098

Page 1

SAYFA

2

SAYFA

Ça¤r› merkezi çal›flanlar›... A¤›r çal›flma koflullar›na karfl› dernek çat›s› alt›nda buluflan ça¤r› merkezi çal›flanlar› anlat›yor

11

AKP eczac›dan ne istiyor? Eczac› direnifle haz›rlan›yor. ‹stanbul Eczac› Odas› Baflkan› Semih Güngör anlat›yor...

SAYFA

13

Tarihte siyasi cinayetler Hrant Dink, U¤ur Mumcu ve ocak ay›nda ölenleri anarken, bir yönetme biçimi olarak siyasi cinayetler...

SAYFA

15

Avatar’›n kahraman›... Giflede rekorlar k›ran Avatar filmini nas›l okumal›? Sömürgeci günah m› ç›kar›yor yoksa...

9 Ocak 2010 • 1 TL

Y›l 4 • Say› 98

ÇOCUKLARIMIZA ONURLU BİR GELECEK BIRAKMAK İÇİN

Tek el olunmalı

Direnifl sokakta selamlan›r. Emekçiler farklı alanlarda özgün ve zengin mücadele örnekleri üreterek Tekel direnişini güçlendiriyor.

Kazanmak birlikten geçiyor. Tekel direnişiyle kurulan dayanışma toplumsal muhalefete yeniden birlik olmanın yolunu gösterdi. S. 16

Balcal›’n›n zaferi Tekel direnifline güç veriyor

Beşir Atalay’ın verdiği bilgiler açılım süreci vesilesiyle devletin neoliberal dönüşümüne girişildiğini gösterdi. S. 4

Baflarmak için sokakta olmak gerek YOL sayfa 3’te

Halk›n Sesi’nden / Sayfa 2

Ferda Koç / Sayfa 4

“Seni seviyorum”

Öncü çizgisi cephe...

“Tekel iflçi direnifli AKP politikalar›n›n durdurulabilece¤ini, hatta tersine çevrilebilece¤ini kan›tl›yor... Balcal›’da taflerona, ‹stanbul’da ulafl›m zamlar›na karfl› kazan›mlar da bu durumu destekliyor. Halk›n mücadelesinin çok yönlü, kararl› ve militan oldu¤u sürece baflar›ya ulaflaca¤› kan›tlan›yor.”

Tufan Sertlek / Sayfa 9

S›n›f olma hali

‹nönü Alpat / Sayfa 13

Biz hala yaflamay›...

Halk metrobüs zamm›n› durdurdu

Kriz idaresi ve linç

Tam gün direnifli Hekimler performansa dayalı ücretlendirme getiren tam gün yasasına itiraz ediyor. Halkın sağlığı tehlikede mi? S. 8

Metrobüs turnikelerinden atlayarak ulaşım haklarını gasp etmek isteyenleri protesto eden İstanbullular, zammın yürümeyeceğini gösterdi. Yargı da zamma dur dedi. S. 6

Halkın Sesi, dosya sayfalarında Edirne ve Selendi’de yaşanan linç girişimleri sonrası kontrgerillanın kriz idaresi olarak ‘linç rejimi’ni ele alıyor. Lincin tarihsel kökenleri nedir? Türkiye’de lincin sosyoekonomik haritası ve sınıfsal dinamikleri nelerdir? Linç eden ve edilen kimdir? S. 12

Ölümünün üzerinden geçen üç yılda tetiği çektirenlere dokunulmadı. Adalet isteyenler anma töreninde öfkeliydi S. 3

Aç›l›m ve dönüflüm

Tekel direnişiyle emek hareketinin ana gündemi haline gelen güvencesizliğe karşı mücadele öncü hareketlerin kazanımlarıyla güçleniyor Dev Sağlık-İş dört yıllık mücadelenin ardından Adana’da taşeron çalışmayı durdurdu. Bin yüz işçi mahkeme kararıyla kadrolu oldu S. 9

Hrant’› anarken

Haiti’de önce deprem, sonra iflgal

Elektrikte otomatik soyguna dikkat

Haiti yoksulluk ve salgın tehlikeleriyle beraber depremin yaralarını sarmaya çalışıyor. Yıkımı fırsat bilen ABD bölgeye yardım yerine asker ve savaş gemileri gönderdi. S. 5

Elektrik otomatik olarak zamlanıyor. Özelleştirmenin acı faturası sadece pahalı elektrik olarak değil kesme açma oyunları ve tasarruf aldatmacasında da görülüyor S. 7

Adet izni kavgas› Patronların adet izni sıkıntısının arkasında yeni iş güvenliği yasasını etkileme derdi çıktı S. 10


2

MEDYA 22 Ocak 2010 / 4 fiubat 2010

Halk›n Sesi

“Seni seviyorum” 12 yaşında genç bir kadın kendini öldürdü ya da töre yasaları gereği genç kadın öldürüldü… Meryem Sökmen, beşinci sınıf öğrencisiydi. Doğubeyazıt Tendürek Dağı eteklerinde Somkaya Köyü’nde yaşıyordu. Bir korucu ailesinin küçük kızıydı. Birine “seni seviyorum” diye bir not yazmış. Cevval öğretmen görevini hakkıyla yerine getirmiş. Sevgi notunu yakalamış. Onun kara kaplı not defterinde bu notu değerlendirme ölçüsü bulunmadığından lazım geleni yapsın diye müdüre söylemiş; müdür de kızın babasına. Kız korkmuş ya da utanmış. Hem korkmuş hem utanmış. Artık bu korku ya da utançla yaşamayacağına karar vermiş. Neden korkmuş? Ölüm korkusundan mı? Ölüm korkusundan mı kendini öldürmüş? Ya da neden utanç duymuş? Birini sevmekten mi, yoksa sevginin açığa çıkmasından mı? Bunlar bilinmiyor… Söylenti çok… Meryem kendini babasının tüfeğiyle öldürmüş. PKK’yle savaşması için devlet tarafından koruculara dağıtılan kalaşnikof tüfekle. Bunun teknik olarak ne denli mümkün olduğu sorgulanıyor: “Küçücük bir kız çocuğu nasıl olurda böyle bir silahla başına üç el ateş ederek kendini Meryem Sökmen öldürebilirmiş.” Korucu tabiriyle “Ayarı seriye vermiş”… Karanlık bir ölüm aydınlatılacak ya, hiçbir ayrıntı gözden kaçırılmıyor. Bu kadar ayrıntının ne önemi var? Her koşulda suçlanacak o denli çok şey var ki. Töre baskıları, namus bekçileri, erkek dayanışması, kırsal cehalet, koruculuk sistemi, çürümüş bürokrasi, memurunu koruyan amirler… Bütün bunlar da kesmezse, feodal geri kalmışlıkla dinci yobazlık zaten hazır. “Doğu’nun kötü kaderine karşı” zamanını bekleyen onlarca kampanya var… Utanın, toplumun vicdan yıkayıcıları, utanın! Ne denli övünseniz azdır; fırsatı hiç kaçırmadınız. Töreyi yerden yere vurdunuz. Feodal geri kalmışlığa bin kez lanet ettiniz. Maço erkek dayanışmasını defalarca ayıpladınız… Gün sizin gününüzdür; çalın söyleyin, yanın ağlayın. Gırtlağınız yırtılıncaya dek kusun öfkenizi. Ve bu kolektif arınma nöbetinin yorgunluğu yavaş yavaş üzerinize çökmeye başladığında, size bir kez daha “arınma” fırsatı verdiği için Meryem’e sonsuz teşekkürlerinizi sunun. Ardından sıradaki fırsatı kollayın, ta ki çürümekten yoruluncaya dek! Dün Ceylan’a ağlıyordunuz, bugün Meryem’e. İkiyüzlüsünüz, kaypaksınız, korkaksınız! Dün Leyla’yı linç ediyordunuz, bugün Emine’yi. “Ama onlar da çok ileri gitti” değil mi? “Size göre çirkin, küfür yerine oturuyor: yaratıktan farkı yok.” Gerçi “güzel” olsa da yapılacak belli. Salt kadının kozmetik güzelliği nice kışkırtılmış mazeretlere konu olacaktı. O zaman da anlayış gösterirdiniz. Tıpkı “onları dağlara kaçırıp seks kölesi” fantezilerine konu eden “evin hayta delikanlısı”na gösterdiğiniz hoşgörü gibi. Kadın, azıcık kendi kaderini ellerine alıp harekete geçtiğinde “vurun kahpeye!” Üstelik “nasıl da şahin?” Kışkırtılmış ‘ortak aklı’ dindirmek için, bir an olsun, daha geri bir öznelik konumuna çekilmeyi bile inadına reddediyor. Sen misin oyunbozan; pişmiş aşa su katan: gelsin linç, gitsin katran ve tüy… Neredeyse gelmiş geçmiş bütün başarısızlıkların faturası ona kesilecek. İtiraf edin; ‘maço’, ‘faşo’ ve ‘kıro’ların taşlaşmış siyaset dünyasında ezber bozan bir militandır Emine. Asıl sindiremediğiniz bu: asimile edilemiyor, bir türlü düzenle uyumlu hale getirilemiyor… Korucu, asker ya da polis olsun silahlı erkeklerin, feodal zorbaların, katmerleşmiş aşiret törelerinin, ulusal baskı aygıtlarının, yoksulluğun ve yoksunluğun zor koşullarının dünyasında gerçek bir toplumsal devrimci özneyi simgeliyor. Kürt kadın militanlığı, zorlu, sancılı, yıkıcı ve hatta kanlı bir dönüşüm sürecinin üzerinde yükseliyor. Romantik duyarlılıklardan ve kaygılardan uzak olduğundan bir türlü estetize edilemiyor. İşte sizi huzursuz eden gerçek süreç budur. Huzursuzsunuz, çünkü siz mağdur-sevicisiniz: romantik, ezilmiş, acınası, gözyaşı dökülesi, empati kurulası Kürt kadını… Yolu aşktan geçsin, ama dağlardan ya da barikatlardan geçmesin, öyle mi? O zaman, kaldırın başınızı da tütüncü kızlara bir bakın!

Medyay› sobeliyoruz A

KP hükümetinin politikalarına paralel yayın yapanZaman gazetesi AKP’yle ters düşenleri bir kalemde çiziveriyor. Danıştay, Sosyal Güvenlik Kurumu’nun ilaç protokolünü feshetmesine ve eczacılarla tek tek sözleşme imzalamaya çalışmasına karşı İstanbul Eczacı Odası’nın açtığı davada yürütmeyi durdurma kararı verdi. Aynı gün (14 Ocak) Zaman gazetesinde İsa Yazar imzasıyla yayınlanan haberin başlığı “İlaç krizine Danıştay da müdahil oldu” şeklindeydi. Karara üzüldüğünü gizleyemeyen gazete, haberde kararın eczacıların elini güçlendirdiğini yazdı. Aynı haberde Çalışma Bakanlığı’nın dayattığı ve eczacıları iflasa götürecek sözleşmeyi Türk Eczacılar Birliği (TEB) kendi isteğiyle kabul etmiş gibi gösterildi. Eczacıları ‘karşı taraf’mış gibi göstermeye çalışan Zaman, bu haberde de ‘düşman yaratma ve yaratılan düşmanı kötü gösterme’ geleneğini sürdürdü. Hükümetle eczacılar arasında başlayan sözleşme krizinin ilk günlerinde de gazete TEB’in eczacılardan topladığı “örgütümle hareket edeceğim” dilekçelerini de “mahalle baskısı” tanımlamasıyla okurlarına duyurmuştu.

Plazalardan gelen tetik sesleri AKP medyada yeni mevziler kazanmaya devam ediyor. Medya plazalardan yükselen sesler giderek tek tipleşiyor

A

KP döneminin tetikçi yazarları arasında 'medyada yeni dönem' üzerine yazmanın modası hiç geçmeyeceğe benziyor. AKP ne zaman bir mevzi kazansa medyada ‘daha aydınlık’ yeni bir dönemin kapıları daha da aralanıyor. Son olarak Ertuğrul Özkök'ün koltuğundan ayrılmasını fırsat bilen Sabah'tan Erdal Şafak ve Zaman'dan Ekrem Dumanlı yine cilalama yazılarını döktürdüler. Onlara göre medyada askeri vesayet bitiyor, tekellerin iktidarı kırılıyor, her habere eşit önem veren, hiçbir güce bağımlı olmayan, daha şeffaf, daha demokratik bir yapı kuruluyordu. Bu konuyu önümüzdeki sayılarda ele alacağız ve bu sayfada AKP medyasının tüm faaliyetlerini birer birer gözler önüne sereceğiz ancak bu kez yalnızca son iki hafta içerisindeki gelişmeleri aktarmanın medyadaki bu yeni dönemi anlamak açısından yeterli olduğunu düşünüyoruz. İşte AKP medyasından son günlerdeki önemli gazetecilik çalışmaları... Hem sald›rgan hem de 'vefas›zlar' Yazar Nuray Mert aydınlar içerisinde İslamcı ve muhafazakâr

İşte medyada yeni dönemin resmi... kesimle en fazla dirsek temasında bulunan isimlerinden biri olarak tanına geldi. Özellikle türban tartışmalarındaki tavrıyla İslamcı kamuoyunda büyük bir sempati yaratmıştı. Ne zaman ki Mert Vatan Gazetesi'nde yayınlanan söyleşisinde Türkiye'nin AKP iktidarıyla bir sivil diktatörlüğe doğru sürüklendiğini yazdı AKP basınında Mert'in kellesi bir anda uçuruldu. Mert'in geçmişte kendileri için tüm olumlu çıkışları unutulup bir linç kampanyası başlatıldı. Nuray Mert söyleminden geri adım atmadıkça Zaman'dan Yeni Şafak'a AKP basınının kalemşorları Mert'e Doğan Grubu'nun sözcülüğünden askeri vesayet rejiminin ekmeğine

Baflbakan Erdo¤an Rusya gezisi dönüflünde uçakta 'gazetecilerle' poz veriyor. Soldan sayal›m: Erdal fiafak (Sabah), ‹smail Küçükkaya (Akflam), Hasan Karakaya (Vakit), Yusuf Ziya Cömert (Yeni fiafak), Mustafa Karaalio¤lu (Yeni fiafak), Enis Berbero¤lu (Hürriyet), Mustafa Ünal (Zaman), Erhan Baflyurt (Bugün). Sizce de bu foto¤rafta s›r›tan bir fleyler yok mu?

yağ sürmeye kadar akla hayale gelmez suçlamalarda bulundular. Yandaş medyadan yeni dönemin demokratları diyalog kurmaları mümkün olan bir ismin eleştirilerine dahi tahammül edemediler. Edirne'de yaftalad›lar Edirne'de devrimci gençlerin basın açıklaması yaparken bir grup faşistin saldırısına uğramasıyla başlayan süreçte AKP medyası birer polis bülteni şeklinde haber üretmeye devam etti. Olayların suçu provokasyon yaratan faşistlere ve buna engel olmayan polise değil devrimci gençlere atıldı. Alttan alta muhalefete ve sola verilen "Siz en

iyisi hiç sokağa çıkmayın" mesajı neredeyse açıktan verilmeye başlandı. Özellikle Zaman gazetesinin gerginlik sona erdikten sonra konuyla ilgili yaptığı haber hayli manidardı. 17 Ocak tarihli "Terör örgütü DHKP/C'nin başını çektiği olaylar Edirne'yi karıştırdı" diye başlayan haber şu sözlerle devam ediyordu: "İlde gerginlik bitti' derken, şimdi de bazı sendikalar sokağa çıkmaya hazırlanıyor. Söz konusu girişimler, 'tahrik devam ediyor' yorumlarına yol açtı." Gözleri var görmezler… AKP medyası en büyük habercilik sınavını ise kuşkusuz 14 Ocak'taki Tekel işçilerinin büyük

eylemi ile 17 Ocak’taki TÜRK-İŞ mitingi sırasında verdi. AP, AFP, BBC gibi yabancı haber merkezlerinin dünyaya duyurduğu 14 Ocak eylemini AKP medyası görmezden geldi. Onlar için AKP karşıtı bir eylem ne kadar büyük olursa olsun 'haber değeri' taşımıyordu. TEKEL işçilerinin bu eylemleri yandaş medyanın gazete ve televizyonlarında ya hiç görülmedi ya da küçük haberlerle geçiştirildi. Aynı durum 17 Ocak mitingiyle ilgili haberlerde de devam etti. 100 bine yakın emekçinin katıldığı miting Hürriyet, Sabah, Zaman, Star, Yeni Şafak, Bugün, Türkiye ve Vakit’te küçük bir köşede bile yer bulmadı.

Emekçilerden gerçeğe çağrı Çağrı merkezi çalışanları ağır çalışma koşullarına karşı örgütlenme yoluna gittiler. İstanbul’dan Anadolu’ya kaydırılan merkezlerle beraber taşeron ve güvencesiz çalıştırma da yaygınlaşıyor

G

erçeğe Çağrı Merkezi Derneği son yıllarda Türkiye’de ofis işçileri arasındaki örgütlenme çalışmalarıyla ilgili en özgün örneklerden biri. 2003 yılından beri faaliyet gösteren dernek çağrı merkezi çalışanlarının sendikal örgütlülüğe kavuşmaları ve insanca yaşam şartları için mücadele veriyor. Derneğin çalışmalarını ve sektörde yaşanan emek sömürüsünü Fatma, Gözde ve Utku’yla konuştuk… Çağrı merkezi sektöründen ve sektördeki emek sömürüsünden kısaca bahseder misiniz? Fatma: Türkiye genelinde yaklaşık 40 bin çağrı merkezi çalışanı var. Çağrı merkezinde yapılan iş, genelde telefon eden kişinin soru ve taleplerini karşılamak gibi algılanıyor. Aslında birçok operasyonel hizmetin bir arada üretildiği bir iş yapılıyor çağrı merkezlerinde. Gözde: Gençler iş aramaya başladıklarında iş bulabilecekleri yerlerin başında çağrı merkezleri geliyor. Ağırlıklı olarak kadınlar çalışıyor. Sektörün öne çıkan özelliği işçi sirkülasyonunun çok yüksek tutulması. Gönüllü istifalar, zorunlu istifalar ve işten çıkartılmalar sonucunda beş yıldan fazla aynı çağrı merkezinde çalışan bir işçiye rastlamanın zorlaştığı bir ortam oluşuyor. Beş yıldan fazla çalışan varsa da topun ağzındadır Bu sektörde çalışan insanların en büyük sorunları nelerdir? Utku: Genellikle sabit ücretler düşük tutuluyor. İşverenlerin “daha çok kar” güdüsüyle belirlediği bir prim sistemine ve ondan gelecek paraya muhtaç duruma geliyor insanlar. Molalar her fırsatta kısılıyor. Gerekli sağlık kontrolleri

yapılmıyor; mesleki hastalıklara karşı hiçbir önlem alınmıyor. Gözde: Her telefon görüşmesi kayda alınıyor. Takım liderinin işi, görüşmeleri dinlemek. Masanızda size doğrultulmuş bir kamera olmasına benzer bir durum var. Adeta robot gibi çalışması istenilen insanlar, iş boyunca yoğun bir psikolojik baskıya maruz kalıyor. Sektörle ilgili yeni gelişmeler nelerdir? Gözde: Çağrı merkezleri çoğalıyor; çalışanların örgütlü mücadele verme cesareti de artıyor. Fatma: Çağrı merkezleri çoğalıyor derken şöyle de bir durum var. Çoğu şirket çağrı merkezlerini Anadolu’ya kaydırdı. Geri kalanlar da yakın zamanda aynı şeyi yapmayı planlıyor.

beyazyakakosesi@gmail.com

Beyaz Mavi Yaka Hayat

Erzurum, Diyarbakır, Sivas, Gümüşhane ve birçok ilde en az 500 çalışanın olduğu çağrı merkezleri var. Buna paralel, çağrı merkezi çalışanı profili de değişiyor elbette. Çağrı merkezlerinin Anadolu’ya kaydırılması, ücret politikalarının değişmesini de beraberinde getirdi. Sabit ücretler eskiye nazaran daha düşük. Çalışanlara prim vaad ediliyor. Primi hak etmek için daha çok çalışmak ve daha çok satış yapmak lazım. Utku: Anadolu’da çağrı merkezi kurmak çok daha karlı. Sanki zarar ediyorlarmış gibi, “doğuya yatırım yapıyoruz” “ istihdamı arttırıyoruz” diyerek “vatanperver işadamı” imajı yaratmaya çalışıyorlar. Çağrı merkezlerinin taşerona devredilmesi hızlandı.

Gerçeğe Çağrı Merkezi deneyiminizin ortaya çıkışından bahseder misiniz? Utku: 2006 yılında bir grup çağrı merkezi çalışanının bir araya gelmek için www.gercegecagrimerkezi.org isimli bir web sitesini kurmasıyla başladı. İlk başlarda daha çok bankalardan arkadaşlar vardı. Sonra Global Bilgi Çağrı Merkezi’nden, CMC’den, Avea’dan arkadaşlar da aramız katıldı. 2003’te dernekleşme kararı aldık ve Banksen’in de katkılarıyla dernekleştik. Fatma: Biz çağrı merkezi çalışanlarının işçi sınıfının bir parçası olduğunu ve sınıfın diğer bileşenleriyle çıkarlarının ortak olduğunu anlatmaya çalıştık. Bunun için çağrı merkezinde yaşananları hem çalışanlara hem de kamuoyuna duyurmak gerekiyordu. Çalışmalar şu anda nasıl yürüyor? İlk günden bugüne örgütlenme deneyimlerinizi paylaşır mısınız? Gözde: Dernek olarak çağrı merkezlerinde çalışma koşullarının çalışanlar lehine değişmesi için mücadele veriyoruz. Diğer emek örgütleriyle birlikte çalışanların hayatlarında köklü bir değişim yaratabileceğimize inanıyoruz. Bu değişim illa dernek örgütlenmesi altında olmak zorunda değil. Sendikal örgütlenmelerle çalışanlar arasında bir köprü kurmaya çalışıyoruz. Amacımız, bu sektörde çalışanların sendikal örgütlülüğe kavuşmaları. Fatma: Dernek örgütlenmesini mutlaklaştırmıyoruz. Ama mevcut durumda böyle bir dernek çalışmasına ihtiyaç var. Çalışanlar sendikayı ya hiç bilmiyor, ya da yanlış biliyor.


3

GÜNDEM 22 Ocak 2010 / 4 fiubat 2010

Halk›n Sesi

Katili biliyoruz adalet istiyoruz yapan Cerrah Osmaniye Valisi oldu. Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek cinayetten 2 yıl sonra görevden alınarak merkeze çekilirken hakkında hiçbir soruşturma başlatılmadı. Hrant Dink cinayetinde tetikçi olan Ogün Samast’ın gün gün nerede olduğu, kimler tarafından karşılandığı bilinirken, tüm bu bilgilere sahip Akyürek neden önlem almadığı sorusuna muhatap dahi olmadı. Dink’in avukatları ise yaptıkları açıklamalarda dava süreci bu şekilde devam ederse sonucun tıpkı Abdi İpekçi cinayetinde yaşananlar gibi olacağını vurguluyorlar.

1

9 Ocak 2007’de genel yayın yönetmeni olduğu Agos gazetesi önünde vurularak katledilen Hrant Dink, 3 sene sonra aynı noktada bir araya gelen binlerce kişi tarafından anıldı. Ermenice ve Türkçe türkülerin hep bir ağızdan söylenilmesi ile başlayan anmada Hrant’ın gerçek katilleri hesap verinceye kadar mücadeleye devam edileceği vurgusu öne çıktı. ‘Avd›k yem olduk’ Anma sırasında bir konuşma yapan Hrant Dink’in oğlu Arat Dink, adalete güvenlerinin kalmadığını, yıllardan beri dalga geçercesine oyalandıklarını söyledi. “Geçen üç yılda medyada en çok yer alan, 3 çocuğun ailemizle, mahkemeyle alay edişi olmuş. Ben buralarda yoktum. Şimdi soruyorum 3 yıl önce onlar yalnız mıydı, babam öldürülürken? Son 3 yıldır bizimle dalga geçerken yalnızlar mıydı?” sözleriyle Hrant Dink’in gerçek katillerinin hala bulunamadığına dikkat çeken Dink, “şimdi adalet için üç yıl öncesinden daha kararlı olunması gerektiğini vurguladı. Arat Dink konuşmasında sistematik saldırılar sonucunda Anadolu topraklarında yaşayan Ermenilerin sayısının azaldığını hatırlattı, “Avdık, yem olduk” dedi. Aynı günün akşamında da Hrant için yüzlerce kişinin katıldığı meşaleli bir yürüyüş gerçekleştirildi. Saat 19.00’da Taksim

H

Meydanı’nda toplanılmasıyla hep bir ağızdan atılan “Faşizme inat kardeşimsin Hrant”, “Katil devlet hesap verecek” sloganları eşliğinde Galatasaray Meydanı’na doğru yürüyüşe geçildi. Burada Ermenice ve Türkçe okunan basın açıklamasında bir kez daha “adalet için mücadele edeceğiz” denildi. Basın açıklaması ardından Tünel’e doğru yürüyüşe geçildi. Polisin barikat kurarak engelleme çabası karşısında gösterilen kararlı

Bebek G mamasında GDO tehlikesi var!

Dava ilk günkü yerinde Dink cinayetinin üzerinden 3 yıl geçmesine rağmen davada hiçbir gelişme yok. Bugüne kadar sadece 11 duruşma gerçekleştirildi. Sürekli yeni tahliyelerle devam eden davada hiçbir kamu görevlisi

ceza almış değil. Cinayetin ardından o dönem görev yapan emniyet görevlileri hakkında işlem yapılmazken, cinayette en büyük sorumluluğa sahip İstanbul Valisi Muammer Güler ve Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah hiçbir soruşturmaya uğramadığı gibi adeta ödüllendirildi. “Cinayetin herhangi bir siyasî boyutu ve örgütsel bağlantısı yok”, “suikast salt milliyetçi duygularla işlenmiş” gibi açıklamalar

Yeni A¤calar Yarat›lmas›n Bundan 30 yıl önce Milliyet gazetesi genel yayın yönetmeni Abdi İpekçi’ye düzenlenen suikastin tetikçiliğini yapan Mehmet Ali Ağca geçtiğimiz günlerde serbest kaldı. Ağca piyon olduğunu itiraf etti. Ancak İpekçi suikastinin arkasındaki gerçek sorumlular bulunup cezalandırılmadı. Hrant Dink’in avukatı Fehriye Çetin’in “Devletin kurumları arasında bu konuda çok ciddi bir anlaşmazlık var. Sürekli birbirlerini suçluyorlar, sorumluluğu birbirlerinin üzerine atıyorlar. Anlaştıkları tek konu ise Ogün Samast’ın korunması, ona kahraman gibi davranılması” açıklaması devletin Dink cinayetindeki tutumunu gözler önüne seriyor.

ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmeliği" 20 Kasım’da değiştirmişti. Resmi Gazete’de yayınlanan yönetmeliğe göre, 1 Mart 2010'a kadar yapılacak ithalatta, AB kriterlerine uygun olması şartı ile “GDO lu ürünlerin, bebek mamaları ve bebek formülleri, devam mamaları ve devam formülleri ile bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kul-

lanılması yasaktır” hükmü uygulanmayacak. Bakanlığın değişikliği antibiyotiklere karşı direnç genleri içeren GDO’lu ürünlerin de 1 Mart’a kadar piyasaya sunulmasına imkan veriyor. Değişiklikler bu kadarla sınırlı değil. Yeni düzenlemeye göre yönetmeliğin “ithalatta izin koşullarını” ve “ithalatta sunulacak analiz belgelerini” düzenleyen 11'inci maddeleri 1 Mart 2010'a kadar uygulanmayacak. Bakanlık

söz konusu değişikliklerin yem sanayini rahatlatmak ve hammadde fiyatındaki artışı önlemek amacıyla yapıldığını belirtmişti. Yapılan değişiklik hükümetin insan sağlığından çok “piyasa sağlığını” düşündüğünü gösteriyor. Piyasayı rahatlatmak adına halkın sağlığı ile oynayan hükümetin, GDO’lu ürünlerin kullanımını kolaylaştıran yönetmeliğine açılan dava ise Danıştay’da sürüyor.

rant Dink ölümünün 3. yılında da unutulmadı. Dink İstanbul’da hem katledildiği Agos gazetesi önünde hem de Taksim Galatasaray Lisesi önünde binlerce kişi tarafından anılırken, ülkenin dört bir yanından da “Hrant için adalet” sesleri yükseldi

enetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) yönetmeliğindeki değişiklik 20 Ocak’taki Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Yeni değişiklikle 1 Mart’a kadar denetlenmeden Türkiye’ye girecek ürünlerin sayısı artacak. GDO’lu ürünlerin bebek mamalarında kullanılmalarına ilişkin yasağa bir ay erteleme geldi. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, "Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar

duruş sonrası barikat kaldırıldı. Tünel’e kadar yürüyen Hrant’ın dostları burada 8 Şubat günü Beşiktaş’ta görülecek olan duruşmaya çağrı yaptı.

İstanbul Vitrinde N

azım’ın “yedi tepeli şehrim” dediği İstanbul, 2010’u Avrupa Kültür Başkenti olarak karşıladı. 16 Ocak’ta yedi ayrı noktada düzenlenen konserler ve havai fişek gösterileriyle İstanbul Kültür Başkenti olma payesini göğsüne takıverdi. Haliç’te Cumhurbaşkanı’ndan Başbakan’a devlet erkânın etkin katılım gösterdiği bir kutlama töreni düzenlendi. Görkemli gösteriler İstanbul’un kazandığı bu ünvanın oldukça kıymetli olduğu fikrini uyandırdı. Peki nedir iktidarından sanatçısına, medyasından belediyesine herkesi seferber eden Avrupa Kültür Başkenti payesi? Bir tek ‹stanbul de¤il Avrupa Kültür Başkenti 1985’ten beri her yıl Avrupa Birliği’nin seçtiği kentlere verdiği bir unvan. 1999’a kadar AB üyesi ülkelerin kentlerinden birisine verilen unvan 2000 yılından beri bir AB üyesi bir de AB dışından ülkeye veriliyor. 2010 yılında İstanbul’la birlikte Almanya'nın Essen ve Görlitz ile Macaristan'ın Pecs kentleri de kültür başkenti olarak seçildi. Bu unvana sahip olan kentlerde kültür ve sanat etkinlikleri planlanıyor ve kentin o yıl kültürel ve turistik olarak ilgi çekmesi bekleniyor. Bütçe AB tarafından fonlanıyor fakat her kentte bütçe bu fonların yanı sıra hükümet, yerel yönetimler ve kurulan sponsorluk ilişkileri ile oluşturuluyor. 2010 Avrupa Kültür Başkenti hazırlıkları için AKP hükümeti ayrı bir yasa çıkarttı. Yasayla hazırlıklar için İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı oluşturuldu. Hazırlık aşamasında gerçekleşecek her türlü iş yasada tanımlanan ve kamunun denetimine izin vermeyen bir ihale süreciyle gerçekleşti. AB’nin 160 milyon Euro verdiği proje için AKP’nin 2009’da öngördüğü bütçe 800 milyon TL’ydi. Bu bütçenin %70’inin kentsel dönüşüme %10’unun ise kültür ve sanat etkinliklerine ayrılması Kültür Başkenti için neler yapılacağını anlatır nitelikte.

