Yaşar kemal al gözüm seyreyle salih görsel yayınları

Page 1


YAŞAR KEMAL *

Al Gözüm

Seyreyle Salih


e Yayın Hakkı: Yaşar Kemal Türkiye'de Yayın Haklo: Görsel Yayınlar A.Ş. Sekizinci Baskı Görsel Yayınlar, İstanbul1994 Kapak Resmi: Abidin Dino Baıııkı: Yazır Matbaacıhk 162 ISBN975-433-ü11-5

GÖRSEL YAYlNLAR ANSiKLOPEDiK NEŞRİYAT A.Ş. Ankara Caddesi Görsel Han No: 40 34440 Cağaloğlu-İstanbul Tel: 5221717


YAŞAR KEMAL Al Gözüm Seyreyle Salih

n

GCBlsELYAYJNLAR


Kulağı kirişteydi, ilk horozlarda yataktan fırladı, yü­ züne bir iki avuç su atıp dışarıya çıktı. Evde herkes uyu­ yordu. Dokuma tezgahları hüzünlü, kanları çekilmiş, ölü gibi sessiz öylece ortalıkta duruyorlardı. Kafasında tezgah­ ların gürültüsü, rnekikierin işleyişiyle yola düştü. Az son­ ra balıkçılar ardı ardına rıhtımdan denize açılacaklar, de­ nizin ta ucunda, arkasında yitip gideceklerdi. Temel Reis de gidecekti kocaman mavi motoruyla. Mavi motor çok ma­ vi bir kuşa benziyordu. Temel Reis öyle diyor, mctorunu, mavi kuşuro diye seviyordu. Rıhtıma gelip de kayasının kovuguna girip seyretmeye başladığında ilk balıkçı motoru denize açılıyordu. Bu ilk mo­ tor, uzun boyunlu, kırmızı yüzlü, yüzü bir yırtıcı kuşun yü­ züne benzeyen Kara Osman Reisindi. Şu Kara Osman Reis var ya, Reise kurban olsun, hiç bir şeye benzemiyordu. Ya­ nında da hiç bir tayfayı barındırmıyordu. Her tayfa onun­ la ancak bir kere denize çıkıyor, sonra canını karaya zor atı­ yordu. Ço�u kez denize ancak iki, çok çok üç tayfayla çıka­ biliyordu. İnsanlara deli gibi kızıyordu. Hep kendisi haklıy­ dı. Ne yapsa, ne etse hep kendisi doğruydu. Yeryüzündeki tekmil yaratıklar ona kötülük yapmak için varolmuı;:lardı: . . Bu limana kış, bahar aylarında Karadenizden, Marma­ radan, Çanakkaleden çok balıkçı teknesi geliyordu. Türlü türlü tekneler, insanlar rıhtım boyunca kıyıyı dolduruyor­ lardı. Kara Osman Reisin arkasından «Ekmek Parası» moto5


ru ayrıldı !imandan. Onun arkasından da, çok yeşil «Derya Gülüı. açıldı. Sonra sırasıyla birer ikişer, dumanlarını sa­ lıvererek, pat pat, denize yürüdüler ötekiler de.

Temel Reis de gitti. Salih saydı, dokuzuncu motor onun bindiAi motordu. Temel Reisin boynunda her zaman kırmızı bir mendil dolalı olurdu. Önce motorların sesi gittikçe uzaklaştı, patpatları ·du­ yulmaz oldu. Sonra tekmil motorlar birer ikişer denizin ucun­ dan öteye düşüverdiler. Deniz bomboş kaldı. Martılar Dış adanın üstünden bir havalanıyor, sonra bir

büyük çarşaf gibi apak dalgalanarak gerisin geri adanın üs­ tüne inip, kararmış adayı apak örtüyorlardı.

Salih bir süre gözlerini bomboş kalmış, dümdüz deniz­ den ayıramadı. Sonra yoruldu, martılara bakma�a başladı. Ondan da bıktı, canı sıkıldı, içi bir boşlukla büyüdü, kalktı, kıyı boyunca, suların ucuna basa basa Kumtepeye dogru yü­ rüdü. Kumlar dalga dalga, damar damar, çok budaklı bir tahta gibi işlenmiştiler. Midye kabukları kumiara saplan­ mışlar diş diş, ürpermiş tüyler gibi kumlardan çıkmışlar­ dı. Şişeler, çam kabukları, tahtalar, naylon toplar, su kap­ ları, bakraçlar, sürahiler ... Kıyı zifte bulanmıştı. Dış ada da zifte bulartmıştı yarısına kadar, deniz zift kokuyordu. Salih bir küçücük karabatak ölüsü gördü. Gövdesi kum­ lukta, başı denizin içindeydi, küçücük güzel başı incecik çır­ pıntılar bir o yana bir bu yana sallayıp duruyorlardı. Salih bu ölü, hüzünlü karabataga daldı kaldı. Gözlerini bu ölü kuş­ tan uzun bir süre ayıramadı. Ölüm neydi, ölüm neredeydi?­ Nasıl bir şeydi? Şu denizde durmadan oynayan, batıp çık�n kuş, nasıl böyle ölmüştü? Ölüm neydi, nereden geliyordu, var olan bir şey miydi? Ölü kuşu yerden aldı, kayal.iAın tepesine, dizleri acıya­ rak çıktı. Sol eli de kanadı. Ölü karabatalı var gücüyle ka­ yalılın sivrisinderi denize fırlattı. Karabatak bir iri dalga­ nın ortasına düştü. Battı ·çıktı, batt.ı çıktı, sonra denizin dü­

züne serildi kaldı. Salih kayalıktan çabuk çabuk indi. Kulalına ta uzak­

taki kasabadan çek�ç sesleri geliyordu. Kayalıtın dibini ya-

8


lıyordu deniz, tutuna tutuna karşıya geç'ti.

Birden durdu.

denize uzanmış kayanın çukurundaki S\lyun içind e bir mar•

tı yavrusu görmüştü, kuş çırpınıyordu. Yüre�i hop etti, ora­

ya koştu. Martı yavrusu sarı karamsı gagasını açmış, kanat­ larını gelişigüzel

savurmuş,

tüyleri

domur

domur...

Salih

vardı. · yavrunun başında durdu, sonra e�ildi kuşu eline al­ dı. ){uşun bir kanadı kırıktı, tüyler� de yer yer yolunınv.ş.c.gi,.. biydi, kanadın bir kısmı çıplaktı. Salih üşüyen, titreyen martı 'yavrusunu gömle�inin ete­ ğine sardı. Martı yavrusunun gözleri güzeldi. Uz�n bir sü . 1'e de onun gözlerine daldı. Sonra birden kendisine geldi, o öyle durmuş seyrederken nerdeyse fıkara yavru ölecekti. Martılar ne yer, martı yavrusu ne yer, balık değil mi? Salih bu buluşuna çok sevindi. Kırık kanadı ne yapmalı, martılar da insanlar gibi, değil mi? Belki de değil... Büyük anası bir belaydı, çok mendeburdu, ona da, herkese de, bü­ tün dünyaya da düşmandı. Kurda kuşa, börtü böce�e de düş­ mandı. O dünyadaki her şeyi kırıp dökmek, öldürmek ister­ di ya, çok da güzel merhem yapardı. Onun merhemi kur­ şun yaralarını bile üç günde iyi e:�mişti, bir küçücük kuşun mu kanadını iyi edemeyecekti? Onun merhemleri her der­ de dermandı. Bunu bu ·kasabada da, köylerinde de, bu kıyı­ larda da bilmeyen yoktu. O kaçakçılar bile, denizdeki tüfek­ li korsanlar bile onun merheminin ölüyü dirilttiğini bilirler­ di. Ammavelakin bu kanadı kırık kuşu Salih ona nasıl alır da götürürdü? Bu kuşu bulduğuna sevinmişti. Belki de bi­ raz sonra böyle bir kuşu var diye sevincinden deliye döne­ cekti, gözleri, tüyleri duman rengi, gö�sü kar gibi, ne güzeldi. İnsan bakınağa doyamaz. Çok üzüldü Salih, bin pişm·an oldu. Zaten eskiden de pişman olmuştu ya, şimdi artık pişmanlığının ölçüsü yoktu. Çok fena, çok fena bir şey yapmıştı büyük anasına. İyi ki Ct mend_ebur

bağırsak

ölmemtşti.

Keş i

de o

zaman

ölseydi.

cVarsınlar öylesi insanlar ölsünler,ıo diye söylendi Salih. c:Öl• sünler...

Böyle ·yeryüzüne gökyüzüne düşman, cehenr.. emdc yaşayacaklarına, ölsünler.ıo Salibin öfkesi arttıkça artıyor, denize doğru bıçak

7

g!.b�,


«ölsünler• sözcü�ünü kapıp koyveriyordu. Çocukluk işte, ne

vardı yani, Jll.e vardı da, ne kadar kötü olursa olsun büyük

ana, ne vardı da ona bu kötülüttü yaptı, öldürücü darbeyi indirdi?

O gün bugündür iflah olamayıp

gitti kadıncağız.

Belki de Salihe daha öfkesi geçmemişti. Belki de bir gece onun gırtlağını sıkıverir öldürür şuraya atardı. Arada sıra­ da daldırıp gittiği tezgahının başında Salihe bir göz atıyor­ du ki, ağılı bir kurşun gibi bakışları. Salihin bu yanından gi­ riyor, öteki yanından çıkıyordu. Al işte, şimdi de işi düşmüştü. Onun yüzünden bu fıka­ ra martı ölecekti. Salih büyük anaya o kötülüğü yapmamış olsaydı, büyük ana belki de ona merhem verir belki de ken­ di eliyle bu fıkara martının yarasını sarardı. Ne belkisi, ke­ sinlikle sarardı. O kurda kuşa, börtü böceğe, açan çiçeğe bile düşman değil miydi? O kadar yaşlıydı ki kimi zaman düş­ manlıklarını unutuyor, unuttuğunda yüzü nur gibi, bebecik­ lerin suratları gibi, ama kırışık, örümcek ağı, bir bebe yüzü gibi oluyordu. Belki de bir an unuttuğunda, Salih onun o �mını yakalayıp elinden merhemi alabilirdi. O da, o da herkese bu kadar kötülük düşünmesin. İyi, çok güzel ettim ona ya, dişlerini sıktı, olan bu kuşa oldu. Kimbilir,

belki

de...

Kuş kanadından aniayacak kimse yok mu acaba,

kuş

kanadını iyileştirecek? Bütün kasabayı gözünün önünden ge­ çirdi, vay anasını, büyük anasından başka bu işi yapabile­ cek kimse yoktu kasabada. Çok insan vardı, çok da i:ti in­ san vardı ya, ölü diriltecek merhemi olan bir tek insan

v:aı'·

dı, o da o dağarcık suratlı kocakan. Salih, kimisinde onu sevdiğini anımsıyor, bunu kendi ken­ disine bile söyleyemiyordu. İçine içine bastırıyordu bu duy.. gusunu. Kuşun gözlerine bakıyor, kanadım inceden ineeye göz­ den geçiriyor, bu yarı ölü, iflah olmaz kuşu buraya bıra­ kıp gitmek, ya da şu kayanın sivrisine çıkıp var gücüyle fırlatmak istiyor,

karabatak

ölüsü

gibi,

ama o

karabatak

ölüsü ölü, buysa yarı canlı, dirilebilir, hele büyük ananın

8


merhemi olunca, bir türlü bu küçücük kuşu bırakmaya içi elvermiyordu. .

cBırakınm onu burada, gitmem o kocakarıya, cadıya.» cBırakmazsın,» diye karşılık verdi kendi kendine. cBırakınm.» cBırakamazsın.»

Uzaktan onu dinleyen, iki adamın biribiriyle, daha doit­

rusu iki çocutun, kıyasıya bir kavgaya tutuştuklarını sa­ nır�. eKim demiş bırakamam diye?» cBırakamazsın.» cBırakırım, babamın oğlu mu?,. cZırt, bırakamazsın, zırt . . . » Salih, kuşu bırakacak adama dilini çıkarıyor, onun at­ zına, burnuna, karasına türlü öykünüyordu. Gözlerini de şa­ şılaştınyordu. Kuşu bırakacak çocuk çok öfkeli, ona bırakamayacatını söyleyen çocuk da alaycıydı. c Korkuyorsun da büyük anandan... »

«Niye korkacakmışım?» c Seni boğacak ... » Bir ara bir sessizlik oldu. Kuşu bırakacak çocuk boy­ nunu büktü: «Belki de,» dedi. «İşte sen bu yüzden bu martıyı öldüreceksin. Korkun..

dan.»

cÖldürmeyecek, iyileştirecetim.» •Yapamazsın.» cNah da yapamazmışım!» «Ulan sende o erkeklik olsa sen o evde bir gün kal­ mazsın.» Bir de aralarmda dehşet bir kavga başladı, o ona yum­ ruk sallıyor, o ona. Ne dedikleri de anlaşılmıyor. Denizin kıyısında iki çoc1;1ğun biribirierine söven gürültüleri. Karagözle Hacivat, diye kendi kendine güldü Salih, tıp­ kı. tki çocuğun sesleri de ayrı ayrıydı. Salih her şeyi anla-

9


mıştı da, bu iki çocuJun dövüşürken sesleri nasıl ayrı ayrı

olmuştu? «Sus ulan, yeter,» dedi Salih. eSen sus, korkak,» dedi ötekisi. «Büyük anandan, herkes­ ten ödün kopuyor.» «Hehe,» dedi Salih. eDenizden hiç korkuyor muyum ben, geceleri fenerin altına da, maşatlıla da gidiyorum, alaçların başına da çıkıyorum, kara giyitli deniz korsanlarını da. .. ,. Farkında deliidi Salih, artık kendinin de sesi çıkmı­ yordu, öteki çoculun da, sessiz sözsüz konuşuyorlar, öyle öf­ kelenip, öyle sevini.vorlardı. · ·

«Korkundan

altına

sıçıyorsun

da,

kendini,

kapatmak

için... Maşatlık... Bu kuş ölecek. Büyük ana ölecek. .Bakar mı? Bakmaz. Ölsün. Belki gülünce, elini öpünce. . . Yapamaz­ sm. Elini öpmek delil, kıçını bile öpsen, bir gece bolacak. Mengene gibi parmakları. Kuş öldü ölecek . Ölmez o. Şimdi diriydi dipdiri... Ne dipdirisi be, sıcacık, kuş. İnsan gibi ba­ kıyor. Bahri. .. Sinekler. Kaç kulu öldürdüler? Eti yenmez­ miş. Kan içinde. Orada da ödün koptu. Kan içinde. Herkes

kandan korkar. Sen korkudan ölüyorsun. Her çocuk korku­ dan ölür. Halim Reis korkudan ölmezdi. Onu da babası dö­ ve döve öldürdü. Babası delirmiş mi? Tuzlayım da kokma. Delirir mi o hiç.» Salih kendi kendine: «Ulan be deliriyorum,» dedi. «İnsan hiç burada durup da kendi kendisiyle konuşur kavga eder mi?»

Böyle konuşa konuşa geldi evin kapısında durdu. Mar� tının başı sal kolunun üstüne düşmüş sarkmıştı. Birden sıç­ radı, kendine geldi, ölmüş mü? SıcaklıJını duydu teninde· Başını kaldırdı, ölmemişti. Şimdi bu belayı, bu büyük anayı. . .

Avlu kapısına beş kere elini dokundurdu çekti, dokun­ durdu çekti, bir türlü kapıyı açıp içeriye giremiyordu.

Öteki çocuk gene ortaya çıktı: «Korkak,» dedi, «korkak. Deli korkak. Senin gibi dün­ yada hiç korkak var mı? Bir kocakandan korkup kendi evi­ ne giremiyorsun bile.»

lO


«Laf, giremiyormuşum. Bak şimdi nasıl gireceğim, bak . » cGiremiyorsun.ı. cGirerim.» cGit yalvar büyük anamıza. Ne güzel kuş.» cNe güzel... Bir de kanadı sağalırsa ...» cHeeeeeyt. » Bu heyt'i sesli söyledi, Salih. Sesli söyleyince ayıldı, av­ . .

lu kapısını açtı.

ll


Kasaba tepeden tırna�a deniz koktu. Mis gibi. Martı­ lar çı�lık çı�lı�a kırmızı kiremitlerin üstünden küme küme, ak bulutlar gibi geçiyorlar, arkadaki da�ın doru�una kadar ' yükseliyorlardı. Kasabanın ak, pembe, yemyeşil, biçimsiz evleri, apart­ manları bir minare yüksekli�indeki yarın üstüne, bir ipe di­ zilmişler gibi sıralanmışlardı. Gölgeleri bazı bazı da, bu çok az olurdu, ışıklı çok mavi denize vuruyordu. Buranın denizi bir tuhaf bir denizdi, kasabalılar böyle diyorlardı, günün her anında başka başka renge giriyordu. Bir tüten bakır moru, sarısı, yeşili, turuncusu, apaçık süt mavisi, kül rengi, duman, bulut rengi de oluyord.u. Hepsi duman içinde, çalkanan, usul usul sallanan. Demirci dükkanı da kasahaya giren anayolun solunda, yani deniz geçesindeydi. Köresinden, hacasından top top kı­ vılcımlar fışkırıyordu geceye gündüze, çelik mavisi şakırda­ yarak. İsmail Usta dükkanının içinde dolaşıp duruyordu. İki­ de

birde

oca�a

giriyor,

körü�e

asılıp

köreden

kıvılcımlar

çıkartıyordu. Dükkanının içi doluydu. Demir tekerlekler, iş­ lemeli, a�ızları pırıl pınl baltalar, zincirler, daha da neler neler doluydu. Ortada kocaman örsü, pınl pırıl, yöresinde çekiçler, balyozlar, sonra kızarmış, kıpkırmızı demirler, ls­ mail Usta kocaman balyozunu savurdukça patlayan dökülen, savrulan közler, kıvılcımlar, yalım parçaları ... İsmail Usta heybetliydi. Hiç de öyle eskisi

12

gibi azgın


yüzlü deliidi bugün. Belki yetmış, belki seksen,

belki

doksan ya.,ındaydı. Ama bugün küçücük bir çocuk gibi

de

se­

vinçliydi. Kalın ak kaşlannın altındaki çimeni yeşil gözleri birer damla ışıktı. Devinimleri ağırdı, ölçülüydü ya, ayakla­ n, elleri zil takmışlar gibi, sevinçten oynuyorlardı. Makas görmemiş kıvırcık ak saçları, gene makas görmemiş kıvırcık apak sakalına karışmıştı. Kavlamış, eskiyip mitillemiş deri bir önlük takıyordu, önlülü de güzeldi bugün. Demirciler hep deri önlük takarlar, sıçrayan yalımlar yakamasın diye. Uzun parmaklı elleri de çok güzeldi İsmail Ustanın, kırış kı­ rış ensesi hiç gözükmüyordu, boynu da... Çok güzel bir tür­ kü mırıldanıyordu Usta ... Bugün türküsü daha daha güzel­ di, büyülüyordu. Salih kaç yıldır bu demirci dükkanını gözlerini kırpma­ dan seyreylemişti. Bu demirci dükkanına ne olmuştu! Salih kaç yıldır, işte şu kocaman çınarın altında oynuyordu. Dal­ ları anayolu geçip Ustanın dükkanının üstünü örtmüş ... Dal­ lardaki yuvalannda sevinçten delirmiş kuşlar hep bir alız­ dan ötüşüyorlardı. Salih kaç kez İsmail Ustanın çekiç sesle­ rini duymuştu bu çınarın altından...

Bu çekiç sesleri hiç

böylesine güzel miydi? Deniz uzaklara uzaklara gidiyor, durmadan, yunmuş arın­ mış. Ocaklı ada hemen şimdi denizden fırlayıp çıkmış gibiy­

di. Üstündeki dört köşe yapı durmadan uzuyordu, bir afaç gibi. Dört penceresinden ışıklar şakırdayarak denize boşalı­ yordu. O azgın

suratlı

balıkçıların

hepsinin

yüzü

gülüyordu.

Kırmızı, yeşil, mor, ak, sarı, kiremit rengi ağlarını denizin kıyısı boyunca sermişler, afaçlara asmışlardı. Ağiarda bin­ lerce gümüş balık çırpınıyordu, çevaleler takalardan dolup dolup

boşalıyorlardı.

Sırtlarında

balık

dolu

sepetlerin

al­

tında iki büklüm tayfalar, canlı, oynar balıklarını alanın or­ tasına,

öbeklerine

boşaltıyorlardı.

Sesleri

sevinçten

çınlı­

yordu: cHay maşallah, hay bereket!ıo Bu balıkçılar hiç konuşmazlardı . Bugün konuşuyorlar­ dı bile.'

13


Bugün her şey ışıktandı. Salih sevinçten ne yapacagını bilemiyorrlu. Yaa, İsmail Usta türkü de, söylüyordu. Sözleri anlaşıl­ mayan,

mınltı

gibi.

Duydugu

yerde

insanı

kıpırdamadan

durduran büyülü bir türkü... Türkü ta ulu çınarın dibine kadar geliyordu. Salih

kıyıya,

hep turuncuydu. giyitlerdi bunlar.

rıhtıma Kalın,

indi.

geniş

Balıkçıların

kırışıklı,

Balıkçılar içlerinde

muşambaları

kolay

kıvrılmayan

zor devinebiliyorlar­

dı. Aglarını alana boylu boyunca sermişlerdi. Agların en ço­

ğu kiremit rengiydi. Sarı da, mavi de, turuncu da vardı. Laz takalan kıyıya yanaşmışlardı,

bir dizi,

burun buruna kıç

kıça. Kıyıdaki kalın, geniş demir halkalara bağlamışlardı tu­ runcu naylon halatlarla tekneleri. Deniz çok büyüktü, çok düzdü. Salih, Temel Reisi aradı. Sakalı kırçıldı Temel Reisin, kısa kesilınişti. Saçı da yoktu, Dazlak kafası parlıyordu. Te­ mel Reisin üç tane takası vardı. Üçü de mavi boyalıydı. Açık mavi, mavi, koyu mavi. Üçünün de adı Temel Reisti. Temel Reis bir, iki, üç, diye. Üçü de yeşil kuşaklıydı. Her üçünün de sag burnunda uçan bir balık resmi vardı, uzun kanatlı. Çok mor. Balıkların başı biraz insan başını, yani kocaman gözlü bir kız başını andırıyordu. Uzun direkleri vardı. Temel Reisi fenerin günden yüzünde buldu. Kasketinin siperligini gözlerine

indirmiş,

omuzlarını

dizlerini dikmiş uzanmıştı. Salih onu

duvara

görünce

dayamış,

daha da sevin­

di. Onu burada bulacağını biliyordu ya... Temel Reisin boy­ nu kırışmıştı. Ellerinin üstünde pul pul mavi lekeler vardı. Salih, İsmail Ustanın ellerini, yüzünü, her bir hallerini, dük­ kanını, dükkanında ne var, ne yok hepsini nasıl biliyorsa, Temel Reisi de öyle biliyordu. Salih, kendini bildi hileli, sa­ bahlardan akşamıara kadar İsmail Ustanın dükkanının önün­ deki hanımelinin kökü yanında ne kadar durmuş, ne kadar gözünü

Ustanın

kıvılcım

sağılan

ocagından

ayıramamışsa,

öylesine de burada, limanda, şu gemilerin baglandığı yerde, rıhtımda durmuş, gözlerini ışığa batmış denizden, çekilen ağ­ lardan, sıçrayan balıklardan, yorgun, yüzleri tuzlu tayfalar­ dan, Temel Reisten ayıramamıştı.


Salih, İsmail Ustanın huyunu suyunu nasıl biliyorsa, se­ vincini öfkesini, Temel Reisi de öyle biliyordu. Salihin artık canına tak demişti. Anası da, babası da ar­ tık onun bu aylaklı�dan bıkınışlardı. Mahalleli de ona düş­ man gibi bakıyordu. Hiç kimse onu istemiyordu. Ne anası, ne babası, ne kardeşleri, ne de mahalleli. Onda kötü bir hasta­ lık varmış da, sanki dünya aleme bulaştıracakmış gibi. Mahal­ leye girdi mi bütün gözler onu öldüreceklermiş gibi üstüne dikiliyordu, kötü kötü. İşte bu yüzden Salih... Belki Salih bu­ günlerde böyle olsun, mahalleli ona böyle baksın istiyordu. Kendisiyle konuşurken, kendi kendine bunu da apaçık söy- . lüyordu. Bütün mahalle gün geliyor onu seviyor, o mahalle­ ye g�rince şenlik şadımanlık ediyor, bütün mahalle ondan... Dili v armıyordu, onu hiç sevmiyor, o mahalleye girince her­ kesin kaşları çatılıyor, kimsenin aAzını bıçaklar açmıyordu, alızlannı.... Bütün mahallede sabahlardan akşamlara, akşamlardan sabahlara kadar bezler dokunuyordu, her evde şakur şukur. Bez dokumasını herkes biliyordu, küçücük kızlar bile, yaşlı erkekler bile dokuyorlardı. O bez dokumuyordu da, işte on­ dan Salibe kızıyorlardı. Kahveler adamla doluydu, onlara kızmıyorlardı da, bütün kasaba bir olmuş, bir tek Salibe kı­ z:ıyorlardı. Önüne gelen, her fırsatta onu aşafılıyordu. Böyle düşünmek de, gene Salibin hoşuna gidiyordu. Böyle de ço­ cuk olur muymuş? Boyu devrilsin de böyle işsiz güçsüz bir çocuAun, yerin dibine geçsin böylesi çocuk da. Ona yemek yerine atı vermeli atı. Bütün çocuklar da ona uyacak ona... Onun yolundan giderlerse yandı mahalle, battı kasaba. Herkes aç kalacak aç! ·

Elinde bir kuş sapanı dal taş dolaşan o. Vay fıkara, za­ vallı kuşları vuran, tekmil yuvaları bozan o... Balıkçılann balıklannı, atlarını; her bir şeylerini talan eden o. Gözden sürmeyi çeken hırsız o... Salih on birine basıyordu. İnce çeneli, kocaman mavi gözlüydü. Gözleri hep, hiç kırpılmamış gibi öyle açık açık duruyordu. İnce, uzun, zayıf­ tı. Parmakları uzundu. Dizlerine kadar yırtıhp salkım saçak

15


olmuş solgun bir mor pantalon giyiyorC.a, blucin dediklerin­ den. Aya�ına yepyeni bir kauçuk ayakkabı geçirmişti. Ta­

banı kalındı. Bu ayakkabının mahallede cak dedikodusu ol­ muştu. Ayakkabıyı Salih bir turistten, turist uyurken çala­ sıymış. Salih ömründe hırsızlık yapmamıştı. Şu giydili blu­ cine, yeşil, üstünde sakallı bir bereli adamın resmi olan göm­ le�e, belindeki kemere bir kuruş bile vermemişti ama Salih hırsızlık yapmazdı. Gömleğinin gö�sündeki bereli sakallı adam azıcık ·hüzünlüydü ya, çok güzel, insanca bakıyordu. Beresi­ nin tam alnın üstüne gelen yerinde de bir yıldız "ardı, kır­ mızı. Salih bu gömle�i o güzel genç turist kızdan aldıktan çok sonradır ki, gömle�in üstündeki resmin kimin resmi ol­ duğunu merak etmişti. Etmişti ya çoktan tş işten geçmiş, tu­ rist kız kasabadan ayrılmıştı. Bundan sonra kime sorduysa Salih hiç kimseden doğru dürüst bir karşılık alamamıştı bu resim için. Kimi şöyle, kimi böyle, kimi şudur,

kimi budur,

diyordu. Salih de gittikçe merak sarıyordu. Bazı günler Ocak­ lı adaya çıkıyor, sırtından gömleği çıkarıyer, bir zeytin a�a­ cının gövdesine gömle�i kollarıyla bağl1yor, durmadan, bu hüzünlü,

güzel

gözlü

adamı

seyreyliyordu.

Kim olabilirdi

acaba bu kişi, neden resmini bu gömle�in üstüne yapmış­ lardı? Belki de, belki de o turist kızın bir şeyi, bir şeysi ... Gömleği hızla zeytinin gövdesinden çekip alır çıplak be­ denine geçirir, aşa�ıya, balıkçıların a�larını kuruttuklan rıh-. tıma inerdi. Temel Reis kış güneşinde gerinip kaşınıyordu. Ötede tay­ falar nhtımın düz çimentosuna çökmüşler, a�lannı onarıy0r· lardı. Yumulmuş turuncu karaltılar eğilip eğilip kalkıyorlar­ dı serilmiş mavilerin, kırmızılann, yeşillerin, akların, sarıla­ rın üstüne. A�ların bir kısmı da bulutlar gibi uçuşuyarlardı ·

a�açlarda, denizin üstünde.

Bugün her şey ışıktandı. Takalar, ·a�lar, balıklar, ulu çınar ağacı, bulutlar, deniz. Temel Reis, tayfalar, İsmail Us­ ta, demirler, örs, çekiçler, körük ... Kasaba deniz, tuz koku­ yordu. Salih ikircik içindeydi. Uzun bir süre karşısına otuı ap uyuklayan, kaşınan Te1111


mel Reisi seyretti. Bu öfkeli, bela, aizını açınca yeryilzQnde­ ki her şeye söven adam bir çocuk gibi uyuyordu. Temel Reıs şimdi uyanıverecek, Salihi görecek, görünce sevincinden çıl­ gına dönecek, cgel be, gel be Salih,» diyecek, cgel be, gel be, kaçalım buradan seninlen, gidelim taaa o koya, var mı bUyan, yanında mı sapanın, kuş ajların nerede, oynayalım.» Temel Reis bu, der mi der. Uçtaki turuncu tayfa ayala kalktı, sallandı, turuncu göl­ gesi denize vurdu, deniz turunculandı, bu yana koştu telaf­ la, batırarak. Temel Reis uyandı, gerinerek. Alır, durgun: cNe var, ne olmuş,» dedi uykulu sesiyle. Turuncu tayfa kekeliyordu. Temel Reis ayata kalktı, pantatonunu çekiştirdi, yanına yöresine bir göz attı, Salihi gördü, gülümser gibi bir şey yaptı, bir şey söylemedi, arka­ sını döndü gitti. Allann serili oldulu yerden batırtılar geldi. Salih bozulmuş, ayaklannı sürükleyerek yavaş yavaş oraya yaklaşıyordu. Temel Reis: «Olur olur.� diyordu. «Olur bütün bunlar. ,Ailan toplayın.» Salihi gördü: «Geldin mi tayfam,» dedi. «Geldim,» dedi Salih gönülsUz, yere bakarak. «Haydi başla işe öyleyse.» Tayfalar allan toplamata başlamışlardı. Salih de bir uç­ tan toplamata başladı. lkindiye dolru allan toplayıp takalara taşıdılar. Taka­ lann livarlarında canlı balıklar üstüste yüzüyorlardı. Çeva­ leler, sepetler ajzına kadar kırmıZı, ışıl ışıl barbunyalar, te­ kirlerl� doluydu. Oraya, takalann burnuna da üstüste ka­ natlı kırlangıç balıklan atılmıştı. Büyümüş, pörtlek, aydın­ lık gözlü. Temel Reis çok sevinçli oldulu zamanlarda iki· kocaman balılın kulajına parmaklarını sokar, bütün bedeni sevince keserek: cAl Salih al,» derdi, eyakala Salih!» Salih ko'lafnan· balılı havada yakalardı. Ustü başı balık kokusuna, puluna bulanırdı. cAl Salih bir daha!» AGSS/02

1'7


Her seferinde Salih

balıfta doğru !t

uçar,

balığı

havada

yakalardı. Hiç bir balığı yere düşürdüğü olmamıştı. Böyle balık günlerinde Salibin keyfine diyecek yoktu. Balıklarını ipiere takar, sağ eline almışsa balıkları, bütün bedeni,

biraz da yalancık,tan

sağa. Mahalleli

Salibin

sola yatardı. Soluna almışsa

balıklarını

görrneğe

sokağa uğrar­

lardı. Kıskançlıkla, hasetle gözlerini bu hayırsız Salibe di­ kerlerdi. Kim, kim, Salih mi o hayırsız olan, Salibe mi hayırsız di­ yor. bu lanet mahalleli. Lanet mi lanet, mendebur mu men­

debur kasabalı... · Karıları, çocukları karanlık ev köşelerinde yıl on iki ay karanlık, ıslak tezgahların başında çürürler, er­ kekleri de kahvelerde yan gelip yatarlar. Veremden, hasta­

lıktan, açlıktan dokuma tezgahlarının başında ... Yaaa ...

Temel Reis, soluyarak, söğerek bir süre orada dolaştı durdu. Göftsünün uzun, kırmızı, kırçıllamış kılları inip inip kalkıyordu. Dolaşıyor, ayaklarını pat pat rıhtımın çimento­ sima vuruyor, dolaştıkça öfkesi artıyor, sağa sola bağınyor­ da. Boyun damarları şişmişti. Durmuş onu seyreden Salibi gördü, öfkesini uı�uttu he­ mencecik, Salibe gülümsedi, ardından da bir göz kırptı, tek­ neye atladı, başa yürüdü, yerdeki büyük kırlangıcı aldı, alır almaz da .Salihe fırlatt.ı. Salih tetikteydi,

kırmızı, kendine

doğru yalım gibi sünen balıfti havada yakaladı, dört parma­ ftıni balığın galsamasına geçirdi. Temel Reis arkasından bir daha, bir daha fırlattı. Salih hepsini havada kaptı. Mavi ka­ yıktan kendine doğru kırmızı, kanatlı balık yalıroları ardı ardına sünüyordu. Oraya, rıhtımın çimentosuna büyük kır­ mızı bir balık yığını yaptı. Balıkların gözleri cam gibi, kır­ mızı ayna gibiydi. Sırtlarının kırmızısında çelik mavisi iğne uçları gibi şimşekleyip sönüyordu. Kediler geldiler, halka oldular kırmızı balık kümesinin yöresine, kuyruklarını omuzlarına atıp hiç kıpırdamadan ora­ da bekleştiler. Gün doğdu hattı, dalgalar minare boyu geldi­ ler gittiler, martılar binlerce, gökten yere sa�ılırcasına ken­ dilerini balık kümesinin üstüne bıraktılar, kediler gene yer­ lerinden kıpırdamadılar. Bir kerecik, hep birden kuyrukları-

18


nı keyifle oynattılar. Sonra gene orada yüzlerce, renk renk, yanıp sönen gözlerle kıpırdanmadan kaldılar. Kırmızı balık yıtınına havadan süzülerek kanatlı kırmı­

zı kırlangıç balıklan gelip düşüyorlardı. Balıkların arkasın­

da da Temel Reisin keyifli yüzü. Onun arkasında da büyük · ananın hep asık, mikrop suratı. Kediler, martılar, büyük ana... Büyük ananın merhemleri ne kadar güzel kokar,· hele ocaktayken, kaynarken. Ama o herkese düşman. Salibi mi, eline geçirse bir kaşık suda bolar. Keşki Salih ona o işi yap­ masaydı. Temel Reis uyuyordu güneşte,

pos bıyıklarını hoplata

hoplata. Kasketiyle yüzünün alna gelen yerini örtmüştü. Boy­ nu kınş kınştı ... Dış adaya martılar apak bir çarşaf gibi rüzgarda dalga­ lanarak bir iniyor, ad�yı köpük gibi örtüyor, sonra da kal­ kıyorlardı, dalgalanarak. Temel Reis satından soluna dönüyor, dudakları sünerek,

«pof, pofıt ediyordu. «Haydi be Salih Reis, var mı bilyaların, tüyelim seninle.» «Tüyelim. » c Nereye?»

«O ıssız,

kimsecikterin ayak

basmadıkları,

korktukları

yere.» Kimbilir orada ... Görülmemiş martılar, kanatlı atlar, at gibi kırmızı- kanncalar, deniz canavarlan, konuşan balıklar, şeftali atacı .. Yıl on iki ay çiçek açan, çiçeksiz duramayan .

ataçlar, kış, bora, fırtına, kar dünyayı saHarken ataçlar ıpı­ lık çiçekte ... «Tüyelim Temel Reis.» «Tüyelim be Salih .» «Temel Reis, Temel Reis ... Uyan hele Temel Reis. Bak, bak sana ne getirdim, bak sana ne diyecetim.» Temel Reis

uyanmaz. Güneşi

bulmuş,

dalgaların

sesi,

şeftali çiçek açmış onun düşünde. Çiçeli açıyor, açar açmaz da döküyor, mor, san, kınnızı, yeşil, turuncu, ak, pembe,

mavi. Çiçekler şeftali atacının altına renk renk, tabaka ta-

19.


baka birikiyor. Salih dizlerine kadar çiçele batmış. Kırmızı kanatlı, kocaman dişli, uzun bıyıklı balıklar, kırlangıç ba­ lıktan uçuşuyor havada. «Temel Reis, Temel Reis, ben Salih, uyansana be, sana geldim. Seni dedim de geldim. Beni kimse, bana kimse ... Sen­ den başka kimim var bu dünyada? Yazık delil mi? Uyan be nolursun Temel Reis. Uyanınca da kızma.» Temel Reis dirsekierinin üstüne yekindi, bir yerlere; uzaklara baktı, gözleri kan çanalına dönmüştü. «Uyan, uyan, uyan Temel Reis.» Temel Reis yöresine baktı baktı, sal kolunu yastık yap­ tı, üstüne başını koydu, pohlamaya başladı. Bıyıtı taşın üs­ tüne serilmişti. «Temel Reis, bak sana ne diyecetim, geldim ki sana •..,. Aşalıda kediler, kırmızı kırlangıç balıklarını talan et­ mişler, her kedinin aizında bir kırlangıç, sürükleyerek, kaya aralarında, mağaralarda, kovuklarda, kumlukta, tüyleri di­ ken diken kalkmış, sırtları yumrulmuş, mınldanarak, koşuş­ turuyor, aç gözlü yiyorlardı. «Temel Reis, Temel Reis kalk, uyan bak. .. Bak sana ... Sen .» . .

20


Salih kayanın üstüne oturmuş, Dış adanın üstüne inip konan martılara bakıyordu. Dış adayı çok iyi tanırdı. Başı sıkışınca hep Dış adaya gitmek isterdi. Bu yüzden ıncıtını cıncıtını bilirdi Dış adanın. Martılarını da bir bir tanırdı. Kim tanır bu dünyada onun kadar martıları, bulutları, bir de boncuklu arıları... Bir de Temel Reisi, İsmail Ustayı, bir de... Bir de kim tanır örümcek deliklerini, ku�u göllerini bu dün­ yada Salih kadar, kim? Ali Reis hiç başını kaldırmıyordu, mavi atların üstüne yumulmuş elleri mekik gibi işliyor, yırtık a� yenilenerek iler­ de biıiyücek, çok mavi bir yılın oluyordu. llerde, Rüstem Rei­ sin yanında da onun kadar büyük bir kiremit rengi al yılı­ nı büyüyor _ du. Aslan Reisin öı·dü�ü ağsa çok yeşil bir ağdı. O, a�ını yı­ ğacatına uzunlamasına rıhtımın çimentosuna seriyordu. Rıh­ tımın çimento'Sunun üstü bir ailar sergeniydi. İnsanlar hep karga burunlu, çökük avurtluydular. Soba borusu pantaton­ ları ikiye bükülmüştü. Gençleri bile. yürürken öne doğru eğilerek yürüyorlardı. ·

Salih de ağ örmesini biliyordu. Çabuk da örüyordu. Bu­ radaki herkes aA örme ustalığına şaşıyordu. Nasıl olmuştu, gerçekten bunu Salih de bilmiyordu. Belki altı belki yedi ya­ şındaydı. Bir gün, belki de bir gün ışırken ; deniz apak olur

o zamanlar, z:nartılar uykudadır, Salih işte bu oturdutu ka­

yalıktan, rıhtımla birleştirilmiş Zeytinadası kayalığından ba­ lıkçıların yanına inivermiş. Temel Reisin yanına sokulmuş, ondan �ir iğne istemiş, delikli iğneyi ilk olarak eline almış,

21


alır almaz da Temel Reis kadar düzgün, iyi, kusursuz, alın yırtıklarını örmeye başlamıştı. Oradaki bütün balıkçılar bu­ na çok şaşırmışlar, akşamüstü Salihe, iki, üç kasa dolusu te­ kir, barbunya balılı vermişlerdi. Salih ne yapmıştı balıkları, ne yapacaktı, bir kasasmı hemen kendi evlerine bırakmı,, ötekilerini de çarşıya götürmüş, balıkçı Hikmete okutinuş­ tu. Taze, kırmızı, ışıl

ışıl, capcanlı, oynar oynar... Hikmet­

ten çok para almıştı. O parayı ne yapmıştı, ne yapacak, ken­ dine en beiendiii bir ayakkabı

almıştı. Konçlannın afzı

sarı bir balıkçı çizmesi. Balıkçı çizmesini ne yapmıştı. İşte onu ölse de kimseciklere söylemez Salih. Yalnız, üç gün çiz­ mesiyle birlikte uyumuştu. Salih,

sabah erkenden uyanır uyanmaz, doğru

Zeytin

adasının kayalıima vuruyor, geliyor, kış olsun, yaz olsun, işte bu kırçıl kayanın kuytusuna giriyor oturuyordu. Kar­ şıda yarı yarıya kararmış Dış ada. Sonra çıtlıklarla gelen bir yılın ak bulut, adayı örtüveren martılar. D�rmadan inip inip kalkan, adanın üstünde kocaman, ak bir bayrak, kora­ man ak bir bulut gibi dalgalanan... Salih her gün uturluyordu daha gün dolmadan balıkçı motorlarını denizin aklığına. Balıkçı takaları renk renk, en

güzel mavide, kırmızı da, sarı da, yeşil de, açık mavi de de­ nizin aklığına karışıp, renkleri onlar uzaklaştıkça azalarak, denizin akına, mavisine bulaşarak, eriyerek, tatlı bir erime� de yok olarak, tükenerek, hep birden denizin düzlüfüne ka­ rışarak... Salih korkuyordu. Ne olmuşlardı onlar şimdi, nasıl yi­ tip gitmişlerdi? İşte deniz orada durup duruyordu. Salih bi­ nip gitmek istiyordu takalara ... Kocaman, kıvrık burunlu. şiş karınlı, uzun direkli, yüksek karnaralı takalara...

İstese

balıkçılar onu götürürlerdi. Temel Reis onun arkadaşı, ah­ babı değil miydi? Kovuğundan hep onun ellerini, çukura bat­ mış canlı, sıcak, sevgi akan gözlerini seyretmemiş

miydi?

Alları örerken elleri inanılmaz bir yumuşaklık, bir sevgiy­ le, tahta iğneyi, soluk naylon iplikleri canlıymışcana yürek­ ten sıcacık okşayarak ... Salih kendini bildi bileli seyrediyordu.

22

Al gözüm sey-


reyle dünyayı demiş, yola çıkmıştı. Bu sözü de Temel Reis­ ten duymuştu. Temel Reis ona

balmuş bakmış,

yeni

ahbap

oldulu sıralar, belki alları ördülü güııden bir ay sonra, o günlerde olacak, ilk olaraktan o okşamayı çok seven elini uzatmış, ellerinin parmaklan ne kadar da uzun, kamış gibi, Salibin saçlanm okşamış : •Senin adın, Al Gözüm Seyreyle Salih olsun,» demişti. eSen hep seyreyliyorsun dünyayı.» Salih, gözleri kocaman kocaman açılmış, ta kendini bil­ dilinden bu yana dünyada ne gcrmüşse şaşırmış, onun kar­ şısında, yanında, uzatında durmuş, ıçıne girercene, canını verircene, canını koymuş, bütün gücünü, insaniılını gözleri­ ne toplamış, baktılı şeyle, alaçsa alaçla bütünleşmiş, bir ol­ muş, kuşsa kuş, bulutsa bulut, balıksa balık, çiçekse çiçek, karıncaysa kannca olmuş, insansa, sevdili insansa insan ... ·

Şu Deniirci İsmail Ustanın dü.,kkanının üstünü örten çı­ nar var ya, şu çınarm ·gün dolusu yanındaki uzun, görkem­ li ardıçle.r var ya, Salih günlerce, ötedeki tümsele çıkmış, gözlerini kırpmadan çınarı, ardıçiarı seyretmişti. Çınarın dal­ kel ları kuş yuvalarıyla doluydu. Boyunlan uzun, başlan pembe, alızları kocaman sarı kuş yavrulan akşamüstleri bo­ yunları kopacakmı-ş gibi başlarını yuvalarından yukan uza­ tıyorlar, ortalılı bir hoş, çılgın, ne kuş sesine benzer, ne bir sese btmzer sesiere boluyorlardı. Kaç gün, kaç hafta seyret­ ti Salih bu çınarı, yavruları, uzamış gitmiş kara ardıçlan,ı kaç gün kaç ay seyretti, kendi de hiç bilmiyor, başkaları ne bilsinler. Salih o kadar küçücük ki kimsecikler görmüyor bi­ le onu, ha varmış ha yokmuş gibi şu dünyada. Salih şu Zeytin adasındaki kayanın kovutunda balıkçı­ ları durmadan bir yıl mı, iki yıl mı ne seyretti de ancak so­ nunda, o da zar zor 1'emel Reis onu görebildi. O da Salih Temel Reis onu görebilsin diye neler neler yapmadı. . Ya İsmail Usta, kaç gün, kaç ay, kaç yıl ona yolQnuş gibi baktı. Salih orada, demirci dükkanının kapısı eşilinde, gözlerini ocajta, İsmail Ustanın ellerine, demirlerine dikmiş ne kadar, ne kadar bekledi. Ayazda sojukta, kışta, yazd . a güz­ de kaç ay, kaç yıl Salih, daha Usta dükkanı açmadan gelip

23


karşıda durdu da dükkanının açılmasım bekledi. Kaç kere dülekanın kepengi dibinde uyumuş Salih, Usta gümbiirtüy­ le kepengi yukan kaldınrken uykudan fı.dayıp öd(l kopa­ rak uyanmadı. Kaç kere, kaç kere... Ya marangoz Dursun... Onun işi başından aşkın ... Da­ ha daha, daha hiç farkına varmadı Salihin. Hall::u.i:' şu dün­ yada Salih herkesten çok bu Dursun Ustayı sever. ..ista es­ ki usul konsollar, sandalyalar, koltuklar, üstleri gül işleme­ li masalar yapar. Her işine kocaman katmerli bir gül koyar Dursun Usta. Deli bir adamdır, hiç de kimi kimsesi yoktur. Buralı de�ildir, nereli oldu�unu da kimsecikler bilmez. Sor­ salar da söylemez .

eTe be, işte şuradan, şu denizin içinden geldim, daha ·•ar mı bunun ötesi,» der. Arkasından da uzun uzun güler.

«;alih bıkıncaya, usanıncaya kadar marangoz Dursunun ellerini seyretti. Atölye, Dursun Usta dükkanına atölye di­ yordu, boya, a�aç, sakız kokuyordu. Hele tomruklar teste­ reyle biçilirken yeri gö�ü, her bir yam bir çam kokusu alı­

p

yordu. Bu sıralar te eden tımala çam kokusuna kesiyordu dünya. Toprak, aJaçlar, duvarlar, yollar, taşlar, insanlar hep çıam kokuyordu. Salih de tepeden tımata çama kesiyordu. Sa­ lih kimi zaman kendisini uzun, dallı yapraklı bir çam ışkını sayıyordu. Kocaman bir çam ormanı sayacak dejildi ya. Ustaların ellerini 'Beyrederken Al Gözüm Seyreyle Salih, denizi, mar:tııan, Laz takalannı, a�ları, bulutlan, kelebek­ leri, bir de uzun hacaklı kır bir at görmüştü, işte onu, bütün bunlan seyrederken kendinden geçer, yemek yemeyi, su iç­ meyi unuturdu. Bazı gece yarılan anası onu ya Zeytin ada­ sındaki kaya ·kovutunda, ya demirci dükkanının önündeki

· çınann altında, ya da marangoz dükkanının e�inde uyu­ muş bulur alır eve götürürdü. Salih deli ediyordu bütün evi, anasını, babasını, kardeşlerini. Büyük abiasım çok se­ verdi Salih�.. Abiası onun derdini anlıyordu. Daha dotrusu dilinden anhyordu onun. Küçük abiası mı, o kazın birisiydi. Salih ne yaparsa ona oldu�u gibi öykünüyordu.

Kız

delil,

bir allahın sümüklü maymunu. Tıpkı büyük anasına· ben­ ziyor.

24


Dt.mirciliAi öğrendi Salih, demircilik yapacaktı. Al Gö­ züm Seyreyle Salih, seyrede ede en ince yerine kadar de­ mirciliği ezber etmiştl Eline aldığı an kaynak yapabilir, tek başına bb· balta, nacak, bıçak, saban demiri dövebilirdi. MarangozluAu da, balıkçılıAı da öArendi Al Gözüm Sey­ reyle Salih seyrede ede ... Bir at görmüştü, ilerde Ağlayan kayanın oralarda, kum­ salda, denizin kıyısında, bir tan yeri ışırken... Uyanmış bir bakmış, uzun bacakh kır at güneşe, ışıAa batmış, hacaklan­ nı karnını germiş, öyle duruyor, hiç kımıldamıyor. Gün do­ ğunca başını kaldırdı, bumunu geniş geniş açarak, dudakla­

rını da germiş, dişleri apak öyle gökyüzünü kokluyordu. Gök­ yüzü

gittikçe

maviliyordu.

Salih dalmış

gitmiş,

her

şeyi

unutmuştu, kendini bile. Bilmiyordu ki Salih, belki de o at olmuştu ... Baktı ki, ne görsün, at süzülmüş gitmiş, yerinde duman bile yok. Sonra hep o kumluk koya geldi gitti günlerce Al Gözüm Seyreyle Salih. Bir daha da atı uzun bir süre göremedi.. Salih karar verdi, Temel Reis gibi olacak. Şimdi bir iyi­ ce biliyordu. Temel Reis nasıl Temel Reis olmuştu, nasıl üç tane mor takaya sahip olmuştu, Al Gözüm Seyreyle Salih hepsini biliyordu. Mor değil, mavi. Hem de Temel Reisin kendi ağzından dinlemişti. Temel Reis, gel, demişti, gel iki gözüm Salih Reis, Al Gözüm Seyreyle Salih Reis, sana diye­ ceklerim var. Temel Reis oturur kayanın üstüne gün doğu­ mundan gün batımına kadar anlatır. Yaaa ... Salih, Temel Reis gibi olacak ama, aaah! Kim bilir, Salih gibi ağ örmesini

kim? Kim bilir kim Salih Reis gibi. Temel Reis ona ne diye seslenir, Al Gözüm Seyreyle Salih Reis, Reis diye, yaaa... Ama denizler uzak, soğuk, sonsuz, korkulu. Her gün tan yeri ışırken deniz, ortalık daha apakken, deniz, Temel Reisi, öbür balıkçıları tekneleriyle birlikte, huuup diye yutmuyor mu, deniz? Sonra denizin karnından nasıl çıkıyorlar da ge­ riye dönüyorlar, deniz. Bir seferinde de hiç çıkamazlarsa ya, deniz onlan alıp ta dibine, derinine çekip götürürse, götürüp de bir daha salıvermezse, deniz. Ne de olsa denizden korku­ yorrlu Salih Reis... Ödü kopuyorrlu denizden ve balıkçılara

25


işte bu yüzden gıpta ediyordu. Balıkçılar hiç kimsecildere benzemezler, öteki insaJllara, alışveriş eden karnı büyük şiş­ lçolara . . . Demireller de iyi. Ya marangozlar. . . Marangozla­ rın işyerlerinin yanından geçemezsin, mis gibi kokar. Ulu bir orman gibi kokar her marangoz işlili. Al Gözüm Seyrey­ le Salih de tepeden tırnata, bir koca ormanın tekmil koku­ sunu yutmuş gibi kokar. Balıkçılar da hep balık kokarlar, güneş tuz kokarlar. Demirciler de yalım, kıvılcım, yanmış su, yanmış demir kokarlar. Bir de hanımeli, çınar kokarlar. De­ nizin kıyısında kocaman taka · iskeletleri kuran, koskocaman takalar yapan Hasan Usta da hem deniz, hem ataç, hem or­ man, hem demir, hem yallıboya, hem de kıvılcım kokar. Hasan Ustanın gömlelinin göAsiinde her zaman bir çiçek asi­ lı durur. Ne çiçeti 'llursa olsun. Babarda katırtırnalıdır. Salih Reis dünyadaki her şeyi durmadan seyretti de, Hasan Usta üstünde o kadar duramadı. Nedendir acep? «Uyuma be Temel, Temel Reis. İnsan gece uyuyamaz gündüz bu kadar çok uyursa. Bir işimiz düştü sana be Reis. Korkma, al ördürecek deliliz senin o yaşlı, botum botum. çatlamış parmaklarına. · Bezirgan başı, bezirgan başı, arkam­ daki deve senin olsun, aç kapıyı bezirgan başı. 'Q'yaiı Temel Reis uyan. Uyan be, uykud.ın öleceksin. Bak ne için geldim sana. Derdime derman, yarama merhem ol diye geldim.» Ağlar uçar denizierin üstünde. Allar aAır alır, ulu ka­ natlar gibi inerler denizin .üstüne. Çıkarlarken balıkla dop­ doludurlar. Binlerce balık çırpmırlar allarda. Gün vurun­ ca şimşekler çaktırarak binlerce. . . Sular, balıklar damlar ağ­ lardan. Martılardan gökyüzü gözükmez olur ağlar denizden çekildilinde. Gökte, bir kulaç yukarda martılar, kanat ka­ nada, kanat şapırtıları, sesler birbirine karışmış, bir her­ . cümerç, kendilerini denize kapıp koyveren, hep birden şap diye denize çarpan .. . . Martılar delirmişler. Teknelerin yöre­ sinde gölü kapatarak oradan oraya savrulan, «Uyan be nolursun Temel Reis. Sen ki Temel Reissin. Yetmiş iki milletin, yetmiş iki bin mahlukatın, yetmiş iki mil­ yon börtü böceğin dilinden bilirsin, sana geldim ki . . . .A.vurt26


larını ne şişirerek öyle uyuyorsun be, uyansana pis adam, deli adam, insan bu kadar çok uyur mu?ıt İşte o at geldi, kır at, orada denizin kıyısında, alaşafalın ortasında. Şeftaliler çiçek açtı. Doktor Yasefin kızı, büyük ananın Halili, Metin abinin korsanlan. . . Denizden mercan boynuzlu, zümrüt gözlü cana­ varlar çıkacak. cUyan uyan, burada uyumaktan korkmuyor musun? Ca­ navarlar, kocaman zümrüt gözlü.» Zümrüt yeşili gözleri tutuşmuş gelir. Denizi sallayarak. zümrüt yeşilini denizin üstünde yeşil, ışıktan bir ustura gi­ bi sürüyerek. «Uyan, uyan. bak uyan, sana geldim Reis, kalk. İşim düştü sana.• Dalgalar toprağı, adaları, göğü sallıyor. Ak köpükler alt­ tan vurup Zeytin adasının kayasının ortasından fışkırıyor­ Iar. «Uyaıısana Reis.•

2'1


Salih aradı taradı büyücek bir sepet buld..ı, yassı, uzun, kamıştan örülmüş, kulplu. Sepetin içini ipek gibi, kokulu otlarla döşedi. Ustüne yeşil kadüeden bir çaput serdi, mar­ tıyı aldı sepetin içine koydu. Martının tüyleri kurumuştu ya, gene de karmakarıştı. Kuş başını tutamıyordu. Gözleri de kay­ mıştı, yarı yarıya ak bir zarla kapalıydı. Salih telaş içindeydi, ya ölürse. . . Gittikçe de martı so­ Auyor, başı bir ölü başı gibi cansızlaşıyordu. Salih düşündü, önce bunu yedirmeli. Belki susamıştır, bir su içse . . . «Bir su içse,» dedi büyük anasına, dalkavukça. '•İçir bakalım,» diye söylendi büyük anası. Salih bir tas suyu getirdi, martının başını aldı, gagasını suya soktu. Martı oralı bile olmadı, ne gagasını açtı, ne de bir devinimde bulundu. Büyük anası : «Şu pamutu al da suya batır,• dedi. •Kuşun da ajzını aç, içine suyu damlat.» Salih öyle yaptı. Alzı suyla dolan martı yavrusu, gaga­ sını bir kaç kez açtı açtı kapattı. Gözleri de azıcık açıldı. Salih buna çok sevindi ya, gene ikircikliydi. Martı yavrusu� nun kanadı iyice kınlmıştı, sarkıyordu. «Senin merhemin var büyük ana,• dedi. Nasıl diyebildi, buna kendisi de şaştı, korktu . «Var ya,» dedi büyük ana, «var ya, insanlar için.• ..Kuşlar için de olmaz mı?» «Olmaz,» dedi büyük ana kırışmış burnunu kıvırarak. Sı­ kı sıkıya ak bir başörtü ballamıştı. Kırış kırış, bir örümcek

28


a� gibi olmuş yilzQndeki tekmil çizgiler keskindi. «Benim

merhemlerim insanlar için . . . » Salih

biliyordu,

o

yalnız

merhemleriyle

övünüyordu.

Merhemleri kurşun yarasını iyi ediyordu. Ona çok para ve­ riyorlardı merhemleri için. . . . Salih kurnazladı: «Bilirim büyük ana,• dedi. «Ben bllmezsem kim bilir, senin merhemlerinin üstüne yok. Sen şu merhemlerinin gi­

zini bir versen doktorlara, bize ne vermezler )d. . . Bir günde

zengin oluruz.• cO gavurlara vermem;» diye dikeldi büyük ana. «Verme,» dedi Salih. «Yerden göle hakkın var.» cVermem,» diye yineledi büyük ana. «Veremem. Benim merhemlerim benimle birlikte ölecek.» «Ölmesin, yazık,» dedi Salih. cNe kadar can kurtardı. Şu

benim martımı da kurtarsa. . . »

cKurtaramam,» diye batırdı büyük ana. «Benim mer­ hemlerim kuşlar, hayvanlar için delil. . . Benim gücüm in­ sanları bile iyileştirmeye yetmiyor ki, bir de kuşlara mer­ hem yapayım.» Salih en yumuşak, en yalvarıcı tavnm takındı. Yaşla dolu gözlerini kocaman kocaman, sevgi dolu, büyük anası­ na dikti.

cKolu yarı yanya kopmuştu,» dedi, cFethinin kolu. Sen bir baktın. Yudun anttın, merhemini sürdün, balladın. On beş gün sonra Fethi geldi ki, ne görelim, kolu iyileşmiş, dümpüz olmuş, ak�da mı büyük ana?• Bilyük ana sevindi: «Benim merhemlerim,»

dedi, «benim merhemlerim, şu

alaçlann, şu çiçeklerin, şu daldaki tekmil otların kokula­ rından, özlerinden süzülmüştür.» Birden evdeki ilç bez tezgahının ilçil de zınk diye dur­ du, mekikler asılı kaldılar. Salibin anası uzun akça pakça bir kadındı: cVay başıma,•

diye batırdı.

