Kimseyle karşılaşmadan geçen günlerden sonra, bir insana rastlamak gibiydi. “Arkadaşlarınız gelene dek, size eşlik etsem yıldızlararası bir olay olur mu acaba?” 19


Kaufman / Spooner

“Hiç de bile.” Bölmenin diğer tarafını gösterircesine, başını hafifçe yatırdı. Oturma yeri onun olduğu noktadan başlayan bir yarım daire çiziyordu. “Sizi uyarmam lazım, uzun süre takılmanız gerekebilir. Arkadaşlarım pek dakik değildir.” Güldüm, kitabımla kadehimi eldiveninin yanına koyup karşısına oturdum. Son zamanlarda moda olan, kocaman eteklerden giymişti; yerime yerleşirken kumaş bacaklarıma değdi. Kıpırdamadı. “Beni askeri öğrencilik yıllarımda görecektiniz,” dedim. Duyan da bir sene öncesinden bahsetmediğimi sanırdı. “Hepimiz dakikliğimizle ünlüydük. Nasıl ya da neden diye sormaz, çabucak yapardık.” “Ortak bir noktamız var anlaşılan,” dedi. “Bize de neden diye sormamayı öğretiyorlar.” İkimiz de neden bir arada oturduğumuzu sormadık. Kafamız o kadar çalışıyordu. “En azından yarım düzine erkek bize bakıyor. Düşman edinmiyorumdur umarım. En azından yeni düşmanlar.” “Burada oturmanıza engel olur muydu?” diye sordu, nihayet diğer eldiveni de çıkartıp masaya bırakarak. “Sanmıyorum,” diye karşılık verdim. “Yine de bilsem iyi olur. Köşebaşlarında bekleyen rakipleriniz varsa, geminin bir sürü karanlık koridoru olduğunu öğreniyor insan.” “Rakip mi?” dedi, tek kaşını kaldırarak. Benimle oynadığının farkındaydım ama oyunun kurallarını bilmiyordum ve bütün kozlar onun elindeydi. Yine de her şeye razıydım –kaybetmeyi umursamıyordum. Onun hoşuna gideceğini bilsem, o anda pes ederdim. “Kendilerini rakip görüyorlardır herhalde,” dedim sonunda. “Şuradaki beyefendiler hallerinden pek memnun değiller 20


Benim Uzak Yıldızım

sanki.” Başımla smokinli ve silindir şapkalı başka bir grubu işaret ettim. Bizim oralarda insanlar daha basitti. Biz kapalı bir mekâna girdiğimizde, başımızdan şapkamızı çıkartırdık. “Üzerlerine gidelim,” dedi hemen. “Siz, elinizdeki kitaptan bana bir şeyler okuyun, ben de okuduklarınızla mest olmuş gibi yapayım. İsterseniz bana içki de ısmarlayabilirsiniz.” Raftan kaptığım kitaba göz attım. Kitlesel Ölüm: Başarısızlıkla Sonuçlanan Seferberlikler Tarihi. İçimden yüzümü ekşitip kitabı bir parça daha ileri ittirdim. “İçki daha iyi fikir. Bir süredir parıltılı ışıklardan uzak kaldım, o yüzden paslanmış olabilirim ama kızların, kanlı ölümlerden etkilemediğine eminim.” “Şampanyayla yetinmek zorundayım öyleyse.” Uçan tepsilerden birine işaret etmek için elimi kaldırdığımda, devam etti. “ ‘Parıltılı ışıklar’ dediniz, bir parça küçümsercesine, Binbaşı. Ben de o parıltılı ışıklardan geliyorum. Bu yüzden beni suçlayacak mısınız?” “Sizi suçlamak gibi bir niyetim kesinlikle yok.” Kelimeler bir şekilde beynime uğramadan dökülüyordu. İsyan çıkmıştı. İltifat karşısında gözlerini devirdi ama gülümsemeyi bırakmadı. “Uygarlıktan uzak kaldığınızı söylüyorsunuz ama iltifatlarınız sizi ele veriyor. Uzun süredir ayrı kalmış olamazsınız.” “Cephede hepimiz gayet uygarız,” dedim, alınmış gibi yaparak. “Belimize ulaşan çamurların içinde yürümeye ve kurşunlardan kaçmaya ara verip dans davetlerine iştirak ettiğimiz de oluyor. Eğitim çavuşumun bir lafı vardı, ‘Yer ayaklarının altından kayarken dans etmeyi öğrenmeyeceksin de, ne zaman öğreneceksin?’ derdi.” 21