Baflarmak için sokakta olmak gerek

T

ekel işçilerinin bir ayı aşkın süredir Ankara’da sürdürdüğü direniş, sonuç ne olursa olsun, kendi içinde çok önemli birikimler yarattı. Bunların en başında, çoğu daha önce AKP’ye oy vermiş olan binlerce işçinin bilincinde yarattığı değişim geliyor. AKP’nin ve özellikle Tayyip Erdoğan’ın o koltuklarda halkın yararına “işler” yapmak için oturmadığı artık çok daha açık hale gelmiştir. Yeni bir talepte bulunmayan, sadece eski hallerini “korumaya” çalışan Tekel işçilerinin durumu buna örnektir: AKP, çalışanlardan, yoksullardan, halktan alıp yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekmek için vardır. Tekel işçilerinin mücadelesi, sınıf mücadelesi için de (bilinen ancak yapılmayan) “yeni” zorunlulukları bir kez daha göstermiştir. İlk olarak, neoliberal saldırı tek bir merkezden planlanmakta ve her yerde aynı biçimde uygulanmaktadır. Bu saldırı; ücretlerin düşürülmesini ve sosyal hakların gaspını temel almakta, çalışma hakkını hak olmaktan çıkarıp iş güvencesi olmayan koşullar oluşturmaktadır. Aynı zamanda işçilerin ve çalışanların örgütlenmelerini engellerken, var olan örgütleri zayıflatmakta/ yozlaştırmaktadır. Örneğin son olarak, sendikaların üye sayılarını mercek altına alan hükümet, yüzde 10 işkolu barajı altında kalarak toplu sözleşme yetkisini kaybedecek olan yaklaşık 23 sendikayı 2011 Kasım’ında açıklayacağını ilan etti. Böylece, işçi sınıfının hareketlendiği bugünlerde sendikalar üzerinde sürekli baskı kuran hükümet, onları işbirlikçiliğe, yozlaşmaya ve hareketsizliğe itmektedir. Tam da bu nedenlerle, bu saldırıya tek bir işyerinde ya da tek bir işkolunda yanıt verebilmek, tersine çevirebilmek imkânsızlaşıyor. Mücadele şimdiye kadar hiç olmadığından çok daha fazla birlikteliğe ihtiyaç du-

yuyor. İşkolu farkı, sendika/konfederasyon farkı ya da alan farkı gözetmeksizin mücadeleyi ortaklaştırmak, ortak örgütsel mekanizmalar yaratmak zorunlu hale geliyor. Bir diğer değişim, çalışmayan aile bireylerinin yaşamlarında ortaya çıkmakta. Kamusal haklardan yoksunluk ve sosyal haklarının gasp edilmesi onları, çalışan eşlerinin yanında mücadele etmeye sevk ediyor. Bu yeni durumdan en çok etkilenen kuşkusuz kadınlar. Ve kadınların katılımı hem mücadelenin içeriğini hem de mücadele biçimlerini yeniden yapılandıracak. Asıl önemlisi ise sınıf mücadelesi artık sadece ücret talebi ile sürdürülemez hale gelmiştir. Neoliberal politikalar, çalışma koşullarını işçi sınıfı aleyhine her geçen gün daha da kötüleştirirken, kamusal hakları da tamamen ortadan kaldırmakta. Eğitim, sağlık, ulaşım, barınma… artık satın alınmak zorunda olunan mallar. Buna AKP’nin adaletsiz vergi (dolaylı) tahsilatı da eklenmeli. İşçiler için (alınan ücret ne olursa olsun) asgari yaşam standartlarını korumak imkansız. Bu durum mücadelenin verildiği alanı genişletmeyi zorunlu kılıyor. Klasik sendikal anlayış ve yapılar da (kendilerine rağmen) değişiyor/değişecek. Sınıfın mücadelesini engellemek için şarkıcı Alişan’dan medet uman Kumlu ve onun gibilerden “toplumsal hareket sendikacılığı” anlayışını benimsemelerini beklemek elbette saçma; ancak sendikal mücadeleyi topyekûn değiştirecek kadrolar, bu anlayışla donandıklarında başarılı olacaklardır. Tayyip Erdoğan, emperyalizmin dönem politikalarını aynı zamanda kişisel dava haline getirmiş durumda, bu özelliğiyle daha çok Özal’a benziyor ve Özal’a yapışan “işçi düşmanı” yaftası ona da çok yakışıyor. Bu arada, toplumda

büyük tepki yaratan ve daha önce Cumhurbaşkanı tarafından veto edilen kiralık işçi düzenlemesi Maliye’nin hazırladığı banka harçlarını düzenleyen ilgisiz bir torba yasaya eklenerek yeniden Meclis’e sevk edildi. Uyanıklık fark edilince de torba yasadan çıkardılar. Ancak bu konudaki ısrarları kesinlikle devam edecek. Yeni yasa ile özel istihdam büroları, işçi ile ‘geçici iş sözleşmesi’ yaparak, onu istediği işverene kiralayacak. Özel istihdam bürosu, işçisini devredeceği işverenle sözleşme imzalayacak. Ancak özel istihdam bürolarından işçi kiralayan işveren, işçiye karşı hiçbir konuda sorumlu olmayacak. Tayyip Erdoğan’ın kişisel dava haline getirdiği bir diğer saldırı programı ise sağlık alanında. Halkın sağlığını neredeyse tamamen taşeronlara havale eden AKP, ilaç bezirgânlarının tetikçiliğini yapıyor. İlk adım eczacıları dize getirmek. Türkiye 24 bin eczane ile Avrupa’daki en çok eczaneye sahip ülke. Bunun nedeni ülkemizde “önleyici sağlık hizmeti” değil “tedavi edici sağlık hizmeti”nin hakim oluşu. Dolayısıyla pasta büyük ancak pastanın dilimleri ufak. Erdoğan’ın yaptığı ise uluslararası ilaç tekelleri için bu pastanın dilimlerini büyütmek. Kişisel dava haline getirmesinin bir nedeni de dağıtımı yaparken kendisine bağlı sermaye destekleri oluşturmak. Erdoğan’ın kavga ettiği bir diğer kesim ise doktorlar. AKP, sağlık alanının dönüşümü konusunda bir türlü işbirlikçi yapamadığı doktorları şimdi bu yeni döneme zorla uydurmaya çalışıyor. Üniversite hastanelerinde çalışan doktorların sadece 1300’ünün özel muayenehanesi olmasına rağmen Erdoğan’ın yalanı bütün doktorları kapsadı. Asıl yapılmak istenen ise sağlık alanının tamamen kapitalist pazarın koşullarına uygun hale getirilmesi.

Baktığı hasta sayısına göre para alacak olan doktorlar için artık hastalar birer müşteri, hastaneler ise “performanslarına” göre prim aldıkları işletmeler. Ülkemizde hastanelerin kapitalist işletmeye dönüşümünün ideal örneği Acıbadem Hastanesi’dir. 14 yıl önce mali müşavirken sağlık kapitalistine dönüşen Acıbadem Hastaneleri sahibi Mehmet Ali Aydınlar TÜSİAD’ın yeni yönetim kuruluna girecek kadar palazlandı. AKP anlayışına göre, öğrenci öğretmeninin, hasta doktorunun gözünde sadece birer “müşteri”dir. AKP’nin saldırı programının bazı parçaları, şimdilik var olan birkaç yasayla ve var olan birkaç hakimle kısmen engellenmekte ya da ertelenmekte. Ancak bu süreç de çok uzun sürmeyecek. AKP’nin altyapısını “ancak” yedi yılda hazırlayabildiği kapsamlı anayasa değişiklikleri bu yıl gündeme gelecek. Hazırlanan başlıklar “askere sivil yargı düzenlemesinin Anayasal güvenceye kavuşturulması, kadına pozitif ayrımcılık, parti kapatmanın zorlaştırılması, kamu denetçiliği, Türkiye milletvekilliğiyle Anayasa Mahkemesi ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısının değiştirilmesi”. Bunların içinde AKP için önemli olanlar yargıyı yeniden düzenleyecek olan değişiklikler. Diğerlerinde ciddi değişiklikler beklememek gerek, onlar işin süsü. Bu süsler içinde ciddiye alınabilecek olan “Türkiye milletvekilliği” önerisi. O da aslında yüzde 10 seçim barajını düşürmemek amacıyla icat ettikleri “bir parmak bal”. Yargıdaki yeniden düzenleme ihtiyacını da sadece AKP’nin “irticai” hedeflerini engelleyen üç-beş yargıcın tasfiye edilme süreci olarak değerlendirmek yanlış olacaktır. Kuşkusuz gerek Erdoğan gerekse de Milli Görüş kadroları bu yargıdan çok çekti. Bunlara özel bir husumet

duymaları ve kendi geleceklerini garantiye almak için sağlam “kadro”lara ihtiyaçlarının olması “anlaşılır”. Ancak yargı, AKP’nin oturtmaya çalıştığı sistemin bazı parçalarını işlemez kılıyor, geciktiriyor. Zamları durduruyor, eczacılarla tek tek sözleşme yapmasını engelliyor, Hak-İş’in örgütlenmesine balta vuruyor, GDO düzenlemesini kabul etmiyor, şeker fabrikalarının özelleştirilmesini durduruyor, Aliağa'da termik santral kurulmasına izin vermiyor, İGDAŞ'ın özelleştirilmesini, nükleer enerji santrali kurulmasını durduruyor, türban genelgesini, üniversitelere girişte meslek liseleri ile düz liseler arasındaki katsayı farkını ortadan kaldıran yönetmeliğin yürütmesini de durduruyor. Ve Tayyip Erdoğan bağırıyor: “Ciğerlerimize kadar kan ağlatıyorlar kan". Anayasa değişiklikleri için AKP’nin milletvekili sayısı yetmediğinden bulunan formül ise referandum süresini 120’den 60 güne indirmek. Bunun için kanun teklifi hazırlayan AKP’nin şimdilik düşündüğü ise muhalefeti korkutarak, “uzlaşmaya” ikna etmek. Referandum, AKP için de bir risk teşkil etmesine rağmen (çünkü bu oylama aynı zamanda bir meşruiyet ve onay oylaması anlamına gelecektir) asıl olarak muhalefet için büyük tehlike demek. Referanduma sunulacak paketin “iyi” hazırlanması koşuluyla AKP, (erken genel seçime gitmeden) çok büyük ihtimalle sözde meşruiyetini yenileyecektir. Genel seçimler üzerinden 2,5 yıl geçmiş olmasına rağmen AKP’nin uygulamakta olduğu ve gittikçe daha da halk karşıtı biçimler alacak politikalarından dolayı bir meşruiyet problemi yaşayacağı ortada. Erdoğan’ın şimdilik buna bulduğu çözüm; İsrail karşıtlığı. Davos’ta keşfettiği kaynağı kullanmaya devam ediyor. Arap dünyasına attığı

havadan memnun. Hem içerde hem dışarıda işe yarıyor. Aynı taktiği ülkede iktidar olmak için de kullanmıştı. Şimdi Ortadoğu halklarına “hoş” görünüp, bölgedeki taşeron rolünü daha rahat sergileyebilir. Üstelik bu durumu, AKP iktidarını devam ettirebilmek için Arap sermayesinin desteğini almakta da değerlendirecektir. Tüm bunların yanında, Tekel işçilerinin kararlı mücadelesi solu ve toplumsal muhalefeti ateşleyici etkiler yarattı. Herkes bir şekilde Tekel işçilerinin direnişini desteklemeye çalışıyor. Tekel işçilerinin direnişini desteklemenin en doğru biçimi ise herkesin bulunduğu alandan en özgün ve zengin mücadele örneklerini üreterek direnişi yükseltmesidir. Tekel işçi direnişi, AKP politikalarının durdurulabileceğini ve hatta tersine çevrilebileceğini kanıtlıyor. Aynı şekilde iki olumlu örnek buna eklenebilir. Dev Sağlıkİş, Adana Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Balcalı Hastanesi’nde taşeron ve güvencesiz çalıştırmaya karşı yıllardır verdiği mücadelede çok önemli bir kazanım elde etti. Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yıllardır taşeron şirketler aracılığıyla çalıştırılan 1100 sağlık çalışanı 13 Ocak 2010 tarihi itibariyle Çalışma Bakanlığı kararıyla asıl işveren olan hastanenin işçisi olarak tescil edildi. Sağlıkta taşeronu durduran çok önemli bir başarı… Diğeri, Halkevleri’nin İstanbul Belediyesi’nin metrobüse yaptığı zammı durdurması. İki mücadele örneği de kendisini var olan yasalarla sınırlamayan, meşruluğunu haklılığından alan örnekler. Gürsel Tekin gibilere örnektir; halkın muhalefeti, sadece mahkemeye dilekçe vermekle yaratılamaz. Halkın mücadelesi; çok yönlü, kararlı ve militan olduğu sürece başarıya ulaşacaktır. Başarmak için sokakta olmak gerek.


4

GÜNDEM 22 Ocak 2010 / 4 fiubat 2010

Halk›n Sesi

Öncü çizgisi cephe çizgisine dönüflüyor

4

-C statüsüne karfl› direnen Tekel iflçileri, daha ilk ad›mda sermayenin en yetkili a¤z›yla karfl› karfl›ya geldi. Baflbakan Erdo¤an, güvencesizlefltirmeye karfl› direnen Tekel iflçilerini “yatt›klar› yerden para kazanmak istemekle” suçlad›. Tekel iflçileri, Tayyip Erdo¤an’›n bu suçlamas›n› basit bir “hakaret” olarak görürlerse büyük bir yan›lg›ya düflerler. Erdo¤an, “maç› kendi sahas›na almaya” çal›fl›yor. Erdo¤an, Tekel iflçilerinin mücadelesini “kazan›lm›fl haklar› koruma mücadelesi”ne hapsedebilirse, bir miktar “ek rüflvet”e mal olsa da istedi¤i genel sonucu alabilece¤ini düflünüyor olmal›. Hükümetler “Büyük Zonguldak Grevi”nden bugüne dek, örgütlü iflçi hareketiyle yaflanan bütün Ferda büyük çat›flmalarda, harekete Koç geçen iflçilerin ve örgütlerinin somut gündelik ç›karlar›n› az ferdakoc@ çok gözeten uzlaflmalarla, hotmail.com güvencesiz istihdama orta ve uzun vadede geçifli öngören düzenlemelerin önünü açmay› baflard›lar. “Örgütlü” iflçi s›n›f›, 30 y›l önce “kapsam d›fl› personel” statüsünü kabul ederek düfltü¤ü batakl›kta bo¤ulma noktas›na gelene kadar “gerçekle yüzleflme”den kaçmay›, bugüne kadar baflarabilmiflti. Ancak ‹stanbul itfaiye iflçileri ve Tekel iflçilerinin mücadele süreçleri art›k “ateflin bacay› sard›¤›n›”, geleneksel sendikal harekette “günü kurtarma” devrinin kapanmak üzere oldu¤unu gösteriyor. Güvencesiz istihdam, “nihayet” geleneksel sendikal merkezler için de bir “varl›k-yokluk” sorunu haline gelmifl gibi görünüyor. Tekel iflçilerinin 4-C statüsüne karfl› direniflleri, “ölmeye yatm›fl” geleneksel sendikal harekette sars›nt› yaratt›. Türk-‹fl Genel Baflkan›’n› kürsüden kaç›ran Tekel iflçisi, bir ay› aflk›n bir süredir önünde oturdu¤u, ancak tuvaletini dahi kullanamad›¤› Türk-‹fl Genel Merkezi’ni bast›¤›nda bu mücadele nas›l sonuçlan›rsa sonuçlans›n, örgütlü iflçi hareketinin gündeminin birinci maddesini de¤ifltirmifl oldu. Bundan böyle örgütlü iflçi hareketinin bir numaral› gündemi “güvencesiz çal›flma” sorunudur. Bugüne kadar iflçi s›n›f› hareketinde “öncü” mücadelelere konu olan “güvencesiz istihdamla mücadele”, art›k “cephe çizgisi”ne dönüflmektedir. ‹flte bu, bilincinde olunsun ya da olunmas›n, Türkiye ‹flçi S›n›f› Hareketi için tarihsel bir dönüm noktas›d›r. Bugünün sorunu, güvencesizlefltirmeye karfl› direnen 12 bin Tekel iflçisinin, 15 milyonun üzerinde iflçi ve iflsizi içine alan “güvencesiz istihdam”a karfl› mücadelenin örgütlü ve bilinçli bir gücü haline getirilip getirilemeyece¤idir. Güvencesiz istihdama karfl› mücadeleyle birleflmeyen “güvencesizlefltirmeye karfl› direnifl”in, “ayr›cal›klar› koruma mücadelesi”nin ötesine geçmeyece¤i ve s›n›f hareketinin “ölmekte olan yönü”nün bir parças› olaca¤›, yinelene yinelene kabak tad› veren bir gerçektir (Geleneksel sendikal hareketin “can çekiflmesi”nin son örne¤i, Çal›flma Bakanl›¤›’n›n yeni SGK kay›tlar›na göre haz›rlanan Ocak 2010 iflkolu istatistiklerinin yay›nlanmas›n›n, 30’a yak›n sendikan›n yüzde 10 iflkolu baraj›n›n alt›na düflecek olmas› nedeniyle durdurulmas›d›r. Hükümetin bu “kozu” bugünkü krizde Türk-‹fl’e karfl› nas›l kullanaca¤› kolayca tahmin edilebilir). Hayalci olmamakta yarar var. ‹flçi s›n›f› hareketini bugünkü duruma düflüren yap›lar›n bu durumdan ç›k›fla “önayak olmak” bir yana engel olmaktan ç›kabilece¤ini düflünmek bile zor. Tekel iflçisinin iflgallerle dayatt›¤› “genel grev” talebi daha ilk ad›mda “konfederal merkezler” düzleminde bo¤untuya getirilmeye giriflildi bile… Öte yandan, tafleron iflçilerini “güvenceli ifl” talebi etraf›nda örgütlemenin örnek mücadelelerini yaratmaya ve emekçi-yoksul halk› sermaye kuflatmas›na karfl› “dayan›kl›” hale getirmek için “hak mücadelelerini” yükseltmeye çal›flan “bugünün devrimci öncülerinin” elde ettikleri mevzilerin ve oluflturduklar› güç birikiminin, bu sonucu yaratmak için yeterli olmad›¤› da ortada. Bununla birlikte, hayalci olmamak, hayallerimiz için dövüflmemize engel de¤il. Güvencesizlefltirmeye karfl› direnifller ço¤ald›kça, güvencesiz iflçilerin “güvenceli ifl mücadelesinin” s›n›f hareketindeki öneminin artaca¤›n›, baflar›ya daha da yaklaflaca¤›n› söyleyebiliriz. Ayn› flekilde, örgütlü iflçi hareketinin “taban›” iflçi s›n›f›n›n gerçek kitlesiyle “yak›nlaflt›kça”, yoksul halk›n hak mücadeleleri ile yani e¤itim, sa¤l›k, bar›nma, ulafl›m, enerji, temiz su ve haber alma gibi haklar›n “kamulaflt›r›lmas›” için mücadelelerin sendikal mücadelenin yeni cepheleri oldu¤u da görülecektir. Tekel iflçilerinin mücadelesinin Türkiye gündemine damgas›n› vurdu¤u günlerde Adana Balcal› Hastanesi’nin tafleron flirket iflçilerinin sigorta kay›tlar›n›n Çukurova Üniversitesi üzerine tescil edilmesi ve ‹stanbul’daki ulafl›m zamlar›n›n iptal karar›, “tarihsel bir buluflman›n” ilk iflaretleri gibi…

Açılım yok, dönüşüm var Hükümet adına açılım sürecinde gelinen son noktayı değerlendiren Beşir Atalay, “insan hakları”na ilişkin yeni yapıların kurulacağını, yeni dönemde kurulacak dörtlü mekanizmayla açılımın devam edeceğini söyledi Sözleşmesi'nin İhtiyari (Seçmeli) Protokolü’nün TBMM’de onaylanması. BM’de 2003 yılında imzaya açılan, Türkiye tarafından 2005’te imzalanan protokol yaklaşık 5 yıldır hükümet tarafından Meclis’e getirilmedi. Protokol işkencenin önlenmesini kendine hedef olarak seçip uluslararası bir Önleme Alt Komitesi (ÖAK) kurulmasını kararlaştırıyor. Protokole taraf olan devletlerin bağımsız ve yetkin kişilerden oluşturacağı Ulusal Önleme Mekanizması belirtilen niteliklere uygunsa ÖAK tarafından atanıyor. Bu komite ve mekanizma, gözaltında veya tutuklu bulunan kişileri herhangi bir makamın rızası veya bilgisi dâhilinde ziyaret edebilme hakkına sahip oluyor. Yıllardır hükümet tarafından ‘sırası gelince’ bahanesiyle bekletilen protokol şimdi TBMM’de onaylanmayı bekliyor.

İ

çişleri Bakanı Beşir Atalay, 15 Ocak’ta, Kürt açılımı sürecinde gelinen son noktayı ve yapılması planlanan değişiklikleri anlattığı bir basın toplantısı düzenledi. Açılımın devam edeceğini vurgulayan Atalay, ‘kısa vadeli işlerin bittiğini, sıranın orta vadeli işlere geldiğini’ savundu. Atalay, orta vadeli işlerin temelinde kurulacak dörtlü mekanizmanın bulanacağını belirtti. Atalay, dörtlü mekanizma sayesinde insan hak ve özgürlüklerinin gelişeceğini ve AİHM önünde, Türkiye’ye yapılan şikâyetlerin azalacağını iddia etti. Atalay’ın sözlerinden önümüzdeki dönemde, açılım sürecinin kurumsal altyapısının oluşturulacağı anlaşılıyor. Açılım süreci, adındaki değişimden anlaşılacağı gibi Kürt sorununun çözümü ve demokratikleşmeden çok devletin yeniden yapılanmasının bir parçası haline geliyor.

Aç›l›m›n dört aya¤› Atalay’ın dörtlü mekanizma yapılarının ilki Türkiye İnsan Hakları Kurumu (TİHK). Başbakanlık bünyesindeki İnsan Hakları Başkanlığı'nın (İHB) tarafsız olmadığı yönünde eleştiriler olduğunu söyleyen Atalay, bunun yerine “tüzel kişiliği olan ‘bağımsız’ bir kurum olarak TİHK’yi oluşturduklarını” söyledi. Bu kurumun oluşturulmasına dair kanun tasarısı 2009 Mayıs’ında hazırlanmıştı. Bu girişim hükümet sözcüsü Cemil Çiçek tarafından açıklanmış ve Türkiye’de insan hakları alanında ‘özerk’ bir yapının bulunmamasının AB tarafından eleştirmesiyle ilişkilendirilmişti. İnsan hakları örgütlerinin tepkisini çeken tasarı, Uluslararası Af Örgütü, İHD, Helsinki Yurttaşlar Derneği, TİHV ve Mazlum-Der’in 21 Mayıs’ta yayımladığı ortak bildiri ile protesto edilmişti. Bildiride, hükümetin insan hakları konusunda samimi olmadığı ve sadece ‘AB’ye reform yaptık’ demek için bu girişimin yapıldığı vur-

Şüpheli asker ölümleri gulanmıştı. İnsan hakları örgütleri hükümetin, İnsan Hakları Danışma Kurulu’nu 5 yıldır toplamadığını ve bu kurula sadece bir kez başvurduğunu belirtmişti. Açıklamada girişimin, hâlihazırda var olan ve işlevi bulunmayan İHB ve il ve ilçelerde bulunan İnsan Hakları Kurullarından farkı olmadığı savunularak uluslararası kurallara aykırı şekilde hazırlanan tasarının iptal edilmesi istenmişti. Hükümet, yıllardır insan hakları mücadelesi veren örgütleri yok sayarak hazırladığı tasarı ile hak ve özgürlüklerin gelişeceğini iddia ediyor. Kurulacak yapılardan biri de Atalay’ın sözünü ettiği Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurulu (AMK).

Bilecik 2. Jandarma Er E¤itim Tugay Komutanl›¤›’ndaki gece e¤itimi s›ras›nda s›rt›na isabet eden kurflunla öldürülen Batmanl› askerin ailesinin cenazede bayrak istemedi¤i iddia edildi. Kurulun, ayrımcılığın önlenmesi ve ihlal durumunda ihlalin kaldırılmasıyla görevlendirileceğini açıklayan Atalay, kurul kararlarının devlet organları, tüzel ve gerçek kişiler için bağlayıcı olacağını belirtti. Kurul aynı zamanda idari para cezası verme yetkisine sahip olacak ve kararları mahkeme tarafından bilirkişi raporu olarak kabul edilecek. Bütün AB ülkelerinde benzerleri yer alan kurulun, ‘sivil toplum’un çeşitli kesimlerinden oluşması tasarlanıyor. Kurula ırk, cinsiyet, siyasi görüş, din ve mezhep gibi konularda ayrıma uğrayan herkes yazılı olarak veya internet yoluyla başvurabilecek. Atalay’ın kurulacağını açıkladığı diğer bir kurul Kolluk Kuvvetleri

Gözetleme Komisyonu (KKGK). Komisyon, ‘kolluk’ hakkında açılan soruşturmaları izleyebilecek ve soruşturma açılması talebinde bulunabilecek. Komisyonun kolluk kuvvetleri üzerinde herhangi bir yaptırım yetkisi yok. AMK’nın ise ‘kolluk’ üzerindeki yaptırım yetkisinin uygulanabilir olup olmadığı tartışmalı. Avrupa’daki benzerlerinin polis üzerinde inceleme ve cezalandırma yetkisi bulunuyor. Açıklamalardan, AMK’nın polis yararına bölündüğü ve KKGK’nın pasif bir komisyon olarak yapılandırıldığı anlaşılıyor. İdari personelin yargılanması için de hala idari amirin izni gerekiyor. Dörtlü mekanizmasının diğer bir ayağı ise İşkenceye Karşı BM

Barış Meclisi: ‘Biz de varız’ T

ürkiye Barış Meclisi'nin (TBM), geçmiş dönem değerlendirmelerini yaptığı ve yeni döneme ilişkin çalışma programının hazırlandığı 4. Olağan Toplantısı 17 Ocak’ta sona erdi. Türkiye’nin birçok yerinden gelen Barış Meclisi üyeleri, Kandil ve Mahmur’dan gelen Barış Grupları’nın katıldığı toplantının sonuç bildirgesi de yayınlandı. Bildirgede bu toplantının milliyetçiliğin arttığı ve bunun sokağa yansıdığı bir dönemde yapıldığına dikkat çekildi. Dünyanın yeni siyasal, ekonomik ve askeri aktörlerinin Kürt sorununu kendi çıkarları doğrultusunda çözmeye çalıştıklarının vurgulandığı açıklamada inkâr döneminin kapanmasına rağmen ayrımcı zihniyetin ön plana çıkarıldığı yeni bir döneme geçildiği belirtildi. Bildirgede çözüm için Kürtlerin siyasi temsilcilerinin görmezden gelinerek atılan adımların

kamuoyunda güvensizliğe neden olduğu ifade edildi. Bildirgede TBM’nin kuruluşundan bugüne çok etkin bir yapıya kavuşmadığı özeleştirisi de yapılırken farklı politik kesimlerden insanların yer aldığı TBM’nin özgün bir dil ve işleyişe sahip olması için yeni düzenlemelerin yapılacağı vurgulandı. TBM yeni dönem çalışma hedeflerini de 7 başlık altında topladı. Barış Meclisi’nin belirlediği hedefler arasında, ‘barış için hem devletle hem de Kürt Hareketi ile çözüm konusunda görüşmelerde bulunma, anayasanın değiştirilmesi kampanyaları yapılması ve dünyadaki barış meclisleriyle bağlantılar kurularak uluslararası çalışmaların içinde yer alınması’ başlıkları öne çıkıyor. 13-14 Ocak 2007’de gerçekleştirilen ‘Türkiye Barışını Arıyor’ konferansları sırasında kurulması kararlaştırılan TBM, aynı yıl Dünya Barış Günü olarak kutlanan 1 Eylül’de kurulmuştu.

Diyarbakır’da toplanan 41 baro başkanı açılımı değerlendirdi. Yayınladıkları ortak metinde PKK’nin silahlı güçlerinin yurtdışına çıkmasını ve ordunun operasyonları durdurmasını istedi iyarbakır’da düzenlenen ve iki gün süren ‘Barolar Açılımı Tartışıyor’ başlıklı toplantı 17 Ocak’ta sona erdi. Diyarbakır Barosu öncülüğünde bir araya gelen ve aralarında Ankara, İzmir ve Bursa’nın da bulunduğu 41 ilin baro başkanları Hasanpaşa Hanı’nda yapılan basın toplantısıyla toplantının sonuç bildirgesini açıkladı. 41 ilin barosu adına açıklamayı Diyarbakır Barosu Başkanı Mehmet Emin Aktar yaptı. Aktar’ın okuduğu açıklamada, çözüm için ilk şartın

çatışmaların durması olduğu belirtildi. Aktar, PKK’nin silahlı güçlerinin sınır dışına çıkması, ordunun da operasyonları durdurması gerektiğini ifade ederek Kürt siyasetine yönelik tutuklamalar sonucunda sivil siyaset yapanların sistem dışına itildiğine dikkat çekti. Demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına ilişkin sorunlarını henüz çözememiş Türkiye’de Kürt meselesinin de bu sorunlarla bağlantılı olduğunu söyleyen Aktar, “Diğer sorunlarla birlikte Kürt

Kriz hikaye, Heron’lar geliyor

İ

‘Barış için önce çatışma durmalı’ D

Demokrasi nerede? Atalay’ın ‘Kısa vadeli işler’ dediği dönemde, Kürtlerin partileri kapatılmış ve yasal mücadele kanalları operasyonlarla baskı altına alınmıştı. Kürtlerin, anadilde eğitim, siyasi propaganda ve anayasa değişikliğine ilişkin somut taleplerine karşı hiçbir girişimde bulunmayan hükümetin bu yeni demokratikleşme projesi baştan sona tartışmalı görünüyor. Kürt sorununu muhataplarıyla konuşmadan çözmeye çalışan hükümet, insan hakları örgütlerinin eleştirdiği TİHK Tasarısı ile hak ve özgürlükleri genişleteceğini iddia ediyor. Bir taraftan emek hareketine saldıran hükümetin diğer taraftan tartışmalı bazı kurulları oluşturma girişimleri demokrasiye pek yakın görünmüyor. Abdi İpekçi Parkı’nda TEKEL işçilerine yapılanlar akıllardayken, AKP’nin AİHM’de mahkûm olmamak için hazırladığı projeler demokrasiden çok iktidarın devletin neoliberal dönüşümü projesine yarayacağa benziyor.

meselesi de demokrasi içerisinde, şiddet dışlanarak, özgürlük, eşitlik ve adalet temelinde, birlikte ve barış içerisinde çözümlenebilecek ortak meseledir” dedi. Baro başkanları adına konuşan Aktar, örgütlenme ve ifade özgürlüğünün ve yeni bir anayasanın da çözüm için şart olduğunu savundu. Bildirgede, yargının siyasallaşmasına da değinilerek, “Yargının siyasallaşması Türkiye’de adalete olan inancı ve güveni zayıflatmaktadır”

ifadesine yer verildi. Toplantıda İstanbul Barosu’nu temsil eden Baro Başkan Yardımcısı Selçuk Demirbulak, bildirgeye imza koymadı. Diyarbakır Baro Başkan Yardımcısı Serhat Eren, Demirbulak’ın ‘operasyonların durdurulması’ ifadesi yüzünden imza atmadığını belirtti. Açıklama, ‘toplumun tüm kesimlerini ortak bir zeminde buluşturmak için diğer meslek örgütlerinin de katılımıyla tartışmaların devam etmesi’ çağrısıyla sona erdi.

srail-Türkiye ilişkilerinin hiç olmadığı kadar gerilerek kötüleştiği iddiaları geçen haftalarda gündemin ilk sıralarında yer buldu. Karşılıklı sert açıklamaların yapıldığı, ültimatomların verildiği diplomatik kriz, İsrail’in “özür dilemesi” ile şimdilik sona erdi. Gazete köşelerindeki analizlerlerde ön plana çıkan ortak yorum Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin artık eskisi gibi olmayacağı, İsrail’in Türkiye’nin bölgesel gücünü kabul etmesi gerektiği üzerine kuruldu. Hatırlanacağı gibi Davos sonrası da benzer yorumlar yapılmıştı. Bu yorumlara tüm devlet erkanından “İsrail ile ilişkilerimiz bir günde kurulmadı, bir günde bozulmaz” cevabı gelmişti. Verilen cevap unutulmuş olacak ki benzer yorumlar hala gündemi meşgul ediyor. “Diplomatik krizin” kızıştığı zamanlarda tarafların alışverişi ise kör göze parmak sokacak nitelikte. İsrail ile bir süreden beri devam eden insansız savaş uçağı Heron pazarlıkları sonuçlandı. Türkiye’nin uçuş yüksekliği ve havada kalma süresine itiraz etmesi ile anlaşmaya varılamayan Heron alımı üzerinde, İsrail’in kabulüyle, uzlaşıldı. Teknik denetimlerin tamamlanması ardından 10 adet Heron’un Mart ayında teslim alınması bekleniyor. Türkiye, Heron uçakları için İsrail’e 1 milyar 490 milyon avro ödeyecek. Heron uçakları özellikle direniş hareketlerinde istihbarat amaçlı kullanılıyor.


5

DÜNYA 22 Ocak 2010 / 4 fiubat 2010

Halk›n Sesi

Önce deprem sonra işgal 7

iklim 5 kıta

Haiti 75 binden fazla insanın yaşamını yitirdiği depremin yaralarını sarmaya çalışıyor. ABD’nin ülkeye gönderdiği savaş gemileri ve 12 bin asker ise manidar

H

aiti, 12 Ocak’ta gerçekleşen 7,2 büyüklüğündeki depremin yaralarını sarmaya çalışıyor. Başkent Port-Au-Prince yakınlarında gerçekleşen depremde 70 binden fazla insanın yaşamını yitirdiği tahmin ediliyor. ABD bölgeye insani yardım yerine asker ve savaş gemisi göndermeyi tercih ederken, dünya medyası komşu ülke Küba’nın yardımlarına sansür uygulamaya çalışıyor. Orta Amerika’daki ada ülkesi Haiti’de gerçekleşen depremde açıklanan resmi rakamlara göre 75 bin kişi öldü, 250 bin kişi yaralandı. Sivil Savunma Dairesi tarafından yapılan açıklamaya göre yaklaşık 10 milyon nüfusa sahip olan ülkede deprem sonucu 1 milyon kişi evsiz kaldı. Açıklamada başkentteki binaların yarısının yıkıldığı belirtildi.

Haiti’de uluslararas› yard›mlar›n da¤›t›m›ndaki aksakl›klara isyan eden halk sokaklara cesetlerle barikat kurdu

Brezilya’da hakikat komisyonu

B

rezilya’da İnsan Hakları Bakanı Pablo Vanucchi tarafından devlet başkanı Lula Da Silva’nın isteğiyle ülkenin darbe döneminde gerçekleştirilen insan hakları ihlallerini yargılayacak bir Hakikat Komisyonu kurulacağına yönelik açıklaması, Brezilya hükümeti kabinesini ve genelkurmayı karıştırdı. Açıklamanın ardından Brezilya Savunma Bakanı Nelson Jobim ile kuvvet komutanları istifa tehdidinde bulunurken devlet başkanı Lula ise siyasi bir orta yol bulunacağını vaat ederek gerilimi azaltmaya çalıştı. İnsan Hakları Bakanı Vanucchi ise Hakikat Komisyonu’nun kurulmaması halinde istifa edeceğini açıkladı.

Chavez’den elektrik tepkisi

V

enezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez, 20 Ocak günü başkentte yapılması planlanan elektrik kesintisinin askıya alınması emrini verdi. Chavez, ülkenin enerji koruma planındaki yönetim hatalarını işaret ederek, enerji bakanının istifasını istedi. Başkentte yapılması planlanan kesintilerde teknik hatalar yapıldığını belirten Chavez, ‘hükümetin hataları tanıma ve tasfiye etme kapasitesine sahip olması gerektiğini’ vurguladı. Chavez, enerji bakanının istifasını onaylarken hükümetin enerji sorunlarının çözümü için alternatifler aradığı belirtiliyor.