«Şimdi de martı,»

dedi.

cEvi pisletecek. Yaptıi! ettili yetmiyormuş gibi, şimdi de martı. Elin çocuklan denize çıkar, balıkçı olur, elin çocuk-

29


lan demircilere, marangozlara çırak olur, elin çocukları ge­ çer de tezgahluın başına bez dokur, elin çocukları şöför­ lere yardımcı olur, elin çocukları . . . » Anası yefin öfkelen­ mi.şti. . . «Bu boyu devrilesi de, atzı açık ayran budalası da işte böyle martı yavruları, karıncalar, kurbalalar, yılanlar çıyanlarla utraşır. AAzı açık, atzı açık, atzı açık ayran bu­ dalası . . . » Sepete dotru koştu, Salih biliyordu ki sepeti alıp mar­ tıyla birlikte dışarıya atacaktı, anası yetişmeden sepeti kap­ tıiJ gibi dışarıya fırladı. Vay be, az daha kandırmıştı ki, büyük anasını . . . Vay be. Şimdi ne olacak? Bu martı dirilecek gibi . . . Su içti, bak, suyu içince gözlerindeki perde çekildi. Gözleri ışı]. ışıl. . . Bir de, bir de yemek yerse. . . Martılar balıkiara bayılırlar. . . tçerde tezgahlar yeniden başlamıştı. Büyük anası iki büklüm dışanya çıkmış söyleniyordu: «Benim merhemlerim insanlar içb:ı, insanlar. . . Kuşlar için delil, pis martılar için hiç delil. Duydun mu Salih, duy­ dun inu?» ·

«Duydum,• diye batırdı Salih. «Duydum büyük ana . . . Sen de bat, seni:n merhemlerin de. . . ,. Anası dışanya çıktı o anda: cHayırsız köpek,» dedi. cO ne bigim söz öyle, insan büyük anasına hiç. . . Elime bir geçirirsem. Sen bu eve bir daha hiç gelmeyecek misin?» cGelmeyece;tim,» diye baftırdı Salih. cGit,» diye ba{tırdı anası. «Arkanın üstüne git de bir da­ ha gelme.» Salih yokuştan aşa;tı denizin kıyısına koştu. Allayan kaya koyunu dolandı, kuca;tındaki sepeti kayanın dibinde­ ki yarıla yerleştirdikten sonra bacaklannı çemredi, suya gir­ di. Şimdi balık avlamalıydı, ilkönce şöyle küçücük bir gü­ ıni.iş balılı · Martısı bir yiyecek, bir yiyecekti ki balılı, bir iyice gözlerini açacak, dirilecekti. Şu dünyada azıcık talihi varsa mar�sı dirilecekti. Varsın kanadı da kırık kalsın. . . O cimri, o bela büyük anası da varsın merhem yapmasın mar­ tısına . . . İnadına, inadına yapmıyor. Yoksa, dışardan, yaban30


cıdan bir sümüklü ollan gelse de, büyük ana, büyük ana dese, benim bir yaralı martım var, bana merhem verir mi­ sin deııe, hemen verir, vermez mi? Bu evin hepsi, babası da, anası da, kardeşleri de, hepsi de düşman Salihe. . . Düşman deliiseler bile adam saymıyor­ lar. Salih yanılmıştı, büyük anasının onu bafışladıtını san­ mıştı. Unutmuş gİtmiştir şimdiye kadar, diyordu bir de. Hiç kimse, hiç kimse sevmlyordu Salihi, hiç kimse. . . Temel Reis, kimbilir! İsmail Usta, Hasan Usta, kimbilir? Şu dün­ yada kim sever de sayar Salihi, hiç kimse! Çarşıda dolanan deli Ali bile, herkesi sever de, bütün çocukları okşar da, bir kere olsun Salibi okşamamıştır. O ustalar var ya, ne kadar da onlann ellerine, · işlerine bayılır, onlar bile . bir ke­ re olsun Salibe dönüp de şöyle candan, sevgiyle, Salibe bir ke­ re bakmamışlardır, Salihe. Şu martı büyük ananın olsaydı Salih ona merhem yap­ maz mıydı, ölür de bir _umanm bulurdu. Ya İsmail Usta, ya Hasan Usta, ya Temel Reisin olsaydı Salih canım, canını verir de o kuşu iyileştirecek bir uman bulurdu. Su sotuktu, az ilerde küçük balıklar sürüyle . dolaşıyor­ Iardı. En kÜçük bir devinmede de, birden inanılmaz, göz gör­ riıeyeeek bir hızda kınlıp derine dolru çavıyorlardı. Salih orada denizin sılbitnda bir süre daldı kaldı, balıkların top­ lanıp gelişlerini, sonra da en küçük bir kıpırtıda birden, şim­ şek gibi dalılışlannı görüyordu. Küçücük balıkların gölge­ leri nokta nokta denizin dibine, ışıklı çakıltaşlarının, kumla­ rın üstüne düşüyordu. Salih çalıştı çalıştı, bir tek balık bile tutamadı. Tepe­ den tımata da su içinde kaldı. Kendisine büyük gelen giyit­ leri ıslak ıslak bedenine yapıştı. Uzakta Dış adada martılar ötüşüyorlar, sepette de martı yavrusu ölümcül uykusunda öyle duruyordu. Salih ikide birde de denizden çıkıyor, ölmüş mü, diye martı yavrusuna bakıyordu. Martı yavrusu boynu öylece düşmüş, sepetin içinde yatıyordu. Gagası kanadının altına girmişti. Gagasını . bir kanadının altından çıkarsın yavru, iş­ te o zaman detme sevincine Salihin. Aaah, ah! Bir çıkarsa kanadını.

31


Dönüyordu denize, aah ah, bir tane küçücük balık ya­ kalayabilse. .. Böyle elle olmayacaktı. Küçük bir al parça­ sı bulsa. . . Küçük bir çuval parçası. Naylon bir torba. De­ nizden koşarak çıktı, kasahaya yöneldi, bir yüz adım git­ tikten sonra durdu, arkaya baktı, geriye döndü. Ödü kop­ muştu. Yüreli çarpıyordu. Deli mi ne, burada bu yavruyu g�lir de bir kedi kaparsa, üstelik de kanadı kırık. Kasaba­ ya, ya da balıkçılar& kucajmda kanadı kırık bir martı yav.. rusuyla gitmek... Sallam olsa neysem ne. Kayanın yarı­ jtından aldıjı sepeti gerisin geri yerine koydu, kendi de oraya, sepetin üstbaşındaki kaya çıkıntısına tünedi, başını elleri arasına aldı, gözlerini sepetin içindeki kıvrılmış kal­ mış martıya dikti. Derin düşüncelere daldı. Kafasında örüm­ cek alı yüzüyle büyük anası, sonra baytar Sakallı Haydar Bey, Eczacı Fazı! Bey, sonra Doktor Yasef Efendi. . . Yasef Efendi de büyük anasından daha yaşlıydı. Yasef Efendiye gitse. İyi, yumuşak huylu birisiydi ya, doktorluk yapmaya­ lı çok oluyormuş. Onun doktorluk yapttiını kim gördü şim­ diye kadar, kim gördü. Belki de martıların hastalıklarını bi­ lir. Her gün ta tan yerleri ışır ışımaz denizin kıyısına giden o delil mi? Denize gözlerini dikip de durmadan, kıpırdama­ dan bakan o delil mi? Dış adanın marlllarına bakmaz mı, bakmaz olur mu, bakar ya. .. Öyleyse martıların hastalıkları­ nı bilmez mi, bilmez olur mu? Öyleyse! Ya Sakallı Haydar, ·tekmil anların, kuşların, kargaların dilinden anlayan odur, martıların hastalıklarından anlamaz mı? Nasıl anlamaz? Bir gün Salih onu bir kargayla konuşurken görmüştü. Neden ona gitmemeli? Gitmeli mi? Yasefe mi, ona mı? Şu Yasef de . bastonuyla çoculdarı dövüyor. Çocuklar da bir bela, fı­ kara adama dur durak vermiyorlar ki. Her gün gidip de deniz kıyısında oturduJu yere deniz kestanesi koyuyorlar, o da her seferinde varıp doJruuu deniz kestanesinin üs­ tüne oturuyor, oturur oturmaz da çıJlık çıllıla fırlıyor, kıçı yanıyormuş gibi nhtımda koşarak kendi yöresinde dö­ nüyordu. Dönüyor, dönüyor, balırarak, sonra da kendini ye­ re atıyordu. Sonra da çocuklar o yürürken ardına düşüp tür­ lü şaklabanlıklar eyliyorlardı. Bazan büyükler çocuklan kor32


kutuyorlar, Doktor Yasefe dokunmalarını yasaklıyorlardı. Bir gün, iki gün, üç gün. . . Doktor Yasef gözlerini dört açıp yö­ resine bakınıyor, çocuklan bekliyordu. Çocuklar hemen onun kendilerini aradı�ını çakıyorlar, el değer etek deftmez, Dok­ torun imdadına yetişiyorlardı. Gene çığlıklar, dövmeler, kü­ fürler, haston sallP-malar . . . Sonra gene yasaklar. Doktor Ya­ sef gene ölü gibi, kanı çekilmiş, cansız, bomboş, şu dÜnyada yapayalnız, kimsiz kimsesiz kalmış gibi. . . Çocuklan bekli­ yordu. Gelsinler, gelsinler de, yeter . bir gelsinler de, ister­ lerse kerpetenle etlerini koparsınlar, isterlerse. . . Bunu da bütün çocuklar biliyor, yasaklara, dayaklara karşın Doktor Yasefin yardımına koşuyorlardı. Şimdi işte, şimdi şu anda Dok­ tor Yasef kayalığın burnundadır, kaba etlerine batan deniz kestanesi dikenlerini ayıklıyordur. Belki de onun kıçına hiç bir şey batmıyordur. Çocuklar kimi zaman onun oturduğu yere deniz kestanesi koymuyorlar, Doktor Yasef gene ora­ ya deniz kestanesi koymuşlar gibi kendi yöresinde, kıçını tu­ tarak dönüyor, hop oturup, hop kalkıyordu. Salih biliyordu, hazı günlerde çam kozalağı koyuyarlardı oturduğu yere. Dok­ tor Yasef gene vaveylayı basıyordu. Çocuklar bir gün yum­ şacık, kuş tüyü bir minder koydular onun oturduğu yere. Doktor yutmadı. Sevgiyle gülüp çocuklara el salladı. Martı yavrusuna bakmaz mı? Birden aklına bir şey düşüp ayağa fırladı. Çocuklar ba­ zan Doktor Yasefin, parmaklarının ucuna basa basa arka­ sından usulcacık varıp gözlüklerini kapıyorlardı. İşte o za­ man çok kötü oluyordu, Doktor Yasef bir adım bile atama­ yıp olduğu yerde, kendi yöresinde, kollarını açmış, yordam­ layarak, yorulup bitineeye kadar dönüyor, sonra oldu�u ye­ re sagılıyor, ağzını kocaman kocaman açıp derinden. uzun kınşık boynu sünerek soluk alıyordu, ölecekmiş gibi. Sonra da çocuklara tatlı, yumşak yalvarınağa başlıyordu. Önce tat­ l ı , candan konuşuyor, konuşuyor, çocuklar gözlüğünü ver­ meyince de, horoz scsi duymamış küfürlerle sövüyordu. Son­ ra ağır sözlerinden pişmanlık duyuyor, gene yumşuyor, son­ ra ardından da birden parlıyordu . Çocuklar vaktin eriştiftini anlayıp: G S/03

33


ııSöyle baba Yasef,ıt diyorlardı. cO hikayeyi söyle. » Doktor Yasef üç kere hastonunu yere vurup: «Gelin köpekler,• diye yumşak yumşak görmeden baka­ rak, egelin de şuraya bastonumun altına oturun ki. . .. Çocuklar getirip gözlüjünü ona veriyor, yöresine halka­ larup oturuyorlar, o da kalın güzel sesiyle bu denizierin eski zaman hikayelerini anlatıyordu. Salih düşündü, neden acaba Doktor Yasefin hikayele­ rinden hiç birisi aklında kalmıyordu. Ama en küçük bir söz bile ansımıyordu onlardan Salih . . . Ya Temel Reisin anlattık­ ları, kafasımn içine, sözcük sözcük oldulu gibi işleniyordu. Öteki çocuklann da Doktorun anlattıklan akıllannda k.al­ mıyorciu. Uzak, eski, anlamsız, hüzünlü, yalnız bir türküyü dinler gibi dinliyodardı Doktor · Yasefi. . .

·

Salih ayata tırlayınca sırtındaki gömlelini çıkardı, kol­ lannı balladı, denize koştu. O, denize girer girmez bir bü­ yük bir sürü yavru balık ondan ürküp dalıldı. Salih göm­ lelinl denize sokup al gibi gerdi. Şimdi küçük balıklar ge­ lecekler, gömlelin üstünden geçecekler, tam geçerlerken Sa­ lih gömlell yukarı çekecek. . . Kaç balık, kaç tane gelecek, belki yüz, yüz elli. Salibe on tane yeter . . . Sakallı Haydar, somurtuk, yüzü kıpkırmızı. Sabahtan akşama sarhoş. Rakı kokusundan yanına yaklaşılmaz. Ba­ kar mı martı yavrusuna? Delinin biri . . . Öldürür o, öldürür martı yavrusunu. Kebap eder de yer martı yavrusunu. Mar­ tı yenir mi, o ne geçirirse eline yer. . . Bir keresinde . . . Zıkkı­ mın kökünü yesin, zıkkımm. Eczacı altın gözlük takar. . . Çok pahalı ilaçlan. Alma­ yan onun ilaçlarını hastalıktan, alaniarsa acından ölürler. Her gün başka bir biçimde altın gözlük takar. Kız gibi yU11lf8k, lopur lopur bir yüzü vardır. Hiç de kadınlara bakmazmış. . . Salih gömleJi birden çekti, sevinçle gözleri büyüdü, deniz­ den kıyıya çıktı, gömlell kuma serdi. Gömlelin üstünde bir sürü irili ufaklı balık yavrusu sıçraşıyordu. Sevinçten el­ leri ayakları titriyordu. Balıklar güneşte kıvılcımlamyorlar­ dı. Salih balıkları teker teker avucuna topladı, balıkiann hepsi iki avuç kadardı, ellerinde daha kımıl kımıl ediyorlar-


d ı . Götürdü, yarı canlı balıkları kayanın düzüne serdi. He­ mencecik de gömlcğini kumların üstünden alıp suya yürü­ dü. Coşkudan, kendinden geçmişti. Soğuktan hacakları pes­ pembe olmuştu. Sürüyle balıklar, denizin dibinde küçük gölgeleri kaya­ rak,

üstüste

kıyıya,

kayalara

dokunurcasına

sokuluyorlar,

birden, yıldırım çarpmış gibi ürküp denizin içine doğru dar­ madağın kaçışıyorlar, az sonra bir kocaman

sürü, binlerce

küçücük balık gene yaklaşıyorlardı kıyıya ve gene darmada­ ğınık oluyor, kaynaşarak kaçışıyorlardı. Balıklar, durgun denizin incecik dalgaları, güneş kıyıya, denizin dibine, kayalara binlerce ipilti üşürüyorlardı . Işıklar denizde, kıyıda, balıklarda, kumsalda, denizin altındaki ça­ kıl taşların cİa kıvıl kıvıl kaynaşıyordu. Salih durmadan gömleğini küçücük balıklarla

dolduru­

·'·or, sudan çıkıyor, sıçrayan kıvıl kıvıl ışıklı, kaynaşan balık­ l arı kayanın üstüne seriyordu. Dalıp gitmişti. Kocaman açıl­ mış gözleri ışığa batmış denizde bir

top pırıltı gibi sünen,

tşıklarla kıvıl, kaynaşan balıklarda, dalgalarda, şim�eklenen deniz kabuklarında . . .

Öyle

durmuş,

gölgelerde, kendinden

geçmiş, tuttuğu balıkların, şu içine girdiği denizin bir parça­

olmuş, başka ne bir şey düşünüyor, ne duyuyor. Kendisini

dehşet, delicene, her şeyi unutarak bir balık oyununa kaptır­ mış. Balıklar geliyorlar, gidiyorlar, uçuyorlar, bir şeyleri kok­ l uyorlar, ko klar k ok lamaz da çavıp darmadağın . . . Her . balı­ ğın, her balık sürüsünün üstünde kıvılcımlanan bir ebem­ kuşağı . . . Ebemkuşağından da daha renkli, daha parlak renk­ l ı:-r, uçuşan . . . Güne geldikçe denizin içinde çakıp sönen. Tam ayağının sıçradı.

Derin

dibinde

düşünceden

sonra kendine geldi, fırlattı. Yengeç

orada

bir yengeç gördü Salih. uyanmış,

büyü

eğildi yengeci tuttu,

Birden

bozulmuştu. kıyıya

yampiri yampiri dolaşmağa

Az

kumsala başlad ı .

R u n a d a Salih çok ç o k sevindi . ,·a

Gözüne büyücek uzun bir sürü ilişti. Sürü oraya bura­ vurarak, yalpalayarak, kalın bir ip gibi kıvrılarak Her­

rieki taşın oradan sünerek geliyordu. Birden tekmil balıklar, : ı c: p b i rden su�·un �·ü:>.Ünt" fırladılar. Suyun �·üzü bir an renk

35


renk kıvılcıma kesti söndü. Balık sürüsü durmadan, hep b ir ­ den, suyun yüzünde yüzlerce ipildeyerek sönüyor, ipildeyip sönüyordu. Salih balık yakalamayı da şimdi a rtık suyun yüzüne aÜayan,

uçan balıkiara dalmış

unutmuş,

gitınişti. Hiç

bir şey düşünmüyordu. Beyni, duyuları, görme, daima, yok­ olma . duyusundan başka bütün duyuları yokolmuştu . Birden gelen büyük bir dalga onu tepeden tırnağa içi­ ne aldı, salladı, ıpıslak etti, sendeletip kıyıya doğru bir iki adım götürdü . İlerden, açıktan büyük bir yolcu gemisi ge­ çiyordu. Salih birden anımsadı, delicesine

kayalığa koştu, sepe­

tine soluk soluğa . vardı, martı yavrusu orada sepetin için­ de,

kadife çaputun

üstünde hiç kıpırdamadan öylece yatı­

yordu. Gagası d a kanadının altında. Salih artık ölüp kaya­ lara yapışmış balıklardan birisini al.dı, martının başını tut­ tu. balığı uzattı : «Al,» ded i . «al 1 Bak. ne taze. aç ağzını yutuver. Aç, aç.

aç ağzını . . . »

Balığı kuşun gagasının ucunda burun deliklerinde dolaş­ tırıyor, martı oralı bile olmuyordu . «Bak,

bak,

ne

güzel

bal ı k . . .

Bak,

yemezsen

öleceksin.

bak . . . Yut şunu . � Sonra da : «Pis mendebur, , diye bağırdı. «Pis. Ölecek nl'

var

yani

Ş unu bir yutarsan iyileşeceksin.» Martı bana mısın demiyordu. Salih

çok

ultraştı,

burun deliğine sürdü,

koklattı, balığı

balığın

denizde

başını.

ıslatıp

kuyruğunu

gene koklattı,

olmadı. «Bu

balığı

beğenmiyorsun değil

mi,»

dedi.

«Beğenmi­

yorsan sana canlısını tutup getireyim . >> Tamam, iyi bir kurnazlık düşünmüştü, martılar canlı ba· lıkları tutup yerierdi değil mi, tamam, iyi bir kurnazlık. Hi<; martıların ölü bal ı k yedikleri görülmüş müydü, değil Kayanın üstünden hemen gömleğini aldı,

mi?

denize girmesiy­

le çıkması bir oldu. Gömleğin üstünde bir sürü sıçrayan ba­ l ı k ışılıyordu . Gömleği kayaya kor komaz, bir tanesini canl ı

36


canlı kaptı, martının ağzına bana

mısın demedi.

Tüyü

götürdü,

bile

koklattı,

kıpırdamadı.

martı gene

Salibin

elinden yere kayıverdi. Kolları yanına düştü,

balık

uzaktan de­

nizi köpürterek giden gemiye daldı. Eşek adasının üstüne yüzlerce, çığlık çığlığa martı inip kalkıyordu. Üç martı da ta yükseklerde, denizin üstünde kanatlarını sonuna kada r açmışlar germişler süzGlüyorlardı, sevinç dolu. c O kadar, o kadar çok martı var ki şu dünyada . . . O ka­

dar, o kadar. . . Yalnız benim martım ölüyor. » Martı yavrusuna döndü bir göz attı istemeyerek, acı do­ lu, o orada sepetin içinde öylecene, mahzun, hüzünlü duru­ yordu. «Vay be,» dedi . «Benim, benim yüzümden ölüyor . Onun­ la ben karşılaşmamış olsaydım, belki dirilirdi.» Kendini suçladı, uzun bir süre. Sonra anasını, babasını. Büyük anası, ah lanet büyük anası, boğacak mıydı onu? Mar­ tısına bir iyice düşman kesilmişti, ona da . . . Şu anasına da ne oluyordu, o yumşacık insana? Herkes Salihi görünce bir celalleniyor, bir. Allah bile düşman olmuştu da onlara, işte martısı bu haldeydi. Birden döndü, gömleğin üstünde artık can çekişen kı­ pır kıpır balıklardan birisini aldı, martının ağzını eliyle açtı, balığı gırtlağına kadar soktu: cYut,» dedi. «Vay be . .

Martı

.

»

yavrusu ağzını üç kere

açtı

kapadı.

Salih ger­

çekleşen bu büyüye inanamıyordu. Gerçekten yutmuş muy­ du acaba? Eliyle gırtlağını yokladı. Balık martının boğazın­ da öyle duruyordu. Deli gibi kızdı: cSeni, seni sersem kuş, geber, geber işte. Bana ne! San­ ki şu yeryüzünde ilk geberen kuş musun? Ben de . . . Ben de... »

Gömleğini yerden aldı, balıklar kayalıkların üstüne ser­ pildiler, kayanın düzündeki öteki balıkların üstünde de bir sürü arı oğul verir gibi dolaşıp vızıldıyorlardı. Bu öfke kız­ gınlık arasında bile arılar Salihin gözüne çarptı. «Vay be! İnat ediyor. . . Öl ulan, bana ne? Babamın oğ­ lu musun? Öl, öl, ben sana acıdım da, ölmesin dedim de . . .

Öl işte. Seni orada bırakıyorum, kayanın üstünde. Az sonra, 37


hemen şimdi bir koskocaman yaban kedisi gelecek, koskoca­ man . . . Yaaa, gelecek, seni parça parça . . . Bir güzeeeel, afiyet­

len yiyecek. . . ,.

Yiyecek derken, küçücük martının parçalanan ölüsü · gel­ di gözlerinin önüne. Tüyleri havada savruluyor, yabanıl, siv­

ri, yırtıcı ak dişler çıtır çıtır kemiklerini kıqyordu. Epey uzak­ laşınıştı kayalıklardan, koşarak geriye döndü. İçi acıyor, yü­ re�i çarpıyordu . Az daha martıya ulaşamazsa . . . Oracıkta bek­ leyen yaban kedisi dişlerini m artının gırtla�ına geçirmiş, ka­ nını emiyor, az sonra da tüyler savrulacak . Çok şükür sepet de, martı da orada yerinde duruyordu. Çok sevindi . Yüre�i yeynidi. Oooh, dünya vardı. Şimdi her şey daha güzeldi, şimdi artık gene her şey ışıktandı. Anası da, babası da, kardeşleri de dünya güzeliydiler, dünya iyi­ siydiler. · Adam öldüren Azgın Duran bile iyiydi. Azgın Du­ ran, Azgın Duran, içi götürmedi. Her şey, herkes iyiydi de adam öldüren Azgın Duran iyi de�ildi. Çocuk düşmanıydı. Ne­ rede bir çocuk görse, isterse o�lu olsun, gözlerini iki üç misli açıp, çenesini çarpıtıp, a�zından salyalar salıvererek çocuk­ ların üstüne yürüyordu. Çocuklar aslan yürekli bile olsalar onun bu görüntüsüne dayanamıyorlardı. Dayanarnayıp ba�ı­ rarak alıp yatırıyorlardı . Bazıları da yerlerinden Inpırdaya­ mayıp oldukları yere düşüp öyle kalıveriyorlardı. Salih onun­ la hiç karşılaşmamıştı. Hiç karşılaşmayacaktı da . Salih çar­ şıdan geçerken, kasabanın içinde dolaşırken gözlerini dört açıyordu. Azgın Durana benzer birisini görünce de alıp yatın­ yordu. Azgın Duran var ya . . . Azgın Duran şu çınar kadar ko� caman bir adam, şu çınarın dalları kadar da kocaman kol­ lan var. Ondan herkes de, büyükler de korkuyorlar. Kasaba­ nın baş belası, birisi şunu öldürse de kurtulsak, diyorlar. E�ildi martının gırtla�ını iki eliyle yokladı, balık oldu­ ju yerde duruyordu. Salih kızdı, şunu ta şu denizin orta­ sına fırlatmalı, dedi. Fırlatmalı. Martıyı sepetten aldı, gö�­ süne bastırdı, ku.şun yüre�i çabuk çabuk atıyordu, sıcacıktı da. . . Gerildi, atacakken durdu, kuşu usulca sepete koydu, bel­ ki balıkları yiyecekti. Ötedeki, üstünde arıların dolaştı�ı balıklardan üç tane-

38


sini aldı geldi, sepetin önüne diz çöktü, sertçe martımn al­ açtı, biribiri ardından balıkları martının gırtlalına sok­ tu. Elindeki martı sonuncu balıkta bir çırpındı, kınk kanadı bile kalktı, balıkiann üçünü de yuttu.

ı:ını

Artık Salibin sevincine diyecek yoktu. Oraya kayalık­ Iann üstüne oturdu, gözlerini martısına dikti. Martının san gagasına, ayaklanna, kanatlarının ucundaki küçücük karalara... Bir iyi olsun, bir uçardı ki, ta gölün ötesine vanrdı. Ta ötesine. Bir iki balık daha denese. . . Korktu denemeye. Belki de yemezdi de, gene. . . Bir de yorulmuştu ki Salih . . . Yorulmuştu ya, sırtından da atJ.r bir yük kalkmıştı. Martı yavrusu öyle yatıyordu ya, olsun, üç tane, üç tane taze balık girmişti ya kursalına. Artık dirilirdi. Deli deliidi ya. . . Dirilecekti. Dirilmezse de, kendi bilirdi, hiç. cVay be, dirilecek.• Şu balıklan toplamalı da, yanna yec\irmeli. Yanna ka­ dar kokm&z mı? Belki de kokmuş balıklan daha çok severler martılar. Kimbilir, belki. Hiç kimse bilmiyor ki bu martıla­ rın huyundan suyundan. . Anlar balıkların üstflnde vızıldayarak uçuyorlar, kanat­ larında ince, aydınlık titremeler. SaUiı baktı, azıcık irkildi. . . Balıkiann üstünde dönen aniann beşi eşek. ansıydı. Şu ka­ ra, dünyayı vızıltıya bolarak şimşek gibi gelip giden tosto­ parlak, yeşillenen anmn adını bilmiyordu. Gerçekten bu an­ nın adı neydi, hiç sormaınıştı. Sonra boncuklu arılar, bal an­ lan, sarıca arılar. Arılar karpuz kabukianna çokuşur gilli balıkların üstüne de çokuşuyorlar. ·

cYaaa, acaip. Acaip efendim, acaip.» Bu anlan derseniz, yaa, antann ölüleri' de dirileri de çok güzel kokarlar. Çok çok güzel, mis gibi kokarlai'. Mar­ tılar deniz gibi kokar, tıpkı. Yumurtalan da. .. Martı yuuıur­ tası yenlr. Sahanda martı yumurtası, bir denizi yutmuş gibi olur dalgaya düŞE tsln, dalgalar üstünde, deniz olursun, de­ nizin dibindeyuı.işcesine yürürsün sahanda martı yumurta­ sı yersen. Deniz sarhoşlutuna tutulursun. Bir bal arasını da, eşek ansını, boneuldu anyı da, o yeşillenen kara anyı da,

·


sanca anlan da koklarsan, bir hoş dalgaya düşersin, tekmil çiçeklerin, aniann kokusu gelir bumuna. Uçarsm da

•••

Bahklann hepsini teker teker topladı, avuç avuç le­ pete taşıdı, martının yamna, kadifenin üstüne koydu. Bel­ ki balık kokusu onu kendine getirir de. . . Sarhoşluta, çiçek, deniz, koku dalgasına düşer de . . . Burnunda arı, deniz, tuz kokusu, inanılmaz bir sevinç­ te, oynayarak, ayakları uçarak kasabaya dönüyordu ki . ' Zınk .

·cuye durdu. Nereye gidecekti, eve mi? Evde bu gece martı

yavrusunu ne yapar yapar öldürürlerdi. Eee, ne yapmalı? Ge­ ne ayaklan sevinçttm kanat takıp uçtu . . . Ablası, Hanife ab­ lası vardı. Ne güne duruyordu ablası. Abiasının bir kocası vardı, oltacı, bu denizin en güzel, pahalı, ışıklı, oynar oynar balıklannı o tutar, nah, öyle bir adam ki . . . Martıya döndü : eSen uyu, uyu,• dedi, esen uyu daha, hasta martıcık.

Seni bir eve götürüyorum ki, heheey heyt . . . Bütün herke­ si iyi eder. Bir merhemi var ki büyük ananın merheminden de daha iyi, delil mi?• Yürüdü. Aşalıda deniz serilmiş yatıyordu dümdüz, bu­ lut gibi. . . Trolcuların koca karınlı tekneleri balıktan dönü­ yorlardı. Salih Reis güneşte terliyordu. «Uyan Temel Reis uyan.• Elini denize doğru salladı,

umutta güldü. c İstersen

de uyanma "

bir çoj.alan mutlulukta, bir


tL

Abiası onu avluda karşıladı. Salihi gördü�üne sevinmişKucakladı, kıvırcık sarı saçlarını okşadı. Sonra da : cNe bu Salih?:o dedi. «Ne bu?:o Salih: cEniştem evde mi?:o ·diye sordu.

•Evde, içerde,» dedi ablası. cSepetin içindeki bir martı yavrusu,, dedi Salih. «De­ nizin kıyısında buldum.» Boynunu büktü. «Kana<!� kırılmış. Ne yiyor, ne de içiyor. Onun öyle durdu�una bakma, ölü de�il . Uç tane de balık yuttu ki, nah böyle böyle :.içü de. · · " Abiası biliyordu ki Salih öyle buraya, elinde sepeti, do�­ ru dürüst gelmezdi. «Evde ne var ne yok Salih, anam naıııl, kız, büyük anam nasıllar?» cİyiler,» dedi Salih. Somurttu, dokunsan ağlayacak. cBir şey mi yaptılar. gene biricik kardeşime?» Salih: «Yazık deAil mi,:o diye konuştu. «Ne yazık abla, işte �u kanadı kırık martıyı eve almadılar. Tuttular sepetle birlik� te dışarı fırlattılar. Büyük ana dünya aleme merhem yapar, bak kanadı kırılmış, şu küçücük kuşa bir damla merhem ver­ medi. Onların hepsi bana düşman. O mahallenin de hepsi ba­ na düşman. De�il mi abla, düşman olmasalar bana şu küçü­ cük hasta, neredeyse ölecek kuştan ne isterler, de�il mi? Eniştem içerde mi?• ctçerde,» dedi ablası, «içerde.» «O balıkçı,• diye gözleri parladı Salihin, «belki martı­ ların hastalıklarından anlar da, martımı iyi eder.»

41

·


Abiasının gözlerinin içine yalvarırcasına bakıyordu. •Mustafa,• diye seslendi ablası, cbak kim gelmiş. • Küçücük avlu çiçeklerle doluydu. Güller, kadife çiçekleri, şebboylar . . . Çitin kıyılarında uzun, katmerli nergisler açmıştı, top top. Çiti tepeden tırna�a h anımelleri örtmüştü, tomurcukta. Mustafa uzun boyu, geniş omuzlan, balıkçı muşamba­ sı, lastik çizmeleriyle dışarıya çıktı . Salihi görünce yüzü güldü.

«Oooo Salih, » dedi, choş geldin.» Üç basamaklı merdiveni inip yanına geldi, elini uzattı, el sıkıştılar. Mustafa: «Nasılsın iyi misin Salih?• dedi. «Hiç sorma,• dedi Salih, bir umar bekleyerek gözlerinin içine baktı. Umarsız bir adamın yılgınlılındaydı. «İşte gö­ rüyorsun, ölüyor, Mustafa enişte . » Sesi allamaklıydı. •Ben bunu var ya, kıyıda buldum da, bak ne de iyi bir kuş, kuş delil enişte, daha küçücük bir yavru, ben bunu buldum da, iyi olur diye aldım. Bak enişte, kanadı da kınk, büyük anam merhem verir de kanadını iyi ederim sandım, onlar da bu kü­ çücük kuşu getirdim diye beni evden koldular. Hayırsız adam, dedi anam, ne olacak, ne olacak yani, getirdili de bir hayır­ sız kuş olur, bir hayırsızın da, dedi. Şu sepeti aldı da· ta av­ luya fırlattı. İyi ki kuş ölmedi.» «Ölmedi,• dedi Mustafa enişte. Elini uzattı, martının düşmüş başını tuttu, kanadına bak­ tı, düşündü, Salih gözlerini onun yüzüne dikmiş en küçük bir de�işmeyi izliyor, gözden kaçırmıyordu. Enişte evirdi çe­ virdi, döndürdü, yüzü gittikçe asılıyordu. Salih umarsızlıkla: «Enişte,• dedi. Mustafa ellerini açtı: «Yazık, bu gitmiş,• dedi. Çocuk bunu duyar duymaz, kuca�ında sepeti yere otu­ ruverdi, gözlerini de kuşuna dikti. Enişte de onun yanına çö­ meldi. Salih yılgın, bitkin: 4Z


«Hiç mi, hiç mi. Mustafa enişte,» diye onun gözlerinin içine baktı, yalvarırcasına. «Hiç mi enişte, hiç mi?» Mustafa: «Belki,» dedi. cAllahtan umut kesilmez. Belki de şim­ diye kadar ölmedjjine göre hiç ölmeyebilir de. . . » Bir ölmesin, diye düşündü Salih, aaah, bir ölmesin, ya­ rın onu Doktor Yasefe götürürüm, bir daha da, eler martı­ mı iyi yaparsa, o Yasefe hiç takılmam. Valiahi de billahi de ona hiç taktlmam. Bana ne, o benim martımı iyi etsin de. . . «Onu sıcak bir yere koymalı,» dedi Mustafa. «Bir de kedisiz bir yere.» ·

«Dolru,» diye caniandı Salih, ckediler var ya, bu kuş yavrulannın can bir düşmanıdırlar.ıo Ayala kalktılar. Mustafa: «Hele bir içeriye girelim, girelim de şu senin kuşa bir ilaç düşünelim. Belki de kurtannz.ıo . cKurtanrız,• diye atıldı Salih. «Ölseydi şimdiye kadar çoktan ölmez miydi enfşte?• Mustafa kaşlannı çattı: cDolru,• diye düşündü. cÖlürdü. Bu kuş kaç gQndür böyle?• «Bir haftadır,• diye atti Salih. «Ben yanlış söyledim,• dedi Mustafa. eBu öyleyse, bir haftadır böyle yaşıyorsa, hiç C5lmeyecek.ıt ctl'ç tane de koskocaman balık yuttu,• dedi Salih, cnah böyle böyle.• «Ölmeyecek,.. dedi Mustafa . cÖlmemesinin bir yolunu bulacatız. Bu kilçücilk martı bu kadar dire�mişse, biz de ona bir yardım yapabiliriz. Ölmeyecek.• «Ölmeyecek,• dedi, umutla, inançla çocuk. Gözleri ışıl­ tılı yanarak. Mustafa: «Ölürse de boş ver, ben yann balıla çıkıyorum. Orada, adalarda bunlann o kadar çok yavrulan var ki. . . Sana bay­ le hastasını, kanadı kınlım delil de dipdirisini tutar getiri­ rim. Şimdi adalar b6yle martı yavrulanyla dopdolu.»

43


«İstemem!• diye bajırdı Salih elinde olmayarak, hatır­ masından utandı sonra da. tçeriye girdiler. Salih götürdü köşeye, balık allannın üstüne koydu sepetf. eBurası iyi,• dedi. cŞu eski aglardan da burnuna deniz kokusu da gelir. Bunlar ille de deniz kokusu almalılar.» «İlle de,• dedi Mustafa. Düşündü bıyıtım sıvazladı: cDur şimdi Salih, şu senin kuşa bir derman düşünelim, olur mu?» «Ah Mustafa enişte,• dedi Salih. Ablası: «Sen hiç bir şey yedin mi?• diye onu şöyle bir tepe­ den tırnata süzdü. «<pıslaksın da baştan aşajı.» «Martıya balık tuttum,» diye özür diledi Salih. cO'şür ölürsün,• dedi abla. eZaten ne kadarcık da canın Yar ki, vay kardeşim, martısı da batsın, kuşu da. Soyun, so­ yun, sana Mustafanın gömlejini vereyim de giy . . . » Bir yandan da korkuyla Salibi soymala başladı. Soy­ du, Mustafanın gömlelini ona giydirdi. Gömleftin içinde yi­ ten Salih gülmete başladı. •Şu Mustafa enişte de,» manmış.»

dedi, «sandıftımdan da koca­

Abiası telaşla: «Hasta, hasta olacaksın,» diye rnutfata koştu, ocaktaki çorba tenceresinin altını yaktı. Salih öylesine bir açlık duydu ki, hiç bir şeye benze­ mez, midesi kazınıyordu. Ablası: cVah kardeşim vah,» diyor, gidiyor geliyor söyleniyordu. «Kuşu da batsın, martı.sı da, balılı da . . .• Mustafa: «Hele bir yemejimizi yiyelim de aklımız başımıza gel­ ıtin de, senin kuşun d" derdine bir bakalım. Yok yok, yok dirilecek canım.» Köşedeki sepete gitti baktı: «Dayamyor Sa­ lih, dirilecek senin yavru.» Salih açlılım unutup onun yanına koştu: «Dirilecek enişte,• diye utkuyla söylendi. «Dirilecek. Hiç dirilmez olur mu? On gündür dayamyor. Kimbilir belki de


kanad1 kırılalı on beş gün olmuştur, öyle değil mi enişte?• «Öyle,» dedi Mustafa. Mustafa da kendisini Salibin coşkusuna, kuşu kurtarma tutkusuna kaptırmıştı. Boyuna düşünüyordu, şu yarı ölmüş kuşa ne yapılabilirdi? Kuşların dilinden, hastalıklarından kim anlardı, ah Halim Reis sağ olsaydı . . . Halim Reis saatlercE' kıyı kıyı kayık çekerek, hastalanmış, vurulup kanadı kırıl­ mış martı, ördck, kaz arar bulur, yaralarını sarar, iyileştirir, sonra da salıverirdi. Öleli üç yıl oldu. Tuh, Halim Reisten martı yarasını iyi etmesini öğrenmek de varmış. Kim öğre­ necek, herkes ona deli gözüyle bakıyordu. Sofraya yemek geldi, Salih görülmedik açlıkla saldırdı, bir anda çorbayı içti bitirdi, sonra lahana sarması koydu ta­ bağına ablası, daha o tabağına sarmaları koyar koymaz Salih götürüyordu. Ortadaki helvanın yarısını da hemencecik, ay­ nı çabuklukla gövdeye indirdi Salih. Gerindi: «Oooo,>> dedi, «amma da acıkmışım, soframza bin bere­

ket . . . » Hemen fırladı, sepete gitti, baktı: «Martı gözünü açtı , •

diye bağırdı. Enişte de fırladı, iki adımda oraya vardı, o da sevinçle: «Açmış,» dedi. «Seninki diretiyor Salih. Aaah, Halim olsaydı.» «Keşki,ıo diye hayıflandı Salih. «Halim Reis kuşların baş doktoruydu.» «Duymadım,» diye umutla gözlerinin içine baktı Musta­ fanın. «Demek öldü. >• «Öldü,, dedi Mustafa. «Şimdi kim anlar kuşların dilinden diye düşünüyorum, bulamıyorum.• «Bir iki balık daha yedireyim mi?ıo

diye sordu Salih.

«Yedir,» dedi Mustafa. Salih balığı aldı, gene koklattı kuşa, o bana mısın de­ medi. Salih de kuşun ağzını açtı balığı ta gırtlağına kadar içine bastı, başka bir balık aldı onu da . . . Bu sefer dört ta­ ne balık koydu yavrunun gırtlağına. Kuş bir iki kere

kununca Salih sevincinden deliye döndü: «Enişte, Mustafa enişte, bak yutkunuyor.• <<Yutacak,» dedi Mustafa. 45

yut­


«Aaah, bir yutsa.» Abla ötede, elleri belinde durmuş bunların şu hallerine bakıyordu. Geldiler, sedire oturdular. Mustafa:

� Bak, :o dedi, «ne yapalım Salih . . . ..

uNe yapalım?• .. şu

kuşun

kanadını

bir

iyicene

oksijenli

suyla

yıka­

yalım.:o cOlur,» diye sevindi Salih. � sonra

da

bultdayı

çi�neyelim,

yarasını

sarahm .

Çiğ­

nenmiş buğday kuşlara iyi geli r.» «Haydi hemen,» dedi Salih. Kolları muk.la

sıvadılar,

sildiler,

kuşun yaralı k anadını

oksijenli

bir

suyla yıkadılar. Yara

iyice pa­

köpürünce­

ye kadar. Sonra da bu�day çi�neyip yaranın üstüne koyup sardılar. Bu işi yaparlarken kuş bir iki kere çırpındı . İkisi iki yerden: «İyi olacak, iyi olacak,ıo dediler . Uyku zamanına dek hep kuşlardan, kuşların sonsuz uy­ kulanndan, türlerinden, renklerinden söz ettiler. Uyku :z;amanı

geldi,

abiası

onu yatağına çağırdı.

Mus­

tafa, abiaya bir göz etmiş, abla da Salibin y ata�ını kuşun sepetinin yanına

sermişti.

Salih

yatağa girmeden önce bir

(!aha baktı martıya, m a rtının başı kanadının üstünde, derin bir uykuya dalmış. Salih ablasına, Mustafaya m innetle baktı : «İyi geceler,» dedi . « Martın iyileşecek,» dedi ablası, •<iki gün içinde.» Salih yatağından fırlayıp abiasının boynuna sarıldı, onu öptü. Yatağına yeniden girerken : «İyi geceler, iyi geceler,ıı dedi. Yorganı başına çekti. Sirndi artık hiç uyumayacak, bir saatte bir, iki, üç saat­ te bir kalkıp martıya bakacaktı. Hiç de öyle olmadı. Salih ba­ şını yastığa kor komaz hemencecik uyudu. Bir daha da uya­ narnadı sabaha kadar, deliksiz uyudu. Uyandığı zaman coktan gün doğmuştu. Önce yatağın içın-

46


de doğruldu, gözlerini o�uşturdu, bir şeyleri anımsamalıydı

ya,

neyi? Unutup gitmişti . Kendisini zorluyor, bir türlü o

unuttu�u şeyi aklına getiremiyordu. Ne ola ki, ne ola ki, di­ ye kendi kendine söylenir gibi etti. Küçük bahçede açmış, uzun boyunlu sarı nergislerin, kapıdaki çarda�ın üstünü, yanlarını örtmüş hanımellerinin, avlu kapısında şıkırdım gi­ bi üstüste açmış pembe küçücük güllerin kokulan biribirie­ rine kanşmış, pencereden dalga dalga gelen ılık yelle içeriye d oluyordu. Gölgeler çarda�ın altını pul pul güneşlemişti. Salih birden

yayma

basılmış

ok

gibi

yatağından

fır­

ladı, yüre�i küt küt atıyordu, iki adımda köşeye vardı, mar­ tı akşamki gibi tıpkı, başı kanadının üstünde öyle uyuyor­ du. Usulcacık kuşa dokundu,

kuş

yaşıyordu, gözündeki ak

perde de usuldan aralandı. Abla: • Baktım,• dedi, <�sen uyurken, korkma,• dedi. « Seninki kefeni yırtb. Ölmeyecek. Ona daha gün doğmadan üç tane de balık verdim . • «Yuttu mu?• dedi coşkuyla, abiasının yanına gitti. · Ger­ çekten yuttu mu?» Abla: «Yuttu,ıo

dedi,

« Salihim,

sana

yalan

söyleyeceğim,

hapır hupur bir yuttu ki, martı yavrusu de�il de manda yav­ rusu sanırsın. Gel çorbanı iç.ıo Masadaki tasta

çorba uzun uzun tütüyordu.

Salih he­

men masaya geçti oturdu, tahta kaşı�ı çorbaya salladı . Çor­ bayı içtikçe sevinci yerine geliyordu. « Sahiden yuttu mu?» A�zı dolu dolu, ikide bir soruyor, abiası ona alçakgönüllü, gülerek karşılık veriyordu. · Demek artık iyileşmişti, kimbilir nasıl, nasıl arkadaş olacaklardı şu martı yavrusuyla. Balıkçılar burada bu ku­ şa, yani martıya ne diyorlardı, akçakuş diyorlardı. Akçakuş iyi has ya, martı ne demek? Martı da ne demek olacak. düpe­ düz bir kuş adı. Akçakuş mu, martı mı? «Ben de kuşum büyürse adını akçakuş koyarım .

47

Hem


martı, hem de akçakuş. Ben akçakuş diye çatırırırn, herkes martı anlar. Oldu mu?• «Allahaşkına

Salih,

çorbayı içerken kendi

kendine

ne

söyleyip duruyorsun?. Salih başını kaldırdı, «Baksana abla,»

ışıl ışıl gözlerinin içi gülüyordu.

dedi, «bu kuşun adını ne koydum bi-

liyor musun?•

« Yoook . . . »

«Akçakuş! Büyüyünce bir uçacak, bir uç<ıcak, bir . . . ıo «Onun kanadına dotru dür.üst bir ilaç bulmalı, kuş hastalıklarından anlayan,

kuş sever birisine · göstermelisin

ak­

çakuşunu.» «Kime

göstereyim?»

diye

boynunu

büktü

Salih.

«Hiç

kimse bu fıkara martıları sevmiyor ki. Herkes onları öldü­ rüyor. Kime götüreyim abla?» «Bilmiyorum ki Salih . . .

Bak Salih. sana bir diyeceğim

va r . » «Söyle abla.» . «Sen uyurken . . . • «Anam mı geldi?>> «İyi bildin Salih.» «Bu oğlandan usandık bıktık, dedi değil mi? Sizde mi gene o boyu devrilesi dedi, değil mi?» «Bak Salih, baban gene kızmış kt5pürmüş, evi biribirine katmış . >> Salibin gözleri yaşla doldu: «Bu adam benden ne istiyor abla?» lendi.

«Ben ne yapayım,

nereye

diye uroarsız söy­

gideyim,

şaşırdım kaldım

abla. Belki de şu martırola birlikte, zaten ölüyor fıkara, öl­ mezse de, ne olacak, kanadı kırık bir kuş, uçamayan bir kuş y aşamış ki ne olacak, ha ölmüş ha yaşamış n e olacak, martım­ l a birlikte kendimi denize atsarn daha iyi olacak.» «O ne biçim söz böyle senin ağzından çıkan!» diye ba­ ğırdı abla. «0 ne biçim o! Anam bi r şey demedi ki zaten. Me­ rak etmişler sen i . Keşki akşam gitseydim de' haber versey­ dim onlara. Anan se n i bugün eve istiyor.» Salibin yüzü sapsarı kesildi, dudakları titreyip ağzı bur48


nu büzüldü, gırtlağına bir şey gelip tıkandı . Konuşsa boşana­ caktı, dudaıım ısırdı, başım önüne e�di. Neden sonra ba­ şım kaldırdı, yalvanrcasına ona baktı, gözleri yaş içindeydi. cEniştem çok iyi bir adam değil mi abla?» cÇok iyi bir adam Salih, melek gibi.» «O beni evinde ister değil mi?» «İster Salih, seni de herkeslerden çok sever. Sen uyu­ dun ya, enişten gece yansına kadar senin martınla u�raş­ tı durdu, martını kurtanp da seni sevindirmek için. Sıcak sular mı içirmedi, ısıtıp ısıtıp sıcak bezler mi sarinadı ona . . . Enişten gibi var mı?• cYok, • dedi Salih . cUstelik de denizcl Bu kıyıların en iyi balıkçısı benim eniştem. •

«Senin enişten,• dedi ablası. cAaah, nideyim ki babam,

babam bela

. . .

»

Derin derin birkaç kere içini çekti. eSen bi­

zim evde kalırsan,

babamız ne yapar biliyor musun?

Ne

demiş anama biliyor musun, göndersin Salibi eve yoksa va­ rırsam yamna, onun dünyasını şaşırtınm, o yabamn evini ba· şına yıkanm. O balıkçı parçaama kızımı verdiğim yetmiyor­

muş gibi, hir de oğlumu . cE' •:

.

.

·•

onu eziverir, o sarhoşu, o kumarcıyı,• diye .

lendi Salih. cO . . . »

söy-

cSu·� · :ı>,» diye ?nun ağzını eliyle kapattı ablası.

Salil. .

cEniştem o kadar güç,7ü kl. bir· tutuverse onu ensesin­ den, şu kayalıklardan taaaa denize fırlatıverir. Eniştem onu

bir tutarsa, o moruk zaten . . • .

cMoruk deme babana.• , eDerim, derim, derim işte! Derim de öteye bilem geçerim . Moruk değil mi o? Eniştem onu bir tutf· m . . . Bir eline geçir­ sin . . . Eniştem onu baba diye sayıyor. Yoksaaam . . . » eSen onu biliyorsun Salih, bir gece içer içer de gelir evi­

mizi yakar . » . .

«Gidemem o eve abla,» diye bağırdı Salih. eBu fıkara,

öldürürler, beni dayak­ gebertirler. Eniştem L ;tiyorsa abla, abla notursun siz­

kanadı kınk kuşu var ya, hemencecik tan

de kalayım. Çalışırım d�· . . . Eniştemin teknesinde tayfa da AGSS/04

49


olurum. Ben balıkçılıktan da . anlanm, yaaa. . . O Temel Reis var ya ablaf İşte ben ondan ölrendim balıkçılıJı. .. Ne olur­ sun abla . . .• «Olmaz · Salih, olmaz.. . Enişten zaten kızıyor babama. Bir de gelir ona senin için ileri geri konuşursa. . . Kan çı­ kar Salih. · Mustafa çok çok öfkeleniyor babama. Elinden bir kan çıkacak.» cÇıksın,• diye parladı Salih. cÖldürsün onu.» clşte o zaman olmaz,• dedi ablası. «Ben ne yaparım Mustafasız? Bana kim bakar, belki de enişteni asarlar.» Salih öfkeden tirtir titriyordu. cÖldürsün onu, 6ldürsün de binsin teknesine taaa denizin arkasına gitsin,• dedi. cBaaak abla, ben biliyorum . . .• cNeyi biliyorsun?• cHani gemiler gidip de denizin arkasında yitiyorlar ya . . .• cYitiyorlar. . ·• «Temel Reis söyledi bana ... O yittikleri yer denizin altı delilmiş. O denizin arkasında bir deniz daha varmış. Onun da arkasında bir deniz daha . . . İşte Mustafa eniştem . . . » «Olmaz,• dedi ablası. cAaah olmaz Salih. Hiç olmaz. Mustafanın teknesi küçük, o denizin ardına varamaz Salih, batar.» Salih . boynunu büktü: cNe yapayım ablam,• dedi. «Ben ne yapayım, ben de başımın bir çaresine bakanm ablam. Varsın Mustafanın tek­ nesi batmasın, yazık.» Abiasının boynuna sanldı, onu öptü, sonra vardı mar­ tı sepetini aldı, kulpundan tuttu, dışanya çıktı. Abiası orada, kapının ağzında öyle, kanı çekilmiş, kurumuş kal­ mıştı. Salih avlu kapısım açtı, usulca pembe güllerin altın­ dan geçip kapıyı kapattı, yürüdü, içi g6türmeyip geriye döndü: cSa�lıcakla kal abla;• dedi. cMustafa enişteme de çok selam söyle. Kuşuma baktıtından dolayı sal olsun. Onun bu iyilllini de hiç unutmayacalım. Babama da hiç uyma­ sın, uyup da o güzel teknesini batırmasın.• ·

·

50


Ablası, birden sert: «Do�ru eve git Salih,» diye ba�ırdı. «Do�ru eve . . . Anam _

Reni bekliyor.»

Arkasından

kapıyı

çarparak

kapattı,

kapının

hızından

camlar zangırdadı . «Gitmem işte,» diyordu Salih. «0 eve gideyim de beni · nşa�ılasınlar, öyle mi?» Hem gidiyor yokuş aşa�ı, hem de söyleniyordu. «Ölürüm de o eve gitmem bir daha, ne de se­ nin, senin evine gelirim abla, ablam da benim ablam . . . Yaaa, beni.pı ne evim var bundan sonra, ne de abiarn var. Hiç kim­ sem yok. Bir eniştem Mustafa var, o da işte böyle . . . Tekne­ sini batıracaklar onun da. Kurşunlayacak onu da babam. Gi­ deyim de o eve,

aki;akuşumu öldürsünler öyle mi?

Gide­

yim de o eve, kemiklerimi kırsınlar. Gideyim de o eve ba­ bamın evi kırıp geçirişini göreyim öyle mi? Elbet şu dünya­ da şu ölümcül kuşuma da, bana da bir yer bulunur. Şu bol dünyayı dar ettiler bana, aaah! Gideyim de o eve . . . Varırım giderim _de şu mağarada kalırım. Varır giderim

de Temel

Reise tayfa yazılırım. Varır giderim İsmail Ustaya, Dursun Ustaya, Hasan Ustaya çırak olurum. Çıkarım şu da�a da ço­ ban olurum. Dağa çıkarsam kuşum ne yer, o balıktan başka bir şey yemez ki. . . Öldürseler de, beni kıyık kıyık kıysalar da, derimi yüzseler de ben de o eve gitmem. Abiamın da evi­ ne gitmem . Nasıl olsa, nasıl nasıl olsa kuşumun da benim de •başımı sokacak bir yer bulurum. Karın doyurmak mı, o kolay. Kuş için de, benim için de . . . » Yürüdükçe

öfkeleniyor,

öfkelendikçe

niyordu.

51

hızlanıyor,

söyle­

·


Yüksek, derin yarların üstüne sırarn sıram kurulmuş ka­ saba evlerinden, denizin geniş, ince kumlu�na dimdik, baş­ döndürücü yollar iniyordu. Bu yollardan inmesi de çıkması da güçtü . Salih Çardakaltı yolundan kıyıya indi, ne yapaca­ �ını bilemiyordu. İşte abiası da kovmuştu onu. Bir de kuca­ �ında bir sepet, sepetin içinde kimsiz kimsesiz bir kuş. Ken­ disine bir yer, bir yer bulmalıydı ki, babası onu bulama­ sın, evinden kovan abiası da . . . Ya şu fıkara, başını bir türlü kanadının üstünden kaldıra­ mayan akçakuş yavrusu ne olacaktı? Ölsün mü, şu denizin kıyısına bırakayım da ölsün mü? Kızgınlıkla, öl�ün mü söz­ cü�ünü durmadan yineliyordu . Gün sıcak, deniz yumşacık, dümdüzdü. Çok da maviydi bugün, öylesine kadife, derinine bir maviydi ki deniz, bu, başı belada Salihi_n bile gözünden kaçmadı . cAmma da çok mavi,• dedi yüksek sesle. Sonra elindeki sepeti kıyıya koyup yumşak denizin üs­ tünde taş kaydırma�a baş�adı. Bu taş kaydırma işlemi

tam

ö�leye kadar sürdü. Tam öğleyin Salih birden ürperdi. Bir de türkü tutturmuştu mırıltı gibi. İsmail Ustanın türküsü ola­ cak. Salih hemen sepete koştu. Vardı gözlerini akçakuşa dik­ ti, baktı baktı. Al Gözüm Seyreyle Salih işte böyle bakardı. İkindi üstü bakmaktan yorulmuş, ayağa kalktı. Ötede Zey­ tin adasının, Dış adanın üstünde çığlık çığlı�a marblar . . . Yorgunlukla: «Şu fıkarayı, balık tutmalı da doyurmalı,• dedi, sepeti kumların i;istünden alıp rıhtıma doğru yürüdü. Bir kepçe bul­ malıydı. Kepçe, büyücek bir demir halkaya baJlanmış uzun,

52

·


nkdan bir

to rbay d ı . Halka da

uzun bir sırığa ba�lanmıştı.

Kilç ük balıkları avlamak içindi. Mustafa en iştede böyle bir kep çe vardı, vardı ya abiası onu evden kovmuştu, nasıl is­ t erdi? Bir de şimdi Mustafa onu arasa, burada bulsa, onu hanımeli kokan tertemiz evine götürse. . . Hiç kimsenin evi hiiyle hanımeli kokmr.zdı bu kasahada Mustafanın, balıkçı Mustafanın evinden başka . Salih, Mustafanın evif\de yaşasa, onunla balıkçılık yapsa, on d an sıkılınca da varsa İsmail Us­ t nya demirci çırağı dursa, oradan da marangoz Dursun Us­ t nya gitse, orada da çalışsa, ondan da Temel Reise . . . Temel Heislen de denizlere açıl ıp ta orada denizin kuyusuna inse . Denizin kuyusundan ödü kopuyor, oraya, denizin ucuna, çiz­ ı:i gibi olan yerine baktıkça ü rperiyor, kendisini denizin di­ binde, karanlığın içinde, köpek balıklarının ağzında görü­ v o rdu Sonra da her seferinde kendisine kızıyordu. Temel Reis insan değil mi, Temel Rei si n canı yok mu, o nasıl her gün, her gün minare boyu dalgaların içine dalıp ta ötelere, denizleri aşıp gidiyordu, nasıl nasıl, o denizin uçurumundan, kuyusundan kurtuluyordu? Al Gözüm Seyreyle Salih korku­ vordu . Dünyada en k ol ay şey seyreylemek, Salih gözleri dört açılmış, do�duğu günden bu yana seyreyliyordu. Salibe çok söylemişler, deli demişler, büyülü demişler, çalık demişler, Salihi de büyülü, ç alık olduğuna inandır­ mışlardı. Deliliğe gelince, Salih bir iyice biliyordu, deli olma­ sına deli değildi. Yalnız, görmediği bir şey görse, bir arı ko­ vam, oğul veren bir arı sürüsü, bir kuytuda boynu bükük bir top menekşe, kırmızı bir kaya, bir karınca köresi, ne bi­ l eyim ben, şu dünvada kimsenin. dönüp bakmadığı bile bir �ey görse, Salih oray a çakıhp kalıyor, gözleri kocaman ko­ caman açılmış, o şeye dalıp gidiyor, onunla bütünleşiyordu. Bazılanna da bakınağa doyamıyordu. İsmail Ustanın ocağı­ na, örsüne, öteki araçlanna, körüğüne, denizin altına, ma­ rangozun gülleri ne, kızların işlediği Şile bezi işlemelerine . . . Uzun bir süre de kıyıdaki tekne y apım yerinde uzun sakallı Hasan Ustayı seyreylemişti. Bir koskocaman Laz teknesinin yapılışını bir tek çizgiyi bile kaçırmadan sonuna kadar, tek n e boy anı p da denize indirilene kadar seyreylemişti. Bundan . .

.

.

­

53


sonra da bir daha oraya, tekne yapım yerine hiç u�ramamı.ştı . Böyle tutulup da ayrıldı� yerlere bir daha hiç u�ramıyor­ du. Orası ona bomboş, boşluktan çın çın öter, geliyor, kor­ kutuyordu. Salih, o gün bugündür bir daha tekne yapım yerine de�il, yakınına bile u�ramamıştı. Bazı da böyle yer­ leri birden bir özleyiveriyor, sonra o özlemi hemencecik ge­ çiyordu. Salih büyülüydü, dünyaya çalınmıştı. Neyi, nerede gör­ se şaşırıveriyordu bu büyü karşısında. Bir daha da öldür Al­ lah, onu baka baka eskitinceye kadar oradan aynlamıyordu. Şimdiye kadar çok çok şey eskitmişti. Deniz, balıklar eskimi.:. yordu. Çiçekler, yağmurdan sonra kokan toprak, ılık, sıcak, do�an ebemkuşa�ı, gökyüzü uçuşan binbir renkle kaynaşı­ yordu, yıldızlar şıkırdım gibi, denize de vuruyorlardı bazı geceler, hiç hiç eskimiyorlardı. Daha çok, çok şey eskimi­ yordu,

İsmail

Ustanın

kocaman

örsü,

dükkanı

da,

Temel

Reisin tekneleri, teknelerin balıktan dönüşleri, marangoz Dur­ sun

Ustanın

bunlar da

a�açlarının

kokusu,

kara

gülleri,

bunlar

da,

eskimiyoılardı.

Bir kepçe. . . Biliyordu yerini. Salih seyreylemek için seyreylemiyordu ki . . . İçinden bir şey oraya onu ba�layıveriyor, Salih de oradan bir türlü ko­ pamıyor, gözlerini ayıramadan baktıkça bakıyordu. Kepçe,

kimde vardı bir kepçe,

kimden

alabilirdi?