Kaufman / Spooner

“Öyledir herhalde,” diye onayladı, dolu bir tepsi işaretimle bize doğru gelirken. Bir kadeh şampanya seçip yarım bir şerefe hareketinden sonra, dudaklarına götürdü. “Adını öğrenebilir miyim, yoksa gizli bilgi mi?” diye sordu, sanki bilmiyormuş gibi. Diğer kadehe uzandım ve tepsiyi kalabalığa doğru vızıldayarak gönderdim. “Merendsen.” Numaradan bile olsa, baş döndürücü başarılarımı övmeyen ya da benimle bir fotoğraf çektirmek istemeyen biriyle konuşmak güzeldi. “Tarver Merendsen.” Gazetelerden ve holo-videolardan tanımıyormuş gibi bakıyordu bana. “Binbaşı Merendsen.” Kelimelerin ilk harflerini vurgulayarak söyledi, sonra onaylarcasına başını salladı. Adım onaylanmıştı, en azından şimdilik. “Sonraki görevim için parıltılı ışıklara dönüyorum. Senin evin hangisinde?” “Corinth, elbette,” diye karşılık verdi. İçlerinde en parlak olanıydı. Elbette. “Planetside’dan çok, bu tür uzay gemilerinde vakit geçiriyorum gerçi. Burada, İkarus’ta evimde sayılırım.” “İkarus seni bile etkiliyor herhalde. Gittiğim bütün şehirlerden daha büyük.” “En büyüğü,” diye cevap verdi. Bakışlarını indirip şampanya kadehinin sapıyla oynamaya başladı. Saklamayı becerse de yüz hatlarında bir şeyler titreşmişti. Uzay gemisi hakkında konuşmak onu sıkmıştı herhalde. Hava durumu hakkında konuşmak gibiydi belki de. Hadi ama. Toparla kendini. Boğazımdaki gıcığı temizle22


Benim Uzak Yıldızım

dim. “Manzara güverteleri muhteşem. Ben düşük aydınlatmalı gezegenlere alışkınım ama buradaki manzara bambaşka.” Bir anlığına göz göze geldik –sonra dudakları minicik bir gülümsemeyle kıvrıldı. “Tadını çıkarmayı unuttum sanırım, bu yolculuğun demek istiyorum. Belki de biz…” Konuşmayı kesip kapıya doğru şöyle bir baktı. Kalabalık bir salonda olduğumuzu unutmuştum ama kız başını çevirdiği anda müzik ve sohbet tekrar yükseldi. Kızılımsı sarı saçlı bir kız, arkasında küçük maiyetiyle, arkadaşıma doğru yaklaşıyordu. Akrabası olduğundan emindim ama bu kızın burnu düzgün ve kusursuzdu. “Lil, buradasın demek,” dedi, kaşlarını çatıp elini davet edercesine kaldırarak. Dâhil edilmemiş olmama şaşırmadım. Yanındakiler dolanarak arkasındaki yerlerini aldılar. “Anna,” dedi, artık bir adı olan arkadaşım. Lil. “Seni Binbaşı Merendsen ile tanıştırayım.” “Çok güzel,” dedi Anna baştan savarcasına. Kitabımla kadehime uzandım. Ne zaman gitmem gerektiğini bilirdim. “Lütfen, sizin yerinize oturdum sanırım,” dedim. “Tanıştığımıza memnun oldum.” “Evet,” diyen Lil, Anna’nın elini görmezden geldi ve masanın öbür tarafından bana bakarken, parmaklarıyla şampanya kadehinin sapını kavradı. Sohbetin bölünmesinden rahatsız olduğuna inanmak istedim. Ardından kalkıp, sivillere sakladığımız türden küçük bir reveransla oradan ayrıldım. Mavi elbiseli kız arkamdan baktı.

23


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.