Dünya Küba’y› görmüyor Depremin ardından uluslararası yardım çağrısı yapan Haiti hükümetinin çağrısına tüm dünyadan yanıt gelirken, dünya medyası komşu ülke Küba’nın

yardımlarını görmezden geliyor. Düzenlenen yardım kampanyaları imaj düzeltmek için kullanılan reklam kampanyalarına dönüşmüşken egemen medyanın yardım gönderen ülkeler listesinde Peru 250 sağlık personeli ile birinci sırada, Fransa ise 85 personelle ikinci sırada bulunuyor. Ancak yaklaşık 400 sağlık personeli ile ülkede parasız sağlık hizmeti sağlayan Küba, söz konusu listelerde yer almıyor. Bunun yanında Küba devletinin sağladığı imkânlarla tıp eğitimi gören 400’den fazla Haitili de Kübalı sağlık ekipleri ile birlikte görev yapıyor. Diğer yandan yaşanan yıkımdan yararlanma girişimleri de sürüyor. Halkın yüzde 75’inin günde 2 dolar gelirle geçinmek zorunda kaldığı Haiti’de yeni anlaşmalar ve “yardım” paketleri ile IMF, ilişkileri derinleştirmenin yollarını arıyor. ABD Başkanı Barack Obama ise imaj tazelemek için ülkeye ziyaret gerçekleştirmeyi planlıyor. ABD’den iflgal plan› m›? Ancak Haiti’ye Amerikan başkanından veya Amerikan yardımlarından önce binlerce ABD askeri gitmiş durumda. Depremin ardından yaklaşık 12 bin ABD askerinin ülkeye yerleştiği bildirilirken, aralarında Carl S. Vilson uçak gemisi, USS Bataan amfibik taarruz gemisi ve USS Higgins destroyerinin de bulunduğu birçok savaş gemisinin de Haiti’de bulunduğu ifade ediliyor. ABD’nin havaalanlarındaki güvenlik önlemleri nedeniyle yardım taşıyan bazı uçakların iniş yapamadığı bildirildi. 16 Ocak’ta ülkeye Cumartesi günü insani yardım taşıyan en az iki Meksika uçağının

ABD hava kuvvetlerinin havaalanındaki yoğunluğu sebebiyle iniş yapamadığı ifade edildi. ABD’nin fırsattan istifade ederek Haiti’yi işgal ettiğini belirten Venezüella lideri Hugo Chavez, ABD askerlerinin ülkeye “adeta savaşa gider gibi cephanelerini kuşanıp geldiğini” söyledi. Nikaragua başkanı Daniel Ortega ise ABD ordusunun Haiti’deki askeri havaalanlarının kontrolünü ele geçirmesinden endişe duyduğunu ifade ederek, “görünüşe göre Latin Amerika’daki üsleri ABD’ye yetmiyor” dedi. Tüm bunlarla birlikte Haiti’nin Küba ve Venezüella’ya komşu olması, ABD’nin askeri varlığını artırma çabalarının bu ülkeleri tehdit etmeye yönelik olduğu izlenimini uyandırıyor. Sömürgecilik ve direnifl Depremle yerle bir olan Haiti’nin tarihinde sömürgecilik ve diktatörlüklere karşı halkın direnişi önemli bir yer tutuyor. Haiti, bölgede köle sahiplerine karşı isyan ederek bağımsızlığını kazanan ilk ve tek ülke. 1791’de köle isyanıyla başlayan ve uzun yıllar süren mücadele 1804 yılında devrimle sonuçlandı. Bağımsızlığını kazanan Haiti’deki ayaklanma, tarihe siyahların iktidarı ele geçirdiği ilk “köle ayaklanması” olarak geçti. Haitililerin bağımsızlıklarını ilan etmesiyle ABD ve Fransız işgallerine karşı direniş, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD destekli darbeler ve diktatörlüklere karşı mücadeleye dönüştü. En son 2004’te büyük bir halk desteği ile iktidara gelen Devlet Başkanı Jean-Bertrand Aristide ABD destekli bir darbe ile düşürüldü. Darbe binlerce kişinin ölümü ile sonuçlandı.

‹srail’den hava sahas› ihlali İsrail ordusuna ait uçakların Lübnan hava sahasını ihlal ederek Güney Lübnan’a girmesi üzerine, Lübnan ordusu uçaklara uyarı ateşi açtı. Lübnan haber ajansı, İsrail ordusuna ait uçakların, ülke üstünde 17 Ocak Pazar günü sabah saatlerinde alçaktan devriye uçuşu yaptığını, buna Lübnan askerlerinin uçaksavar ateşiyle karşılık verdiğini bildirdi. Lübnan ordu sözcüsü yaptığı açıklamada, alçaktan uçan İsrail uçaklarının, ateşten sonra Lübnan hava sahasını terk ettiğini açıkladı.

Yahoo’dan ‹ran’a jest Yahoo şirketi yaklaşık 200 bin İranlının internet adresini İran rejimine teslim etti. Adresi teslim edilen insanlar rejime karşı gösterilere katılmışlardı. İran telekomünikasyon şirketi çalışanlarınca sızdırılan bu bilgi, Yahoo tarafından yalanlansa da, şirket ile İran yönetimi arasındaki ilişkilerin seyri iddialarla örtüşüyor. Daha önce İran rejimi Yahoo şirketinin İran’a girmesini önleme girişiminde bulunmuştu. Yahoo rejim karşıtı gösterilere katılan insanların mail adreslerini rejime vererek İran’dan çalışma iznini kopardı.

Taliban Kabil’e girdi bulunuyor. Ülkedeki Türkiyeli askerlerin tamamı Kabil’de. Türkiye, Kabil Bölge Komutanlığı’nı 1 Kasım 2009’da devralmıştı.

A

fganistan’ın başkenti Kabil’de bulunan işgal kuvvetleri 18 Ocak günü Taliban militanlarının saldırısıyla sarsıldı. Bomba yüklü araçlarla Dışişleri Bakanlığı yakınındaki bir alışveriş merkezine yapılan intihar saldırısı sonucu birçok polis ve istihbarat görevlisi öldü. Taliban güçlerinin Kabil’de birçok yere düzenledikleri saldırılar, sabah erken saatlerde bir intihar komandosunun Devlet Başkanlığı Sarayı yakınlarında kendini havaya uçurmasıyla başladı. Saldırılarda, Başkanlık Sarayı, Savunma ve Adalet Bakanlığı binaları, Merkez Bankası binası ile yabancıların kaldığı Serena Oteli hedef alındı. Kentte bulunanlar Kabil’de dumanların yükseldiğini ve yoğun çatışmalar yaşandığını ifade etti. Afgan güvenlik yetkilileri, Taliban militanlarının daha önce girdiği Büyük Afgan Alışveriş Merkezi'nin saldırının merkezi durumuna geldiğini, el bombası attıktan sonra binaya giren militanların ikinci ve üçüncü katlara dağıldığını kaydetti. Saldırıları üstlenen Taliban, eylemlere 20 militanın katıldığını bildir-

di. Kabil’deki Afgan güvenlik yetkilisi Emir Muhammed, ‘200’den fazla güvenlik görevlisinin militanlarla çatışmaya girdiğini’ söyledi. Başkent Kabil, NATO’ya bağlı askeri güçlerin kontrol altında bulunduğu tek şehir olma özelliği taşıyordu. 18 Ocak günü gerçekleştirilen Taliban saldırısının, Afganistan’ın en güvenli bölgesi olduğu iddia edilen Kabil’de 2001 yılında ABD’nin ülkeyi işgal etmesinden sonra

düzenlenen en büyük saldırı olduğu belirtiliyor. Saldırılar, NATO’da endişeye yol açarken, başkentin Taliban için kolay bir hedef haline gelmesi üzerine güvenlik tedbirleri artırıldı. Afganistan’a gitmeyi planlayan Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül saldırıların ardından ziyaretini erteledi. Son iki ay içinde ülkedeki asker sayısını yaklaşık iki katına çıkaran Türkiye’nin, bölgede 1700’den fazla askeri

Karzai’nin Meflruluk krizi sürüyor Tartışmalı seçimle iktidarda kalmayı sürdüren Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai, hükümet kurma çalışmasında yine başarısız oldu. Afganistan Meclisi ikinci kez Devlet Başkanı seçilen Hamit Karzai’nin sunduğu bakanlar kurulu listesinin çoğunluğunu ikinci kez reddetti. Meclis, 17 kişilik listenin sadece 7’sini onayladı. Diğer yandan BM’nin hazırladığı rapor ülkedeki yolsuzluğun boyutlarını göz önüne seriyor. BM Uyuşturucu ve Suçla Mücadele Dairesi’nin Afganistan'daki binlerce kişiyle yaptığı mülakat sonucu hazırladığı raporda, Afganların bir yıllık dönemde rüşvet olarak toplam 2,5 milyar dolar ödediği, bunun ülkenin gayri safi milli hâsılasının neredeyse dörtte biri olduğu belirtildi.

Gerillalardan yoksullara 1 2 t o n e t Paraguay Halk Ordusu (EPP) gerillaları ülkenin önde gelen et üreticilerinden Fidel Zavala’yı kaçırarak, yoksul halka 12 ton et dağıtılmasını sağladı. Fidel Zavala’nın 17 Ocak Pazar günü serbest bırakıldığı bildirildi. EPP gerillaları Zavala’nın kardeşi Diego Zavala aracılığıyla 12 ton büyükbaş hayvanın Concepción eyaletindeki iki köyde ve başkent Asuncion’un yoksul mahallelerinde dağıtılmasını sağladı. Rehin alınan Zavala’nın kardeşi Diego Zavala başkent

Asuncion’da yaptığı açıklamada EPP gerillalarının talimatları doğrultusunda 12 Ocak günü 12 ton sığır etinin dağıtıldığını ifade etti. Gerillaların bölgede bulunan üç yerli topluluğuna 10’ar tane büyükbaş hayvanın verilmesi talimatını verdiğini belirten Diego Zavala, kendilerinin de bundan onur duyduğunu söyledi. Bağışlanan sığır etinin toplam maliyetinin 120 milyon guarani (25 bin 800 dolar) olduğunu ifade eden Zavala, “Biz üzerimize düşeni yaptık, umarım EPP de

kendi üzerine düşeni yapar ve kardeşim Fidel yakın zamanda evinde olur” dedi. Ülkenin önde gelen et üreticilerinden Fidel Zavala rehin alınmasından 94 gün sonra Paraguayan Chaco bölgesinde serbest bırakıldı. Zavala’yı rehin alan gerillaların yoksulların devrimci hareketini finanse etmek üzere ailesinden 5 milyon dolar talep ettiği bildirilirken, Asuncion basını, 550 bin dolar ödenmesinin ardından Zavala’nın serbest bırakıldığını iddia etti.

Turuncu devrimin sonu Ukrayna'da 17 Ocak Pazar günü yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oy sayma işlemleri tamamlandı. Seçim Komisyonu'ndan yapılan açıklamaya göre Rusya yanlısı Viktor Yanukoviç oyların yüzde 35,32'sini alarak birinci turda en çok oyu alan aday oldu. Yarışı ikinci sırada tamamlayan Başbakan Yuliya Timoşenko ise yüzde 25,05 oy aldı. Sergey Tigipko yüzde 13.06 oy oranı ile üçüncü oldu. Turuncu devrimin lideri Viktor Yuşçenko aldığı yüzde 5.45 oyla Soros’un desteğiyle iktidara gelmesinden 5 yıl sonra büyük bir hezimet aldı.

fiili’ye sa¤c› baflkan Şili’de 17 Ocak Pazar günü gerçekleştirilen devlet başkanlığı seçimlerinin ikinci turunda sağcı milyarder Sebastián Piñera galip geldi. Piñera’nın yüzde 51 oyla kazandığı seçimlerde, 1994 – 2000 yılları arasında devlet başkanlığı yapan merkez solun başkan adayı Eduardo Frei yüzde 30 oy aldı. Yüzde 20 oy alan bağımsız aday Marco Enriquez-Ominami ise merkez solun aldığı blok oyları bölmekle suçlanıyor. Pinochet’nin darbe yönetiminin sona erdiği 1990 yılından bu yana devlet başkanlığı Concertación Democrática (Demokratik Uzlaşma) adlı sosyal demokrat ittifakın elindeydi.


6

İNSANCA YAŞAM 22 Ocak 2010 / 4 fiubat 2010

Halk›n Sesi

HALK METROBÜS EY‹ ZAMMINDA YÜRÜTM DURDURDU

Sıra ‘yürütenlerde’

2

H

alkevleri’nin metrobüs zammına karşı açtığı davanın ilk aşaması sonuçlandı. İdare Mahkemesi 15 Ocak itibariyle başta metrobüs olmak üzere ulaşıma yapılan yüzde 33’lük zamma yürütmeyi durdurma kararı verdi. Aylık akbile getirilen 160 biniş sınırı da yeniden 200’e çıkartıldı. Kasım ayında yapılan zamlarla 1,5 lira olan metrobüs kullanım bedeli 2 liraya çıkmıştı. Aylık akbillerde kullanım sınırı 200’den 160’a düşürülmüş, bu sınır metrobüste aylık akbillerden çift bilet kesilmesiyle fiilen 80’e düşmüştü. Zamdan sonra basın açıklamalarıyla başlayan tepkiler, metrobüse akbil basmadan binme eylemlerine dönüşmüştü. Parasız ulaşım hakkının kullanıldığı eylemlere binlerce İstanbullu doğrudan katılarak metrobüse akbil basmadan binmişti. Eylemler sürerken Halkevleri zamları mahkemeye vermişti. Zammın belediyenin iç kaynak teminine yönelik olduğunu belirleyen mahkeme, metrobüs turnikelerinden atlayan İstanbullulardan sonra belediyeye kamu hizmeti yaptığını bir kez daha hatırlattı. Mahkeme Belediye’nin tüm giderlerinin halktan karşılanamayacağına hükmetti ve zamların telafisi güç zararlar doğuracağını söyleyerek uygulamayı durdurdu. Büyükşehir Belediyesi ise mahkeme kararını hemen uygulamayacağını açıkladı. Halkevleri, Belediye’nin açıklamalarından sonra Kadir Topbaş ve İETT Genel Müdürü Hayri Baraçlı hakkında mahkeme kararını uygulamadıkları için suç duyu-

“Ayşe ablalar kazandı”

‹stanbul’daki metrobüs zamlar›na karfl› binlerce ‹stanbullu turnikelere akbil basmad›

M

etrobüs turnikelerinden atlayan İstanbullular, ulaşım zammının “yürümeyeceğini” gösterdi. TEKEL işçileri ve ulaşım zamlarına karşı direnenler, “yürütenleri” de nasıl durdurulacağını gösteriyor

rusunda bulundu. Mahkeme kararını ne kadar geç uygularsa o kadar kâr edeceğini düşünen Belediye, çeşitli kurnazlıklarla zammı uygulamamanın yolunu aramaya başladı. Yürütmeyi durdurma kararının ardından Büyükşehir’in aklına ‘bindiğin kadar öde’ tarifesi geldi. Bu tarifeyle belediye övündüğü ‘dünyanın en uzun metrobüs hattını’ üçe bölmeyi ve her hattı ayrı fiyatlandırmayı düşünüyor. Halkın kullandığı kadar ulaşım parası ödeyeceğini söyleyen belediye böylece tepkileri de bölmeyi hedefliyor.

‹BB’de ‘Paso pusu’ devri İstanbul Büyükşehir Belediyesi, asli görevi olan ulaşım hizmetini ucuza vermek istemiyor. Belediye, halkın ulaşım hakkı için önlemler almak yerine ulaşım hizmetlerinin piyasalaştırılmasında akıl dışı yöntemlere başvuruyor. Belediye halkın ucuza ulaşması ‘tehlikesine’ karşı ‘sahte’ paso avına girişiyor. Ulaşımın pahalı olduğu İstanbul’da; öğrenci olmadığı halde bir öğrenci tanıdığına öğrenci akbili aldırmak, maddi durumu

yerinde olan bir öğrencinin iki tane aylık akbil alıp birini arkadaşına vermesi gibi yöntemler yıllardır kullanılıyordu. Zamlardan sonra İstanbullu, ulaşımı ucuza getirme yöntemlerine daha çok sarıldı. Bu durumu bilen Büyükşehir Belediyesi, aylık akbillerin yenileneceği 4 Ocak’tan itibaren Akbil gişelerinde pusuya yattı ve birçok ‘sahte’ pasoya el koydu. Metrobüsün harcama kaleminde gözüken 1 milyon 420 bin liralık güvenlik harcamasına bakıldığında ilerleyen günlerde ‘paso pusuları’ artacağa benziyor.

TEKEL’den metrobüse bir yol İdare Mahkemesi’nin verdiği yürütmeyi durdurma kararını değerlendiren Halkevleri Genel Sekereteri Oya Ersoy; kararın zamcılara, soygunculara karşı halkın bir zaferi olduğunu söyledi. Ersoy, AKP’nin saldırıları karşısında halkın da boş durmadığını, metrobüs zamlarına karşı direndiğini ve TEKEL işçilerinin de Ankara’da günlerdir güvenceli bir iş talebi için direndiklerini söyledi. Ersoy, gerek TEKEL işçilerinin güvenceli iş talebiyle Ankara’da sürdürdükleri direnişin, gerekse de İstanbul’da metrobüs zamlarına karşı akbil turnikelerinden atlayarak verilen direnişin toplumsal muhalefetin ana çizgisi olması gerektiğini belirtti.

Metrobüs zamm›n›n geri çekilmesi için beyediye önünde yap›lan ve güvenlik görevlilerinin sald›rd›¤› eyleme kat›lan Ayfle D›flkaya, o günü flöyle anlatt›: “Biz zamlar yüzünden geçinemiyoruz, insanca yaflam için oraya gittik. Hem sald›rd›lar hem de alay eder gibi Agora Meyhanesi’ni çald›lar.” Asgari ücretle çal›flan o¤lunun her ay 210 lira ulafl›m masraf› oldu¤unu söyleyen D›flkaya, “Bir ay için Kadir Topbafl ile çocuklar›m›z› de¤iflelim ve onlar›n flikayetlerini dinleyip sorunlar› öyle çözelim” diyor. Mahkeme karar›ndan sonra AKP’li komflular›n›n dahi “Ayfle ablalar kazand› inflallah di¤er zamlar da geri al›n›r” dediklerini duyan D›flkaya, zamlar geri çekilmezse tepkinin daha da artaca¤›n› söylüyor.

Değişimin köşe başı bir semt Okmeydanı’nda gençler hayatı sokakta öğreniyor. Uyuşturucu tehlikesiyle karşı karşıya kalan gençler köşe başlarında kendi mekanlarını yaratıyor. Köşelerinden mahallelerini ve hayatlarını değiştirmeye çalışan gençlerle görüştük CAN KIPIR / OKMEYDANI

Köylüden “baz” nöbeti T

rabzon’un Kavala Köyü’nde kurulmak istenen baz istasyonuna köy halkı tepki gösteriyor. Köylüler baz istasyonu kurulması düşünülen alanda 16 Ocak’tan bu yana nöbet tutuyor. Köyün kadınları gündüz, erkekleri ise gece nöbet tutuyor. Köy halkı 5 yıl önce kurulan baz istasyonundan sonra tarlalardaki meyve ve sebzelerinin kurtlandığını, artık meyve ve sebze yetiştiremediklerini söylüyor. Köylülerden Zehra Celap “Köyümüzde 5 yıl önce bir baz istasyonu yapıldı. Bize TV vericisi kurulacağını söylediler ama baz istasyonu kurmuşlar. Buna tepki gösteremedik. O gün bu gündür bütün mahsullerimiz kurudu. İkinci baz istasyonunu istemiyoruz. Bizim sağlığımız kadar doğadaki canlıların da sağlığı önemli. Birileri para kazanacak diye başkalarının yaşam hakkına müdahale etmemeli” dedi. Köy sakinlerinden Mahmut Celap ise “Bölgemizde hayvanlar sakat doğuyor, meyve sebze neredeyse yetişmiyor. Bunun sebebi baz istasyonlarıdır” dedi. Celap kendilerini köyden çıkartmadıkları sürece baz istasyonunun kurulamayacağını belirtti. Köylüler baz istasyonu kurulmasına asla izin vermeyeceklerini ve sonuna kadar direneceklerini söylüyorlar.

Zamlar kâr etmiyor

Devrimci Gençlik KöflesiSerkan Tokgöz Mahmut Şevket Paşa Mahallesi Çınar Sokak’ta oturuyorum. Şişli Endüstri Meslek Lisesi (EML) son sınıf öğrencisiyim. Arkadaşlarımızla, muhabbet etmek ve sorunlarımızı paylaşmak için buradayız. Evlerimizde maddi sorunlar ve bu sorunlardan doğan manevi sıkıntılar yaşıyoruz. Böyle bir hayatı gördükten sonra hayattan hiçbir beklentim yok diyorum. Mahallemizde birlik, dayanışma, sevgi ve saygı yok ve biz bu mahallede kardeşliğin, birliğin, dayanışmanın olmasını istiyoruz. Okmeydan› Köfle GençlikErol Arslan Mahmut Şevket Paşa Mahallesi’nde oturuyorum. Kasımpaşa Lisesinde 9. sınıf öğrencisiyim. Birçok arkadaşımız maddi sıkıntılardan dolayı okumuyor. Bizler Devrimci sempatizanı olarak mahallemizde yozlaşmaya karşı 10 yıldır mücadele veriyoruz. Bu köşe bize ağabeylerimizden kaldı. Onlar da bizim yaptığımızı yapıyordu. Köşe başlarında beklemek hiç hoşumuza gitmiyor ama mahallemizde gün geçtikçe

Can Kabaktafl

Erol Aslan yozlaşan bir gençlik görüyoruz ve buna karşı elimizden geleni yapıyoruz. Devletin yozlaştırması bütün gençlerimizi etkiyor. Mahallemizde halı saha var ama paramız olmadığı için gidemiyoruz. Mahallemizde 10, 12 yaşlarındaki çocuklar ellerinde sigarayla çok rahat dolaşır hale geldiler. Umut Cafe Gençlik - Nebi

Can Kabaktafl Okumuyorum, milli güreşçiyim. Maçka Akif Tuncel Lisesinde 10. sınıfa kadar okudum. Alevi ve devrimci olduğum için yapılan baskılardan dolayı okulu bıraktım. İş de yok gidecek yerimiz de yok o yüzden burada bekliyorum. Özgür, düşünce özgürlüğüne saygılı bir ülkede eşim ve çocuklarımla yaşayabilmek istiyorum.

Halk kirli oyunları bozuyor K

aradeniz Bölgesi yapımına hız verilen termik ve hidroelektrik santrallere karşı halk kendi yöntemleriyle temiz çevre hakkını savunuyor. Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) toplantılarını protesto ederek iptal ettiren halk bir yandan da kurdukları dernekler vasıtasıyla hukuki mücadele yürütüyor. Sinop’un Gerze ve Ayancık ilçelerinde yapılması planlanan termik santraller için 14 Ocak’ta Ayancık’ta gerçekleştirilen ilk ÇED toplantısında halkın tepkisiyle

karşılaşan firma yetkilileri, salondan polis korumasıyla çıkabildi. Sinop Gerze’de de aynı gün yapılan panele 800 kişi katılarak termik santrallere karşı oldukları mesajını verdi. Panelde konuşan Gerze Belediye Başkanı Osman Belovacıklı “Örgütlü halk yenilmez” diyerek halkı mücadeleye çağırdı. 5 Ocak günü de Gerze Yaykıl köylüleri termik santral için sondaj çalışmasına gelen yetkilileri köylerinden kovmuştu.

Afflin-Elbistan karar› Kahramanmaraş’ın Afşin İlçesi’nde 25 yıldır baca gazı arıtma tesisi olmadan çalışan ve kül tutucu filtreleri işlevini yitiren Afşin-Elbistan A Termik Santrali, çiftçi Mehmet Yağcı’nın arazisine verdiği zarar nedeniyle EÜAŞ 110 bin lira tazminata mahkûm edildi. Yağcı’nın avukatı Mehmet Çölbeyi, kararın Elbistan ve Afşin’deki yerel mahkemelerde görülen benzer 360 davaya emsal olacağını ve en az 250 üreticinin daha dava açacağını söyledi.

Mezar Gençlik - Sercan Düz Hacıhüsrev ’de oturuyorum. Şişli EML son sınıf öğrencisiyim. Genelde akşamları vakit bulduğumuz için mahallenin bütün gençliği mezarlıkların tam ortasında bulunan Cura Baba Türbesi’nin önünde toplanıyoruz. Çevremizde saygınlık kazanmak, çevremizi genişletmek peşindeyiz. Mahallemizde uyuşturucu

sorunu var. Emniyet uyuşturucuyla mücadele yerine halka baskı yapıyor. Biz, bu baskının evlerimizin kentsel dönüşüm kapsamında yıkılması öncesinde mahalle gençliğinin bütünleşmesini önleme niyetli olduğunu çok iyi biliyoruz. Genç Paflal›lar - Eray Koz Acısu'da oturuyorum. Hayattan bir beklentisi olmayan 16 yaşında bir gencim. Kaptan Paşa Lisesi’ni 1. sınıfta devamsızlıktan bıraktım. Köşede arkadaşlarla buluşup, muhabbet ediyoruz. Mahalle gençlerinin ortak kullanabileceği bir cafe ya da kültür evi gibi buluşma yerleri olmasını istiyoruz. Kendimizi Mahmut Şevket Paşa Spor sevgisiyle yetiştiriyoruz. Kuzey Cafe Köflesi - Ozan Aslan Piyalepaşa Mahallesi’nde oturuyorum. Şişli EML son sınıf öğrencisiyim. Mahallede bir sorun olduğu zaman müdahale etmek, yozlaşmaya ve çeteleşmeye karşı çıkmak için köşelerde bekliyoruz. Mahallemizde kendisini psikopat olarak nitelendiren gençler var. Bir kız, sokakta rahat dolaşamıyor, sözlü taciz edenler oluyor. Biz de bunu önlemek için her köşede yoğunlaşıyoruz.

010’la birlikte iğneden ipliğe her şeye zam yapıldı. Zamlar ülke genelinde protesto edildi. İstanbul’da ulaşım zamlarına karşı parasız ulaşım hakkının doğrudan kullanıldığı metrobüslere akbil basmadan binme eylemleri kazanımlarla sonuçlanırken, Ankara’da da otobüslere parasız binme eylemleri yapıldı. İstanbul ve Ankara’daki eylemlerin yanısıra Türkiye’nin heryerinde zam protestoları yapıldı. Ankara’da “zamlara ve yoksulluğa karşı halk konuşuyor” eylemi yapan ÖDP’liler AKP İl Binası’na siyah çelenk bıraktı. İzmir’de Halkevciler ‘zam’ yazılı kazıklar taşıdıkları bir protesto yürüyüşü yaparken Konya’da Halkevleri ve ÖDP, AKP’nin yaptığı zamları sokak tiyatrosuyla protesto etti. Çevre ve Tüketici Hakları Koruma Derneği ise zamların haksız olduğunu belirten basın açıklamaları gerçekleştirdi.

‘Arızlılı soğukta beklesin’

B

ir dizi temas için 17 Ocak günü Kocaeli’ne gelen Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Vali Gökhan Sözer’i ziyareti öncesi depremzedelerin protestosuyla karşılaştı. Arınç’ın gelişine kısa bir süre kala valilik önünde toplanan depremzedeler, pankart açarak, Kocaeli Valiliği ve AKP aleyhinde sloganlar atmaya başladı. Polis Arızlılıları zorla eylem alanından uzaklaştırdı. Arınç’ın arabasının önünü kesmek isteyen Canan Yamak isimli bir depremzede polisler tarafından yaka paça gözaltına alındı. Depremzedeler yaptıkları açıklamanın ardından gitmek istedi ancak polis izin vermedi. Polis, ablukaya aldığı depremzedeleri 45 dakika soğukta bekletti. Kocaeli halkı depremzedeleri dakikalarca alkışladı. Polis, halkın desteği ve olay yerine gelen KESK temsilcilerinin ısrarları sonrasında Arızlılıları serbest bıraktı.

Metroya parasız bindiler

İ

stanbul’da Agos gazetesi önünde 19 Ocak günü Hrant Dink için düzenlenen anma töreninin ardından Şişli Metro istasyonuna giren, aralarında Halkevcilerin de bulunduğu eylemciler turnikelerden akbil basmadan geçti. Güvenlik görevlileri, metroya parasız binen Halkevcileri engellemeye ve gözaltına almaya çalıştı. Metro istasyonundaki diğer eylemciler ve yolcular Halkevcilerin gözaltına alınmasına izin vermedi. Yaşanan olay üzerine konuşmalar yapıldı ve istasyondaki 200 kişi parasız ulaşım haklarını isteyerek metro turnikelerinden akbil basmadan geçti. Akbil basmadan turnikelerden geçen eylemcilere birçok kişi alkışlarıyla destek verdi. Eylemin sonunda Halkevciler, metrobüs zamlarıyla ilgili mahkeme kararını uygulatmakta kararlı olduklarını açıkladılar.


7

İNSANCA YAŞAM 22 Ocak 2010 / 4 fiubat 2010

Halk›n Sesi

Otomatik elektrik soygunu Maliyet azalıyor ama elektrik zamlanıyor. Özel dağıtım şirketleri kâr peşinde, tasarruf etmek isteyen halka ise tuzak pazarlanıyor

E

lektrik fiyatları Ocak ayına da zamla girdi. 2008’den beri otomatik fiyatlandırma sistemine geçen AKP hükümeti, elektrik maliyetleri düşmesine rağmen zam yapmaya devam ediyor. 2008 yılında AKP hükümetinin üretim maliyetlerinin artmasını gerekçe göstererek yüzde 58 gibi rekor düzeyde zam yaptığı elektriğin fiyatı artmaya devam ediyor. Talebin ve üretim maliyetlerinin azalmasıyla otomatik fiyatlandırmaya göre düşmesi gereken elektrik fiyatı bu iki unsur düştüğü halde 2009’da yüzde 10 zamlandı. Böylece 2 yıllık zam toplamı yüzde 70'in üzerine çıkarken, 4 kişilik bir ailenin ödeyeceği fatura 2008 yılı başında ortalama 32 lira dolaylarındayken Ocak 2010 itibariyle 62.7 liraya çıktı. AKP hükümeti kamu üretimini sınırlandırıp, özel üretim şirketlerine alım garantisi verdiği için elek-

trik fiyatları artıyor. Elektrik, üretimi ucuz olan kamu santrallerinden değil pahalıya üretilen özel şirket santrallerinden sağlanırken, aradaki fark halkın cebinden karşılanıyor. Elektrik kesme oyunu Zamlar otomatiğe bağlamışken özelleştirilen elektrik dağıtımı halkın canını yakan uygulamalara neden oluyor. Dağıtım şirketleri, fatura edilen tutarları bir an evvel tahsil etmek için hukuk dışı yollara başvuruyor. Faturası ödenmeyen bir dairenin elektriği bir sonraki fatura tarihinde otomatik olarak kesiliyor. Sayaç okuma, bakım ve kontrol gibi işlemler taşeron şirketler aracılığıyla yürütülüyor. Dağıtım şirketleri, ihbarname ile tüketicinin uyarılmaması ya da kesme yazısına rağmen sayacın mühürlenmemesi gibi uygulamaları tercih ediyor. Sayaç sigortasını indirmesi ya da

sayaçların kablosunu sökmesi tembihlenen taşeron görevliler, böylece dağıtım şirketini elektriği açmak için bir daha görevli gönderme masrafından kurtarıyor. İşlem gerçekleşmediği halde sayaç açma-kapama masrafı ise tüketiciye ödetiliyor. Tasarruf da tuzak ç›kt› Zamlara ve kesme oyunlarına karşı çözüm arayan halka “cep yakmayan fatura” için sunulan tasarruf cihazlarının ise tuzak olduğu ortaya çıktı. Elektrik Mühendisleri Odası tarafından yapılan incelemeler sonucu prize takılarak enerji tasarrufu sağladığı öne sürülen bu cihazların elektrik faturasını azaltacak hiçbir etki yapmadığı belirlendi. “Tasarruf cihazları” faturaya yansımayan enerjiden tasarruf sağlıyor. Sadece dağıtım şirketine yarar sağlayan cihaz, ekstra enerji tüketimini tetikliyor.

Romanlara ruhsatsız sağlık ocağı S

amsun’un Canik Belediyesinde çoğunlukla Romanların oturduğu Yavuz Selim Mahallesi’ndeki sağlık ocağı ruhsatsız olduğu gerekçesiyle mühürlendi. Mührün altı kazındığında ortaya tanıdık bir ayrımcılık çıktı. Herşey 29 Mart yerel seçiminde AKP’li Belediye Başkanı Osman Genç’in Hacı İsmail Mahallesi’ne sağlık ocağı sözü verip yapmamasıyla başladı. Sözün tutulmamasından sonra Hacı İsmail Mahallesi sakinleri “Romanlarla aynı yerde tedavi olmayız” diye tepki gösrerdiler. Irkçı tepkilere ödün veren Genç, sağlık ocağını

ikiye bölüp bir kısmını başka bir binaya taşıdı. Son olarak da taşıdığı sağlık ocağını ‘ruhsatsız olduğu’ gerekçesiyle mühürledi. 9 bin kişinin mağdur olduğunu belirten Muhtar Ömer Gezginci, elektrik ve suyun bağlandığı sağlık ocağının kaçak olmasına anlam veremediklerini söyledi. Canik Belediyesi İmar ve Şehircilik Müdürü Hasan Demir, binanın kaçak olduğunu, İl Sağlık Müdürlüğü yetkilileri ise gerekli yasal iznin verildiğini söyledi. Samsun Tabip Odası Başkanı Cem Şahan “kapatmayla halkın sağlık hakkının engellendiğini” söyledi.

SA⁄LIK HAKKI

Belediye Baflkan› Osman Genç taraf›ndan aç›lan sa¤l›k oca¤› yine onun taraf›ndan kaçak ilan edildi.

Küba gibi komflu herkese laz›m Haiti’den kuzey yar›mkürenin en yoksul ülkesi diye söz ediliyor. Toplam nüfusu 10 milyon civar›nda ve 3 milyonu baflkente yafl›yor. Nüfusun yüzde 80’inin yoksulluk s›n›r›n›n alt›nda yaflad›¤›, çocuklar›n yüzde 90’›n›n temiz su eksikli¤ine ba¤l› bulafl›c› hastal›kla karfl›laflt›¤› bir ülke. Yoksulluk ve y›k›ma eklenen 7.0 fliddetindeki deprem ard›nda 75 bini aflk›n ölü ve aç-susuz 500 bin kifli b›rakt›. Sa¤l›¤›n hak oldu¤u ülkenin fark›

Haiti’deki depremden sonra destek çal›flmas›na bafllayan ilk ülke Küba oldu. Küba’n›n sa¤l›k tugay›

Haiti’nin baflkentinde depremde y›k›lan hastanenin hemen yan›na bir sahra hastanesi infla edip tedaviye bafllad›. Küba, ayr›ca, yeni bir sa¤l›k ekibinin de yolda oldu¤unu aç›klad›. Kuzey yar›mkürenin en yoksul ülkesi durumundaki Haiti’de yoksullu¤a ba¤l› olarak daha da vahim sonuçlanan depremde “sa¤l›k hakk›”n› tan›yan Küba’n›n mütevazi ve sessiz yard›m› övgüyü hak ediyor. Küba gibi yak›n bir komflumuz olmad›¤›na göre sa¤l›k hizmetinin ticarileflmesine karfl› sa¤l›k hakk›n› savunmak, mücadelesini vermek ve sa¤l›¤›n hak oldu¤u bir ülke kurma görevi bizlere düflüyor.