Şu

dünyada amma da yalnız kalmıştı, vay be! Salibin içi birden hop etti, biliyordu biliyordu, aklına gelmişti, kahveci Halimin

çitinde bir kepçe asılıydı, istese

verir miydi, vermezdi. Neden vermezdi bu eski, ağı yer yer yırtılmış kepçeyi, hii.iç vermezdi işte. Salih ömrünün ilk hır­ sızlığını yapınağa karar verdi. Verdi ya,

ödü de kopuyor­

du, ya yakalanırsa? Eeee, kepçeyi almazsa martısı da öle­ cekti. Ölsün mü açlıktan yani martı, ölsün mü? Sepeti elinde doğru kahveye gitti, du,

kahvede

birkaç

kişi

oturmuşlar

çitin yanında dur­ nargile

içiyorlardı,

kahveci hızlı hızlı gidip geliyordu. Çok güneş vardı. Salih çitteki kepçeyi kıyıya yollandı .

ağaca tırmanıp Kahveci de,

aldı, sepetini koluna takıp

kahvedekiler de Salihin kep4


çeyi aldı�ını görmüşler, oralı bile olmamışlardı. Herkes kep­ çenin sahibinin Salih oldu�unu sanmış olacak. Salih kıyıya kadar, hiç adımlarını bozmadan, yüre�i a�zında, arkasına dö­ nüp baka baka yürüdü. Kıyıya gelince can havliyle denize yukarı, kayalıklara do�ru koşma�a başladı. Kayalıklara ge­ lince sepeti yere koydu, demiri pasianmış kepçeyi yokladı,

a� iki yerinden delinmiş, ipleri sarkmıştı, ba�ladı. Aşa�ıda, · küçük koyda ufacık balıklar kaynaşıyordu, indi, kepçeyi ilk daldınşta bir sürü balık yakaladı, koşarak sepete geldi, mar­ tının ağzını açıp bir balığı sokuşturdu. Bu sefer martı yut­ kundu, bir daha, bir daha yutkundu, Salih kuşun gırtla�ına baktı, balık kursa�a inmişti. «Kendine geliyor,» diye söylen­ d i . «Vay be! Gelsin,» dedi sonra da.

yeceğim onu.

Onun

yüzünden

«İşte bu iyi. Öİdürme­

evimden

barkımdan - oldum.

Ölürse ayıbeder akçakuş.ıo Bir balık daha verdi, gene yut­ kundu kuş. üstüste birkaç

balık

daha. . .

Gırtla�ı bir

dol­

sun. . . Biraz sonra kuşun gırtıa�ında kabarcıklar belirme�e başlamıştı. ca

Salih,

«Yakında iyice

dolacak,•

dedi.

«Kursa�

dolun­

da, başını dik tutacak, dik tutunca da tamam . . . Tamam

mı?» Sonra ne kalıyor, sonra da kırık kanadını kuşun iyi et­ mek kalıyor. Kuş bir kendine gelsin, işte o zaman götürmeli kuşu, kanadını iyi etmeli. Şimdi böyle alıp götürse, dese ki, behey arkadaş şu benim kuşun kanadı kırık iyi etsene şunu . Adam bakar bakar da, bu ölü kuşun hangi kanadındaki ya­ rayı iyi edeyim demez mi, der, eeee, işte o zaman karnı day­ sun da başını dik tutsun hele . Hele bir öteki martılar gibi hapur hupur bir yutsun, bir yutsun . Hele hele, bir yutsun, bir yutsun. . . Hele hele bir yutsun . . . Kuşun kursa�ı bir iyice şiştikten sonra Salih aya�a kalk­ tı, ötede, uzakta, denizin üstünde, ışıklı, çok ak bulutların al- . tında bir vapur dumanını savurarak, denizi yarıp köpürde­ terek

gündo�uya

gidiyordu,

Salih

hiç

vapurun

bu

kadar

apağını, büyüğünü görmemişti. Kimbilir bu vapur nereye gi­ diyordu, kimbilir içinde kimler vardı?.. Salih vapura daldı

55


gitti, sonra da oraya,

kayanın üstüne çökilverdi. Gözlerini

bu görülmedik vapurdan bir türlü alamıyordu. Vapur gidiyor, uzaklaşıyordu. Vapur gitti gitti.

küçü­

cük bir boz duman içinde leke gibi kaldı denizin ucunda. Sonra da birden yitiverdi. Vapur yiter yitmez de Salih ol­ duğu yerden yayma basılmış gibi fırlayıverdi. Kocaman ko­ caman açılmış gözleri yörede unuttuğu birşeyleri anyordu. Sepeti gördü, görür görmez de gözleri orada, sepetin içinde­ ki kuşta dondu kaldı. Gözleri şaşkınlıkla gittikçe daha bü­ yüyordu. Şaşkınlığı geçince,

tekmil bedeni sevinçle ürper­

meğe, titrerneğe başladı. Sonra da güldü kendi kendine. EQil­ di sepete baktı,

gerçekti gördüğü. Martı başını kaldırmış,

gözlerini açmış, yöreye, Salibe bak ha bak ediyordu. Bak ha bak! Vay be! Salih daha işin özüne varamamış, öylece­ ne şaşkınca, ne yapacağını bilemeden, gözlerini martıya di­ kip kalmıştı. Yüreği küt küt atıyordu. Şimdiye kadar hiç duymadığı bir hoş, esrik bir duygu içindeydi. Martı, öbür kanadını da toparlamı Şti Kırık kanadı oraya kadifenin üs­ tüne yayılmıştı.

Salibin aklına hemen kepçedeki balıklar

geldi, kepçeden bir balık aldı martıya uzattı, martı daha o balığı getirirken gagasıru uzattı, parmaklarının arasından kaptı, yutuverdi. Salih kepçeden sol avucuna doldurduğu ba­ lıkları alıp alıp martıya veriyor, martı balıkları daha yakla­ şır yaklaşmaz kapıyor, yutuyordu. Kepçede ne kadar balık varsa bir anda bitirdi. Salih ancak bundan sonradır ki işin özüne vardı, aya�a kalktı, mutlulukla denize doğru bağırdı: uAllööööş öö , yaşa­ sın. Vay be!» Sağına soluna baktı, kimseyi göremedi. Sevinç­

ten uçuyordu. Sepeti yerden aldı, kayalıklan nasıl

indi,

kı­

yının kumlarını nasıl geçti, y üksek yann dimdik yo�u

· nasıl çıkıp çarşıya geldi bilemedi. Çarşıda karşısına eli bas­ tonlu,

beli bükülmüş yaşlı

bir

adam geldi,

Salih,

adama

şöyle bir baktı, hemencecik eline sarılıp öptü: «Baaak amca, bak,» dedi. �Kuşum dirildi. Ne güzel de­ ğil mi?» Adamcağız hiç bir şey anlaınamıştı, orada, caddenin or-

58


t asında kalakaldı. «İyi, güzel, iyi ki dirildi, » diyordu. "İyi, �tüzel, hoş . . . Ne kuşu acaba?• Salih önüne kim geldiyse elini öpüp : «Kuşum ku.şum,,. diyordu, «dirildi bak, dirildi. Bir kepçe de balık yedi. Bak� nasıl bakıyor.• Zaten coşkudan ne dediği anlaşılmıyordu. Az s"onra tekmil çarşı bir sevinç, mutluluk, coşku fırtı­ nasına tutulmuş çocuğa şaşkınlıkla bakıyordu. Vah, ne olmuş ula bu çocuğa? Kendisini İsmail Ustanın dükkanına kaptı koyverdi. ls­ mail Usta örste kıpkırmızı bir demiri dövüyordu. Ko'caman balyozunu kızarmış demire indirdikçe demirden iri yalım par­ çaları dökülüyordu. lçeriye paldır küldür giren Salihi gördü, öyle kalakaldı. «Usta, Usta,» dedi Salih, «bak dirildi, gördün müh Usta, gördüm demeye kalmadan öteki fırladı çıktı. Bu hiç konuşmayan çocuğa ne olmuştu, dirilen de neydi aca­ ba? Aldırmadı, elindeki demiri ocağa sokup körüğü çekti. Salih çınarın altında, ardıçiarın oralarda bir süre ne yapacağını bilerneden dalandı durdu. Öylesine bir coşku ıçindeydi, mutluluğu öylesine gittikçe büyüyordu ki, ne ya­ pıp edeceğini bilemiyordu. Bir kuytuya oturdu, belini ardıç ağacına verdi, gözlerini, şimdi başını sağa sola çeviren can­ l ı , capcanlı kuşuna dikti . Gagası, ayakları da ne güzel, ne güzel kara turuncuydu. Daha fazla oturamadı, oturamazdı da. . . İçinden bir şey onu itiyordu. Bütün kasaba, yaşlılar, çocuklar, kadınlar, erkekler, bütün kasaba sevincine katıl­ malıydı. Dağ taş, kurtlar kuşlar, şu dalgalı denizin üstünde uçuşan martılar, en çok da martılar sevincine katılmalıydı. Kim, kim, kim candan yürekten katılırdı sevincine, önce Temel Reis geldi aklına. Rıhtıma baktı, Temel Reisin tek� nderi ortada yoktu, daha denizden dönmemişlerdi. Birden Mustafa enişte düştü aklına. Şimdi evdedir, dedi, eve yuka­ rı koşmağa başladı. Yarı yolda zınk diye durdu, olur muy­ du, hani bir daha abiasma gitmeyecekti? Bir daha onu evin­ den kovan abiasının yüzüne bakmayacaktı, ne oldu? �riye dönmek istiyordu ya, oraya çivitenmiş gibiydi. B i r türlü yerinden kıpırdayamıyordu, ne ileri, ne geri . . . Göz57


lerini de sepetin içindeki dipdiri kutuna dikmişti. Kuşuna baktıkça sevinçten . yüreiti kabanyordu. Kuş öyle sa�lıklı, öyle canlıydı ki nerdeyse hemen şimdi, sepetin içinde ka­ natlarını çarpıp uçup gidecekti. Kendinde olmadan, yürüyüp yürümedi�ini bilmeden, ayakları aldı onu a'bla�ının evine gö­ türdü. Ablasını karşısında görünce önce çok şaşırdı, geriye dönüp kaçmak istedi, nasıl etmiş de gelmişti, kendi yöre­ sinde iki üç kere döndü, ablasıyla göz göze geldiler. Abia­ sının yaş içindeki mavi gözleri sevgi doluydu. Kendine gelen Salih birden: «Bak abla,» dedi, «dirildi, ne güzel, ne güzel, ne güzel değil mi?» Abiasının çevresinde dönrneğe başladı. Abiası eğilip e�ilip kuşa bakıyor, cne güzel, ne güzel, dirilmiş Salih, gözün aydın,» diyor, o da bir sevinç kasırga­ sına tutulmuş, Salihin mutluluğuna k�pılmış gidiyordu. Salihin aklına eniştesi geldi: «Mustafa eniştem nerede?» diye sordu. «Kusuruma kalma, benim tatlı, güzel, yakışıklı, altın yü­ rekli kardeşim Salih,» dedi ablası. Onu kucakladı, ılıcık öp­ tü. Salihin içindeki fırtına durdu, ağır, dipten, yoğun, ılık ılık belli belirsiz bir sevgiye dönüştü. Tırnaklarının ucuna kadar sevgiyle dolup ürperdi. İlk olaraktan böylesine bir sevgiyle doluyor, tepeden tırnağa bir elektrik akımına tutul­ muş gibi ürperiyordu. Eli ayağı da çözülmüştü. Kendinden geçmiş, gözlerinin önünde boynunu dimdik · tutan kuşu ışıl ışıl gözleriyle, abiasının sevgi taşan yüzü, elleri, sesiyle, bir sevgi düşünde yüzüyordu. Az önce sorduğu eniştesini, kuşunu, içine girdiği coş­ kunluğu, sevinç fırtınasını, onu saran mutluluk düşünü unu­ tup gitmişti. Şimdi aklında, yüreğinde sıcak bir düş içinde alı­ lasının sevgi dolu gözleri, ılıklığı, onu kucaklayan, kendini sevgisine olanca deliliğiyle vermiş kadın kokusu . . . «Mustafa d a seni aramağa çıkacaktı. Seni gücendirdim diye Mustafa bana yapmadığını bırakmadı.» Salih gözlerini kirpiştiriyordu. Bir uykudan, bir hoş, tat­ lı, tadına doyamadığı bir düşten uyanır gibi kendine usul

58


usul geliyordu. Mustafa, Mustafa sazcü�ü . neydi acaba? Ney­ di derken, şak, «Mustafa, Mustafa eniştem,» diye yere bayı­ hp düşecekti. Gene sevinç kasırgasına ·tutuldu, kuşa baktı, kuş da sevinç içindeydi, nerdeyse şöyle kanatlannı yukan dojtru açacak, açıp uçacak, şu evin üstünde birkaç kere dön­ dükten sonra gelecek Salibin omuzlarına konacaktı. Mustafa eşikte, merdivenin başında belirdi: cSalih,» dedi, «Salih. . . .

Merdivenleri inmele başladı.

«Ben de seni hemen şimdi aramala çıkacaktım. Hoş geldin Salih.»

Salih de ona dolru yürüdü, merdivenin yanında buluş­ tular, Mustafa eliidi Salihi kucakladı. Salih: «Bak Mustafa enişte, bak,» dedi . Daha gerçekleşen bir büyünün etkisi altındaydı, gözleri ışıltı içinde koskocaman. şaşkınlıkla açılmıştı. Oraya merdivenin ucuna oturdular, martı yavrusunu kar­ şılarına koydular, karşılıklı seyreylemete başladılar. Martı­ ya bakıyorlar bakıyorlar, sonra da dönüp biribirierine göz kırpıyor, gülüşüyorlardı. Salih biliyordu, bilmez mi hiç, o ndam sarrafıydı adam, Mustafanın şu dünyada bu işe, ken­ rlisinden sonra en çok sevin�cek kimse oldu�unu biliyordu. İşte bildil� de çıkmıştı. Kim sevinebilir Mustafa enişte ka­ dar bir martı yavrusunun dirilmesine kim, kim sevinçten · riolup taşarak Mustafa enişte gibi atız dolusu gülebilir, .kim? Mustafa: clyi, bu kadarı oldu ya, bundan sonra kolay,• dedi, el­ lerini açarak, koskocaman, derin kınşıklarla dolmuş, çok na­ sırtı avuç içi gözükerek.

Salih: «Kolay,• dedi, ebundan sonrası.• Mustafa: «Kolay, o yara nasıl olsa iyi olacak, kaynayacak. Kay­ nar mı acaba?»

•Kaynayacak,• diye yineledi Salih. cUçmasa da olur,• dadi Mustafa.

59


«Ölmedi ya,» dedi Salih, cölüp de bt•nl şu düny�da ya­ uçamasın.•

payalnız bırakmadı, varsm

Mustafa gözlerini Salibin dupduru, aydınlık mavi göz­ lerinin içine dikti: «Belki de uçar, belki de . . . Yarası iyi kaynarsa uçar. Bir

iyi,

bu işten iyi anlayan birisini bulmalı . . » .

«Bulmalı,» dedi Salih, düşüncelere daldı. Mustafa konu­ şuyor, kuşun nasıl iyi olacağından, kimin onu iyi edebilece,­ �inden söz ediyor, öteki dalmış gitmiş, duymuyor etmiyor. Mustafa vardı, sepetten kuşu aldı, elinde evirdi çevirdi, yarasını açtı baktı: «Şimdi yeniden bir iyice sararız,» dedi . yok. Sararız.

«Hiç kıymeti

Belki de kuşların derdinden anlayan iyi bir

balıkçı buluruz. Balıkçılada martılar çok dost olurlar. Peh­ . l ivanın bir martısı vardı, Pehlivan denize çıktı�ında o martı onun kayığını izler izler, Pehlivan varıp da denizin ortasına demiri atınca, gelir Pehlivanın üstünde öterek dört beş tur atar, sonra da tam kayığın üstünde kanatlarını gerip öyle­ ce süzülüp kalırdı, ta ki Pehlivan ilk balığı denizden çekene kadar. Pehlivan ilk çektiği balığı, ne kadar kocaman olursa olsun, oltadan alır almaz, havaya yapışmış gibi orada duran martıya

atar,

martı

birden

yukardan

aşağı,

atılan

balığa

doğru boşanır, balık daha denize düşmeden yakalar yutar­ dı. Yakalayıp y uttuktan sonra gelir, kayığın ucuna, oltaları denize indirmiş Pehlivanın burnunun dibine konar, aç kal­ mış insan gibi yutkunur dururdu. Pehlivan da denizden al­ dığı her on balıktan birisini ona verirdi. Pehlivan

on

ba­

lıktan aşağı balık tutmuşsa o gün, beş, altı, yedi balık tut­ muşsa, balıkların hepsi onundu. «Bazı · Pehlivan balığa çıkmazdı, insandır bu, işi olurdu, hastalanırdı. Martı

başka hiç bir kayığa yaklaşmaz,

birisi

yanından geçerken bir balık atsa ona dönüp de bakmazdı bile. Pehlivanın yolunu, akşamiara kadar, yönünü onun her günkü geldi�i yere dönmüş, havaya çivilenmiş gibi, orada süzülerek beklerdi. Bekler bekler, akşam olup da Pehlivan gelmeyince, boynunu büker, başını alıp uzaklara uçar gider gözdt>n yiterdi.

60

·


«Pehlivan geç kalmışsa, martı onu ta uzaktan görür, ön­ ce kanatlan titreme�e başlardı. Titrer titrer, kendisinden ge­ çer, gökten Pehlivana do�ru da inanılmaz bir hızla uçar, bu sefer onun üstünde tur atmaz, kanat çırpmaz, kendisini ka­ yıjtın bumuna kapıp koyverirdi . Pehlivan gülerek,_ sesi sev­ giden dolarak, 'ne acelen, ne acelen,' derdi. 'Gelmeyecek mi sandın?' Bu sözleri duyar duymaz martı burundan kalkar, ta tepede kanatlarını germiş uçarak kayı� izlerdi. Yaa, böy­ leydi işte Pehlivanla martı kuşunun muhabbetlijti, yaaa . . . »

Martıyı sepete koydu, dönerken Salihin bajtırtısını duy­

du. Salih:

«Varsın uçsun, vaı-sın beni bıraksın da gitsin, iyi olsun da

. . .

Mustafayı hiç dinlememişti. Mustafa : «Varsın iyi olsun da,ıo dedi, sonra da ona döndü: «Salih?«Buyur }1ustafa enişte.» «Salih, sen bugün hiç yemek yedin mi?• Salih güldü, açlıjtını unutm,ış gitmişti. Abiası içeriye koştu,

onun ço�u zaman yemekleri ha­

zırdı, masaya koydu: «Gelin masaya,•

diye ba�ırdı. Salih, Mustafa

arkasın-

dan içeriye koştular. Mustafa : «Amma da acıkmışım,ıo dedi, a�zını silerken. Salih: «Ben de,• dedi. «Ben de amma acıkmışım.» Masadan kalktılar. Salih yerinde duramıyordu. İçi kıpır kıpırdı. Onu dür­ ten, içinde büyüdükçe açılan mutlulu�u koyacak yer bu­ lamıyordu. Abiası yanlarına geldi, korkarak, ürkerek: «Enişten,» dedi,

«Sen gittikten sonra geldi, üzüntüsün­

den, öfkesinden yemek yemedi. Sen gelmeseydin seni ara­ ma�a çıkacaktı. Anam bugün sen gittikten sonra durmadan geldi

geldi gitti,

seni sordu.

Babam merak

61

etmiş,

büyük


ana durmadan atlıyor, Salih kendini denize atacak, denize atacak, diyor da başka, başka söz söylemiyor,

atlıyormuş.

,Senin martma bakmadılına da, merhem vermediline de çok

üzülüyormuş. Babam da yumşamış. Bizde kal, bizde kal ya, anam bizde kalman için babamla konuşacak, bizde kal ya, ·

eve de bir ulra olur mu?•

Bu sözleri karısından duydukça Mustafa üzülüyor, uzak­ tan, belirsiz Salihe göz atıp, gözlerini kaçırıyordu. cUiramazsan, seni Mustafa baştan çıkardı diye, babam . . . Babamı biliyorsun.• Korka ürk�, dudakları titreyerek söylüyordu bunu ab­ tası. Gene Salihin kızıp kaçacalını sanıyordu. Oysa Salih oralı bile delildi, sepetteki kuşunu

yeni bir

dalgaya

seyrediyor,

deniz

düşmüştü, şimdi yine kıyısınca

da

aşalılara,

lstanbula, kumlardan, sazlıklardan geçerek gidiyor, martısı kanatlarını

sonuna

kadar

açıp

germiş,

üstünde

uçuyordu.

Salih gidiyor gidiyor, lstanbula vanyor, köprünün ayakla­ rından üstüne çıkılır, Bolaz köprüsünün, köprünün ayalının içindeki asansöre biniyor, martı . da Salih binince asansöre binrnek

istiyor,

sonra

birden

kapısı

kapanıyor

asansörün,

martı dışarda kalıyor, oralarda, köprünün yöresinde dönü­ yor, yabancı, korkuyla, birkaç kere hızla, korkusundan öte­ rek, öteki kıyıya, Ortaköye gidip geliyor, köprünün üstünden, altından uçup Salibi arıyor, bulamıyor, koc�man asma köprü­ nün gölgesi Boğazın sularına düşmüş, köprünün altından şı­ kır şıkır ışıkla donanmış, telli pullu, telli pullu gemiler ge­ çiyor. Denize ışık döşemişler, kıyılara evlerin ışıkları vur­ muş; köprünün, vapurların, yıldızların, gelip geçen otomobil­ lerin ışıkları, karmakarış, Bolazın suları bir ışıktan çalka­ lanıyor. Martı vapurların arasına, ışıkların içine .giriyor çı­ kıyor, gökyüzü çok ötelerde · koyu, derin,

karanlık, kadife,

yaldızlı. . . Martı Salihi arıyor, taaa uzakta, gökyüzünün üs­ tünde yi'dp üstünü. . .

gidiyor. Martı çığlıklan

doldııruyor köprünün

Salih köprünün üstünde yürüyor. Martı görüyor

Salihi, sevinçle ta gökten deli gibi, · bir top olup sa�ılıyor aşağı, başına blr kulaç kala, başının üstünden kanatlarını açıp

duruyor

orada,

kanatlarını

62

germiş.

Kanatlarının

ucu


1cvinçten tirtir titriyor. Martı üstte, Salih köprünün üstün­ de yürüyor, altta, ışık içinde çalkanan deniz. Tekmil yıldız­

lar, ışıklar denizin dibine inmiş. Denizin dibinden ışık kay­ nıyor, yıldız kaynıyor.

Asansöre binmesi gerek gene Salihin, bu sefer kuşa ta­ rif ediyor, nasıl binece�ini, nasıl, nerede inece�ini, asansöre binip iniyor ki, ne görsün, martı kapıda bekliyor, şimdi yü­ rüyerek lstanbulu gezecekler . . . Martı başının üstünde uçu­ yor, elini uzatsa tutacak, ya da elini uzatsa kanatİarını ok­ ,ayacak o uçarken, Salih lstanbulu iyi biliyor, kıyı kıyı az mı geldi lstanbula balıkçı sandallanyla, az mı balık avia­ dılar Bo�azda. . . Martı derken yükseliyor yükseliyor minare boyunca, Salih martıyla konuşuyor, cdur,» diyor, cdur yara­ mazlık etme, dur o kadar uçma,» diyor. Mustafa bu sözleri duydu: cNe diyorsun Salih?» dedi . Salih ayıktı, güldü, toparlandı. «Gidelim abla,»

dedi,

«haydi gidelim eve. . .

Haydi ça­

buk.» Sepetini aldı : «Mustafa, · Mustafa enişte,i. martı yarasından kim

anlar.

dedi. Yeter

«Sen hele bir düşün ki martırnın

kanadını

lyileştirsin. Ne isterse veririm ona.» «Olur,» dedi Mustafa. Salih eve do�ru koştu. Avlu kapısına gelince orada dur­ du. İçerden dokunan bezlerin şakıldaklarniın sesi geliyordu. Durmadan, gece gündüz evde üç tezgahta dur durak bil­ meden bez dokunuyor, nakış

işleniyordu. Büyük

anasının,

anasının, küçük abiasının belleri iki büklüm olmuştu. O ora­ da durmuş beklerken,

abiası

arkadan yetişti de . . .

Yoksa,

daha fazla' burada beklemeyecek, alıp yatıracaktı. «Gel Salih,» dedi ablası. «Bak, seni görünce evde, nasıl nasıl sevinecekler.» Salih hep gülüyordu. Gülseler de ajlasalar da faı-kın­ da

olmayacaktı. tÇeri girdiler, ablası:

63


«Bak ana, Salih geldi,» dedi, «üstelik de kuşu iyileşmiş. Mustafa dedi ki Salibin kuşu ölmeyecek.» «Ölmeyecek,» dedi Salih yüzü sevinçten ı.şıl ışıl. Ev mutluluk içindeydi, güzeldi her şey . . . Anasının yü­ zünün kırışıkları açılmış, beli do�rulmuştu. Küçük abiasının gözleri sevgi doluydu. Elini uzatıp neredeyse onu okşaya­ caktı, büyük anaya gelince, ona bakmamı.ştı bile, oca!a koş­ muştu hemen. . . Merhem kaynatacaktı yaralı kuşun kana­ dına, alimallah merhem kaynatacaktı. Derken baba girdi içeriye, şimdi ne yapacaktı, ne yapacak, Salibi kucaklaya­ cak, ta başının üstüne kaldıracak, çoook eskiden yaptı!ı gi­ bi, onu havaya atıp atıp tutacaktı. Atamazdı ki, Salih ar­ tık kocaman, kocamaaan bir adamdı. Martısı da iyileşmiş. Babası gülüyordu. uzun, kapkara boyanmış çangal bıyıkla­ rı da gülüyordu. Elindeki san kehribar tesbihini şaklatı­ yor, dimdik, öylece kapının eşi�inde duruyordu. Salih onu görünce korktu ya, sevincinden bir düşme de olmadı. Babası konuştu, Salih onun ne dedi!ini duymadı. Uzun boylu, geniş omuzlu, çizmeli, lacivert giysisi ütü­ lü, tok tok konuşan, altın dişlerini, a�zını her açışta parla­ tan bir korkuydu o Salih için. Babasından yalnız, bir tek Salih korkmuyordu ki, anası da, ninesi · �, o kosk.)caman balıkçı Mustafa eniştesi de korkuyorlardı ondan . . . Balıkçı Mustafa enişte korkmazdı ya ondan, babadır, diye sayıyor­ du. Ne yapsın onu görünce Salibin ödü patlıyordu. Bütün kasaba da, ne yapsınlar fıkaralar, korkuyorlardı · ondan. Herkes herkes korkuyordu ondan. Yaşlılar da, delikanlılar da polisler de, beli tabancalı, eli tüfekliler de, herkes de herkes de korkuyordu ondan. Salih var ya Salih, ben Os­ man Kaptanın o�luyum diyemiyordu. Salih biliyordu, bir tek Salih biliyordu, babası da çok korkuyordu. Dev gibiydi ya, gene de ödü kopuyordu. Çoook eskiden Salih onu kor­ karken yakalamıştı, yaaa. Söylememişti kimseye bat..sının korktuğunu. Bir söylese ondan kimse korkmazdı ya . . . Var­ sm korkmasınlar. Babası onu öldürürdü. Zaten o var ya, ço­ cukların baş düşmanı. Çocukların düşmanı olmasa kimbilir ne iyi adam olurdu. Bir yelek giyerdi ki mavi, yakası kap,

·

64

ı


kara, pınl pırıl işlemeli. Her yıl taaa Çöl Arabistanm büyüK tehrlnden getirtirdi. da,

Türkiyede

Delil bu kasabada, tekmil lstanbulda

de babasından başka

kimse giyemez böyle

�·t•leJi. Babası

ta tepeden, bir karıncayla konuşur gibi, tok bir

IU'S)e :

«Ne o Salih, gene evden kaçıp o balıkçı Mustafa olaca-

ılın evine gitmişsin.»

Abiası babasının ellerine sarıldı: «Etme baba,» dedi. Baba, sarı, iri taneli tesbihini şakırdattı : «Bir şey dedilimiz yok kızım,• dedi, döndü, çıktı gitti. Gülmeyen babası da mutluydu, gülüyordu. Bir şey deflit:i yoktu. Hiç kimsenin bir şey dedili yoktu. Eee, yoktu ışte. Hiç kimsenin, hiç bir şey dedili yoktu.

Salih bir sevgi havasının içindeydi. Bugün onun için her ıw �· güzel, her şey ışıktandı. Babası, babası bile asiandı as­ Inn, yakışıkh, güzeldi. Sevgi doluydu, dal gibiydi. Bastığı

verde toprak titriyordu. Evleri de ne güzeldi. Renkli işleme­ ler dökülüyordu parmaklardan dalga dalga. Tezgahların şa­

k ı ldak sesleri büyülü bir türkü gibiydi. Salih yerinde duramıyordu. Vardı anasının elini öptü. Sarıldı teyzesini, küçük abiasım da öptü. Ocatın başına ç� melmiş büyük anayı da vardı kucakladı. «Yapıyorsun kuşumun yarasına merhemi, delil mi, de­ ı:: i l mü büyük ana? Delil mi ha?»

«Delinin de, delinin de zoruna bak, bak hele delinin · t o ı·una . . . Benim . . . Benim, benım merhemim, o boklu martı kuşları için değildir,• diye gürledi büyük ana, kırışık içinde k a lmış, küçücük gözlerini belerterek.

«Bak, bak, bak büyük ana ne güzel, ne güzel martım. Yapıyorsun merhemi değil mi? İyi edeceksin onu değil mi?­ «Delini.n, delinin zoruna hele!» Salih gene boynuna sarıldı: « Yapıyorsun, yapıyorsun büyük ana.• Bıraktı onu, ayakları, tekmil bedeni oynuyordu sevinç­ t t>n . . . Bir şey unutmuş gibi oldu gene. Daldı, neydi acaba? ·\( . s s /0�

65


Bütün

evi,

yüzleri

teker

teker

araştırdı,

gelmiyordu

işte

aklına, hiç bir şey gelmiyordu. Neydi? Odalara girip çıkı­ yor,

tezgahlara,

duvara

mekiklere,

gerilmiş

babasılun

işlemelere, bir eski

ağiarına

duvardan bakıyor

öteki

bakıyor,

o unuttuğu · şeyi bir türlü bulamıyordu. «Büyük ana?• «Zıkkımın kökü

. . .

•Güzel büyük anam, merhem . . » .

Büyük ana durdu, boynunu uzattı, gözleri çakmak çak­ mak tutuştu : c Senin

martın . ölecek,» dedi kıvançla, ağzını doldura dol­

dura. cBenim merhemim değil, Lokman Hekim de gelse o götil boklu martıya merhem yapsa, gene de bu martı ölür.» Utkuyla tepeden baktı Salihe. Daha yumuşak, alaycı: «Yara

'

almış martı kuşunun, dünya dünya olalı yaşadığı hiç görül­ müş müdür ki. B u da zaten geberik bir martı.• Dudaklannı büktü, cVah vah,ıt

diye alay etti acır gibi. «Vah vah, ge­

berecek bu martı kuşu.» Kıvançla dudaklarını yaladı. «Vah vah vaaah, ölecek.» Salibin yüzü soldu, bir anda tekmil sevinci yitti gitti. Elleri titriyordu. Ağzını açıyor, bir şeyler söylemek istiyor, koİıuşamıyor.du. Kediler kapacak martı yavrusunu. Bu kasabanın kedi­

leri yüze yüze Dış adaya giderler de sabahlardan akşamla- . ra kadar martı yavrusu yerler, Iriartı yumurtalarına da ba­ yılırlar. cKediler köpekler parçalayacaklar onu,

kediler

köpek- '

ler. Merhemin ne gereği var, Lokman Hekim kaç para eder . Bu gece, o canavar kediler bir üşüşürler başına martının, her

bir parçası bir kedinin ağzında. . . Kemiklerini bile yerler çı­ tır çıtır, çıtır da çıtır. Martının sahibinin de götünde sinek­

ler uçuşurken . .. »

Hahhah, haaaaah !


Salih çok geç uyandı. Tezgahların şakıldakları çoktan başlamıştı. Salih yata�ında bir yandan öbür yana dönüyor, derin derin iç çekiyor, kısa aralıklarla da «Temel Reis, Te­ mel Reis,:. diye sayıklıyordu. Büyük ana o sayıkladıkça kı­ zıyordu: «Köpek,» diyordu, «kocadıysak ne olmuş yani. Ko­ cadıysak bizim merhemimiz götü boklu kuşlar için değil el- · bette. Ben bu merhemle beyleri paşaları, sultanları iyi et­ mişim. Bir de gelmiş bana, büyük ana, büyük ana, diyor, kurban olam büyük ana kuşumu iyi yap. Kuşun batsın, sen de yerin dibine bat. O, o, o köpek, köpek babasından ö�ren­ di beni aşağılamayı, o eşkiya babasından ö�rendi benimle alay etmeyi. Gösteririm onlara. Benim merhemim kuşlar için öyle mi? Benim merhemim. . . Benim ırieı'hemim için şu denizin reisleri, paşaları gelir de bu kapının eşiğine yüz sürerler de, merhemimin her dirhemine bir sarı altın verir­ lerdi. Bunlar gelmişler de bend�n kuş merhemi istiyorlar. Ölmedim daha ölmedim, o�lum Osman sana da, o mende­ bur, ağzı açık ayran delisi o�lun Salihe de söylüyorum, ölmedim daha ölmedim. Ben ölünce merhemimi isterseniz kuşunuzun kanadına da, kıçımza da sürün. Ben öldükten sonra, oh ne güzel, ne merhemim kalacak, ne de onun gi­ zemi. Alıp merhemimi birlikte mezarıma götüreceğim. Me­ zarıma, mezarıma götürece�im. Alıp mezarıma . . . Oooh ne güzel. Sizi köpekler sizi.» Bükülmüş beliyle, hem hızla rnekikieri atıyor, hem de söyleniyordu. Bez dokumakta ustaydı, üstüne yoktu bu ka­ sahada ya, o bez dokumayı hiç bir şey saymıyor, ille de varsa da yoksa da merhemleri . . . «Benim can kurtaran mer-

67


hemlerimi siz nasıl, nasıl olur da bir batasıca kuşun kana­ dına sürmeye kalkarsınız?» «Ana,» diyordu Hacer Hanım, Salibin a nası, o:arıa;ıt di­ yordu, «kuş da can değil mi? » Öfkesinden deliye dönüyordu, sözcükleri karıştırıyor, ke­ keliyor, soluğu tutulup sapsarı kesiliyor, neden sonra: «Kuş kuştur, kuş can değil, can değil,• diye bağınyor­ du. «Benim merhemim insan canı için. Zaten siz hep böyle beni aşagıladınız. Aaah, asmanın yüzünden adam olmadık, asmanın yüzünden . . . )) · Salih uyanınca , hemencecik içinde onu uçuran bir se­ vinç dogdu. Başını döndürdü, sepetteki kuşunu gördü. Kuşu başını kaldırmış, merakla başını uzatmış yöresine bakını­ �·ordu. Gözleri canlı, yuvalarında fıldır fıldır dönÜyordu. Kırık kanadını bile azıcık toparlamıştı, Salih martıyı böy­ le gördükçe tepeden tırnağa sevince kesiyor, içi dolup dolup taşıyor sevgiyle, yerinde duramıyor, ne yapacağını bilemi­ :;ordu. Büyülenmişti. Bir mutluluk düşü içinde yüzüyor, ken­ dinden geçiyordu. Bir şeyi, köpüklü denizi, tepeden tırnağa çiçek açmış bir ağacı, demirci ocağını, çırpınan balıklarıyla denizden çekilen bir ağı, bir insan yüzünü de seyrederken tıpkı böyle oluyordu Salih. «Bir kalıvaltı et, » dedi anası. «Bak bir avuç kaldın. Ne yiyor, ne içiyorsun. Bu gidişle öleceksin.>> «Ölecek,>> diye bağırdı büyük ana. «Ölmem,•• diye güldü Salih . Bugün de her şey daha güzeldi. Şu öfkeli, kızgın, dün­ yayı yıllardır kırıp geçiren, h iç kimseyi sevmemiş, hep asık suratlı büyük anası bile bu sabah güleç yüzlüydü. Anası, hele anası, hele babası, hele abiaları da birer melektiler. Şu basık. ışıksız, sabahtan akşama kadar şakırtı içindeki, hep ıslak, hep küf kokan evleri de bir başkalaşmıştı. . Sofraya oturdu, bir yumuldu ekmeğe, peynire, çaya, zey­ tine . . . Anası çay yetiştiremiyordu ona. Hiç hiç, ömründe bu kadar tatlı kalıvaltı yapmamıştı . Bir daha mı, bir daha ne v : aparlarsa yapsınlar evden hiç kaçmayacaktı. Gülüyor oynu�:or. şakalaşıyor. varıyor küçük ablasını, 68


anasını sarılıp öpüyor, büyük anasına, korkarak da olsa yak­ laşıyor, onun ellerini, ellerini bile öpmek istiyor ya, bu ya­ lım parçası öfke kumkumasına yaklaşılmaz ki. . . Aah, böyle olmasa büyük anası, ne güzel olurdu. Evi, anasını, tezgahı, şakıldakları, küf kokusunu, her şeyi unutuverdi. Bütün öfkeleri, kavgaları; yıl on iki ay asık gördüğü suratları . Bugün her şey gene bir güzellik, bir mutluluktu. Ama � çinde bir boşluk vardı gene de, mutluluğu engelleyen, içinde gittikçe kendini duyuran, onu acıktıran, büyüyen bir boşluk. Unuttiığu, şimdi anımsarsa ona dün­ vayı bağışlayacak, amınsayınca onu sevinçten deliye dön­ dürecek bir şey, bir şey vardı. Kalktı, eve yeni gelmiş bir kedi gibiydi, önce bahçeyi tek tek, her dala, her çiçeğe, her ağaç kovuğuna, her taşın altına bakarak araştırarak dolaştı, sonra eve girdi, eski çam bardaklar, eski tezgahlar, yüklükler, dolaplar, nakışlı san­ dıklar, keten dokur-.alar, çıkrıklar, tahta dibekler, kahve de­ ğirmenleri, pareketalr.r, kuş ağları, !aklar, tuzaklar, evi do­ laştıkça içi açılıyor, her öteheride bir anı, bir mutluluk bu­ luyordu. Bir kedi gibi kokluyordu evdeki her şeyi, bir do­ yumsuzlukla, unutmuşlukla, kayıp giden, büyüyen bir boş­ l ukla dokunuyordu her şeye . . . Köşede, suyunu durmadan çi­ mento kö$eye sızdıran içi dışı yeşil sırlı küp, onun yanında kırmızı sırlı testiler, çanaklar, sepetler, üstüste, yığın yığın oraya buraya atılmış sandalya, masa, tezgah, tekne kırık­ ları, bir saban demiri, bir balta, bir yeldeğirmeni dişlisi, çelik, pasıanmış bilyalar, sürü sepet öteberi, koskocaman bakır kazanlar . . . Bu kazanlarda eskiden bulgur, çamaşır kay­ natılırmış. Bütün evi öğleye kadar aradı, didik didik etti . Ne ana, ne büyük ana, ve de küçük abla, kimse onunla uğraşmı­ yor, kimse ona bakmıyordu. Salihin evde, bahçede, mahal­ lede her şeye burnunu sokmasına alışıktılar. Onun evi böy­ le tepeden tırna�a didik didik etmesi olağandı. Büyük kazanlardan birisinin kapağını açar açmaz, elin­ deki kalaylı bakır kapakla kalakaldı, ağzı kurudu, gözleri falta� gibi açıldı. Kazanın içinde onun eski oyuncaklan üst-


· üste, karmakarış yı�ılmışlar, toz içinde öyle durup duru­ yorlardı. Birden üşüdü. Elindeki kapak buza kesti. Kapa�ı ka­ zanın üstüne usulca kapattı. Anımsamaktan korkarak, anunsamasım uzaklara uzak­ lara iterek üşüyen, donan, çok üşümüş, uyuşmuş, kırgın, unutmuş, utançlı, yürekli bir şeyleri anımsıyor, o kaçtıkça da anılaıın her biri bir yerden kafasına üşüşüyorlardı. Ka­ pa�ı bir daha açtı kapadı, açtı kapadı. Anılar, günler ge­ celer gelip gelip geçiyorlardı gözlerinin önünden. Bütün ö�le sonunu bakır büyük kara . kazanın yöresin­ de dolanarak, kapa�ını açıp kapatarak geçirdi. Elini uzatı­ yor, bir oyunca�a dokuiıdurmak istiyor, dakundurmak için can atıyor, elini yaklaştınyor, yakla.ştınyor, sonra birden, kızıl kordan çekermiş gibi, elini, kızgın demire de�iş gibi sıçrayarak çekiyordu. Herhangi bir oyuncaıa dokununca . . . Sonunda gözlerini kapatıp tekmil oyuncaklara dokundu, kazanın altını üstüne getirerek, gözleri kapalı, el yordamıy­ la kazandaki her oyuncafa uzun uzun dokundu, hiç bir şey olmadı. Ne elleri yandı, ne de yüreıt yerinden k_opup dur-

du.

Gene · gözleri kapalı oyuncaklan kazandan teker teker

alıp, üstelik de her birisini okşayarak, · oqamamn ônüne ge­

çemeyerek, ellerine söz dinletemeyerek bir çuvala doldur­ du. Bir at geldi ellerine, arkasından bir. oyuncak at daha, arkasından daha iri bir at. . . İri atı aldı, gö�süne bastırdı. Ayışının yumşacık tiiylerine parmaklan gömüldü, tavşanı, maymunu, itfaiye arabasını, tankı, mitraly:ISzü, otomobilleri hepsini çuvala doldurdu. Eli bir kamyona d•iş, hemen onu bırakmış, başka bir oyuncatı allDlf çuvala koymuştu. Teker teker · koca kazandan bütün oyuncaklan çuvala bo­ şalttı, kamyonlar kazanın dibinde kaldı. Onlara bir türlü dokunamıyordu. Sonra kendi kendini yüreklendirdi, geride kaç kamyon, kaç oyuncak kalmışsa çabuk çabuk onlan da aldı çuvala attı, çuvalın aizını bafladı. İçinde boşluk, acı anılar, mutsuzluklar, üşümeler, gözle ·

70


görülür, elle tutulur bir sevince dönüşmüş. Salih kendi ken­ dlne eski türküler söylemele başlamıştı. Çuvalı sırtına, martı sepetini eline almış kapıdan çıkarken: cDur,• dedi anası, «nereye gene böyle?• cDenize.ı. cDur, yeme�i yemeden bir yere gidemezsin. Baksana haline, bir deri bir kemik kalmışsın.ı. cOlur,ıt dedi SP �ih, cyerim.ıt Sevindi, sırtındaki çuvalı indirdi, duvann dibine koydu, martıyı da yaı,ıına; cHem de nasıl yerim, bir acımdan ölüyorum, bir acımdan. Ne yaptın ki?• Sofraya geçti. cŞimdi görürsün.•

y

Tencerenin kapa�ını açtı, mis gibi bir koku y � ıldı or­

tah�a.

ön�e konmuş, burcu burcu kokarak tüten çorbayı hem kaşıklıyor, hem de arada bir martısına göz atıyor, derin bir mutlulula, sevince gömülmüş, yüzü aydınlanarak gülüyor­ d.: . Büyük ana d a gözlerini ona dikmişti, o güldükçe büyük ana ku«Juruyordu. Ikide birde de kalkmata, kalkıp, o pis çocu� böyle sevindiren martının boynunu koparmala dav­ ranıyor, kalkmışken, nedense yerine gerisin geri bomurdana­ rak oturuyordu. Salih . onu unutmuş gitmiş, bir kere olsun dönüp ona bakmamıştı. Bunu gözden kaçırmayan büyük ana aynca bu­ na da deli olmuştu. Şöyle kalkıp, buradan, tezgahtan fırla­

yıp kaptılı gibi kuşu, boynunu . . . Ondan önce martıya Sa­

lih yetişmez miydi, martıya o daha yakın de�il miydi? Da­

ha önce martıya yetişip, daha o elini bile uzatmadan, bu koca

ahmak gözlü

o�lan

martısını

kapıp

evden

gidemez

miydi? Bir gece, evden el ayak Çekildikten sonra, yavaşça . . . Yavaş, yavaş, usul usul, usulca . . . Vanp, oooh ne güzel, o pis kuşun boynunu koparıvermek. Ahmak o�lan da sabah­ leyin uyanınca. . . Oooh, ne güzel allardı. '71


•Gül gül,» diye ba�ırdı büyük ana. •Gül gül sen, ah­ mak baykuş gözlü yarasa sen gül. Koparacatım.» DişsiZ çe­ nesini sıktı, kemikleri çat�rdadı. cKoparacalım boynunu.» Salibin kaşık elinde kalakalmıştı. Büyük ana kendini ele verdi�inden dolayı üzgündü. Gül­ dü kendi kendine. Salihe, kuşa, anaya, abiaya teker teker

bakıp gülüyordu.

Ana Salibe yaklaştı, a�zını kulalına dayadı: cSana de�il, sana delil, sen iç çorbanı. O kendi kendi­ ne konuşuyor. Sabahtan akşamiara kadar kendi kendine ku­ rup öyle konuşur o.»

Salih yeniden kaşılını ·çorbaya daldırdı ya, o az önceki

sevinci, mutlululu uçmuş gitmiş, yerine bir acı, korku, en­

dişe gelmiş çöreklelll'llişti.


Dükkanlar kasabanın anacaddesine dizilmişlerdi. Sanki bütün kasaba uzun bir tek çarşıydı . İki cami, bir küçük nlan, sonra deniz, mendirek bu uzun çarşı kendi başına bir kasaba görüntüsü versin diye yapılmışlardı. Bu görüntüye, c;arşının uzantısı olaraktan, yüksek yarlarla çevrili yakında­ ki dik Ocaklı ada ekleniyordu. Adanın üstündeki kale yı­ kıntısı, tam ortada kocaman boş gözleri, a�zıyla bir büyük (•ski zaman maskına benziyordu. Kargalar, martılar, sıltırcık­ lar yı�ın yı�ın konuyorlardı bu maska, saçlarını, gôzlerini, ıı�zını, o çıplak pnşını taçlıyorlardı. Fırtınalı günlerde ada­ nın altındaki büyük kara ma�arayı aşarak köpüklü dalgalar, kale yıkıntısının ilk duvarlarına kadar çıkıyorlardı, saçıla. rak. Kasahaya bir girerken görülüyorrlu bu heybetli mask, ııdanın tepesine çökmüş, bir de öte yandan çıkarken, daha yakından . . . B u küçük adanın üstünde zeytin a�açları vardır. Ya­ ban tavşanları da yaşar bu avuç kadar yerde, nereden gel­ m�lerse. Bir de kasabalı koyunlannı, keçilerini de buraya bırakırlar kimi zaman. Mask, aydınlık, iri iri açılmış gözleri a�zıyla Karade­ nize bakar. Karadenizin bu kıyıya yakın adasına oturmuş bir dev bekçidir. Karanlık, yaltmurlu gecelerde ışı�ı gören fener maskı aydınlatınca, kale yıkıntısı canlı, dev bir in­ san başına benzer, bütün heybetiyle şu anda denizden ye­ kinm�, üstünden sulan akarak kalkan. Kasabanın çocukları, yaşlıları bu adada, adanın - derin ma�aralannda, denizin gümbürtüsünde hep )tocaman cana­ varlar düşlerler, hele kışsa, hele dalgalar ::ıpak adalar, yar­ lar boyunca yükseliyorsa, ta tepelerde kaynayıp, savrularak '73


dökülüyorlarsa, dünyanın ilk kuruldu�u günkü canavarlan ammsamamak, gene sıcacık yataklarda denizierin uzaklann­ dan çıkıp gelen yalım gözlü, ·

yalım fışkırtan yedi mercan

boynuzlu canavarlan korkuyla düşlememek, düşleyip korku­ dan yatakta büzülüp bir topacık olmamak olanaksızdır. Canavarlar düşündüren bir sabahtı. Gök boz,

kasaba­

mn üstüne çöküp abanmış bulutlarla kaplıydı. S�rt bir ku­ zey yeli esiyor, dalgalar adaların en sivrisine ka'd;ır fışkın­ yorlardı. Burada kayalara gümbürtüyle çarpan dalgalar sav­ ruluyor, fışkırıyorlardı. Salih erkenden uyanmış bugün ne yapaca�ım,

nereye gidece�ini bilerneden · dolaşıyordu. Belki orada, eski yerinde hanımellerinin

İsmail Ustaya gidecek, dibinde,

hammellerinin,

yanmış,

suda

cızırdayan·· demirin,

köz olmuş kıvılcımlanan kömürün kokusunu özlemle ci�e­

rine çekecek, ya da marangoza gidip çam a�acının o esrik­

leştiren reçine kokusu arasında tahtalann ortasında canlanan kara gülleri seyredecekti. Limana baktı, orada hiç bir balıkçı

teknesi yoktu . Deniz bomboştu. Bugün balıkçılar çok erken­ den balı�a çıkmışlar, demek ki havaya yakalarup bir ada­

nın koyuna sı�ınmışlardı. Temel Reis kimbilir şimdi, bu mi­ nare boyu dalgalara nasıl köpürüyor, nasıl sövüvor, dövüşüyordu onlarla. Tuhaf adam,

nasıl

dalgalar ne bilir senin

onlara konuştu�unu? Salih gamzesi çukurlaşarak güldü. De­ li aqaın. Temel Reis, dedi içinden. Tıpkı bir çocuk gibi Te­ mel Reis.

•·

Elleri cebinde, yan uykulu,

alanı geçti,

alandaki çeş­

meye şöyle bir göz attı, bir köylü, çok yaşlı, pantatonu da

düdük gibi, öne e�ilmiş, baltası da omuzunda asa�ı do�ru

yürüyordu. O da ellerini ceplerine sokmuştu. Salih, bu yaş­ lı ya, elleri çok .üşümüş olacak, diye düşündü. Çarşıyı bir iki · kere böyle elleri cebinde gitti geldi. Yöresinde ilginç hiç bir şey görmüyordu. Her şey alıştı�ı gibiydi. Ne yeni bir yüz, ne yeni bir devinme. Yarlann, uçurumlann altındaki

denizin gümbürdemesi de bir alışılmışliktı. Kasaharun evleri

yariann üstüne çepeçevre tünemişlerdi. Salih bu tüneven ev­ lere bakmayı da seviyordu ya, o kadar de�il. Orada öyle kı­ pırtısız durup duruyorlardı.

74


Koskocaman bir otomobil çarşıyı hızla ikiye biçti. Dük­ kanlara, incecik kaldınmdaki insanların üstlerine başianna çamurlar sıçrattı. Ne Salih, ne de kimse, bu dolru bir şey­ miş gibi otomobile sövmediler. Temel Reis olsaydı şimdi, bu ıeçip giden lsta�bullu otomobili ne kalayiardı anam, ne ka­ laylardı. Metin geçti önünden, hızlı hızlı mahalleye gidiyordu. Salih, Metini görünce sevindi, hemence de uzaklardan ar­ kasına takıldı. Bu Metin var ya, bu Metin abi, Salibierin kapı kom­ tusudur. Eskiden Metin abinin de anası, kızkardeşleri, tıp­ kı Salihler gibi, şakıldaklı tezgahta bez dokurlardı. Şimdi . onun anası da, kızkardeşleri de bir hanım oldular ki, elle­ rini ılıktan soNa vunnuyor, yan gelip yatıyorlar. Neden böyle oldular, bir kere Alllh yürü ya kulum demesin. Allah cı1kiden Metin abiye hiç yürü ya kulum demedi. Başına gel­ medik bela kalmadı. Metin abi de kendisine, belalardan be­ la belen anyordu. Nerede bir bela varsa Metin abi de ora­ da. Sonra ne oldu, bu balıkçı Metin abi, ne kadar başı belada olursa olsun çok balık tutardı. Metin abi bu Karadeniz kı­ yılannda birinci oltacıydı. Metin abi sanşındır. Gözleri de­ niz mavisidir. San bıyıklan uzundur, sivridir. Altın gibi pı­ lfldar. Metin abi blyıklannı pariatmak için çok yal sürer bıyıklanna. Ne yalıdır sürdü� bit:. o bilir, bir de Salibin büyük anası. Büyük anası der ki, Metinin bıyıklanna ba­ kın bıyıklanna, dudaktannın üstünde sanki bir çift riıum yanıyor, öyle parlak, kıvılcımlı. Kim yaptı onun bıyık­ larını böyle, kim? Kim yapacak, büyük ananın dün­ yada hiç kimseııin bilmedili merhemleri. Büyük ana bu b� yük gizini kendisiyle birlikte mezara götürecek. Sabahlardan akşamıara kadar, kimseye, gizimi kimseye. söylemeyecelim de söylemeyecetım, diye yırtınıp duruyor. «Var söyleme,• diyenlere de, amanallah, açıyor aizını yumuyor gözünü. cÇe­ kemiyorsunuz, çekemiyorsunuz,» diye ba�ırıyor. cMetinin bı­ yıklannı, benim hünerimi çekemiyorsunuz. Kıskançlıktan or­ tanızdan çat deyip çatiayıp iki parça olacaksınız, on parça. Çatıayın da patiayın hünerlmi kimseciklere ö�retmeyecelim . 75


Mezenma mezarıma alıp götürece�im büyük eizimi.» . Götürecek, götürecek, n e yazık, Salih daha büyüyüp bı­ yıkları yeşermeden o ölecek . O ölecek de Salibin Metin abi gibi bıyıkları olmayacak. Ne yazık. Salih de sarışın, gözleri de tıpkı onun gözlerine benziyor. Yazık, neden bıyıkları ben­ zemesin . Aaah, şu cadı, şu büyük ana aaah ! Anası hep dur­ madan söyler, öfkelenir söyler, yatar söyler, kalkar söyler, bu karı ölmeyecek,

ah ölmeyecek, der. Bin yıl yaşayacak,

dünyaya kazık çakacak,

benim de başımda ömür törpüsü,

ölünceye kadar çekeceğim. Kötü kaderim, kem talihim, aa!lh,

ölmeyecek, der. Salih de her zaman anasının bu sözlerine se- , vinir. Ölmesin de Salibin bıyıkları ona yetişsin. Metine ver­ diği bıyık merheminden Salibe de verir miydi acaba? Belki de vermezdi. Yedi kat yabancıya verirdi de öz be öz toru­ nuna bir zırnık bile vermezdi .

O, işte böyle lanet, sert, if­

lahsız bir cadıydı . Anasına, babasına,

bütün eve kan kus­

turuyordu, kan. Kök söktürüyordu. Kundurasının arkasını kesmişti, öylece kundurasını aya­ ğına geçirir, yan yan basarak yürür Metin abi. Bir kere- ' sinde Salih tam bir hafta Metin abi gibi yürüme�e çalıştı. Uğraştı etti Metin abi gibi bir türlü tutturamadı da vaz­ geçti . Demek ki ancak büyükler böyle yürüyebiliyorlar. Sa­ lih büyüyünce işte böyle, tam Metin abi gibi yürüyecekti. Ne var yani, işte ayakkabını şöyle yan basacaksın, dizini bir iyi• ce kırarak, bir hoş sallanacaksın, denizde kayık gibi. Bir de Metin abi omuzuna kırmızı bir mendil atardı hep, mendilin bir ucu yüreğinin üstünde, bir ucu da kürek kemiğinin. . . Lacivert çizgili pantalonu, çizgili açık yakalı gömleği, yan yatmış, altından çıkan sarı, tam alnının ortasına dökülmüş kıvırcık kahkülü, ucu kaşlarının arasına kadar inmiş, üstün­ de yana kaykılmış kasketi, kasketinin güneşliği havaya kalk- . mıştı. Giydiği kara Laz yeleğiyle Metin bu kasabanın en ka­ oadayısı, en yakışıklısıydı. Metin var ya, çifte de tabanca kullanırdı, nah bu kadar, bu kadar . . . Metinler çok fukaralardı eskiden. Anası hem şakıldak­ � bez dokur, hem de nakış işlerdi, ne yapsın fıkara, hiç

balıkçılıktan zengin

olm�,

kaniını

71.

doyurmuş

var

mıdır?


'!'emel Reis de, öteki balıkçılar da söylerler bunu. Balıtı tutan hiç bir zaman ifiah olmamış Neden, çünkü balık tu­ lan can alıcıdır. Can alıcı nedir, yaşamına son verendir bir canlının. . . Ha balık olmuş, ha kuş, ha karınca, ha insan. Dalık satan iflah olmuş da . . . Bakın, hiç zengin balıkçı vaı· mı? Hangi balıkçının kıçında don var, hangi balıkçının oca­ ıtında dojtru dürüst bir tencere kaynar, hangi balıkçının ço­ luğu çocuğu onmuş . . İşte Metin bir gün baktık çarşının ortasına düşmüş ba­ ıt ınyor: «Haraç mezat, haraç mezat, teknemi, ağlarımı sa­ l ı yorum, haraç mezat . . . » Metinin teknesi kız gibiydi. Kim almaz o fiyata o tek­ neyi, o ağları, belki iki yüz, üç yüz kulaç. Bir de mavi ağ­ l u r ki mavi derim sana. Hemencecik salıverdi orada. Herkes �aştı, bunca yılın. balıkçısı Metin delirmiş miydi, ne yapa­ l"nktı şimdi? Elbet bir bildiği vardır, dedi kimisi. Kimisi de ne bildiği olacak, bu balıkçılar zaten serseri olurlar, dedi. Aptallar. Oysaki Metin abi biliyordu işin.i, kafasına koy­ muştu, artık balık canına kıymayacak, ondan sonra da if­ l a h olacaktı. Neden balık satanlar için uğraşsın hep, deli m i o? O da başka iş yapacak. Bundan sonra Metini uzun bir süre kasahada gören ol­ madı . Bir dedikodu yürüdü Metin üstüne, iıkarayı tefe ko­ yup çaldılar. Bu kasaba çok dedikoducudur. Dedikoduda bu kasabanın üstüne daha yoktu şu Türkiye Cumhuriyetinde. l liç sormayın Metin üstüne öyle bir dedikodu yürüdü ki, bir tanesi için bile Metini ölüm cezasına çarptırırlar. Oysa­ k i hepsi yalan, hepsi . . . Salih Metinin nerede olduğunu, ne iş yaptığını biliyordu. Duvarın dibinde, geceleyin, başka, Laz aı:tzıyla konuşan adamlarla konuşurken Metin, Salih onu çi­ t i n arkasından gizlice dinliyordu. Salih her şeyi, her şeyi bi­ l i yordu. Biliyordu ya, hiç kimseye söyler miydi hiç, baba­ sına bile, Temel Reise, İsmail Ustaya, Mustafa Enişteye bile süylemezdi. Metin kaçakçılık yapıyordu . Buradan geceleri Laz takalarıyla gizlice, ışıksız denizi sessizce geçip karşıya. Bulgaristana gidiyordu o adamlarla. Bazi geceler sessizce hiç c.; ı t çıkarmadan geliyorlar, gene sessizce, çitin üstünden aşıp .

·

.

77


çıt çıkarmadan gidiyorlardı. Bir gün de, gündüz gözüyle g�r­ müştü onları. Onların kim olduklarını kimse bilmiyordu ki Salih onlan seslerinden tanıdı, bunlar çok uzun boylu, zayıf:­ lıktan derileri sarkmış, alınlan, boyunlan uzamış, çok san, kırışık içinde solgun insanlardı. Gaga burunluydu hepsi de . . ..

Salih içinden, oturmuşlar çay içiyorlar burada, düşünü­

yorlar ki, onlan kimse tanımıyor, oysaki ·var, var sizi ta­ nıyan kurnazlar, domuzcuklar. Yok mu? Görürdünüz siz işin içinde Metin abi olmasa, görürdünüz, kurnazlar, domuzcuk­ lar, diye geçiriyordu. Silah kaçınyor, milyon kazanıyormuş Metin abi. para. . .

Metin abi balıkçıyken kılı�ı böyle de�ildi.

Çok

Sonra

edindi bu kılığı Metin Bey abi. Metin abi çok güzel, türlü türlü giyinmeye başladı. Kıravat bile taktı, kocaman, renk renk. Sonra Metin abi saç bile . bıraktı, kızlar gibi uzun, mo­ daymış, ne güzel, de�il mi, ha ? Sigara da, Amerikan siga­ rası da kaçırıyormuş. Çok dedikodu yapıyorlar, varsın ka­ çırsın, Metinin ne zararı var kasabaya, olsa olsa faydası olur. Öyle açık elli bir insan oldu ki Metin, ölüm karşısın­ daki insanların hep elleri açık olur. Metin bir gece de Bul­

garistandan buraya gelirken Laz takalarıyla belki beş kere ölümle burun buruna geliyor. Ölüm korkusu insanlan iyi in­ san yapar. Şu kasahada Metinden daha eli açık, daha yi�it, daha sıcak, daha canlı hiç bir kimse yok. Azıcık da göste-

.J

i

rişçi ya, ne yapsın onun da huyu öyle, her güzelin bir kusuru olur, Metininki de . . . Demek ki böylesi adamlar da böy­ le birazıcık gösterişçi oluyorlar. Metin var ya, Metin üç kere de yaralandı. Hem de nasıl bir yaralanma, üç keresin­ de de ölümlerden döndü.

ttç keresinde de Salihln -büyük

anasının merhemleri kurtardı Metini. Metin var ya, ne za­ man kasahaya gelse, hiç bir yere u�ramadan gelir do�ru bü� yük anasına, ona da her gelişinde, elini öptükten sonra yük­ te hafif pahada a�ır arma�anlar verir. O mendebur yüzü gülmez büyük ananın da yüzü bir güler, bir güler. Metin de şaşar buna, herkesler de. . . İnsanın çok çok bir şeyleri ola­

cak da o mendebur büyük anaya arma�anlar verecek. Ah ki ah, ah ki Salibin hiç bir şeysi yok . . . Hiç bir şeysi. Nesi

78

,

·


var, gerçekten Salihin nesi var? Vay be! Kuşlardan daha yalnız, daha · kimsesizdi Salih. O karabataktan da kimsesiz­ di. Denizin kıyısında yürüyordu ki,

karabataklardan birisi

sürüden ayrılıp kıyıya do�ru yüzme�e başladı. Salih kara­ batakları seyreylemişti, onların huylarını biliyordu. Karaba­ taklar yüzerierken arada da batarlar denize, sonra da geri çı­ karlar. Bu kıyıya yüzen karabatak hiç batmıyordu. Geldi geldi kıyıya, kumların üstüne çıktı. Pıtı pıtı biraz yürüdü kumların üstünde, sonra da çok uzun boynunu, güzel biçim­ li başını uzatıp yöreye bir iki kere bakındıktan sonra oraya kumların üstüne yatıverdi, yumşacık, kendinden geçmiş gibi . Salih ona do�ru yürüdü, yaralanmışsa alıp yarasını sarmak için .

Kuş

Salibi

görünce

daha

uzaklardan ya�tı�ı yerden

hemencecik kalktı, kendini denize dar attı, yüzerek uzaklaş­ tı. Salih, demek, diye düşündü, demek hastalanmamış kara.;. batak. Az önce, ikindi üstü kasabanın şımarık, uzun saçlı de­ likanlılan bir kayı�a binmişler Umanda mendirekten bu ya­ na ne canlı görmüşlerse kurşunlamışlardı da . . . Salih kara­ batağı ürküttü�ünü anlayınca baya�ı üzüldü. Kıyıyı yürü­ dü geçti, kayalı�a vardı, ardını döndü baktı ki karabatak gene kıyıya yüzüp geliyor. Geldi geldi, gene kurnlara çıktı, gene azıcık pıtı pıtı yürüyüp kurnlara yattı. Bu sefer de öte­ den bir oğlan çocu�u çıktı. Habire eğilip eğilip denizi taş­ hyordu. Karabata�ı görmüyorci u. Karabatak onu gördü ge­ ne denize vurdu. Çocuk da geçti gitti. Çocuk geçince kara­ batak gene geldi kuma yattı.

Gün batıncaya kadar orada

öyle kaldı, Salih de gözlerini ondan ayıramadı. Bu kuş has­ taydı: Yapayalnızdı yaralarıyla, hastalığıyla, yapayalnız, ya­ payalnızdı fıkara. İşte böyle kumların ortasında yalnız, tek başına, umarsız, kimsiz kimsesiz kalakalmıştı . İşte bu kim­ sesizlere, ağzı var da dili yok gariplere aklı olan, yüreği, acıması, sevgisi olan insanların yardım etmeleri gerekmez miydi? Ustelik de, bu kadarcık, küçücük kuşlara yardım ede­ ceklerine onları vuruyorlar, öldürüyorlar insanlar. Salih a�­ l ayacaktı nerdeyse kuşların yalnızlıklarına, hallerine. Birden ağlamaktan vazgeçti. Erkek dediğin sulu gözlü olmamalı. Us­ telik de hiç bir işe yaramaz küçücük bir deniz kuşu için a�-

79


lama k. . . Ama uzun boynunun altı ne kadar da ak. Kurşuni ak götsü ne de güzel, yürüyüşü pıtı pıtı, kumiann üs­ tünde. Gene de ağlamak istiyordu. Bir el boğazına yapışmış sıkıyordu. Salih ağlamadı y a o gece de uyuyamadı, uzun sü­ re kumların üstüne yatıp kalmış kuşu düşledi. Sabahleyin erkenden kalktı kıyıya indi ki, kuş yerinde yok. Aradı taradı kuşun yattığı yerin izini buldu. Bir el kadar bir çukurluk bırakmıştı kumda. Ayakları da kıyıyı nakışlamıştı. Şu dün­ yada kuşlar kadar yalnız, uroarsız hiç bir yaratık yoktu, he­ le yaralandıkları, hele bir yerleri ağrıdığı zaman. sırtı,

Kuşların da hiç bir kimsecikleri yok, Salibin de . . . Bir seferinde Metin abiler üç tane takayı a�ına kadar silahla doldurmuşlar, bir de viskiyle, sigarayla . . . Bir deee . . . İşte öteki düşman kaçakçılar sanmışlar bunları denizin orta­ sında. Bir de tipi, fırtına varmış ki, takalardan bir tanesi hemen batmış kayalara çarpıp. Bunlar kurşunları biribirie­ rine sıkmışlar. Karadeniz yağan kara, dalgalara, onnan gibi, deliren tipiye karışıyonnuş ki üstlerine kurşun yağıyormuş . Metin abiler çok sıkışmışlar, bir de bakmışlar ki ölecekler . . . Metin abi işte o zaman, çocuklar demiş, bindirelim tekneyi şunların üstüne, gözlerini kapayıp, ya Allah etmi.ş kendi ta­ kalarını, bunların motorları üç yüz, dört yüz beygirlik . . . Me­ tin bundan sonra çatırrr diye bir ses duyuyor, sonra, sonra, sonrasını Allah bilir artık. Metin abiler teknelerini batırdık­ ları düşmanlarını denizden topluyorlar ya, sudan çıkarır çı­ karmaz iki tanesi oracıkta ölüveriyor. Geriye beş tanesi kah� yor. Onlara da sıcak çay, kanyak içirip, yaralarını sarıp kur­ tarıyorlar. Ölüleri de denize oracıkta atıyorlar. Ne yapsınlar, başlarına bela mı alsınlar. Bu ölüleri gören polis sonnaz mı, nerden buldunuz bu ölüleri, diye. İyisi mi deniz alsın gö­ türsün. Metin abi, o sarışını, en gencini iyi tanıyordu, hem de seviyordu . Denize atarken ölüsünü yüreği bir sızlamış ki. . . İşte Metin abi burada ağır yaralanıyor. Hem de kur­ şuola üç yerinden. Metin abiyi doktora, hastaneye götüre­ miyorlar. Doktor, Hükümet sormaz mı ona, nerede yaralan­ dın, diye. Sorar, hiç sonnaz mı? Onun için de büyük ananın merhemleri gelsin imdada. Doktorun altı ayda ancak düzel80


tebilecelf yaraları büYük ananın merhemleri on beş günde sa�altıyor. Metin abi iki kere daha yaralandı. Belki beş kere ama, Salih yalnız üçünü biliyor. Peki, Salih bütün bunlan nere­ den duydu? Nereden duyacak, o saklandı�ı çitin dibindeld a�acın kökünden duydu. Burada, Salih çitin aralı�ından, is­ terse kapkaranlık olsun, herkesi görlirdü de kimsecikler onu bu a�acın kovu�unda göremezler bulamazlardı. Çok sabah­

lar anası onu bu a�acın kökünde uyumuş .bulup tekmelerle uyandınrdı. Bir de sövüyor, beddua ediyordu ki. . . En çok da Salibin zoruna, «bu çocu�u do�uraca�ıma taş do�rsay­ dım,ıo sözü gidiyordu. Oysaki ne vardı ki bunda. Salih salt orada,

karanlı�a oturmuş sigara içen,

fısıl fısıl konuşan

adamlan gözlüyor, onların para hesaplanna, savaşlanna, bi.:. ribirleriyle kavga edişlerine, ölmelerine öldürmelerine katılı­ yor, mest olup oracı�a kıvnlıp uyuyordu. Ne vardı bunda. Salih de uyumayı istemezdi, kim isterdi ki böyle güzel gü­ zel dinlerken onlarla birlikte denizlerde yaşarken, candarma botlanndan kaçarken, caridarmayla çarpışırken kim uyumak isterdi. İşte lanet uyku, en olmadık yerde, en heyecanlı sa­ vaşta, tartışmada &�ır bir su gibi yükseliyor, yükselivor Sa­ lihi içine alıyordu. Ne vardı bunda, ne vardı bu kadar öf­ kelenecek? Anası hiç bir zaman Salihin burada, bu atacın kökünde- ni� u:vudu�unu bilmiyordu. Bir bilseydi ki. . . O adamlar, Metin abinin arkadaşlan neler, ne açık saçık şey­ ler de aniatıyorlardı ki. . . Kızlann memeleri, başka yerleri, açık seçik, vallahi, apaçık, hiç utanmadan . . . Sonra Metin abi · bir sıra ortadan yitti gitti. Salih onu, arkadaşlannı gecelerce o kovu�un içinde çok bekledi. Şimdi artık usta, kurnaz olmuştu, yata�a soyunmadan giriyor, uyu­ muyor, evdekiler horuldama�a başladılar mı, yavaşçaCık ka­ pıdan dışanya a�acın köküne kayıveriyordu, Ammavelakin, şimdi Metin abi de yoktu, arkadaşlan da . . . Salih özlem· için­ deydi Bir gün, gecenin içinden, denizin oralardan, tepelerden gölgeler döküldü Metinlerin evlerinin avlusuna.

Salih bir,

i ki, üç diye gelenleri saydı, sonra da şaşırdı sayıyı vazııeçti. liG SS/O&


Adamlar karaniılın üstünden yürüyorlardı. Yoksa insanotlu bu kadar sessiz, bu kadar yumuşak, ayakları pamuk üstün- · deymişcesine yürüyemez. Bunlar kuş gibi yürüyorlardı işte. Yürüyorlar, �sulcacık çitten atlıyorlar, avlu duvarının dibi­ ne iki ayakları üstünde yaylanarak çömeliyorlardı. Çömelir çömelmez de ceplerinden tabakalarını çıkanp bir sigara yakıyorlar, öylecene susuyorlardı. Bir süre sustular böylece, çömelmiş, iki ayaklarİnın üs­ tünde yaylandılar. Salih onları telgraf direklerinin üstüne sıra sıra diziimiş kuşlara benzetti. Salih hiç bir zaman anım­ sayamadı ya, bir gece, bir baştan bir başa telgraf direkleri­ ne sıralanmış, gecede kuşlar görmüştü. İki direk, beş, on di­ rek arası de�il, telgraf telleri ne kadar uzuyorsa kuşlar o kadar uzun sıvanmışla-i-dı tellere. Peki, Salih bu kuş­ ların sıtırcık olduklarını nereden biliyordu bu kapkaranlık gece içinde? Niye bilmesin, hangi kuş geceye böyle kapkara yapışabilir, bir de kuşlar vıcır vıcır durmadan ötiişilyorlar­ dı, gecede bile. Salibtir bu, sıtırcık sesini de bilmezse, yu! olsun ervahına. Hay Salih hay! _

Sıralanmış adamlardan bir tanesi ayaklarının üstünde birkaç kere yaylandıktan sonra konuşmala başladı. Adam Türkçe konuşuyordu ya, Salih, o kadar kulaıtını veriyor, ku­ lak kesiliyordu da gene bir tek sözcük anlayamıyoı;du ada­ mın konuşQıasından. Çok çabuk konuşuyordu adam, sigara­ nın birini yakıp birini söndürüyordu. Öteki adamlar da ko­ nuştular. Konuşmaları, sesleri sonsuz bir öfkeydi. Salih on­ lann da konuşmalarından bir şey anlayamıyordu. Çabuk ça­ buk, arkalarından atlı geliyormuşçasına konuşuyorlardı. Son­ ra, yanlanndan birer tabanca çıkardılar. Tabancalan karan­ lıkta bile donuk donuk parladı. Hep birden tabancalarını ön­ lerine koydular, bir eski zaman duası okur gibi uzun mınl­ dandılar. Sonra birden ayata fırladılar. Ayakta bir sündüler durdular, yeniden çömeldiler, durdular, yeniden çömeldiler, yaylandılar. Az sonra hop gene kalktılar. Salih saymayı akıl edemedi, böylece bir süre kalktılar kalktılar oturdular. Av­ lunun ortasında bir Karadeniz horonu oynar gibiydiler. Adam­ lann hepsi de tepeden tırnata kara giyinmiştiler. 82 .


Gene oturdular. Salih bundan sonraSını bilemiyor. Horoz­ lar öterken uyandı. So�uktan üşüyüp kaskatı kesilmiş, güç­ lükle aya�a kalktı. Birden adamlan anımsadı, Metinlerio av­ lusuna baktı, avluda kimsecikler yoktu . Denizde, uzakta bir

ışık ipileyip do�ya gidiyordu. Sonra . yarların arasından bir

ışık ipiltisi daha çıktı. Ardından bir daha, bir daha. . . Fe­

nerin alt yanından, keskin kayalıkların altından ardardına ışıklar çıkıyordu denize ipileyeri. Işıklar yardan denize çıkı­ yorlar hızla, arkası arkasına denize ipileyerek, ipe diziimiş küçük yıldızlar gibi ötelere ötelere kayıyorlardı. Salibin yü­ re�i gürp gürp atıyordu. Gözlerini karanlık, durgun, dingin denize dikmiş kayalı�ın altından durmadan denize sa�ılan ışıklara bakıyordu. Orada, nereden gelmişti buraya, Metih­ lerin avlusunda çatırdayan kemikleriyle kaskatı durmuş. De­

niz yumuşak, bir süt mavisinde aklamış, daha da büyümüştü .

Üstündeki uzun ışık dizisi sonuna kadar uzanıyordu. Hooop, ipiltiler, an kanatları gibi sonsuz bir vızıltıda titreştiler, tit­ reşim hızlandı, hooop, birden de sönüverdi. Deniz açılmı� da, denizin dibine girivermişler gibi. Salih oradan, avludan, bu

yann başına ne zaman gelmişti, elleri yanianna düştü. Kor­ kuya da kapıldı. cVah, vah, vaaah Metini öldürecekler. » cVah, vah, vaah Metini öldürecekler, vaaah . . . ,. «Öldürdüler....

•Metin ne yaptı onlara?» c Onlar

mı, onlar mı Metinle başa çıkacakhir, hiç de . .

.

»

«Metinde çifte tabanca var.» cA�acın altında durur .» cTabancasıyla oynar.»

«Bir de mitralyoz almış.» cŞakıldaklı tezgahlar elektrikle işler. Metin üç tane ana­

sına, üç tane kızkardeşine, üç tane . . . »

cMetin kundurasının topu�una basa basa yürür.» «Metin vapur alacak. Telli pullu donatacak. Bir ışık, iki

ışık, bin ışık, binbir ışık, arduia takacak Metin abi, sürük­

leyec 'ıt ışıklan denizin Üstünden . . . »

«Nereye. nereye, nereye, hey nereye?»

83


«Kim patıattı bu tüfe�i bu sabahın alacasmdah «Onmayasılar, zavalsız ördekleri vuruyorlar uykularm­ da . . . » «Metin · geliyor, Metin. » Da�lann kuytusunda bir aydınlık dalılıyor usul usul, denizin, bulutlann kuytusundan. Denizin üstüne · tüm

kar

ya�mış. Denizin üstü karla örtülmüş, apak. Denizin üstü­ ne donuk bir apak martı yalrnış. cMetini vuracaklar Metini!» «Metin bir, onlar bin kişi. » Eli açık Meiinin. eskiden Metin denizden gelince bütün mahallenin oca�ı cızırdardı, her ev, her ev balık pişirirdi. Mahallenin havası duman olurdu, deniz kokulu balık dutna­

�. insanı açlıktan deliye döndüren, daha k<Szlerin üstündey­ ken. . . Çocuklar açlı�a hiç dayanamazlar, hele közün üstün­ de tüterek cızırdayan, yanmış balık ya�ı kokusuna, taze yan­ mış deniz kokusuna hiç dayanamazlar,

közlerin üstünden

kaptıklan gibi yan pişmiş bir balı�ı, ba�ırtılar gürültüler, küfürler arasından koşarak giderler fenerin ardına, yariann başına otururlar, hazırlıklıdırlar, koltuklarından ekmekleri­ ni çıkarıp, aşalıdaki ulu denize karşı, a�ır alır çi�neyerek, tadını çıkara çıkara, dudaklan çeneleri yala, kılçı�a bulaş­ mış yerler. Hele baharsa, ortalıkta mis gibi deniz kokan ılık bir ha­ va varsa, hele mahalleli ocakları avlulara · yakıp, ocaklar te­ peleme köz olana . kadar başlarında beklemişlerse, ocaklan ışıl ışıl közle doldurmuşlarsa, hele hemen o anda da Metin elinde çevalelerle denizden pantatonunun paçalannı savura savura dönmü�e. «heeey uşaklar, ha bereket de bereket, Al­ lah öyle bir balık verdi ki, mahalleye de�il, bütün kasaba­ ya · yeter,» · diye çın çın eden narasım patlatmışsa, hastanın saynnın, lcötürümün, mutsuzun bile deme keyfine o zaman. «Aaah, Metin aaahlt cOldürmüşlerse

. . .

«Yazı1c olacak yi�ide . . . » Metin ne zaman girse mahalleye, mahallelin!n yüzü gü­ ler. Herkese, en yaşiısından en gencine, en çocu�una kadar

84


Bir kişiyi de unut­ iş mi? Metin düşmanını bile düşünür. O da kimsenin eline bakmasın ister. Bu mahalleye

Metin herkese bir şey getirir, ulaştınr. sun,

ayrı gayrı etsin, olacak

var ya, kasabanın tüm öteki mahallelileri gıptayla bakarlar. Metin yetirebilse onlara da balık verecek ya, bir koca ka­ sahaya, bir küçük kayığıyla nasıl balık yetirsin Metin! Bu mahalle mi, Iyice geçirsin

Allah

kahretsin

bu mahalleyi. . .

Metin

de yerin gideli

dibine

bir

bu mahallenin

yüzü gülmez oldu be. Tekmil mahalle ölü çıkmış eve dön­ dü . Geçen gün diyordu ki Salibin ninesi, o cadı, Metin gel­

sin de onun yarasını iyi edivereyim, diyordu. Ne biliyor Me­

tinin yaralandığıni? Metine sabahtan akşama kadar kurşun sıkmıyorlar ya, her gün, her gün yaralansın. Şom ağızlılar. Şu koskoca mahalleden birisi varıp da,

aradan bunca

ay geçti, Metinin anasına, hacım nasılsınız, haliniz dirliği­ niz nice, bir eksiğiniz var mı, diye sormadı. Bunların yer­ lerinde Metin abi olsaydı, paralanırdı vallahi, hem de res­ ·

men paralanırdı.

Bak bu mahalle insanlıktan anlamaz, kadir kıymet bil­ mez. Ulan, bunca zamandır Metin balıkçılığı bıraktı da şey, ne o, bir şey oldu da, sonra da yitti gitti de, bakın şurada

deniz koskocaman uzanmış yatıyor da, içi de balık kaynıyor da, o gün bugündür hiç birimizin kursağına balık girdi mi? lnsan bir kere olsun Metini sorar, şu adam öldü mü kaldı

mı, diye. . .

Sabahtan

akşı.>ma

kadar,

şak,

şak,

şak,

bütün mahal­

lede şakıltıdan durulmaz. Ellerine de bir şeycikler geçse,

o

lstanbullu mağaza var ya, bunlara bezleri dokutur dokutur, sonra da ellerine verir beş kuruş. . . Avuçlarına bakar kalır­ lar. Bu mahalleden bir tek adama benzer adam çıktı, o da Metin abi.

O Laz balıkçıyı şişleyip . . .

Nasıl

da

ağlıyordu

Laz balıkçı, kasıkiarını tuta tuta. Kasıkiarını tutmuş, yumul­ muş, avuçları:na dolmuş kan da parmaklarının arasından kırıyor.

·

fış-

«Aaah Metin aah, ölmeyip de bir daha, bir daha, o da bir saniye, �alnız bir saniye şu mahalleye bir görünsen, aaah

85


yavrum Metin. Şu dünyadan muradıını alır gözüm açık git­ mezdim.» Alay ediyorlar onunla.

Cömertli�ini,

iyiliklerini

unut­

muşlar, üstüne .üstlük bir de çocukla alay ediyorlar. Aaah, insanlar aaah, hem de cömertliği iyil�iyle alay ediyorlar. Ocaklı adanın arkasındaki kapkara, derin, geniş a�ızlı, eski mağara açıldı kapandı. Metin güzel ak bir yelkenliyle ' süzüldü çıktı, açıldı, ötelerde, denizde, ortasında . . . cKeşki,» dedi Salih. «İnşallah o öfkeli adamlar onu öl­ dürmemişlerdir. Ne iyi olurdu Metin abi sa� olsaydı.• Öfkeli adamlardan korkmuştu. Gene de her gece ağacın kovuğuna sı�ınıp onları bekliyordu. Bir gün gene geldiler, ayakları üstünde yaylanarak Metinlerin avlusuna çömeldi­ ler. Ortalık bahar kokuyordu. Hava ılıınanlıktı, dalga dalga çiçek kokuları

iniyordu dağlardan. Çömelmiş adamlar bu­

run deliklerini geniş açmışlar, yüzlerini havaya kaldırmış­ lardı. Su içen bir kuş gibi bazan ağızlarını açıp yüzlerini gö­ ğe kaldırıyorlar, bazı da bir teviye fısıl fısıl konuşuyorlar­ dı. Salih gene uyudu. Gene horozlar öterken uyanıp fenerin ardından kayalıklara koştu, uçurumdan büyük denize baktı. Uçurum altındaki ince kıyıda kır atı gördü. At yönünü de­ nize dönmüş, başını havaya kaldırmış, uzatmış, denizin öte­ lerine kişniyordu . Salih bu atı biliyordu. adamlar

Birden o

kara

uçurumdan aşağı teker teker atladılar. At arala­

nnda kaldı. Ak bir şim�ek gibi çakıyordu gecede arada bir de. Martılar, ak kıvılcımlar gibi atın yöresinde savruluyorlar­ dı. At durmadan tekmeler savuruyor, karanlığa, adamlara, inceCik kıyıda · kendi yöresinde, kumların üstünde dönüyor­ du. Adamlar teker teker kaçıp uçurumun üstünde bir düz­ lükte buluştular, oraya geniş bir halka yaparak çömeldiler, gene fısıldaşmaya başladılar. Aşağıda at bir kere daha ak bir şimşek gibi çaktı, onunla birlikte çığlık çığlığa yüzlerce martı da gö�e kadar savruldular,

karanlığı aydınlatarak,

sonra hep birden sündüler, yittiler gittiler. Onlar gidince de kara giyitli adamlar çömeldikleri kayalıktan yekindiler, usul­ cana, yorgun, kıyıya indiler, kıyıdan teker teker birer kayı­ ğa binip ayrıldılar. Tekneler her biri bir yıldız gibi denizin

86


ötelerine kadar

dizildiler.

iki ışık, üç ışık. . .

ışık,

.

Salih

durmadan sayıyordu,

bir

Ö�leye do�ru ya�mur başladı. Bütün mahalle . keten, pa­ muk, toprak kokusuyla koktu. Ya�r.1ur öncesi hav�da kavak­ lar pamuklaniış gibi küçücük

pamuk parçaları uçuşuyorrlu

bütün göklerde. Mahallede herkesin yüzü soluktu. Bütün yaş­ lılar da romati�malıydı. Nasıl olacaktı ya, burada insanlar yıl on iki ay pamuk tozu yutarlar, yıl on �ki ay evlerin ka­ ranlık

köşelerinde

şakıldaklı

tezgahlarda

mekik

atarlardı.

Nasıl romatizma olmasınlar, burası bir Karadeniz kasabası­ dır, kışın dalgalar köpüklerini fırtınalarda evlerin içine ka­ dar yollar. Şu Dış ada var ya, Salih, ulu dalgaların o adanın üstünden apak savrularak aştı�ını, aşıp bu yana düştü�ünü fırtınalı, boralı kışlarda günlerce seyreylemişti. Bir de Zey­ tin adasının

yamacında,

tepeye

yakın bir yerden dalgalar

bir delik bulmuşlar, o delikten yukarıya fışkırırlar apak. Sa­

lih bunu da bilir. Al

qözüm

Seyreyle Salih dünyayı en ince

ayrıntısına kadar seyreder, merak eder.

Şu Ocaklı adaya hiç

arı gider mi, giderse orada barınır mı, barınırsa ne yer, işte Salih böylece tavşanları da merak eder. Tavşanlar nasıl ya­ şarlar bu küçücük adada, ne yer ne içerler, nereden nasıl gel­ mişlerdir. Bakın Salih bu adadaki o koc·aman gözleri şaşkın­ lıkla

açılmış

yapıyı

kimlerin

yapıp

kurdu�unu çoktandır,

kendini bildi bileli bilir, bununla da ayrıca konurlanır. Bu kasabada, isterse beşinci · sınıfa gitsin hangi çocuk bilebilir Ocakh adası kalesinin önce Bitinyalılar, sonra da Cenevizli­ lerce yapıldı�ını? Bu ada . üstüne kim, kim kurabilir bu ka­ sahada Salih gibi korsan hayallerini? Kim kim görebilir Sa­ lih kadar, gözlerini kapatınca Bitinyalı, Cenevizli atalarının uzun yüzlerini, gaga burunlarını, .inci gibi ak dişlerini, dur­ madan bütün bedenleri sevinç içinde titreyerek g:ilüşlerini, kim kim? Salihin hayal kurma üstüne daha çok çok hayalleri var­ dır ya, Salih onu hiç kimseciklere söylemez. Hiç üstüne var­ mayın, varıp da Salihi üzmeyin, Salih her şeyi söyler de, ne bileyim ben, her şeyi,

işte bu

hayallerini mümkünü

yok

söylemez, utanır. Bunda utanacak ne var, ne var demeyin,

87


onu gidin de Salibe sorun. Salih düşlerini sicacık sıcacık yü­ re�in en gizli yerinde saklamayı sever. Salibin gene de

bazı bazı dayanama:yıp en sıcak düşünü açı�a vuruverdi�i

olur, en olmadık yerde, en olmadık bir şeye, bir kimseye.

Kime, işte öldürseniz Salih ne o kişiyi, ne de o şeyi söyler.

Öme�in o şeftali ağacı var ya onu işte, öldürseniz öldürse­

niz onun üstüne Salibin a�zından bir söz alamazsınız. Hani

o uçurumun altındaki kır at var ya, onun üstüne de Salih a�­

zını açmaz, açamaz . Bir de Metin abi üstüne. Heheeey, siz daha ne biliyorsunuz ki daha Metin üstüne. Doktor Yasef

üstüne de çok şey bilir Salih, onunla da ilişkisi olmuştur.

Ya marangoz, ya Temel Usta, ya İsmail Usta . . . Bir giz kü­

püdür Salih, ne bir, bin giz küpüdür Salih. . . Salihin kurdu­

� düşleri bu kasahada de�il, şu koca lstanbulda da kimse­

cikler kuramaz. ŞıJ uzun, güneşe batıp

çıkmış apak gemi

nereye böyle nazlı, böyle ışıkla donanmış, pul pul, nereye

gider? Onu kimsecikler bilemez, bir tek Salih . bilir. Ya şu

gökte katar katar olmuş uçan tumalar nereden gelip nereye giderler, hem de nereye konarlar? Şu kocaman kelebe�in yu­

vası nerede, işte bunu da Salih . bilir. Bu kelebekten bin ta­

nesini, mavi, kara işlemeli, kınnızı benekli, bir el kadan­

nı bir arada kim görebilir, Salih. Pannak kadar anlar, ayak­ lan· tüylü, yumşak, sırtlan mavi, yanar döner, menevişli,

kuyrukları yalım gibi parlak kınnızı çakan, halkalı, kim tu­

tar onlan, tutup da bir gün sabahtan akşama kadar gözlerini

kırpmadan kim seyredip suretlerini kafasının içine olduRu gibi nakşedebilir, kim, elbette Salih.

Sonra o uzun; sırtı yaldızlı karayılanı şu kayalıklardan

indirip korkmadan kim arkadaşlık edebilir o karayılanla Sa­

lih kadar, kim? Bu masalı kim .söylemiştir Salihe, kayalann dibine, denizin kumluğuna, ulu ateşlerin başına oturup kim

anlatmıştır Salihe, uzun, tel tel ak sakalını parmaklanyla

tarayarak? Salih kendi kendine o masalı her gün anlatmaz mı, sakalı

tel tel denizciden de daha iyi?

Köpüklü dalgalann nereden gelip nereye gittiklerini Sa-

lih kadar, gönnüş gibi, kim bilir?

·

Bu evde canı ınkılıyor Salihin. Şu balıkçılar olmasa, şu

88


demirciler, şu kaçakçılar olmasa, şu karayılan, kır at, şeftali a�acı olmasa, alimallah Salih ortayerinden çat der de çat­ layıverir. Bu ev, bu mahalle karanlık. Bu mahalleye iftira P.tmenin hiç bir gerekli�i yok, bu eve de. . . Gözünü bu ma­ halleqe açtı o, Metini bu mahallede gördü o. Metin en güzel, rn yaldızlı büyük balı�ı ona bu mahallede, şu avluda ver­ medi mi? Ya o şimdiki bela kesilmiş ninesi, babası, ablala­

rı,

ya? O da tembel babası, dırdırcı büyük anası yüzünden.

Aaah, babası bir ölse. . . Ninesi nasıl olsa ölecekti ya, bir an

llnce, elini çabuk tutsa da . . . Hiç ölmeyece�miş gibi, hiç sus­ mayacakmış

gibi

çenesi. . .

onun

_

Gerçekten

büyük

anası

ölü nce. . . Ölüm düşüncesi derinden sarsıyordu onu, tepeden

tırnağa ürpertiyor, bedeninde çımgışmalar yapıyordu. Salih, bedeni hep böyle tat içinde çımgışsın diye bazı bazı derinden

ölümü düşünüyordu ya, ço�u zaman ne yaparsa yapsın, ister kendisi, ister anası, ister Metin, ister İsmail Usta ölsün hiç bir şey olmuyordu. Demek ölüm korkusunun da bir günü,

bir zamanı vardı. İnsan her zaman ölümden de övlesine dehşet duymuyordu.

w

'

Bir sabah onu çitin yanındaki a�acın kovuğunda uyu­ muş bulup uyandırdılar. Nedense erkenden, daha deniz be­ yazken, horozların sesini duyup da uyanamamıştı. Belki de bu bela horozlar, bu gösterişçiler, küçük da�ları biz yarat­

tık diye gert gert gerinerek gezinenler tavukların arasında,

küllüklerde, uzun, yanar döner, kıvırcık, halkalanmış, kır­ mızı, san, yeşil, mavi parlak tellerini kuyruklarından aşa�ı dökmüşler belki de

Salihe

inat için ötmemişlerdir.

Salihi

ne bilsinler, belki de ötmeyi bu sabah unutmuşlardır. Tek­ me tokat, küfür, ba�ırmalar ça�ırmalar, Salih uzun bir sü­ re kendine gelemedi, kendine gelip de Metin abiierin avlu­ Kuodakini görünce- dili tutuldu, orada öylece kalakal dı. Ba­ basının, anasının ne sözlerini duyuyor, ne de attıkları so­ palan. . . Orada öyle büyülenip kalmıştı. Kendisinden, dün­ yadan habersiz. Bir kocaman, yepyeni, masmavi, deniz çiçek açmış gibi, karoseri de nar çiçe�i, üstüne yeşil dallar, yaban gülleri işlenmiş. En güzeli de Metin abi kamyonun içinde, elinde direksiyon,

san kıvırcık saçlan da alnına dökülmüş, 89


iuısıı da parlıyor, aaah, bugün Metinin bıyıkları da kıvırcık, sarı, pul pul altın ışıltısında, pul pul, Salthin de saçları kı­ vırcık, pul pul altın ışıltısında, kamyonu çalıştınyor. Salibi döve döve aldılar içeriye götürdüler, yüzünü yı­ kadılar, giyitlerini çırptılar, ona sıcak çorba içirdiler, Salih bütün bunlar olurken Metini görüyordu. Kamyon çalışıyor, yolları tpzutarak bir anda t:tanb,ıla gidiyor geliyor, denizin çiçek açtılı mavisini, nar çiçekleri kırmızısını dünyaya ya­ yıyordu. Dünya öylesine som mavi oluyor, nar çiçekleri açı­ yordu dünya, ataçlar bir teviye. Salibi dışanya a�cak ötle­ ye dotru bıraktılar. Kulakları satır olmuştu şakıldaklardan. Bu �ahalle o kadar çok bez dokuyordu ki dünyaya yeter. . . Kim giyiyor, kim kullanıyordu bu kadar. bezi? Herhal dün­ yada çok insan var. Belki de arılardan daha çok. tstanbulda insanlar kannca köresi atzı kadar kaynaşıyorlarmış. Çiti at­ layıp dotru Metinterin avlusuna geçti, uzakta, çitlenbik ata­ cının arkasında durdu. Kamyonun içinde Metin yoktu. Kim• den duymuştu bu deniz çiçek açtı sözünü? İşte bu kamyon . tıpıtıpına ona benziyordu, denizin açtıtı çiÇete. Deniz çiçek · açar mı? Haaa, denizin çiçek açtıımı Sanyerli Tantana Kemal söyl.emişti. Kemal dalgıç, denizin altını karış karış bili- • yor. Denizin altı? .. Aaah, Salih bu kadar korkmasa bir, bir · merak ediyor ki denizin altını, bir merak. . . Kimbilir denizin altı ne kadar güzeldir. Çitlenbik atacı biraz acı, bir ekşi, bir sakız kokusuyla koktu. ·

Oraya çöktü, sırtını çitlenbile verdi, nakışlarina, pınltı içindeki demirlerine, boyasma, yepyeni, daha bir gram ça­ mur bulaşmamış büyük kara tekerleklerine daldı gitti. Tos­ toparlak, yanar döner kara bir an geldi, güneşte çakıp yite­ rek kamyonun yöresinde deli, kıskanç vızıltılarla üç kere do­ laştı, sonra birden çavdı, zikzaklar çizerek ta gölün uzalına ·kadar gitti orada gözden yitti. Birkaç serçe geldi bundan sonra, kamyona kondular uçtular, kondular uçtular. Salibin içi gitti. Salih şu kamyonun içine binmeyi bir istiyordu ki . . . Eeee, öyleyse, işte kamyon oracıkta duruyor, kimsecikler de yok, birileri olsalar da görseler ne olur ki, kim Salibe bir şey söyler ki. . . Metin bilsin Salibin kamyona binmeyi bu 90


kadar ist�gini, kaldınr da bindirir de direksiyonu eline ve­ rir. Neden, Salih neden gidip de? .. Binebilir de . . . Hooop, bu­ radan aRaca çıkar, çitlenbik ağacının dalından aşagı, karo­ yonun k:ıroserinin içine. . . Kimbilir karoserin içi �imdi ne !{üzel, taze taze boya kokuyordur. Denize indirilen tekneler de böyle boya kokarlar. Bir şey var, bir şey var da Salih kamyona binemiyor. Binrnek şöyle · dursun, yanıyor tutuşu­ yor da dokunmak için, onu buraya, çitlenbik ağacına bağla­ mışlar gibi, bir türlü olduğu yerden ayrılamıyor. Derken komşular, çoluk çocuk, kadınlar erkekler, yaş­ l ı lar

doluştular avluya,

kamyonu görmeğe . . .

Kimi

üstüne

çıktı, kimi salladı, kimi düdüğünü öttürdü, kimi direksiyo­ nunu kıvırdı, kimi okşadı. Metin orada, arkada durmuş salt olanı biteni gülümseyerek, kıvanç içinde seyreyliyordu. Ço­ t·ukları da, ne kadar çocuk varsa mahallede hepsini de, sü­ müklü

Ahmedi

de bindirdiler.

Nasıl

da

oynuyor

gülüyor

kamyonun içinde, nasıl da oradan oraya koşuyor. Salih çit­ l enbiğin dibine büzüldü büzüldü, orada titredi kaldı, kıskan­ dı, çatladı, patladı kaldı. Şöyle bir gözünü kapayacak, karo­ yona kadar koşacak, elini oraya, mavi bir yere sürecek, tad­ ılan eriyip oracığa düşecekti ya, -olsun. Obıundu ya, yerin­ den kalkamıyordu.

Kendini

yüreklendiriyor yüreklendiri­

yor, ne yazık, bir türlü yerinden kalkamıyordu. İşte Metin oracla durmuş kalmış, ağzını açmış gül _ ha gül ediyor. Ne olur görse de Salihi, akıl etse de alsa onu kamyonuna bindirse de direksiyonu eline verse, aman Al­ lah, olmasın olmasın böyle bir şey, Salih dayanamaz coşku­ sundan ölüverir.

Kurdu, kamyona bindi, Metinle birlikte

tstanbula gittiler,

köprüyü zıızzzt, öbür yana geçtiler geri

�eldiler. Köprüden geçerlerken

altlarından o kocaman,

ak

vapurlardan birisi geçti, köpükleri ta köprüye kadar fışkır­ tarak, savurarak . . . Salih Metine gözlerini dikmiş kırpmadan gözlerinin içi­ ne bakıyordu, Metin onu görsün de alsın kamyona koysun,

diye. Bir farketse onu Metin, hemen gelir alır koyardı karo­ yonun içine. Baktı baktı, sonunda göz göze geldiler. Salih ona gülümsedi, tam bu sırada hep gülümseyen Metin başını

91


öbür yana çevirdi. Salih bir daha göz göze gelmek kork:usuy la, aya#a kalktı, bir anda çiti atladı kendi avlulanna geç vardı a�acımn kovu�una yerleşti, büzüldü bir topacık kald Şimdi onu burada kimsecikler göremez, oysaki o herkesi çi tin aralı�ından görebilirdi. Anası, babası, ninesi, kızkardeşi de şimdi geldiler Metinlerin avlusuna. Daha önce oradaydı­ lar da Salih mi görmemişti? Salibin babası, elinde büyük taneli kehribar tesbihi, . dimdik, omuzlanm germiş, tepeden bakarak, hiç konuşmadan, başı yukarda en .küçük ayrıntısına kadar kamyonu inceliyordu. Sonunda vardı Metine, babacan, , elini omzuna koydu: «Güzel, güzel,» dedi. «Çok güzel, hayırlı olsun.»

Geri

döndü kaınyona., ilk

�laraktan,

uzaktan

elini

uzattı, kamyonun mavisine parma�ının ucuyla dokundu. Sa­ lih gene derinden ürperip, bedeninden yıldınm gibi bir çım­ gışma geçti. «Ah,» dedi içinden,

«Aaah, ah, hiç bir zaman

dokunamayaca�ım bu kamyona.» Dokunursa ölecekmiş . gibi geliyordu ona. Bir dokunabilse alışırdı ya, aaah, ona bir ke- . recik dokunmak yüreklili� gösterebilse. . . Olmayacak, ol­ mayacak . . . Komşular geldikçe geliyor, avlu insanla gittikçe doluyor­ du. Metin de a�zı kulaklarında hep, konuşmadan, a#zını aç.. madan gülüyordu. Salih: •Bilmiyor, bilmiyor,» dedi. «Hiç kimse de bilmiyor. Onu, Metini öldürecekler, öldürecekler. . . O adamlar.»

Kendi sesinden kendi de ürktü. Aklı başına gelince, onu ·

kimse öldüremez, diye geçirdi içinden. Kimbilir, diye . düşün­ dü sonra da, belki de onu öldürecekler. Vanp da, Metin abi seni öldürecekler, diye söylese mi? O kara adamlnn, olanı biteni bir bir anlatsa mı? Sanki bilmiyor muydu onlan, on­ lann kendini öldüreceklerini, kamyonu da elinden alacakla­

nm?

«Öldürecekler,» diye ba�ırarak yerinden hopladı Salih. Kimse duydu mu diye de pörtlemiş, korku dolu gözlerle ya­ nına yönüne bakındı.

«Öldürecekler,»

dedi bir daha. Onu

kimse duymamıştı. Bir daha var sesiyle gene, ler,• diye balırdı. «Öldürecekler.»

«öldürecek­


Yerine sessizce sa�dı, çözülmüş oturdu. Soluk solu�ay­ dı. Onun ba�ırmalanm bereket verSin hiç kimse duymamış­ tı. Duymuştular da aldırmamışlardı. Çocuklann ba�ırmala­ rına ça�rmalanna kim aldınr ki. . . Oturmuş oraya kamyonun yöresindeki kalabalı�ı dinli­ yordu. Çitin aralıklanndan da ayaklanm seyrediyor, ayak­ ların sahiplerini .bulma�a , çalışıyordu� . Bazılannı

çıkanyor,

bazılanm uyduruyor, bazılanmysa hiç çıkarariııyor, merak­ tan çatlıyordu. Aya�a kalkıyor, bakıyor, bu sefer de ayaklan göremiyordu. Kamyonu, komşulan, Metini unutmuş, kendini ayaklara kaptırmıştı. Komşulardan üç tanesi ham çarık giy­ mişlerdi. Bunlan hemen tanıdı. Bunlar mahallenin oduncu­ auydular. Aralannda topuklan yenmiş, e�miş. aşınmiş, yat­ mış, parçalanmış ayakkabılar ço�unluktaydı. Altı tane de ya­ lınayak vardı içlerinde. Bunlan da tanıyordu Salih. Do� Anadoludan gelmiş, kasahada harnallık yapan çok kara göz­ lü,

sıcacık, canlı, hüzünlü yüzlü insaniardı bu�lar.

Yalın

ayaklan sa�lam, toprağa yayılmışlardı, çok alışmış.

Ayakfar yavaş yavaş, sessiz, hayran çekildiler gittiler. Bir tek Metinin, çok güzel kahverengi çizmeler giymiş ayak­ lan kaldı. Avlunun bir ucundan öteki ucuna gidip geliyorlar­ dı. Salih ayaklanndan biliyordu, vay fıkara Metin abi, kor­ kuyordu. Ayaklan ürkek, şaşkındı. Salih kalkıp Metin abi­

nin yüzüne öyle mi de�il mi, diye bakmak istiyordu. Bir

şey, bir büyü bozulacaktı sanki, kalkıp bakamıyofrl:u. Ayak­ lar gittikçe korkuya gömülüyorlardı. Vay be, •yaklar da in­

sanlar gibi korkuyorlar. Bir hal . var başında Metin abinin ya, ne? Kara adamlar mı? Belki de bu gece gelecekler. Me­ tin abiye bir görünse. . . Birden kalktı, hoop, .çitin öbür ya­ nına atladı. Bunu nasıl . yaptı, Salih de bilincinde de�ildi, öyle işte. Metin; avluya düşene başını kaldınp, şöyle bir bak· tı, sonra hiç bir · şey olmamış gibi avluda dolaşmasını sür­ dürdü. Salih bu sefer kendi avlulanila atladı� Çitten atla­ ma ustasıydı Salih. Bir çit cambazıydı o. Şimdi artık durmadan o avludan bu avluya atlıyor, Me­ tinse artık, başını kaldırıp ona bakmıyordu. Salih de çitin üstüne çıkıyor, orada tek aya�ı üstünde duruyor, Tarzan gibi

93


batınyor, Tarzanın sesinden de hızlı, yabanıl başka sesle çıkanyordu. Salih ne yaptıysa Metin bir daha başını kaldırmadı. Oy . saki kaldırsaydı da başını Salibi görseydi, tammaz mıyd Salihi, nasıl tammaımış, adaİn hiç kapı bir komşusunu ta­ mmaz mı? Ama o çok dalgın. Onu dalgınlılmdan nasıl uyan dırmalı? Salih son umanna başvurdu, çitin bu yüzünden öt ki yüzüne hızla atladı, avluya, kamyonun tekerinin oray küt diye düştü. Tepesinde dal gibi kamyonu glSrilnce de batırınaya başladı: «Öldürecekler, öldürecekler, öldürecek­ ler. . .• Metin zınk diye durmuş, bu delirmiş gibi balıran ço­ cutu seyreyliyordu. Yilzünd� gözlerinde tarifsiz bir acı çö­ reklenmişti. Salih hem balınyor, hem de öldürillecelini bi­ liyor, diye düşünüyordu. Salibin «öldürecekler,• diye balır­ ması birden, cöldürillecelfni biliyor•a dönüştü, çırpmıyor- 1 du: «Öldürillecelfni biliyor, biliyor. Öldilrillecelini biliyor.• 1 Metin ona gözlerini dikmiş şaşkınlık içinde bakıyordu. Bir ayatım öne atmış, ellerini de beline koymuştu. Yilzil de gittikçe saranyordu. Salih Yetinin gözlerinden korktu, utandı sonra da. . . Ne yapacatım bUemeden kamyonun al­ tma bu yarundan giriverdi, öbür yanından çıktı. Şaşkınlık­ la bir süre kamyonun · yöresinde koŞllŞtu, en sonunda da çite atıarnayı akıl etti. Metin öylece durmuş kocaman gözleriyle · ona bakıyordu. Salih artık iyice umudunu kesti, bir daha htç mi hiç kamyonun yanına varamayacak, kamyona dokunamayacak­ u. Koşarak yokuştan aşalı indi, çocuklar kumlukta deniz kabulu topluyorlardı. Bu kabuklardan sigara küllülü, vazo­ lar, daha bir süril öteberiler yapıp turistlere satıyorlardı. Sa­ lih onlan o kadar çok sevmiyordu. Hepsi de aç göziii çocuk­ lardı. Durmadan biribirleriyle •kavga ediyorlar, sövilşüyor­ lardı. Çok da dedikoducuydular. Kasahada ne var ne yok, kim kimi dolandırmış, hepsini hepsini biliyorlardı. Başka da çok şeyler yapıyorlardı, yazm turistler gelince kasaba- . ya, onlan izliyorlar, öpüştüklerini, başka işler yaptıklanm görilyor anlatıyorlardı. Bu kasabanın çocuklannın oyun�k-


lan da turistler. Bir de turistleri bir sızdırıyor, bir sızdırı­ yorlardı ki. . .

Kışın her çocuk turistlerden sızdırdıklanyla

çiçek gibi donanıyordu . Gıcır gıcır kunduralar, yepyeni gi­ yitler, gömlekler, yakalarında rozetler . . . Almanca, İngilizce,

hiç duymadıkları dilde yazılmış yazılan, tuhaf tuhaf resim­ leriyle . . .

Cemile yanaştı. Bu her zaman öfkeli, acı suratlı, dokun­

san a�layacakmış- gibi duran çocuk, çocukların en iyi yürek­

llsiydi. O, bilmem nerelerden, uzak karlı da�lardan gelmiş

durmadan, gece gündüz Kürtçe türküler söyleyen aya�ı ya­ lın, kara güzel gözlü Halo Süleymanın o�luydu. cHişt Cemi! . . . Hişt, hişt, hişt.:.

Cemil duymuyor, elindeki naylon torbaya kabukları bırs­

la dolduruyordu.

cHişt hişt Cemil, baksana bana.:.

Cemil öfkeyle tiöndü, yanındakinin Salih '>ldu�unu gö-

rünce öfkesi anında geçti, gülüverdi. cNe var be, ne var Salih? »

·

«Bak,:. dedi Salih, cbak, sana ne söyleye�egim . »

İşinden

alakonulmuş Cemil:

«Söyle, ne diyeceksen bakalım,:. diye sertçe sordu.

Salih çok önemli bir giz verirmişcesine onu kolundan

tutup:

«Gördün mü?:. dedi.

c Neyi?»

Salih sesini indirdi, a�zını onun kula�ına yaklaştırdı :· «Metin abinin kamyonunu,:. dedi.

Salih büyük gizini söylerken Cemilin şaşkınlıkla dilini

yutaca�nı sanıyordu.

So�kkanlı, di:ıgin:

«Görmedim,:. dedi Cemi!. Azıcık da aldırmaz, senin gi­

zin bu muydu, der gibi.

Salih bozuldu. konuşma�a başladı. Bu kamyonun güzel­

li�ini, önemini, kasaba için, mahalle için önemini bir iyice anlatmalıydı.

Baştan başladı,

sona

kadar,

ayaklar

çekilip

girlineeye kadar her şeyi bir bir söyledi. Baktı ki Cemile bir

şey söylemiyor anlattıklan, o da kızdı:

915


«Bir de korsanlar var; korsanlar,» dedi Salih. cYüz tane kapkara giyinmiş korsan. Her birisinde de na böyle taban � calar._. . Her gece denizden çıkıp . . . Metin ahilerin avlusuna . . . Yaaa, ben de sana anlatır mıyım artık.»

cDe git işine,» dedi Cemil. «Benim işim başımdan a_ş-; kın, daha bir torba kabuk bile dolduramadım. Bir de senin'

masallannı mı?» eYa masal mı, masal mı şimdi bu korsanlar?:t

cMasal ya. Nerede korsan şimdi, korsan dedi�n filmler'. - de olur.» eFiimierde olurmuş! Ben gördüm.» cGördün müh cGördüm ya . . . » Salih o denize ardardına dizilen ışıklan söyleyecekti, vazgeçti. Korsanıara inanmayan Cemil ışıklara hiç inanma­ yacaktı. «Metin abi de korsan,» dedi Salih. cHah, Metin abi korsanmış!:o cVallahi de korsan.» cO korsan de�il, deniz kaçakçısı,» dedi Cemil. «Ne kor-

sanı be.» «Korsan işte. Eskiden kaçakçılara korsan diyorlarmış.» !

«Bana vız gelir,» dedi Cemil, ckaçakçı da korsan da . . . » :: «Gelsin,» dedi Salih. c Ama korsanlar Metin abiyi . öldü- : recekler bir gece; Ben de ortlar Metin abiyi. öldürürlerken seyredece�im, tıpkı filmlerdeki gibi.» ·

cSahi mi!» diye ilgilendi Cemil. «Anlat hele nasıl ola­

cak bu iş.»

S.alih baktı ki Cemil bir iyice ilgilendi, arkasını döndü: cKamvonu bir görsen,» dedi öteye, öteki çocuklann ara­ <tına yürüdü. Önüne gelene, dinleyene, dinlemeyene anlattı kamyonu

(

akşama kadar baBandıra ballandıra . Şimdi artık eve gitmeliydi, yeme�ini yiyip yata�a gir­ meli, sonra da tavşan uyumuşçulu�a vurup, evdekiler uyu­ yup horlamaya başlayınca da hooop, çitin dibi._. . Şu evi de hiç sevmiyordu . Her akşam, her akşam ba-

96


bası öfkeli, sarhoş, sofrada bile satma soluna yalpalıyor, yeme� bile a�zına götürürken döküyor, büyük anası da

her

akşam babasına anasını fitleyip dövdürüyor. Babası evde bir gün birisini, ya küçük ablasını, ya Salibi dövmezse yerin­ de duraınıyor, rahat

edemiyor.

Yemek olmasa,

ah şu ka­

rın doyurmak olmasa Salih bu evde bir gün bile durmaz, gi­ der şu ma�arada yatardı. Ne yazık, daha ka rnını doyurma­ nın bir yolunu bulamamıştı, katlanacaktı her şeye. Eve gitti, yemek hazırdı, sofraya oturdular. �Bugün ba­ bası kimseyi d�vmemiş, büyük ana hornur hornur ediyordu. Babası sarhoş da de�ildi, gülüyor, e�leniyor, kocaman koca­ man lokmalan · yutuyor, boyuna da Metinin kamyonundan söz ediyor, Metini de kamyonunu da öve öve bitiremiyor­ du. «Aaah,» diyordu, «aaah, felekte benim de şöyle bir kam­

yonuro olsaydı. Allahtan şu dan dünyada hiç bir şey iste­ mezdim. Burada mı otururum sanıyorsunuz . . . » Salibin sır­ tına sevinçli bir şaplak indirdi, Salih sevgiyle ona baktı, bu onun en büyük sevgi gösterisiydi, Salih bunu deneyle­ riyle biİiyordu. eSatarım bu evi oldu�u gibi, içindeki tez­

gahları da, hepinizi bindiririm kamyona, alırım İstanbulda bir kat, kamyon çalışır biz de yan gelir yatar ye:dz.» Coş­

kuyla, delice hayaller kuruyor, Salibin sırtını şaplaklıyordu. Babası bu gece büyük ananın homurtulanna bile kulak as­ mıyordu. Aah, her zaman babası, ev böyle olsa, Salih niye kaçsın evden de gitsin ma�arada yatsın . . . Hemen yata�a girdi, soyunmamıştı, ötekilerin konuşma- · larını bitirip yata�a girip uyumalarını bu gece bir istiyor­ du ki . . . Çabuk çabuk girseler yata�a, hemen de uyusalar . . . B u gece korsanlar mümkünü yok geleceklerdi. Gelip büyük

bir hır çıkaracaklardı. Belki de Metin abiyi bu gece öldüre­

ı·cklerdi. Yata�a bir girseler, bir uyusalar . . . Ya onlar daha yata�a girmeden kendisi uyur kalır da korsanlar da gelir­ seler? Olamaz, olmaz bu, diye başını yastıktan kaldırdı. Sonunda anası geldi: «Bu gece gene dışarı kaçacak mısın Salih?» diye sor­ d u . Sonra da güldü. «Bak gene soyunmamışsın, niyetin kö­

t ü . Hele bu kamyon öyle kapıda durup dururken . . . » Elfl-

Aı;SS/07

97


di Salibi kucakladı, birkaç kere onu koklayarak öptü. «Uyu yavrum uyu, kendini harap ediyorsun böyle geceleri, has­ talanacaksm.» Parmaklarının ucuna basa basa kendi yatağına gitti. Büyük anası ocağın başına oturmuş hem homurdanıyor. hem de öfkeli öksürüyordu. Böylesi günlerde o hiç uyumaz­ dı, nasıl etse de şunu bir atlatsa . . . Atlatsa derken, mavi kamyon geldi gözlerinin önüne. Mavisi, nar çiçeği kırmızısı toz içinde kaldı. Kır bir atı yedcklemişti kamyon. At şaha kalkıyordu. Bademler hep birden koyaklar boyunca çiçeğe durdular. Karıncalar deliklerinden dışarı u�ramışlar, köre­ lerin ağzına birikmişler, ayaklarıyla gözlerini sıvazlayıp gü­ neşliyorlardı. Bir kelebek bulutu geçti üstünden, çok mor bir deniz dalgası gihi. Arkasından, ebemkuşağı gibi karmaka- · rışık bir renk dalgası daha geldi geçti. Sonra da bir turun- . cu dalga. Turuncuda kelebekler iri iriydiler, Salih apaçık seçti onları. . . Topra�ı, kısa, yeşil, sert çimenieri mantarlar yarmışlar, toprağın bir ucundan ak, görünüyorlardı. Balık- . lar karaya vurmuş, kurnda sıçraşıp duruyor, can çekişiyor-· !ardı. Bir iri balık bir sıçradı, .iki, üç sıçradı, sonra haydiii, denizin ortasına cuup ! Salih bu balığın canını kurtanşına, gücüne hayran kaldı. Ninesi homurdanıyor, içini çekiyordu. Bir bahçeden geçti, kırmızı şeftaliler olmuşlar, yarıklarından • bal akıyordu, Salih sepetini dolduruyordu. Kokulu şeftaliler . ağzında eriyordu. Salih güldü, hiç şeftali hırsızlamamıştı, hırsızlayanlar anlatmışlardı. Kim anlatmıştı, şimdi anımsamıyordu. Ama onu, arkasından, şeftali hırsızıymış gibi kova­ lıyorlardı. Bir sürü kara giysili adam denizden çıkıyorlar şeftali bahçesinde onu kovalıyorlardı. Soluk solujta kalmış­ tı. Şeftaliler çiçek dökmüştü, yarı beline kadar şeftali çiçek­ lerine gömüldü, çiçeklerin altına girdi, kara giysili adamlar onu aradılar aradılar bulamayıp gittiler. Onlar gittikten son­ ra Salih şeftali çiçeklerinin altından çıkmağa çabaladı çaba� ladı, bir türlü çıkamadı. Şeftali çiçekleri baş döndürücü • ılık, bayıltıcı koktular. Salih burada nerdeyse bu çiçeklerin altından . . . Sonra kalktı, kara giysili adamları izledi, adam­ lar da çitleri teker teker atlayıp geldiler kamyonun yöre·

98


ııine halka olup çömeldiler, fısır fısır konuşmağa başladı­ lar. Tam bu sırada da Metin geldi karşılarında durdu, el­ lerini · de beline koydu, afili sigara içiyor, sigarasının ateşi yalım gibi parlıyor.du. Metin işte bu anda . . . Hay kör şeytan hay, uyuyuverdi. Nine daha ocağın başında öfkeli öfkeli ök­ ııürüyor, homurdanıyordu. Çok erken uyandı, uyandı ki ne görsün, mavi kamyonun �anına onun tıpkısı bir de turuncu bir kamyon çekilmiş. Sa­ bahın alacasında, sis ağır ağır kalkarken Salih gözlerine ina­ namadı. Düş mü görüyordu, hayallıyor muydu, yoksa ger­ çeğin içinde miydi, baldırına bir çimdik attı, baldırı acıdı, demek düş de�ilcli. çite varmasıyla karşr avluya atıarnası bir oldu. Birkaç adımda turuncu kamyonun yanına vardı �a, orada çok duramadı, yalıma, köze basmış gibi bir sıç­ rayışta çitin dibine kadar geldi. Kendi avlularına atladı, ağacın kovuğuna sığındı. Bu işte bir tuhaflık vardı ya Allah sonunu hayra tebdil eylesin. Kendi kendini suçlamağa baş­ ladı, ne vardı sanki hemencecik başını yastığa kor komaz uyumağa. Ninesi de, ah o cadı da uyumaz ki, sabaha kadar iiksürür durur. Salih hem turuncu kamyona gözünü dikmiş · bakıyor, hem de düşünüyordu. Büyük anası hakkında çok �ey biliyordu. O anası mı, bakmayın onun öyle olduğuna, n yamandır y.aman, konuşunca bir konuşur ki her bir sözü i nsanın ciğerini söker. Bir kızmasın, onun önüne ne babası, ne de kimse geçebilir. Ninesi hakkında ne duydu, ne biliyor­ sa hep anasından biliyor. Yirmi iki yaşında dul kalmış, bir daha da hiç bir erkek yüzü görmemiş. Vebali günahı söy­ lcyenin boynuna. Öteki mahallenin kocakarılarının hepsi bi­ l i yor. Nasıl dul kalmış büyük ana, kocası ölmemiş. Ya ne ol­ muş, ne olacak, adam bunun çenesine dayanamamış. Hızı­ na dayanamamış belki de. Tüm komşuları böyle söylüyor­ lar. Şu çocu�, Salibin babası yani, on günlükmüş kocası l ı i r gemiye binip onu bırakıp kaçtığında. Belki otuz, kırk .v ı l o yakışıklı kocası gelir diye beklemiş. Her sabah kapı­ nın önüne çıkar tn denizin öbür ucuna bakar, «gel Halil, �el, yetti, canıma tak etti,» dermiş. Şimdi bile, her gün en azından üç kere dalıp dalıp yineliyor, «gel Halil gel, canı99


ma tak etti,. yetti, gayri gel,» diyor, sonra da yörenin bı altından güldü�ünü şanarak, «bir gün gelecek Haliliın, be

ölmeden .gelecek,» diye de umudunu pekiştiriyor. Halil bi gün gelecek. Nine, umudu her gün biraz daha güçlenere

yirmi iki yaşında kendini çoculuyla · bırakıp bekliyor.

giden

kocası

O�lunu tek başına, şu bez tezgahının beş tanesini b

ömürde eskiterek büyüttü. Gerçekten, bu mendebur, bu us­ tura gibi keskin, bir baş belası olan ninenin bu Karadeniz

kıyılarında nakış işlemekte, renk vurmakta namı vardı. Bu yüzü gülmezin, kaya gibi sert, diken gibi batan insanın ço­

cuklaştı�ı, yüzünün güldü�ü, yumşacık oldu�u, sevgiden, şef-. ·

katten taştı�ı anlar, dalıp da, «tez gel Halil, canıma yetti,•

dedi�i anlardı. Öy]esi zamanlar yanında, onu görecek yer...

lerde kimsecikler yoksa a�lardı da. . . Bir gün Salih uyumuş- .

culu�a vurmuş, on'.l kendi kendine konuşurken, hem de ko­

nuşup a�larken bir iyice yakalamıştı. «Tez gel, tez gel Ha­

lil, canıma yetti Halil. Çok uzatmadın mı Halil, bak torun- •

larım bile kocaya gittiler. Daha ne bekliyorsun gurbet eller­ de, yeter Halil, gel Halil,» derken . . . Uzakta ak bir yolcu gemisi görJllesin, ne tuhaf, ayakla­

rının ucuna dikilir dikilir bakar, ta ki gemi limana girene

dek. Gemi limana yönelince, bunca yıldır artık o bilir, bir

gemi yolalmış başka diyarlara, denizlere mi gidiyor, yoksa

limana mı geliyor, limana yönelen gemiye yokuştan aşalı

bir sevinç kasırgasında, içi içine sı�mayarak iner, gemi içe- , riye girineeye kadar yüzü ışıl ışıl, gözleri gemide, gelece�ini

kesinlikle bildiren bir telgraf almışcasıria, öylesine umutlu,

sevinçli, taze Halili bekler. Vapurdan çıkan yolcuların yü­ züne dostlukla, Halile bakar gibi bakar, son yolcu da çıkın­

ca, biraz daha bekler, yüzü son yolcuda kararır, asılır, yo­

kuş yukarı çıkarken arkasına döner bir daha bakar, vapu­ ra el sallar. Az önce içindeki ölmüş, bitmiş umudu belli be­

lirsiz, ·küçücük, yüre�inde yeşerirken. . . Artık bir daha gele­

cek vapura kadar, vay haline ev halkının, nine ortalıjtı kınp.

geçirir. O .kimseyi sevmez, sevemez. O�lunu, torunlarını, hiç

kr msecikleri . . .