Domuz gribi sahtekarl›k m›? Avrupa ülkelerinin siparifl etti¤i afl› ve ilaçlar elde kal›p büyük maddi zarara yol aç›nca Avrupa Konseyi domuz gribi salg›n›n›n ‘sahte’ oldu¤u iddias›yla soruflturma bafllatt›. Geçen Aral›k da “Bay Grip” Ostenhaus ile üç arkadafl›n›n, dan›flmanl›k yapt›klar› ilaç flirketlerine para kazand›rmak için panik yaratt›klar› iddia edilmiflti. Bu soruflturmalardan kesin bir yarg› ç›kmayacak çünkü üniversite-sanayi iflbirli¤i diye ülkemizde de özendirilen durumun sonuçlar› bu. Bu beylerin flanss›zl›¤› ise “salg›n” diye ilan ettikleri hastal›¤›n modern t›p tarihi boyunca takip edilebilen grip salg›nlar› içerisinde en hafifi ve mevsimsel griplerden de çok daha hafif atlat›lacak gibi görünmesi. Üniversiteler iflletme olursa bilimsel güven mümkün mü? Dünya Sa¤l›k Örgütü (DSÖ), kararlar›na yön vermek üzere üniversite veya araflt›rma

kurulufllar›nda çal›flan bilim insanlar›ndan dan›flma kurullar› oluflturur. Ancak üniversitelerin iflletme haline dönüflmesi bir k›s›m ö¤retim üyesini ifl insan› yapm›fl durumda. DSÖ’nün de kamu-özel iflbirli¤i ad› alt›nda çeflitli flirket fonlar›ndan beslendi¤i düflünülünce al›nan kararlar›n özel ç›karlardan etkilenmesi mümkün hale gelmifltir. Nitekim DSÖ de ifladam› ö¤retim üyelerinden oluflan Dan›flmanlar Grubu’nun tavsiyesine uyup pandemi tan›m›n› de¤ifltirmifl. Sonra da yeni tan›ma göre pandemi (dünya çap›nda salg›n] ilan etmiflti. Tan›m› de¤ifltir ve de para kazan! Böylece ilaç flirketleri ilaç ve afl› satarak salg›ndan para kazanm›flt›. JP Morgan’›n hesaplar›na göre flirketlerin salg›ndan elde ettikleri kar 8–10 milyar dolar› buluyor. fiirket flirkettir ve para kazanmak için her fleyi yapabilir. Ya üniversite ö¤retim üyeleri?

Acil durumlar için bilimsel dan›flma kurulu Domuz gribiyle ilgili Dünya Sa¤l›k Örgütü dan›flma kurulunda ilaç flirketleri ile parasal iliflkisi olan üyelerin çoklu¤u karara flüphe düflürüyor. DSÖ, 11 Haziran günü dünya çap›nda domuz gribi salg›n›nda en yüksek alarm durumunu ilan etti. Pandemi ilan› ve al›nacak önlemler konusunda DSÖ içerisindeki bilimsel dan›flma kurulu SAGE’nin tavsiyesinin etkili oldu¤u sonradan anlafl›ld›. SAGE, DSÖ’de acil kurullar için bilimsel dan›flma organ›d›r. Karar› öneriler do¤rultusunda genel direktör verir. SAGE 20 kifliden olufluyor ve bunlar›n 11’i do¤rudan veya üniversiteleri arac›l›¤›yla gripten para kazanan GSK, Baxter ve Roche gibi ilaç flirketleri ile parasal iliflkiye sahip. Bir k›sm› da flirketlerden fon alan üniversite araflt›rma bölümlerinin baflkan›.

Ne yap›lmamal›? Domuz gribi salg›n›nda halk› bilgilendirmede yaflanan karmafla ve baz› bilim insanlar›n›n salg›ndan do¤rudan para kazanmas› bize neler yapmamam›z gerekti¤ini gösteriyor. Evet yap›lmamas› gerekenler: Afl›-ilaç üretimi özel flirketler taraf›ndan yap›lmamal›; üniversiteler iflletme-ö¤retim üyeleri de ifl adam› haline getirilmemeli ve iflletme haline getirilmifl üniversitede bulunan her bilim adam›y›m diyene inanmamal›... Peki ülkemizde neler oluyor dersiniz. Hükümet, üniversite-sanayi iflbirli¤i ad› alt›nda üniversitelerin iflletmeye dönüflmesini h›zland›r›yor. Üstüne bir de ilaç flirketlerinin iste¤i do¤rultusunda ilaçlar›n mar-

Çocukluk an›lar›m aha önce anlattım mı bilmiyorum, bir madenci kasabasında doğup büyüdüm ben. Manisa’nın Soma ilçesine bağlı Maden kasabasında. Dağların tepesinde, bir linyit ocağının etrafına kurulmuş, ağırlıkla devletin tek tip işçi lojmanlarından ve idari binalarından oluşmuş küçük bir kasaba. Aynen şu İngiliz madenci kasabalarındaki yaşamı anlatan roman ve filmlerdeki gibi bir çocukluğum oldu. Kömür tozlarının içinde, dev iş makineleri arasında oynadım ben ilk oyunlarımı. Her sabah işçilerin, savaşa giden büyük bir ordu gibi ocağa gidişini ve akşamları yorgun, kömürden kararmış yüzlerle eve dönüşünü izledim kim bilir kaç kez. Akciğerlerimi esir alan kronik zatüre, işte bana o günlerin hediyesidir. Biz yazal›m Kömür tozunun ve yaman dedik bir soğuğun eseridir. Bu kasabada dağın bizyazalimdedik tepesinde çıkarılan kömür, @hotmail.com teleferiklerle aşağıya, Soma’daki termik santrale gönderilirdi. Kömür taşıyan demir kovalar, yüzlerce metre yüksekte çelik iplere dizilmiş sıra sıra giderlerdi. Bizler, kömür işletmesinin saat başı kalkan otobüsleri ile inerdik şehre, ama aklım hep o teleferikte kalırdı, o kovalara gizlice binip bir kuş gibi aşağıya şehre inmeyi isterdim. İlk işçi direnişine, sanırım 5-6 yaşlarımda burada tanık oldum ben. “Grev var” dedi babam ve o gün işe gitmedi kimse. “Ben de okula gitmeyecek miyim?” diye sorduğumu ve okulu asıp evde kalmak için epey mızmızlık yaptığımı hatırlarım. İşçi direnişinin havasını soluduğumuz öylesi günlerde, oyunlarımızın temposu ağırlaşır, birden bire büyük adamlar oluverir, kasabanın yollarında toplaşıp hararetli sohbetlere dalmış işçilerin peşi sıra, bizde ağır adımlarla üçerli beşerli onları izler, kasaba boyunca volta atardık. Hep daha iyisini umduğumuz günlerdi. Yaklaşık 30 yıl öncesidir anlattığım. Şimdi bir başka işçi direnişinin yaşandığı şu günlerde, unutmaya başladığım çocukluğum geliyor hep aklıma, günlerdir hep bunu düşünüyorum. Ankara’daki öğrencilik yıllarımda polisin bir ev baskını öncesi annem, biraz fazla heyecanla arkadaşlarımın aklına uyup, neredeyse bütün fotoğraflarımı yaktığı için, o çocukluk günlerimden kalan hiçbir görüntü yok elimde. Ama o fotoğrafların birinde, grev pankartı önünde işçilerle duran, yüzü kömür tozuyla siyahlaşmış, küçük bir çocuk olacaktı. Şimdi, o vakitler benim olduğum yaştaki çocuklar, Ankara’nın Kızılay semtinde Sakarya Meydanı’nda, naylon brandalarla bir gecede kurulmuş olan bir başka işçi kasabasında, işçi anne babalarının yanındalar. Şu soğuk kış günlerinde, aslında kendi gelecekleri için verilen zorlu bir kavgaya eşlik ediyorlar. Büyük adam oluvermişler birden bire, oyunlarının temposu ağırlaşmış, yüzleri ciddileşmiş. “Ölmek var, dönmek yok !” sloganlarına eşlik ederken, her çocuk gibi ölümden korkuyorlar belki; ama geriye dönüşün, ölümden beterini barındırdığını da biliyorlar bu yaşlarında. O çocuklar büyüsün, okusun, evsiz, işsiz kalmasın, insanca yaşasın, kimseye kul köle olmasın diye; insanlık tarihinin kim bilir kaçıncı işçi direnişi sürdürülmekte anne babalar tarafından. TV ekranlarında o çocukları gösteriyorlar; Ankaralılar, şehrin orta yerinde kurulmuş bu kasabayı görmeye geldiklerinde, en çok o çocuklara üzülüyorlar. Vicdan yapmak da, vicdansızlığın hükmü altındaki bu memlekette şüphesiz bir değerdir. Ama asıl, her birimizin geleceği ve her birimizin yaşadığı bu memleket için üzülmeli. Direnişteki işçiler, itfaiyeciler, sağlıkçılar, gecekondu halkı, öğrenciler ve daha niceleri; eğer bu kavgada yalnız bırakılır ve eğer galip gelemezlerse; herkesin çocukları için çok daha karanlık bir gelecek ve tümden bizden çalınmış bir memleket kalacak geriye. Aynı zamanda yine bu nedenle zafer kaçınılmazdır; çünkü bir zafere, hiç bu kadar mecbur ve muhtaç olmamıştık. Hiç bu kadar üşümemiş, sokakta kalmamış, işsiz ve güvencesiz bırakılmamış, aç ve yoksul kılınmamıştık. Hiç bu kadar büyük, kararlı ve yaman bir ordu; memleketin dört bir yanında derlenip toplanmaya başlamamıştı. Ve düşman, sanırım hiç bu kadar korkmamıştı... Ender Büyükçulha

D

Halk›n Sesi ketlerde sat›lmas› için eczac›larla kavgaya girifliyor. ‹fladam› k›l›kl› rektörler duruma itiraz eden ö¤rencilere soruflturma ve ceza ya¤d›r›yor. Herhangi bir salg›n durumunda kamusal kaynak ve olanaklar yok ediliyor. Türkiye’de ö¤retim üyeleri ne durumda dersiniz? Hem bir ülkenin hem de üniversitelerinin iflletmeye dönüflmesi söz konusu.

Sahibi ve Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ali Ergin Demirhan Telefon / Faks 0212 245 90 37 Adres Tomtom Mahallesi Örtmealt› Sokak No: 6/3 BEYO⁄LU/‹STANBUL Bas›ld›¤› Yer Taflbask› Matbaac›l›k Yay. ve Amb. San. Tic. Ltd. fiti. Bask› Tesisleri Kocaeli /‹ZM‹T (0262 335 45 29) www. halkinsesigazetesi.net / iletisim.halkinsesigazetesi.net 15 günlük Yayg›n, Süreli, Türkçe yay›nd›r.


8

EMEK 22 Ocak 2010 / 4 fiubat 2010

Halk›n Sesi

Ülke tar›m› büyük bir dönüflümün efli¤inde arımsal üretim ve dağıtımda yeni bir dönemin eşiğindeyiz. AKP, tarım alanına dair hazırladığı yasa tasarılarını Meclis gündemine getirdi. Şu an gündemde olan; "Havza Bazlı Üretim ve Destekleme Modeli", “Tarım ve Gıda Bakanlığı Kanun Tasarısı”, “Çay Kanun Tasarısı”, “GDO Yönetmeliği” ve “Sebze ve Meyve Ticaretinin Düzenlenmesi Hakkında Kanun Tasarısı” önümüzdeki dönem tarım alanında köklü değişimlere işaret ediyor. Ülke tarımı çokuluslu tarım ve gıda tekellerinin ve onların yerli taşeronlarının müdahalesine göre şekillendiriliyor. Tarım Bakanlığı'nın isminin de Tarım ve Gıda Bakanlığı olarak değiştirilmesi önerisi, üreticinin ihtiyaçlarını karşılamaktan çok, çokuluslu tarım ve gıda tekellerinin isteklerinin daha kolay yerine getirmeyi hedefleyen bir dönüşüme işaret ediyor. AKP'nin, iktidara geldiğinde Dünya Bankasını arkasına alarak başlatmış olduğu Doğrudan Gelir Desteği projesi o dönemde çiftçiler arasında büyük bir memnuniyet Mustafa yaratmıştı. Ardından yine bir Eberliköse AKP projesi olan “Sosyal Dayanışma Fonu” yardımları eberli@ gibi sübvansiyonlar aslında sendika.org tarım alanında yaşanan gerçekleri perdelemişti. Bugün durum daha net görünüyor. Bu projeler kapsamında alınan yardımlar köylünün, çiftçinin, üreticinin edilgenleşmesini sağladı. Bugün yardımların kesilmesinin eşiğine gelindiğinde ortada örgütsüz, desteksiz ve çaresiz bir topluluk var. Sözün özü AKP döneminde tarıma yönelik çıkan her yasa, uygulanan her politika köylünün edilgenliğini içeren ve bağımlılık ilişkisini sürdürmesini sağlayacak hükümler içermektedir. Şimdi yeni bir adım daha atılıyor. Havza Bazlı Üretim Modeli'ne geçiliyor. Kimi tarımcılar havza modelini, ülke tarımının iyi analiz edilerek çıkarıldığını savunarak destekliyor. Model oluşturulurken yapılan analizler gerçekten özen gösterilerek yapılmış olabilir. Ama ortaya çıkan modelde açık olan tarımın dönüşüme uğradığıdır. Geleneksel olarak ülke tarımının motor gücü olan ürünlerden şekerpancarı, tütün ve fındık üretimi artık desteklenmeyecek. Açık bir şekilde bu ürünlerin üretiminde son viraja girildiği görünüyor. Bu ürünleri tarlaya eken, biçen, toplayan, fabrikada işleyen, pazarlayan tarım işçileri düşünülürse yaklaşık 5-6 milyon kişi işsiz kalacak. Yerlerine ikame edilecek yeni ürünler bu kadar kişiye istihdam sağlar mı? Bilinmez. AKP döneminde palazlanan “Gıda tedarikçileri” tarımsal ürünlerin kaderini belirliyor. Örneğin fındık üretimi üzerine en çok Cüneyt Zapsu'nun sözünün geçerli olduğu herkesçe biliniyor. Benzer bir şekilde çay üretiminde de eski MÜSİAD Genel Başkanı AKP'li Ali Bayramoğlu'nun teşvikleriyle hazırlanan “Çay Kanun Taslağı”, üreticiden çok yeni eklemlenen talancıların (broker, akredite alıcı, paketçi ve imalatçı) kazançlarına göre düzenlenmiş durumda. Bu, üreticinin elde ettiği gelirin düşeceği anlamına geliyor. Taslak'ta öngörülen sözleşmeli çiftçilik ise üreticinin kendi tarlasında işçileşmesine neden olacak. Taslak'ta dikkat çeken diğer konular ise Çaykur'un özelleştirilmesi ve çay borsasının kurulması. Taslak'ta sözü olmayan çay üreticisi, Taslak’ın yasalaşması durumda hem gelir kaybına uğrayacak hem de işsiz kalacak. Eskiden üretici tüketici ile “pazar” aracılığıyla doğrudan buluşabilirken bugün “Gıda tedarikçisi” gibi araçlara bağımlı hale getirildi. Tarım ürünlerinin dolaşım sürecindeki en önemli uğrak noktası olan haller de “Sebze ve Meyve Ticaretinin Düzenlenmesi Hakkında Kanun Tasarısı” ile yeniden yapılandırılıyor. Çiftçi-Sen Genel Başkanı Abdullah Aysu'ya göre bu yasayla haller özelleştiriliyor. Düzenleme; sebze ve meyvelerin hallerde işlem görme usullerini sil baştan değiştiriyor. Buna göre, üretici, komisyon ödemeksizin ürününü doğrudan satabilecek. Aslında şu ana kadar piyasanın arz ve talep dengesini koruyan haller etkisiz hale getiriliyor, büyük tüccar ve süpermarketlerin önü açılıyor.

T

Sermaye “tam gün” sıhhatte T

am Gün Yasası’yla birlikte hekimlerin tek bir kurumda çalışmaları, nöbet ücretlerinin artırılması, radyoloji çalışanı sağlıkçıların mesailerinin 25 saatten 35 saate çıkarılması öngörülüyor. Yasanın en önemli maddelerinden birisi de sağlık personeli ücretlerinin büyük oranda döner sermaye tarafından ödenecek olması. Hekim örgütleri her defasında bunun sağlık kuruluşlarının ticarethaneye çevrilmesi demek olduğunu vurguluyorlar. Hekimlere zorunlu kaza sigortası ödemesi getirilmesi de gündemde. Riskli ameliyatlarda ortaya çıkan zararlarda hekimlerin ödemek zorunda kaldıkları tazminatın bu sigortayla ödenmesi hedefleniyor. Bu primin yarısını kurumlar yarısını hekimler ödeyecek. Hekimlere yapılan bu “kıyakla” yerli yabancı sigorta şirketlerine yeni “ekmek kapısı” açılıyor. Eflek sudan gelene kadar... Yasa ayrıca 80 saat olan nöbet sınırlamasını kaldırıyor ve hastaya yaptırılan işlem kadar ücret alınmasının önünü açan performansa dayalı ücret sisteminin getirilmesini öngörüyor. TTB, performansa dayalı ücret sistemiyle hekimlerin daha fazla tahlil, daha fazla ameliyat yapmaya itileceğini savunuyor. Hekimler böyle bir uygulamanın zaten hastanelerde oradan oraya koşturulan hastaların daha fazla “gereksiz” tetkiğe maruz kalmasına ve elini cebine daha fazla atmasına neden olacağını söylüyorlar. AKP’nin her fırsatta dile getirdiği maaş zamları ise sadece askeri hekimler için geçerli. Getirilen zorunlu sigorta ve emeklilik primleri düşüldüğünde maaşlarının artmak yerine azalacağını belirten hekimler, AKP’nin iddia ettiği 17 bin TL’lik ücretin alınabilmesi için

B

ursa Mustafakemalpaşa’daki maden ocağında, uyarılara rağmen gerekli yasal önlemleri almayan Bükköy Madencilik Sanayi ve Ticaret AŞ’nin sahibi Nurullah Ercan, Kısa Çalışma Ödeneği’nden yararlanmak için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na başvurdu. Ercan, devlete 19 işçinin hayatını kaybettiği maden ocağından “işçi atmamak için bana destek verin” dedi. 30 Aralık 2009 günü yapılan başvuruya Bakanlık henüz yanıt vermedi. Bu koşullar ışığında, Nurullah Ercan’ın devletten yardım talebinin nasıl sonuçlanacağı merak konusu oldu. Öte yandan, Bükköy Madencilik’in Mustafakemalpaşa’daki kömür madeninde meydana gelen ve 19 işçinin öldüğü patlamadan sonra yapılan faaliyet durdurma işleminde, devletin önemli bir ihmale imza attığı ortaya çıktı. Maden ocağının faaliyetini, Enerji Bakanlığı Maden Genel Müdürlüğü değil de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı durdursaydı, işçiler işsiz kalmayacak, maaşları işveren tarafından ödenmeye devam edecek veya madenciler aynı maaşla bir başka işte istihdam edecekti. Faaliyeti durdurma işlemi Maden Yasası’nın ilgili maddesine göre yapıldığı için, hayatta kalan yaklaşık 110 işçi işsiz kaldı.

AKP’nin “halk sağlığa kolay ulaşacak” sloganıyla duyurduğu Tam Gün Yasası Meclis’ten geçiyor. Yasa bin bir yalanla halka ve hekimlere nimet gibi sunuluyor

AKP hükümeti sa¤l›kta dönüflüm için ad›mlar›n› h›zland›rd› günde ortalama 16–17 saat çalışılması gerektiğini belirtiyorlar. ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü) standartlarına göre sağlıklı çalışma süresi 8 saat olarak tarif ediliyor. Hekimler bu kadar uzun süre çalışmanın halk sağlığını tehdit eden bir unsur olduğunu dile getiriyorlar. Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın

“sırça köşk kahramanları” olarak ilan ettiği hekimler yasanın kendi hayatlarıyla ilgili olmasına karşın, “kendilerine rağmen” çıkarılmak istendiğini belirtiyorlar. Tam güne karşı olmadıklarını ancak mevcut tasarının kendilerinin istediği tam gün yasasıyla hiçbir alakasının bulunmadığını söyleyen doktorlar yasayı AKP’nin sağlığı

Sağlıkçılar tam gün iş bıraktı

“H

alka sağlık, doktora para” yalanıyla ortaya atılan Tam Gün Yasası Türkiye’nin her yerinde hekimlerden veto yedi. 2009’un bahar aylarında meclise getirilmesi hesaplanan yasa yine hekimlerin tepkisi üzerine askıya alınmıştı. Yasanın Meclis’e geldiği ilk gün 64 hekim odası Hacettepe Üniversitesi’nde bir toplantı gerçekleştirdi ve toplantıda eylem kararı alındı. Toplantının ardından yapılan basın açıklamasında yasanın sağlıkta sermayeden yana

dönüşümün bir parçası olduğu, hekimlerle hastaların düşman edilmeye çalışıldığı vurgulandı. Aynı gün hekimler Sağlık Bakanlığı’na yürüdü ve yasanın geri çekilmesi istendi. TEKEL işçileriyle dayanışmaya giden hekimler 19 Ocak günü iş bırakma kararı aldı. 19 Ocak’a gelindiğinde hekimler dedikleri gibi Türkiye’nin her yerinde “tam gün” iş bıraktılar. İş bırakma eylemiyle beraber sokaklara çıkan hekimlerin eylemlerine sağlık örgütleri de katıldı.

Yalan dolan siyaseti AKP yasayı geçirmek için her defasında hekimlere saldırmayı ihmal etmiyor. Sağlık Bakanı, yasaya karşı olanların muayenehanelerden zengin olan hekimler olduğunu, eylem yapanların 10 tanesinden ancak bir veya ikisinin hekim olduğunu söylüyor. Yine Sağlık Bakanı yapılan eylemlere ilgi olmadığını çünkü hekimlerin sağlık örgütlerine itibar etmediği yalanını ortaya atıyor. Yaklaşık 64 hekim odası bu yalana tasarının Meclis’e geldiği gün örgütlü hekimlerle alanlara çıkarak cevap verdi. Tam Gün Yasa Tasarısı’yla ilgili görüşlerini Halkın Sesi’yle paylaşan İstanbul Tabip Odası’nın Genel Sekreteri Hüseyin Demirdizen, Sağlık Bakanlığı’nın ve AKP’nin yalan söylediğini dile getirdi. Yasanın sağlıkta dönüşümün bir parçası olduğunu ifade eden Demirdizen, yasanın halk için daha fazla para, çalışanlar içinse iş güvencesizliği demek olduğunu belirtti. SSGSS ve aile hekimliği uygulamaları gibi bu yasanın da sağlık mesleğinin değerleriyle bağdaşmadığını vurgulayan Demirdizen, sözü edilen ücret artışlarının da istisnai ve sınırlı durumlar için geçerli olduğunu belirtti. ‘‹flin güvencesi, sa¤l›k hakk›n›n kendisi yok’ Performansa dayalı ücret sistemiyle hekimlerin çok uzun süreler çalışmak zorunda bırakılarak çalışma koşullarının esnetileceğinin altını çizen Demirdizen, yine performansa dayalı ücret sistemi sebebiyle uygulamanın halkın daha çok hastalanmasına dayalı olduğunu belirtti. 2010’dan itibaren devletin sağlık bütçesini kısmaya başlayacağını hatırlatan Demirdizen, bunun sağlığın piyasaya terk edileceği anlamına geldiğini vurguladı. Yasanın özetle işin güvencesizleştirilmesi ve çalışma koşullarının esnetilmesi demek olduğunu dile getiren Demirdizen, “paranın ihtimali var ama işin güvencesi, sağlık hakkının kendisi yok” dedi. Demirdizen son olarak 64 hekim odası ve sağlık örgütleriyle çalışma alanlarına ve sağlık hakkına sahip çıkacaklarını vurguladı.

Sanayi adeta çakıldı

L

iberal ekonomistler tünelin ucunda ışık göründü havasına girdi. Fakat tünelin ucundaki ışık bir türlü sanayiyi aydınlatmıyor. Sanayi üretimindeki gerileme sürüyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Kasım verilerine göre, Sanayi Üretim endeksindeki 8.6'lık küçülmenin ardından, Sanayi Ciro Endeksi’ndeki küçülme de, 8.6 olarak gerçekleşti. Özellikle imalat sanayindeki düşüş sürüyor. Kasımda imalat sanayi endeksi yüzde 4.2 azalarak 144.4'e düştü.

Borç borçla ertelenmez

A

KP, kredi kartı borçlularına Temmuz ayında yeni bir fırsat tanıyarak borçlarını yeniden yapılandırabilmelerini sağlamıştı. Borçlarını yeniden yapılandıranların sayısı Aralık ayı ititbariyle 497 bin 349 kişiye ulaştı. Fakat yapılandırılan borçlar ödenemediği için protokolü bozulan borçlu sayısı da yüz bine yaklaştı. Hükümetin “borcu yeni borçla erteleme” yöntemi kredi kartı mağdur-larının mağduriyetlerini bir kat daha artırdığı görüldü.

TMMOB’de gelenek sürüyor S

Patron dediğin yüzsüz olur

piyasalaştırma yolundaki bir adımı olarak yorumluyorlar.

on dönem neo-liberal dönüşüm politikaları nedeniyle sık sık AKP'yle karşı karşıya gelen meslek örgütlerinden mühendis, mimar ve şehir plancıların örgütü TMMOB'ye bağlı odalarda genel kurul ve seçim süreçleri başladı. 16-17 Ocak tarihinlerinde TMMOB'nin en büyük

odalarından Makine Mühendisleri Odası'nın İstanbul Şubesi'nde genel kurul ve yönetim kurulu seçimleri gerçekleştirildi. Genel kurul ve seçimler, gerici, milliyetçi, şoven kesimlerin birliğini oluşturarak AKP'nin söylemlerini birebir kullanmaktan çekinmeyen Yüksel Yalçın önderliğindeki

‘2011 AKP için kabus haline gelecek’

M

MO İstanbul Şube seçimlerinde yönetim kuruluna seçilen Hayati Can ile oda seçimleri ve gelecek dönem planları hakkında bir söyleşi yaptık. Seçimlere demokratlar arası tartışmaların yaşandığı bir süreçle girdiklerini belirten Can, oy kullanan sayısı artsa da seçimlere katılım oranının düşük olduğunu, bunun MMO ile üyeler arası bağın zayıflığını işaret ettiğini dile getirdi. Metrobüs, ulaşım zamları, kentsel rant, 3. köprü gibi kentteki olumsuz uygulamaları bir sonraki dönemin temel çalışma alanları olarak ilan ettiklerini söyleyen

Can, önümüzdeki dönemin bir genişleme dönemi olacağını ve geçtiğimiz döneme nazaran daha gelişkin çalışmaların sürdürülebileceği bir yönetim oluşturduklarını ifade etti. Ücretli mühendislerin örgütlülüğünün arttırılması ve kent sorunlarına daha etkin bir müdahale sürecinin yaşanması gerektiğini söyleyen Can, bunun için İl Koordinasyon Kurulu (İKK) yapısının güçlendirilmesi ve özellikle sanayi sitelerinde TMMOB temsilciliklerinin oluşturulması gerektiğinin altını çizdi. “Sanayi, kent ve ücretli çalışanların ana eksen olduğu bir

Meslekte Birlik Grubu ile yaklaşık 40 yıldır yönetimi bu unsurlara bırakmayan devrimci/demokrat geleneğin temsilcisi Demokrat Mühendisleri karşı karşıya getirdi. Katılımın geçtiğimiz senelere oranla arttığı seçimlerde Tayyip Erdoğan'ın meslek odalarına yönelik kullandığı “bunlar ideolojik”

sözünü kendisine bayrak eden Meslekte Birlikçiler 1057 oyda kalırken, Demokrat Mühendisler 2197 oyla seçimi kazandılar. Böylece yeni yönetim kurulu İlter Çelik, Hayati Can, E.Alkım Erdönmez, Osman Serter, Orhan Atilla, Turgut Bozkurt ve Devrim Kantar'dan oluşmuş oldu.

çalışma dönemi hedefliyoruz.” diyen Can, İstanbul Şubesi olarak emekçilerin mücadelesini tekniğin politikalarıyla birleştirip, insanca yaşam mücadelesini geliştirecek adımları atacaklarını belirtti. Meslek örgütlerinin AKP ve Devlet Denetleme Kurulu tarafından ideolojik olmakla suçlanmasına değinen Can, “Günümüz dünyası sermayenin ve emeğin ideolojik ve politik mücadelesi etrafında şekillenmektedir. Meslek örgütleri kendilerini emeğin mücadelesinde tanımlayarak ideolojik davranıyorlar. AKP ise karşı savunma psikolojisi yaratarak meslek örgütlerini sermaye ideolojisine çekmeye çalışıyor. Meslek örgütleri, bu dönemde bu ve benzeri saldırıları bertaraf edecek örgütlülüğe sahiptir. Mesleğin gereklerini halktan yana bir biçimde hayata geçirmek için çalışmalarımız geliştirilerek

devam edecektir.” dedi. Genel seçim sürecine de değinen Can, “Önümüzde 2011 genel seçim süreci arkamızda ise Tekel, sağlık çalışanları, itfaiye çalışanları, barınma mücadelesi gibi dinamik bir emek eksenli mücadele rüzgarı var. Sanırım 2011 AKP için kabus haline gelecek.” dedi.

İşsizlik sorununu TÜİK çözer

T

ÜİK istatistiki hesaplamalarda yaptığı alicengiz oyunlarıyla “ekonomiye can verirken” güvenilirliğiniyse giderek kaybediyor. Kurum son olarak Ekim ayında işsizlik oranının yüzde 13'e gerilediğini açıkladı. Haber medyada sevinçle duyurdu. Oysa bir diğer veriye göre aynı dönemde Türkiye'de hiçbir istihdamın yaratılmadığı ortaya çıktı. İstihdamın yaratılmadığı yerde işsizliği düşürmeyi ise ancak TÜİK başarabilirdi.


9

EMEK 22 Ocak 2010 / 4 fiubat 2010

Halk›n Sesi

Özel ‹stihdam Bürolar› torbada

Sendikalar tehdit mi ediliyor?

İ

Ç

şçileri kölece bir düzende çalıştırmayı amaçlayan, hükümetin “Özel İstihdam Büroları” adını verdiği düzenleme “küçük değişikliklerle” torba yasa içerisinde Meclis gündemine getiriliyor. İlgili düzenleme 18 Ocak'ta alakasız bir yasanın içine dahil edildi. "Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı" başlığıyla verilen metin, Meclis'te Plan ve Bütçe Komisyonu'yla, Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu'nun gündemine alındı. Torba yasa ile gündeme yeniden getirilen tasarı da eskisiyle aynı öze sahip. Tasarı, Özel İstihdam Büroları'na işçileri, başka işverenlere "geçici iş ilişkisi" adı altında kiralama olanağı veriyor.

alışma Bakanlığı, 22 Temmuz’da sendikalı işçi bildirimlerinin Sosyal Güvenlik Kurumu’na işverenler tarafından yapılmasını zorunlu hale getiren bir yönetmelik yayınladı. Sendika üye sayılarının yaklaşık üçte iki oranında düşmesi anlamına gelen yönetmeliğe göre, 30’un üzerinde sendika yüzde 10 barajı altında kalarak toplu sözleşme yetkisini kaybediyor. Kasım 2009’da sendikalar ve Çalışma Bakanlığı arasında yasa taslağını görüşmek üzere Üçlü Danışma toplantısı gerçekleştirilmiş fakat bir sonuç alınamamıştı. Çalışma Bakanlığı şimdilerde akademisyenlerle yeni bir yasa taslağı üzerinde çalışıyor. Belirsizliğini koruyan bu durum AKP'nin sendikaları baskı altına almak için kullandığı bir silaha dönüşmüş durumda.

S›n›f olma hali!

İşçi taşeronu süpürdü

4

yıl önce “taşeronu sağlıktan süpüreceğiz” diyerek ellerinde süpürgelerle eylem yapan sağlık işçileri üniversitenin kadrolu işçisi oldular

Adanal› tafleron sa¤l›k emekçilerinin 2007’de yapt›¤› ‘tafleronu sa¤l›ktan süpürece¤iz eylemi’nden...