Bir tek uzaktaki, mutlaka bir gün gelecek

100


olan Halili sever. Anası der ki, Halil de kaçmasaymış, Ha"'

ını de aevmez, başka bekleyecek birisini bulur, onu sever, onu beklermiş ninesi. Böyle

cadalozlar hep kendi uzatın­

dakileri severlermiş. Gözlerinin önüne Cenneti serin. o cen­ neti onlara verin istemezler, sevmezlermiş de, ulaşamadık­ lan çölü, dikenli kıracı severlermiş.

Turuncu kamyonun üstüne bir serçe kondu,

karoseri

açık yeşildi, açık yeşilin üstünde uçtu. eBu gece uyumayaca�ım,» dedi Salih. «Bu gece kimbilir

ne işler olacak. Gündüz uyusam da gece hiç uyumasam . . . » Bu iyi bir düşünceydi .

Bugün geleceklerdi, hem de denizden, hem de bellerin­ de gümüş savatlı Çerkez kamaları, hem de yanar döner me­ nevtşli, toplu tabancalar. Toplu tabancalann da topları bir döner, fıııırrr, fııııırrr, fır. Sonra da hepsi bir olup aralan­ na alıp Metini, biribirlerine ata ata öldürecekler. Turuncu kamyon da ne güzeldi. Koskocaman, güzel farları vardı. Ko­ vuktan çıktı, çiti atladı, yeni kamyonun farlarına uzaktan baktı.

Ah, bir yaklaşabilseydi kamyona. Metin abi bir şey

demezdi ki, sevinirdi de belki onun kamyonunu Salih sevi­ ·

yor, onun kamy�muyla oynuyor, diye. . . Ama yaklaşamıyor, dokunamıyordu bir türlü.

Korkuyordu.

Anası ne demişti

korku üstüne . . . Unuttu gitti. Anası demişti ki, eğer Halil gelse, bir gün bekledi�i vapurdan çıksa, nine onu tanımaz bir kere, tarursa da o kadar kızar ki onu öldürür. Öldüre­ mese de sen Halil de�lsin, diye, yeri göğü biribirine katıp

onu kovar.

Kovuktan kalktı, gün do�muş, mavi, turuncu kamyon­ lar pınltı içinde kalmıştı. Metin abi yoktu ortalıkta . Bekle­

sin �i onu, bekleyip de turuncu kaniyonu nasıl çalıştırdı­ ltını görsün mü? Uyumak şimdi, gece uyanmak diye karar verdi kendi kendine. İçeriye gitti, ninesi oca�ın ucuna oturmuş közlerin üs­ tünde bir şeyler kızartıyordu. Bir hoş, . da� kokan acı bir duman çıkıyordu ocaktan. Anası derdi ki, nene merhemle­ rinden çok çok para kazanmış. Eskiden bu dağlarda eşkiya­

lar, � deBizlerde korsanlar varmış. .Anası bunları söyİ er-

101

·


ken, kime söylüyorsa onun kula�ına e�ilir fısıl fısıl konu­ şurdu. Korsanlar, eşkiyalar gelirler, dul nineyi alırlar dal­ lara, denizlere götürürlermiş. Sözümona nine onlann yara­ larına merhem yapıp iyi edermiş. Bir ay bile kaldı�ı olur­ muş onlarla. Altınlarla geri dönermiş onlardan, şen şakrak. .

Bunu herkesler de, Salibin babası da biliyor. O .Yüzdendir · ki Salibin babası ninenin yüzüne hiç bakamaz . Ninenin yüzü uzamıştı ya, kaya gibi sertti. Hiç vapuP bekledi�i anlardaki yüze benzemiyordu.

Közler,

ev,

avlu, kokulu, insanı mesteden bir kokuyla dolmuştu.

ocak, Sa­

lih derin derin kokuyu içine çekti. Do�ru gidip yata�a girdi, yorganı üstüne iyice örttü. Gözlerini yumdu, uyumağa çalıştı. Şimdi bir uyuyabilse de, akşama bir uyansa . karnını doyurduktan sonra da . . . Uyandı�ında tP.zgahın şakıldaklan gidiyor geliyordu. İçin­ de bir sevinç büyüyordu . Evin içi de hoş kokulu, kekile, mantara, çam sakızına, mezde�e sakızına, yarpuza benzer, ya da hepsinin bir araya gelmesinin kokusuna . benzer bir kokuyla kokuyordu. Yataktan çıktı, giyindi, bahçeye indi, dut a�acının uza�nda durup köküne dolru çövdürdü, uzun

·

uzun işedi, geldi masaya oturdu. Ninesi ona bir hoş baktı, dalgın, onun kim oldu�nu unutmuşcana. Ona nine deme�e

·.

yeni başlamıştı. Nedense ona hep büyük ana, diyordu. Sert­ çe bumunu .kıvırdı. yüzüyle bakışlarıyla onu aşa�ıladı. Salih de ondan geriye kalır mı, o da yüzüyle, bakışı duruşuyla onu . aşa�ıladı. Anıa Salih buna çok kızdı. Deh, ona ne yapmıştı da şimdi Salih, ona böyle davranıyordu bu mendebur ka­ dın, gören. görmeyen Allah için · söylesin. . Şimdi görsündil o. Canına tak demişti. Salibin gözü kulaklan burnu, ayaklan

�erinden . . .

ona, o kocakanya öykünüyordu, sessiz

Salih ses­

siz, kocakan gibi ba�ırıyor, kıyameti ltopanyor, merhem ya­ pıyor, bir dalarcık gibi yüzünü a�zını buruşturuyor, topal- , lıyor, ocaktaki mC,rhemi yere döküyor, gelen ak gemilere

y

koşu or, yolcular çıkarlarken yüzü her yolcuda de�şiyor. . . Daha neler d e neler. Salih -sonra bir kediyi tutup bacakla­ nndan ikiye ayırıyor. Nine bir bakıyor Salibe sonra başını çeviriyor, o baksın bakmasın Salih oyununu sürdürüyordu.

102


Kedinin parçalanışma gelince, Salih onun buna dayanama­ yaca�mı biliyordu, civcivlerini yiyen kediyi yakatilmış, işte böyle, fıkara kediyi döve döve öldürmüştü. Böyle, böyleeee. . . Kedinin ezilmiş başınqan kanla karışık beyin akıyordu, in­ san olan bakamaz. Nine var gücüyle ba�ırdı, elindeki sopayı da ardından, Salibin sırtma indirdi. Salih hemen yolunu bulup dışanya kaçmasaydı hali dumandı. Şimdi vay içerde kalanların ha­ line. Kabak onların başına patlamıştı. Şimdi içerde ninesi azgın bir bo�a gibi dönecek, anasına, abiasma a�zına ge­ leni söyleyecek, onlann ne orospuluklannı, ne bin erke�in altında yattıklarmı bırakacaktı. Bu babası gelinceye kadar sürecek, nine bütün hırsını ondan alacak, ondan sonra da yorgun, hasta, a�zına bir lokma koymadan yata�a

girecek,

ölüyorum ölüyorum, diye durmadan inleyecekti. Ta ki ba­ bası gele, Salihi yakalaya, alıp eve götüre, ninesinin gözleri önqnde, kemiklerini kınncaya, etini mosmor edinceye, bur­ nunu kanatmcaya kadar döve . . . İşte o zaman nine hiç bir şey olmamış gibi utkuyla yataktan

çıkar, şen şakrak, bu

mendebur yüz ne kadar şen şakrak olabilirse, o kadar şen şakrak; tezgahının başına geçer, uyumadan sabaha kadar evi şakıltıya boitarak bez dokurdu. Böylesi günlerde o

kadar

çok bez dokurdu ki, ona kimse ulaşamazdı bu kasabada. Za­

ten onun yaptı�ı hiç bir işe bu kasahada hiç bir kadın ula­

şamazdı.

Salih başına gelece�i biliyordu, onun için kaçacak, kıyı­ daki en küçük ma�araya gidip saklanacaktı. Babası onu her yerde arayacak, mecburen bulacaktı. Salihi bulup da döv.. mezse gözlerinin önünde eiter', nine kıyametleri koparacak, sabaha kadar evi bir indirecek bir kaldıracaktı. Kıyametin üç dört gün sürdü/tii de olurdu. İlla ki Salih gözlerinin önünde

yakalanacak,

amanallah deyinceye kadar daya�ı yi­

yecekti ki. . . Salih de bugün inat etmişti, Metinterin kapı� sında böyle iki tane güzelim kamyon dururken yakalanma­ yacaktı. Yakalanmayacaktı ya, anasına acıyordu. Ninesi, ba­ bası böyle bir hayırsızı do�urdun diye ona çullanacaklardJ Anası da a�layacAk sızlayacak, ilenecekti 'ya, gene de tytje

103


biç bir f1f!Y delişmeyecek, kıyamet dinip eksilmeden silrüp , . �d� Salih hiç böyle öfkelenmemişti. Şu cadaloza bir şey söy­ lemeliydi ki, cilerinden kurşun yemiş gibi, köpek gibi kıv­ rana o kancık.

Avluda dolaşarak, kamyonlara bakarak, kulalı dil ayak seslerinde, babasını tetikte bekleyerek, ninesine vuracatı bü­ yük darbeyi düşünüyordu. Salih onu kızdıracak çok şey bili­ yordu ya, bu seferkisi onu bin misli kızdıracak, deliye dön- ' dürecek bir şey olmalıydı. Buldum, diye batırdı, kolayca, çabucak bulmuştu. Kapıya koştu, en acılı, inandıncı ııesini edindi: «Büyük ana, büyük ana,» dedi. «Aaah, büyük ana . . . • Gözleri yaş içinde kaldı acımaktan. Büyük anaya vereceli haberin tadım çıkanyordu. «Büyük ana, aaah, büyük ana. . . Sana kötü bir haberim var ki, var kiii. . . » Sesi allıyordu. «Hiç sorma büyük ana. . . İstersen söylerneyim olur mu? Ya­ zık sana büyük ana, bunca yıl bekle, bekle, bekledin de.. · • Konuşamıyordu. SeSi allamış, çatal çatal olmuştu. Bir dü­ lüm geldi bolazına tıkandı. «Aaah, büyük. . . Bunca yıl, bun­ ca yıl. . . Halil öldü, Halil ölmüş duydun mu1 Bir iyice ölmüş de sana duyurmuyorlarmış. Babam da anam da._..» Başını kapıdan içeriye uzattı, dinledi, sonucu bekledi, büyük ana derinden bir kere uzun inledi, sonra da sustu Anası çıldırmış, elinde sopa ona dolru atıldı. Salih hazır­ lıklıydı, sopa darbesini boşa saldıktan sonra, çiti bir anda atlayıp kıyıyı buldu, vardı matarasına yerleşti. Çok merak ediyordu, acaba büyük anası ölmüş inüydü? Büyük anası ölmüşse, babası da onu öldürür ·müydü, anasının katili diye polise verir de onu hapsettiı;ir miydi? Karanlık bir iyice ka­ vuştuktan sonra malaradan çıktı, dışarda, karanlıkta üst. üste gelen dalgalar apaktılar, deniz de derinden fışıldıyor­ du. Acıkmıştı, hiç bir şey olmamış gibi gitti fınndan bir kocaman ekmek aldı, helva da aldı, kaldınmın üı;tü.ne otur.. du, elektrik direlinin altında yemele başladı. Burası, çar­ fliUil ortası yem�k yemek, dol�k · için en rahat yerdi.

• .

·

lM


Babası çarşıda onu ne dövebiliyor, ne de kaçınca yakala-

oşÜ

ınak için ardından k

yordu. .. Yeme�ini rahatça ylyip bitirdikten sonra eve gitti, av­

ludaki küçük çitlenbik a�acına çıktı, bir de çok büyük zey­ tin a�acı vardı bahçede, belki

beş

yüz yaşında, bir keresin­

de Salih ona çıkmış, kuş gibi ta tepesine tüiıemiş, babası

onu orada da bulmuştu, bir daha hiç zeytin a�acına çıku mıydı,

aklını

zeytin

ekmekle

yemedi ya

Salih.

Çitlenbik

a�acının dallan sıktı. E�er kıpırdamazsa, babası onun bu kü­ çük a�aca saklanaca�ını akıl edemeyecekti. Evden inleme­ ler, ba�rtılar, sövmeler, bir şeylerin kınlma sesleri eksilme­ den geliyordu. Salih içerde ne olup bitti�ini gözleriyle görü­ yor gibi biliyordu. Kulak verdi dinledi, anladı ki ninesi öl­ memiş. Ne sevindi buna, ne de yerindi. Salih · onun ölecelini sanıyordu, yanılmış. Gece yansına

kadar orada

çitlenbik a�acının · üstünde

kaskatı kesilmiş, bekledi. tki dalın arasına sıkışmış, bacak­

larını kollannı oynatıp oradan bir türlü çıkamıyordu. U�­

raştı, sonunda a�açtan bir külçe gibi yere düşüverdi. Açıl­ mak için çabaladı, açıldı, evi dinledi, ev daha eskisi gibi

patırtılıydı. Babasının oflamalan puflamaları . ta buraya ge­

liyordu.

Artık kovu�a girebilirdi, babası şimdiye kadar

kimbilir kaç kez bakmıştı kovu�a, bir daha da bakmazdı. Bakarsa da ne yapsın Salih, kadere kısmete. . . Bir süre ko­

vukta, gözü kamyonlarda bekledi. İnceden bir yel esiyor, dal­ ları belli belirsiz sallıyordu. Gözleri avluda, kulakları ken­ di evlerindeydi, evden daha gürültüler geliyordu. Ba�ırtılar,

en üstte de babasının sesi birden yükseliyor, az sonra da

iniyordu. Bazı dR mını mınl konuşmalar geliyordu içerden.

Salih kovukta duramadı, kula�ı kirişte, babasının ayak seı.­ lerini bekliyordu. Babası oriu, bu kapanda kıstırırsa, Allah var demez, yer misin yemez misin onu · eziverirdi. Hele ge­

celeri onun eline düşmek olmazdı. Gündüzleri o kadar çıl­ gınca, soluk aldırmamacasına dövmüyordu. Kovuktan çıktı ince çitlenbik a�acına tırmandı iki dalın arasına vardı sak1andı. Orada da duramadı. Babası onu burada da bulabilir­ di. Eter büyük ana ölmüşse yandı da gitti Salih, babası onu

lGD


da öldürürdü, öldürmese de sakatlardı, kollarını, hacakla rını kırar, gözünü çıkanrdı. Ya da polise verir, onu tstanb . zindanııia attırirdı. Çitlenbikten hemen yere atladı, atlar at-· lamaz da bir sincap çevikli�iyle zeytin ağacına çıktı, ta ağa­ cın tepesine tırmandı. Üst dalın ucuna yakın bir yere yer­ leşti. Dal usuldan sallanıyordu. İşte burada onu kimse gö,. ' remezdi, babası görse ta buraya kadar çıkamazdı kl. Burada . bir süre rahatladı. Ne yazık ki buradan Metinlerin avlusu. gözükmüyordu. Kara giyitliler bu gece geleceklerdi, Salih bunu avucunun içini bilir gibi biliyordu. Evlerinden de da­ ha artık eksilmeden babasının öfkeli konuşmaları, ba�ırma-

·

ları geliyordu. Sonra birden kirp diye ses sada kesildi. Or­ talık derin bir ıssızlı�a büründü. Salih bir bomboşlukta kal­ dı. Bu onu korkuttu. Zeytinin üstünde de duramadı, bir te­

laşa, ürküntüye ka pıldı. E�er hemen oradan inmese ölüve- J recekti. A�açtan indi, orada, avlunun ortasında, yönü eve

)

dönük kalakaldı. Hiç bir yana kıpırdayamıyordu. Bir büyü '

onu oraya kilitlemisti. Duman, şaşkınlık içinde kalmıştı. Başı 1

döner gibiydi. İçindeki sıkıntı büyüdükçe büyüyordu. Çat di. ye orta yerinden ikiye ayrılacaktı. Öylesine bir bunaltıcı sı- .

·

kıntıdaydı ki. . . Sıkıntıda oldu�unu, içinin onu öldürüreesi­ ne sıkıldı�ını bilmiyordu bile. Başına hiç böyle bir şey gel­ memi$ti ki . . . . Orada durmuş, ancak kendi yöresinde sağa so­ la dönüyordu. Unuttuğu bir şeyin içinde tatlı anısı kalmıştı.

O unuttu�u, anımsayamadığı neydi ki, bir aklına düşse,

şu

onu patıatan sıkıntıdan kurtulacaktı. Anımsamağa çabaladı, sonuç, hiç. Neydi, neydi derken . . . Neydi? Yerinden hopl:ıdı. kamyonları, Metin abiyi, kara giyit­ lileri unutmuştu. Bir anlık bir sevinçle havalandı, yerinden ayrılıp kovuğa geldi, kulak verdi yöreyi dinledi, ıssızlıktan ortalık çın çın ötüyordu. Bir kuş sesi bile yoktu. Bir böcek bile ötmÜyor, denizin sesi bile gelmiyordu. Oysaki başka günler olsa dünya dalgalarm sesinden yıkılırdı. Bu sırada bir baykuş öttü, bu Salihin yalnızlı� daha da artırdı. Yü- , reğine tıp etti, büyük ana ölmüştü, bu sessizlik de, baykuş sesi de oydu. Baba da susmuştu bu yüzden. Ö yle olmamış olsaydı, yatacak olsalardı evdeki ·ışığı söndürürlerdi. Demek

106


kl büyük ana ölmüştü, evdekiler de onun başını bekliyorlar­ dı. Çatlayacaktı Salip, of, of, ooof, diye _atacın kovu�ndan çıktı Salih, Metinlerin avlusuna atladı, atlar atlamaz da ulu c;itlenbik a�acına tırmandı, hemencecik de geri indi. Denize kadar gitmeliydi ya, korkuyordu. Ah şu korku öldürecekti, llldürecekti onu. Gözlerini kapadı denize kadar yürüdü. Ola­ na�ı olsa denizi yürüyüp geçecekti. Denizin kıyısında dura­ madı, deniz hiç kıpırdamıyordu. Serilmiş, öyle sessiz uçsuz bucaksız yatıyordu. Yukan do�ru koştu, soluk soluğa geldi evlerinin arkasında durdu, duvara kula�ını dayadı içeriyi . dinledi. İçerden en küçük bir çıtırtı b�e gelmiyordu. «Öldürdüm·, öldürdüm,» dedi. «Fıkarayı elimle öldür­ düm.• Büyük imanın uzanmış, balmumu gibi sapsarı ölüsü gel­ di gözlerinin önüne. Ne ba�nyor, ne bir şey söylüyor, ne de kıpırdıyordu. Kula�ı yanmışcana duvardan sıçrayıp aynldı. Çok .ayışı­ ltı vardı. Kavakların gölgeleri denize do�ru uzanmıştı. Tes­ tekerlek bir ay do�muştu do�udan, da�lann tam sivrisinden. Adalann gölgeleri de denize vurmuştu. Da�lann heybetli gölgeleri de. Ayışı�ında bu sessizlik daha ölü, soluk daha korkutucuydu. Salih oradan aşa�ıya_ koyata vurdu, oradan fenerin ardına, . oradan da a�layan kayaya. Issızlıkta kaya a�lıyordu. Şimdi Salih amaçsız oradan oraya koşuyordu. Bir sıkıntılı, karabasanlı düş içinde uyurgezer olmuştu. Dilinde de durmadan yineledilti: «Öldürdüm, öldürdüm fıkarayı,• sözcükleri. Salih bu yaptı�ından çok pişmandı. Büyük anasını öl­ dürmemeliydi. Büyi.lk anasının tekmil iyilikleri geliyordu gözlerinin önüne. Onun hiç bir kötülükü yok muydu da, hep iyilikleri geliyord'.l gözlerinin önüne, geliyor da onu acıdan kıvrandınyor, delirtiyordu. Ağı yutmuş gibi Salih oradan oraya vuruyordu. Birden avlulanna geldi durdu. Atacın kovultunun oraya da vardı, artık saklanmayı, korkuyu da unutmuştu . Bir ağıt olmuş başını oradan oraya vuruyordu. Kara giyitliler gözlerinin önünde işte. Geliyorlar, teker

107


teker çitten avluya atlıyorlar, kamyonların yöresini bir do­ lanıyorlar, sonra alacın altına vanp bellerinden çektikleri uzun Çerkes hançerlerini ışıltılarla, gözleri kamaşarak yere saplıyorlar, yaylanarak oraya çömeliyorlardı. Geldiler, ışıl­ tılı çıplak hançerleri topra�a saptadılar a�acın altında halka oldular. Salih onları görünce solu�u kesildi, orada kalakaldı. Adamla� fısır fısır konuşmaRa başladılar. Sigaralannın ışık­ lan ayışılında donuktu. Buz tutmuş gibi. Gölgeleri yusyu­ varlak karşı duvara vuruyordu. Metin de geldi en sonuncu. Halkanın ortasında dimdik durdu elleri belinde. Durdu bek­ ledi, sonıında o da belinden uzun bir hançer çıkardı topra­ �a sapladı. Hançer

topra�a çakılırken bir şimşek panltısı

çaktı söndü. Sonra birden gene Salihin içi acıdı, boşaldı. Ortalıkta, ıpıssız. yapayalnız kaldı. Önündeki adamlar ba�ınyorlar ça­

�ınyorl�tr, hançerler çakıp çAkıp sönüyor, Salih onları ancak çok uı:aktan, sis ardında kımıltı gibi görebiliyor. Seslerini de çok koygun, uzaktan ancak duyabiliyordu. Salih bundan sonrasını hiç aOJmsamıyor. Bir takım kı­ mıltllar, sesler, u�ultular. Belki ay batmış, gün do�muştur. Upuzun; pus içinde, sapsan bir pus içinde daha da san, yü­ zü elleri, ayaklan upuzun olmuş, .gittikçe uzayıp giden, kıriş kmş olmuş, yüzü bedeni buruşmuş bir ölü yatıyor. Salih bu

öliiyü sırtlıyor,

çalışıyor çalışıyor kaldıramıyor,

ayakların­

dan tutuyor, süriikleme�e gücü yetmiyor. Ne zamandan beri Salih sırtını bu kapiya dayayıp eşi­ ğe oturmuş, hiç bilmıyoı:. Birden aya�a fırlıfdı. Gün do�du do�acak. Bir kapı açılsa, Salih içeri dalacak. . . Kapıyı çalsa mı; çalmaita can atıyor, usul usul bir titremede, kendini tu­ tamıyor, üşümüş gibi. Şimdi iyice kendinde, oraya, ellerini koynuna sokmuş büzüştükçe büzüşüyor. Niçin gelmiş bura­ ya, bu kapıda neyi bekliyor? Kara giysili adamlar, Metin, kamyonlar bir bulanıklığın arkasından kımıl kımıl ediyor• lar. Bulanıklıkta toprağa donmuş hançerler üşü'!üyor. Kapı açılıverdi. Salih az daha içeriye devriliyordu, ken­ dini toparladı. Ne için burada durdu� da aklına geldi, ba­ basından, kimseden korkmadan, her şeyi göze almıştı, içeri 108


daldı. Babası bir kurt gibi, kanlanmış gözleriyle üstüne atıl­

dı. Salih onun karşısında soltıkkanlı, dimdik durdu. Gözle­

rini onun kanlanmış gözlerine, öfkeden gerilmiş yüzüne dik­

ti. Bıyıklan

darmada�mık olmuş, dudaklannı hepten ört­

müştü. Birden, arkadan büyük anasının sesi yükseldi: cDo­ kunma onaıı.

Ses öylesine etkiliydi ki, babasının kalkmış kolu hava­

da kalakaldı. Salih hiç istifini bozmamıştı. Babası öfkesin­

den mosmor olmuş, öfkesini alamamış hamurdanarak onun önünden çekildi gitti. Salih büyük anasının, oca�ın başında­

ki yer yata�ına do�ru birkaç adım attı, başı yerdeydi. Or­

talıkta çıt yoktu. Sonunda başını kaldırdı, büyük anasının

sararmış yüzüne baktı. Gözleri yaş içinde kalmıştı. Büyük

anayla göz göze geldiler. Büyük ana ona gözleriyle yalva­ rıyordu, llsanı hal ilen, haydi, haydi Salih, haydi babayi�i­

dim, yavrum, haydi söyle, uzatma. Kurtanrsan sen kurtanr­

sın büyük ananı, diyordu. Salih birkaç kere yutkundu: cBüyük ana,»

dedi, sesi çatallaşmıştı.

«Büyük ana . .

.

ıo

Büyük ana uzandı yata�ından, boynunu uzattı, kulak _

kesildi.

cBüyük ana . . . Biliyor musun büyük ana, Halil ölmedi-.

Ben yalancıktan söyledim. Halil gelecek,» dedi, der demez de !ırladı, kapıdan bl.r kurşun gibi çıktı gitti. Arkasından,

büyük ananın : «Gelecek, gelecek, Halil gelecek, biliyorum

. yalancıkian söyledi�ini ya, gene de uydurdu�unu bana söy­ ledi�in iyi oldu,» diye ba�ırdı�ını duymadı .

Büyük. ana ölmemiş, Salih de büyük bir yükten kurtul-.

muştu. Büyük ana daha yataktaydı ya, durumu iyiydi. Son

günlerde de babası onu artık öyle eskisi gibi öldürüreesine dövmüyordu.

Metinlerin avlusuna, bir sabah daha gün yenile ışırken

bir kamyon daha getirildi. Bu da pespembe bir kamyondu.

Karaseri de sarıydı. Kamyoniı getiren adam o kara giyitH­

lerden birisiydi, belinde hançeri de, tabaneası da vardı . Sa­ lih her bir şeyi, adamın kamyondan inip Metine teslim edi-

109


şini, Metinin kamyona binip çalıştırmasını, inceden ineeye kamyonun her bir yerini yoklayışını, tekerleklerini sallayı­ şını, sevincinden dört köşe oluşunu gördü. Çok güzel de bir şey oldu, biliyor musunuz, Metin Salibi de gördü, onu tanıdı da, üstelik de şöyle uzaktan afili bir ışmar çakıp güldü. Sa­ lih buna · derecesiz sevindi. Kıvançtan bastı�ı yeri bilemedi. Salibe gün doğmuştu. Üç tane, tam üç tane ışıl ışıl kam­ yon. Mavisi, denizin açtığı çiçek. Salih bu denizin açtığı çi­ çek sözüne bayılıyor. o çiçeği düşlüyordu. Denizin mavisi

gittikçe maviliyor, saydamlaşıyordu. Sonra da koskoca de­ nizin üstü masmavi, ulu bir ışık mavisi bir çiçek oluyor açı­ yordu. Öteki de turuncu, Salih turuncu ulu çiçe� denizin üstünde, gene bir ucu batıda, bir ucu doğuda açtırıyordu. Bir sürü bir araya gelmiş güneş büyüklüğünde. . . O adam

pembeyi söylememişti. Pembeyi de Salih düşlerinde neler ne­ ler eyliyordu. Bozuyor, yapıyordu durmadan pembe çiçeği. Bir de nar çiçekleri kırmızısı, denizin uzak mavisi yanında. Gece gündüz Salih artık avludaki kamyonlann seyrin­ deydi. Aaah, bir de varıp dokunabilseydi kamyonlara. Far­

lanna, tekerleklerine, aynalarına. Metin abi her sabah kalkı­ yor, teker teker bu üç kamyonu da çalıştınyordu.. Sonra da farlannı, aynalarını, karoserlerini, çiçeklerini, her bir yer­ lerini bir bir okşuycr, ondan sonracığıma karşıya geçiyor ellerini beline koyuyor, gözlerini kırpmadan saatlerce kam­ yonlarıni seyreyliyordu, çocuklar gibi. Büyük ana kimseyle konuşmuyor, hiç gülmezdi zaten, şimdi suratından düşen bin parça oluyor.

Halil ölmüştü

sanki. Büyük ana, bütün ev yas içindeydi . Kimsenin ağzını bıçaklar açmıyordu . «Keşki,» diyordu Salih durmadan, «keş­ ki söylemeseydim Halilin öldüğünü, üstelik de ölmedi ki, keşki bu yalanı büyük anaya uydurmasaydım.» Yakınıyordu kendi kendine. ·

Salih, Halilin öldüğünü söyleyince büyük ananın çıldı­ racağını, en azından bu hallere düşeceğini kestirememişti. Gerçekten kestirememiş miydi? Sonra da kızıyor, «iyi yap­ tım, ne de güzel ettim, o da bütün eve, kasahaya kan kustur­ masaydı,a diye yolda belde, kıyılarda bağırıyordu.

110


Büyük bir yolcu gemisi giriyorrlu limana. Bunu sevinç­ le . büyük anaya haber verdiler. Büyük ananın tüyü bile kı­ pırdamadı. Oysaki, geminin geldi�ini duyar duymaz onun ya­ taktan fırlayıp do�ru limana Halili karşılama�a gidece�ini sanıyorlardı. Büyük ananın hiç oralı olmaması şaşırttı onla­ rı. Bunun üstüne ana: «Ölecek,» dedi. «Ölecek büyük ana . Halil öldükten sonra o fazla yaşamaz.» Gemi hikayesini Salih de duydu.

Büyük ana üstüne

anasının ne düşündü�ünü de ö�rendi. Büyük ana ya ölecek Halil öldükten sonra, ya da Salibi öldürecekti. Bunu ııere­ den mi çıkarıyordu Salih,

büyük ananın bakışlanndan . . .

Salibi görünce öyle bir bakıyordu ki, Salibi gözleriyle yeyip bitiriyor, öldürüyordu. Bereket ki büyük ana yataktan çı­ kamıyordu. Bereket ki. hali kalmamış�ı. Yoksa Salibin boğa­ zını sıkıverip bir gece, onu öldürüp şuraya atıverirdi. Öyle de güçlüydü ki büyük ana, mengene gibi parmaklan vardı. Bunun böyle olacağını Salih de, babası da, anası da, kom­ şular da, herkes de biliyordu. O işi başından aşkın üç kam­ yon sahibi Metin abi bile duymuştu ninenin Salibi bo�a­ cağını. Yoksa neden öyle bir tuhaf baksın Salihe,- bir acı, bir yüksekten, bir soluk, ölü? İçindeki korku gittikçe büyüyor, oynarken, kovu�unda, ağaçların tepesindeyken Salih hep tetikte oluyordu. Su uyur düşman uyumaz. Salih bugüne bugün en bağışlamaz düşman karşısındaydı. Büyük ana ondan Halili öldürüşünün öcünü alacaktı. Limana

üstüste

vapurlar

geliyor

vapurlar

çıkıyordu.

Hepsini de nineye haber veriyorlardı. Büyük ana onların muştulanna sadece gözlerini bir açıp kapatıyor, başkaca da hiç bir devinmede bulunmuyordu. Bir kere, bir kere olsun· bir gün herhangi bir vapuru karşılamağa çıksa büyük ana, Salih kurtaracaktı yakayı ya, büyük ana oralı bile olmu­ yordu. Demek Halil gerçekten ölmüştü ha, bunca yıl dön..: mediğine göre. Halil şimdi çık1p gelse, Salih bir iyice yakayı kurtarırdı . Büyük · ana bundan sonra onun boynunu neden sıksın ki. . . Kimbilir büyük ana Halili görünce ne kadar se­ vinirdi. Belki de sevincinden

şak, diye düşüp ölü!'dü, şak

lll


diye. Halil gelsin de, Salih yakayı kurtarsın da, o lanet büyük anaya da ne olursa olsun. Halil gelir mi b.unca yıl sonra? Salih sabahlardan akşamiara kadar çalışıyor çalışı­ yor, kendini bir iyice Halilin gelece�e inandırıyor, bUJlU da varıp büyük anasına söylüyordu.

Büyük anası Salihin

bunca iyi sözlerine, umutlarına karşılık gözlerini bile açmı­ yordu. Sonunda da şöyle bir sinek kovar gibi elini sallıyor, onu aşa�ılıyordu. Her seferinde Salih biraz daha karanlı�a düşüyor, büyük ananın onu bo�aca�ına inancı gittikçe ke­ _

sinleşiyordu. Salih bo�ulacaktı, korkusundan, üzüntüsünden. büyük anaya gerek kalmadan, kendili�inden bo�ulacakb. Hep aklına bo�ulaca�ı . . . Bereket ki büyük anasını, evi, mahalleyi bu kamyonların, Metinin, kara giyitli adamların arasında unutuyordu. Kamyonlara, Metinin konuşmalarına, adamlara dalİp gidiyordu. Metinin her konuşması oldu�u gi­ bi belle�ine geçiyordu. Salih zaten söze çok önem veriyor, birisi konuşunca, hele Metin abi gibi birisi konuşunca ken­ dinden geçiyordu. Böyle birisi bin yıl konuşsun Salih öyle durur, kendini unutup dinlerdi.

Şimdi de kendini unutup

ka!llyonları seyreyliyordu, seyrettikçe de içindeki tad, ılık, kendini veren sıcacık bir sevgi, en sıcak, kucaklayan bir öpüş

gibi sarıyordu

onu. A�açlardan,

damlardan,

çitlerin

üstünden, gecede, gündüzde, alacakaranlıkta, tan yerleri atar, seherin yelleri eserken, günün yeri ışırken, ayışı�ında, bir süt mavisinin ardında, sislerde puslarda, bulanık aydınlık seyreyliyordu kamyonları. Durmadan da içinden geçiriyor­ du, «aah, bir dokunabilseriı. Aaah . . ıt .

Dpkunamıyordu, yaklaşamıyordu. Bir gece, zeytin a�acının tam üst dalına çıkmıştı. Artık usta olmuştu Salih, a�açların üstünde yerdeymişcesine do­ laşıyordu. Bundan da çok zevkleniyordu. Gece olsun, · gündüz olsun Metin abi ne kadar çok, ne kadar çok onu a�açların üstünde görmüştü.

Her görüşünde de gözleri şaşkınlıkla

açılıyor, ·Metine bakıyor, bakıyordu. Zeytin a�acıiun tepe­ sinde kamyonların gölgelerine dalmıştı. Kamyonların, a�aç­ ·ların, insanların, kayaların gölgeleri tıpıtıpına topra�a düşü­ yordu da renkleri neden düşmüyordu? Baaak, denize, suya


renkleri

de

kuşların da,

düşüyordu insanların,

karnyonların,

a�ac;lann,

a�ların

Ayışı�ı süt rnavisin­

da. . .

bulutl arın,

deydi. Bunu da bir yerlerden duymuş belle�ine yerleştir­

miştİ Salih . . . Çok şey ö�renrnişti bu her gece bu avluya ge­

len kara giyitlilerden Salih. . .

Yazılsa onlardan duyduklan

beş kitap da eder, on kitap da. Ama Salih, her gece, Salih

onları iyice duyabilrnek için, yerini kovuğunu bırakmış çi­ tin öteki yanına gitrnişti, buradan kara giyitlilerin soluk alış­ larını bile duyuyordu, dinliyordu, her gece . . . Ölse bile kim­ seye söylernez. Bir söylese, olur mu hiç, Metin abiyi alır götürürler hapse, sittin sene de oradan yakayı kurtararnaz.

O var ya o, Metine daha o kadar güvenrniyor. Salih onu da bir görrnek istiyor ki . . . Herkes korkuyor ondan.

Hiç adını söylemiyorlar onun.

Kimbilir ne kadar kocaman bir

adam . Tırmandığı, kendine çatalının arasında rahat bir y�r

yaptığı zeytin dalı sallanıyor. Bir ayak sesi duyup kulak ka­ barttı . Kara giyitlilerden birisi çiti atlayıp geldi. O geldik

ten sonra çiçekleri ezrniş olacak ki koygun bir hanımeli ko­

kusu havayı doldurdu. Sonra kara giyitliler ardı ardına av­ luya döküldüler. Ulu çitlenbik ağacının kuytusuna çekildi­

ler. Birden kavgaya g\irültüye başladılar. Hançerler çekildi,

tabancalar patladı. Bir toz duman, bir karmakarışıklık . . . Bü­ tün kasaba uyandı, bahçeden bahçeye, denizin kıyısına, ay­ ·

ışığına adarnlar döküldüler, ayışı�ı bir mavi süt beyazı bu­ lanıklı�ındaydı. Candarrnalar geldiler, uzun silahlarıyla Me­ tinlerin evlerini sardılar,

kurşun döşendiler.

Kara giyitli

adarnlarİn hepsi yere, kamyonların altına, arkasına kapak­ lanrnışlar, onlar da

candarmalara kurşun ya�dırıyorlardı.

Salih dalın ucundan zeytin a�acının çatalına inmiş bir göv­ deye sarılrnıştı. Korkudan titriyordu.

Neredeyse titrernek­

ten eli çözülecek, a�acın üstünden yere bir torba gibi düşüp ölecekti. Kurşunlar vız vız, cııııvvv, geçiyorlardı kulaklan­ nın dibinden. Metinin' geceyi yırtan çığlı�ı duyuldu sonunda. «Yandırn, yandırn,» diye ba�ırdı. Birden de her şey durdu. Denizde takaların motorları çalıştı. Motor seslerine, denizin orada kurşun sesleri karıştı. Uzaktan, denizden Metinin se­ si bir daha duyuldu, sonra her şey sustu. AGSS/08

113


Salih eve· gırıp uyumak istiyo�u. Bu kadar olay onu

yormuş bitirmişti. Çoktandır unuttu�u büyük ana aklına düştü. O uyuyunca ölü gibi, gelip onu bo�maz mıydı? Anası

vardı, anas.ı gündüzleri hiÇ evden çıkmaz, durmadan bez dokurdu. Ya· bir anlık ayrılırsa? Ayakları onu kovu�a gö­ türdü. A�acın kovu�una girer girmez de uyudu. Uyandı�ında tam ö�leydi, gün kızdırmıştı ortalı�ı, te­ pedeydi. Karnı da acıkmıştı. İçinde bir sevinçle kovuktan

çıktı. Saçı başı darmada�ınıktı, bahçedeki muslukta yüzü­ nü yıkadı, ürkerek eve girdi. Büyük ana gene o öldürücü bakışlarını üstüne dikti. Salih ona göz ucuyla baktı, nine yavaş yavaş kendine geliyor, diriliyordu. Anası önüne ye­

me�ini koydu, Salih bir anda önündeki yemekleri sümürü­ verdi. Ellerindeki ekmek kırıntılarını, unları çırparak dışa­ rıya çıktı. Çıkar çıkmaz da merdivende öyle kalakaldı. Kam­ yonların üçünün de yerinde yeller esiyordu. Tekerleklerinin izleri öyle, Metinlerin avlusunun kırmızı top�ltna yapış­ mıştı.

Metin gitti, kamyonlar gitti, kara giyitli adamlar da bir daha 'görünmediler. Salih ortalıkta bomboş kaldı. Şimdi ar­ tık · hiç bir şeyle u�raşmıyor, bu dünyadan de�ilmişcesine. Büyük ananın korkusu da bitti. Büyük .ana . öyle düşmanca bakmıyor artık ona, gözleri yumşak, hüzünlü, kasılmış, bir çizgi gibi olmuş kapalı büzük dudakları aralanıp sertli�ini yitirmiş. Gene de ba�ırıyor. Eskisi gibi de denizin uza�ına, ötesine bakıyor. Belki de gene limana ilk girecek gemiyi kar­ şılama�a hazırlanıyor. Gemiden Halilin çıkışını bekleyecek. .

Aah böyle olsa, nine limana gelen bir gemiyi gene karşıla­ ma�a çıksa Salih yakayı bo�ulmaktan sa�lama, bir iyice kur­ tanrdı. Belki de unutturuyor büyük ana... Bir gece, her feyi

unutturduktan sonra, Salibin bolazını sıkmayaca�ı nerden, nerden belli. Korku Salibin yüre�ine kök salmış, onu bir sö­ küp atamıyordu. Yer gök, dünya, tekmil a�açlar tepeden tır­ naAa çiçe�e durmuşlardı. Bahar kokusu Salibin başını dön­ dürüyordu. Korkusu ne kadar yüre�ine işlemiş olursa olsun, bahar kokusu yüre�inden tüm . karanlıkları söküp alıp götü-

1 14


rüyor, hiç olmazsa bir an ulu korkusunu ona unutturuyordu. Bu dopdolu baharda Salih bomboştu. O kayanın üstün­

de uzayıp giden bir kan çizgisi görmüştü, kurumuş. . . Meti­ nin kanıdır bu, diye düşündü. Kan izlerine bakamadı. Me­ tin ölmüş müydü, ondan hiç

bir haber alınmamıştı. Salih

duymuştu, denizin ötelerinden gelen Laz takaları kaçak mal­ larını koylara boşaltiyorlar geceleri,

kamyonlar da candar­

malann korumasında ·bu mallan İstanbula taşıyordu . Bir sabah bütün kasaba yediden

yetmişe kıyıya indi,

köyler de da�lardan kıyılara indiler. Denizden karton kar­ ton Amerikan sigarası geliyordu kıyılara. O kadar çok siga­

ra atmışiardı ki denize kaçakçılar, dalgalar sigara yüklüy­ dü . Kıyıda topla topla bitmiyordu. Kayıklarıyla açılmış ba­ lıkçılar denizden topluyorlardı . Bu sigaraları ilk Salih gör­ müş, dört beş kartonu koltu�na kıstırmış, sahanın

ortasına

düşmüş,

hem

koşuyor,

«Koşun koşun, denizden Amerikan sigarası koşun.»

alaşafakta

hem

ka­

ba�ırıyordu:

geliyor, koşun

Kendi de koşarak evlerine gitmiş beş kartonu da

büyük anasının önüne koymuştu. «Al, bunları sana getirdim.» Anası, babası, ab)aları d a kıyıya koştular, akşama kadar çok sigara topladılar kıyıdan. Ev sigara dolmuştu. Babası, ninesi bugün sabaha kadar durmadan doya doya sigara iç­ tiler. Birini söndürup birini yakıyorlardı. Geçen yıl da böyle

olmuş, bütün kasaba kıyıya dökülmüştü . Geçen sefer, deni­

zin tekmil . balıkiari karaya vurmuştu. İri, capcanlı balıklar. Kasaba, köyler günlerce kıyılardan balık toplamışlardı". Bü­ yükler,

«balıkların

kula�ına

kar suyu kaçmış,»

diyorlardı.

Balıkiann kula�ına kar suyu kaçınca balıklar serseme dö­ ner, denizlerde duramaz karaya vururlarmış. - Günler gece­ ler boyunca kıyılarda ateşler yandı, balıklar kızartıldı. Da�­ Jar taşlar, deniz, kayalar, kumlar, çakıltaşları közde kızar­ tılmış balıkiarın insanı açlıktan deli eden· kokusuyla kokto. Salih bu kokuyu çok sevmişti. Sigara 'faslı da bitti. Dedikodusu, coşkusu kasahada an­ cak bir hafta sürdü, sonra da unutuldu gitti. Yalnız iyi bir şey oldu, artık büyük ana, sigaralardan sonra Salihi bir iyi­ ce ba�ışlamıştı. Amerikan sigaralarını içiyor içiyor Salihe

1 15


ı

;

,

sevgiyle bakıyordu. Salih, elini kessen böyle işlerde y alan

söylemez, yaaa, büyük ana Salibe sevgiyle bile bakıyordu. :

Salih başıboştu. Demirci İsmail Ustayla, marangozla, bil- ' '

yük balıkçı Temel Reisle bile ilgilenmiyordu. Bir iki kere

önlerinden geçmiş, şöyle bir bakmış, aldırmamış, geçip git-

·

mişti. Demircinin köresine kıvılcım, marangozun dükkanında

çam sakızı kokusu, Temel Reisin takaları . . . Bütün bunlar:

içine yer etmemiş de değildi. Bugünler hiç bir şeyle ilgil�

necek durumda değildi de ondan. Bomboş kalmış, sabahtan:

akşamıara kadar kasaba çarşısını, denizin kıyılarını aylak• aylak dolaşıyor, en küçük bir şeyle ilgilenemiyordu. Kimse

de bu kasahada onu görmüyor, behey arkadaş, nereden gelip

böyle nereye gidiyorsun sabahlardan akşamiara kadar böyle · yöreni hiç görmeden ne dolaşıyorsun, demiyordu.

öteki çocuklar bahar ağaçlarının tepelerindeydiler, kuş ·.

yuvalarını bir bir yokluyor, yumurta, civciv, bir şeyler an- ·

yor, kuşlara ökseler, tuzaklar, faklar kuruyor, küçücük par- ·

mak kadar, sarı, pekmez kırmızısı, yeşil, mor, boyunları in­

cecik kuşları vuruyorlardı.

Salih de geçen yıl çok kuş vurmuştu buralardan. Las-

·J

tik taşıyla. Öksesine bir keresinde beş kuş birden yakalan- j

mıştı. Geçen yıl on bir tane de sığırcık yakalamıştı. Bıkmış- 'l

t ı kuşlardan, ölürken çırpınışlarını hiç sevmiyordu. Bazı

vu- 1

rulmuş kuşa geç yetişiyor, o yetişip boynunu koparıncaya ka-·1 dar kuşlar acıdan çıldırıyorlardı. Bazı da boyunlarını kopa- .1 rınca kanları ellerine bulaşıyor, bulaştıklan yerleri yakıyor-

. du. Kan hiç yakar mı, yakıyordu işte. Salibin ellerini yakıyordu. «Niye kuş yakalamıyorsun Salih?• «Ben mi, ben. . . Ben mi?» cKorkuyor.• cHiç de . . . •

Acıyor Salih, acıyor. Yüreli yufka:cık.ı. «Hiç de. . . •

Salih hiç acır mı kuşlara. Salih kedilere de acımaz. Ni­

ye kuş yakalamaktan vazgeçti öyleyse? Niye olaca�, bıktı,

cam istemiyor.

116


«Tutmuyorum işte, zorla değil ya.» «Tutma bize ne! Bak kaç tane, bak . » «Tutmuyorum, tutmayacağım.» «Acıyor, acıyor.» "Acımıyorum da acıınıyorum da.» üstüne çok geliyorlar bu çocuklar da, eski arkadaşları da . . . Yoksa gene kendi kendine mi konuşuyor? Belki de hem kendi kendine konuşuyor böyle, hem de çocuklarla. İnsan kuş tutmaktan usanmaz, kuş tutmaktan hiç tat almıyor işte. On lar ölüderken kapkara, boncuk gibi, fırıl fırıl dönen göz­ le rinin bir bakışı, bir bakışı var, uuuuy, insan olan dayana­ maz, uuuuuy, uuuuf. . . Dünyayı verseler bir daha kuş yakalamaz insan, bu gözleri gördükten sonra. , Gene de Salih eski bahçelerde, ormancia kuş tuttuğu yer­ lı•rde, bir şey unutmuş gibi aranıyordu. Yardan akan suyun a l tına değirmenler kuru �·orlardı . Değirmenin çarkı öyle bir dönüyordu ki, uğunuyordu. Salih eski değirmenlerinin yerin­ dt• de bir şeyler unutmuş gibi aranıyordu. Bu su ne kadar çok, ne kadar çok değirmenini almış denize götürmüştü. Salibin elleri yara bere içindeydi. Hep değirmenine çark v aparken ellerini kesmişti. Çark yapmak ince iştir, herkes ı:ark yapar ama suyun içine koyunca dönmez. Salibin de lıazı çarkları dönmüyordu ya . . . Bir tanesi ne dönmüştü. Bir ,;abah koşmuş gelmiş ki, sel alıp değirmenini götürmüş. Bel­ k i de değirmenini sel götürmüyor, ondan önce gelen çocuk­ lar çahyorlardı. Şimdi de beş altı değirmen dönüyordu ya, S a \ ibe bir şey söylemiyordu. Metinleri n avlusuna koskoca­ rnan, hem de üç tane kamyon gelmişti. Salih de doya doya, ı •. t·ce gündüz seyreylemişti. Ondan sonra da bu değirmenle­ ı p bakacak değildi y� . . . Çocuklar kendi yaptıkları arabalar­ l a . sürüklerlikleri çiçekli dallarla, biribirine eklerlikleri de­ niz kabuklarıyla oynuyorlardı. Ah onlar bir görseydiler kam­ l·onları hiç bu oyuncc:.klarla oynayabilir miydiler. Yazık, ya­ ' ı k, göremediler ki. İyi, iyi, varsın görmesinler. Geceleri, k ı mseciklere sezdirm€den, içinde hep o yitirdiğini arama, lı u lma duygusu, Metinlerin avlusuna geçiyor, kamyonların 1< • r m ı z ı toprakta donmuş kalmış, bozulmamış derin izlerine 117


! ağaçlarda, geceye vurmuş vıcırdaşan :ı

bakıyor içini çekiyor,

kuşlara bile başını kaldırıp bakmıyordu. « Kuşları

öldürmeyeceğim,

öldürmeyeceğim,»

diye bağı· ·.

rıyordu. Kendi sesinden ürküp, çitin aralığından süzülüyor,

·,

kendisini ötedeki ana yolun aşağısındaki koruluğa soluk so•

·

luğa atıyordu. Ya birisi sesini duyup da o olduğunu anlamış· sa, içi içini yiyordu. Rezil oluyordu dilini tutamayıp. Bu ne biçim kendi kendine konuşan bir çalık, bir deli çocuk de-

mezler mi?

«Acımıyorum,

acımıyorum

kuşlara.

Canım

on-

ları yakalamak da istemiyor, zorla mı be? Öldürmek, öldür­

·ı

·�

mek istemiyorum kuşları. » Sevmiyordu o çocukları. Gözleri pörtlek, canavar gözleri gibi o Osmanın. Günde otuz tane kuş yakalar belki . Yakalar yakalamaz da

hemen yolup yıkar, . .

tuzlar oracığa bir ateş yakar pişirir yer. Boğazına dursun

köpeğin. !�allah boğazında kalır da o küçücük kuşların ke­

mikleri, geberir de ölür o Osman . . .

Gerçekten hiç bir çocuk oyunu onu ilgilendirmez olmuş­ tu .

Balık

tutmak

bile,

martı

yumurtalarını

toplamak

bile

ona saman yemiş gibi geliyor, bir şey söylemiyordu. Aşağıdaki koyağın koruluğunun açık düzlüğünde karşı­ laştı çocuklarla. Düzlüğün ortası, yanları çalılıktı. Çalılar çi­ çek açmışlardı. Çiçeklerin yörelerinde yüzlerce cins cins arı­ lar uçuşuyordu. Çocuklar arı yakalıyorlardı, yakalayıp ipiik­ Iere bağlıyor,

havaya uçuruyorlardı.

Salibin tanıdıkları da

vardı çocukların içinde. Kaya vardı, Engin, Tunç, Ali, Me­ met, Babür vardı. Her birisinin elinde ipliğe bağlı bir arı, arılar havada vızıldayıp duruyorlardı. Çoğu sarıca ari, kara arı yakalamıştı. Küçücük bir çocuğurt elinde de kocaman

bir eşekarısı öfkeli

vızıldayıp

duruyor,

çırpınıyor,

kendini

oradan oraya atıyor, ipi geriyordu. Salibin ödü koptu, çocuk kendi yaşındaydı ya,

küçücük, cüce bir şeydi, şimdi eşek­

arısı onu sokacaktı . Eşekarılarının

sokması bir beter olur,

birkaçı birden sokarsa bu kadarcık bir çocuğu öldürebilir. Bir teki şişirir, acıdan delirtip bayıltır. Koşarak, çocuğun yanına vardı. Yaklaşamıyordu, uzağın­ da durdu: «Bırak onu, bırak . . . Hemen bırak, sokarsa öldürür . Eşek­

arısı o, eşekarısı . »

1 18

'


Çocuk onun telaşına dingin, şaşkın baktı:

cBiliyonım,• dedi yürekli, bunm kıvırarak. «Biliyorum. Ben eskiden beri hep eşekarısı tutarım, uçururum.» Salibin telaşına gülümsüyordu . cEşekarıları beni sokmazlar.» Bunu derken ipin ucunda öfkeden deliren, ortalı� vızıliıya bo­ �an parmak kadar kipkırmızı arının ipini çekti, arıyı iki

parmatıyla yakaladı. cDur,• dedi. eYeter artık fazla vızıl­ dama. Uslu dur.• Sarı kuşaklı öfkeli arının başını okşadı, utkuyla, başı dik oradan ayrıldı, aşalı denize doğru tepesi­ nin iki metre üstünde arısını vızıldatarak gitti.

Salih, afsunlu, diye düşündü. Bu oğlan eşekarıianna af­ sunlu. Kimbilir belki onun da, kendisininki gibi bir büyük anası vardır, o büyük ana da afsun bilir, torununu ağılı arı­ lara karşı afsunlar da öyle salıverir arı yakalama�a. Oysaki kendi büyük anası, o hiç afsun bilmez olur mu, dese ki beni anlara karşı afsunla, gözlerini belertir de, kıyameti koparır, benim benim, benim afsunum arılar için mi, diye basbas ba­

ğırır. Hayran kalmıştı eşekarısı uçuran çacuğa. Bu eşekarı­ ları da ne güzel, ne büyük oluyorlardı. Yalım gibi de, tıpkı bir yalım parçası gibi de kıpkırmızı. Salih afsunlu değilse bile böyle iri, böyle güzel, bundan da ağılı, daha renkli bir an yakalamalı, şu çocukların, bü­ tün kasabanın parmağını . ağzında bırakmalıydı. Biliyordu hangi arıyı yakalayacağını. Eşekarısından daha büyük, da­ ha da ağılıydı. Sokunca insanı öldürüverirdi. Yanındaki çocuğa: «Sen hiç buralarda boncuklu arı gördün mü? ıo o:Gördüm,ıo dedi çocuk. «Ama onu kimse yakalayamaz

ki . . . •

ler.,.

«Ben yakalarım,» dedi Salih, «heeeyt, bize kıuı demiş­

«Yakalarsın ya, sokunca da öldürür,• dedi çocuk. «Ge­ çende Aliyi soktu da Ali işte şu çalının dibinde cansız mo­ rardı kaldı da . » «Gördüm,• dedi Salih. «Doktora yetiştirmeselerdi yarım saat daha, Ali ölüyordu.• .

.

«Ölüyordu,» dedi çocuk, «Sen de ölürsün.ıo

1 19


Salih çocu�a yaklaştı, ona kimsenin duymasını istemediği bir giz verircesine kulağına ağzını yaklaştırdı: «Ben afsunluyum,» dedi. «Beni ninem bütün ağılı arıla­ ra karşı afsunladı.» Çocuk sevindi : «Öyleyse, öyleyse, sen d e birçok arı yakala, e mi? Bir çoook . . . » Dudaklarını yaladı. «Boncuklu arılar ne kocaman, ne de güzel, nakışlı oJuyorlar, ışık gibi de şavkıyorlar.» «Şavkıyorlar,» dedi· Salih endişeyle. Çocuk : «Bak,» dedi, onu elinden tutup pespembe büyük çiçek­ ler açmış bir yaban gülü oylumuna götürdü. «İşte burada dolu. Burada boncuklu arılardan geçilmiyor.» Gözleri fıldır fıldır korkudan kısılmış: <<Bak,» dedi. «Beş tane. . . Ben gi­ diyorum, sen yakala.» Yakala demesiyle alıp yatırması bir oldu. Salih çocuğun kaçışına sevindi, durup onu seyretme­ mesi iyi oldu. Şimdi bu azgın boncuklu arıları yakalamanın bir yolunu bulmalıydı. Orada durmuş kalmıştı. Arıları ya­ kalayınca bağlayacak ipliği de yoktu. Korkusu büyüyordu, ya arılar başına birikip de onu sokup öldürürlerse, büyük ana ne sevinirdi. Gittikçe yüzünün sarardığını sanıyordu. Arılar çalının dibinde, yerden bir iki karış yukarda heybet­ li, sert vızıltılarla çiınenin üstünde dolanıyor, güneşte çakıp sönüyorlardı. Öyle de ses çıkartıyorlardı ki, vay be, uçak gi­ bi. Anlara baktıkça korkusu artıyor, umudu kesiliyordu. Uroarsız sağına soluna bakarken, ağacın arkasına saklanmış kendisini seyreden çocuğu gördü. Yanında iki çocuk daha vardı. Kendisini konuşuyorlardı. Boncuklu, azgın arılan ya­ kalayıp yakalayamayacağı üstünde tartıştıklan besbelliydi. Az önceki çocuk onu savunuyordu. Ötekilerse burun kıvırı­ yorlardı. Salih çocuğa seslendi: <<İpliğin var mı?» «Çok,» dedi çocuk, «bir makara.» «Getir onu buraya.» <<Getiremem,» dedi çocuk, «orası boncuklu arı kaynı­ yor.» 120

1

t


«Sen de,» diye elini salladı Salih, «korkulur mu boncuk· arıdan.» Gitti, makaradan epeyce bir iplik sağıp koşarak döndü. «Orada oturup bekleyin beni. Bakın, göreceksiniz, bon­ cuklu arı yakalanır mı yakalanmaz mı?» Ödü de kopuyordu, ya yakalayamazsa. Kocaman kasketini başından çıkarmış, anlara usul usul, korkuyla, ayaklarının ucuna basarak, sinmiş, eğilip iki kat olmuş -yaklaşıyordu. Birden bir küme arının üstüne atıldı, gözlerini yumdu, açtı. Kendini dinledi, hiç bir yeri acımı­ yordu, demek ki arılar onu sokmamışlardı. Acaba o arılar­ dan hiç olmazsa birisini yakalayabilmiş miydi? Çocuklar ağa­ cın altından bir adım ileriye çıkmış, boyunlarını u.zatmış onu gözetliyorlardı. Bu telaş arasında onları da gördü . Usul usul, bir ucundan kasketini kaldırdı, hiç bir arı düşmemişti kasketin altına . «Vay be,» dedi. İşe, hiç bir şey olmamış gi­ bi yeniden başladı . Anlar, o üstlerine atıldıkça kızışıyor, az­ gınlaşıyor, şimşek gibi delip geçiyor, yöresinde vızıltılarını çoğaltarak, deli bir dönmede, hışımla gidip geliyorlardı. lu

Salih de terlemiş, yorulmuştu ya, artık ne korku geli­ �· or aklına, ne sokulma . . . Tek amacı bu azgın arılardan bir tane. . . Hiç olmazsa bir tane . . . Şu çocuklar da gitmiyorlar, orada durmuş gözlerini, yiyeceklermiş gibi hayretle kendi­ sine dikmişler, bekliyorlar. Kendisinin bir suçu yok ki. . . Öy­ lesine hızlı ki bu arılar, daha Salih onların üstüne atılmağa hazırlanırken, ötekiler kayıveriyorlar. Kaçmıyorlar da, he­ men dönüp Salihe saldırıyarlar ya, onlar da şaşkınlar. Salihi neresinden sokacaklar, bir yolunu bulamıyorlar. Salih yüzü­ koyun yere kapaklanınca onlar Salihin açık bir yerini bula­ mıyorlar. Üç arı, üç arı, nasıl da birbiri ardısıra dönüyorlar, Şimdi çok öfkeli, çok şaşkınlar, vızıltıdan ka­ nasıl da. . . natları gözükmüyor, iyice nişan almalı. Bu öfkelenmiş arı­ ları da kaçırırsa Salih, şu çocuklar da taş kesilmişler, ora­ dan hiç bir yere kımıldamıyorlar, bir daha yakalayamaz. Soğukkanlı, keskin, hızlı, Salih kendini onların üstüne atı­ \'erdi. Az sonra kaskete kulağını verdi, içerden bir vızıltı 121


geliyordu. «Oldu,• dedi. «Bu iş de oldu.» Şimdi nasıl çıkar­

malı anyı dışarı? İşte burası müşkül. İyi düşünmeli. Binbir

güçlükle yakaladı�ı arıyı bir de kaçırırsa. . . Aklına geldi. . Salibin aklı zaten zor zamanların aklıydı. Arıyı kasketin dışından tutacak, o�dan sonra da. . . Öyle yaptı. An kaske­ tin içinin kırmızı bezinde çırpınıyordu. Salih iki parma�ıy­ !a arıyı tam sırtından yakaladı. Arı çabalıyor, çabalıyor, efti­

yor, kıvırıyor, büküyor, i�nesini Salibin parmakianna ulaş­ tıramıyordu. «Buraya gelin, » diye bağırdı Salih. Çocuklar koşarak geldiler, boncuklu arıların korkusunu

unutmuşlardı. «Sen şu ipli�i şöyle halka yap.• Çocuk ipli�i halka yaptı. «Hah, oldu, şöyle, şuradan geçir, korkma, bak tutuyo­ rum. »

Çocuk halkayı geçirdi. «Çek şimdi ucundan ipi, usulca . Arının belini kesmesin.

Kesip koparmasın .• Çocuk, elleri titriyerek ipi çekti. «Hah, bağla şimdi.:»

Bağladı. Arıyı bıraktı, öfkeli arı bir anda yükseldi, Salih ipi çekti: . eBu kadar, fazla yukarı çıkmak yok.» Çocuklara bir daha dönüp bakmadı oradan ayrılırken, ne de bir tek söz söyledi. Çocuklar orada durmuşlar, bir Sa­ lihe, bir yaban gülünün dibinde kaynaşan, pul pul çakan anlara bakıyorlardı . Salih kendi kendine gülümsedi, o:ena­ yiler.» dedi, «ne kadar küçükler. Şimdi onlar da boncuklu arı yakalamağa çalışacaklar, arılar da onları sokup öldüre­ cek.» Omuz silkti, cbana ne,• dedi, cakılları yok mu, bana uyup da onlar da boncuklu arı yakalamağa kalkmasınlar.ıo

Şimdi doğru çarşıya gitmeli, böyle üstünde, tepesinde koskocaman bir arıyı uçurarak. Çarşıda hiç böyle arı gör­ müşler mi bakalım, hiç. Çarşıya varmadan canı varıp şu kayalığın üstüne oturup arısını bir güzelce seyretmeyi is-

122


tedi. Ohhoo, daha akşama çok vardı. Kayalıkta sandalya

gibi bir yer buldu, sırtını düz bir kayaya dayayıp ayakla­

rını aşa� sarkıtıp oturdu. Kayalarda mavi sütle�enler bitmişü, ocak ocak mavi ta uzaktan bir yalım ·mavisinde göze çarpıyordu. Kayalıkların üstünde b_ir oca�ı ça�ılda­ yıp duruyordu . Arısını önce yanındaki sütle�en çiçe�inin üstüne indirdi.

Arı

sütle�en

çiçekleri

üstünde

bir türlü

durmuyor, delicesine vızıldayıp oradan oraya savruluyor, kayalıklara vuruyordu. «Ah,,. diyordu Salih, «öldürecek, "öidürecek kendini fıkara. Amma da yabanıl bir arı.» Salih bir eline geçse onun şimdi bütün ağısını etine boşaltır,

onu kıvrandınrdı. Arı gittikçe azgınlaşıyor, kendisini ora­ Dönüyor, dan oraya atıyor, küt diye kayalara vuruyordu. dönüyor ipli�in yöresinde kanatlan gözükmez oluyordu. Bir türlü de yorulup durmuyordu. Salibe öyle geliyordu ki bu · delirmiş arı kendini öldürmek için böyle yapıyor. Ne

de yi�it bir arı. Yiğidin anası çabuk a�lar. Bu an hırsın­ dan çat deyip çatiayıp ölecek. Salih de inatlaşmıştı. -lnat­

laşmış değil de merak ediyordu. Dur bakalım şu an bu öf­ kesini nereye kadar sürdürecek. Arı bir iki kere de Salibe doğru hışımla atıldı. Salih tez davranıp ipi öteye çek­ meseydi, arı suratının ortasına yapışıyordu. Bir u�ultu, bir gürültü, kulakları sa�ır edecek kadar. Döndü döndü, öfkeli halkalar çiziyorrlu durmadan, kanatları gözükmüyordu. Öylesine hızlı döndü bir ara, Salih yalnız arada kara ince bir çizgi gördü bir an. Halka tek arı oldu sonra da, sesi azaldı, vızıltı yavaşladı. Gerilmiş ip gevşedi. Arı bir süre ipliğin ucunda, yukarda havada asılı kaldı. Bir an hiç kıpırdamadı, sonra kendisini sütleğen çiçeğinin mavisine Kanatları sütleğenin üstünde bir süre seğirdi atıverdi. durdu. Salibe bu seğirme hiç bitmeyecekmiş gibi geldi. Dik kuyruğu da düştü . Bu boncuklu arının kuyruğunda çok ma­ vi üç halka vardı. Maviyi, ondan biraz daha ince üç kırmı­ z ı halka kuşatıyordu. Bir tuhaf, çok parlak kiremit kırmızısı tatlıhğında, bir mavi. Kırmızı halkaların az ötesinde, kıvrı­ mın yanında sarı üç halka daha . Çok sarı, güneş sarısı gibi bir sarı.

Kuyruk karanın yeşile dönüşmesindeydi. Kanatlar 123


maviydi, yumşak, kara ince çizgilerle döşeli saydam, azıcık kırmızıya çalan, çizgilerin yanları koyulaşan, gün ışı�ı gibi

pul pul parlayan . . . Başı da kapkaraydı, yeşillenen . . . Yeşille­ nen, yumşak tüylü, ince, belli belirsiz bir kadife. Büyük ba­

şındaki kocaman gözleri yuvarlak dışarı fırlamışlardı. Göz­ leri gözenek gözenekti. Her gözenek bir türlü menevişliyor,

ışık kırmızısı, acı ışık yeşili, ışık mavisi gözeneklerde çakıp

sönüyor, kıvılcımlıyordu.

Salih arıya dalmış gitmişti. Onu en ince ayrıntısına ka­

dar gözlerinin ardına işliyordu. Bu arıyı uzun yıllar böyle,

sütlegen çiçeğinin üstünde görsün diye. Arı da, sanki az ön­

ceki azgın, çıldırmış arı o değilmiş gibi, rahatlamış, çiçeğin

mavisine kanatlarını yaymış, kırmızı tüylü ayaklarıyla ha­ bire gözlerini sıvazlıyordu. Birdenbire, böyle durup durur­

ken arı azıtıyor, kanatları uğunuyor, sonra da hiç bir şey ol­ mamış gibi. duruyor, ayaklarıyla gözlerini sıvazlıyordu.

Salih güneşe baktı, daha çok vakti vardı akşama ya, şim­

di çarşının civcivli zamanıydı. Kalktı, kayalığı yukarı çıkıp çarşının ucuna, ilkokulun önüne vardı. Orada yaşlı, hep elek,

tahta . kaşıklar, kepçeler, sepetler satan Alim A�a vardı. Kim­

seyle konuşmaz, hep kolları sıvalı gezen, durmadan caminin

avlusundaki kurnarlan aptest alan bir kişiydi Alim A�a. Var­

dı onun dükkanının önünde durdu. İpi bir daha salıverdi. Arı

göğe yukarı a�dı gitti. Göz ucuyla da Alim A�aya bakıyor­ du. Alim Ağa oralı bile olmadı. Hep okuyor üflüyor, ağzı

kıpır kıpır ediyordu. Bu sefer Salih yukardan burnunun ucu­

na kadar gelen arıyla konuşmağa, türlü şaklabanlıklar yap­

ınağa başladı, Alim Ağadan da gözlerini ayırmadan.

Salih ne etti eyledi de Alim A�a bir kere dönüp de arı­ sına bakmadı. O da inat etti, uzun bir süre arısıyla orada, dük- · kanın önünde, eşi�inde oynadı. Salih kızdı, varıp da şu ko­

ca arıyı bumuna soksa şu kocamışın, onu bile görıneyecekti .

Öfkeyle çarşıya vurdu. Arısı yarım metre sağında vızılda­ yarak uçuyordu.

Çarşı insanla doluydu, Salih tetikteydi, birisi · arıyla il­

gileniyor mu diye. Bakın hele, bir Aliahın kulu da bakıp,

şu · çocuk ne kocaman, ne güzel, amma da çok ağılı bir arı 124


yakalamış demiyordu. Bu kasaba böyle nakışlı, renk renk, koskocaman bir arıyı görmüş

müydü

hiç.

İnsanlar arısına

bakmadıkça, onu görmedikçe Salih öfkeleniyordu .

Çarşıyı bir baştan bir başa, mahsustan insanlara çarpa­

rak geçti. Vay anasını, bir kişi dönüp de arısına bakmadı . Ne oluyordu, bu adamlar sabahtan akşama kadar evlerinde boncuklu arılar

beslemiyorlardı ya kovan kovan,

eee,

öy,­

leyse? Salih çarşıdan iş çıkaramayınca pazaryerine vurdu, pa­ zaryeri insanla a�zına kadar doluydu, üstüste, bağrışıp du­ ruyorlardı. Belki yirmi kere, bir saat, bir buçuk saat Salih arısını kalabalığın üstünde uçurdu da gene ne arısına, ne de kendisine dönüp bir bakan oldu. Nerdeyse Salih bu adamla­ rın inadına, şu güzelim arısını burada havaya ipliğiyle sa­ lıverecekti. Değer miydi sanki bu yanlarına yörelerine hiç bakmayan, burunlarının ucunu görmeyen kişiler için bunu yapmak . . . Bu arı görmemiş kişilere kızıp da . . .

Demirci İsmail Usta bile görmedi ansını. Görse bile ba­ kar mıydı o işinden başka, demirden ateşten başka hiç bir şe­ yi görmeyen, o. ,

İnat etti de akşama kadar çarşıda uçurarak dolaştı. Ayak­

larına kara su indi kimse arısıyla ilgilenmedi. Ama o çocuk­ lar, kaç taneydiler, aslanlar, dur�uşlar, nasıl da korkuyla, hayranlıkla Salihle

arısına

bakıyorlardı.

Salih

de

onların

önünden, hiç bir şey değilmişcesine, ıslık çalarak beş kere geçti. Her seferinde çocuklar öyle kocaman kocaman gözler­ le ona bakıyorlardı. Sonunda vardı caminin avlusunun eşi�ine oturdu. Ken­ di de, an da iyice yorulmuşlardı. Salih artık yılgındı. Arı­ yı düşünüyordu, bu arı ne yer, ne içerdi? Böyle ipin ucunda, bu fıkaranın hali ne olacak böyle? Bıraksın mı? Ne de gü­ zel, bakmağa kıyamıyor insan. Bir arı kok�su, arılar hep ba­ har gibi kokarlar, sıcak, buğulu, acı, bir hoş, başdöndürücü. Bütün baharın kokulannı ılık güneşle yoğurmuşlar, o da arı kokusu olmuş. An ılık güneş kokuyordu. Ya acından ölürse?

Arı gelmiş sol kolunun üstüne konmuş, soluklanıyordu. Göz­ leri de binbir renkte kıvılcımlanıyor, çakıyordu.

125


Ikindi narnazına gelen mumın müslümanlar yanından, oturdu�u eşiRi atlayıp geçiyorlar, gene de ne Salihi. . . Salih onlar geçerken arısını uçuruyor, vızıldatıyor, üstlerine sal­ dırtıyordu, ötekilere vız geliyordu arı da Salih de . . . Salih dinlenmişti. Baktı, arı da dinlenmiş, aşa�ı koru­ lu�a gidece,k, çocuklarla arısını yarıştıracaktı.

Hiç

olmaz­

sa şu dev arı böyle bir işe yarasın. Ayata kalktı, kollarını bacaklarını açarak bir iyice gerindi. Ansı da havada gerin­ di, caddeye çıktılar. Önlerinden bir köylü gidiyordu. Uzun boyluydu, kahverengi el dokuması bir keten pantalon giy­ mişti . Bohçasını baltasına takmış omuzuna vurmuştu. Çabuk yürüyordu. Salih elinde olmadan onun ardına takıldı. Bir­ likte kasabayı çıktılar, koya�a aşa�ı inmeRe başladılar. Köy­ lü arkasına dönüp hiç bakmıyordu.

Salih hemen hızlandı,

adamın önüne geçti, yanında da arısı keyiflenmiş uçuyordu . Köylüyü geçince durdu, yüzüne baktı, kırmızı gür sakallı, yeşil gözlü, kalın dudaklı, püskül kaşlı bir adamdı bu. Salih ona gülümsedi : «Amca, bu yol nereye gider böyle?• diye sordu. Köylü hemen durdu, gen�, candan, içten, gözlerinin altı kınşarak güldü. «Bu yol Kabakkoz köyüne gider, sen nereye yolcu, adını ba�ışla.• Salih telaşlandı, kekeledi: «Salih

. . .

»

dedi, «Salih. •

«Benim adım da Koca Duran. Oduncu Koca Duran . » . .

Durmuş öyle, hem Salibe . bakıyor, hem de yürekten, candan, sevgi dolu ona gülüyordu. Anyı farkedince gülmesi da­ ·

ha da arttı, bir sevindi, bir sevindi, Salihe do�ru bir adım atıp durdu. «Oooo, Salih,» dedi, «arın da ne güzel, ne babayiRft.• Biraz daha yaklaştı, anya baktı baktı: cBak hele,• dedi, cbak hele Salih, bu bir boncuklu arı yahu.» cBoncuklu . . . » dedi Salih a�zı kulaklannda, koltuklan ka­ bararak. Koca Duran düşündü, sonra da:

126


«Bire Salih, bunlar çok atılı olurlar, sokunca adamı öl­ dürürler, öldürrnezlerse de sakatlarlar.» «Biliyorum,• dedi Salih övünerek. «Biz de çocukken,• dedi Koca Duran, parrna�ını arıya dokundurrnak için uzattı. Salih bir adım geriye sıçradı: cAman ha amca, sokar ha, sen ne yapıyorsun?• c Seni sokmuyor ya . . . • · cBeni, beni, bana alıştı o . . . İlk zamanlar, yeni tuttu�um. da, on beş gün önce, nerdeyse beni yiyecekti.» Koca Duran başını salladı: cHiç bir zaman bir yüreklilik gösterip de dokunamadım şu meretlere,» dedi. •Cocuklu�um.da o kadar isterdim ki do­ kunmayı . . . Olmadı işte. Ha dedim ki, belki şimdi . . . • Salih: cOlmaaaz,» dedi, gözleri faltaşı gibi açılmış. «Sana yazık d�il. mi amca . . . Öldürür.» •Öldürür,• diye başını salladı hayıflı hayıflı Koca Duran. •Ne kadar da güzel. . ıo İç geçirdi: cHadi sa�lıcakla kal Salih.» Ansına, daha da çok Salibe hayran gözlerle bakarak uzaklaştı. Salih bütün yüreklili�ini toplayarak, arıyı sırtından ya­ kalayıp giden köylünün önüne fırladı, elindekini gösterdi: cGüle güle,• dedi, cgüle güle.» Adam dönüp dönüp Salibe el sallıyor, baltası omzun­ da pariayarak hızlı hızlı yürüyordu. Salih onu dereyi inip yitirinceye kadar yolun ortasında durup izledi. Koca Duran gözden yitincedir ki: .

cHeyt, alloooooş,• diye bir sevinç çı�lı�ı atıp kasahaya do�ru aldı yatırdı. Onun hızından sersemlemiş arı zarzor omzuna tutuna­ bilmtşti. Korulu�a indi, çocuklar . gitmişlerdi. Anyı bırakacaktı. Ölmesin fıkara. Ama bu ipi nasıl çözecekti? Cebinden men­ dilini çıkardı, anyı sırtından iki parrna�ı arasına aldı, ipi çöz­ me�e çalıştı. U�raştı u�raştı, annm beline iyice yapışmış ipi çözemedi. Biraz hızlı çekse ipi, annın beli kopacaktı. B <?y-

127


lece çok arı beli koparmıştı. Kuyruksuz kalan anlar, yalnız . kanatlarıyla havada kendi yörelerinde, bir yö- ··ı

gövdeleriyle

i

ne gidemeyip dönüp durmuşlardı. Önceleri buna çok sevin-

mişti Salih. Bu yüzden çok arı beli koparmıştı . Sonra sonra, !

böyle arıları görünce, topa! insana benzer, içinden bir hüzün, :

j

bir acıma kopuyordu. Ne yapsın, akşam olup gün kavuşup

gidiyor, arıyı mendili.nin ucuna baftladı, en kısa yerinden ip. • ; li�i dişleriyle kesti. O ipliAi keserken an bir güzel koktu .

l

Mendili açtı, arı fırladı, bir iki sa�a sola vurdu, sonra bir- .� den ok gibi gölte a�dı, küçücük kara bir sinek lekesi gibi ka- 1 lıncaya dek Salih onu göftün ortalarına kadar izledi. Salih

aylaklık günleri

!

gene başladı. Sabahlardan ak-

l

şamlara kadar evde oturup rnekikierin gidiş gelişlerine, ana-

sının ellerine, büyük a�asının her mekik gidişte yüzünün bir .; atılımda k�rış kırış olmasına, örümcek a�ı gibi, abialarının ör­

dükleri nakışlara bakıyordu. Abialan mor çiçekler işliyor­ lardı Şile bezine. Mor, büyülü, kocaman taç yapraklı çiçek­ lerin uzun sapları, tomurcukları hep turuncu oluyordu. Ab­

laları bu morları, turuncuları ne kadar da seviyorlardı. Kü- · , çük abiası daha küçüktü ya, büyük abiası yetişmiş çok güzei

bir kadındı. Çocuklu�unda balıkçı Mustafayla gizli gizli buluşuyorlarmış. Salih, bu balıkçı Mustafayı bu kasahada her-

1 j 1

j

kesten çok severdi. Babası da bu Mustafaya çok kızıyordu.

Ona baldırıçıplak diyordu. Salih de bunu bir türlü anlamı- i

yordu. Salih zaten babasını hiç anlamıyordu. Babasını, ba­ basının yaşamını çok iyi biliyordu. Onun üstüne kasaba o kadar dedikodu yapıyordu ki, Salih onda birini bile duy-.

muş olsa yeter. Oysaki Salih çok çok, çok şey biliyordu. O da herkes gibi, «yazık fıkara,» · diyordu, «dul kadınların biricik oluilan hep böyle olurlar.» Böyle yarım, böyle şımarık, böy.:. le elini ılıktan sotula vurmaz. Salih kendini bildi hileli, babası sabah evden çıkıyor,

j ·

gece yarılan naralarla, sallana yuvarlana dönüyordu; tri, ya,;.. kışıklı bir adamdı. Bazı da kızıyor evi kırıp geçiriyordu. Ana­ sını,

ablalarım, Salibi sıra dayalından geçiriyordu. Onlar dayak yerken, Salih iyi biliyordu, her seferinde dönmüş ona

128


bakmıştı, büyük ana sevinçten dört köşe oluyordu. Onlar daya�ı yerken neredeyse aya�a fırlayıp ziller takıp şıkır şı­ kır oynayacaktı. Ana, daya�ı yedikten sonra öfkeleniyor, batırıp beddua­ lar ediyor, işte ondan sonradır ki kıyametler kopuyordu. Bü­ yük ana bir celalleniyor, bir eelalleniyor ki, zaptedebilene aşkolsun. c Vay · sizi }·abanın orospuları vay, gül gibi evime soktum da vay! Ben o�lumu kuş südüyle besledim, kuş.• !çerde ba�ırdı�ı yetmiyor, bahçeye çıkıyor, sesini yükselti­ yor, «ben o�lumu ı:açımı süpürge, süpürge edip de sizin için mi bugüne, tüyüne kimseyi dokundurtmadan, siZ böyle sö­ vesiniz diye mi getirdim? Cümle alem bilir, cümle kasaba, ht-n o�lumu padişah oğuBarı gibi kuş südüyle besledim. Hay­ di gidi yabanın orospuları

. . .

O konuşmağa, öfkelenme�e başlayınca evde herkes su­ sardı, ana da baba da. Kimseden çıt çıkniazdı. Büyük ...anay­ sa bahçede döne döne baitırır çaitınr, kendi kendine öfkcle­ ııir yırtınırdı. Sonunda o hale gelirdi ki kendi kendini döv­ meye başlar, kendi saçlarını tutarn tutarn yolardı. Eri . so­ nunda da oraya zeytin aitacının dibine, ama hep zeytin ağa­ cının dibine, düşer kalırdı, yarı canlı. Baba gider anasını oradan alır, üzüntülü, pişman, korkulu getirir yata�ına ya­ tırırdı. Salih onun sapsarı olmuş yüzüne bakar, her seferin­ de de onu ölmüş sanırdı. Büyük anaysa biraz sonra hiç bir şey olmamışeasma y&taktan fırlayıp çıkınca Salihin içini bir sevinç alırdı. Büyük ana yatağından kalkar kalkmaz da he­ men tezgahına koşar rnekikieri ardı ardına atmağa başlardı. Elleri sevinçten uçar, makina gibi işlerdi. Sevinçli, rahat, o öfkeli büyük ana bu değilmiş gibi kendisine, anaya, ablalara sevgi, şefkat dolu sözler söyler, eskiden diken olup batan sözler şimdi kadife gibi yumuşacık olurdu. Baba, haftada bir gün, dokunup örülmüş, köşeye yığıl­ mış bezleri işlemeleri alır çarşıya giderdi. Bu günler evin düğün bayram günleriydi. Sabahleyin çıkan baba 'tam ikin­ di üstü eve dönerdi. · Neler neler getirmezdi çarşıdan, ama neler. Salihe kocaman kocaman.. hem de beş tane elma şe­ keri getirirdi.

O

gün evde mis gibi kokan yemekler pişer, sof-

129


ra bir donamrdı ki, İstanbul zenginlerinin sofrası gibi. Baba

bu.'"günler içkisini evde içer, duverdaki sazını da indirirdi

sonunda. Çok sevinçli, gamsız kavasetsiz türküler söylerdi. · Büyük ana, gözlerini hiç kırpmadan, bir eski düş dünyasın:..

da yüzerek o�luna, bir tanrıya bakarmış gibi bakardı. Cö-

.

mert adamdır, diyordu herkes kasahada baba için. Ah, 'bir de paralarını kumara vermese, bir de bir iş tutsa . . . Yoksa onun üstüne adam var mı? Babasını,

anasını,

ablalarım bu kasahada

herkes

kü­

çiimsüyordu Salibe (!Öre. Salihte de öyle bir duygu vardı.

Yalnız Salih de, kasaba da, hiç kimse de büyük anayı kü­

çümseyemezdi. Ondan söz açılınca bir tuhaf korkulu bir ha­ vaya giriyordu herkes, kim olursa olsun büyük ananın sözü

geçince saygıyla susuyorlardı.

Çarşı, deniz kıyılan ıpıssız kalmıştı. Bir iki ökse ya­

kaladı Salih, kuşlar b11e ona bir şey söylemedi, gizli gizli

salıverdi kuşları. Öbür çocuklann önünde yakaladı�ı kuşla­

rı salıverseydi, ·bütün çocuklar ona düşman olurlar, hem · de.

küçilmserlerdi . Bunu deneyleriyle biliyordu Salih. Uçurtma ·

yaptı en güzellerinden tam altı tane. Ancak bir gün uçura­

bfldi, o da yük gibi. zanor . . . Uçurtnıanın altısım da deni­

zin üıı�tiine salıverdi, ta yükse�e uçurup . . . Salınarak uçup git­ meleri, sonra uzakta, denizin son çiz.gi.siıie yakın yerlere kon­

matan, 59nra sulara, denizin mavisine katışıp gitmeleri çok

hoş oluyor, Salibin yü!'E'�ini · çarptınyordu. Keşii çok çok J,lçurtması olsaydı da, böyle havalandırıp havalandınp bı­ raksavdı denizin üstüne.

·

.

Birkaç giin de dallardan çiçek topladı, evi çiçeklerle

dona!tı, bu

çiçekler büyük ananın çiçekleriydi: Belli, onun

gönli\nü· ·almak istiyordu. Büyük ananın da eve her çiçek ge-

lişte yüzünden taUı bir aydınlık geçip sönüyordu.

·

Çarşıya gidiyor, kaygılı, yerinde duramayan sarhoş balık­ çılarn, kahvelere, camilere oturmuş, sabahlardan akşamıara · kadar durumlannı hiç bozmayan, yerlerinden hiç kıpırdama-

yan, yüzleri bile hiç de�işmeden öylece bekleyen, uzak, müm­ künsüz bir şeyi bekler gibi bekleyen adamların yüzüne bakı­ yordu. S�libe öyle gelıyordu ki şu oturmuş bekleyen ins�ar

130

·


yemiyorlar içmiyorlar, oturdukları yerden hiç kalkmıyorlar, çişlerini bile etmeden burada bekliyorlardı. Caminin avlusun­ da uçmayı unutmuş bir l€ylek, yuvası çınar ağacının kovuğun­ daydı, sabahtan akşama kadar hiç bir şeyi umursamadan bir

aşa�ı bir yukarı gidip geliyordu. Yavaş, başını saliaya sa.l ­ laya, adımlarını aynı ölçüde atarak, boynunu uzatmış . . . 'Ba­

zı da yürüyüşünü nedense hızlandırıyordu. Böyle yii'i'\i yüş­ lerinde öne arkaya kaykılmaları daha belli oluyordu . Bu · ley­ lek hiç bir şey yemiycrpu. Bir seferinde Salih çalıştı çalıştı üç tane :ı..:urbağa yaka­ layıp önüne attı. Yaşlı leylek kurbağalara hökmadı bile . Sa­ lih buna çok kızdı, o kadar emek vermil$ti tutmak için kur­ bağalan, Salihtir bu hiç bırakır mı, o da kurbağaları aldı, leyleğin kovuğuna koydu. O geceyi. de zor etti. Sabahleyin geldi baktı ki, ne gö�s{in, leylek kurba�aların üçünü de ha·

pır hupur yutmuş.

Bütün bunlar Salihi can sıkıntısından kurtaramıyordu. Demirci İsmail Ustay•, tnarangozu, Temel Reisi de bu aylak­ lık günlerinde keşfetti ya, o bu zamanlar, öyle onların tadı­ na gereğince vaFalJiadı. Demircinin, marango'zun, Temel Rei­

sin tadına zamanla, onları seyrede seyrede, içine, yüreğine ala sindire vardı, erişilmez tadlarına. İşin do�rusu, Metin abinin o gece öyle gitmesi, kamyon­ lann bir varmış bir yokmuş olmaları, ·bir gece içinde Salihi çok sarsmış, onda onulmaz boşluklar, yaralar açmıştı. Günlerdir,

gecelerdir,

tatlı

düşler büyüterek,

ha

şur­

dan, denizden, şu koyaktan Metin abi ardında on beş renk renk otomobili, yaaa, verecekmiş

gibi.

bu .sefer otomobil,

Metin

abiyi

özlemişti. Bu sefer geldi�inde, tin

çok,

çok

çı kı verecek geli- . özlemişti,

onu görecek,

ah

ne

gülecek, Me­

abi, sevinçli olduğu sıralar hep bıyı�ını burardı,

sarı,

bıyı�ını buracak, «bak çocuk bana b�k, sen Salihsin değil mi, bizim komşu Salih, hay Allah amma da büyümüşsün be, vay be!:o diyecek. Salih, Metin abinin «vay be:o demelerine bayılıyordu. O da her sözünün başı, tıpkı Metin gibi yaparak bir, vay be, çekiyordu. «Gel be Salih, .vay be,» diyecek, «hay­

di bin otomobile, tüyelim be Salih,, vay be, vay anasını.:o Sa-

131


lih, Metinin vay anasını lafına da bayılıyordu ya, aaah, ana­ sı. . . Anası bir daha bu lafın a�zmdan çıkh�ını duyarsam,

a�zına biber doldururum, demişti. Anası adamı her zaman dövmezdi ya, bir söyleyince dedi�ini yapardı. Çok özlemişti Mttini. Ya o kara giyitlileri, denizin üs­ tüne giderlerken uzun uzun yıldız çizgileri döşeyenleri. . . Sa­ lih onların dediklerini, konuştuklarını hiç anlamıyordu ya, konuşmalarında öyle maceralı, gizH bir şey olacak ki, Salibin yüreğini çarptırıyordıı her seferinde, Salih onları dinlerken soluğu kesiliyordu. Bir tuhaf düş içine giriyor, maceralar, bu macera sözünü onların konuştuklarından yakalamıştı, sık sık kullanıyorlardı, içinde sürüklenip başka dünyalarda ya­ şıyordu. Gelecekti Metin abi. Bunu iyi biliyordu. Yüre�ine do�­ muştu. Bütün yüreğiyle inanmıştı. Kara giyitH macera adam­ lar da geleceklerdi. Bu macera sözünü yalnız onlardan duy­ mamıştı ki, sinemalarda da durmadan bu macera sözü ge­ çiyordu. Uzak, erişilmez, tadına doyulmaz, bütün güçlükte­ rin sonunda varılan bir yerdi macera. . . O konuşan kara giyitlilerin sözlerinden hiç bir şey aniamamıştı ya Salih, konuştuklarının bütününden, daha do�rusu fısıl fısıl seslerin­ ' den, seslerinin yumşayıp sertleşmesinden, sıcalıp so�umasın­ dan, sevinçle dolup kuamsarlaşmasından, gülmesinden kork­ masından Salih bu sonucu çıkarmıştı. Macera bir ömür pa­ hasına varılacak diyardı. Hiç kimsenin de varamadığı bir yer­ di. Salih bir sürü macera düşü kuruyordu, günde belki on yirmi tane, bilerniyordu ki öz macera hangisi . . . Metin de, o kara giyitliler de bilemiyorlardı bu maceranın ne oldu�unu. Sinemalar da bilemiyordu. Bilemiyorlardı ya, macera vardı, olmalıydı, büyülü erişilmezdi. İşte Metin abi bir maceraydı.

Salih dükkanın vitrini önünde mıhlandı kaldı, gözlerine bir türlü inanamıyor, açıp kapatıyor, kapatıp açıyor, elle­ riyle o�uşturuyor, yeniden bakıyor, yerinden kıpırdayamı­ yor, tuhaf bir düş içinde batıp çıkıyor, dumanlar, maviler, bulutlar sarıyor dört bir yanını, yeniden gözlerini o�uşturu-

132

..,


yor, yeniden bakıyor, gözlerini kırpıştırıyor kamaşmış gibi, orada, işte orada camekanın ardında duruyor. Tıpkı, tıpkı­ sı. . . Metin abiierin avlusundaki mavi kamyon un tıpkısı, kü­ çüğü, oyuncağı. Karoseri de nar çiçeği . . . Macera mı macera, büyü mü büyü, ulu bir düş mü düş gerçekleşiyor. Hem de mavi, hem de deniz çiçek açtı mavisi . Şimdi iyi­ ce anımsıyor bu okkalı sözü kimse değil Metin söylemiştir, Metin abi . . . Karaserinin bir örneği, tıpkı, küçücÜğü, üstüne de çiçekler işlenmiş karoserinin, yeşil, sarı, mavi, mor, ak,

kara . . .

Salih karşı kaldırıma geçti. Oradan daha iyi gözükebi­ l irdi mavi kamyon. Mavi kamyon, denizin açtığı mavi ışık çiçeği. Bir saniye bile gözlerini kamyondan alamıyor, arad·a sırada önünden gelip geçerken vitrini kapatanlara da deli oluyordu, şu eşşek insaniann hiç birisi de, bir teki de orada durup duran şu büyüye bakmıyorlardı. Görmemeleri olanak­ sız, işte orada gözlerine bata bata pariayıp duruyordu. Kör gibiler, sağır, dilsiz, duyusuz gibiler, önlerindeki kamyonu, büyüyü, düşü, macera yı görmüyorlar. ki. . . Körler, kör göz­ I iller. İşte macera, gerçek macera buydu. Maceraların ülkesi, evi bu kamyondu . Mavi çiçek . Salibin bir türkü gibi içinden

durmadan çağlıyordu, mavi, mavi denizin açtığı mavi, mavi

çiçeeek . . . Salih öğleye kadar orada, vitrinin karşısındaki kaldırım­ da kapının içinde, evin eşiğine oturmuş kaldı. Kapı açılıp ka­ panıyor, ayaklarına basarak kaldırımdan adamlar gelip ge­ çiyorlar Salih farkında bile olmuyordu. Ne yaparlarsa yap­ sınlar ya, şu insanlar, eşşekler, yeter ki önüne dikilip vit­ rini,

vitrindeki

kamyonunu,

güzelini

kapatmasınlar,

kapa­

tıp onu ç1ldırtmasınlar. Bu böyle üç gün sürdü, Salih her sabah gün doğmadan çıkıyor, gelip eşiğe oturuyor, gün kavuşup karanlık basın­ caya, göz gözü görrneyinceye, vitrindeki kamyon gözükmez oluncaya

kadar

orada

oturuyordu,

orada,

kapının

içinde,

eşikte. Dördüncü gün

çarşı

bekçisi

1 33

onu

kapının

içine

kıvrıl-


mıŞ, eşikte uyumuş buldu, aldı evlerine götürdü. · Befincl gün Salibin aklına düştü, aklına düşünce de aklını oynata­ cak gibi oldu, y� kamyon satılıksa, satılık delUse adam ni­ ye bunu buraya, bu dükkanın camekanma koysun, süs için deAil ya, ya biiisi gelip de onu satın alıverirse? Hangi çocuk görür de bu kamyona dayanabilirdi. . . Bir görmeye görsünler bir, bir çarşıdan geçmeye görsünler bir, Salih d�t bir te­ laşa düştü. Ne, ne, ne yapmalı, bu kamyonu, hemen hemen şimdi, daha bir çocuk çarşıya düşmeden nasıl satın a�alı? Dört döndü kıvrandı. Çarşıyı bir uçtan bir uca beş kere yü­ rüdü, ödü koparak geldi vitrinin kapısına dikildi. Oh, çok şü­ kür daha birisi görüp kamyonu satın almamıştı. Ama ama ama alabilirdi. Hiç, hiç, hiç parası da yoktu ki.. .

134


Dünyanın ucunda bir mavi balkıyordu. Ötelerde, çok uzakta. Kumsala yatmur yalıyordu. Çapar bir yüze benziyor­ du kumsal, dingin denizin yüzü. Hiç yel esmiyor, yairnur i� ceden, dimdik, yumşacık yukardan aşatı düz salılıyordu. Yal­ murun arkasında, bulanık, , çok çok uzaklarda denizin ucun­ da bir mavi balkıyordu. Ak bir duman çizgisinin üstünde. Dümdüz denizin arkasından, uçurum çizgisinin ucundan balıkçı motorları, yelkenliler, korsan gemileri geliyorlardı. Alır bulutun altından kıyıya sıralanıyorlardı. Denizin üstün­ de, boşluklarda mavi şimşekler çakıyordu, denizi bir uçtan bir uca keserek aydınlatan. Kıyıdaki, ulu kayalıkların içine oYuımuş malara derin­ lere, derinlere, dalların altına kadar karanlık uzuyordu. Ma­ ğaranın ajtzı üç büyük yelkeniiyi içine alacak kadar genişti. Duvarları is batlamıştı. Yatmur yatıyordu denizin üstüne. Yüzü diş diş çapar­ Iaşarak deniz sallanıyordu. Güneş açıp gün vuruyor, ebemku­ şalı dotuyor, dört beş tane, gölü bir baştan bir başa dona­ tıyorlardı. Ebemkuşaklarının üstüne gene yatmur yalıyor­

du.

Islak adamlar indi gemilerden. Mataranın ortasına bir ateş yaktılar. Yalımlar mataranın tavanına kadar uzanıyor ateş gürlüy.ordu. G"emicilerin, balıkçıların, korsanların ıslak sırtlarından dumanlar çıkıyordu. Büyük kazanlar, balıklar, koyunlar, kuzular vurulmuştu ocata. Konserve kutulan yı­ ğılmıştı ortaya, renk renk, biçim biçim. Büyük · yer sofralan serdiler mataranın tabanına, düz ka-

135


yalıkların ortasına. Mor şarap içtiler. Kovboylar geldiler, kor­ sanlar şarap içerlerken, sonra da eski, koca bıyıklı eşkiya­ lar geldiler. Temel Reis oturuyordu orada, sofranın başında. Herkes onun önündt" · el kavuşturup saygıda bulunuyordu. Korsanlar Padişahı oile. Korsanlar Padişahırun boynunda ya­ nıp sönen mavi bir değerli, kocaman taş vardı, kulağında da kocaman bir halka. Alaeddin de geldi, Bağdat hırsızı halıya binmişti. Mağaranın içi macera oldu . Ateşe odunlar, iri ağaç

gövdeleri atıyorlar, ateş büyüyordu. Kızılbaşoğlu Ali de gel­ di. Elinde sazı vardı. Sazına yumuldu . Korsanlar Padişahı,

kovboylar, balıkçılar kulak kesilmiş onu dinlediler. Sesi ma­ ğaranın arkasına, dibine, şu dağların altına kadar gidiyor,

orada yankılanıp koygun buraya geri dönüyordu.

Dışarda

usuldan yağmur yağıyor, eberokuşağı açıyor, çok mavi, dün­ yanın ucunda balkıyor, yumşak yağmur yeniden başlıyordu. Kızılbaşoğlu, felek, diyordu, ulu ulu kervanlar, otomobiller, ulu ulu denizler, korsanlar, diyordu. Dört kitabın dördü de haktır, sarı buğday başağı, diyordu. Pul pul deniz, ateş, ba­ lık, bu gavur müslüman nedir, diyordu. Korsan Padişahının kula�ndaki büyük halka dünyanın öteki ucunda balkıyor­ du, mavi. Ellerinin üstü döğmeliydi. Kızılbaşoğlunun sesi de denizin arkasına kadar gidiyordu . Sazının göğsü sedefliydi. Sesi denizin üstündeydi. Mavi martılar uçuşuyorlardı deni­ zin üstünde, yağmurun altında, üstüste, kanat kanada, kanat­ ları ıslanmış, donuk donuk parlayarak, dünyanın öteki ucunda. Temel

Reis

anlatıyordu,

kendinden

geçmiş,

dünyanın

ucunda halkıyan bir mavi varmış, bir varmış bir yokmuş. Kızılbaşciğlu, geçti, diyordu, geçti insan kervanı, dost ker­ vanı: Bir

kapı

örterse

sesi maviliyerek. miş

iki

milletin

bükülmüş, yordu, mişler,

kardeşliğine

bükülmüş

korsan lar, onu

binini

açar,

!nsan kısım kısım, değil

diyordu

huuu,

de

diyordu.

azıcık

öne

belıkçılar, · gemiciler,

dinliyorlardı.

O

uzun,

Kızılbaşoğlu,

yer damar damar, yet­ Temel

eğilmiş,

ağzının

çok

sallı,

içine başı

Reis

söylü­ gir­ dim­

dik, apak, yelesi, kuyruğu ak bir bulut gibi yere sarkan kırat da geldi mağaranın kapısında durdu. Hasan Usta Ocllklı ada­ nın oradan büyük bir kalyon indirdi, bütün kasabanın ka-

1 36


tildığı ulu bir törenle, bağrışarak, dualar okuyarak. Demirci İsmail Usta geldi, kocaman körüğü sırtındaydı, ocağın başı­ na oturdu. Dursun Usta da geldi, kocaman kocaman kara gül­ leriyle. Geldiler ateşin yöresine sıralandılar, mor şarap içti­ ler. Mağaranın dibinde, karanlıklarında, uzaklannda ebern­ kuşaklan açtı. Mağaranın isinin üstünden dizi dizi, milyon­ larca kıvılcım, yapışmış yürüdü. Yarasalar dışarıya, denizin üstüne uğradılar . Boncuklu arılar, Cemi!, Bahri, Kaya, öte­ ki çocuklar da geldiler ateşin kıyısına dizildiler, dizleri üs­ tüne çöküp . . . Metin abi de geldi. Belinde kırmızı kuşağı, ku­ şağa sokulmuş menevişii çifte tabancası, altın kordonlu, kor­ donu nah bu kadar bu kadar belki kırk tane zincirli, mavi mineli cep saati, bir de kol saati, o da mavi mineli, altın, el­ mas,

Metin

abinin

de

kulağında

bir

korsan

halkası

var,

nereden bulmuş acaba, altın kıvırcık kakülü alnına dökül­ müş, sarkık bıyıkları da ışıl ışıl. Gözleri mavi, ışıltılı. Me­ tin abi hep gülüyor. Metin abi mağaraya gelince herkes her yerden, Korsan Padişahı bile gürreden ayağa kalktı. Metin abi sağ elinde iri taneli kehribar tesbihini bir salladı, sert bir sesle: «Oturun ha uşaklar,» dedi . Tıpkı Laz korsan reisieri gi­ bi, kimbilir belki de Metin abi şimdi bir Laz korsan reisiy­ di . Kimbilir Metin abi şimdi şu oturan Korsan Padişahın­ dan da büyük bir padişahtı. «Bak Cemi!, şu Metin abi var ya . . . Kamyon u mavi, ka ro· seri de nar çiçeği.» «Bana ne, hastir ordan.»

«Bak Cemi! . . . »

•Bakmam, bakmam, benim ışım var. • cBak Cemil, o Korsan Padişahı var ya . . . Onun . . . Dinle dinle . . . Bak Cem il. . . O Korsan Padişahının.• «Hastir ulan. Benim işim başımdan aşkın, belim kırıldı kabuk toplaya toplaya, ayaklarım uyuştu.»

«O Korsan Padişahının var ya, hiç . . . » «Ala keçi can derdinde, kasap yağ derdinde.» «Metin abi bilem gördü, o kulağı halkalı Korsan Padi­ şahını. Kırmızı kaftan giymişti.»

137


«De git lan başımdan . . . :. «Kim, kim, kim söyledi, kim bütün bunları orada, kum­ salda kim yaktı, mor şarap?:. «Senin tuzun kuru o�lum, anan da çalışıyor, ninen de, ablan da . . . Baban da korsan. Senin ninen var ya; o senin ninen gençliğinde Korsan Padişahının sevgilisi. · olmuş. Bütün korsanlar var ya, o senin ninene bir şeyler yapmışlar var ya . . . Onlar da ninene hazinelerini vermişler.» «Yalan.» «Hiç de de�il. Sor, sor, git de sor, bütün kasaba biliyor. Siz zenginsiniz o�lum. Ben bir gün kabuk toplamasam ba­ bam da, anam da, çocuklar da, bizim evdeki herkesler de aç kalırlar yaa . . . Hastir oradan.» «Sen hastir. Metin abi kumsala, mağaranın kapısına üç

tane kamyonla geldi. Üç tane tabanca . . . Üç tane. Kim söy­ ledi hep bunları? Korsan Padişahının karısı. . . Temel Reis, Temel Reis . . . Şimdi inaJ?.dın mı?» «Git ulan oğlum başınidan, Temel Reisden de, senden de dedirtme şimdi. Hastir başımdan. Benim işim var, hastir .» «Sen hastir, bok herif. Nah, kaz 'kafalı, topla topla ka- . bukları.» Onlar oturunca Metin abi de oturdu. llerkes tabakası­ nı onun önüne attı. Korsan Padişahının tabakası altından­ dı, Metin abi onun tabakasını alıp açtı, içinden bir tutarn tütün aldı· sigara sardı, ateş uzattılar yaktı, dumanını afili, havaya savurdu. Korsan Padişahı elini göğsüne koydu : «Hoş geldin Reis,» dedi, boyun kırdı Metin abiye. Metin abi dik, başını salladı: «Hoş bulduk.» Metin abinin yüzü hiç gülmüyordu. Padişah gibi duru­ yordu. Oyı;aki Korsan Padişahı bilse ki Metin abi. . . Topal Dur­ muşun oğlu, hah hah haaah . . . Babası o İstanbullu tücca­ rın bahçıvanı . . . Ayda otuz lira kazanır ancak onun bahçe­ sini bekleyerek. Bahçeye giren her çocu�u da yakalar, ya­ kalayıp kulaklarını bir bir burar, bir burar acıdan insanın yüreği kopar. Allah sevdiği kulunu Topal Durmuşun eline

138


düşürmesin. Bunun böyle olduAunu ne bilsin Korsan Padi­

şahı. Kimbilir Korsan Padişahının da babası kim? Padişah­ ların babaları da padişah mı olurmuş!

Temel Reis de elini göğsüne götüİ.iip boyun kırdı Metin

abinin önünde. Temel Reis Metin abinin kimin oğlu oldulu­

nu bilir.

Dışarda yalmur yağıyordu. Mor şarap içiyordu Temel

Reis, Metin, bir de Korsan Piı.dişahı. Korsan Padişahı çok iri yarıydı, sakalı da uzundu, kapkaraydı. Gözleri kapkara . . . Ma­ vi, som mavi martılar . yağmurun altında uçuşuyorlardı.

Bir varmış bir yokmuş, Korsan ıPadişahının büyük bah­

çeleri varmış, hazineleri, çok gemileri varmış. Yelkenliymiş gemileri hep . . . Atları varmış, hep kır, çok çok, ovalar do­ lusu, yılkı yılkı . . . Otomobilleri, uçağı, belikopteri de var­ mış. Korsan Padişahının İstanbulda da apartımanları var­ mış. Gemilerinin yelkenleri mavi atlastanmış. Gemilerini İs­

tanbul Boğazından Karadenize, Akdenize kaçakçılığa yollar­

mış. İstanbuldaki sarayın bahçesi günlük güneşlikmiş, sara­

yın bahçesi öyle büyükmüş ki göllerinde mavi yelkenli gemi­

ler yüzermiş. Metin abi ona beş tane mavi, nar çiçeği karo­

serili kamyon armağan etmiş. Dünyadaki bütün padişahlar çok korkarlarmış Korsan Padişahından. Ammavelakin. . .

Martılar savruldular, binlerce, kanat kanada, gökyüzün­

de darmadağın oldular. Fırtına onları bir toptan denize in­

diriyor, iri, çok ışıltılı bir bulut gibi, bir gökyüzüne savuru­

yor, darmadağın ediyordu. Martılar sersemlemişler, gökyü­ zünde oraya buraya savrulmuşlar, mavi bir su gibi akıp

savrulup mağaraya gelip sığınıyorlardı. Deniz gümbürdüyor­

du. Dalgalar adaların tepelerinden aşıp bu yana dökülüyor­ lardı. Gemiler oradan oraya,

lardı.

oradan oraya demir tarıyor­

Ammavetakin bu Korsanlar Padişahının hiç çocuğu ol­

muyordu.

Yalımlar savruluyordu denizin üstüne mağaradan. Temel

Reisin ağzından ballar akıyordu. Denizin üstüne dört bir yandan ebemkuşakları sağılıyordu.

Korsanlar Padişahı derdine bir çare bulmak için bütün

139

·


denizlere, bütün şehirlere haber saldı. Türlü ilc.çlar, büyü­ ler haber verdiler. Temel Reise de geldi Korsan Padişahı, bü­ yük anaya da. Çocuğu olsun diye büyük ana kırk gün kırk gece dağların bütün çiçeklerini kazanında kaynattı. Kırk gün kırk gece kasaba çiçek yağı koktu. Kokular ağaçlara, taşla­ ra, toprağa, insanların bedenlerine, saçlarına, kurda kuşa, börtü böceğe, Metin abinin kamyonuna da sindi. Uzun süre de bu sinen kokular kasabadan çıkmadı. Uzun süreler kasa­ baya gelenler kokudan mestolup

esrikleştiler.

Bedenlerine

sinmiş kokularla !stanbulda da koktular. Korsan Padişahının gene çocuğu olmadı. Korsan Padi­ şahı neredeyse delirecekti. Karısı da çok güzeldi, uzak Seren­ dip ülkesinin peri korsanlannın padişahının kızıydı . Böyle

güzel bir kadını dünya dünya olalı kimse görmemişti. Bir macera kadındı. Filmlerde bile öyle güzel kadın yoktu. İş­ te bu kadın da çocuğu olmadığından dolayı kederinden ölü­

yordu . Neden ölmesin ki, o çocuk doğurmayınca bütün bu denizierin sigara kaçakçıları, o

kara giyitli adamlar, kov­

boylar, bütün denizierin korsanları, herkes, bütün dünya baş­ sız kalacaktı, Korsan Padişahı öldükten sonra. Sarayı da ıs­ sız kalacaktı. Padişah yollara düştü. Ağrıdağına, Erciyes, Süphan, To­ ros dağına gitti. tl'nü büyük Çukurovaya, Haran toprağına, Zenzibara, Serendip toprağına, Urfaya, Van gölüne vardı. An­ talyada dünya kurulduğundan beri yeraltından kaynayan ya­ lımları, ejderin dilini gördü. Ayasofyanın, Süleymaniyenin önüne diz çöktü. Haran ovasında, Urfada Halil İbrahim Pey­ gamberi gördü, Peygamber çift sürüyordu. Onun eli ayağı, soluğu nereye değerse orası bereketten taşıyordu. Onun görk­ lü nazarı göğe değse sıdkile candan, şorrr diye bir yağmur bo­ sanıyordu kurak tarlaların üstüne. Kuru çöl yemyeşil dona­ myordu o anda. « Senin işin zor,» dedi Halil İbrahim, tepeden tırnağa ma­ vi libaslar içindeydi. Sabanı, öküzleri de maviydi. Uzakta, çölde, devedikenleri, hurmalar, evler, yollar, insanlar bir sü­ nen, akan mavi içinde çöl boyunca bir demirci ocağında, bir erimiş demirde, kıvılcımlarda, çelik mavisinde keskin çağıldı140


yordular. Bir çelik mavi çöle, geceye, denize, daltlara, ocak­ lara şakırdayarak aktı. «Senin işin zor.» Ayaklarına kapandı onun Padişah. cDerdime derman olursa senden olur.» Kızılbaşo�lu sazının teline dokundu. Halil İbrahim peygamber: «Uyumalıyım,» dedi, öküzlerini sahandan çozup salıver­ di, başının altına bir kesek koyup, «sen burada bekle,» dedi Padişaha, uyudu. Ulu bir yel çıktı çölden, toprağı sallayan. Gece düştü toprağa, gece sessizlikte, yıldızlar iri iri, milyon­ larca şakırdayarak, tekmil çölü, toprağı, göğü geceyi tepe­ den tırnağa yaldızlayarak aktılar. Gün ışırken altmış iki çocuklu,· dört yüz yetmiş iki to­ runlu Halil İbrahim uyandı. Uyanır uyanmaz, elini uzattı topraktan bir başak kopardı. Oysaki daha ekinler göcektey­ di, başak verrneğe daha aylar vardı. Halil İbrahim elindeki başa�ı şöyle bir çölün üstünde salladı, bütün çöl altın başak­ lı ekin oldu, göz alabildi�ine. cPadişah, Padişah,» diye sevindi mavi libaslı Halil İb­ rahim. «Padişah, işin zor ya, çocuğun olacak. Bak . . » .

Padişah çöle baktı, dağlara, ovalara baktı. Altın başak­ lar mavilediler. Binlerce kırmlzı yalım gibi ceren akıp gel­ mişti aşağıdan, çölden, cerenler maviledi, yılkı yılkı atlar otluyorlardı mavilemiş koyakta, atlar mavilediler. «Padişah, gideceksin görkemli Ereiyesin dibine, orada bir ulu bahçe açılacak gözlerinin önüne. mu bahçede şeftali, kiraz, gül, erik, badem, elma ağaçları, dünyada ne kadar ağaç varsa o kadar a�aç. Ya Padişah, bütün bu ağaçlar yıl on iki ay durmadan çiçek açarlar. Sabah gün açılırken, ilk güD ışığıyla birlikte çiçeklerini açar, akşam gün kavuşurken �i­ çeklerini dökerler. Bahçenin ortasında da ulu bir elma ağa­ cı vardır. Bir da� gibi durur o bahçenin ortasında. Uzaktan çiçek yüklü bir tepe gibi gözükür, mor denizde bir ada gibi. Dibinde ak köpüklü, içi balıklı deniz çalkanır. İşte bu ağaç günde yedi kere çiçek açar, yedi kere çiçek döker. Bir sarı, bir mavi, bir yeşil, bir kırmızı, turuncu açar. Eberokuşağı gi141


bi yedi rengi birden açtı�ı da olur. İşte Padişah, bu Erciyes da�ının dibindeki bahçedeki ulu a�aç, yılda bir kere, ta tepe­ sinde, en yüksek dalının tam doru�undan bir meyve verir, bir yıl sen ve karın gözünüzü kırpmadan bu a�acı bekleye­ cek, a�aç meyve verir vermez, çünkü a�aç meyvesini verir vermez göz açıp kapayıncaya kadar döker, a�aca çıkıp ko­ paracaksın. E�er ki a�aç sen ulaşmadan meyvesini topra�a atarsa, topra�a de�miş meyveden bir hayır gelmez, işe ya­ ramaz, o zaman o meyveye hiç elini sürme, gelecek yılı bek­ le. Meyveyi koparınca aşa�ı ineceksin, bıça�ını, yani belin­ deki gümüş hançerini çıkarıp meyveyi tam ikiye biçecek, yarısını karına verecek, yarısını da sen yiyeceksin. Yedik­ ten sonra kann da, sen de çınlçıplak soyunacak o �acın al­ · tında biribirinize sanlacaksınız. İşte siz o işi görürken, kork­ mayın kimse görür diye. A�aç siz işinizi bitirinceye kadar çiçeklenip çiçeklenip üstünüze dökecek, çiçeklenip çiçeklenip üstünüze dökecek, siz çiçeklerin altında kalıp gözükmez ola­ caksınız. İşte böyle Padişah, yolun açık olsun. Dokuz ay on gün sonra nur topu gibi bir . o�lun olacak. O�lun mutlu ya­ şayacak, mutlu ölecek. O�lunun altmış iki çocu�, dört yüz yetmiş iki torunu olacak. Elini topra�a koyar koymaz da bü­ tün toprak yeşerip, onun gönlünden geçirdi�i ürünl� bir an­ da dünya dolacak. Var sa�lıcakla git Padişah.» Padişahtır çok sE-vindi, topra�a kapanıp Halil İbrahim peygamberin bastı�ı yeri üç kere öptü, başını kaldırınca bir ak duman gördü. Aya�a kalktı. Yürüdü. Uzakta ötede Ha­ lil İbrahim öküzlerini koşmuş onlara ba�ınyor, nodullaya­ rak çift sürüyordu . Metin dedi ki: «Sen sağol Padişahımız,» dedi. «Sen de sağol Metin.» «Hiç korkma Padişahımız, ErCiyes da�nın dibinde, Sul­ tan sazlığının oralarda, Görerne dedi!tleri perller memleke­ tinde öyle bir bahçe vardır ve hem de bizim o bahçeyi gör­ müşlü�müz vardır. O bahçe tepeden tımata maviye kesmiş, şıkır şıkır mavilerin çelik parıltısında aktığı bir yeniir. Sen

142


sa�olasın Padişahımız, biz ölür de gene o a�acı, meyvesini, hiç uyumadan bekleriz.» cUyumadan nasıl bekleriz?» «Bekleriz,• dedi Metin. Uzun sözün kısası, aradılar taradılar o bahçeyi buldu­ lar. O ulu a�acın dibine bir sırçadan saray kurdular, a�a­ . cı beklerneye başladılar. Martılar, ku�ular uçuyor gö}(te, avcılar durmadan rıhtım­ da tüfek patlatıyorlar. Dün geeeki fırtınada düşmanları «Bi­ zim Taka• Restaurantın zincirini boşandırıp Bizim Takayı denize yollayıvermişler. Dalgalar Bizim Takayı kayalara vu­ ra vura parçalamış. Gün açılınca bakmışlar ki takanın ma­ salan, sandalyalan denizin üstünde yüzüyor. Buzdolabı da ta derinde. Aydınlık suyun dibinde gözüküyor. Yazık değil mı iki yüz elli bin lira zarar etti fıkara. Kimbilir kaç yıl bulaşık yıkayarak biriktirdiği paratarla almıştı bu tekneyi fıkara. Satın almış da, buraya çekmiş turistlere lokanta yap­ mıştı. Olur mu? Milyoner Selimoğlunun kaçakçılık yaptığı yatı beş yıldır bu rıhtımda durur da, kimse bakmaz. Ödleri kopar kaçakçı başı SE;!limoğlundan. Kasabanın sokaklarına çiçek yağıyordu. Sokaklar, cad­ deler, alanlar diz boyu çiçek içinde kalmışlardı. Kokular, çi­ çekler dükkanlara, ağaçlara, insanlara, otomobillere, iekne­ lere, çocuklara, kuşlara sinmişti. Bu kasahaya gelip de etine çiçe� kokusu sinen turistler İstanbulda, Alamanyada, İsveçte ·günlerce kasaba, çiçek, deniz, bir de arı kokusuyla kokuyor­ lardı. Diz boyu çiçek. Da�lar ovalar a�zına kadar çiçek aç­ mı�. «Padişahım,• dedi Temel Reis, «bir gece ben, bir gece sen, bir gece Metin, bir gece Halil İbrahim . . . » «Halil İbrahim gelmeyecek,» dedi Korsanlar Padişahı. «Olmaz,• diye kıyanieti kopardı Temel Reis. «Hem bize böyle bela bir aklı versin, hem de kendi gelip bizimle bek­ lemesin, olur mu?• «Olur,• dedi Korsan Padişahı. «0 peygamberdir, gelip benimle ağaç bekleyemez.» Yola düştüler, Ereiyesin dibine geldiler. Alımlı, sivri, 143


ovanın ortasından dimdik, biçimli yükselmiş tepeden tırna­ �a apak bir telli pullu da�dı Erciyes. Ulu bahçeyi hemen buldular. Uçsuz bucaksız, sonsuz bir çiçeklikti bahçe. Güzelli�inderi, görkeminden başları döndü. Büyülü bir kapıdan girdiler. Işıklar, çiçekler, kokular, kuş­ lar içinde kalıp kendilerinden geçtiler. . Korsan Padişahı kendisine .gelince: «Ben yalnız denizleri çiçek açar sanırdım, me�er top­ rak da denizler kadar çiçek açarmış,» dedi, şaşkırilı�ını bil­ dirdi. Üç gün üç gece çiçek dolu a�açlar içinden, kırk su, kırk göl, üç yüz altmış pınar geçerek bahçenin ortasına gelip o ulu a�acı buldular. A�aç öyle büyüktü ki ta Ereiyesin do­ ruğuna doğru yükseliyordu, ikinci bir dağ gibi. A�aç önle­ rinde soyunup giyiniyordu. Ulu ağaç o gün başdöndürücü kokan turuncu çiçekler açmıştı. Padişah mor ota�ını a�acın altına kurdu. O gece üstüne turuncu çiçekler ya�dı. Sabah erken kalktı ki ne görsün, turuncu çiçeklerin yerini başka biçimde, bambaşka yapraklı pespembe çiçekler almış. Kor­ san Padişahı şaşkınlı�ını gizleyemedi, Metini sesledi: «Bak, bak Metin,» dedi, «dünkü turuncu çiçekler dökülmüşler de yerlerine pembe çiçekler gelmiş.» Metin çadırdan dışarıya çıktı. Metine, Temel Reise, öte­ kilere, her birisine ayn ayn çadırlar kurdurmuştu Korsan Padişahı. Baktı baktı: «Bu a�aç büyülü,» dedi Metin. «Büyülü,» dedi Padişah. <<Büyülü,» dedi Temel Reis. «Büyülü, büyülü,» diye kendini tutarnayıp baıırdı Sa­ lih. Sonra da ba�ırdığından dolayı çok utandı. O anda gözlerinin önünde, bir anda pembe çiçeklerini döküp sırma çiçekler açtı a�aç, ışıktan. Sonra san, yeşil, mor, mavi, kara, ak, leylak rengi, türlü, bin renkte, binbir renk cümbüşünde, biçim biçim, uzun, kısa, geniş, koskocaman, . kü­ çücük çiçek açtı ağaç. Bir ulu çiçek yeli olaraktan akıp geli­ yor, a�aca konuyor çiçekler, bir ulu çiçek yeli olaraktan Er­ ciyesin doru�una do�ru a�ıp gidiyordu çiçekler. 144


Padişah: cHaydi bekleyelim,» dedi. «Ben bu görkemli alaca inandım. Derdime derman olursa ancak bu ağaçtan olur.» cÖyle,» dedi Metin. «Öyle öyle,» dedi Temel Reis. öteki korsanlar hep baş salladılar. Gözlerini bu görkem1i büyüden hiç alamıyorlardı.