Ç

ukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde Devrimci Sağlık-İş sendikasında örgütlenerek hak mücadelesi veren sağlık işçileri, artık “taşeron işçi” adıyla anılmayacaklar. Yıllardır aynı hastanede farklı taşeron şirketler aracılığıyla çalıştırılan 1100 sağlık çalışanı verdikleri fiili ve hukuki mücadelenin sonunda taleplerini Çalışma Bakanlığı’na kabul ettirdiler. İşçiler, 13 Ocak 2010 tarihi itibariyle Çalışma Bakanlığı’nın vermiş olduğu kararla asıl işveren olan hastanenin işçisi olarak tescil edildiler. Taşeron çalıştırma sisteminin mantığı gereği işçiler yıllardır sağlık hizmeti ürettikleri kendi hastanelerinde “firma elemanı”, “geçici işçi” gibi isimlerle adlandırılarak sanki bu hastanenin çalışanı değilmiş gibi aynı işi yaptıkları ekip arkadaşlarından ayrı statüde değerlendiriliyorlardı. Güvencesiz, haksız hukuksuz, sendikasız çalıştırılarak tehditlerle ve her an işten atılma ihtimaliyle karşı karşıya olan hasta bakıcı, temizlik ve bilgi-işlem gibi hizmetleri üreten işçiler için bu durumu değiştirme umudu ilk kez Devrimci Sağlık-İş’te örgütlenerek doğdu. 4 yıl önce ellerinde süpürgeleriyle “taşeronu süpürme” eylemi yapan Balcalı sağlık işçileri pek çok konuda diğer sağlık işçilerine önayak oldular. Verdikleri mücadele ve açtıkları davalarla taşeron sisteminin hukuksuzluğunu, devletin kendisine kabul ettirerek hastanetaşeron yani asıl işveren-alt işveren ilişkisinin muvazaalı (hileli) olduğunu belgelediler. Dev Sağlık-

lkemizde neoliberal saldırıya karşı ilk ciddi tepkiyi Zonguldak madencileri koymuştu. İşçi sınıfının omurgasını oluşturduğu Zonguldak halkı topyekün başkaldırmıştı siyasi iktidara. Ankara kendini tankların gölgesine sığınarak koruyabildi. Bu kez Tekel işçileri sallıyor Ankara’yı. Bu yaşanılan normal bir şey midir? Hayır değildir. Çünkü halk desteği halen bu kadar güçlü, arkasındaki uluslararası güç sayesinde derin devletin girilemez denilen yerlerine pervasızca giren bir güce karşı bu meşruiyeti ve direnci nereden alıyor Tekel işçileri? Genelkurmay’ın direnemediği bir iktidara karşı ne cüretle direnebiliyorlar! Tayyip Erdoğan, eylem yeni başladığında “geldikleri yere gitmelerini istiyoruz” derken yüzündeki çekingenlik, hafta sonu Bülent Arınç’ın yüzüne daha net oturmuştu. Arınç, katıldığı bir Tv programında Tekel işçilerinden bahsederken “toplumsal muhalefeti yükseltiyorlar,… çok keskinleştirdiTufan ler. Bazı iyileştirmeler daha Sertlek gündemimizde” demek zorunDev Sa¤l›k-‹fl da kalıyordu. Genel Sekreteri Evet “Tekel işçileri gücünü nereden alıyor?” diye bir daha soralım. Kısa yoldan cevabı söyleyelim isterseniz: Sınıf olmak böyle bir şeydir! “Sınıf olma hali” hepsinin ayrı ayrı “eyvah aniden yoksullaşacağız, yaşam güvencemiz elimizden gidecek” korkusunun ve öfkesinin birleşmiş hali ve fakat bunun yanında ve bundan daha fazla ve başka bir şeydir. Ortak bir bilinç ve iradeyle harekete geçme halidir. Bu bilincin “kendiliğinden” veya “siyasal” olması bugün için çok önemli değildir, önemli olan “sınıf olma” hali taşımasıdır. Çünkü “sınıf” olmak bir “durum” değil bir “oluş”tur ve sürekli hareket halindedir. Neden SEKA’dakiler, neden Çimentodakiler, Demirçelik’tekiler yapamadılar da Tekel’dekiler yaptı sorusunun cevabı buradadır. AKP, Kürt sorununda biraz yalpalasa da aslında gücünün doruğundadır bugünlerde. Cem Uzan’dan sonra Aydın Doğan’ı paçavra gibi savurup atmış, islami sermayeye sınıf atlatmıştır. Sistemin diğer efendisi Genelkurmay ise tam anlamıyla kıvranmaktadır. Evet AKP Türkiye egemenlerinin tarihini yeniden yazıyor, bu bir gerçek! Ama Tekel işçileri bütün bunları kafasına takmamaktadır. Çünkü o da başka bir yerden başka bir tarih yazma telaşındadır. Bu nedenle kadınlı-erkekli dolmuşlardır Ankara’ya, buz gibi sulara bırakmışlardır kendilerini yarı çıplak, ne biber gazı ne gaz bombası… Çünkü neoliberalizm denilen kapitalist düzenin gerçek yüzü açığa çıkmıştır. Sadece yoksulluk, güvencesiz çalışma, sosyal güvenliksiz bir yaşamdır halka düşen. 20 yıllık bir yalanın son demleridir yaşadığımız. Bu süreci sonlandırmak ise bir sermaye partisi olarak AKP’ye kısmet olmuştur. Ama Tekel işçileri de bu 20 yıllık yükü almışlar AKP’nin sırtına yüklemişlerdir. AKP’nin dizleri titremekte ama “Kozmik Oda”dan aldığı güçle şimdilik ayakta durabilmektedir. Kısacası, Tekel işçilerinin direnişi neo-liberalizme karşı saldırı zamanının geldiğine karar verilmesinin sonucudur. Bu karar bir masa başında, birkaç kişinin veya birkaç bin kişinin oturup konuşarak verdiği bir karar değildir. Bu karar, tarihsel bir anın tarihi dönüştürücü bir sınıfa verdiği görevdir. Ve işçi sınıfı bu anların kokusunu alır ve kendisinden ne beklendiğini bilir! Yeni işçi kitlesinin Tekel işçilerinin açtığı bu kapıdan mücadele alanına, “sınıf olma” yoluna girmek için henüz hazır olmadığı doğrudur. Ama şunu söylemek çok mümkün: Tekel işçileri muharebe meydanının en yüksek tepesine, egemen sınıfların hiçbir zaman ellerinin uzanıp indiremeyeceği bir yere, yani işçi sınıfının ve yoksul halkların kalbine mücadele bayraklarını dikmişlerdir. Ve genç kardeşleri üzerinde o meşhur “GALİPTİR BU YOLDA MAĞLUP” sözünün yazılı olduğu bayrağın önünden saygıyla geçerek katılacaklardır eşitlik ve adalet mücadelesine.

Ü

İş Çukurova Bölge Şube Başkanı Mustafa Hotlar, en son Sosyal Güvenlik Kurumu önünde yaptıkları eylemde SGK’yı göreve çağırmış ve işçilerin asıl işveren adına tescil edilmesi gerektiğini söylemişti. 7 Kasım 2009’da Ankara’da büyük bir mitingle “taşeron çalıştırma yasaklanmalıdır”, “insan ihaleyle çalıştırılmaz, sağlıkta taşeron olmaz” diyen Devrimci Sağlık-İş’in, Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu yaptığı açıklamada “Fiili ve meşru temelde yürüttüğümüz sendikal örgütlenmemizden ve mücadelemizden aldığımız güçle kazanımlarımızı hukuksal girişimlere taşıdık. Örgütlü bulunduğumuz tüm hastanelerde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na başvurarak yaptığımız işin ve buna bağlı olarak işverenimizin tespit edilmesini istedik. Bakanlık, incelemelerini yaptı ve bizlerin sağlık çalışanı olduğumuzu, yapılan ihalelerin muvazaalı olduğunu ve bizlerin başından itibaren asıl işveren olan hastanelerin işçileri olduğumuzu tespit etti. Yani yıllardır söylediğimiz gerçekleri belgelemiş oldu” dedi. Bir üniversite hastanesi için verilmiş bulunan bu hukuki kararın ardından gözler diğer üniversite hastanelerine ve Sağlık Bakanlığı’na bağlı devlet hastanelerine çevrildi. Kamu hastanelerinde 150 bini aşkın sağlık emekçisi taşeron şirketler aracılığıyla çalıştırılıyor. Dev Sağlık-İş ise, sağlıktan taşeronu tamamen süpürene kadar mücadele edeceğini söylüyor.

Hastanelerde genelge terörü AKP, sağlıkta yıkım saldırısını hızlandırdı. Bir yanda Tam Gün ve Hastane Birlikleri Yasası diğer yanda ise Sağlık Bakanlığı eliyle çıkarılan 32 sayılı genelge ile piyasalaştırma ve güvencesizlik yaygınlaşıyor

Sendikal›lar “bilinçli ve güçlü” Yeni y›l›n ilk gününden itibaren, sadece 20 günde özellikle devlet hastanelerinde ücret düflürmeler, iflten at›lmalar ve angarya çal›flma koflullar› yayg›nlaflt›. Mersin Anamur’da 32, ‹stanbul Göztepe’de 60, Trabzon Vakf›kebir Hastanesi’nde 15 sa¤l›k iflçisi kap› önüne kondu. Geçti¤imiz yaz ay›nda da ‹stanbul Ba¤c›lar Devlet Hastanesi’nde 100 iflçi, Okmeydan› E¤itim ve Araflt›rma Hastanesi’nde de 18 iflçi kap› önüne konmufltu. Okmeydan› sa¤l›k iflçileri Dev Sa¤l›k-‹fl’te örgütlü olman›n getirdi¤i güçle 45 günlük bir direnifl sonucunda tekrar ifllerine dönerken, sendikas›z iflçiler Mersin örne¤inde de görüldü¤ü üzere “çaresiz” bir görüntü sergiliyorlar. Öte yandan ‹stanbul Kartal Kofluyolu Devlet Hastanesi’nde genelgenin uygulanmaya bafllanmas›yla birlikte iflçilerin maafllar›n›n düflürülmesinin ard›ndan Dev Sa¤l›k-‹fl konuyla ilgili hukuksal mücadele sürecini bafllatt›.

“G

özyaşlarıyla” egemen basında habere değer görülen Mersinli sağlık işçileri “yeni yılın ilk kaybedenleri” damgasıyla haberlere taşınmıştı. Mersin Anamur Devlet Hastanesi’nde taşerona bağlı çalışan 32 sağlık emekçisi Sağlık Bakanlığı’nın 2009/32 nolu Genelgesine dayanılarak “maliyet azaltma” gerekçesiyle işten atılmıştı. Fakat atılan işçilerin yerine yeni işçilerin yerleştirildiğini ve bu kişilerden birinin de AKP İlçe Gençlik Kolları Başkanı Nurullah Öz olduğunu, Öz’ü işten atılan engelli sağlık çalışanı Hasan Yıldız’dan “helallik isterken” fotoğraflanınca öğrenmiştik. AKP’nin hastanelerde işten atma saldırısı Mersin’le sınırlı kalmadı. Uşak’tan Trabzon’a, İstanbul’dan Samsun’a hemen her gün ülkenin herhangi bir köşesindeki yeni bir hastanede sağlık çalışanlarının hem ücretleri düşürülüyor hem de kitlesel işten atılma haberleri geliyor. Bu uygulamalar esas itibariyle Sağlık Bakanlığı’nın 12 Mayıs 2009’da yayımladığı 32 nolu “hizmet alımlarında çalıştırılacak işçi sayısının tespiti ve öngörülecek ücretler” konulu genelgesine dayanılarak yapılıyor. Haks›z, hukuksuz ve keyfi Hastanelerde sağlık hizmetlerinin çok büyük bir bölümü

“hizmet satın alma” adı altında taşeron şirketler aracılığı ile gerçekleştiriliyor. Sağlık hizmetlerinin taşeronlaştırılması iki temel sonuç ortaya çıkartıyor: Birincisi; bütünlük, istikrar ve sürekliliğin esas olduğu sağlık hizmeti bölünüp parçalandığında sağlık hizmetlerinin niteliği bozuluyor, olumsuz sonuçlar ortaya çıkıyor. İkincisi, bu çalıştırma biçimi sağlık çalışanlarının başta iş

güvencesi olmak üzere kazanılmış tüm haklarını ortadan kaldırarak onları kölece çalışma ve yaşam koşullarına mahkum ediyor. Sağlık Bakanlığı’nın genelgesi ise mevcut olan ağır şartlardaki düşük ücret ve güvencesiz çalıştırma uygulamasını daha da kötü hale getiriyor. Genelgeyle birlikte, halen hastanelerde taşeron şirketlere bağlı olarak çalıştırılan bilgi-işlem

çalışanları da dahil tüm sağlık emekçilerinin sayıları azaltılıyor, ücretleri asgari ücret düzeyine çekiliyor. Bu genelge ile işletme haline getirilen hastanelerde “maliyet unsuru” olarak görülen sağlık çalışanlarının emeğinin ucuzlatılması ve her türlü kazanılmış hakların ortadan kaldırılması hedefleniyor. En az sayıda personele, mümkün olan en az ücretle en fazla iş yaptırılmak isteniyor. Yani servisteki bir işçi, sabah önce servisin temizliğini yapacak, sonra hasta dosyalarını düzenleyecek, epikriz vb. hazırlayacak, sonra da hasta bakım işlerine yardımcı olacak. Bu genelge ile yakın zamanda çıkartılması planlanan Tam Gün ve Kamu Hastane Birlikleri Yasası ile birlikte kamu hastanelerindeki istihdam, hekiminden hemşiresine, hastabakıcısından tıbbi sekreterine tüm sağlık çalışanları açısından ücretinden sosyal haklarına kadar her yönüyle güvencesiz hale getirilmek isteniyor. Bu genelge geri çekilecek! Bahsi geçen genelgenin derinleştirdiği güvencesizleştirme saldırısına karşı başından beri çeşitli eylemlerle tepki gösteren başta Devrimci Sağlık-İş olmak üzere sendikalar ve sağlık örgütleri bu genelgenin geri çekilmesi için mücadele çağrısı yapıyorlar.

Arçelik’te zafer iflçilerin

2

007 yılında Arçelik’in alt işvereni-taşeron Yıldıran İnşaat Yükleme Boşaltma Tic. Ltd. Şti.’de çalışan 350 işçi Nakliyat-İş’de örgütlenmiş ve toplu iş sözleşmesi imzalamıştı. Ancak Arçelik, sendikanın toplu iş sözleşmesi yaptığı taşeronun sözleşmesini fesh ederek 350 işçiyi işten atmıştı. Bu karar üzerine direnişe geçen işçilerin kararlı mücadelesi Üsküdar İş Mahkemesi’nin verdiği işe iade kararı ile zafere ulaştı. Konuyla ilgili Arçelik Çayırova Fabrikası önünde bir açıklama yapan Nakliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu 1 yıl boyunca süren kararlı direniş sonucunda bu kazanımını elde ettiklerini söyledi.


10

KİBELE 22 Ocak 2010 / 4 fiubat 2010

Halk›n Sesi

Mary Wollstonecraft

İ

Portre TEKEL iflçisi direniflin simgesi akarya Meydanı günlerdir onların evi; kimi TEKEL işçisi, kimi TEKEL işçisinin eşi. Kimi çocuğunu komşusuna bırakıp gelmiş, kimi yıkılan evini onarmadan kalkıp yollara düşmüş. Her biri geleceğinin davasında, ekmeğinin peşinde, günlerdir Ankara’nın soğuğuna rağmen sokaklarda… Meydandan İnkılâp Sokak’a doğru yürüyoruz. Renkli tenteler altında il il ayrılarak oturmuşlar, battaniyelerine sarılmışlar, her bir çadırın içini kendilerine ev yapmışlar. Portatif tabureleri bazen yorgun bedenlerini dinlendiriyor, bazen de bir iple sırtlarına bağlı halde sokakları onlarla arşınlıyor. Her bir çadırdan sloganlar yükseliyor, halaylar, horonlar aralıksız devam ediyor. Kadınlar halaya girmek istemiyorlar; Tokat’tan gelen bir işçi kadın açıklıyor sebebini; “Oturma eylemindeyiz arkadaşlar; kalkmayalım, oturalım: ne kadar kararlı olduğumuzu görsünler!” “Ankara’nın yağmuru Zeynep ıslatmıyor diyor” Ordulu bir Elifo¤lu kadın. Eşinin arkasından iki Bat›kent gün beklemiş, sonra gelmiş Halkevi memleketten. Hasta çocuğunu annesine bırakmış. “Bizim bey bir kendi geldi diyor; ama ben iki çocuğumu bıraktım da geldim.” Ankara’nın yağmuru ıslatmıyor onları ama soğuğu dondurmasın diye geceleri uyumuyorlar; omuzlarını ve yüreklerini birbirlerine yaslıyorlar, her birinin ayrı bir hikâyesi var. Birbirlerine anlatıp büyütüyorlar öfkelerini ve her sabah direnişle selamlayarak başlıyorlar güne. Kadınlar, en umutlu ve inatçıları direnişin. Onların gelişi başka türlü de bir şey. Ne de olsa arkalarında bir dolu sorumluluğu bırakıp da koyuldular yola. Bakılacak çocuklarını, büyüklerini, yapılacak işlerini düşünmeden yola çıktılar. Ve 30 günden fazladır Ankara sokaklarında direnişteler. TEKEL işçisi kadınlar geldiğinden beri Sakarya Caddesi büyük bir mahalle. Bütün çadırları özenle kurdular önce, erkelerle el ele. Ardından direnişçi işçilerin yerlerini yaptılar, yerlere köpükleri ve battaniyeleri serdiler üşümesin kimse diye. Ateş için odun, kömür toplarken, yemekleri önce erkelere ve çocuklara dağıtırken tüm çadırın sorumluluğunu üzerlerine aldılar ve tüm bunları büyük bir ciddiyet ve özveri ile yaptılar. Bu büyük direnişin en cevval özneleri TEKEL işçisi kadınlar oldu. Nerede bir TEKEL eylemi görsek en önde onlar vardı. Köprüye kendilerini zincirlerken ya da İzmir’de bir vapuru eylem alanına çevirirken elele tutuşmuş, birbirlerine kenetlenmiş halde karşımıza çıktılar. Sloganlara en gür sesleri ile katıldılar, korkmadan copların, gazların önünde oldukları gibi 70 bin kişilik büyük mitingde de en ön saflarda yer aldılar, ellerinden pankart sopalarını bırakmadılar. Hep birlikte atılan “genel grev genel direniş” sloganına yürekten katıldılar. Ülkenin dört bir yanında ve Başkentte haftalardır direniyordu kadınlar. Yoksul mahallelerin direnişçi kadınlarıyla nasıl bir araya gelebilirler diye düşündük önce. Ne de olsa hepimizinki insanca bir yaşam güvenceli bir gelecek kavgasıydı. Birbirimize söyleyecek iki çitf sözümüz, direnişe katacak gücümüz olmalıydı. Biz de Halkevci kadınlar olarak İMO’da düzenlediğimiz dayanışma etkinliğinde buluştuk onlarla. Ankara’nın yoksul mahallelerinden gelen kadınlar olarak pastamızı, böreğimizi; atkımızı, beremizi getirdik onlara. Biz teşekkür beklemedik onlar da etmediler. Hepimiz bu direnişin sadece onların olmadığını, insanca bir yaşam isteyen her kadının direnişi olduğunu biliyorduk. Bir araya geldiğimiz andan itibaren kadın olarak yaşadığımız sorunları birlikte çözmenin yolunu düşündük. Çocuklarını arkalarında bırakanlara, yanlarında getirenlere Halkevi şubelerini kreş olarak açmayı önerdik. Direnişe her biçimde destek versek de kadın dayanışmasının tadı bambaşkaydı. Bir aydan fazladır Ankara sokaklarını kendine mekân bilmiş TEKEL işçisi kadınlardan çok şey öğrendik: Onlar sadece 4/C’ye karşı ya da üç kuruş daha fazla kazanmak için mücadele vermiyorlar. Bu direnişle güvenceli bir geleceğin onurlu bir yaşamın kurulması için mücadele ettiklerinin bilinciyle direnişin ilk gününden beri kadınların gücünü gösterdiler hepimize. Biz Halkevci kadınlar da kadın dayanışmasını bu sefer sadece TEKEL işçisine destek için değil güvenceli bir yarını kurmak için ördük ilmek ilmek. Şimdi zinciri güçlendirme zamanı.

S

ktidar her zaman körü körüne itaate ihtiyaç duyduğundandır ki zorbalar ve şehvet düşkünleri, haklı olarak karanlıkta tutmaya çalışırlar kadını; çünkü bunlardan birincisinin tek istediği bir köledir, ikincisinin istediği ise elinde tutacağı bir oyuncak." 1759-1797 yılları arasında yaşayan Mary Wollstonecraft, çalışmalarıyla ve kadın sorununa yaklaşımıyla tarihteki ilk feminist olarak anılır. Wollstonecraft, altı çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Aile içi şiddetin yaşandığı bir ortamda büyüyen

‹lk feminist yazar

Wollstonecraft, o dönemde kız çocukları okutulmadığı için okula gönderilmedi. Fakat öğrenmeye kararlı olduğu için çiftlikte çalışan bir kâhyadan okuma yazma öğrendi. Okuma yazma öğrenmekle kalmayan genç kadın, sonraki yıllarda kendi çabalarıyla İtalyanca ve Fransızca da öğrenmiştir. Kadınların toplumsal devrimler ve hareketlerindeki rolünü ve kazanımlarını inceleyen Wollstonecraft, Fransız İhtilali sonrası kaleme aldığı ‘İnsan Haklarının Korunması’ makalesiyle tanınır. Bu eserini Fransız İhtilali’ne muhalif olan muhafaza-

kâr İngiliz siyasetçi Edmund Burke’e karşı kaleme alan Wollstonecraft, bu yazısındaki sert üslubu nedeniyle cinsiyetçi hakaretlere, “Jüponlu Sırtlan” gibi ayrımcı ve aşağılayıcı yakıştırmalara maruz kalmıştır. Wollstonecraft kararlı bir kadın hakları savunucusu olarak çalışmalarını sürdürmüş, okula gönderilmeyen kız çocuklarının eğitimi ile ilgili makaleler kaleme almıştır. Çalışmalarında kadınların da hakları olduğundan bahseden ilk isimlerden birisi olmuştur. Özellikle eğitim hakkından mahrum

bırakılan kadınlar için çalışmalar yapan Wollstonecraft, yazdığı makale ve kitaplarda da bu konulara değinir. En önemli eserleri arasında “Fransız Devrimi Hakkında Tarihsel ve Ahlaksal Görüşler”, “Kız Çocuklarının Eğitimi Hakkında Düşünceler” gösterilebilir. Fransızca öğrenmesinden sonra özellikle toplumsal devrimler konusunda daha da duyarlılık kazanan Wollstonecraft, bu devrimler içinde kadın hakları başlığı üzerine de çokça yazı kaleme almıştır. Bu çalışmalarının en bilineni “Kadın Haklarının

Savunulması” adlı kitabıdır. Burada yaptığı cinslerarası eşitlik tartışmasının izlerini kadın hareketinin temel argümanlarında bulmak mümkündür. Wollstonecraft kendisi gibi yazar olan William Godwin ile evlenir, 39 yaşındayken bir kız çocuğu dünyaya getirir. Fakat doğum sırasında hayatını kaybeder. Wollstonecraft’ ın ölümüne neden olan bu doğum sırasında dünyaya gelen kızı Mary Shelley ilerleyen yıllarda ünlü korku romanı Frankenstein'nın yazarı olacaktır.

Dertleri izin değil Aynur Bektaş AKP’ye aba altından sopa gösterip “İzin uygulanırsa kadınlar iş hayatından daha da uzaklaşacak” dedi. Hükümetin palazlandırdığı Sanko Holding patronu Abdulkadir Konukoğlu “İşimi gücümü bırakıp, kaç kadın regl olacak, kaçı izin kullanacak bunu mu takip edeceğim” sözleriyle yönetmeliği eleştiriyordu.

P

atronların kârlarının azalmaması için başvurabileceği yüzlerce yol olabilir fakat geçen haftaya kadar hiç kimsenin aklına kadınların âdet günlerinin patronlar için bir fırsat aracına dönüşeceği gelmezdi. Ağır ve Tehlikeli İşler Yönetmeliği’ne karşı yükselen itirazlar yönetmeliğin kadın işçilere âdet günlerinde izin hakkı vermesi üzerine yoğunlaştı. Patronlar yönetmelik yüzünden kadın işçileri işten çıkartmak zorunda kalacaklarını söylüyordu. 37 y›l sonra gelen itiraz Oysa bu yönetmelik yeni değildi, 2004 yılında yayınlanmıştı. Üstelik ağır ve tehlikeli işlerde çalışan kadınlar için âdet izni uygulaması 1973 yılında yayınlanan ilk yönetmelikten beri vardı. Yıllardır işini kaybetme korkusu nedeniyle kadınlar tarafından bu hak kullanılmıyordu. Peki 7 yıl önce çıkarılan bir yönetmelik ve 37 yıldan beri var olan ama fiili olarak uygulanamayan âdet izni birden neden gündeme geldi? Patronların itirazının bu denli geç gelmesinin sebebi itiraz ettiklerini söyledikleri yönetmelik değil bu yönetmeliğe yeni yapılan bir ekti aslında. Sözkonusu ek, 31 Mayıs 2009’da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakalığı’nın bu yönetmeliğe ek olarak yayınladığı Ağır ve Tehlikeli İşlerde Çalıştırılacak İşçilerin Mesleki Eğitimlerine Dair Tebliği. Tebliğin 5. maddesi “Ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılacak işçilerin, işe alınmadan önce, mesleki eğitime tabi tutulmaları

P

atronlara bir haller oldu. 37 yıldır yasal hak olan âdet iznini yeni keşfetmiş gibi ayaklandılar. ‘Yasa değişmezse kadın işçileri işten atarız’ tehdidinin ardında izin sorunu değil başka bir hesap vardı

zorunludur” diyor. Bu zorunluluk işverenlerin işe aldıkları işçilere eğitim vermesini ve eğitimi belgelendirmeleri anlamına geliyor. Tebliğ çıktıktan 6 ay sonra Bakanlık denetimlere başlayarak eğitimin verilmediği işyerlerine ceza kesmeye başladı. Cezalarla birlikte işverenler bu maddenin âdet izni gibi kolaylıkla

gevşetilemeyeceğini anladı. Çünkü ağır ve tehlikeli iş kollarında çalışan kadınlara ayda 5 gün âdet izni veren madde 37 yıldır yasal olarak var. Fakat işten çıkartılma korkusu ve erkek egemen çalışma hayatı kadınların bu izni kullanamamalarına neden oluyor. Patronlar yıllardır bu hakkı kullandırtmasalar da kendilerine daha

fazla maliyet ve zarar getiren yönetmeliği tartıştırabilmek namına “âdet izni” konusunu yeni bir şeymiş gibi gündeme taşıdılar. Ne de olsa ilgi toplayacak bir konuydu bu. Üstelik hükümeti yönetmelik konusunda geri adım atması için işten çıkartma tehditleriyle sıkıştırdılar. Yönetmelikle ilgili HEY Tekstil’in patronu

‘Sağlıktan ödün vermeyiz’ O

cak ayında Halkevci kadınların gündeminde kadınların sağlık hizmetine ulaşmakta yaşadığı sıkıntılar vardı. Krizin yıkımına karşı 4 acil taleple yola çıkan kadınlar Halkevi şubelerinde düzenlenen söyleşilerde bir yandan kadın sağlığı hakkında bilgileniyor, bir yandan da sağlık hakkı mücadelesini büyütmenin olanaklarını konuşuyor.

İstanbul Avcılar Halkevi’nde Halkın Sağlık Hakkı Meclisi temsilcisi bir hekimin katılımıyla düzenlenen kadın sağlığı söyleşisi, kadınların sağlık hakkının tartışıldığı bir toplantıya dönüştü. Söyleşide, mahallede bulunan sağlık ocağına bir bilgilenme ziyareti yapılmasına karar verildi. Ankara Dikmen’de farklı mahalelerde salgın hastalıklara karşı sağlık ocaklarını ziyaret

ederek tarama ve bilgilendirme isteyen kadınlar güçlerini birleştirerek mücadele kararı aldılar. 10 Ocak’ta Dikmen Vadisi Barınma Hakkı Bürosu’nda, Sokullu’dan gelen kadınlarla beraber sağlık hakkı için bir toplantı yapıldı. Bölgelerinde yaptıkları sağlık ocakları ziyaretinden sonuç alamayan kadınlar, salgın hastalıklara karşı bilgilendirme ve tarama hizmeti

verilmesi talebiyle Çankaya Sağlık Grup Başkanlığı ve İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne gitmeye hazırlanıyor. 16 Ocak’ta Sefaköy Halkevi’nden kadınların çağrısıyla Kartaltepe Mahallesi’ndeki kadınlar sağlık sorunlarını konuşmak üzere biraraya geldi. Meme ve rahim ağzı kanseriyle ilgili seminerde kanser taraması için sağlık merkezlerine beraber gitmek üzere karar alındı.

Halkevleri çocuklar›n›za krefl olsun H

alkevci kadınlar bir aydan uzun bir süredir Ankara’da direnen TEKEL işçisi kadınlarla buluştu. ‘4 acil şart için kadınlar el ele, bir adım öne’ mücadelesinde, güvenceli iş talebiyle direnen TEKEL işçisi kadınlarla gerçekleşen buluşmada coşku vardı. 10 Ocak’ta İnşaat Mühendisleri Odası Lokal’inde gerçekleşen dayanışma gecesinde mücadele deneyimleri paylaşıldı. Halkevci kadınlar, kendi ördükleri atkı, bere ve patikleri direnişteki TEKEL işçisi kadınları soğuk Ankara günlerinde ısıtması dileğiyle hediye ettiler. TEKEL işçileri adına Adana Sigara Tekel Fabrikası’ndan Hatice Koçak bir konuşma yaparak Halkevci kadınlara teşekkür etti. Koçak konuşmasında; mücadelelerinin en

başından beri yanlarında olan Halkevci kadınların düzenlediği gece nedeniyle çok duygulandıklarını belirtti. TEKEL işçisinin dayanışmayla güç bulduğunu vurguladı. Koçak’ın konuşmasının ardından kadınlar hep bir ağızdan “Ölmek var dönmek yok” sloganını attı. Buluşmada, farklı kentlerden gelerek Ankara’da birleşen kadınların yeniden kızkardeşleşme sürecine anlamlı bir katkı yaptığı dile getirildi. Halkevci kadınlar, çocuklarıyla, aileleriyle, komşularıyla direniş alanında olacaklarını belirttiler ve Ankara’da buluşan TEKEL işçisi kadınlara “çocuklarınızı getirin bütün Halkevi şubeleri çocuklarımız için birer kreş haline dönüşsün” sözünü verdiler.

‘Patronda iyi niyet aranmaz!’ Yönetmelik konusunda TekstilSen sendikası eğitim uzmanı Huri Vayiç görüşlerini Halkın Sesi’yle paylaştı. Tekstil sektörünün ağır bir işkolu olduğunu belirten Vayiç, tekstil iş kolunda 4 milyondan fazla emekçinin çalıştığını, bunların sadece 500 binin sigortalı olduğunu aktardı. Taşeronlaştırma ve evden çalıştırmanın yaygın olduğunu vurguladı. Vayiç “âdet izni nedeniyle kadınlar işsiz kalır” diyen HEY Tekstil patronu Aynur Bektaş’ın açıklamasını ise şu sözlerle değerlendirdi: “Patronlar her soruna kendi durdukları yerden bakarlar, kârlarını korumak için hareket ederler, işçiyi düşünerek, kadın emekçilerin işsiz kalmasına üzülerek açıklama yaptıklarını sanmıyorum. Bu konuda kendi canlarını yakan bir şey mutlaka vardır.” Vayiç’in uyarısı haklı çıktı. Patronların âdet mızmızlığının ardından eğitim zorunluluğu ve hükümetin yeni iş güvenliği yasası hazırlığı çıktı. Âdet izniyle koparılan kıyamet sayesinde Çalışma Bakanı yeni yasada “ağır ve tehlikeli işler” kavramının kaldırılacağını müjdeledi.

Kayseri’de zam isyanı

A

KP’nin kalelerinden birisi olan Kayseri’de zamlara karşı mücadele kadınların omuzlarında yükseliyor. Kentte “Zamlara Hayır Platformu” kurulurken yoksul mahallelerde tepki eylemleri yapılmaya başlandı. Battalgazi Mahallesi’nden kadınlar 10 Ocak’ta zamların boş bıraktığı tencere ve tavalarla eylem yaptı. Caferbey Sağlık Merkezi önünde toplanan çoğu kadın yaklaşık 30 kişi mahalle meydanına yürüdü. Burada yapılan açıklamada kamusal hizmetlerin parasız olması talep edildi.

Ezenlerin diline yer yok

K

ürt kadınları, Kürt hareketine yönelik baskı ve inkar politikalarına karşı dile getirilen öfkeye kullanılan üslup nedeniyle müdahale etti. Bölge belediye başkanlarına yönelik operasyonlara ilişkin Osman Baydemir’in küfürlü açıklamasına atfen bir açıklama yayınlayan BDP’li kadınlar “Üslup hatasına giren tüm siyasetçiler özür dilesin” dedi. BDP’li kadınlar ezilen cins olarak kadını aşağılayan ve kadın düşmanı erkek egemen tavrı yeniden üreten küfre karşı duyarlılık ve özeleştiri çağrısında bulundular.


YÜZ YÜZE

11

22 Ocak 2010 / 4 fiubat 2010

Halk›n Sesi

İlk raund eczacının peki sonra

Eczacı 4 Aralık’ta kepenk kapattı. Hükümetin ilaç politikalarının kendilerini yıkıma sürüklediğini söyleyen eczacıların eylemi SGK’nın ilaç protokollerini iptal etmesiyle karşılık gördü. Bakanlığın sert açıklamalarının ardından Erdoğan ağzındaki baklayı çıkarttı: “İlaç markette satılsın.” Halkın sağlığını doğrudan ilgilendiren bu gerilimde tek

tek sözleşme uygulamasını yargı durdurdu. Taraflar arasında ilk raund eczacının oldu. Peki bundan sonra ne olacak? Eczacıların sorunları halk sağlığını ne kadar ilgilendiriyor? Markette ilaç uygulaması halka ne getirir? Halkın Sesi bu soruların cevanını öğrenmek için eylemin mimarlarından İstanbul Eczacı Odası Başkanı Semih Güngör’le görüştü.