··

Bir gece nöbet Metindeydi, bir baktı ki bir çiçek yeli Ereiyesin doruğu ardından kopmuş geliyor, bir geniş ışık çizgisi karanlığı delmiş, alaca doğru akıyor. Işık yeli bir su gibi akarak, ortalığı ağartarak geldi, gözleri kamaştıran, kör edecek kadar parlak, üç kere üstlerinde dolandıktan sonra ağaca kondu. Gecenin ortasında, kılıç kesmez karanlıkta or­ talık ta Ereiyesin başına kadar ağardı, gündüzden de belki bin misli bir aydınlık çöktü bahçeye, Metin orada dondu kal­ dı. Bir ışık seli Ereiyesin arkasından durmadan geliyor, ulu ağacın üstüne sağılıyor, pul pul, insan gözünün göremeyeceği parlaklıkta yaprak oluyordu. Gün açarken bu ışıktan yap­ raklar maviye kesti. Tekmil bahçe, apak Erciyes dağı, uçsuz bucaksız sonsuz ova da maviye, som, ışıktan maviye kesti. Metin telaşla, kendini yırtarak batırdı: «Padişah, hey Padişah, ağacın doruğunda bir meyve gö­ rüyorum, tam doruğun ucunda » . . .

Uykulu Padişah gözlerini oğuşturarak dışarıya çıktı, çık­ masıyla ağacın doruğuna bakıp gözlerini anında kapatma­ sı bir oldu. Biraz daha baksaydı gözleri kör olacaktı. Yere kapandı, bir sÜre öyle kaldı. Ayağa kalkarken: uÇıkmalıyım, çıkıp o meyveyi oradan almahyım,• dedi. Ağaca çıkarken onun gölzerine bir kara mendil bağladılar. Kara mendilin arkasından bile meyvenin ışığı onun gözlerini yakıp kavuruyordu. Padişah bütün gücüyle ağaca tırmanıyor, bir an önce, meyve olgunlaşıp yere düşmeden ona ulaşıp koparmak için, canını dişine takmış uçuyordu. Kan tere hatıp çıkmış, elleri ::ı.yaklan, tüm bedeni yara içinde kalmıştı. Soluk soluğaydı A<iSS/10

145


ya, bu meyveden Sonra dolacak çocuk, tekmil denizierin ve karaların. . . Birden aşaıtıdan çıltlıklar duyunca, neredeyse doruıta vanyordu, aşaltı baktı ki meyve bir kuyrUklu yıldız gibi salılarak yere düşmüş, yerde yöresine kıvılcımlar, ıŞıklar boşaltarak hızla dönüyor, atacın altı, gövdesi mavi ışıktan ol­

muş.

Padişah: cEyvah,» dedi� hemen kendisini alacın dorulundan aşa-­ lı bıraktı, indi meyveyi aldı, belinden gümüş hançerini çe­ kip ayırdı: eGe! Hatun,» diye batırdı. «Gel, gel de şu meyvenin ya­ nsını ye.» l Hatun . hemen geldi, . meyvenin bir parçasını eline alıp yedi. Padişah da yedi. Hemen orada, som mavi ışıla kesti­ ler, gözler kamaştıran. Alaç turuncu çiçekleyinceye kadar öyle ışıktan mavilerini dünyaya boşalttılar. Alaç turuncu çi­ çeklerini yüklenince onlar da eskisi gibi insan oldular. Metin: · cEyvah Padişahım,» dedi. «Halil İbrahim ne söyledi sa­ na, orada Haran ovasında?» Temel Rets: . «Eyvah ki eyvah Padişahım, yere düşmüş meyveyi alıp yemeyecek, gelecek yılı bekleyecektin,» dedi. Padişah: cEyvah ki eyvah.» Metin:

: «Bir utursuzluk olacak ki, bir utursuzluk gelecek ki ba­ . şma.» , Temel Reisı cÇocuk için. bunca yıl bekledin, bir yıl daha beklesey­ din ne olurdu?» «Eyvah ki eyvah,» dedi Padişah. Orada, atacın altında çırılçıplak oldular, Korsan Padi­ � da,. kansı da. .. Ulu alaç onların üstüne çiçeklerini dök­ tü. Çiçeklerin altında üç gÜn üç gece seviştiler. Onlar se146

·

·


viştiler, a�aç onların üstüw- türlü kokulu, renkli çiçekler gönderdi, ta ki yorulup ber��tli topra�a serilineeye kadar. Oradan, o görkemli a�açtan, bahçeden, telli pullu Erciyes da�ından ayrılıp deniz kıyısındaki korsanlar sarayına gel­ diler. Padişahın sarayı, o da�lann ucundaki deniz fenerleri­ nin altında, ma�aralann öbür yanında, kumsalın üst başın­ daki büyük koyda, bütün bir koya�ı kaplayan deniz bahçe­ sinin ortasındaydı. Bahçede çok nar a�acı vardı. Yaz ayla­ rında tekmil koyak nar çiçeklerinden al al dalgalanıyordu. Korsan Padişahıyla karısı bir yatağa girdiler, deniz bah­ çesinin içinde, nar a�açlannın altında da durmadan seviştiler. Padişahın karısı gebe kaldı, Padişah buna çok sevindi. Bu Padişah için inanılmaz bir maceraydı. Çocu�u olacaktı ha, Korsanlar Padişahı buna bir türlü inanamıyordu. Hem de na­ sıl bir çocuk! Halil İbrahim peygamber ne demişti, «b\ı ço­ cuk do�ar do�maz dünya bereketle dolacak,• demişti. «Do�u­ ran tekmil yaratıklar ikiz doAuracak, bu çocuk dünyaya .gel­ dikten sonra, başaklar üç misli büyüyecek, çiçekler, meyve­ ler, çiçek, meyve azmanı olacaklar. Şu dünyada, denizlerde yok yoksul kalmayacak. Arılar, kuşlar, balıklar, börtü bö­ cek durmadan ço�alacak. Petekler balı, inerneler südü kal­ dıraıriayacak, aç çıplak kalmayacak. Bu çocu�un yüzü suyu hürmetine dünya bolluktan dolup taşacak. Kimse kimseyi, kimse hiç bir yaratı�ı aşa�ılayamayaca� İnsanoğlu, tekmil yaratıklar iulmü unutacaklar. Bir şikayet olursa o da ölüm­ den olacak,» demişti. Günü geldi Padişahın Hatunu sancılandı. Gül Ebeyi ça­ ğırdılar. Korsanlar dünyasında en büyük ebe oydu. En yiğit korsanları da o do�urtmuŞt�. Gül Ebe koşarak geldi, se­ vincinden etekleri zil çalıyordu. Neden çalmasın, iİk olarak bir şehzade do�urtacaktı. Ebe biliyordu, o büyülü meyveyi yiyince Padişahın o�lu olacaktı. Bu do�anın yasasıydı. Gül Ebe işe başladı, birden sapsan · kesildi. Gözlerine ina­ namıyordu, olacak iş de�ildi. Gül Ebenin elleri ayakları sa­ pır sapır titriyordu. Kaçsa kaçamıyor, gitse gidemiyordu, ora­ da kendinden geçmiş, gözleri korkudan faltaşı gibi açılmış donmuş kalmıştı. Çocuk başı yerine bir kara yılan başı çık147


mıştı. Gözleri yıldır yıldır, dili kırmızı bir kara yılan başı uzanmıştı. Kara yılanın başı güler gibiydi anasının hacak­ ları arasında. Birden bir hamle eyledi, yay gibi sündü, fı­ kara Gül Ebeyi soktu, hemen geri yerine, anasının karnma çekildi. GÜl Ebe bir anda kaskatı kesilip öldü. Padişah sonucu odanın kapısında bekliyordu. Bir bekle­ di, iki bekledi Padişah, baktı ki ses seda yok içeriden, kapıyı açtı ki, Gül Ebe orada uzanmış yatıyor. Hatun: «Bir yılan, bir yılan, kara yılan do�uruyorum Padişa­ hım,» dedi. «Yılan Gül Ebeyi soktu da öldürdü. İşte orada yatıyor. Korkuyorum beni de seni de sokup öldürecek.» Yılan gene başını çıkardı: «Korkmayın, korkmayın,• dedi. «Bir insan yılan da, ej­ derha da olsa anasını, babasını, yakınlarını sokup öldürmez. Siz beni dünyaya çıkaracak bir ebe bulun.» Padişahtır bu sözlere sevindi, sonra da: «Eyvah,ıo dedi, «eyvah ki eyvah! Keşki bir yıl daha bek­ leseydik de yere düşmüş meyveyi yemeseydik. O�ul yerine bir kara yılan . · " .

Gl>relir.ı mevla neyler, neylerse güzel eyler. Hatunun bir kara yılan do�urmakta oldu�u bütün de­ nizler, karalar ülkesine yayıldı. Bu yılanın başını uzatıp ebe­ yi öldürdü�ü de birlikte yayıldı. Namlı bir ebe daha buldular, yılan onu da aynı minval üzre sokup öldürdü. Bir ebe aaha buldular, yılan çocuk onu da öldürdü. Büyük ana çok namlıydı korsanlar içinde. Pa­ dişaha dediler ki, böyle böyle Padişahım, bir kocakarı var ki şu kasahada s<:>nin şehzadeni doğurtsa do�urtsa o do­ ğurtur. «Temel Reis,» dedi Padişah, «başımıza bir iş geldi, ye­ re düşmüş meyveyi yedik, şimdi Hatun yılan do�uruyor, ben razıyım, olsun da, doğsun da yılan olsun, o merhemleri şi­ falı büyük ana, kocakarı do�urtursa o do�urturmuş ancak bizim Hatunu. Bir çaresini o bilirmiş.» «O bilir,» dedi, «yılanı da, fili de, kaplanı da, asianı da. ejderhayı da do�urtmasını, o bilir,» dedi Temel Reis. «Amma148


velakin, o çok kurnazdır, şinıdiye kadar çoktan duymUŞtUr kara yılanın ebeleri sokup öldürdüğünü. Duymuş kaçmıştır bir yerlere.» eYa ne yapalım, nasıl ele geçirelim bunu, bu kocakarı büyük anayı?» cMetinin kapı bir komşusudur,» dedi Temel Reis, cakan.»

«O

ko­

Padişahtır el çırptı, Metin geldi: «Derhal, hemen şimdi senden isterim bu kocakarıyı Me­ tin,» dedi. cO kocakarıyı getir, sana beş tane, on tane kam­ yon daha vereyim. Seni korsaniara Bakan yapayım istersen. Yeter ki yılan şehzadem doğsun. Doğsun da varsın yılan ol­ sun. Bunda da bir hayır, bir hikmeti buda var. » cVar,» dedi Metin. «Yılan olsun isterşe, ülkemiz padi­ şahsız kalmasın da. . . Belki yılandan padişah, insandan pa­ dişahtan daha iyidir.» Dalgın Padişah: «Daha iyidir, daha iyidir,» dedi. cHaydi sen var da şu komşun büyük anayı al da getir .» Metin yola düştü, göz açıp �apayıncaya kadar kasahaya eve geldi: «Büyük ana, büyük ana,• diye seslendi daha kapıdan. «Büyük ana yok,» dediler. «Ne oldu büyük anaya?» Metin çok üzüldü. Kederinden ölüyordu az daha. «Onu bana mutlak, derakap bulun.» «Gitti,» dediler. «Onu bana bulmazsanız kellemi uçuracaklar benim.» eKim?» cO denizin arkasındaki, ucundaki Korsanlar Padişahı. Aman onu bana bulun.» «Bulunmaz,• dediler. cVah vahl» «Ben öldüm,• dedi Metin. «Bari yerini sjyleyin de gi­ dip de onu alıp getireyim. Yoksa kellem gitti gider. Otuz üç de kamyon verecekti bana Padişah, tekmili de mavi, Ala­ 1 man marka, gıcır gıcır çalışan. Bu kocakarı da nereye ce­ h.mnem oldu tam. işe yarayacağı bir sırah «Onun bir oynaşı, bir aşna fişnesi vardı denizlerde, yaş-

149


korsanlar başı. Padişahın büyük anayı aradılıru duyunca bir gece geldi, onu sırtına vurdu aldı götürdü,» dediler. cVah vah, vah vaaah, yandım,» dedi Metin. cVah vaaah, ' Metin,» dediler ötekiler. Padişahtır bunu duydu, öfkeden çılgına döndü: cO kocakanyı diri ya da sat isterim,» dedi. Denizlere, dallara çok korsanlar, sefineler saldı. Büyük ariayı örnek alan bütün kocakanlar dallara, de­ nizlere, kuyulara, mataralara, lstanbula kaçıp sıtındüar. Pa­ dişahın adamlan yakalayabildiklerini tutup getiriyor, . yılan da bir sokuşta onları öldürüyordu. Ortalıkta hiç kocakan kalmayınca Padişah tellallar ça­ tırttı bütün deniz, bütün toprak ülkelerinde, dallarda, ova­ larda, şehirlerde,. lstanbulda: eKim ki yüan şehzademi do­ Auitursa candan can, maldan mal, altından altın, elmastan elmas, inciden inci belensin. . . » Çok · kocakan, çok insan tamah etti buna, yılan şehzade de hepsini · öldürdü. Bir sabah bir "kadın Padişahın sarayına geldi: «Ben biliyorum Şehzadeyi dolurtacak kişiyi,• dedi. «Kimdir oh diye COfkuyla sordu Padişah. «Benim üvey kızım Gill Fatma,• dedi kadın. cOnun ne hüneri varh diye sordu Padişah. cBen onun hünerini .bilmem ama, o bir · cadıdır, dolur­ tur,» dedi üvey ana. eKaplan da, ejderha da olsa dolurtur.» Uvey ananın derm Gül Fatmayı yüana sokturup öldürt- · mekti cK1zım senin yılanı dolurtursa, sen ne verirsin bana Pa­ dişahh eDile benden ne dilersen,» dedi Padişah. . Uvey ana etekleri tutuşmuş koşarak kasabaya eve gel­ eti. Gül Fatmayı hamama sokup bir iyice yıkadı anttı. Ona güzel giyitler giydirdi, süsledi. Gill Fatma bu ·güZel gıyitıeri giyince bir kat daha güzelleşti. Gül Fatma ömrinde bu · ka­ dar güzel giyiti biç giymemişti, levincinden uçuyordu... 'O'vey ana onu .yola . çıkardı:

lı,

. 150


cHaydi yolun açık olsun, şu Padişahın yılarum doturt da bari fıkaralıktaıi kurtulalım.» Küçücük, belki beş, çok çok altı yaşmda bir kız çocultı olan Gül Fatma, ne bilsin nereye gittitini, onu neyin bek­ leditini. cOlur ana,» dedi Gül Fatma. «Gider de Padişahm ,yılan ojlunu do�urturum, sana da çok para alır getiririm Padi­ şahtan, bir sandık,» diye sevindi. Yola düştü, sevinçle türkü söyleyerek deniz kıyısınca, kendisini bekleyen Padişah teknesine gidiyordu ki kayalık­ larm arkasından bir ses geldi: cGül Fatma, Gül Fatma!ıt Gül Fatma durdu, kulak verdi sese. eSen nereye gittilini biliyor musun?» «Biliyorum, biliyorum,» dedi Gül Fatma. cPadişahın yılan dofuracak, yılan; yılan doturacak karısını doturtmaya gidiyorsun:• «Biliyorum,• dedi Gül Fatma gillerek, cbillyorum. » «Yılan seni sokacak ötekiler, gibi, seni de öldürecek, Gül Fatma, Gül Fatma.» eYa ben ne yapayuh, ya ben ne yapayım,» dedi Gül Fat­ ma. cGitmesem de üvey anam beni öldürür, üvey anam Ke­ miklerimi kırar.» Birden önüne ak sakelı uzun, elinde kavalı bir çoban çıktı. cDur Gül Fatma, dur,» dedi �k sakallı, uzun boylu ço­ ban. ·

. . .

cBen ne yapayım, ben ne yapayım?• dedi Gül Fatma. cDur,• dedi çoban, bir kayanın üstüne oturdu, kavalını çalmala başladı. Öyle çalıyordu ki, taş toprak, · aJaçlar, ka­ yalar titriyorlardı. ÇobBl!ı kaval çalmayı bitirince: cBen bir çobamm Gül Flltma kızım,» dedi. cO yılan da sokmak için sabırsızlıkla seni bekliyor. Ben kendimi bildim hi­ leli, bir tek kırmızı kec;im var onu güderiııi. Ben. delil, ka­ v� sesi güder o keçiyi. Şimdi ben kavah çaldım keçi da­ tın dorufuna, kayalarm en ucuna çıktı. Sen �di var git o dala, çık dafın dorutuna, keçi sana yakalamrsa, al·fU.camcalı keçinİn südünü sal, yok yakalanmazsa, işte o zaman � .

151


kurtuluşun yok, dön gel, git padişahın evine, o yılan da se­

ni soksun.»

«Olur,» diye sevindi Gül Fatma. «Gider senin keçini ya­ kalar südünü salarım .» Güle oynaya yola düştü. eSen gidinceye kadar da ben bir büyük kafes yaparım sa­ na, senin do�acak yılan şehzadene.» «Olur;» dedi Çül Fatma. O kayalıklı da� masmaviydi. Çok da yüceydi, sarptı. Gül Fatma geldi dibinde durdu. Dağ güm güm ötüyor, derinden u�ulduyordu. Kız, dağın doruğuna baktı, oralarda keçi me­ çi göremedi. Yücede üç tane kırmızı karta! kanatlannı bay­ rak gibi açmışlar dönüyorlardı. Gül Fatma gözlerini dikmiş, kırpmadan hep dorula ba­ kıyordu. Dorukta da bir kırmızı yalım çakıp sönüyor, sönüp çakıyordu. Bekliyordu, keçi gelecek miydi? O bekleyedur­ sun, bir kaval sesiyle dal, kayalar, otlar, çiçekler, altından ışıklandırılmışcasına da�ın mavisi ürperdi. Kız da ürperdi. Gül Fatma bir baktı, dorukta kırmızı keçi. «Gel keçi gel,» dedi Gül Fatma. «Ben seni salaca�ım. Sen gelmezsen beni yılan sokup öldürecek. Çoban baba öy­ le söyledi.» Keçi kıpırdamadan dorukta, kayanın en sivrisinde du­ ruyor, ona hiç karşılık vermiyordu. Gül Fatma da durmadan ona koşuyordu. Keçi kayadan bir _parçaydı anki, hiç hiç du­ ruşunu bozmuyordu. Derken uzaktan, ötelerden bir kaval sesi daha geldi, ka­ val sesiyle de birlikte bir büyük, ışıklı, gö�ün yarısıriı kap­ Iayarak bir mavi bulut geldi dağın tepesine oturdu. Keçi bu­ lutun içinde kalıp gözükmez oldu. Dağ, bulut, her şey, a�aç­ lar mavi mavi balkıdı. Gül Fatma bir baktı, kırmızı, yıldır yıldır tüylü keçi gelmi� yanında durmuş. Keçinin boynuna sarıldı, gözlerin­ den öpüp onu sa�aya başladı. Saldı, çamca�ını a�zına ka­ dar doldurdu, çobana dolru yola düştü. Keçi de bir atıayış­ ta mavi mavi halkıyan da�ın doru�una vardı. Yapayalnız keçicik.


Çoban onu elinde uzun, şıkırdım gibi çiçek açmış bir nar dalıyla karşıladı. Yerde de gene nar çubuklarından örülmtlş bir kafes duruyordu. Çoban onu böyle elinde çamca�ı a�zına kadar sütle dolu görünce çok sevindi:

«Yılanlar,» dedi, «şehzade de olsahlr benim kırmızı ke­

çinin südüne dayanamazlar, cehennemin dibinde de olsalar çıkar gelirler.»

Birden yaşlı çobanın sakallan, saçları, gözl�ri, yüzü, tek­ mil bedeni masmavi oldu, bir mavi ışıltıya hattı çıktı çoban.

cŞimdi beni dinle kızım, sen bu nar çubu�unu eline ala­

caksın. Zinhar, nar çubu�unu hiç bir vakit için elinden bı­ rakma. Bu kafesi de götürüp kadını do�urtaca�ın odanın or­ tasına koyacaksın. Bak şurası kapısı, kapıyı açık bırakacak­ sın. Ananın bacaklarını iyice açacak, süt çamca�ını ileriye karşıya koyacak, çık şehzadem çık, bak sana ne getirdim, diyeceksin, üç kere. Yılan çıkacak, süte saidıracak içecek, karnı doyacak, gerinecek, oooh dünya ne güzelmiş, diyecek, o bunu söyleyince, sen elindeki çiçekli nar dalını üç kere ye­ re vuracaksın, gir, gir oraya diye sert söyleyeceksin. Yılandır akıp gidecek, kafese girecek. Sonra sen varacaksın kafesin ka­ pısını kapatacaksın. Yılan kafese girince işi anlayacak, çır­ pmacak, kıyameti koparacak, beni buradan çıkar, diye sana

yasyas yalvaracak, aman ha onun yalvarmalarına kamp da kafesin a�zını açma, çıkar çıkmaz seni sokuverip öldürür. Aniadın mı?» «Anladım,» dedi Gül Fatma, kafesi sırtma vurdu, nar da­ lım, süt çamca�mı eline aldı yürüdü. Yanaklannda güller aça� rak saraya geldi. Padişah onun yolunu gözleyi gözleyi gözleri dört olmuş bekliyordu, kızı görünce Padişah çok üzüldü. Ne kadar da güzel bir kızca�ızdı. Yılan onu öldürsün istemedi: «Ben vazgeçtim, kızım,» dedi, esen benim yılari o�lumu, ka­ ra yılanı dünyaya getirme. Senden bunu istemiyorum. Ne ka­ dar da güzelsin, sana yazı�m geldi,» dedi.

cOlm&Z,» diye dikeldi kız. cO yılan de�, o şehzade, o

benim elime dolacak Padişahım.»

Padişah ne etti, ne söylediyse de onunla başa çıkamadı:

153


cVar ne halin varsa gör o yılanla öyleyse,• dedi, Hatunun ka­ . pısını açtı onu içeriye saldı. cAl,» dedi, «sana ldlçüciik par.. mak kadar bir ebe.» Kız çobanın her bir dedi�ini yaptı, getirdiklerini yerli yerince odaya koydu, Hatunun bacaklarını açtı, gerdi, elin­ deki dalı da üç kere yere vurup: · cÇık şehzadem, çık şehzadem, çık şehzadem,• dedi, yılan aktı geldi dotru süte koştu, içti içti. Çiçekli dalı kız üç kere daha yere vurdu. �ılan kuzu gibi kafese girip halkalandı. Kocaman, ışıl ışıl kara yılan. Kız kafesin kapısını kapatınca birden vaveyla koptu, yılan kafesin içinde kendini kaldırdı kaldırdı yere · vurdu, yürek paralayıcı yalv.ardı. Kız çok· öfkelendi buna: cSus, sus, SUS,» diye dalını üç kere yere vurdu.. cSus Şehzadem.» Yılan BWitu. Derecesiz sevinen Padişah: eDile benden ne dilersen.• dedi. · Kız boynunu büktü. Ta uzakta, denizierin · ardıiıda, dün-· yanm ucunda bir çok mavi; küçücük el kadar, bir. mavi balkı­ dı söndü.

lM


Babasından istese, ölür bir zımık, bir kuruş vermezdi ona. Anasından, ablalarindan istese·, onlarda da hiç para yok­ tu. Tüm kazançlarını babası onların ellerinden alıyor, hup di­ ye yutuyordu. Nerden, nerden para bulsundu şimdi Salih? Eli aya� boşandı, titreıneğe baş�adı, o hızla dükkanın içine girdi. Dükkanda çember kara sakallı, hereli bir adam duru­ yordu. Salih bunu tanıyordu. Tefeci Hacı Nusretti bu. Beş kere Hacca gitmiş, kızını bile bir Araba vermişti. Arap hiç çalışmıyor, onun parasıyla gece gündüz içiyordu. Hacı Nus­ ret suratsız, asık yüzlü, sapsan, mat yanaklı, anlamsız, . cam gözlü, güldülü hiç görülmemiş, dünyada ne görmüş, ne gö­ rüyorsa düşmanc• bakan, konuştuğu da hiç görülmemiş bir kişiydi. Gözlerinin altı çürümüştü. Salih içer4e Hacı Nusreti görünce bir iyice allak bullak oldu. Bu dükkanın Hacı Nus­ retin dükkanı olduğunu biliyordu ya, kamyQ,QUn coşkusun� dan dolayı Hacı Nusreti unutmuş gitmişti. Şimdi onu karşı­ sında görünce allak bullak oldu, ne yapacağını şaşırdı, kaçmak istedi kaçamadı, konuşmak istedi konuşamıyordu. Hacı da dükkanın ortasına diki�miş, keskin, kinli, cam gözlerini ona dikmişti. Salih Hacıya bakamıyor, Hacının iri gövdesi, kar­ şısında bü elükçe büyüyor, heybetlendikçe heybetleniyor­ du. Salibin �Izı kurumuş, ortada kalmış saUanıyordu. Hacı Nuretin tok tecvitli sesini duyar duymaz kendine geldi. Ha­ cının sesi tepesinde davul gibi güm güm öttü: ·

Yn

cSöyle çocuk, iie istiyorsun?ıt Salih başını . kaldırdı, yalnız iki- çatılmış kaş görebildi.

.

155


Kekeledi, alzından bir türlü sözcükler. çıkmıyordu. Tek is­ tedili buradan çıkmak, kaçıp gitmekti. Ama kamyonun de­ lerini de sormazsa ölürdü. Bir daha da soramaz, para bul­ sa da satın alamazdı. Canını dişine takıp ilk sözcülü aizın­ dan çıkardı: cŞu,• dedi. . . Yutkundu. Bojazı gıcıklanıyordu. Ajzından bir «ŞU» sözcütü daha çıktı. Bu, Salibi sevindirdi. Demek ko­ nuşabiliyordu. c Şu,• . dedi yeniden. Artık alzından sözcükler su gibi dökülüyordu. cŞu kamyon· var ya, mavi. Şu camın içinde . . . Kaç kuruş?• Ter içinde kalmıştı bir anda. Alnı, yüzü, elleri domur do­ murdu terden. lpıslak olmuştu her bir yanı. Gözleri yanıyor, Hacıyi, ortalıjı bulanık görüyordu. Bir ara Hacının süt gibi ak dişi kara abanoz sakanannın arasından bir gözüktü, söndü. cÇok pahalı çocuk, sana göre delil·• Salibin özlerinin önünde şimdi pırıl pırıl bir ak diş di­ zisi vardL Hacı, «Sana göre delil,• derken tepeden tımala Salibi süzüyordu, ısrarla, cam gözleri daha · camlaşarak. Salih ora­ da .dükkanın ortasınd� büzüldü kaldı. Büzülmüş, bir balarısı kadar kalmıştı. Bir daha canını dişine taktı konuştu, bu sefer sözler alzından kolaylıkla, · hiç kekelemeden, duraksamadan ·. çıktı:

g

«Sen söyle amca,» dedi, gülerek, güvenli, esen yeter ki söyle.• Hacı tokmak gibi, bastıran, Salibi ezmek isteyen bir sesle: cYüz elli Ura,• dedi. «Yüz elli Ura . » Bastıra bastıra: «Yüz elli. Çünkü bunu bir işçi ta Alamanyadan getirdi:• Daha da sesini yolunlaştırdı, daha da bastırarak tek tek söyledi söz­ cükleri. «İstanbulda bu kamyonu beş yüz Uraya alamazsın� Çok marifetleri var bu oyuncak kamyonun. Arkasında anah­ tan var kurarsın, sahici kamyoiı gibi işler tıkır tıkır "'!e efen­ dim pahalı delildir.» Salih: cOlur,ıt diyeblldi, dışanya fırladı. «Olur, alacajım.• Bu­ nu Hacı Nusret duydu mu duymadı . mı Salih artık onun ora­ sını bilemiyor. Kendisini dışarda buldu, karşıya geÇti, eski .

·

156

.

·


yerine, eşikli�e oturup, bu bir de marifeti olan kamyonu sey­ retmeye koyuldu. İçinden ılık ılık, belirsizce yükselen sevinç onu gittikçe sanyordu. Derken sevinçten yerinde duramaz olup aya�a kalktı, cbulmalıyım bu parayı, bulmalıyım,» diye

Ş

İsmail Ustanın demirci dükkanına dolru yürüdü. Ba ını kal­ dırdı baktı ki kapıda durmuş Hacı ona tepeden, . azıcık da bı­ yık altından gülerek, onunla düpedüz alay . ederek bakıyor. « Alaca�ım, alaca�ım, alaca�ım bu kamyonu . Hem de alaca­ �ım ki ne alacağım;» Hacının bakışlarından kurtulabilmek için var gücüyle koştu, çarşıyı bir baştan bir başa adamlara çarpa çarpa, soluk solu�a İsmail Ustanın dükkanına kadar koşarak geldi, eski yerlerinden birisine, hanımeli çiçekleri­ nin çit yaptığı duvarın dibine kendini attı. İsmail Usta içer­ de kaynak yapıyordu . Ustanın çırağı yoktu. Vardı ya, kaç­ mıştı. Bu İsmail Ustaya hiç de çırak dayanmıyordu. Ali kaç­ mıştı, Faik kaçmış, Remzi kaçmıştı. En güçlü, en dayanıklı çıraklar bile ancak iki ay dayanabiliyorlardı İsmail Ustaya . Son çır$ Yeniköylü Duranı da, çok yemek yiyor .diye Us­ ta kendisi çıkarmıştı. Duran kasahada dillere düşmüştü, çün­ kü kaçınayıp da Ustanın bütün ömrü boyunca işten ilk çı­

kardığı çırak buydu. Usta daha gün doğmadan işe geliyor, ta gece yansına kada r durmadan, usanmadan, bıkmadan çekiç sallıyordu .

Salih

burada

onu

seyreylerken

çok

duymuştu.

Usta önüne gelene diyordu ki, ak dişlerini göstererek: «O ka­ dar çok çalışacaksm ki, Ezrail canını alma�a fırsat bulama­ yacak.ıo Mutlu,

kıvançlı gülüyorrlu

arkasından, uzun. Usta

çok para kazanmıştı. Evleri, bahçeleri vardı . Kasaba durma­ dan onun her günkü kazaneını hesap ediyordu . Bir baltayı seksen liraya yapıyordu, bir kaynağı bilmem kaç liraya, bir tornayı, ohhooo . . . Ya çıraklara ne veriyordu, en usta, dört beş yıllık çırağa günde en çok otuz lira veriyordu. Yeni çı­ raklaraysa, onlar da ustataşmış kişilerdi, ancak beş on lira veriyordu. Yeni işe başlayan çırak isterse ağzıyla kuş tut­ sun İstnail Ustadan on liradan fazla gündelik alamazdı. Ve tsrnail Usta yıllarca tek başına çalışırdı da bu ilkesini bozmaz­ dı. İsmail Ustanın çırakları nasıl Usta olurlardı, bu bela adam, nasıl bulurdu çıraklannı? Çocuklar vardı, böyle, Salih gibi

157


seyreyleyen, durmadan . . . Bu çocuklar bir yıl, iki yıl gelirler oraya, o hanımeli çitinin dibine otururlar, gözlerini dikip ls­ mail Ustanın dükkanını seyreylerlerdi. Usta onlan geldik­ leri, hanımeli çitinin dibine, çınar a�acının, ardıçiann göv­ delerine oturduklan andan

sonra izlerdi.

Izler,

onlan bir

an için bile, hiç kimseye sezdirmeden göz hapsine alırdı. Bazı çocuklar ancak bir ay, çok çok iki ay bakarlar İsmail Ustanın ellerine, oca�ına, dükkanına, bir gün de nasıl .gel­ mişlerse öylece, sessiz çeker giderlerdi. İsmail Usta bu ço­ cukların, daha oraya oturur oturmaz, onların üç aydan fazla burada kalamayacaklarını bilirdi. Giderler bir daha da de­ mirci dükkanının önünden bile geçmezlerdi. Oraya, hanımeli çitinin altına oturup gün do�umundan gün batımına kadar Ustanın ellerini bir, iki, üç yıl seyre­

den çocuklardan da, hiç bir ·şey olmayıp çekip gidenler, bir

daha hiç gözükmeyenler de vardı. İnsanları, geniş deneyle­ riyle az çok anlayan İsmail Usta işte bu çocukları hiç anla­ mıyordu. İçlerinde öylesine ustalaşmışları da oluyordu ki,

ver dükkanı ellerine, tek başlarına çekip çevirsinler, kaynak

yapsınlar, torna çeksinler, en ince işlerin demirlerini dövsün­ ler. Ne oluyordu onlara, böyle birdenbire demircilikten nasıl bıkıyor da bu kadar sevdikleri işlerini bırakabiliyor çekip gi­ diyorlardı? Anlamıyor, bir türlü anlamıyordu İsmail Usta.

En iyi, eli yatkın, demirci olacak çocu�u bir bakışta an..: lardı İsmail Usta. İşte bunda, yıllar yılı hiç şaşırmamıştır ls­ mail Usta. Bazı kişiler analanndan demirci do�arlar. Onlar demircilikten başka hiç bir işe yaramazlar. Böylesi demirci do�muş çocuklar dükkanın önünden geçerlerken gözleri kıvıl­ cım saçan oca�a bir de�meye görsün, yüreklerinden, yürek­ lerinin ta kölçünden yakalanıverir, bir daha da demirden, ocaktan, közden, kızgın külden, yanmış cızırdayan sudan, çe­

kiç seslerinden ayrılamazlar. Başlarına bir bela gelip de ay­ rıldıklarında, uzun bir süre yaşayamazlar. Yaşasalar da iflah olmazlar, bol dünya ölünceye kadar başlarına dar gelir. De­ mirci olacak çocu�u İsmail Usta gözlerinden, gözlerinden bi­ lir. Ve böylesi çocukları canına bile de�işmezdi. Hiç belli et­ meden yıllar yılı, bu çocukları büyüyen, ustalaşan, birer çi-

158


çek güzellilinde, gözleriyle okşar, bütün sevgisini, sıcaklıtı­ nı, dostlutunu gözlerine toplayıp onlara her sabah gülümse­ yerek bakardı. Çocuklarsa bu gizli sevgiyi hemen çakarlar, bu sevginin en yarnam utruna vermeyecekleri hiç bir şey ol­ mazdı.

lki yıl, üç yıl sc:.nra Usta bu gözaltına, sevgi çemberine alıp, dostlukta, ustalıkta, demirde, suda, arkadaşlıkta etittili çocuklardan birisini seçer, çatınrdı. Çocuk da günün gel­ dilini bilir, hiç şaşumadan gider körütün kulpuna yapışır, ocaktan kıvılcımlar savurturdu. Dükkanın içi atzına kadar kıvılcımlada dolar, Usta da bu kıvılcım seline ilk gün için ses çıkarmaz, izir;ı. verirdi. Ustayla çırak hiç konuşmazlardı. Anlaşmaları için ko­ nuşmanın da bir gereti yoktu. Biribirierine nasıl davrana­ caklarını ikisi de, ıncı�ına cıncığına kadar, çoktan öğrenmiş­ lerdi. İkinci gün çocuk dairoacaya işe koyulur, o sıralar Usta­ nın elinde ne iş varsa, örneğin Usta kaynak yapıyorsa ço­ cuk onun elinden kaynağı alır, eski, büyük deneylerden geç­ miş bir kaynakçı gibi kaynak yapmala hiç ikirciksiz başlar­ dı. Usta demir dövüyorsa çocuk öteki büyük, balyoz y�vru­ su çekici kaldırır, birlikte döverlerdi demiri. V� o gün ço­ cuğun ilk yaptıtı iş kmdisine bir bıçak yapmak olurdu. Köy­ lüyse babasına, ya da amcasına, bir yakınına eğe çelitinden eski zaman işi kav çakmatı yapardı. Ve sonra bir gün de, ya altı ay, ya bir yıl sonra, hiç bir şey söylemeden çırak dük­ kandan çıkar giderdi. Dükkandan ayrılırken ne çırak Usta­ sına allahaısmarladık, ne de Usta çırağına güle güle derdi. Usta çıraklannın gideceği günü de günü gününe bilir, onun kesin ayrılma kararını birkaç ay önceden sezerdi. İsmail Us­ tadan ayrılan çıraklar soluğu İstanbulda bir tornacıda, bir otomobil onarıcısında, bir fabrikada alırlardı. Kasahaya gel­ diklerinde de ilk utradıkları yer Ustanın dükkanı, ilk öptük­ leri el, analarının babalarının elinden önce, İsmail Ustanın eli olurdu. İsmail Usta çıraklarıyla konurlanırdı. lstanbulun en iyi tornacıları onun çıraklarıydı. Kaç tane, kaç tane çı-

159


rak

yetiştirmişti

Usta,

sayısını

gerçekten kendi de

bilmi­

yordu. E�er ondan çıkmış bir çırak geri dönerse, isterse sittin sene çıraksız kalsın onu bir daha dükkana sokmazdı. Böyle­ si adamlar işe yaramaz adamıardı ve onlardan hayır çıkmaz­ dı. Dünyada adamın kötüsü laçkalaşmış adamdır, derdi tsrnail Usta,

o�lunu da demirci yapmıştı. O�lu da öteki çıraklar

gibi onu, dükkanı, kıvılcımları hanımeli çitinin dibinden sey­ retmiş, bir sabah Usta o�lunu da tavında yakalamış, bir iş­ marla, üç yılın sonunda olacak, içeriye ça�ırmıştı. Gene o�­ lu da bütün öteki çıraklar gibi haftalı�ını almıştı, Usta o�­ lunun da kesin gitme kararını ötekiler gibi çok önceden sez­ mişti. O da tıpkı ötekiler gibi bir gün Ustaya allahaısmarla­ dık bile demeden çekip gitmişti. En hayırsız çıra�ı da o�lu çıkmış. tstanbulda şimdi büyük bir döküm atölyesi var. Us­ ta o�luyla da iftihar ediyordu ya, onunla konuşmuyordu. Se­ bebini de kimse bilmiyordu. Usta bunun sebebini de kimse­ ye söyleyemezdi. Demircilik pirli zenaattır, kutsal zenaattır taaa kadim çağlardan bu yana. Kir götürmez, hile götürmez. Demircilerin piri Davud Aleyhisselamdır. Davud Aleyhisse­ lamın hem ellerinin hüneri, hem dilinin hüneri güzeldir. Hem de karısı dünya güzelidir. Davud peygamberin elleri büyü­ lüdür. Ocakta kırmızılaşıp tava gelmiş demiri ocaktan eliy­ le alır tutar döver, e11eri yanmaz. Bir gün karısı demiş ki, eeey Davud bu demircilik hüneri senden mi, benden mi? Da­ vud, benden demiş. Karısı da büyüyü bozmuş. Davud gene eliyle kırmızı demiri tutup ocaktan almak istemiş, eli tav­ daki ak demire değince yapışıvermiş. Davud hiç kızmamış, demirci milletinde hiç kızgınlık, öfke olmaz, o yaratıcıdır, onun işi yalnız sevgiyledir. Bu işte sevgi olmazsa, öyle güç bir iştir ki bu, yürümez. Demircilik demir dağını sevgiyle, sabırla eritip biçimden biçime sokabilir ancak. Demirin ta­ vı nedir? Demir kıpkırmızı olur ocakta, sonra gittikçe a�a­ rır apak kesilir. İşte bu demirin tavıdır, ak demiri Usta ocak­ tan çıkarır çabuk çabuk dövme�e başlar. Ancak

sevginin

tavındaki insan demirci olabilir. İsmail Usta bir uzun demir parçasını ocaktan çıkarmış,

160


tek başına hınklayarak dövüyordu. Ak demirden iri, par­ ça parça yalımlar saçılıyorrlu yöreye . . Ak demir kırmızıya dönüşünce de Usta iyice yassılttı�ı, istedi�i biçime yönelttiii demiri yeniden ocata, közlerin arasına sokuyor, körüğe asılı­ yordu. Demir tavında dövülür. Salih, Ustanın iri, yakışıklı el­ lerine dalmış, bir umar bekler gibi hırsla ellerinin içine gir­ miş bakıyordu. Dükkana adamlar giriyor çıkıyorlardı. Salih bugün insanların ellerine bakmaya merak sarmıştı, İsmail Ustanın ellerinden başlayarak. İsmail Ustanın elleri kendi­ sinden başkaydı sanki. Ba�ımsızdı. Kendi başına deviniyor­ du. Öteki eller de türlü türlüydü. Her birisi başını alıp bir yöreye gidiyorlardı. İsmail Usta hem işini görüyor, hem de işini görürken gelenlerle konuşuyordu. Ortalık yanmış demir, ateş, hanımeli kokuyordu. Uzaktan denizin sesi geliyordu. Da­ vud peygamberin sesi çok ' güzelmiş. Çalgıya sesini ilk uy­ duran insan Davudmuş. Davud demir döverken dalıp gider­ miş. Dalıp gidince de o güzel sesiyle başlarmış türküye. Tür­ kü söylerken de, kendiliğinden, demir dövdü�ü çekicin sesi kendi sesine uyar, çekicin sesi türkünün makamında çıkar­ mış. Bu çok güzel bir uyum olurmuş. Çölde ne kadar insan varsa Davudun demir dövdü�ü yere birikirler onu dinlerler­ miş. İnsanoğlunun ilk çalgısı çekiçle örsmüş. İşte ol sebepten­ dir ki demircilerin piri Davud peygamberdir. Karısı elleii­ nin büyüsünü bozunca Davudun, Davud ne yapmış, o da şu kıskacı bulmuş. Ellerinin büyüsü bozuldu�unda Davudun' dük­ kanında bir köpek, ön ayaklarını birbirinin üstüne atmış uyu­ yormuş. Davud bakmış köpe�in ayaklarına, tam kıskaç gibi, hemen iki uzun demir parçası dövüp ortalanndan birleştir­ miş, demiri onunla tutup ocağa sürmüş. Davudun güzel ka­ rısı gelmiş demirci dükkanına ki ne görsün, Davud artık de� miri elleriyle tutmuyor. Davl,ld uyuklayan köpeği göstermiş: «Bak,» demiş, «ayaklarını görüyor musun, çaprazlama, birbirinin üstüne atılmış, ifte bana bu hüneri bu köpek gös• terdi.» r

İsmail Usta soyuyla övünüyordu. Babası, dedesi, dede­ sinin dedesi, en büyük dedeleri Davud Peygambere kadar AGSS/ll

161


ı

:l j

uzayıp gidiyordu. Hepsi usta demircilerdi. İsmail U�i;a inanı-

yordu ki, sulbü de kıyamete kadar demircilik yılpacaktır. AI-

lah hiç bir zaman savaşta, hem de barışta insanları demirci- ı siz, yalnız, uroarsız bırakmazdı. Demirci kişi çok da uzun yaşardı. İsmail Ustanın soyunda doksandan önce ölen demir- !

ciyi kimse ansıyamıyordu. Her torun babasının de�il, dede- ,j sinin de babasının da çıra�ıydı. İşte bu örste dedesi, dedesi-

j

nin babası da çalışmıştı.

Usta gözleri kapalı, gözlerini hiç açmadan ak demiri, ta­ vında demir Ustanın gözlerini alıyordu, görüyormuşcasına, ' ocaktan örse, örsten oca�a taşıyor, tavında demiri dövüyor, biçimlendiriyordu. · En şaşılası iş de Ustanın demirin ocakta tav olma, aklaşma anını hiç şaşırmadan bilmesiydi. Usta de­

mir döverken çok keyifli oluyordu akşamüstleri, �n kavu� şurken, dükkanı derin yann başındaydı ve art penceresi

denize açılıyordu, çekicinin sesini, tıpkı dedesi Davud pey­ gamber gibi, kendi sesine uyduruyor, çok eski ça�lard.a n bu ·.; yana demircilerce söylenen türküsünü mınldanıyordu. Bu ça�da gjl,e onun sesine uydurdu�u kadim çalgıya, çekiç se'

.

sine, ta eski günlerdeki insanlar gene birikişiyorlar, hayran· .:

yürekleri sevgiyle, dostlukla, insanlıkla dolarak, -kirlerinden, hilelerinden, acımasızlıklanndan, kötülüklerinden İsmail Us-

tanın oca�ınin kıvılcımlarında yun aı:ak. .tert.emiz, yeynimiş oradan ayrılıyorlardı. Bu insanlar artık bir süre için kan- . larını dövemeyecek, çocuklanna zulmedemeyecek, komşula­ nna kötü bakmayacak, kazık atamayacak, düşmanlık edeme. yecek, mutlu olacaklardır, ta ki İsmail Ustayı, çekicini, kı­ vılcımlarını, sesini unutuncaya kadar.

İsmail Ustanın büyük, görkemli elleri körü�e yapışmış­ tı. Kalın çıplak pazusu körü�ün kulpuyla bir aşa�ı bir yu­ karı inip çıkıyor, ocakta yalımlar büyüyor, kıvılcımlar ta

yukanlara fışkınyor, da�ılıyordu. Yalu:niann dipleri ince, bel­ li belirsiz bir çeiik mavisindeydi, keskin. İnce, keskin �avide iyice · bakılırsa, türlü, keskin renkler gözüküyordu, pul pul uçan. Yalımlar aklaşıyor, kırmızılaşıyordu, . gününe, ışı�ına, gecesine, ya�uruna karına, yeline bulutuna göre. Yazma kı­ şma göre. Düşen gölgeye, açan çiçe�e göre.

162

!

·'


Salih hanımeli çitinin altından birden ayaAa fırladı, şu

Ustaya da kapılmış gitmişti . Yalnız Salih mi, burada onun hiç bir suçu yok, her çocuk kapılıyordu İsmail Ustanın bü­ yüsüne. Büyükler bile. Şu caddeden, dükkanın önünden ge­ çerlerken, hiç olmazsa bir anlık için de olsa, durup da içeriye, tavana kadar fışkıran yalırolara bakmayan bir kişi var mı? Salih kendine gelip Hacı Nusretin dükkanına do�ru koş­

ma�a başladı. Ya satılmışsa kamyon, birisi gelip o sümüklü, mendebur o�luna satın almışsa onu . . . Ah ne yapmıştı da bun­

ca süre "lJstanın ellerine bakıp kalmıştı, tuh. . . Soluk solu�a yetişti oraya, gözlerinin önünde, tozlu, kırık dökük vitrinde büyülü bir çiçek gibi taptaze açmış öyle duruyordu kamyon. A�lamaklı Salih çözüldü, oraya eşi�in üstüne çöktü oturdu.

Uzun bir süre sonra aya�a kalktı�ında, kalkıp bir daha, bir daha düşündü�ilnde, hiç bir umar bulamadı�nda, kalkıp gene son umar İsmail Ustadır diye, oraya yöneldi�inde Kaç yıldır burada, böylece Ustayı, her devinimini gözle­ . . •

rinin ardına nakşedere>k izlemiş, kaç yıldır onun her birisi bir ayet sö:ııJ erini yüre�inin en derinine kazmıştı, kaç yıldır da

onu çıraklı�a ça�ırmasını, yüre�i coşkudan durarak ça�ırma­ sını beklemişti. Ha bugün ha yarın çıraklı�ı tava gelecek di­ ye, düşler içine, mavi kıvılcımlara girer gibi girmiş çıkmıştı, kaç kere, kaç bin kere . . . Onun seyretme, çıraklı�a geçme süresi belki şimdi, şu anda d_oluyordu. Az sonra, az sonra Usta ona bir işmar ça­ kacak, Salih de hooop vanp körü�ün kulpuna yapışacak, bü­

tün dükkan, bütün çarşı, gündüz gece a�zına kadar kıvılcım­ la dolacaktı. Yanında böylece kaç kişiyi, kaç kişiyi çıraklı�a ça�ır­ mıştı Usta, çocuklar da hiç bir şey olmamış gibi hanımeli çi­ tinin dibinden kalkmışlar, a�ır a�ır gidip usulca körü�ün sapma yapışmışlar, birden coşarak, bir anda bütün dükkanı kıvılcıma bo�muşlardı. Bekliyordu Salih. Ustanın onu _çıraklı�a, hem de şimdi _

ça�mnasını bekliyordu. Ça�ıracaktı onu, hem de şimdi. Ve

Salih körü�ün başında . . .

O çatınr ç�rmaz Salih körü�e gidecek ama, tabii gide163


.

cek, usul bozulmaz, körüğü üç kere çekecek, sonra da heme.n durduracak: «Yüz elli lira Usta,» diyecekti. Yüz elli lira ver ki, hacetimi görem, haftalığımdan kesersin, toptan bana bu anda yüz elli lira vereceksin. Yoook, vermiyorsan ben de ııa­ na çıraklık edemem. Biliyorsun, kaç yıldır bu kapıda bekle-·

diğimi sen biliyorsun. Daha gözümü açar açmaz ben kendi­ mi bu dükkanın kapısında buldum, yalan mı? Sen de biliyor­

sun ki Usta, bu kasabada, bu dünyada, tstanbulda bilem, se­ nin çıraklarının arasında da benden daha iyi balta, kılıç, han­ çer, saban demiri, av tüfeği çiçeği nakışı vuran bir kimse yoktur, var mı? Yüz elli lirayı şimdi, şu anda elime saymaz­ san ben de sana çıraklık edemem. Var mı, var mı, söyle var mı bu Karadenizde benden daha iyi demirci? Öyleyse, beni

,

kaçırmak istemiyorsan, ver yüz elli lirayı. Sen söylersin ya

Usta, sen yaparsın ya, her köyün nacaklara, baltalara, keser- , lere bıçaklara, · kılıçiara vurulan bir ç�şit çiçeği, nakışı var, ! bu nakışları benden daha iyi vurabilecek, haşa senden son- 1

ra, bir kişi daha var mı bu Karadenizde? Eee, yoksa, ver J

1

yüz elli lirayı. Sen ver de yüz eliiyi gerisine karışma. Çok çok gerek bana bu para. Bu parayı bana bugün ver de, is-

.

tersen şimdi kitaba el basalım on yıl, ölünceye kadar sana

bilameccani, karın tokluğuna çıraklık edeyim. Istemezsen al- : tı ay çıraklığımı yapar, senden bir kuruş almadan giderim. ' Yeter ki sen bana şu yüz elli lirayı bugün, hemen ver. Söy- , leyemem, ama .bana bu para çok çok gerek · Usta. Bu para­ nın bana ne kadar gerek, ne kadar çok gerek olduğunu yal­ nız sen anlarsın Usta. Haydi Usta çağır, çağır, çağır, çağırt beni . .

. _

Haydi Usta, daha günüm dolmadı mı, çıraklığa çağır

- da· beni, ver yüz elli lirayı. Hiç bir köy kendi biçiminden, ken­ di baltasından, kend: çiçeğinden başka balta, çiçek, nacak is­

temez. Her köyün çiçeğini olduğu gibi kim bilir kim, Salih . . . , Körüğü, zayıfcacık da olsa çekemez mi Salih, balyozu salla- ' yıp örsün üstündeki apak kıvılcımlanan, yalım parçalarını, havada

karanp

dökülen demiri

dövmez mi,

demircilik bir,

güç işi olduğu kadar, bir hüner işidir de _diyen kim? Kaç

yıl­

dır burada seyrederek çıraklık ediyordu Salih, bir türlü çi­

karamıyordu. Kafasını yoruyor, hesap ediyor kitap ediyor, bir

164

·


türlü işe ne zaman başladığını anımsayamıyordu. Düşündük­ çe, amınsadıkça ona öyle geliyordu ki, burada, bu dükkanın önünde, şu hanımeli çitlerinin altmda doğmuştu. Oraya, çitin dibine oturmuş bekliyor. Gözleri korkunç bir uroarda bekleyerek. . . Birkaç hanımeli çiçeğini koparıp parmakları arasmda hızla ezdi . Ezilen çiçek daha yoğun bir kokuyla koktu. Yüreği elindeydi. Orada, hanımellerinin di­ binde Ustayla gözgöze gelrneğe çalışıyor, bir türlü bunu ba­ şaramıyordu. Usta işinden başka yere bir kerecik olsun ba­ şını kaldırıp bakmıyordu ki. . . ·Başını kaldırsa Salih, beni çı­ raklığa al artık, diye gözleriyle yalvaracaktı . İnancı tamdı, yüreği öyle söylüyordu, güveni bir coşkuda bekliyordu, günü dolmuş, çıraklık sırası gelmiş de geçmişti bile, Usta bugün değilse yarın hiç mümkünatı çaresi yok, Salihi çağıracaktı, Salih de yüz elli lirayı Ustadan hemen alacak dükkana koşa­ cak, kamyonu alıp dükkana gelecek, Usta da bir sevinecek, bir sevinecek, hele kamyon kurulup da dükkanın içinde ken­ di kendine yürümeğe, dolaşmağa başlayınca, Ustanın da, bü­ tün çarşının da parmakları ağızlarında kalacaklardı. Cadde­ den geçerken eğilip de ocağa bakanlar yürüyen oyuncak kam­ yonu da görecekler, «lsmail Ustanın çırağı Salih bir kamyon almış ki,» diyecekler, «Sahicisinden de yaman, kendi kendi­ ne yürüyor.» Hele çocuklar duyacaklar kamyonu, akın akın gelecekler demirci dükkanına, bu sefer fışkıran, çakan, pul pul dökülen kıvılcımlar, örs, çekiç, gözleri kör eden kaynak ışığı yerine kamyonu görecekler. Kamyon kendi kendine yü­ rüyünce de kendilerini tutarnayıp basacaklar şaşkın çığlık­ larını. Bundan sonra da !smail Ustayı, dükkanını hiç kimse görmeyecek, yalnız kamyona bakıp gidecekler . Babası da, anası, abiaları da duyacaklar, büyük anası da. . . Gidip dük­ kana kamyona bakacaklar. Babası, dokunmak isteyecek bu kendiliğinden yürüyen kamyona, hemı de şoförsüz, hem de büyük, Usta, olmaaaz, dur, diyecek. Babası celallenecek, ne demek, benim oğlumun kamyonu değil mi? Usta, kaşlarını çatacak, sesini daha gürleştirecek, olmaaaz, diyecek gene. Başka hiç bir söz söylemeyecek. Ona şöyle tepeden baka�ak, çık dışarı diye. Öteki de, ne yapsın, Ustaya karşı koyulur mu, 165


kös kös, arkasına baka baka gidecek. . . Salih o gün, n e zaman oradan aynldı, n� zaman eve git­ ti, yemek yedi, uyudu, anasına, abialarma neler söyledi bile­ miyar. Ne zaman yataktan çıktı, yüzün,ü yudu, bu sabah kah­ valtı etti�ini şöyle böyle anımsıyor, herhalde akşamdan bir , şey yememiş olacak, sabahleyin karnı zil çalıyordu, ne zaman buraya gelip eşi�e oturdu bilemiyor. Bu vitrinde, alacakaran­ lıkta, içerdeki kamyonu görebilmek için yüzünü cama yapış­ tırmış daha yakından kamyona bakmıştı. Bunu apaçık anım­ sıyor. Kamyon do�an günle, ilk gelen ışıklada usul usul or­ taya çıkmış, birden bir ışık seli ortasında pırıl pınl kalıver­ mişti. İşte bu seyrine doyum olmayan bir manzaraydı. Salih buradan sonrasını pek iyi arumsayamıyor. Hacı Nusretin, yü­ zü cama yajnşmışken geldi�ini, . onu öyle gördü�ünü şöyle azıcık düşlüyor, bir de bir bulanıklık içinden başka bir şey­ ler görebiliyor. Hacı Nusret içeriye giriyor, ellerini havaya açmış, dua­ lar okuyor. Okuyor, tekmil dükkana, oyuncak kamyonun üs­ tüne de okuyup üflüyor. Oyuncak kamyona da okuyup üf­ lemesi, karşı evin eşi�inde coşku içinde yüre�i dolup taşarak bekleyen Salibi yüreklendiriyor. Salih bunun üstüne bütün gücünü toplayıp, kendinden hiç - beklenmedik, bir anlık bir soğukkanlılıkla dükkana dalıyor:� : «Şu camdaki kamyon kaça, öyl mi amca, kaç para?» «Çok pahalı, sen onu alamaz8ın.» «Alınm, kaça?�> «Yüz elli lira.»

Salih orada bozulduğunu, eliıi.in aya�ının boşandı�ını anımsıyor, sonra hemen toparlanıp kendine geldi�ini, soğuk­ kanlılığını takındığını, büyük bir adarnmış gibi konuştu�unu bir iyice anımsıyor. «Bakabilir miyim, dokunabilir miyim ona, şöyle parmağırnın ucuyla?:ıt «Olmaz, olmaaaaz.» Hacının sesi tok, tepesine b&lyoz gibi iniyor. «Parmağımın ucuyla .

. .

ıt

166


cYüz eliiyi getir, o zaman bütün iki elinle dokunursun, gövdenle de. . . :. Salih bir türlü kendini toparlayamıyor, anlamıyor, ger­ çekten bu sabah böyle bir şey başından geçmiş miydi? Bir şey daha anımsıyor, dükkandan koşarak çıkarken aya­ �ı eşi�e takılmış, boylu boyunca kaldırıma, kaldınmdan cad­ deye uzanmıştı. Taşiara çarpan dizi yarılmış, kanı . daha dur­ muyordu. E�er kanayan, a�ndan onu kıvrandıran dizi ol­ masaydı, Salih bütün bu olup bitenleri düş sayacaktı. Kula­ �ında da Hacınin bed sesi, karga gibi: «Yü:r �lliyi getir, is­ tersen bütün gövd&.le dokun kamyona . . . • • Hanımeli çitinin dibine oturmuş, dizinin kanını durdur­ maya çalışan Salihin içinden geçiyordu: cİaşallah, inşallah bugün de, bir gün daha satılmaz. Koca Allahım, ne olursun, bir daha kimse şu kamyonu görmesin. Hiç bir çocu�a gös­ terme Allahım kamyonumu, ne olursun. . . :. Salih işi daha ile­ riye götürdü: cAllahım,:. dedi, ce�er bir gün daha kamyonu­ mu hiç bir çocu�a göstermezsen, ben de sana bir teliice horoz kurban ederim. Kumbabaya götürür de senin için keserim.» Salih, kamyonu görecek herhangi bir çocuAun ne yapıp ya­ pıp onu alaca�ına inanıyordu. İşte bu yüzden Allaha, kamyo­ nu hiç bir çocu�a göstermemesi için yalvarıyordu. Kamyonu gören her çocuk bu kamyon için ölürdü ölür. . . Allah bile bu­ nun önüne geçemezdi. İyisi mi, kamyonu hiç bir çocuk gör­ mesjn. İsmail Usta onu gördü orada, çitin dibinde, sevinçli yü­ zü o anda kapandı, karardı, elindeki çekici bırakıp Salibe do�­ ru yürüdü, Salih sevindi, göz göze geleceklerdi, ne güzel, işte olmuştu, Ust{l telaşlanmış, gözlerini onun dizinden ayırmı­ yordu, çabuk yanına geldi, yaranın altından dizini tuttu: «Çok kanıyor, ne oldu böyle sana?• dedi. Salih içini çekti, dizi çok acl.yordu. Göz göze gelip yal­ varmayı unutmuş gitmişti. «Düştüm• dedi, inledi, dişlerini sıktı. «Çok acıyor.• «Dur,• dedi Usta, hemen içeriye koştu, biraz pamuk, sar­ gı bezi, ilaç şişesiyle geldi. Çabucak yarasının kanını sildi te­ mizledi. Dizi baya�ı açılmıştı. llaçladı, sardı. Usta ilacı sü.•

167


rerken Salih bütün dişlerini sıkmasına karşın üç kere ba­ tırdı . «Aldırma,» dedi Usta gülerek, «geçecek. Bir şey delil, kanı da şimdi durur.» Tuh, Salih onunla göz göze gelmeyi unutmuş. Tuh, hazır 1 yarası da varken aya�ına gelen kısmeti kaçırmıştı, eşşek ka- ' fa. Arkasından can havliyle Salih, «Usta,» diye seslendi. Be­ reket versin ki Usta duymadı. İçeriye girmiş körü�n kul- , puna asılmış, demiri oca�a sokmuş, kıvılcımlar ardında ka­ lıp gözükmüyordu. Bir süre Salih onu kıvılcımlann içinden , seçemedi. Çekiç sesleri onu ayıktırdı, kalktı, Hacının dük­ kanına kadar koştu. Oh, çok şükür, kamyonu daha kimse- · cikler görmemişti, duruyordu. ·

Salih karşıdaki evin eşiline otururken : «Salol koca Allahım,». · dedi, «inandım iman ettim ki sen büyüksün. Bilcümle kainatı yaratan sensin.» Salih bunu da İsmail Ustadan kapmıştı. Kendi de ekledi: «Cümle börtü bö­ celi de yaratansın.» Kendine güveni geldi, her şeyi yaratıyor da Tanrı, niye börtü böceli de yaratmasın, onların ne suçu var? Sonra gözleri kamyonda, «madem beni seviyorsun Alla-

·.