Eczacıdan ilaç gibi direniş E

ğer hükümet ısrarla üzerimize gelmeye devam ederse eczacılar olarak biz de direneceğiz. Nasıl? TEKEL işçileri gibi, itfaiyeciler gibi, hekimler gibi...

czacılarla hükümet neden karşı karşıya geldi? Eczacıları kepenk kapatmaya iten süreci anlatır mısınız? Her şey 18 Eylül’de yürürlüğe giren sağlık uygulama tebliğinde yapılan değişiklikler ve ilaç fiyat kararnamesinde yapılan değişikliklerle başladı. Türkiye’de, 45 gün sonra geçerli olmak üzere birçok ilaçta önemli fiyat düşüşü oldu. Bunun yanında ilaç şirketlerinin sosyal güvenlik kurumlarına yaptığı özel iskontoları yükseldi. İndirimler oldukça, eczacının zararı karşılanmayınca eczacı iflas edecekti. Esasında eczacıların yaşadığı sorunlar sağlıkta dönüşüm programının tüm sağlık meslek alanlarında yarattığı sorunlara paralel gelişen sorunlardı. 5 yıldır ilaç hizmetini sürdürürken bir nevi taşeronluk hizmeti sürdürüyor, tahsilatçılık yapıyorduk. Onun yanında bir banka gibi Sosyal Güvenlik Kurumu’nu (SGK) finanse ediyorduk. Yeri geliyordu aylarca ödeme gecikmeleri, kesintiler yaşanıyordu. Yeni tasarruf önlemleriyle fatura yine vatandaşa ve eczacıya çıktı. İlaç sanayicileri buna direndi ve sonunda 800 milyon lira kadar bir katkı aldılar. Eczacı, artık bu şekilde ayakta duramayacağını, kendine yönelik de birtakım iyileştirmeler yapılmasını, aksi taktirde bu hizmeti sürdüremeyeceğini dile getirdi. Bunu bir adım ileriye taşıyarak 4 Aralık’ta bir günlük kepenk kapatma eylemi yaptık. Neydi orada amacımız? Kamuoyuna sistemin son derece çarpık oluşunu bir kez daha anlatıp, yeni tasarruf önlemleriyle hem eczacının hem vatandaşın mağdur olacağına dikkat çekmekti. Vatandaş neden mağdur olsun? Eczaneler kapanacağı için vatandaş ilaç alamayacaktı. Hem de giderek paralı hale gelen bir sağlık hizmetinde, hastaneye gittiğinde karşısında yeni katılım payı çıkacaktı. Hasta katılım payı artacaktı. İlaca ulaştığında daha fazla fark ödemek zorunda kalacaktı. Çünkü devlet hep en düşüğünü ödemek konusunda ısrarlı olduğu için aradaki fark vatandaşın cebinden çıkmaya devam edecekti. Hükümetin açıklamalarıyla da sağlıktaki dönüşümde ilaç alanındaki temel beklentisinin de ne olduğu ortaya çıktı. İlaç hizmetinin, eczacı olmayanların, sermaye gruplarının tekellerin eline düşmesi vatandaşın darbe yemesi anlamına gelecekti. Bütün bunlara karşı topluca yürütülen bir mücadeledir bu. Bu uyarı eyleminin arkasından hiç hesapta olmayan bir şey oldu. SGK bir maddeye dayanarak tek taraflı olarak sözleşmeyi feshetti. “Siz eylem yaptınız ben de karşılığında sözleşmeyi feshediyorum” dedi. Bir adım daha atarak dedi ki “Ben bundan sonra eczacılarla birebir sözleşme yapacağım.” Şimdi burada iki şey vardı. Birincisi bir meslek örgütünü, ki gerçek anlamda muhalefet görevini de üstlenmiş giden bir meslek örgütüydü bu iktidara karşı, “Ben senin eylem yapma hakkını elinden alıyorum bir de senin örgütlü yapını bölerek seni iyice işlevsiz hale getiriyorum” diyordu. Bunun karşısında İstanbul Eczacı Odası olarak ideolojik, ekonomik ve hukuki mücadeleyi birlikte sürdürdük.

A

KP’nin ilaç alanındaki düzenlemelerle amacı, yatırım yapan uluslararası ilaç tekellerinin, hükümete yakın yerli sermayenin önünü açmak

E

Açtığımız davaların ikisi de oy birliğiyle yürütmeyi durdurma ile sonuçlandı. Geldiğimiz süreçte artık SGK’nın bu tür dayatmalarının, hukukla örtüşen bir durum olmadığı açığa çıktı. SGK’nın bir itiraz hakkı var. Yargı o itirazları değerlendirecektir. Tahmin ediyorum bir iki ay sonra kesin karar verilecek ve onun da bizim lehimize çıkması kaçınılmaz. Burada ilk raundu eczacılar kazandı diyebilir miyiz? Yani esasında hukuki mücadeleyi eczacılar kazandı. Bundan sonra esas önemli olan ikinci adımdır. Biz meslek örgütü olarak bir yere kadar götürdük, şimdi Birliğimizin yapması gereken, kayıplarımızın da karşılanmasını sağlamaktır. Yoksa bir iki seneye kalmaz, Türkiye’de bu ilaç hizmetini sürdürecek bir eczane bulamazsın. Özellikle o halk eczaneleri, yani küçük cirolu, ekonomik olarak güçlü olmayan ama halkın alıştığı tip eczacılık ortadan kalkar. Başbakan da market eczanelerin açılacağı sinyalini verdi. Bu konuda ne düşünüyosunuz? ‘Biz eczaneler açacağız’ diyen sermaye grupları oldu, bizzat bize danışmaya geldiler. İsim vermek istemiyorum. Uluslararası sermaye başta olmak üzere bu konuda çok ciddi girişimler var. Hükümet üzerinde baskı kuran ve hükümete yakın yerli sermaye gruplarının da

Markette ilaç devri ile hasta artık hasta olmaktan çıkar müşteri olur. Müşteri de üzerinden azami ölçüde kâr edilecek kişidir bu alanda beklentileri var. Şimdi böyle olunca işte bir adım atmak zorunda kalıyorlar, eczacı direndikçe bir adım geri atmak zorunda kalıyorlar. Başbakan “ne kadar rahat artık marketlerde de ilaç satılacak” diyor. Böyle bir durumda halk açısından ne fark eder? Çok net söyleyeyim. Böyle olursa hasta artık hasta olmaktan çıkar müşteri olur. Eczacı da eczacı olmaz tezgahtar olur. Eczacı tahsildar ya da tezgahtar değil, ilaç danışmanıdır. Tezgahtarın görevi çalıştığı yerde azami kârı sağlamaktır. Vatandaş da müşteri olduğu için üzerinden azami ölçüde

kâr edilecek kişidir. Böyle olunca sağlık hizmeti ortadan kalkar. Şirket ne kadar çok kâr etmek istiyorsa, o kadar albenili reklamlar yapar, ilaç konusunda insanları kandırmak çok kolay zaten. Bir şeyi daha söylüyor Başbakan, ‘bu ABD’de çok iyi yürüyor’ diyor. ABD’de yürümüyor bu. Çünkü ilacın eczane dışına çıkarılması demek, kontrolsüz satışı demektir. İlacın yan etkileri var, kullanım şekilleri var, aynı ilacı farkında olmadan birkaç kere kullanmak var. Bunlar ABD’de hep yaşandı. Çocuklara verilen ilaçlarda ölümler yaşandı. Şimdi ABD bu sistemi terk etmek istiyor. ABD’nin ilaç kurumları da ilacı mümkün olduğunca eczane içinde tutmaya çalışıyor. AKP’nin amacı Avrupa’ya ve ABD’ye bakarak ilaç alanında düzenlemeler yapmak değil, ilaç alanında yatırım yapan uluslararası ilaç tekellerinin, hükümete yakın yerli sermayenin önünü açmak. Peki sizce halk bu süreci nasıl algılıyor? Vatandaş eczanelere ve eczacılara sahip çıktı. Aslında başlangıçta bizim eylemi doğru algılayamadılar. Fiyatlar düştü de eczacının kârı azaldı, eczacı da bunun için bağırıyor gibi yanlış bir imaj oluştu. Bunu taraflı medya çok kullandı. Esasında vatandaş şunu görmeliydi; 1984’ten sonra ilaç fiyatlarının serbest bırakılmasıyla Türkiye’de

Pazarın yüzde 40’ı 300 eczanenin SGK Başkanı bir açıklama yaptı. 10 eczanenin cirolarını örnek gösterdi ve “bunların hepsi trilyonluk”, 22 bin 800 eczane var, sen 10 tanesini açıklamışsın. Türkiye’de gelir dağılımında büyük bir eşitsizlik var her alanda, eczanelerde de. İstanbul’da baktığında 300 eczane ilaç hizmetinin yüzde 40’ını karşılıyor. Artık giderek büyüyen, işi ilaç hizmeti olmaktan çıkan eczaneler var. Biz

buna karşı çıkıyoruz. Diyoruz ki; ilaç hizmeti, sağlık hizmetidir, ticari bir şey değildir. 2 bin metrekare eczane olmaz. Alan büyüyor, hizmet büyüyor, yatırım büyüyor. Böyle olunca çok korkunç bir gelir dengesizliği oluyor. 2 bin 500’e yakın batmak üzere olan eczane var İstanbul’da. Onların da yaşamlarını devam ettirmek için bir adım at.

ilaç fiyatlarının kat be kat arttığı, tam bir soygun dönemi yaşandı. Buna karşı da birilerinin müdahale etmesi gerektiğini söyledik. Çünkü sosyal devletin sağlık üzerinde ilaç üzerinde hükümet denetimi olmalı, hükümet denetlemeli, devlet denetlemeli dedik, ama bunu kaldırdılar ortadan. Şimdi bunu sürekli söyleyen bir meslek grubu nasıl olur da fiyat düşüşünden rahatsız olur ki. Asla! Fiyatlar düşsün ama bu düşüşün yarattığı yıkımın faturasını biz ödemeyelim, bu yıkımdan yıllarca nemalanan kim ise yabancı ya da yerli, fatura onlara kesilsin. Halkta “eczacılar çok fazla para alıyor bir de durumlarından şikayet ediyorlar” diye bir tepki de var. Başbakan’ın açıklamalarına baktığımızda sürekli bu algıya seslendiğini görüyoruz. Durum hakikaten böyle mi? Başbakan “3,5 katrilyon aktardık” diyor. Başbakan’ın dediği, eskiden ilacı hastanelerden alan SSK’lıların 2005’ten sonra ilacı eczanelerden almaya başlamasıyla yapılan ödemelerdir. Bu paranın tamamını biz cebimize mi attık! 3,5 katrilyon ordaki ilaç pazarıydı. O pazardaki paranın hepsi eczacının cebine gitmez. Halkımız bilmelidir ki eczacının bugün ilaç üzerindeki kârı giderler çıktıktan sonra net bir yüzde 10 ya da 12’dir. O 3,5 katrilyonlar yalandır, göz boyamadır. Peki tüm bu tartışmalar karşısında, sizin çözümüz ne? Fiyatı düşürmekten önce akılcı ilaç kullanımını getireceksin. Olup olmayacak ilaç yazılmayacak, ihtiyacı olana ilaç yazacak. Hastalardan, örneğin raporlulardan, belirli kronik rahatsızlıkları bulunanlardan gerektiği zaman hiç para almayacaksın. Çünkü bunlar ilaçlarını alamadıkları zaman yaşamlarını devam ettiremezler. Öbür taraftan, günlük hastalıklardan belli katılım payları alınabilir. Ama her şeyden önce yapmaları gereken koruyucu sağlık hizmetinin verilmesi. Katkıyı devlet verecek, vatandaşına sağlık hizmetini verirken “ben senin cebindeki paraya göz dikiyorum” anlayışından vazgeçecek. Bu anlayıştan vazgeçerse, bu sistem düzene girer. Bizi dinleyen olursa bu işi yoluna sokabiliriz. Diyelim ki AKP yargıyı da dinlemedi ve bu politikasında ısrar etti ya da yargı hükümet lehine karar verdi. Bu durumda eczacılar ne yapacak? Sağlık alanındaki mücadeleyi iki türlü bir dayanışma içinde yürütüyoruz. Bir, sağlık meslek örgütleriyle bir ayrı birliğimiz var. Bir de toplumda büyük bir travma oluşturduğu için Türkiye’de özellikle İstanbul’daki tüm sivil toplum örgütleri ile Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu’nu oluşturduk. Yaklaşık 50’yi aşkın sivil toplum örgütü, sendika ve siyasi partiyle bir arada mücadeleyi de yürütüyoruz. Eğer hükümet ısrarla üzerimize gelmeye devam ederse eczacılar olarak biz de direneceğiz. Nasıl? TEKEL işçileri gibi direneceğiz. Zaten öyle direniyoruz. İşte bakın itfaiyeciler direniyor, hekimler iş bırakıyor. Biz de bu işi böyle sürdüremeyiz. Sokaklardayız iki yıldır. İstanbul’da, Ankara’da kaç tane eylem yaptık. Şimdi bir meslek yok edilmek isteniyor, varımızla yoğuzla mesleğimizi savunacağız.

İlaçta da masal bitti S

ağlıkta Dönüşüm ilk başta halka devrim gibi geliyordu. İstediği hastaneye gidiyordu, istediği eczaneden ilacını alıyordu. İstediği yere gidip reçete yazdırabiliyordu. Ama aslında öyle olmadı. Şimdi bak, ilacı bulamıyor. Yarın bugün cebinden daha fazla para ödemeye başlayacak. Daha çok katılım payı verecek. Sistemin gerçekte ne olduğunu görmeye başlayacak. Bugüne kadar eczanede anlattıklarımızı halk anlamakta zorluk çekiyordu. “Ben gidiyorum ilacı alıyorum, yazdırabiliyorum, cebimden de bir şey çıkmıyor, eczacı niye bana böyle diyor” diyordu. Ama şimdi halk anlıyor bu sistemi. Bu hükümet, sağlıktaki uygulamalarla gidecek.

Tahsilat neden eczacıya yaptırılıyor? Ç

ünkü, hastanelere gidip de özel birimler açmak çok masraflı geldiği için hazır ilacı veren ve bunun yanında da parayı toplayacak biri var. Bunun için ben niye gideyim hastaneye, kasa açayım oraya eleman istihdam edeyim? Halbuki işsizlik almış yürümüş git birkaç tane aç hizmeti sen al. Senin görevin bu. Eczacıya bu işi zorla yaptırtıyorlar. Biz buna dava açtık durdurttuk. Bu dönem tekrar başladı ve yeniden dava açtık. Bir gazetede vardı bu haber, “Hükümet sürekli Yargı’dan tokat yiyor” diye. Siz yanlış iş yaparsanız Yargı “dur” der. Başbakan her fırsatta Yargı’ya olan rahatsızlığını dile getiriyor. Yapılması gereken, önce atılan adımların hukukla bağdaşıp bağdaşmadığına bakılmalı ve ona göre adım atılmalı. Biz bundan sonra da bu tür davaları kazanacağız. Çünkü, yapılan iş adil değil, yasaya aykırı.


12

DOSYA 22 Ocak 2010 / 4 fiubat 2010

Halk›n Sesi

K O N T R G E R ‹ L L A N I N

K R ‹ Z

‹ D A R E S ‹

O L A R A K

L ‹ N Ç

R E J ‹ M ‹

Kod adı: “Vatandaş tepkisi” Haz›rlayanlar: Ali Tosun Ali Ergin Demirhan

Devletin zor aygıtları ciddi bir meşruiyet krizi yaşarken, yine bir linç dalgası sahneye çıktı

Y

eni yılı emekçilerin direnişleri, Kürt açılımında tıkanma ve linç girişimleri ile karşıladık. Tekel direnişini bastırmak için Ankara’da işçileri havuza döken, şanlı Türk polisi, Kürt illerinde de taş atan çocuklar karşısında kah canavar kesiliyor kah madara oluyordu. Devletin zor aygıtları ülkenin doğusundan batısına ciddi bir meşruiyet krizi yaşarken, yine bir linç dalgası sahne aldı. Devlete zahmet vermek istemeyen bazı “vatandaşlar”, devlete, düzene karşı gelenleri bizzat cezalandırmaya başladılar. Edirne’de beş arkadaşlarının tutuklanmasını protesto etmek isteyen Halk Cepheliler 3 Ocak’ta Edirne ve Erzincan’da saldırıya uğradılar. Saldırganlar, “eylemcileri PKK’lı sanan vatandaşlar”dı. Manisa Selendi’de 6 Ocak’ta sigara meselesinden çıkan bir tartışma üzerine başını

MHP’lilerin çektiği binlerce kişi Romanların oturduğu 25 evi tahrip etti. Saldırganlara elbette hiçbir şey yapılmadı. Devlet cezayı saldırıya uğrayanlara kesti. Basın açıklaması yapmaları dahi engellenen Halk Cepheliler gözaltına alındı, Romanlar yerlerinden yurtlarından sürüldü. Linç en zay›fa, mesaj herkese Her seferinde linçin failleri değil mağdurları cezalandırılıyor. Devlet böylece linççinin, devlet adına yargılamasını, hüküm vermesini ve verdiği cezayı infaz etmesini onayladığını gösteriyor. Halkın en dışlanmış ve ezilen kesimlerinin hedef gösterildiği bu şiddet, diğer dışlanmışlara ve ezilenlere de

mesaj veriyor: Sesinizi çıkarmayın. Hatta linçin özneleri, bu eylem içinde “değersiz kalabalıklar” haline gelerek aynı zamanda bu eylemin nesnesi oluyor. Etnik, mezhepçi, cinsiyetçi farklılıklar şovenizmi ya da dışlama kültürünü besledikçe ezilenlerin bir kısmının potansiyel linç faili, bir kısmının da potansiyel linç mağduru olduğu bir düzen tesis edilebiliyor. Zaman zaman failler, mağdurlar yer değiştiriyor ama linç rejimi sayesinde düzen muhafaza ediliyor. Tepkilerini birbirlerine yönelten ezilenler, kriz zamanlarında düzen açısından yıkıcı bir tehdit olmaktan çıkıyor. Kimi zaman DTP eyleminde Kürtlere linç girişiminde bulunan

Romanlar, kimi zaman MHP’lilerin saldırısıyla yerlerinden yurtlarından edilen Romanlar taşınıyor ekranlara. Bazen de toplumsal düzenin en diptekilerini temsil eden eşcinselleri, fahişeleri dışlamayı savunanların, aynı dışlama kültürünün linç saldırılarına hedef olduğunu görüyoruz. Bafl›bozuk kitleler mi? Linç, bir dışlama kültüründen ve bu dışlamayı şiddete çeviren toplumsal/ekonomik kriz ya da Kürt açılımı sürecinde olduğu gibi toplumsal/siyasal kriz dönemlerinden besleniyor. Ancak bir ajitatör, bir harekete geçirici gerekiyor. Kimi zaman polis, kimi zaman eski bir özel harekat personeli, kimi zaman bir

korucu, kimi zaman 500 lira verilip eline silah tutuşturulmuş bir hapçı, kimi zaman siyah camlı ciplerle olay öncesi olay mekanında belirip kaybolan özel görevliler harekete geçiriyor kitleyi. Çok uzağa gitmeye, komplo teorileri kurmaya ihtiyacımız yok. Kimi zaman bir Başbakan da olabiliyor bu. “Vatandaşlarıma özellikle sabrı tavsiye ederim. Fakat tabii bu sabır nereye kadar olacak? Eğer siz vatandaşın mağazasının camlarını indirirseniz, hayatına kastederseniz, vatandaş kalkıp elinde böyle bir tedbiri, böyle bir imkânı varsa o da kendisini savunma yoluna gidecektir.” Tayyip Erdoğan 4 Kasım 2008’de, “vatandaşın” birinin pompalı tüfekle Kürt göstericilere ateş açmasını böyle

yorumlamıştı. Radikal muhabiri İsmail Saymaz, haberinde şöyle diyor: “Erdoğan’ın ‘sabır’ dilediği günden bu yana 2008’de bir, 2009’da 12 ve yeni yılda da dört linç ve saldırı meydana geldi.” Linç için bir dışlama kültürüne, sınıf içi parçalanmışlığa, bir toplumsal kriz dinamiğine ve bir ajitatöre ihtiyacınız var. Toplumsal krizler karşısında en azından devrim yapana kadar pek bir şansımız yok. Ancak, ‘dışlama kültürü’, ‘sınıf içi parçalanmışlık’ ve ‘kontrgerillanın provokasyonları’ etkili bir toplumsal muhalefetle aşılabilir. Bu da, doğrudan hedef olsa da olmasa da linç saldırılarından en çok etkilenen kesim olarak solun yapabileceği bir şeydir.

Linç dilimize Ku Klux Klan’la girdi L

K›flk›rtanlar her yerde ayn› Y

ukarıdaki fotoğraf Guatemala’da silahlı soyguna yardım ettiği şüphesiyle linç saldırısına uğrayan bir kadına ait. Kadın linç edilmeden önce belden yukarısı soyulduğu için Türkiye basını da bu haberi bir ‘fotogaleri’ haberi olarak sunmayı tercih etti. Oysa sık meydana gelen linç vakalarıyla dünyada başı çeken Guatemala’ya yakından bakıldığında oldukça şaşırtıcı benzerlikler görmek mümkün. Sadece 2009 yılında 219 kişi linç saldırısına uğramış ve bunlardan 45’i saldırı sonucu yaşamını yitirmiş. Her ne kadar, kitlelerin kendiliğinden tepkisi olarak yansıtılsa da, linç olaylarında hep başı çeken birilerinin olduğu biliniyor. Guatemala’da da Türkiye’de de linç girişimlerinde kışkırtıcılar genellikle eski asker, korucu ve kontrgerilla unsurları arasından çıkıyor. Guatemala’da linç olaylarının patlak vermesi, iç savaşın sona erip kontrgerilla örgütlerinin dağıtıldığı 1991 sonrasına denk geliyor. İç savaşın yarattığı çürüme, toplumsal parçalanma, güvensizlik ve bu zaaflı toplumsal yapı içine yeni işsizler olarak katılan kontrgerilla kalıntıları linç için gereken bileşkeyi oluşturdu ve yalnızca 19912001 arasında 421 linç vakası kaydedildi. Sakarya ve Bursa’daki linç girişimlerinde de Kürt hareketine karşı savaşmış eski askerlerin, özel tim elemanlarının ve korucuların çıkması çok da şaşırtıcı olmayan bir paralellik. Linçi kirli savaşın bir toplumsal sonucu olarak da değerlendirdiğimizde, Guatemala önümüzde ibret verici bir örnek olarak duruyor.

inç modern bir sözcük. Amerikan iç savaşından sonra ırkçı Ku Klux Klan gruplarının, siyahlara uyguladığı şiddeti tanımlamak üzere kullanıldı ve yerleşti. Ki, Ku Klux Klan marjinal bir hücre değil, “işinde gücünde sıradan yurttaşların” mensup olduğu binlerce kişiye yayılmış bir örgütlenmeydi. Dolayısıyla, kitlesel bir kabul gören, diyebiliriz ki belirli bir toplumsal meşruiyete yaslanan bir pratikti. Zaten, linç sözcüğünün refakatinde linç hukuku

kavramıyla beraber zuhur etmiş olması, bizi irkiltmeli. Kavramın adından türetildiği söylenen -farklı kaynaklara öre- dört kişiden üçü yargıçtır zaten. 1493’te İrlanda’nın Galway kasabasında cinayet zanlısı oğlunu mahkum ettikten sonra evinin penceresinden sarkıtarak bizzat asan, gaddarlığıyla ünlü yargıç James Lynch… Amerikan bağımsızlık savaşında gerek İngiltere’ye sadık kalan “düşmanları” gerekse her adi suç zanlısını mahkemeye

çıkarmadan, çoğunlukla kırbaçlatarak, cezalandırtan yargıç Charles Lynch…16. yüzyıl sonlarında Kuzey Carolina’da olağanüstü sertliğiyle nam salmış bir yargıç, John Lynch… Linçin isim babası adaylarından yargıç olmayan, yalnızca William Lynch: 18. yüzyıl sonu/19. yüzyıl başlarında Pittsylvania kentinde bir haydut çetesini bizzat cezalandırmak üzere milis örgütleyen bir adam… * Türkiye’nin linç rejim, Tanıl Bora.

Linçin sosyoekonomik haritası DTP konvoyunun taşlandığı İzmir, ekonomik krizin yıkımını en ağır biçimde hisseden illerin başında geliyor

Y

oksullaşma, işsizlik sorunuyla karşı karşıya kalma, eski ekonomik şartlara artık sahip olamama ve göç gibi sosyoekonomik koşullar hem dünyada hem de ülkemizde linç eylemlerinin temel zeminlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. İç göç ve yoksullaşma ise iki temel gelişme ekseninde yaşanıyor. Birincisi, 90’lı yıllarda şiddetlenen

kirli savaş politikalarının Kürt illerinden Batı’ya doğru göçü derinleştirici etkisidir. Bu göç olgusuyla bağlantılı olarak yaşanan ikinci gelişme ise 2000’li yılların başından itibaren taşeron, esnek çalıştırma politikalarının hızlanarak yaygınlaşmasıdır. Özellikle Batı illerinde Kürt karşıtlığı üzerinden yükselen şovenizmde bu koşulların belirleyici etkisi bulunmaktadır. Borçlular diyar› Trabzon Linçlerin en sık yaşandığı şehirlerin başında gelen Trabzon’da son bir sene içerisinde 100 şirketten yaklaşık 70’i kapandı. Her yüz esnaftan beşi kepenk kapattı. Buna karşılık iş olanağı yaratacak “yeni yatırım”lar 2008 yılına göre yüzde 87 oranında düştü. Şehirde takibe düşen kredi kartı sahibi sayısı yüzde 270 artarken, tüketici kredisi alıp ödeyemeyenlerin sayısı yüzde 156 oranında arttı. Daha anlaşılır bir dille Trabzon halkı borç yükü altında giderek yoksullaşırken işsizlik, halkın yaşadığı en ciddi sorunların başında geliyor. Diğer taraftan Trabzon, göç hareketliliğinin en yoğun yaşandığı illerden biri. Trabzon bir sene

içerisinde ortalama 25 bin kişinin giriş ve çıkış yaptığı bir il. Yeflil karta hücum eden Bursa Benzer bir tablo neredeyse tüm Ege ve güney Marmara bölgesi illeri için geçerli. Geçtiğimiz haftalarda Romanların önce linç edilmek istendiği, sonra da sürüldüğü Manisa’da da durumlar pek iç açıcı değil. Manisa da tıpkı Trabzon gibi nüfus hareketliliğinin yoğun yaşandığı illerden biri. Manisa, sadece 2007-2008 yılları arasında 38 bin kişinin göç ettiği bir il iken aynı yıl yaklaşık 35 bin kişiyi de diğer illere vermiş. Takipteki kredi kartı oranı geçen seneye göre yüzde 192 oranında artan Manisa’da, takibe düşmüş tüketici kredisi ise yüzde 250 oranında artış gösterdi. DTP konvoyunun taşlandığı İzmir, ekonomik krizle beraber en ciddi darbe alan şehirlerin başında geliyor. 2008-2009 yılları arasında İzmir’de yeşil kartlı sayısı yüzde 8 arttı. İzmir ekonomisini şekillendiren ihracat yaklaşık yüzde 30 düştü. Yeni istihdam yaratacak hiçbir gelişmenin yaşanmadığı şehirde her on kişiden biri işsiz. Bursa için ise rakamlar daha vahim. Bursa’da 2008-2009 yılları

arasında yeşil kartlı sayısı yüzde 16 arttı. Kapanan şirket sayısı aynı yıllar arasında yüzde 7 artarken şehirdeki esnaf sayısı yüzde 8 düştü. Şehirde işçi olarak çalışanların sayısı yüzde 9 azalırken sadece 2008 yılında net göç fazlasının yaklaşık 40 bin olduğu düşünüldüğünde işsizliğin en yakıcı gündem olması şaşırtıcı değil. Her yoksul linççi de¤il Ülke gündemine son “linç olayı”nın yaşandığı şehir olarak giren Edirne için benzer bir tablo geçerli değil. Linçlerin yaşandığı illere bakıldığında en belirgin özellik Kürt göçü almalarıdır. Ekonomik sorunlarla birleşen Kürt karşıtlığı linçlerin temel özelliği şeklinde belirginleşmektedir. Ancak Edirne, neredeyse hiç göç almayan illerin başında geliyor. Yani linçlerin yaşanmasında ne tek başına yoksulluk belirleyici etken ne de şehrin yapısını değiştiren Kürt göçü olgusu. Her iki nesnel koşul temel zemini oluştursa da tetikleyici mihraklar olmadan linç gerçekleşmiyor. Başka bir değişle linç girişimlerini tek başına ekonomik koşullarla açıklamak mümkün değil.


13

TARİH 22 Ocak 2010 / 4 fiubat 2010

Halk›n Sesi

Siyasal cinayetler yönetim tarzı olunca Hazırlayan: ÖZGE YURTTAŞ

1

960, 1970 ve 1980’lerin öyküsüne bakılırsa, önce İslamcılar ardından ülkücülerin başrolü oynadığı şiddet olayları ve siyasal cinayetler; ardından toplumsal katliamlara ve askeri darbeye sıra gelir. Siyasal cinayetlerde kimin nasıl öldürüldüğünden çok, nasıl bir siyasal operasyonun ya da iktidar çatışmasının aracı olarak öldürüldüğü önemlidir. Zaten ölümlerin ardından hep yeni operasyonlar gelir. Bu operasyonlarda resmi ve sivil, yeraltı ve yerüstü kontrgerilla güçleri hep birbiriyle uyumlu hareket eder. Bu uyumun bozulduğu ender anlar kontrgerillanın da yeniden yapılandırıldığı, eski ekiplerin tasfiye edildiği ve yenilerinin önünün açıldığı dönüm noktalarıdır. Tıpkı bugünlerde olduğu gibi. Karanlık cinayetler aydınlatılmaya çalışılırken gözden kaçırılan, siyasal cinayetlerden beslenen bir rejimin işleyiş tarzı oluyor. Gazeteci Uğur Mumcu, gazeteci Hrant Dink, kontrgerilla yüzbaşısı Mehmet Ali Çeliker, polis müdürü Reşat Altay, faşist katil Abdullah Çatlı, faşist katil Mehmet Gül… Yaşam tarzları kesinlikle bağdaşmayan bu insanlar arasında nasıl bir benzerlik kurulabilir? Nasıl olur da yaşatmakla öldürmek, onurla onursuzluk aynı çerçeve içinde resmedilebilir? Ne yazık ki, herkesin görmeye alıştığı bir fotoğraf karesi, cinayetlerle yönetilen Türkiye’nin gene herkesin bildiği ‘gizli’ tarihini anlatıyor. Üstelik bu insanlar arasındaki bağlantılar öyle-

1948’de Sabahattin Ali’nin öldürülüflü, ayd›nlara yönelik kontrgerilla cinayetlerinin habercisidir.

sine denk gelmiş ki, değme senaryolara taş çıkarır. Hangi halkadan çekiştirseniz, elinize zincirin bütünü geliyor. İster istemez cinayetlerden örülmüş bir siyasal rejimle yüzleşmek zorunda kalıyorsunuz. İşte birkaç örnek; çekiştirelim bakalım. 19 Ocak 2007. Agos Gazetesi genel yayın yönetmeni Hrant Dink öldürüldü. Ömrünü halkların kardeşliğine adayan Hrant Dink, İstanbul Şişli’de gazetesinin önünde bildik bir kontrgerilla saldırısıyla katledildi. Dava üç yıldır sürüyor. Katil ve suç ortaklarının yakalanmış olmasına karşın cinayet henüz aydınlatılamadı. Çünkü herkes ‘özel karanlık bağlantıların’ peşine düşmüşken rejimin bütünü gözden yitiriliyor. Nasıl mı? İşte şöyle: Hrant cinayetinde görevi ihmalden soruşturulan Trabzon Emniyet Müdürü Reşat Altay ‘suçsuz’ bulunularak, önce Burdur Emniyet Müdürlüğü’ne, ardından polis başmüfettişliğine atandı. Siyasal cinayetler tarihine azıcık ilgisi olanlar, Reşat Altay adına hiç yabancılık çekmez. Bu adla ilkin 16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi’nde karşılaşırız. Saat 13.30’da Beyazıt kapısından çıkan öğrencilerin üzerine bombalar atılır, otomatik tüfeklerle ateş açılır. Bu kanlı katliamda 7 öğrenci ölür, 41 kişi yaralanır. Aralarında Ülkü Ocakları İstanbul İl Başkanı Orhan Çakıroğlu ve sonraki il başkanı Mehmet Gül’ün de (1999’da MHP İstanbul milletvekili) bulunduğu saldırganları kovalayan polis memurları bir komiser yardımcısı tarafından engellenir. Komiser yardımcısının adı Reşat Altay’dır. Mesleki kariyerinde hep takdirle karşılanan Reşat Altay, ABD’ye ‘özel bir eğitim’ için gönderilir ve döndüğünde İstanbul Emniyeti’nde Terörle Şube Müdürü olarak göreve başlar. 16 Nisan 1992’de Çiftehavuzlar’da Dev-Sol’cu Sabahat Karataş, Eda Yüksel ve Taşkın Usta’nın öldürüldüğü operasyondan dolayı yargısız infazla yargılanır. Aralarında Susurlukçu Ayhan Çarkın ve Özel Harekat Dairesi Başkanı İbrahim Şahin’nin de bulunduğu 21 polis beraat eder. Ayrıca Reşat Altay TEM Şube Müdürüyken, Ülkü Ocakları’ndan devşirilen 50 kişilik faşist ‘Vurucu Güç’ün liderliğini yapan

‘Büyük Reis’ Abdullah Çatlı’yla yaptığı telefon görüşmelerinden soruşturulacak ve elbette gene “temize çıkacaktır”. Siyasal cinayetlerde adı çok sık geçen Abdullah Çatlı 16 Mart katliamında da etkin rol oynamıştı. Katliamda kullanılan bombalar Küçükçekmece’de görev yapan kontrgerillacı Yüzbaşı Mehmet Ali Çeviker tarafından Abdullah Çatlı’ya verilmişti. Bu ilişkilerin sürekli üzerine giden Uğur Mumcu, “ABD Silahları Ülkücülerde” gibi defalarca yazı yazdı… Cinayetler bitmez. 24 Ocak 1993. Gazeteci Uğur Mumcu evinin önünde bombalı saldırıyla öldürülür… Gene bildik süreçler, bildik isimler, bildik ilişkiler aydınlatılamaz… Balgat katliamı (10 Ağustos 1978), Bahçelievler katliamı (8 Ekim 1978), Abdi İpekçi (1 Şubat 1978), Cevat Yurdakul (28 Eylül 1979), Kemal Türkler (21 Temmuz 1980)… ve daha nice devrimci, aydın, emekçi siyasal cinayetlerle katledildi.

kontrgerilla savaşı olarak geliştirilir.

Kontrgerilla yöntemi olarak siyasal cinayetler Bu cinayetler kesintisiz sistematik olarak sürer gider. Cinayetler adi bir hesaplaşma vakası olmadığından bitirilemez ve aydınlatılamaz. Cinayetler, bir kontrgerilla yöntemi olarak karşımıza çıkar ve Türkiye’de siyasal rejimin ve devletin yönetim tarzı belirler. “Mukavemetin en verimli tohumlarının zulüm olduğu bilinmelidir. Böylece gerillanın desteklenmesi engellenir” Özel Harp Dairesi (kontrgerilla) Komutanı Tümgeneral Cihat Akyol’dan alınan bu sözler, kitlelerin yönlendirilmesinde şiddet, terör, korku yöntemlerinin önemini vurgular. Benzer sözler bütün kontrgerilla teorilerinde bulunur. Çünkü hemen hepsi aynı kaynaktan türemiştir. 1950’lerden beri ABD/CIA kaynaklı Gayrı Nizami (Özel) Harp teori ve yöntemleri, bütün emperyalist-kapitalist ülkelerde ve sömürgelerinde kurumsal, sistematik ve pratik olarak yaşama geçirilmiştir. Belirsiz (kör) ve bilinçli (seçilmiş) terör yöntemleriyle hemen herkesi hedefleyen ‘özel harp’, sosyalist sistem ülkelerine, düzen karşıtı hareketlere, sola, emek hareketine, aydınlara, öğrencilere karşı bir

Üstü Özel Harp Dairesi Türkiye’de siyasal cinayetleri bir yönetme tarzı olarak geliştiren aygıtların çekirdeği Özel Harp Dairesi’dir (ÖHD). Doğrudan Genelkurmay 2. başkanına bağlı olarak çalışan ÖHD, devlette ve toplumda örgütlediği kontrgerilla yapılanmasıyla rejimin niteliğini belirliyor. 1952’de Seferberlik Tetkik Kurulu adıyla kurulan ÖHD, 1965’de Özel Harp Dairesi olarak yeniden yapılandırıldı. 1994’te ise Özel Kuvvetler Komutanlığı’na dönüştürüldü. Teknik donanım, para, personelin maaşları doğrudan ABD tarafından karşılanan kurumun kadroları ABD kamplarında eğitildi. Eğitimde silah kullanma, adam öldürme, adam kaçırma, işkence, sabotaj, istihbarat gibi yetenekler kazandırıldı. Kore Savaşı, Kıbrıs Türk Alayı-Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) ve Kürt savaşı kontrgerillacı subayların yükselmek ve kariyer yapmak için geçtikleri aşamaları oluşturdu. Mutlaka etkin ABD ve NATO görevi aldılar. Ülkede ÖHD komutanlığı, Cumhurbaşkanlığı sekreterliği, Milli Güvenlik Kurulu sekreterliği gibi görevler kontrgerilla subaylarının en ciddi kariyer mevkileridir. Uzun yıllar MİT’le birlikte tam

ST 31-15 Gayrı Nizami Kuvvetlere Karşı Harekat Talimnamesi, Genelkurmay Basımevi, 1964 künyeli kitapta yer alan askeri yönergeler FM-31 (Field Manuel) kodlu ABD askeri yönergelerinin olduğu gibi Türkçe’ye çevrilmesinden oluşur. Bu yönergeler, “Gayrı Nizami Kuvvetlere Karşı Harekat”, “Kontrgerilla Operasyonları”, “Özel Kuvvetler Harekat Tekniği”, “Özel Kuvvetler Operasyonları ve Gizli Özel Kuvvetler Operasyonları”nı içerir. İşte bunların gereği olarak… 1950’lerden başlayarak, ABD’nin operasyonel istihbarat örgütü CIA ve NATO kuruldu. Avrupa Müttefik Kuvvetleri Yüksek Karargahı’na bağlı oluşturulan Koordinasyon ve Planlama Komitesi bütün kontrgerilla örgütlerinin uluslararası en üst örgütlenmesi olarak tasarlandı. Burada hep kontrgerillacı subaylar görev aldı ve buralardan tırmanarak kariyer yaptılar.

kaynaşmış halde çalışan özel harpçiler ortak operasyonlara imza attılar. Örneğin Ziverbey Köşkü’nde kontrgerillacılarla Hiram Abas ve Mehmet Eymür gibi MİT’çiler ortak işkencelere girdiler. Aynı ortaklık 1972 Mart’ında Kızıldere katliamında da görülür. “Hiram Abas eşsiz biriydi. Kendi döneminde Türkiye’nin en iyi istihbarat memuruydu. Onunla iyi arkadaş olmuştuk, Hiram Abas ile kardeş gibiydik.” CIA Türkiye istasyon şefi Duane Clarridge’nin iltifat ettiği Hiram Abas yaralı olduğu için katılamadığı katliamda Eymür etkin görev alır. Saldırı timinin başında biri daha vardır ki, kontrgerilla yapılanmasını ve işleyiş tarzını ortaya çıkaran önemli bir örnektir: Özel harp ve komando eğitimi almış jandarma subayı Teğmen Mustafa İlerisoy ilk saldırı timinin başında bulunuyordu. Türkeş’in komando kamplarında eğitim vermekle ünlenen Mustafa İlerisoy, arkadaşı Teğmen Fehmi Altınbilek’le (Ali Haydar Yıldız ve İbrahim Kaypakkaya’nın işkencecisi ve katili) birlikte Nejdet Güçlü’yü öldüren ülkücü-faşistlere silah sağlamakla gündeme gelmişti. Saldırganlar arasında başka bir ünlü de vardı: DSP, MHP ve ANAP koalisyon hükümetinin sağlık bakanı Osman Durmuş. Alt› kontrgerilla Kontrgerillanın yer altı birimleri, Özel Harp Dairesi’nin kayıtlarında ‘vatanseverler’ olarak adlandırılır. Bu kişiler, zamana ve ülke koşullarına göre, aşırı İslamcı, faşist ya da mafya gruplarından seçilir. 1960’larda Komünizmle Mücadele Dernekleri (USA-Aramco ve Suudi destekli), 1967-1968 arasında Sadi Somuncuoğlu’nun liderliğinde kurulan 25 faşist komando kampı, 1990’larda Çeçenistan, Azerbaycan gibi yerlerde yetiştirilen İslamcılar, çeşitli biçimlerde çeteleştirilerek kontrgerillanın tetikçileri oldular. Örneğin kilit isimlerini “Büyük Reis” Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı, Ercüment Gedikli, Muhsin Yazıcıoğlu ve İsa Armağan’ın oluşturduğu 50 kişilik “Vurucu Güç”, 1970’lerde pek çok siyasal katliam ve cinayette kullanıldı. Kendisi de aynı okuldan yetişen tetikçi Metin Kaplan’ın iti-

“Biz ölerek mi yaşamayı öğreneceğiz hâlâ” imdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin/ unutmamak için/ çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz/ ölü balıklar geçiyor kırışık bir deniz sofrasından/ ve ellerinde fenerlerle benim arkadaşlarım/ durmadan düşünüyorum ne kadar çok öldük yaşamak için" diye yazdı Onat Kutlar, öldürülmeden önce. Ölümün ve unutuşun kolay ülkesi olduğumuz gerçeğini yüzümüze vurdu. Evet, çok öldük. Ne unutulmamak için seçtik ölümü ne de bir an olsun aklımıza getirdik unutulmayı. Kimlerin hatırlaması önemlidir, sorusunun muhatabı şair değil elbette, biziz. Biz unutmadık. Sadece “elleri değsin istemedik, gözleri değsin istemedik”; çok öldük, hiç unutmadık. Şairin, “el ayak buz kesmiş, yürek cehennem” dediği zamanda, Ocak ayında yitirdiklerimizi hep hatırladık.

"Ş

Metin Göktepe: 1968 yılında Sivas’ta doğdu. 8 Ocak 1996’da Evrensel gazetesi muhabiri olarak Ümraniye Cezaevi'nde öldürülen devrimcilerden Orhan Özen ve Rıza Boybaş'ın cenazelerini izlerken gözaltına alındı. Eyüp Spor Salonu'nun yanındaki parkta ölü bulundu. Gözaltında döverek öldürmüşlerdi Metin Göktepe’yi. Muammer Aksoy: 1917 Antalya doğumlu. Hukukçu, siyasetçi. Bir dönem CHP milletvekili olarak parlamentoda bulundu. Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucularından. Petrollerin ve madenlerin devletleştirilmesi doğrultusunda çalışmalar yürüttü. 12 Mart döneminde bir süre tutuklu kaldı. 31 Ocak 1990 günü Ankara Bahçelievler'deki evinin önünde kurşunlanarak öldürüldü. Veli Eskili: 1955 yılında Konya’da doğdu. 1981’in Ocak ayında öldürüldü. Ankara Erkek Teknik Öğretmen Okulu'nda faşist işgale karşı sürdürülen mücadelenin ön

Soğuğu değil, sıcacık yürekleri. Evet, çok öldük. Yaşamak için mi yaptık bunu, yaşatmak için mi yoksa bizden sonra gelenleri; ne önemi var. Çok öldük önemli olan bu. Her insan eşsizdir; bizi öldürerek bunu kanıtladılar belki de. “Ayrılık sabahı ne kadar beyaz/ ölümün hüzünlü arkadaşı kar” dizesiyle sanki ölümle Ocak ayında tanışacağını hisseden sinemanın ve felsefenin güler yüzlü adamı Onat Kutlar’ın unutulması, yerinin dolması mümkün mü? Uğur Mumcu nasıl bir boşluk bıraktı geriye? Ülkenin bağımsızlığını ve karanlık odaklarla mücadeleyi kendisine dert edinenlerin gözleri kimi arıyor dersiniz? Yargı bağımsızlığı ve gericiliğe karşı mücadele, madenlerin millileştirilmesi çabaları boynu bükük kalmadı mı Muammer Aksoy’un öldürülmesinden sonra?

Hani şu, döve döve öldürülen kardeşimiz Metin Göktepe gibisi bir daha geldi mi memlekete? Hrant Dink’in yerini doldurma niyeti, hangi aklıevvelin işi olabilir? Ya Ali Aktaş, İskenderun çıkardı mı böylesi bir yiğit daha? Cellâtlar tanık oldu mu hiç, bir Ömer Yazgan’a, Erdoğan Yazgan’a, Mehmet Kambur’a, Ramazan Yukarıgöz’e; o ne ‘dik başlılıktı’ öyle. Veli Eskili’yi unutabilir mi Dev Gençliler? Rize’nin karlı dağları Kenan Şengöz’ü, İhsan Ermiş’i bağrına aldığı o güne ağıt yakmıyor mu dersiniz? Ya şu su taşkınları, dağların ağlaması değil mi? Uşaklılar Himmet Tarhan’ı niye hatırlıyorlarsa, Rizeliler de Ahmet Uzun’u aynı nedenle hatırlıyordur muhakkak;

saflarında yer aldı. Devrimci Yol hareketinin içinde yer aldı, 12 Eylül sonrası Malatya’ya gönderildi. Bir eylem hazırlığı içindeyken polislerle girdiği çatışmada öldürüldü.

‹hsan Ermifl: 1961'de Ordu'da doğdu. Karadeniz bölgesinde devrimci hareketin örgütlenme çalışmalarına katıldı. Polis kayıtlarında ismi "Devrimci Yol'un Karadeniz'deki en tehlikeli militanı" olarak geçiyordu. Kenan Şengöz’le bir dere yatağında donmuş bedenleri bulundu.

Ayhan Alan: 1963’te Kayseri’de doğdu. Devrimci harekete Mersin'de lise eğitimi sırasında katıldı. 12 Eylül'den sonra Mustafa Özenç ve bir grup arkadaşıyla Tarsus'a bağlı Karabucak Ormanı'na yerleştiler. 6 Ocak 1981’de Mustafa Özenç ile birlikte bir jandarma operasyonunun içine düştüler. Yaralı yakalanan Ayhan Alan kaldırıldığı Tarsus Devlet Hastanesi'nde 7 Ocak günü öldü.

Himmet Tarhan: 1956 yılında

Ocak ay›nda yitirdi¤imiz adlar› yaz›lan veya yaz›lmayan nice isim Uşak’ta doğdu. 17 Ocak 1981’de polis ve jandarmanın kurduğu pusuya düştü, diğer arkadaşlarını kurtarmak için çatışmaya girdi. Saatlerce süren çatışmada öldürüldü ama arkadaşları kurtuldu.

Ahmet Uzun: 1957 yılında Rize'de doğdu. Rize'de Devrimci Yol hareketinin ilk militanlarındandı. 12 Eylül sonrası Rize Pazar’da girdiği çatışmada yaralı haldeyken yakalandı. İşkenceli sorgulardan

Siyasi cinayetlere kurban olan üç ayd›n. Cumhuriyet gazetesi yazar› U¤ur Mumcu, Milliyet gazetesi yaz› iflleri müdürü Abdi ‹pekçi, ‹lahiyat fakültesinden Doç. Dr. Bahriye Üçok. raflarına göre, “Çatlı, Kırcı ve Ağca, ÖHD’ye bağlı çalıştı. MİT ve ÖHD tarafından eğitildi, CIA kontrolünde bir ekibin üyeleri olarak operasyonlarda aktif rol oynadılar.” Kaynak: 1.Halkın Devrimci Yolu, s.1-s.2, 2009 2.Ecevit Kılıç, Özel Harp DairesiTürkiye’nin gizli Tarihi-1, Turkuvaz Yay., İstanbul, 2008

Hazırlayan: İNÖNÜ ALPAT

halkın bağrından çıkmıştı ikisi de. Bir bölgesine Turan Emeksiz, diğer bölgesine Güreş’in adı verilen Tarsus Karabucak Ormanı'ndaki bin bir çeşit yeşile sorun bakalım Ayhan Alan’ı, yanıtı öğrenin ve çocukların kulağına fısıldayın. Kars’a neden “serhat” denildiğini sual eden çıkarsa karşınıza, işkencede öldürülen Cemil Kırbayır’ın ve Mahmut Kaya’nın sınır tanımayan adanmışlıklarını anlatın onlara. Anlatın, anlatın, anlatın. Ne yapıp ne edip unutulmanın hüznünü yaşatmayın kimseye. Çok değil; çocuklara isimlerini verin örneğin; küçücük de olsa bir sokağa iliştirin isimlerini. Fikirlerini tartışın; rehber olacak satırlar bulup çıkartın. Yazdıkları bir dizeyi sevgilinize mırıldanın. Ve mutlaka insanlara onların gözleriyle bakmaya çalışın.

çıkamadı. 16 Ocak 1981’de öldürüldü.

Kenan fiengöz: 1955 yılında Bitlis'te doğdu. 22 Ocak 1981’de Rize dağlarında donarak öldü. Rize Maliyesi’nde memur olarak çalışıyordu. Rize Pazar dolaylarında jandarmayla çatışmaya girdi. Çatışmada bir arkadaşları yaralı yakalandı, diğerleri geri çekildi. Dağlar karla kaplıydı, Kenan Şengöz ve İhsan Ermiş dağları aşamadı.

Agos, Ermenice, "tohum atmak için aç›lan oyuk, evlek" anlam›na geliyor. Hrant Dink, Anadolu topraklar›na t›rnaklar›yla kazd›¤› agoslara hep halklar›n kardeflli¤i ve bar›fl tohumlar› ekti.

Cemil K›rbay›r: Kars'ın Göle İlçesi'nde doğdu. 12 Eylül sonrasında gözaltına alındı. 5 Ocak 1981’de işkence altında öldü. Ailesine, gözaltındayken kaçtığı söylendi, mezar yeri bilinmiyor. Ömer Yazgan: 1957’de Polatlı’da doğdu. Kuleli Askeri Lisesi ve Kara Harp Okulu’ndan 1978’de piyade teğmen olarak mezun oldu. 1979 Temmuz’unda devrimci harekete daha aktif katılabilmek için asker-

likten ayrıldı. Üçüncü Yol grubunun gerçekleştirdiği Akyazı soygununda yaralı yakalandı. İzmit Kapalı Cezaevi’nde 29 Ocak 1983’te idam edilerek öldürüldü. Erdo¤an Yazgan: 1959 Bayburt doğumlu. Eğitimini yarıda bırakarak devrimci hareket içinde yer aldı. Akyazı soygununda yakalandı. İzmit Kapalı Cezaevi’nde 29 Ocak 1983’te idam edilerek öldürüldü. Mehmet Kambur: 1954 Divriği doğumlu. Emniyette gece bekçisi olarak çalışıyordu. Akyazı’da gerçekleştirdiği soygunda yakalandı. İzmit Kapalı Cezaevi’nde 29 Ocak 1983’te idam edilerek öldürüldü. Ramazan Yukar›göz: 1959 Sivas doğumlu. Üçüncü Yol militanıydı. 1979’da bazı öldürme olaylarına karıştığı iddiası ile tutuklandı. Cezaevinden firar etti. Ünlü Akyazı soygunu sırasında yaralı yakalandı. 29 Ocak 1983’te idam edildi.


SPOR BİLİM

14

22 Ocak 2010 / 4 fiubat 2010

Halk›n Sesi

MEVZU

‘BAH‹S’

‹SE

FUTBOL

TEFERRUATTIR

Futbolda bahis ve şike K

asımda Bochum Savcılığı’nın başlattığı soruşturma, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 9 Avrupa ülkesinde ve bazı uluslararası maçlarda şike yapıldığını ortaya çıkardı. Olayın vahameti öyle büyüktü ki UEFA çalışanları içinde şike olaylarına karışanların olduğu iddia edildi. Bu skandal Türkiye’ye de yansıdı. Süper Lig’deki maçlarda ünlü futbolcu ve teknik adamların şike yaptığı ortaya çıktı. Fenerbahçe’nin biri hazırlık diğeri Avrupa Ligi iki maçında rakip futbolculardan bazılarının şike yaptığı iddia edildi. ‘Bahis yoluyla şike’nin yaygın bir şike türü olmasının nedeni bahis sektöründeki büyüme ve sektörün şikeye davetiye çıkaran uygulamaları. Türkiye’de günde ortalama 1 milyon 250 bin kişi Milli Piyango dahil olmak üzere çeşitli bahis oyunları oynuyor. ‘İddaa’ ve at yarışları 2008 yılında toplam 4 milyar 400 bin TL ile Milli Piyango’nun yaklaşık 3 katı hasılat elde etti. Özellikle spor alanındaki yasadışı bahsi engellemek gerekçesiyle yaygınlaştırılan ve kolaylaştırılan ‘internet üzerinden bahis oynama’ yeni bir bahis sektörü yaratıyor ve yeni şirketler kuruluyor. Yılda yüzde 30 büyüme ve yıllık 330 milyon TL ciro yapan ‘bilyoner.com’u içinde bulunduran sektöre, son olarak Doğuş Yayın

K

asım ayında ortaya çıkan ve dünyayla beraber Türkiye’yi sarsan bahis yoluyla şike skandalının arkasında hızla büyüyen yeni bir sektör yatıyor

Grubu’na ait ‘Oley.com’ dahil oldu. Bahis ve flike Bahis oyunlarında bir kupon için

Tarihin ünlü şike olayları

D

bir üst limitin belirlenmemesi şikeye açık bir davetiye. Yüklü miktarda yatırılan paralar ancak bahis sistemi alarm verirse tespit edilebiliyor. Fakat bahis

ünyada tespit edilen ilk şike skandalı 1926 yılında, şimdi de şike skandallarının sık yaşandığı İtalya’da gerçekleşmişti. İtalya’da ezeli rakipler Torino ve Juventus arasındaki maç 2-1 Torino lehine sonuçlanmış fakat Torino’nun rakip takım oyuncusuna para verdiği ortaya çıkmıştı. 1979-1980 sezonunda Milan ve Lazio, şike nedeniyle küme düşürüldü. Ceza alan oyuncular arasında 1982 Dünya Kupası'nda gol kralı olan Paolo Rossi de vardı. Dünyada en çok sansasyon yaratan skandal

Direniflin fizik sorusu: “Bir iflçi hareketi mümkün mü?” Hareket nas›l mümkün olur? A noktas›ndaki bir fleyin B noktas›na gitmesiyle mi? A noktas›ndaki bir fleyin B noktas›na gitmesi için önce yolun yar›s›n› gitmesi gerekir; sonra kalan yolun yar›s›n›, sonra kalan yolun yar›s›n›… Bu flekilde sonsuza kadar ilerlense dahi A’dan B’ye daima afl›lmam›fl bir mesafe kalacakt›r. A’dan B’ye olan yol milyonlarca kilometre de olsa, 1 santimetre de olsa bu durum de¤iflmez. Öyleyse bir noktadan bir baflka noktaya hareket etmek de imkâns›zd›r. ‹lk diyalektikçinin Heraklit oldu¤u yönündeki yayg›n kan›n›n aksine, Aristo’nun diyalekti¤in babas› olarak gösterdi¤i Zenon, yukar›daki basitlefltirilmifl ak›l yürütmeyle hareketin asl›nda imkâns›z, gördüklerimizin de bir yan›lsama oldu¤unu öne süren bir paradoks ortaya atm›flt›r. Zenon’un bu düflüncesi matemati¤in ve fizi¤in ilerlemesi ile yanl›fllanm›flsa da, asl›nda o ilerlemeye önemli bir katk› sunmufltur. Bir fleyin iki farkl› noktada ard›fl›k zamanl› olarak bulunmas›, yani önce A’da sonra B’de bulunmas› ile hareket aras›nda bir çeliflki vard›r. Hareket, ard›fl›kl›¤›n yan›nda, bir fleyin iki farkl› noktada efl zamanl› olarak bulunmas›n› da gerektirir. Yani bir fleyin A’dan B’ye gitmesi için ayn› anda hem A’da hem de B’de bulunmas› gerekir. Diyalektik yöntem de ‘bir fley hem kendisidir, hem de kendisi olmayan bir baflka fleydir’ der. Ursula L. Guin’in, “Devrim yapamazs›n›z, devrim olabilirsiniz ancak” dedi¤i ünlü Mülksüzler roman›nda da, devrimi belirsiz bir gelece¤e erteleyen lineer, aflamac›, metafizik alg›lar elefltirilirken Zenon paradoksu kullan›l›r. Tekel direnifline iliflkin tart›flmalar› bir de bu yöntemle ele alal›m. Tekel direnifli ile kap›lar› aç›lacak yeni bir iflçi hareketi dalgas› mümkün mü? Tekel direnifli sadece geleneksel, görece güvenceli iflçinin can çekiflmesi noktas›nda duruyor; böyle görülüp böyle örgütleniyorsa örgütleyenin de, destekleyenin de asl›nda sanal oldu¤unu düflündü¤ü bir harekettir. S›rt› duvardad›r, ilerleme flans› yoktur. Ama ayn› zamanda yeni, güvencesiz iflçi kitlesinin güvencesizlik karfl›t› mücadelesi noktas›nda da varsa, hem kendi önü aç›kt›r, hem de ön açacakt›r. Çünkü Tekel iflçisi ne geleneksel iflçi, ne de müstakbel güvencesiz iflçi görüntüsünde ama birinden di¤erine uzanan bir hareket içinde kavranabilir.

oyunlarının takip edilmesinin zorluğu ve farklı yerlerden, farklı seçeneklerle oynanabiliyor olmaları şikeyi biraz daha kolaylaştırıyor. Örneğin bir maça bir kuponda

da İtalya’da gerçekleşti. 20062007 sezonunda ortaya çıkan skandalda Juventus, Milan, Lazio, Fiorentina ve Reggina cezalandırılmıştı. İtalya son bahis skandalında da yer aldı. Serie B ve C’deki maçların sonucuna etki ederek bahis yoluyla şike yapan bazı kulüp başkanları tutuklandı. 1993'te Marsilya, Fransa ligini şampiyon olarak tamamladı. Ama daha sonra 1-0 kazandıkları Valenciennes maçında rakip futbolculara para verildiği ortaya çıkınca şampiyonluk ellerinden alındı ve küme düşürüldüler.

Bilim: Aksi ispat edilene kadar...

Son yılların en ilginç olayı ise Bulgaristan’da yaşandı. Derbi maçına çıkacak olan Levski ile CSKA Sofia karşılaşması öncesinde Rusya’nın Rubin Kazan takımını temsil ettiğini iddia eden bir kişi Levski’nin 4 oyuncusu için 5 milyon avro teklif etmiş ve oyuncuların CSKA maçında oynamamasını istemişti. Oyuncularını CSKA karşısında oynatmayan Levski maçtan 2-0 yenik ayrılmış, olaydan sonra teklifi yapan kişiden bir daha haber alınamamış ve olayı bahis mafyasının organize ettiği iddia

ortalamanın çok üstünde bir para yatırılması bahis sisteminin alarm vermesine neden olabilirken bunun 4-5 farklı on-line bahis şirketi üzerinden ve farklı kişiler tarafından yapılması bu alarm engelini aşıyor. Bahis şirketlerinin “para kazanma sıkıntısı” çektikleri günlerde hazırlık maçlarını listeye almalarıyla bu maçlar basit bir hazırlık karşılaşmasından da öte bir hale geliyor. Bazı bahis şirketlerinin bir hazırlık turnuvası organize ederek bu hazırlık maçlarını da listelere almaları ise ‘pes dedirtecek’ cinsten (Örn Bilyoner.com Cup veya Tuttur.com Cup). Bahis şirketi bu turnuvalar yoluyla bir taraftan daha fazla bahis oynanmasını sağlarken diğer taraftan şikeye davetiye çıkarıyor. Daha fazla para kazanma arzusu bahis şirketi ve şike yapanlar arasında bir ortak çıkar yaratıyor. Bahis pazarı, 1 milyar TL’lik ‘illegal’ bahis pazarı ile toplam 8 milyar TL’ye varan bir piyasa değerine sahip. ‘İddaa’ oyununun futbol takımlarına getirdiği gelir ise (Süper Lig’de takım başına ortalama 1.4 milyon TL) 2009’da yüzde 14 arttı. Bahis şirketleri, kendi reklamlarını ve temel sloganlarını (‘kolay yoldan para kazan’) sadece kendileri için geçerli kılarken futbolun çevresinde şike yoluyla para kazanan irili ufaklı çeteleri doğurdular.

edilmişti. Türkiye’de ise ilk şike olayı 1963-64 sezonunun 33. haftasında yaşandı. Karşıyaka Kasımpaşa’yı 4-0 yenerek ligde kalmayı garantilemiş ancak maçta şike yapıldığı belirlenmişti. En ciddi olay ise 2004-2005 sezonunda yaşandı. KayserisporAkçaabat Sebatspor ve Trabzonspor maçlarında aşırı bahis oynandığının ortaya çıkması sonucunda başta ünlü futbolcu Gökdeniz Karadeniz olmak üzere birçok sporcu cezalandırılmıştı.

Küçük çocuk büyük sömürü 2

008–2009 sezonunda tüm rakiplerini perişan edip 6 kupayla rekor kıran Barcelona futbol takımının en önemli oyuncusu kuşkusuz ki Lionel Messi’ydi. Oyuncu geçen yıl attığı goller kadar verdiği gol pasları ve rakip savunmaların “belini kırmasıyla” neredeyse herkesin gözünde dünyanın en iyisi oldu. Avrupa’da ve dünyada yılın futbolcusu ödülünü kazandı. Messi’nin dünya futbol sahnesinde bu kadar parlayabilmesinde kuşkusuz ki Barcelona’nın büyük etkisi var. Ancak Messi’nin Barcelona’ya gelmesinin arkasında küçük bir çocukken ihtiyacı olan ilaç için parasının olmaması ve bu yoksunluğu kullanan futbol endüstrisi var. Henüz 11 yaşındayken büyüme hormonu eksikliği teşhisi konan Messi’nin ilaç masrafları haftada 900 dolar tutuyordu ve bir fabrikada işçi olan babası bu parayı karşılayamıyordu. Arjantin’de altyapı için futbolcu arayan Barcelonalı bir antrenörün dikkatini çeken Messi bir miktar para ve ilaç masrafları karşılığında ailesiyle birlikte İspanya’ya göç etti. Barcelona’nın B takımında yeteneği ve hırsıyla kısa sürede sivrilen sporcu 16 yaşında A takıma yükseldi ve kısa sürede başarı sağladı. Messi yoksulluğu yüzünden yaşadığı istismara rağmen başarı kazanabilen nadir isimlerden birisi. Ancak para karşılığında ailelerinin yanından göç eden her çocuk bu kadar şanslı olamıyor. Okullarını bırakarak spora ağırlık veren çocuklar bir süre sonra “para etmeyince” kenara itiliyor. Sadece İngilterede 2 milyon 200 bin lisanslı futbolcunun 750 binini çocuklar oluşturuyor. Futbolun endüstriyelleşen yüzü çocukları spor ticaretinde alınıp satılabilir hale getiriyor. Bu pazarda değeri düşen her ürün gibi hızlıca bir kenara atılmalarına neden oluyor.

Çal›flan ilk görünmezlik pelerini tan›t›ld›

Tesla: Gerçek bir deha, baflar›s›z bir ifl insan›

Bilim kurgu filmlerinin insan akl›na soktu¤u görünmezlik hayali gerçek mi oluyor. Duke Üniversitesi’ndeki bilimcilerden oluflan bir ekip çal›flan ilk görünmezlik pelerininin tan›t›m›n› yapt›. Pelerin mikrodalga ›fl›nlar›n› geri yans›t›yor. Yans›yan dalgalar bir cismin etraf›nda çok küçük biçim de¤iflikliklerine u¤rayarak orada bir cisim yokmuflças›na ak›yor. Normalde ›fl›k bir nesneye vurdu¤unda yüzeyden çarpar ve göze gelir böylece nesne görünür olur. Pelerin ›fl›k dalgalar›n›n tutarak nesnenin etraf›nda pürüzsüzce akmalar›n› sa¤l›yor.

Nikola Tesla (d. 10 Temmuz 1856, H›rvatistan – ö. 7 Ocak 1943, ABD) Fizikçi, mucit, makine mühendisi ve elektrik mühendisi. En çok ondokuzuncu yüzy›l ve yirminci yüzy›l›n bafllar›nda elektromagnetizma alan›nda yapt›¤› devrimci çal›flmalarla bilinir. Ayr›ca Tesla’n›n patent ve çal›flmalar› modern alternatif ak›m›n temellerini atm›flt›r. Tesla, radyonun ve uzaktan kumanda teknolojisinin mucidi olarak kabul edilir. 1880’lerde Tesla ile Edison aras›nda bir mücadele bafllad›. Bu mücadelenin nedeni Edison’un do¤ru ak›m›, Tesla’n›n ise alternatif ak›m› savunmas›d›r. Tesla‘n›n en önemli projesi kablosuz enerji iletiflimiydi. Yirmi adet ampulü kablo olmadan 25 mil uzaktan yakabildi¤i kay›tlara geçmifltir. Nikola Tesla, ilk defa elektri¤in bir kaynaktan çevreye yay›larak kablosuz ve çok yüksek miktarlarda iletilebilece¤ini öne sürmüfltür. Ka¤›t üstünde bunu ispatlayan Nikola Tesla daha sonra yapt›¤› deneylerle de bunu göstermifltir. Kendisinin elinde kablosuz yanan bir ampül tutan foto¤raf› bulun-

Evde deney: Ayr›lmayan kavanoz ‹ki ayr› mumu oyun hamuru yard›m›yla iki ayr› barda¤›n taban›na yap›flt›r›n. Ard›ndan mumlar› yak›n. Mumlar yand›ktan sonra bir süre bekleyin. Bu arada bir karton parças›n› suyla ›slat›n. Islak kartonu bardaklardan birinin üzerine yerlefltirin. Di¤er barda¤› da ters çevirip kartonun üzerine kapat›n. ‹ki barda¤›n a¤z›n› tam olarak birbiri üzerine denk gelecek flekilde yerlefltirin. K›sa sürede mumlar›n söndü¤ünü göreceksiniz. Birkaç dakika sonra iki barda¤› birbirinden

ay›rmaya çal›fl›n. Bardaklar›n birbirinden ayr›lmad›klar›n› göreceksiniz. Peki, bunun nedeni ne? Mumlar›n yayd›¤› ›s› nedeniyle bardaklar›n içindeki hava genleflecek ve azalacak. Bu flekilde bardaklar birbiri üzerine kapat›ld›klar›nda, içlerindeki hava bas›nc›, d›flardakinden düflük olacak. Bu da bardaklar› bir arada tutacak bir kuvvet oluflturacak. Hava bas›nc›n›n ne büyük bir kuvvet oldu¤unu görüyor musunuz?

Bunu biliyor muydunuz? Kufllar› besleyerek onlar›n evrim süreçlerini etkiliyoruz. Güncel Biyoloji dergisinin aral›k say›s›nda yay›nlanan bir araflt›rma 30 nesilden k›sa bir sürede, bir kufl türünün birbirinden izole edilmifl iki popülasyona bölündü¤ünü ortaya koydu. Bilim insanlar›, bir kufl türünün iki ayr›

popülasyona bölünmesinin insanlar›n onlar› beslemeye bafllamas›yla ortaya ç›kt›¤›n› keflfetti. ‹nsanlar›n kufllar› beslemesi bu türlerin göç yollar›n› de¤ifltirdi ve farkl› besinlerle beslenip, farkl› mesafelerde uçan kufllar›n kanat ve gaga yap›lar› farkl›laflt›.

“3. Dünya Savafl›’nda hangi silahlar›n kullan›laca¤›n› bilmiyorum ama 4. Dünya Savafl›’nda tafl ve sopalar olaca¤›n› biliyorum.” Einstein

maktad›r. Bu projenin patentini ald›ktan sonra Tesla'n›n en büyük destekçisi J.P. Morgan bu kablosuz enerji iletimi ile flirketin bataca¤›n› anlam›fl ve finansman deste¤ini kesmifltir. E¤er destek o gün kesilmeseydi, belki de günümüzde insanlar elektri¤i ücretsiz bir flekilde kablosuz olarak kullanabilecekti. Böylece ak›m savafllar›ndan Edison galip ç›kt›. ABD’nin savunma teknolojilerini Tesla’n›n gizlenen çal›flmalar› sayesinde bu seviyeye getirdi¤i iddia edilir. S›rad›fl› bir karaktere sahip olan Tesla, para yönetiminde hiçbir zaman baflar›l› olamad›. Hayat›n›n son y›llar›n› borçlar›ndan kaçmak için otel de¤ifltirerek geçirdi. 7 Ocak 1943 tarihinde 86 yafl›ndayken New Yorker Oteli'nin bir odas›nda kalp yetmezli¤i sebebiyle öldü. Ölmeden önce teleforce silah› ad›n› verdi¤i bir çal›flma yürütmekte olan Tesla'n›n bütün dokümanlar›na ABD hükümeti taraf›ndan el konuldu. Kapitalizm mucitli¤in motivasyonunun para oldu¤unu ileri sürse de Tesla yoksulluk içinde ölen say›s›z mucitten sadece birisidir.


KÜLTÜR SANAT

15

22 Ocak 2010 / 4 fiubat 2010

Halk›n Sesi

‹yi ki do¤dun usta Şiirin büyük ustası Nazım Hikmet 108 yaşında. 15 Ocak 1902’de başlayan yaşam serüvenine, ölümünün üstünden geçen 48 yıla rağmen unutulmayan yüzlerce şiir sığdıran Nazım, doğum gününde düzenlenen etkinliklerle anıldı.

B E Y A Z

A D A M

Sanat ve Kürtler

Kim kiminle nerede?

Aylık kültür, sanat, edebiyat dergisi Sanat ve Hayat’ın Ocak- Şubat sayısı “Kürtler ve Sanat” konusunu ele alıyor. Dergide Kürt dili ve edebiyatını, Kürt tiyatrolarını konu alan yazılar ve sürgündeki Kürt sanatçıların yazıları okurlara sunuluyor.

Ünlü yönetmen Woody Alen’ın yeni filmi gösterimde. Amerikan muhafazakârlığının eleştirildiği, film kibirli ve takıntılı bir fizik profesörüyle, güneyli genç bir kızın hikâyesini anlatan film, yönetmenin olgunluk dönemi eserleri arasında yerini alıyor.

H E M

Karmate’den yeni albüm İsmi Lazca su değirmeni anlamına gelen Karmete grubu otantik Karadeniz ezgilerinden oluşan ilk albümlerini çıkarttı. Türkçe, Lazca, Gürcüce türkülerin olduğu albüme Şevval Sam, Efkan Şeşen gibi isimler katkı sundu.

Y I K I Y O R

H E M

K U R T A R I Y O R

Avatar’ın kahramanına dikkat H

ollywood yapımları genelde ‘bereketiyle’ gelir. Büyük yatırımlar yapılan filmlerin hemen ardından kitapları, oyuncakları, oyunları ve filmin adını ya da kahramanlarını kullanan ürünler pazara sürülür. Sınai üretim bu ürünleri pazarlayıp, tüketmekle meşgulken entelektüel pazarlama ve tüketim, filmin içeriğinden yola çıkarak yaptığı göndermelere yoğunlaşır, filmin ‘kodları’ çözülür, mesajları sorgulanır, mutlaka başka filmlerden ya da kitaplardan çalıntı olduğu dile getirilir. Böylece film başlı başına bir sosyal vaka olur. Sinema endüstrisinin ürünleri bu teknikle pazarlanır. Hollywood sinemasının en pahalı yapımı olarak lanse edilen Avatar için de bu kural değişmedi. 300 milyon dolara mal olan ve pazarlaması için de 150 milyon dolar harcanan, Yönetmen James Cameron’un çektiği Avatar, şimdiden başarı sağlayıp gişede 250 milyon dolar elde etti. Sinema eleştirmenleri 3 boyut (3D) teknolojisi kullanılarak çekilen Avatar’ın teknolojinin sinemaya katkısı açısından bir kilometre taşı olduğunu düşünüyor. Filmin sinema tekniği açısından bir dönüm noktası olduğunda hem fikirler. Elefltiri mi kutsama m› 2154 yılında insan ırkı tarafından tüm kaynakları tüketilerek yaşanmaz bir hale getirilen dünyadan bir şirketin Pandora gezegenindeki değerli madenleri ele geçirmek üzere yaptığı seferi

A

vatar gişe filmlerinin tüm özelliklerine sahip. Güncel bir konuya göndermeler yapıyor, epik bir anlatısı var. Üstelik öyküsü sömergecilik eleştirisi mi sorusunu akla getiriyor

öyküleyen Avatar, bu gezegenin yerli halkı Navilerle insan ırkı arasındaki savaşı anlatıyor. Öyküde gelişmiş makineler ve savaş teknolojisi karşısında Avatar adlı bilimsel bir program sayesinde Navi bedenine sahip olabilen bir Amerikan askerinin öncülüğünde halk direnişe geçiyor. Avatar’ın öyküsü akıllara ABD emperyalizminin Latin Amerika’da, Irak’ta giriştiği sömürgeci istilaları, yerli halklara

yönelik saldırılarını getiriyor. Naviler’in Latin Amerika yerli halkları ve Kızılderililerle benzerliği de bu çağrışımı güçlendiriyor. Amerika’da muhafazakâr çevrelerin bir eleştiri olarak gündeme taşıdığı ve sosyalist çevrelerde filmi olumlama konusunda temel dayanak olan Avatar’ın bir sömürgecilik eleştirisi olduğu görüşlerine bu benzerlik kaynaklık ediyor. Fakat Avatar’ın kahramanları,

gösterime girdiği ‘tarihsel an’, yönetmeni James Cameron’un sinema geçmişiyle birleşince bu görüşlere katılmak mümkün görünmüyor. Filmde ezilen halkın kurtarıcısı, sömürgeciler içinden ‘aydınlanmış’ bir asker oluyor. Üstelik bu asker tipik Amerikan beyaz erkek fantezisini gerçekleştiriyor. Hem kahraman oluyor hem de prensesi kapıyor. Üstelik gerçek bedeninin aksine sağlıklı bir bedene de kavuşuyor.

Sömürgecilere karşı kurtuluş mücadelesinde kahramanın sömürgecilerden birisi olması ve halkın kendi birlikteliğini bile bu ‘beyaz adama’ borçlu olması hikâyenin ezilenlerin gözünden anlatılmadığının ispatı. Avatar Amerika’nın giriştiği açık işgallerin ancak yerli halkların kendi öz direniş hareketleriyle durdurulduğu gerçeğinin üstünden atlanarak hazırlanmış. Vietnam’da, Bolivya’da ve daha nice yerde ABD’yi ve sömürgeci saldırıyı durduran, halkların kendi direnişiydi çünkü. Elbette bu noktada yönetmenin kendi öyküsünü anlattığı, esinlenmelerini birebir yansıtmak zorunda olmadığı ve işi gereği gerçeklerden bağımsız davranabileceği tezi savunulabilir. Fakat yönetmen Cameron’un Pentagon tarafından denetlendiği aşikar bir film endüstrisi olan Hollywood’da kendi sanatçı yaratıcılığından aldığı özerklikle mi yoksa Pentagon’dan aldığı eleştiriyle mi hareket ettiğini kimse bilemeyecek. Buna rağmen filmin ezilen bir ırktan gelen siyah bir Başkan’ın dünyayı daha iyi bir yer yapacağı umuduyla ABD başkanı seçildiği bir tarihsel anda gösterime girdiğini de unutmamak gerekiyor. Navileri ezilen halklarla özdeşleştirmek doğru mudur bilinmez ama filmin kahramanı ABD askerini Obama ile özdeşleştirebiliriz. Sömürgecinin barış getirecek merhametli ve değişimi temsil eden yüzünü ikisinde de görmek mümkün.

Yönetmen makineyi sevmiyor E

şitlikçi olduğu ve ABD sömürgeciliğini eleştirdiği iddia edilen filmin yönetmeni James Cameron’un geçmişine baktığımızda Terminatör 1-2 filmlerinde bilim kurgu türünün muhafazakar damarını oluşturan makine düşmanlığı üzerine odaklandığı görülüyor. Bazı eleştirmenler makinenin

İhalesi tuzu biberi

2

1 ay önce büyük tartışmalar ve protestolar altında yıkılmıştı Muhsin Ertuğrul Sahnesi. “Daha iyisini, daha modernini yapacağız, zaten çok eski bir yapı” denilmişti. Fakat bazı tiyatro çevreleri ve sanatçılar o zaman bu yıkımın, tiyatronun kara kaşı kara gözü hatırına değil, kongre vadisi projesi adı verilen rant, betonlaşma ve çevre katliamı projesine peşkeş çekilmek üzere yıkılıp yok edileceğini biliyordu. Sahnenin manevi değerinin kaybolmasını istemiyorlardı. Dekore edilmesini istediler. Bütün bunlara rağmen sahne yıkıldı ve 16 Ocak 2010 tarihinde düzenlenen bir törenle yeni sahne açıldı. Açılış töreninde konuşan Erdoğan, kendilerinin sanat, hizmet ve yenilik anlayışını öve öve bitiremedi. Yeni açılan salonun işletmesi için gelecek ay bir ihale yapılması planı da hükümetin ‘yüksek sanat’ kaygılarının tuzu biberi olsa gerek.

insanı kendine köle edeceği korkusunu, burjuvazinin kendi varlığını tehlikeye düşürebilecek işçi sınıfının özgürleşmesi korkusuyla açıklar. Avatar’ın yönetmeni Cameron da bu türün ve akımın sinemadaki önemli temsilcilerinden birisidir. Romantizmin doruk yaptığı Titanic filminde bile dev bir makineler sisteminden

oluşan gemiye duyulan güvenin insanların hayatına mal olduğunu anlatır. Avatar yönetmeninden kahramanına, yapımından tüketilmesine kadar buram buram bir Hollywood filmi. Bir kurtuluş destanına tanıklık yerine sahip olduğu görsel zenginlik ve kullanılan yeni teknolojiyi deneyimlemek için izlenmeye değer.

“Yok oluşa karşı tek çarem resim” “Y

aşamıma giren tarih ve geçmişin günümüzdeki kalıntılarıyla ilgiliyim. Resmim kalbimin ışığını yansıtır…” diyen çağdaş Türk resim sanatının önemli temsilcilerinden biri olarak anılan Güzhan Müstecaplıoğlu, 2010 yılına üç sergiyle ‘merhaba’ diyor. İlk olarak ‘Herşey Helak Olur’ adını taşıyan sergisi 2 – 22 Şubat tarihleri arasında Ankara Erenus Sanat Galerisi’nde izleyiciyle buluşuyor. Sergilenecek eserlerin arasında iki adet 15 metrelik büyük boyutlu tuval üzerine yaptığı çalışma bulunuyor. Müstecaplıoğlu bu çalışmasına ‘Cennet Cehennem’ adını vermiş. Müstecaplıoğlu’nun, ‘Yaşam Ölüm ve Mistizm’ adını taşıyan sergisi ise 1 Nisan – 21 Nisan tarihleri arasında Hollanda’nın Rotterdam kentinde yapılacak. Üçüncü sergisi ise Dubai’de 14 Mayıs – 30 Mayıs tarihleri arasında izleyiciyle buluşuyor. Sergi, “Dünyada Bir Ben Varım / Bende Bir Dünya Var / Ne Dünya Var, Ne Ben Varım” adını taşıyor. Ayrıca sanatçı, haziran ayı itibariyle Bodrum Dibekli Han Sanat Köyü’nde yaz boyunca süre-

cek atölye ve açık atölye çalışmalarına, kişisel ve karma sergilere katılacak. Güzhan Müstecaplıoğlu, modernist toplumsal yapıyı hicvederken bir heccav (hiciv şairi) kıvraklığıyla kullanır fırçasını. Resim yapmak bir eseri meydana getirmek tam da böyle bir şey değil midir? “Resimlerimde betimlemeler yapmam, nüfuz ederim tuvale, kavrarım resmi ve kendimce bir ‘giz’e erişirim’ diye anlatıyor resimle olan ilişkisini Müstecaplıoğlu.

Sanatçı resimlerini ‘işlerken’ tuvali tek bir motif olarak ele alır. Aynı motife dönme isteği, geri dönme isteği vardır onun fırça darbelerinde. Sanatçının resmi oluştururken hiçlikten korkmaması gereğine inanır. Onun resimlerini biraz dikkatle incelersek eğer, aslında hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir ressamla karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Bir diğer önemli yanı ise Ömer Hayyam’ın şiirleriyle beslemesidir resmini. Güzhan Müstecaplıoğlu

için “Hep yenilenip duran ‘şimdi’de ölmekte olandır ‘insan’. Ne olduğunun önemi yoktur, yerin ve durumunda bir önemi yoktur. Ve her zaman ötesinde ‘kurtuluş’ diye bir şey yoktur onun için. Varoluş acısı yaşar yalnızca.” Onun için resim varoluşumuzla yüzleşme cesareti göstermektir… Sanatçının tek çaresinin üretmek olduğunu ifade eden Müstecaplıoğlu, sanatını Dünya ile özdeşleştirip ‘Dünya, uyku uyuyanın rüyası gibidir’ diye anlatıyor. Eserlerindeki mutlak sessizliğin hakimiyetine, devinimsiz mutlak sessizlik gözüyle bakar. Onun için hep bir iç zorunluluk duygusu uyandırır izleyende. Bir zanatkarın özverisiyle işler motiflerini, bir renk ancak yanında başka bir renk olunca bir işlev kazanır onun resimlerinde. Güzhan Müstecaplıoğlu diğer çağdaşlarından farklı bir şekilde oturuyor tuvalin başına ve şöyle diyor: “Tek çarem resim, yok oluşa karşı durmak için tek çarem resim. Yaşadığım zor ve belirsiz yıllarda bir özgürlüğe kavuşmaydı, bir kurtuluştu resim.”

Rock Tarihi-3 Hard Rock ve Punk 0’lar›n sonunda rock gitar Jimi Hendrix gibi isimlerle daha sert bir sese kavuşmuştu. Ayn› dönemde bu sert soundu daha da ileriye götüren Led Zeppelin, Deep Purple, The Who, Iron Butterfly gibi gruplar hard rock türünün ilk temsilcileri olarak rock müzik sahnesine ç›kt›lar. Özellikle Led Zeppelin’in 1969 tarihli kendi ad›n› taş›yan albümü, Deep Purple’›n In Rock(1970) albümü ve The Who’nun Live at Leeds albümü müzik tarihinin ilk hard rock albümleri olarak kabul edilir. Bu gruplar ayn› zamanda metal müziğin de temellerini att›lar. Özellikle Deep Purple’›n gitaristi Ritchie Blackmore’un tarz› ve grubun solisti Ian Gillan’›n scream (ç›ğl›k) vokalleri o zamana kadar duyulmam›ş sertlikteydi. 1972-73 y›llar›nda Berkay hard rock Alice Özbek Cooper, Queen ve Halkevleri Kültür Aerosmith ile birlikte Sanat Atölyesi ana-ak›m bir müzik türü haline gelmeye başlad›. Asl›nda müzik endüstrisi er ya da geç her müzik türüne yapt›ğ›n› gene yapt› ve daha uysal hard rock gruplar› ç›kmaya başlad›. Led Zeppelin ve Deep Purple art rock ak›m›ndan da etkilenmiş gruplard›. Fakat arkalar›ndan gelen gruplar için bunu söylemek pek mümkün değildir. Hard rock türü ticarileşirken art rock ak›m›na dahil olan gruplar da ya orta s›n›flar›n müziği haline geldiler ya da anaak›m müziğe savruldular. 70’li y›llar›n ortas›nda ABD ve İngiltere’de bu ticarileşme ve elitist tavra karş› punk müzik ortaya ç›kt›. Sex Pistols, The Clash ve Ramones ilk punk rock gruplar› kabul edilir. Punk rock şark›lar› basit yap›lara, k›sa sürelere ve agresif şark› sözlerine sahipti. İlk döneminde politik şark› sözlerine de s›k s›k rastlan›rdı. Punk gruplar›, rock müziğin herkesin icra edebileceği birşey olmas› gerektiğini savunuyorlard›. Ramones grubunun solisti bir röportaj›nda “ gençlerin bizi dinleyince bunu biz de yapabiliriz demelerini istiyorduk. Rock & roll bununla ilgili olmal›yd›. Jimi Hendrix, Jeff Beck gibi isimleri dinleyince bunu çalmam için 12 sene çal›şmam laz›m diye düşünürdünüz.” diyordu. Bu bak›ş aç›s› basitçe sanat›n halk›n erişebileceği bir yerde durmas›n› savunuyor gibi gözükebilir. Ancak daha çok yetenekli olmadan hatta emek vermeden de müzik yap›labilmesini savunmaya daha yak›nd›r. Punk ak›m›n›n müzik dünyas›n›n kalan›na getirdiği eleştriler sadece Art Rock’›n elit bir kesimin müziği haline gelmesine değil, onun rock müziğe bütünlüklü bir sanat olarak bakmas›na da karş›d›r. Zira Sex Pistols grubu konserlerine “Pink Floyd’dan nefret ediyorum” yaz›l› tişörtlerle ç›k›yorlard›. Bu ak›m›n hatas›, Art Rock’›n orta s›n›flara hitap etmesinden müziğin kalitesini, karmaş›k yap›s›n› sorumlu tutmalar›d›r. Halbuki sorumluluk daha çok bu gruplar›n esas olarak birer sanatç› olarak yarat›c›l›klar›n› konuşturduklar› uzun şark›lar›na radyoda yer vermeyen müzik endüstrisinindir. Sex Pistols grubu geçtiğimiz y›llarda Rock & Roll Hall of Fame’e davet edildiğinde bunu bir protesto mektubu göndererek kabul etmedi. Gerçi dev plak şirketleriyle milyon dolarl›k anlaşmalar imzalad›ktan sonra bu eylemlerinin samimiyeti tart›ş›l›r oldu. Punk ak›m› başlang›çta doğru ya da yanl›ş söyledikleriyle tutarl› bir çizgide ilerlerken, hemen her müzik ak›m›nda olduğu gibi kapitalizm tarafından uysal versiyonlar›n› yaratt›.

6


SOKAĞIN SESİ

ÜRETEN B‹Z‹Z YÖNETEN DE B‹Z OLACA⁄IZ

22 Ocak 2010 / 4 fiubat 2010

Halk›n Sesi

“D‹RENEB‹L‹R, HAKLARIMIZI KAZANAB‹L‹R‹Z!”

Tekel direnişi her yerde

Ne ya¤mur, ne kar, ne AKP’nin yalanlar›, ne polisin copu Tekel iflçisinin direnifl azmini k›ramad›. Binlerce iflçi omuz omuza Ankara’n›n ayaz›n› da, AKP iktidar›n›n masallar›n› da da¤›tan bir direnifle imza at›yor

Tek el’imizle boğacağız! TEKEL işçisinin önünde hiçbir güç engel olamayacak. Uzun yıllar sonra yeniden ortaya çıkan büyük işçi direnişi halkın insanca ve güvenceli yaşam talepleriyle buluştukça güçlenecek

T

ekel işçilerinin direnişi bir ayı geçkin süredir Ankara sokaklarında. 14 Ocak günü yaklaşık 15 bin işçiyle başlatılan 3 günlük oturma eylemi, 17 Ocak günü gerçekleştirilen miting, ardından 3 günlük açlık grevi... Kar, kış, soğuk demeden direniş her geçen gün büyüyerek devam ediyor. Direniş uzadıkça sadece Ankara sokaklarında eylem yapan, oturan, türkü söyleyen, halay çeken işçiler değil tüm Türkiye halkı işçi sınıfını, hakları için mücadeleyi yeniden öğreniyor! Ve direniş uzadıkça çözülmek, moral bozmak, kırılmak bir yana direnişe katılan işçiler, direnişe destek veren herkes, daha da bileniyor. Direnifl okulu ö¤retiyor! “43 yaşındayım şu on günde yaşadıklarıma bakarsam 43 yılı boşa yaşamışım” direnişçi bir işçinin kendi ağzından dökülen cümleler bunlar. O işçi ki daha önce hiçbir toplumsal eyleme katılmayan hatta televizyonda eylemcilerle polisi karşı karşıya gördüğünde polisin eylemcileri bir çabuk dağıtmasını dileyen ve bunu tüm samimiyetiyle dile getiren bir direnişçi. Sözlerine şöyle devam ediyor: “Biz daha önce iyiyle kötüyü yanlış biliyormuşuz. Bizim iyi bildiklerimiz gerçekte kötü, bizim kötü bildiklerimiz gerçekte iyiymiş.”

Direnişin değişim gücü o kadar kuvvetli ki bunu öğrenmek için direnişe katılmaya gerek yok. Sakarya Caddesi’nin bir ucundan yürümeye başlayan herhangi biri diğer ucunda yürüyüşünü bitirdiğinde ardında bıraktığı görüntüyü düşündüğünde başka bir Türkiye istiyor. Kaldırımlarda strafor üstünde yatan, sandalye tepesinde uyumaya çalışan, sosyal haklarının elinden alınmasına karşı dişiyle, tırnağıyla, onuruyla direnen on binlerce işçiyi gören, sokağın bir tarafından gelen Kürtçe müzikle, diğer tarafından gelen Lazca müziği duyduğunda, Trabzonlu işçiyle Diyarbakırlı işçinin kol kola direniş türküleri söylediğini görünce başka bir Türkiye manzarasına tanık oluyor. AKP halka hesap verecek! Direniş uzadıkça işçiler arasında AKP hükümetine yönelik öfke de giderek artıyor. Hükümetin halk düşmanı politikaları her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. İşçilerin kazanılmış hakları ellerinden alınarak güvencesiz çalışmaya zorlanan ve bunu yaparken her türlü yalanı kullanmaktan çekinmeyen AKP hükümetinin gerçek yüzü daha da belirginleşiyor. Tekel işçilerinin direnişini desteğe gelen toplumun farklı ezilen kesimlerinin dertleri artık Tekel işçilerinin de

dertleri. Çünkü işçiler artık düşmanın aynı olduğunu ve tüm ezilenlerin kaderinin bir olduğunu biliyor. Dikmenlilerin barınma hakkı mücadelesi, Uşak Pazarcıklıların, Niğde Hasangazililerin siyanürlü altın çıkarmaya karşı mücadelesi, ataması yapılmayan öğretmenlerin atama sorunları, üniversite öğrencilerinin parasız eğitim mücadelesi, sağlık emekçilerinin güvenceli iş talebi Tekel direnişinde Sakarya sokaklarında bütünleşiyor. AKP politikalarının yarattığı bütün sorunlar miting alanına taşındığı gibi Tekel direnişinde simgeleşiyor ve halkın bütünlüklü direnişini yaratma konusunda büyük olanaklar yaratıyor. Örgütlü halk yenilmez! Bu karşı duruşun önünde hiçbir güç engel olamayacak. Uzun yıllar sonra yeniden ortaya çıkan büyük işçi direnişi giderek halkın insanca ve güvenceli yaşam taleplerinin direnişine dönüşüyor. Önce Ankara halkının sonra tüm Türkiye’nin gözü kulağı Tekel işçisinde. Giderek yoksullaştırılan, işsizleştirilen, güvencesizleştirilen kısaca tüm hakları elinden alınmak istenen Türkiye halkı Tekel direnişiyle bir dönüm noktasında. Direniş nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, Tekel işçisi kazandı.

Türk-‹fl’in Ankara mitingine 100 bin emekçi kat›ld›. Grev karar› aç›klamamas›na öfkelenen TEKEL iflçileri önce kürsüyü sonra da Türk-‹fl Genel Merkezini iflgal etti. Tüm Türkiye halkına öncelikle AKP hükümetinin gerçek yüzünü gösterdi. Haklarını gasp edenlere karşı birleşerek direnilebileceğini, bu direnişi engellemeye, zayıf düşürmeye çalışan her kim olursa olsun; ister ağzı bozuk başbakan, ister eli sopalı, gazlı kolluk güçleri, ister çeşitli pazarlıklarla koltuğunu korumaya çalışan sendika

başkanları... hiçbirinin gücünün yetmeyeceğini gösterdi. Bu direnişi kendi direnişi gibi kavramayan, Tekel direnişinin tüm ezilen halkın direnişi olarak görmeyen, direnişin öznesi olamayan her kimse Tekel direnişçilerinin yarattığı rüzgarla kendi varlık nedenini yeniden sorgulamak zorunda.

Baflka yolu yok, direnifl büyüyecek! D

irenişte sadece Tekel işçisi öğrenmiyor, Türkiye solu ve toplumsal muhalefetin bütün unsurlarının da direnişten çıkarttığı dersler var. Tekel direnişi sonucu ne olursa olsun şimdiye kadar ortaya çıkardığı değerlerle zaten başarıya ulaştı. Tabii ki Tekel işçilerinin haklarını geri alması önemli bir kazanımdır fakat direnişin geldiği nokta çoktan Tekel işçilerinin özlük hakları mücadelesini aştı. Direniş tüm Türkiye halkının ve işçi sınıfının geleceğiyle ilgili önemli bir dönüm noktası oldu. Bundan sonraki süreç direnişin sendikal hareketin içerisinde bulun-

16

duğu krizi aşması, sol hareketin yenilenmesi açısından ne gibi sonuçlar doğuracağını gösterecek. Bu noktada ilerici emek - meslek örgütlerinin ve solun atacağı adımlar daha da önem kazanmış durumda. Şimdiye kadar bu yenilenme dinamiğinin yeterince kavranamadığı, sürecin toptan bir direnişe dönüştürülmesi noktasında yeterince atik davranılamadığı aşikâr olsa da Tekel işçilerinin son günlerde iyice artan “genel grev, genel direniş” çağrısını ilerici emek örgütleri karşılıksız bırakmadı. Uzlaşmacı Türk-İş yöneticilerine rağmen işçilerinin aşağıdan zorla-

malarıyla örgütlenen Tekel direnişinin genel grev çağrısının karşılıksız kalması durumunda, sendikal bürokrasinin eleştirilerin odağına yerleşmesi kaçınılmaz gözüküyor. Sendikal merkezler kadar Türkiye solunun da Tekel direnişinden kendi üzerine alması gereken sonuçlur mevcut. Direnişin ilk günlerindeki seyretme-algılama durumu Abdi İpekçi Parkı’nda işçilere yönelik devlet şiddetiyle birlikte ortadan kalkmış, sol direnişe duyarsız kalamamıştır. Bu duyarlılık direnişe verilen desteğin niteliği tartışmasıyla derinlik kazanmış ve tüm sol güçler bir düzeyden direnişle ilişkiye geçmiştir ancak

Tekel direnişi sol açısından basitçe bir destek ilişkisi ile kavranabilecek bir direniş değildir. “Arkanızdayız, destekliyoruz” yaklaşımı, sınıfa dışarıdan bilinç götürmek adına sol grup reklamı yapmak, direnişçiye direnmenin propagandasını yapmak gibi davranışlar sudaki balığa yüzmesi gerektiğini söylemekten öteye gitmeyen çabalardır. Hele ki tüm toplumu sarsma potansiyeli olan büyük bir işçi direnişiyle ilk kez karşılaşmış genç bir devrimci kuşağın direnişin bağrına yerleşmesi, direnişçi işçilerle kader ortaklığı yapması, destekçi değil direnişçi olması işçi sınıfıyla pozitif bir ilişki kurulabilmesi için zorunlu gözük-

mektedir. Tekel direnişi, ülkemizde yaşanan neo - liberal saldırıların simgeleştiği bir direniş haline gelmiştir. Yaşanan öncelikle bir güvencesizleştirme saldırısıdır. Tekel işçisine güvencesiz çalışma koşullarını dayatan sistem eğitim alanında, sağlık alanında, insanların barınma sorununda da aynı saldırgan politikaları yürütmektedir. Bu alanlarda mağduriyet yaşayan kesimler uygun ortam yaratıldığında kolayca omuz omuza yürüyebilmektedir. Yaşanan pratik süreç, solun direnişi toplumsallaştırmasının ve kendini yenilemesinin yolunu da açıkça göstermiş durumda.

Adana: 8 Ocak'ta TEKEL işçileri yol kapattı. Adana-Mersin yolunu kapatan işçiler taleplerinin kabul edilmesini istedi, direnişi sonuna kadar sürdüreceklerini vurguladılar. Balıkesir: Türk-İş Balıkesir temsilciliği üyeleri, Tekel işçilerine destek vermek amacıyla AKP önünde “Tekel işçilerinin yalnız olmadığını” vurgulayan bir eylem yaptı. Tokat: Tekel işçilerine destek için Tokat Cumhuriyet Meydanı’nda kitlesel eylem yapıldı. Antalya: 8 Ocak'ta AKP İl Binası önünde Türk-İş, DİSK ve KESK'e bağlı sendikalar eylem yaparak Tekel işçilerine destek oldular. Kırıkkale: 8 Ocak'ta Tekel işçilerine destek amacıyla Cumhuriyet Meydanı'ndan AKP il binası önüne kadar yürüyüş düzenlendi. Muğla: Yatağan’da Tekel direnişine destek olmak için sabah işyerlerinde 3 saat iş bırakarak eylem yapan maden ve enerji işçileri, öğleden sonra da Yatağan Yem Sanayi önünde eylem yaparak Türk-İş’e genel grev çağrısı yaptı. YatağanMilas karayolunu trafiğe kapatan işçiler, “Her yer Tekel her yer Yatağan”, “Türk-İş göreve genel greve” sloganlarını attılar. Eskişehir: Türk-İş’e üye sendikalar, iş bırakarak AKP il binasına yürüdüler. Rize: Tek Gıda-İş üyesi Çaykur işçileri Tekel işçilerine destek vermek amacıyla 50 kişilik bir kafileyle Ankara'ya gittiler. İstanbul: l5 Ocak Cuma günü bir basın açıklamasıyla Ankara yollarına düşen Cevizli Tekel işçilerini yolcu eden Kartal’daki emek ve demokrasi güçleri, akşam saatlerinde Ahmet Şimşek Koleji önünde toplandı. Minibüs yolunu trafiğe kapatan emekçiler, AKP ilçe binasına yürüdü. İzmir: Türk-İş 3. bölge temsilciliğine bağlı sendikalara üye işçiler 8 Ocak'ta AKP il başkanlığına yürüdü. Direnişe uluslararası dayanışma mesajları da geliyor. Venezüella’nın UNT sendikası, Filistin İlerici Emek Cephesi ve Halkların Uluslararası Mücadele Ligi direnişi selamladı.

Direniş şenliğinden izlenimler MÜBERRA RÜZGAR Tekel işçilerinin 4/C sefaletine karşı Ankara’da sürdükleri direniş, ülkenin dört bir tarafından diğer Tekel işçileri ve ailelerinin oturma eylemiyle sürüyor. Kadın ve erkek işçiler çocukları da dâhil olmak üzere Ankara’nın Sakarya bölgesindeler. Güne ifl b›rakmayla bafllad›k Türk-İş Başkanlar Kurulu’nun kararıyla 15 Ocak’ta iş bırakma eylemi vardı. Çalışma yaşamını 18.yy işçi köleliğine çevirmeye çalışan yasa ve uygulamalara karşı üretimden gelen gücünü ortaya koyan işçiler “çalışmama haklarını” kullanarak işe gitmedi. Ankara’da sendikalarının veya işyerlerinin önünde buluşan işçiler kortejler halinde sloganlarla Türk-İş önüne geldiler. Burada

direnişe devam eden Tekel işçileriyle buluşan işçiler öğleden sonra başlayacak olan oturma eyleminin heyecanını birlikte yaşadılar. Günefl batt›, mumlar yak›ld› Tuna Caddesi üzeri. Burger King’in önündeyiz! İçerisi bomboş, dışarısı tıklım tıklım. Ortada bir davulcu. Ankara’nın davul ve zurnacıları genellikle yoksul Çinçin Mahallesi’nin sakinleridir. Davulcunun etrafında İzmirli işçiler. Ege’nin pehlivan Koca Yusuf’u da tempo tutuyor… Koca Yusuf İzmirli bir Tekel işçisi. Kazağı gömleği çıkarmış. “Üşümüyorum” diyor. Haklı, ortam Ankara kışına inat sıcak. Üç kad›n, bir battaniye Açlığı ve yoksulluğu kader kabul etmeyen kadınlar tası tarağı, çoluğu

çocuğu toplayıp gelmişler. “Açlık ve yoksullukla dolu bir geleceği paylaşmayız ama dünya malını paylaşırız” diyorlar. Bir battaniye üç kadının dizlerini ısıtıyor. Davula tempo tutuyorlar, halay devam ediyor. Tekel tribünü Ortada bir işçi, amigoluk yapıyor. Amigo sol elini kaldırıyor, soldakiler ses veriyor “gün gelecek”, sağ elini kaldırıyor “devran dönecek”, sol “AKP halka” , sağ “hesap verecek”. Amigonun iki eli havada, işçiler ayağa fırlıyor “laylaylaylay ooo direniiişşş...” Bitlis’in tütünü bir baflka Kaybolmak, kaytarmak yok. Bitlisliler saat başı yoklama alıyor. Naşide Abla’yla tanışıyoruz. Sohbet tadında bir röportaj başlıyor. “4/C’ istemiyoruz, kadrolu, güvenceli iş

istiyoruz” diyor. 20 saatlik yoldan gelmişler. “Biz burada birlikten kuvvet doğuruyoruz, açılımı da yaptık, doğusu batısı buradayız, ortak noktamız yetim hakkı yememiş olmamız, ayrıca ben de yetimim” diyor. Bir başka kadın işçi katılıyor sohbete: “Kurban Bayramı arifesi dahil çalıştık. Altlarındaki araba öyle gelişmiş ki kör bile kullanır, dünyanın parası o arabalar. IMF uşağı olmuş bizim cebimizden borç ödüyor. Verdiği para ev kiramız kadar, oğlunun bir günlük harçlığı kadar. Ben ayağı kırık oğlumu bırakıp geldim. Vahit Kiler, Bitlis milletvekili, “yaprak tütün benim namusumdur” diyordu, namusun şerefindi şimdi nerdesin, kazanana kadar ölmek var, dönmek yok” diyor. Naşide Abla bağlıyor sohbeti; “Ankara’nın soğuğu 4/C’den daha sıcak.”


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.