·

hım, mademki bugün örtüp çocukların gözlerini perdeleylp kamyonumu onlara göstermedin, bir iki gün içinde şu İsmail Usta imana gelecele benzemez, üç gün daha, üç güncük şu kamyonu kimseye gösterme nolursun. Sana helalinden · iki . horoz daha kurban keserim, olur mu? Uç güne kadar da bir yolunu bulurum, Allah kerim.» Burada böyle oturup kalınır mı, gitmeli, bir yolunu bul- . malı. · Çarşının ortasında durup derin düşündü. Evet, İsmail Ustaya gidip orada beklemekten başka bir uman yoktu. Bel• ·

ki günü bugün dolmuştu. Ya Usta onu arayıp da bulamazsa. Çabuk çabuk oraya yollandı.

Ilık güneş, uslu yel deniz kokusu getirdi. Hanımeli çiti­ nin dibine eski yerine alışmış, rahat çöktü. Ustanın gözlerini kolluyordu. Aaah, bir göz göze gelebllseler, Usta .ona hemen öne.rirdi. Hakkıydı ya, Usta şaşırmıştı, dalgındı, belki de gün- , leri iyi saymamıştı, ansıtsa mıydı? Burada her şeyi, kam- . yonu bile unutuyordu. EşeJini sallam kazıla ballamış, kam·

168


yonunu üç günlüğüne koca Allahına teslim etmişti. Allah o kadar kocamandı ki, bir kamyonu mu koruyamayacaktı. Bir de, bir de, şunu, şu çıraklık işini de istese miydi koca Al­ lahtan? «Allahım» dedi, sonra da hemen vazgeçti. Allahın işi gücü yoktu da hep onunla mı u�raşacaktı. :Sir de kızıp da kamyonu korumaktan vazgeçerse ya . . . Amanın, o kam­ yonu üç gün korusun da . . . Ustayla kendi işini kendisi gö­ rürdü . Akşam oldu, gün kavuştu, oca�ın kıvılcımları dükkanın kapısından, bacasından, pencerelerinden fışkırıp top top ka­ ranlık geceye döküldü. Işıkların önünde, kıvılcımların orta­ sınd.a Usta türküsüne daldı�ış, çekiç seslerini de ona uy­ durmuş, dünyasından geçip e�ilip kalka kalka demir dö­ vüyordu. Usta gece yarıya dojru bir do�ruldu, uzun uzun gerin­ di, kemiklerinin çatırdadı�ını Salih buradan duydu, örsün üstünde unuttu�u demiri suya soktu; su cazırdadı, önlü�ünü çıkardı, ocaktaki közlerin üstüne su sepeledi, söndürdü, du­ vardan ceketini aldı giydi, avuçlarinı gö�e açıp · duasım oku­ du üfiedi. cÇok şükür Allahıma, çalışma gücünü verene, ve­ recek olana,» dedi. cÇok şükür.» Kepengi hizla aşa�ı çekti, kepenk büyük bir gürültüyle, bütün kasahada duyularak ka­ pandı, Usta kilidi vurdu, yokladı, kilitlenmişti. Biraz öne ejik, yokuŞ yukarı çabuk çabuk yürüyerek evine yollandı. O gidince Salih de yerinden kalktı, «belki çıraklık günü yarın­ dır, Usta yannı bekliyordur,» diye de içinden - geçirere�, ıssız çarşının ortasından yürüyerek Hacı Nusretin dükkamna var­ dı, yüzünü cama dayı-ı.yıp içeriye baktı. Karanlıkta kamyonu hayal meyal gördü; Böylece tam üç gün Salih daha gün ışımadan demirci dükkamna varıp İsmail Ustayla göz göze gelmeje çalıştı. Ha şimdi, ha az sonra Usta, gel işe başla, yüz elli lira mı, olur, haftalı�ndan keserim, der diye bekledi. Koşarak, satılmış mı kamyon satılmamış mı, diye de eli yüre�inde Hacı Nus­ retin dükkamna vardı. Bir kere daha Hacının dükkanına da­ lıp kamyonu okşaır.ak istedi. Aaah, bir kerecik olsun kam­ yona dokunabilseydi, kamyon onun olmuş kadar sevinirdi. :16:1


l3u sefer Hacı Nusret onu çok sert tersledi. Bu, Salibi de- ·

recesiz üzdü .

«Benimle alay mı ediyorsun, piç kurusu,,. diye Hacı Nus­

ret ona ba�ırdı. Elinde sopa onu dükkanın kapısına kadar,

a�zına geleni söyleyerek kovaladı. Salibe hançer soksalardı bir damla kanı çıkmazdı. Kovulması, aşa�ılanması o kadar çok a�nna gitmişti.

İsmail Ustaya da, aitzında dili dönüp, beni çırak al Usta,

diyemedi. Usta da hiç oralı de�ildi. Sezmiş miydi ne, üç gün içinde bir kere olsun dönüp de Salihten yana bakmadı. Her

gece gümbürtüyle bütün kasabayı doldurarak kepenklerini

karanlı�a indirdi, çabuk yürüyerek, bir canavardan kurtul­ ma telaşında evine koydu gitti.

Salih iyice umudu kesti. Bu işte en iyi, en insan gene

de Allah çıkmış kamyonu sattırmamıştı. Salih kendi kendine

yemin içip ant veriyordu ki, ölse de yitse de, seksen yaşına

bassa da ona bu kadar iyilik yapan Allahına üç tane teliice

horozu, hem de en büyük bir ermiş türbesinde kurban ede­ cekti. Allah bu bakımdan hiç küşüm -çekmesin . . .

Hacı Nusretin dükkanının önüne geldi. Usuldan ince bir

yağmur çiseliyor, dükkaniarın arkasında, aşa�ıda, derin ya­ rın altında deniz gümbürdüyor, yeri, dükkaniarı sarsıyordu .

Ortalık kılıç kesmez bir karanlıktı. Salih kamyonu görmek

için camın yöresinde döndü artıa bu koygun karanlıkta en küçük bir şey bile seçilmiyordu.

Salibin içine kurt düştü, acaba Hacı kamyonu satmiş

mıydı? Yoksa kamyonu, öyle bir nıavide, öyle bir nar çiçe­ ğindeydi k� gece karanlı�ında bile parlardı. Acaba Allah sö­ zünde durmamış, daha fazla kamyonu bekleyememiş miydi?

Sabaha kadar gözlerine uyku girmedi, çok düşündü para bul­ mayı, yazık ki bütün gece bir yolunu bulamadı bunun. Ana­

sı, ol}un hiç parası yoktu ki. . . Bütün kazandı�ını babası elin� den alıyor ona zırnık bile koklatmıyordu. Babası mı, parası

olsa bile, kasıkiarını tuta tuta yüzüne güler, bir kamyon için

bu kadar para mı, bu kadar, benim bu kadar param olsa sa­ hici kamyon alırdım,

sahici

kamyon,

derdi.

Küçük

sı mı, fıkaracık, ayaklarına bir ayakkabı alamayıp,

170

abia­

koca-


man kız, hem de ne kadar da güzel, elin alemin ortasında kasabanın içinde yalınayak gezip duruyordu. Büyük ana, keşki ona o işi yapmasaydı, Halil gelecek diye de onu kan­ dırsaydı, belki kamyonu ona ahverirdi. Bütün kasaba bili­ yor, onda bir para var, para para. . . Keseler dolusu altın. Hiç kimseye, o�luna bile bir zırnık koklatmıyor, Halile, bir gün denizden çıkıp gelecek Halile saklıyordu. Salih paranın yerini bilse bile çalar mıydı? Bu düşünce bile onu sarstı, dehşete düşürdü. Belki de çalardı. İyi ki, iyi ki yerini bilmiyorum, diye çabucak bu düşünceyi geçiştirme­ ye çalıştı. Babası bir bilseydi, arayınca bulma uniudu olsay­ dı, babası hiç durur muydu, çoktan büyük ananın kirli çıkı­ nının yerinde yeller esiyor olurdu şimdi. Sabaha kadar çok çok düşündü, kafası şişti. Gün ışırken kalktı, umutsuz, yıkkın çarşıya indi, camın içinde kamyon' oldu�u gibi duruyordu. Hacı Nusretle göz göze geldiler, gözlerini indirip oradan uzaklaştı. Hacı Nusretin gözleri kara kara, ci�erine işliyordu. ·

llık bahar sabahında her şey güzel bir aydınlıkta şakır şakır yunuyordu. A�açlar çiçeklenmiş, arılar çiçeklere üşüş­ müşler, u�ulduyorlardı. U�ultudan a�açlann yanından geçil­ miyordu. Deniz de yumuşacık, dalgasızdı, o da çiçek açmıştı. Marangoz dükkanının yanına gidiyor, şöyle uzaktan, çalışan Ustaya bakıyor, geri dönüyordu. Çarşıda dolaşıyor, dolaşı­ yor, geliyor marangozun karşısında duruyor bir an düşünüp geri dönüyordu. Uçan kuştan car umuyordu. Bugün kasaba­ nın pazarıydı. Caddeler, sokaklar insanlarla dolup taşıyor­ du. Salih boynunu upuzun uzatmış insaniann gözlerinde, yüzlerinde bir şey, bir şey, ona bir yardım, bir umut ışı�ı arıyordu. Akşama . kadar bir yardım, bir umut ışı�ı, bir ya­ kınlık arayarak, ne aradı�ını da orada unutarak, bir umar bekleyerek insaniann yüzlerinde arandı durdu. Marangozun önüne de vardı vardı durdu, umudu kırıldı, döndü, işin en güzeli bu kalabalıkta, dönüp de hiç bir insan kamyona bak­ mıyordu. Bakıyorsalar bile, bunu Salih görmüyordu. Hızla marangoza girdi: «Beni çırak al, amca,• dedi, «her bir şeyi biliyorum. Bunu ·

171


sen de biliyorsun ki biliyorum. Sana çok yardım ederim. Böy­ le yalnız yalnız, ne olacak? Sana her gün istedilin tahta­ dan, istediğin kadar . . . Küçücük . . . Canın ne kadar isterse bü­ yüüük, kara, mor güller oyarım. . . Şimdi bima yüz elli lira ver, ben de o kamyonu alayım da, şurada gezdireyim, olur mu? Ne de güzel kamyon, çok çok seveceksin . . . .. Salih bütün bu sözleri bir çırpıda Ustaya söyledi. Maran­ goz orada öyle gözleri şaşkolozlamış kaldı. Önce bir şey an­ lamamış gibiydi. Sonra yüzü delişti, tepeden tırnala Salibi şöyle bir süzdü. Salih ancak, «Usta,» diyebildi. Bu söz bir umutsuzluk çığlığıydı. Marangozu ürpertti. Kırılmış bitmiş bir

umuttu.

Marangoz

hiç

bir

şey

olmamış

gibi

işine ·

döndü, önündeki ceviz tahtasına bir kara gülün kıvrık taç

yaprağını oymağa koyuldu. Salih orada durmuş bekliyordu. Neyi bekliyordu? Ayakları aldı onu kamyonun karşısındaki kapıya

götürdü,

y

kam on

orada maviledi.

«Allahım,»

dedi

Salih, «Allahım sağ ol. . . Kqrudun kamyonu. Horozlannı pa­ ra kazanıp keserim. Korkma hakkını yemem. Bana çok iyi­

likte bulundun ama, ben beceremedim. Salol . . . İstersen şim­

di sattır gitsin, daha ne kadar koruyacaksın benim kamyo­ nu, başka işin gücün mü yok?» Sattır gitsin derken içi gidi-.

yordu. Daha umudunu yitirmemişti. Belki bu akşam Metin abi çıkagelirdi. Belki, belki, belki. . . Kendi kendine bile söyle­ yemlyordu bunu ya, ister istemez içinden geçiyordu. . . Belki

bu gece, sabaha kadar, arayıp büyük ananın delinesini bu- , .

lacak, işte o zaman . . . Ne .olacak yüz elli liracık. . . Gerisini olduğu gibi yerine . . . Belki de başka, başka bir şey gönderirdi . . .

Birden gözleri, yüzü aydınlandı, Allahım ne olursun, bunca . gün sattırmadııı, birkaç gün daha sattırma, olur mu, diye ellerini havaya açtı. Bu davranışı onu i-çine düştülü karam­

sarlıktan kurtardı .

Eve gitti, gülüyor oynuyor, eğleniyordu. Büyük anayı da

göz hapsine almış yüzünde devinmelerinde bulacalı bir

şeyi .

anyordu. Günlerdir tadına vara vara bir yemek yedi. Evi ·

gördü, an�ını, abiasım gördü. Babası g_ene her günkü gibi evde yoktu. Yemeli bitirir bitirmez hiç kimseyle konuşma­ dan ayala kalktı.

172

·


Anası: «Nereye?» dedi. Salih: «Hele bir bakayım hele,» dedi. << Çarşıda duydum, Metin abi gelmiş de . . . »

«Otur oturdu�un yerde,» dedi anası. «0 kaçakçı Metinin

ne geldiği, ne geleceği var. Onu öldürmüşler.» «Onu kimse öldüremez,» diye dikleşti Salih. «Ben bili­ yorum .» Bumunu havaya dikti, çıktı. Anası arkasından: «Baban,» dedi, «onu günlerdir görmüyorum, dedi dün. Ge­ lirse ne söyleyim?» Karşılık vermedi, karanlık bahçeye çıktı, kovuğuna gir­ di oturdu, kulak kesilip Metinin gelmesini bekledi. Metinin ayak seslerini biliyordu. Kovukta, Metini de, gelip gelmeye­ ceğini de unutup gitmiş, derin düşüncelere dalmıştı. Büyük ana paracıklarını acaba nereye saklıyordu? Evi baştan aya­ ğa bir bir gözden geçiriyordu. Ah, eskiden başına böyle bir şe-' yin geleceğini bilseydi, nasıl da izierdi büyük anayı, parası­ nı sakladığı yeri. . .

Şimdi nerede olabilirdi paracıklar? Bir

sıralar nakışlı ipek bir kese görmüştü onun elinde, içi şıkır şıkır para dolu, deste deste . . . Büyük ana daha gün ışımadan tezgahının başına oturur, oturur oturmaz da mekik görülmemiş bir hızla gider gelirdi. Şile bezinin en güzelini de · o do kurdu. Günde on beş metre bez dokurdu belki de. Parasını da hiç kimseye, oğluna bile vermezdi. Eve de o parayla bir zırnık bir şey almazdı. «Oğul­ dur, saçımı süpürge edip büyüttüm,» derdi. «Mecburi bana ·

bakacak. »

Belki parasını tezgahta oturduğu yerin altına saklamıştı. Belki de o çıngıraklı sandığın içindedir. Büyük ananın çok eskilerden kalma önü üstü kabartma çiçeklerle işlenmiş bir ceviz sandığı vardı. Sandık açılınca kilidi çın çın çınn öter:­ di. Salih eskiden yalnız bu sesi dinlemek ister, büyük ana­ sına sandığı bir daha açması için yalvarırdı. Büyük ana taş kesilir,

o

yalvanr

yalvarır, _ öteki

Bir de büyük ana sandığı

karşılık

bile

vermezdi.

aç�ığında içinden güzel, 173

insanı


sevinçten uçuran lavanta, nane kokusuna karışmı� yaban elması kokusu gelirdi. Gelir, bir butu gibi bütün evi doldu­ rurdu. Belki de büyük ananın parası bu çıngıraklı sand,ık­ taydı. Vay be, şimdi anlıyorrlu bu sandı�ın kilidinin neden çıngıraklı yapıldı�ını. Kimse, Salih gibiler hırsızlık yapama- . sın diye. Salih araştırdı, gözden geçirdi ki bütün para bu san­ dıkta. Anahtar nerde, anahtar da büyük ananın kuşa�ına ba�lı. Baba çarşıdan şimdi gelmeliydi, e�er bugün eve ge­ lecekse. Gelmeyecekse gece yarısı horozları öttükten sonra hiç gelmezdi. Onun için de ilk horozlara kadar beklemeli, ondan sonra da büyük ananın kuşa�ndan anahtarı almalı. Sandı�ı açarken ya çıngırak öterse, de�il çıngırak, top at­ san bile büyük ana uyanmazdı, ya anası, ablası, onlar da, fıkaracıklar, sabahtan akşamıara kadar mekik saliaya salla­ ya bir yoruluyorlardı ki pestilleri çıkıyordu. Beklemeliydi, belki Metin şimdi çıkar gelirdi de . . . Eeee, gelince bu kovukta Salihi nasıl görecekti? Salih de onun ayak sesini duyar duymaz hoop çitin üstünden onların av­ lusuna atiayabilir miydi? Metin de bu gecenin karanlı�ın­ da yolunun üstünde bir insan karartısı görünce, yani kü­ çücük bir insan . karartısı görünce durur, hemen elini be­ line atıp anında tabancasını çıkarıp doitrultur, «teslim,• di­ ye baitınrdı, «in misin cin misin, . dost · musun düşman mısın, teslim b «Benim,• derdi Salih. «Ben, komşunuz Salih. Hoş gel­ din.» «Hoş bulduk Salih. Eeee ne var ne yok, nasılsın iyi misin?•

Saçlarını okşardı usul usul, yumşacık Elleri tütün, de-­ niz tuzu kokardı. «İyiyim,• derdi Salih. Önünden çekilınezdi. İşte o zaman her şeyi anlardı Metin. «Eeee, hayrola Salih bu gece yarısı?•

Salihin yüre�i küt küt etmelte başlardı. «Günlerdir her gece yolunu bekliyorum burada,• der bo-

1'14


şanırd1 Salih. Her şeyi olduAu gibi en küçük ayrıntısına ka­ dar anlatırdı. O tsrnail Ustayı, marangozu anlatırdı. «Şimdi sen,» derdi, «sen . . . » E.ı sonunda. « Sen,» derdi, «sen gelme­ seydin, az sonra ben de o kamyon için, yanm saat daha ye­

tişmeseydin, ben de büyük anamın çıngıraklı sandıAını açıp

altınlannı çalacak, o kamyonu alacaktım . İyi ki yetiştin de beni hırsız olmaktan kurtardm.» Metin sevinirdi:

«İyi ki geldim yetiştim de sen de hırsız olmaktan kurtul­

dun. Hırsızlar mı, hele insan ninesinin o Halil için biriktirdi�i

altmlannı hiç hırsızlar mı, bir zırnı�ını yemeyip de?:.

Salih ninesine acıdı. Zaten ona çok kötülük etmişti, iyi ki Metin gelmişti de bu hırsızhAm önüne geçmişti. Yaşasın Metin abi be . . . Onu bu kötü işten kurtarmıştı.

Metin düşündü düşündü, sonra birden telaşlandı: «Hay­ di, haydi, şimdi alalım kamyonu.» cYok Metin

kapalı.»

abi, yok.

Sabah olsun da, şimdi dükkan

«Sabah olur olmaz, belki birisi gelir satın alabilir kam­ yonu. Biz de o zaman avucumuzu yalarız.,. Metin coşkusundan yerinde duranuyor, telaşından terter tepiniyordu. Salih ona söyleyemiyordu ki, «bugünlük de onu koca Allahıma teslim ettim, bekleyecek, kamyonumu sattır­ mayacak» demiyordu. «Haydi haydi, o alçak Hacı Nusreti ben şimdi uyandi­ nnm, uyandırır dükkanı açtınr kamyonu alınm. . De açma� sın bakalım dükkanı, şu tabancayla beynini da�ıtırım onun, o ahlaksız vicdaıisızm. Bir de hacı olmuş. Ben bilmez miyim, milleti kandırmak,

kandınp

sömürmek için hacı

olmuştur

o.» Bunu da olduAu gibi çok eskiden Metin abinin a�zından duymuştu Salih. «Bilmez miyim ben, bütün bu kıyılardaki kaçakçı motorlannın başı odur. O kamyonu mu Almanyadan işçiler getirmiştir, öyle mi? Yalan . Hacı Nusret o kamyonu

çocu�nu sevindirm�k için alan, vurulmuş bir tayfanın ku­ ca�ından almış, oraya, camın içine koymuştur. Ölü soyucu­ dur o, ölü.» Salih bunu da çok eskiden Metin abiden böyle­ ce duymuş ezber etmişti. Salih zaten her sözü ezber ediyor-

175


du.

«Şimdi gidip alaca�ım o kamyonu ondan. Uyandıraca­

ğım o köpeği. Uyanmasın bakalım.» Salih korkmuş titriyordu. Hacı Nusretin deli gözlerinden zaten korkuyordu. Birden geced� her şey karıştı, bekçi dürlükleri arka ar­

\, kaya

ötmeğe,

gürültüler

denizin

gümbürtüsüne

kanşmağa

başladı. Bir baktı ki Sa1ih denizin kıyısına gelivermiş. Çok şa­ şırdı bu işe. Bir şeyler anımsıyordu, kovuktan çıkıp çiti at­ ladığını, Metinlerin avlusundan yere eğilip, gitmiş kamyon­ ların olduğu gibi duran izlerine baktığını, bir gürültü du­ yup karşı bahçeye atladığını,

bahçede bir sarmaşığa,

bel­

ki de bir dikene dolandığını, hacakları kanıyordu çünkü, bir köpeğin ona saldırdığını, sonra arka arkaya çalan bekçi dü­ düklerine vapur düdüklerinin karıştığını, denizin gümbürde­ diğini, belli belirsiz anımsıyor gibiydi. Koşarak eve geldi, yatağına girdi, titriyordu. Üşümüş müydü? .«Ben de,» dedi, «yarın açarım, yarın gece büyük ananın sandığını. » Uykusunda döndü durdu. Ç o k düş gördü ama şimdi bir tekini anımsamıyor. Çok erkenden uyanmış, yataktan çıka­ mamıştı. Başını kaldırmış, büyük anayla göz göze gelmişti. Gözlerini hemen kaçırmıştı. Eyvah, büyük ana her şeyi bili­ yordu. Başını yorganın altına sokmuş :bir daha da çıkarma­ mıştı. Gün doğmuş, bir minare boyu kalkmıştı, Salih yatak­ tan bir türlü çıkamıyordu. Kamyonunu da delicesine me­ rak ediyordu. Belki bir çocuk, Salih boyunda, zayıf da, ba­ bası da zengin,

babasıyla yürürken camda

kamyonu gör­

müş, görür görmez de zınk diye orada mıhlanmış kalmış, babasının eteğine yapışmış, «bunu bana al, al al,» d iye zır­ lamağa başlamıştı . t t oğlu it, gözü çıkası, nereden gördün onu, taaa camekanın dibinden? Babası da tutmuş onu elin­ den dükkana

girmişlerdi.

Hacıyla pazarlığa bile

başlamış­

lardı. «Olmaz,» diyordu Hacı, «olmaz, ziyan ederim. Yüz elli­ den beş kuruş aşağı olmaz.» Yaşşa Hacı!

176


«Bak, sayın Hacı Nusret Bey kardeşim, nedir, küçücük bir oyuncak kamyon.» Hacı sakalım tingirdetip gözlerini belertmiş: «Küçücük mü, bir oyuncak kamyon mu? Bak şunun ren­ gine, rica ederim beyefendi, rica ederim. Oyuncak mı? Ala­ manyarlan geldi bu, Alamanyadan, Alamanyadan. . . Bir ku­ ruş aşağı olmaz • demişti. «Uzaaak Alamanyadan . . . Olmaz! Bir kuruş aşağı olmaz. Bana ne, parası olan alır.» Anası başucuna geldi: «Salih, Salih.• dedi. «Ne oldu sana. Hiç bu kadar ge;ç ya­ taktan kalkmazdın.» Yorganı açtı, Salih onun yüzüne baka­ madı, hızla yorganı üstüne çekti. Eeee, sittin sene burada ka­ lamazdı ya . . . Belki kamyon da satılmıştı. Yatakta daha faz­ la duramadı, kalktı, dışarı fırlayacaktı ki anası kolundan yapıştı: «Dur,• dedi, «dur. Baksana şu haline, bi r deri bir kemik kaldın . Ne yiyor ne içiyorsun, öleceksin bu gidişle. Ne de uyuyorsun. Sabah,tan akşama kadar sürt ha sürt, ne olacak senin bu halin? Haydi yüzünü yıka da kahvaltını et, ne ce­ henneme gideceksen ondan sonra git.ıo ·

. . .

Salih bahçeye çıktı, ayakyoluna gitti, orada bir iyice çat­ ladı. Çoktandır çatıarnayı da unutmuştu. Acıkmıştı da . . . Ne yapayım, dedi kendi kendine, pantalonunun düğmelerini ilik­ lerken, ne yapayım, satılırsa satılsın. Varsın satılsın, hiç ol­ mazsa hırsızlık yapmaktan kurtulurum. Metin abinin de ge­ lip geleceği yok. Masada çay, bal, tereyağı, yumurta kendisini bekliyor­ du . Salih kendini bildi bileli evlerinde bu kadar yiyece�i bir arada görmemişti. Yiyeceklere el süremedi, baktı kaldı. Bu yiyecekleri alacaklarına, bu kadar para verip · de, bana şu kamyonu alsalardı ya, diye düşünürken anası çayı koy­ muş, «haydi Salih ye,» diyordu. Yemeğe başladı. Anasını böyle öfkeli hiç görmemişti. Kahvaltısını ederken kimsenin yüzüne başını kaldırıp da bakamıyordu. Nasıl baksın . . . Hele büyük ananın yüzüne . . . Halil için biriktirdiği altınları . . . Saçını süpürge edip büyüttüğü oğlunun oğlu. . . İçi içini yiyordu. Bir anda, elleri atzı AGSS/12

177


,1 J

makina gibi işleyerek kahvaltısım yaptı, dışanya fırla . Bahçe kapısını çıkınca durdu. Ayaklan bir türlü gitmiyordu. On ' kilo demir ballamışlar gibi. Nasıl gitsindi? Koca Allahm tu dünyada bir tek işi gücü, bir dükkandaki, o dinsiz bir Hacı­ nın eJindeki kamyonu beklemek dejildi ki . . . Orada, camın ar... kasım boş görmeye bir türlü dayanamayacaktı. , Gene de ayakları onu aldı çarşıya götürdü. Çarşıda u1u çınarın orada kalakaldı. Hacı Nusretin dükkam az ötedeycli, vitrinin de yansı gözüküyordu. İşte kamyon o vitrin camımn arkasındaydı. Aaaah, buradan gözükseydi. Bekledi. Oradan gelip geçenler, bir ince zayıf çoculu faltaşı gibi açılmış duru mavi gözlerle, boynunu Hacı Nusretin dükka­ nına dolru uzatmış, öyle kalmış gördüler bir süre. . . Yüzü de sapsıan olmuş. Olacak gibi, dayanılacak gibi delil bu beklemeye. Salih, silkin. Silkin de kendine gel Salih. Satılmışsa satılmıftlr. Salih gözlerini yumdu, yerinden Hacı Nusretin dükka­ mna fırladı. Böylece gözleri kapalı yolda birisine, bir yere çarpmamış mıydı, yere düşmemit miydi? Şimdi gözleri ka­ palıydı ve eşikteydi. Gözlerini açsa yürejinin duracaJını, küttedek yere düşecelini samyordu. ,

Gözlerini nasıl, ne zaman açtı kendi de bilemiyor, kar­ şıda camın ardında mavi, daha da mavileyip güzellemiş şa­ kıyordu. Salibin yüreli uzun bir süre hızlı hızlı "göJsilnü dövdü. Tıkanmıştı. Yalnız arada csalol Allahım,• diyebildL o da bir kere. Evet, bu gece artık çalacaktı büyilk ananın altınlanm, yoksa ölecekti. Ölecek canın1, bu kamyon onu düpedüz öl­ dürecekti, hele satıhrsa . . . Ne olurdu o zaman Salihe? Böyle bir sonucu da Salih merak e�iyor delildl. Aman Allah gös­ termesin. Tuh tuh tuh, aizından yeller alsın. O gün aylak aylak dolaştı çarşıda, koruda, nhtımda. De­ nize, çiçeklere, çiçeklere çokuşmuş vızıl vıZıl öten anlara, marangozun dükkamna şöyle uzaktan; şöyle uzaktan da ts­ mail Ustaya kayıtsız, bütün bunlarla hiç bir ahşverişl ol­ mamış gibi baktı geçti. Eve gidip ölle yemelini de yedi. Etll patateste mis gibi taze tereyaJı . kokan bir bulgur pi178


lavı vardı sofrada. Karnını bir iyice doldurdu. Son günler­ de hiç böylesine, yedi�i yeme�in tadına varmamıştı. Şöyle bir uzaktan, kahvenin önünde babasını da gördü, ona kar­ şı da kayıtsızdı. Ö�leye kadar hiç kimsenin yüzüne bakama­ mıştı ya, o bir hırsızdı, ne olacak, dünyada ilk ve son hır­ sız o de�ildi ya, dünya hırsızia doluydu. Metin abi bile bir çeşit hırsızdı. Ama o büyük hırsızdı. Üstelik de herkesin yü­ züne bakamamak şöyle dursun, herkese tepeden, kanncaya bakar gibi bakıyordu. Niye bakmasın, o bir maceraydı. Sa­ lih de bugün akşama kadar, önüne kim geldiyse, durdu göz­ lerinin içine baktı, gözlerinin içine içine, ne olacak. Salibin gözlerinin içine baktı�ı adamlar duruyorlar, önce bir şaşı­ rıyorlar, sonra da bir tuhaf yaratı�a bakar gibi ona bakıp yürüyorlardı. Salih, akşam eve gelince ilk olarak vardı, tezgahına yu­ mulmuş, masuradan iplik ayıklayan büyük anasının önünde e�ildi, gözlerini buldu, ninesi «O neee, deli mi neee,» diye­ rek gözlerini ondan kaçınncaya kadar baktı. Anasına da, abiasma da öyle yaptı. Gene tadına va­ rarak akşam yemegini de öyle yedi. Evde herkesle de, büyük anasıyla da konuştu. Yann sabah onun olacaktı kamyon. Gün kavuşurken gene Metin abiyi beklemege, a�acın kovu�una gitti. Metin abi bugün gelecekti. Mutlaka gele­ cekti. Niye olmasın, gideli hayli, kaç aylar, kaç aylar ol- · muştu. Bir gece çıkıp gelecek değil miydi? Geçen gece de gelmemişti, öyleyse bu gece neden gelmesindi? Sandığı, bü­ yük anasını hiç düşünmüyordu. Gece yarısından sonra, na­ sıl olsa. Metin abi de gelecekti de o gelince de zaten ne ge­ reği vardı büyük anasının o altınlarının? Bir ayak sesiy­ le irkildi, işte, dedi kendi kendine, işte. Şimdi Metinle kar­ şılaşırsa ne diyecekti, konuşabilecek, derdini bu gece ya­ rısı gerçekten ona anlatabilecek miydi? Dün gece anlattı­ ğı gibi. Kovuktan çıktı, gözünü çitin deliğine dayadı, ge­ len bir k.adındı. Karalar giyinmişti, Salih onu tanıyamadıo Kadın salma salma yürüdü, Metinlerin kapısı kendiliğinden açıldı, kadın içeriye girdi. Hah, dedi Salih, oldu, kendisin­ den önce sevgilisini gönderdi, ardından da az sonra da, şimo .

o o

1'19


di de kendisi gel�cek. Metin abiye söyleyeceklerini kafasın­ da yineleme�e başladı. Hiç bir şey düşünmüyor, durmadan o sözleri yineliyordu. Metin de ona dünkü söyledi�i sözleri yeniden söylüyordu. Hiç bir şey olmadan Sal ih, böyle böyle ilk horozları buldu . Salih başka şeyler de düşünmüştü bu za­ mana dek, o salıverdiği arıyı, arı acaba o beline sarılı kalan ipten

kurtulmak

için

daha

uğraşıyor

muydu,

Salihi

gör­

müş, ona bakmış, onu sevmiş miydi, yoksa düşman mı ol­ muştu? Hacı Nusreti de düşündü. Kamyonları, çocuk arka­ daşlarını da.

Çocuklc>.rın hepsi de hıyarın

tekiydi. Demirci

dükkanından çekiç sesleri ta buraya kadar geliyordu. Onu düşünmemek

olanaks, zdı.

Marangozu

düşünmeyi

içi götür­

merli. İ lk gece yarısının horozları ötünce Salih kovuktan çık­ tı.

Hava ıslaktı, üşümüştü . Gerindi, kemikleri çatırdamadı ama bir hoş oldu. İşemesi gelmişti. Ağacın dibine uzun uzun, s�di�i buğulanarak çövdürdü. A�açlar, çiçekler, evler, bu�u, deniz ayışığında bambf:şka oluyordu. Bu anda içine bir kor­ ku

girdi.

Neden

korkuyordu,

sebebini

bilmeden,

arkasın­

dan geliyorlarmışcasına kendisini eli ayağı titreyerek kapı­ ya attı. Kapıya gelince korkusu

azıcık dindi,

kolu usulca

aşa�ı indirdi, kapı gıcırtısız açıldı, Salih içeriye kaydı. Bir ara, kapı kapanınca ; orada su küpünün yanında durdu, bek­ ledi,

içeriyi,

içerdekilerin

teker teker

soluklarını

dinledi.

özellikle büyük anasının soluklanması üstünde durdu, o da derin uykulard ayd ı . Buna sevindi. Büyük anası fistanını ya­ tarken çıkarınca hep yastığının altına koyard ı . Gözü karan­ lığa alışınca tezgahın dibindeki yer yatağında büyük anasını seçti. Yatağın avağının

ucuna

karşıdaki -küçük pencereden

üç dört karış boyunda bir ayışığı vuruyordu. Salih ayak par­ maklarının ucuna basa basa büyük anasının başucuna vardı. usulca, yavaş yavaş fistanı, soluğunu keserek çekti. Anahtar­ ları buldu, bu arada en küçük bir hışırtı, ses çıkarmamıştı, zincire ba�lı anahtarlar kuşağa dikilmişti . Sökse miydi, sö­ küp de öyle mi, yoksa kuşakla birlikte mi götürseydi anah­ tarları? En kolayı kuşakla birlikte . . . Yorulmuş, cıpıldak tere batmıştı. Bir de soluk solu�aydı . Oraya, büyük anasının başı so


ucuna oturdu,. dinlendi. Büyük anası derin derin soluk alı­ yordu. Dışarda geç kalmış bir horoz öttü. Yandı, diye dü­

şündü Salih, geç kalmış horozu yarın sahibi kesecektir, yan­ dı horoz. Kesip bir güzel soğanlı yahni yapacaktır. Ömründe bir kez soğanlı yahni yemişti Salih, bir daha da tadı dama ğından gitmemişti. Üstü yağlı, kırmızı biberli. . . Kokusu da­ ha daha burnunda. Şimdi, şu anda bile kokluyor yahniyi, mis gibi, mis gibi. . . Son günlerde amma da acıkıyor Salih, amma yemek özlüyordu. Büyüyorum, dedi Salih, boy atıyorum da ondan ­

.

Dinlenmişti. Ayağa k alkmadan, olduğu gibi elleriyle ka­ yarak sandığın yanına .vardı, el yordamıyla kilidin deliğini

buldu, anahtarı soktu, çevirecekti, yüreği küt küt göğsünü dövmeğe başladı. Salih, sesini dJ,lydu mu diye büyük ana­ dan yana bir göz attı, soluğunu tuttu, büyük ana derin uy­

kulardaydı. Durdu, bekledi, kilidin deliğindeki anahtarı bir iyi yokladı, çevirmedi. Birkaç kez daha yokladı, kulağına uzaktan demircinin çekicinin sesi gelir gibi oldu, anahtarı tut­ tu yavaş yavaş çevirdi, kilit, çınnn, diye öttü, ötmesiyle bir­ likte de bir çığlık . Evin içini bir çığlık doldurdu. Salih bir an eli anahtarda kalakaldı, sonra hemen toparlanıp yatağına uçtu, yorganın altına girer girmez de gözlerini kapadı, uy­ . .

kuda gibi soluklamağa başladı. Büyük ana yatağından fırla­ mış elektrik düğmesine koşmuştu ya, o düğmeyi çevirinceye kadar hırsız başını almış gitmişti. «Hırsızlar, hırsızlar, hırsızlar, hırsızlaaaar . . . • Büyük ana

tepiniyor, dövünüyor, saçlarını yoluyor, evin ortasında, ken­ di yöresinde dönüyordu. Soluğu taşarak : «Hırsızlar, hırsızlar paramı çaldı, hırsızlar sandığımı açtılar, hırsızlar, hırsız­ laaaar. . . »

Anası, abiası yataklarının içine oturmuşlar, uykulu göz­

lerle yöreye bakınıyorlar, saçlarını kaşıyor topluyorlar, ne ol­ duğunu öğrenmeye çalışıyorlardı. Az bir sürede ana kendini topariayıp ayağa l: lktı:

cNe oluyor ana, ne oluyor?» diye ·dönüp durmakta, dö­ vünmekte olan büyük ananın yanına vardı.

«Hırsızlar,• :!edi büyük ana, ch:rsızlar kızım. Ah, öldür-

181


düler beni, ne kadar param varsa sandılımda çaldılar, kaçtı­ lar gittiler.» A�lıyor, dizlerini dövüyor, çırpınıyordu. Bir­ den halsiz yere çöküverdi. «Ölüyorum kızım, bir su ver,» dedi. cBen bundan sonra yaşamam.» Sesi kısıktı, hınltılıydı. Ana hemen suya koştu. Salih de yatakta daha fazla duramamış kalkmış yatalm içine oturmuş, durmadan gözlerini yumruklanyla oliıştunı­ yor, yöresine şaşkın bakınıyordu. Ana suyu kendi eliyle nineye içirdi, bardalı uza�a koy­ duktan sonra sandıla gitti, sandılın önüne diz çöktü: .« Ana, ana,» diye balırdı, «bak, anahtar kilitte duruyor, bak.» Büyük ana: cElleme onu, dokunma sandıla,» diye bal\nP yerinden fırladı, koştu, anayı bir yana itip kendisi sandılın önüne çök­ tü, anahtan döndürdü, kilit iki kere çınnnn çınnnn eyledi. Bü­ yük ana sandılı açıp daldı, biraz sonra de elinde aizına ka­ dar dolu, şişmiş, işlemeli kesesiyle do�ruldu, cçok şükür Al­ lahıma, çok şükür, çok şükür,» dedi. Evin ortasına kadar dim­ dik yürüdü. Sonra döndü koşarak sandıla geldi, kapalını açtı, keseyi yerine okşayarak yerleştirdi, anahtan kilitte çe­ virdi, kilit üç kez çınnnn çınnnn çınnnn öttü. Bundan sonra büyük ananın gözleri evin içinde velfecr okuyor, her yeri, her yüzü anyordu. Gözleri geldi, daha göz­ lerini oluşturmakta olan, yöresine uykulu uykulu, olup biten­ den habersiz bakınan Salibin üstünde çakıldı kaldı. Sonra bir­ denbire, dehşet bir sesle: «Hırsız, hırsız,• diye var gücüyle ba�Jrdı. Salih korkusundan yerinden sıçradı, geri yataiina düştü. cBa�Jrma, ba�Jrma anam,» dedi ana, cbak çocu� ödü­ nü kopardın. Ben hırsızın senin ba�ırmanla birlikte kapıdan çıktılım gördüm. Uzun boylu kocaman bir karartıydı. Bak çocuk uykusundan nasıl da sıçradı. Vah yavrum.» Büyük ana onu dinlemiyor, gözleri Salihte, daha: «Hırsız, hırsız, hırsız,» diye söylenip duruyordu. «Hırsız, hırsıııız, ben hırsızın kinı oıduAUnu bllmiyor muyum. Hır­ sızlar, sizi gibi hırsızlaaar. . . » ·

182


Orada dikilip kalmış ablası:

yÜk

cBiz de gördük hırsızı bü kadar vardı.•

ana,» dedi cBoyu kavak

Büyük ana kuşa�ını aldı, beline doladı, aıiahtarın da üıt­ tüne yattı. Yatakta dili durmuyor söyleniyordu. cHırsııız, sizi gidi hırsızlaaar, sizi, sizi gidiiiü hırsızlaaaar, ben hırsızın kim oldu�unu bilmiyor muyum?• Hırsızın kim oldu�u bu evde herkes biliyordu. Büyük ananın söylenmesi sabaha kadar sürdü. Salih de sabaha kadar uyumadı. Erkenden yata�ndan kaydı, dışan çıktı, denizin kıyısına indi, yüzünü deniz suyuyla çarpa çar­ pa yudu. ·

·

O gün öldü bitti de bir kerecik olsun çarşıya, Hacı Nus- retin dükkanına gidip de kamyonuna bakamadı. Her sefe­ rinde, cvarsın satılsın,• diyordu. cNe olacak bir oyuncak kam­ yon, satılırsa satılsın. Koca Allahırnın onu bekledili yeter. Varsın satılsın. Koca Allahım da . . . • Kamyona bakacak yilz mü kalmıŞtı onda? Böyle derken de koca Allahına çok . 'gü­ veniyordu. Dili, varsın satılsın derken, yürekJ., o ne yifit, as­ lan koca Allahtır o, hiç sattınr mı o kamyonu, diyordu, hiç. . . Akşam eve hiç bir şey olmamış gibi döndü, anası ona öf­ keyle baktı ya bır şey söylemedi. Abiasının yüzünden şaır kınlık okunuyordu. Büyük anaysa şendi, şakraktı, hep gülü­ yor konuşuyor, eski günlerini anlatıyordu. Büyü� ananın böy­ le bir halini şimdiye kad,ar hiç görmemişlerdi. Salibe gelin­ ce, büyük. anaamın gözleri ona takılınca, yüzü birden deki­ şiyor, şimşekleniyor, bir anda da büyük ana bunu geçiştiri­ yordu. Büyük anainn bu hali anayı gittikçe endişelendiriyor­ du. Böyle bir büyük ana hayra alarnet detudi. Birşeyleri pi­ şirip kotardılı kesindj ya, neydi? ·

Salihse hiç bir şey sezınemişti. Yalnız, nereden geldili. ne oldulu belirsiz bir korku içine işlemiş, gitti�çe de azıtı.. yordu. Karaniıla gömülüyor, ne yapacatını, nereye gidece­ lini bilemiyordu. Yemeli yer yemez yatatına koştu, yor­ ganın altına girip tepesine kadar çekti, gizlendi, korkusuy­ la içiçe orada büzüldükçe büzüldü. Uykusunda birkaç kez, yatatmdan fırlayarak, chırsız, hırsız,» diye ba�rdı. Anası

183


aldı onu yeniden yatı:ığına yerleştirdi her seferinde de . . . Sabahleyin uyandığında küçük salonda babasının uzun adımlarla volta vurdu�unu gördü, bu hayra alametti. Baba­ sı ne zaman böyle sabah erkenden kalkar küçük salonda hızla gidip gelmeite başlarsa, bu en azından evde on beş günlük rahatlık

demekti. Artık on beş gün baba kimseyi

aşağılamayacak, dövmeyecek,

içmeyecek, kumar oynamaya­

cak, evden çıkmayacak demekti. Böyle günlerden sonra ba­ ba kendisine mutlaka tvde bir iş bulurdu . Ya tezgahları ona­ rır, ya bahçeyi çapalar, birşeyler diker, ya balıkçılara ağ

örer, ya

evi

i:>oyardı.

kazandığı da olurdu .

Böyle

günler

sonrası

babanın para

Şimdi az sonra baba konuşmağa başlayacaktı. Ne söyle­ yeceğini Salih de, büyük ana da, evdeki herkes de, komşu­ · lar da biliyorlardı. Baba gitti geldi, gidip gelirken durmadan hızlanıyordu. Sonra ortada zınk diye dikildi kaldı. Başını sağa sola çevir­ di, kendi kendine birkaç kere güldü, boyun kıvirdı : «Allah Allah,» dedt, «Allah Allah . . . » Sonra sesini yükseltti, «ben,»

dedi, durdu bekledi, düşünür bir hal aldı, sonra da kendini bir iyice toparlayıp, «ben, ben,» dedi, «ben adam olmadım. Ama olacağım, ama çalışacağım. Ben ben, ben ben insan olma­ nın kadrini kıymetini bilmedim . İnsan olmak, aaah, insan ol­ mak,

çalışmak,

üretmek,

demektir.

Aaaah,_ ben,

ben,

ben

hiç bir işe yaramadım. Bir baltaya sap olamadım, Elimi ılık­ tan soğuğa vurmadım. Kahvede okumuş, İstanbullarda dün­ ya öğrenmiş,

�apım çalışanların uğruna vermiş gençlerle ko­

nuşuyordum da, onların yüzlerine bakamıyordum. Onlar, sö­ mürmek, bir insanı, beş insanı sömürmek, Amerika gibi dün­ yayı sömürüp, berbat, insanlığa yakışmaz işler yapmak, di_.. yorlardı. İnsan olan insan kendi çalışır, kendi kazaneını yer . . .

İnsan olan insan . . . Vay anam vay, insan olmak n e zor imiş.

Ben

de doğdum doğalı şu anamı sömürüyorum. Ondan son­

ra da sizi. Kızlarımı, karımı sömürüyorum. Üstelik kendi sö­ mürdüğüm yetmiyormuş gibi

İstanbullu

tüccarlara

da. sö­

mürtüyorum . . :· Siz göz nuru döküp nakış işiliyorsunu:z;, bir· · gömlek beş liradan, o nakışlı gömleği tüccar satıyor kaça,

184


seksen liraya, yüz elli liraya . . . Siz bez dokuyup bir hafta­ da ne kazanıyorsunuz, iki yüz elli lira . . . Tüccar ne ka .anıyor, iki bin beş yüz lira. Biz bunun önüne geçemez miyiz? Üç kişi için şu bütün kasaba tekmil çoluk çocuğuyla çalışıyor, üç kişi de İstanbulda saraylar, apartımanlar, fabrikalar ku­

ruyor. Zor, zor, zor insan olmak, zor. Ben bundan son�a kö­

leler gibi çalışacağım. Çalışacağım, kimseyi, yeceğim.

sizi sömürme­

O zaman da ben, ben, ben sömürüleceğim. Sömürüi­

rnek de bir alçaklıktır ama, eveeeet, ne diyordu o gençler, polislerin, askerlerin

döve

sömürülmek alçaklıktır,

döve öldürdükleri gençler,

diyorlardı .

En

büyük

esas

alçaklık

da

sömürülmeye karşı koymamaktır, bakın, bu eve o kaçak genç­ lerden birisi düşerse alıp saklayacak, ben gelinceye kadar onları gözünüzden esi rgeyecek, kuş südüyle besleyeceksiniz, ne aıyorlardı, en büyük insanlik sömürüye başkaldırmaktır . . . Eee, ben de düşündüm, ben ne oluyorum bu işlerde, ben hep sömürüyorum, yirmi yıldır,

anamın, · karımın,

çocuklarımın

emeklerini ellerinden alıyor, kumara, içkiye, bilmem nereye veriyorum. İnsanoğlu niye böyle mahzun, it, gaddar, sömür­ gen? Sömürmektense

sömürülmek daha insanlıklıdır. Sömü­

rülüp ondan sonra da sömürüye başkaldırmak, o öyle bir in­ sanlıktır ki soluğu doğru Allahın en güzel Cennetinin orta­ sında alır. Şu oğlum

şu oğlum Salih, tek oğlum, gözümün

nuru, okula bile gönderemediğim, Salih, Salih büyüdüğünde gençler gibi olacak. Öldürülürse, sömürüye karşı koyarken, işkence ederlerse ona polisler, askerler, vatan sağ olsun. Zor zor, insan olmak zor, insan olmak çalışmak demektir . Siz ölü­

yorsunuz, bitiyorsunuz, çalışarak mahvoluyorsunuz, amma in­ san oluyorsunuz. Sonunda, ben geliyorum, sizin alınterinizi, göz nurunuzu alıp kumara, içkiye veriyorum. Siz sömürülü­ yorsunuz, üstelik karşı da koymuyorsunuz. Şimdi ben mi al­ çağım, yoksa siz mi alçak_şınız. . .

Ben ben ben. Şimdi öy­

leyse insan olmak için ben çalışmalıyım. İnsanoğlu niye böy­ le yalnız, ah, kimsesiz, mahzun, üzgün,

s�vinçsiz, it,

gad­

dar, sömürgen, hırsız, aaah, hırsız. Ben sizin yıllar yılı göz­ lerinizi, ellerinizi, sevginizi, bana karşı koyamadınız, insan­ lığınızı çaldım . . . Zor zor, insan olmak zor. Oh, çalışacağım,

185


�caJım, bir iş bulup kendime, çalışacaJım. Çalışıp si­ zin gibi insan olacaJım. Çalışmak yaşamaktır. İşleyen de­ mir ışıldar. lşıldayan demir ölmez. Bak, İsmail Usta hiç ölüyor mu? Bense bense, böyle gidersem, ya biraz sonra, ya bir yıl içinde ölüp gideceJim. . . Çalışmak, çalışmak insan ol­ maktır. . . » Sonra, evin poyrazdan yana olan köşesine, yastıJın üstü­ ne oturuyor, mırıl mırıl, alacakaranlıkta yumulmuş, başı çe­ nesinde konuşuyor, konuşuyordu. Sonra da birden oradan ok gibi bahçeye fırlıyor, başlıyordu topralı bellemeJe. . . Elleri, kolu duruncaya kadar belliyor, bahçenin topratı kırmızı, yaJ­ lı altüst oluyor, acı, güzel kokuyordu. Baba, arada sırada avu­ cuna aldılı topralı bı:rnuna götürüyor, derin derin içini çe­ kerek topralı kokluyordu. Çalışırken, bundan sonra evde kaldılı sürece de aJzını açıp bir tek sözcük konuşmuyor, yü­ zünde mutlu gülümsemeler, iyilikle dolup taşarak, yöreye şef­ kat, sevgi daJıtarak, nazik, kanncayı bile incitmeyerek, yu­ muşak çalışıyordu: Evdeki herkes yıl on iki ·ay bu günleri bekliyor, iple çekiyordu.. Bu günler ev için, büyük ana için bile düJün bayramdı. Bir ışık kaynaJıydı baba bu günler, bir :niutluluktu, çiçek açmış bir bahar aJacıydı, tepeden tırnaJa, Baba hep baharlan böyle çalışkan oluyordu. On beş, yirmi gün, baba hiç durmuyor, kendisine işler icat ediyor, ömrü boyunca ç.:.lışm..ktan hiç geri durmamış bir kişinin mutlulul\mda çalışıyor, didiniyor, yüzünden, alnından şıp şıp terler damlayarak uJraşıyordu. Salih böyle günlerde babasına hayrandı. Ne Metin abi, ne başkalan gibi olmak ı. tiyordu, o tıpkı şimdiki babası gibi olmak istiyordu. Bir gün de ansızın evin mutluluJu bir göz açıp kapa­ yıncaya kadar bitiyor, bir düş oluyordu sevinçler. Bir sa­ bah, baba elindeki işiyle öyle kalakalıyor, gözleri donuyor, uzaklara dalıyor, bir süre öyle kıpırtısuı duruyor, sonra da birden yerinden kalkıp inanılmayacak bir çabuklukla ils­ tündeki iş giyitlerini çıkanyor, aynı çabuklukla da yeni gi­ yitlerini giyiniyor, saJa sola bakmadan koşareasma Abdi­ nin meyhanesine soluk solula vanyor: cAbdi, Abdi, Abdi notursun öldüm, çabuk, daha çabuk,» 186


diye baJınyor, Abdi onun huyunu bildilinden bir anda sof­ rayı donatıyor, baba da elleri titreyerek Uk kadehinl başı­ na dikip sonuna kadar içiyor, coh, çok şükür,• dedikten son­ ra dizlerini şaplaklayarak bir türkü tutturuyordu. Gözleri pariayarak meyhanedekilere dönüyor: «Çalıştık arkadaşlar, çalıştık, hakettik,• diyordu. cÇalışıp hakettikten sonra iç­ mek ne güzel, ne güzel oluyor, cana can katıyor arkadaş­ lar,• diyor, bir tek daha atıyordu. Eskiden babası böyle olunca anası Salihi onun arkasın­ dan gönderiyor, Salih de her şeyi oldulu gibi anasına kılı kılına anlatıyordu. Babası daha konuşuyordu. Gençlerden söz ediyordu. Şim­ di de gençleri diline dolamıştı. Ontara sonsuz hayranltiını di­ le getiriyor, yoUanna öleceJini söylüyordu. Salih mutluydu. Iyi olmuştu babasının halinin bugünle­ re rastladıJı. . . tstese acaba, biraz sonra bahçeye bel belie­ mele çıktıJında, o zamanlar bambaşka iyi bir insan oluyor­ du, işte o zaman istese, babası ona kamyonu satın alır mıy­ dı, o çoculun babası gibi. Almaz, diye düşündü Salih. O ka­ dar parası, yüz elli lirası hiç bir zaman olmaz ki fıkaranın. Babasına acıdı, içi, ona karşı sevgiyle doldu. Yoksa parası ol­ sa hiç almaz mı? Salih babasının bu tutumunun on beş, en çok da yinni gün süreeelini biliyordu ama, ya diyordu kendi kendine, so­ nuna kadar, bu iyiliJe alışır da böyle çalışkan kalırsa, in­ şallah, diyordu Salih, inşallah kalır. O zaman da bana mavi ·kamyonu da, on tanesini de alır, Metin abinin evlerinin önün� deki .)tamyonlardan bile alır. tnşallah, diyordu, inşallah . . . Bugün de canı mavi kamyonunu görmek istemiyordu. Daha da çok Salih kendisini buna i.D'\ndırmak istiyordu. S�t­ sınlar, satsınlar, belki de satınışlardır, diyordu kayıtsız. Sat­ mışlardır, derl.en de yüreJi cı:zzz ediyordu. Salih sanki yüre­ Jinin cızzz ettilinin de farkında delildi. Kurnaz bir tutum­ daydı. Belki üstüne dQşmezse, hiç satılmazdJ, herkes onu orarla unutur giderdi. Kaniını alır aJır, hiç telaşsız doyurdu, suyunu yavaş­ ça yudum yudum içti. dışan çıktı usulca, kapının salma asıl·

187


mış, yer yer sırı dökülmüş aynaya baktı, ya Allahım ban sabır ver, dedi . Sabır · ver de bugün şu kamyon u görmey gitmeyim. Satılırsa satılsın, ne olacak, bir kamyon da neyi miş yani, sahici kamy<inlar gibi hiç bir zaman olamazlar k bunlar . . . Ohhoooo, �ahici kamyonlar başka, böyle oyuncak lar . . . Bu oyuncak kamyonları bir kurarsın, bir işler iyi, ik işler, üçüncüsünde de bozuluverir, o zaman da kaldır deni ze at. Aynaya bakıp ince, uzun boynunu gördükten sonra bah çe kapısından çıktı yürüdü. Hem yürüyor, hem düşünüyordu Ne olacak canım, işte çocuk aklı, o kamyon benim olsa n olacak . . . Bir gün, iki gün çalıştıracağım, sonra da ikinci gü us�nıp bırakacağım. Sonra birden içinde, bilmediği bir yerde başkaldıran sese benzer, ayrı bir şey, kamyon benim olsun da, aaah benim olsun rla bir günde bıkar mıyım bıkmaz mıyım ben bilirim. Arılar gibi bir günde bırakır mıyım bırakmaz mıyım ben bilirim. Arının ka rası, zayıfı kötüsü hiç, vizzo . . . Arının binbir renklisi. kıvılcım kanatiısı da ağılı, insanı so­ kar. Kamyon hiç onlara benzer mi, derken, başkaldıran ses yittt, yerini gene o yıkkın ses aldı. O kamyon mu, varsın kendilerinin olsun. Maviymiş, mavisi de, nar çiçeği de ken­ dilerinin olsun. Nar çiçeği rengine de kamyon boyanır mıy­ mış. Bunları söylerken, kamyonun aleyhinde de atıp tutar­ ken içi gidiyordu .

Başını kaldırır kaldırmaz karşıda, camın arkasında karo­ yonu gördü, mavi, nar çiçeği bir bahar bahçesi, deniz bah­ çesi gibi açılmışlardı. Salih güldü, kahkahayla güldü. Sevincinden, eşikte birkaç kere havaya atladı, sonra da zızzzzt diye koşarak, Hacı Nusretin dükkanı önünden bir .baştan bir başa koşarak gitti geldi. Zızzzzzzzt!

j 1

j ,i

Şu demirci tsrnail Ustanın da çekicinin sesi her yerden 1 duyuluyordu. Ta. denizin kıyısından bile . Bu ses bu kasaba-

j

!ardı? Belki dünya boşalmış gibi gelirdi onlara, belki de ya-

!

da bir kesilecek olsa ne olurdu acaba insanlara, ne yapar- !

şayamazlardı. Şimdi düşünün ki şu vitrindeki kamyon çekip .; gıtmiş buradan,

Salibe ne

olurdu,

bomboş,

ıpıssız

kalırdı,

dünyanın ortasında kimsiz kimsesiz, elsiz ay aksız kalırdı. ·

188

J

,


Demirci

dükkanına

kadar

Ustanın gözleri önünden, kere

Altı

geçti.

Eskiden

koşarak

zızzzzz, olsa

zızzzt

bunu

giden

Salih,

İsmail

çekerek belki beş

yapabilir . miydi?

Ölse

ıle, diye geçiriyordu içinden, bundan sonra ölse yalvarsa da

una çırak olmam. Kuş kafesten kaçtı, bir daha gelir mi ki? 7.. ı zzzt, zızzzt! Usta ona şaşkın bakıyordu. Böyle soytarılık­ I n n herkesten beklerdi

de Salihten beklemezdi. Sonra Sa­

Hh kendini marangozun dükkanı önünde buldu.

Orada da,

ol madık, görülmedik soytarılıklar yaptı. Yüzünü eğdi, dili­ ni çıkardı, nanik yaph Ustaya, daha da neler neler yaptı.

Birkaç kere daha Hacı Nusretin dükkanının önüne git­ t i . Satılmıyorrlu kamyon, işte satılmıyordu. Bu fakir, bu hep­ Hi birden sömürülen kasahada yüz elli lirayı bulup da kim

u labilirdi bu kamyonu. Salih para buluncaya, ya da Metin l{el inceye kadar oraciı:ı, o camın arkasında kamyon bekleye­ ı·ekti. Ya da Hacı Nu:ıret onu torununa armağan eyleye . . .

Hele bir armağan etsin torununa, hele bir. . Salih kendi ken­

d ine,

k3sıklarını tuta

tuta,

gülüşlerini kamyona ulaştırana

k a d a r güldü. Ya torunu yoksa Hacı Nusretin? Olsa da ne vazar, diye konuştu. Bu kamyonu, bu kasahaya koca Alla­

h ı mız benim için yollamıştır. Gezip tozmaktan, koşup oynamaktan, sevinçten yorulmuş­ t u Salih, yarların oraya, evlerin aralarına gitti, aşağı kıyıya ı nen deni zcilerin merdivenine oturdu. Aşağıda deniz kurtarı­

ı·ılarının

evleri,

gözetierne

kuleleri,

motorlarını

koydukları

v apıları vardı. Yüzünü elleri arasına aldı, çok delice şeyler düşünüyor, anında da o düşünceleri kafasından kovuyordÜ. Yakındaki demırciden çekiç sesleri daha açık duyuluyordu. Gün kavuştu, gölgeler indi, bütün gün koşup yorulmuş Salih uyuştu, yarı

uykulu, yarı uyanık, büzülmüş gözleri­

n i n çizgisinde deniz orada ne kadar kaldı, kestiremiyor. Uzak­ tan

denizin çizgisinden trol motorları geliyorlardı. Denizin

uçurumundan bu yana düşerek . . . Salih bir şeyler anımsamağa ı;alıştı. İçinde usul usul bir şeyler uyanıyordu, belli belirsiz, bulanık, belki sevince,

belki

umuda benzer. Ayağa kalktı,

merdivenlerden aşağı kumluğa . indi. Kumluktan rıhtıma geç­ t i . Trol motorlarının

arkalarma martılar takılmışlardı. 'te1 89


mel Ustanın birinci teknesi limana giriyordu . Arkamndan d ötekiler. Deniz epeyce dalgalıydı.

Kasabanın çocuklan da limana dolru yola dökülm ··

lerdi. Kamyonlar., kamyonetler de limana geliyorlardı ard ardına, nhtımda arkalannı denize verip duruyorlardı. Bu yıl çok balık vardı. Tekneler kasa kasa balıklar ôurada boşaltıyorlar, balıklan alan kamyonlar da İstanbul balıkhaneye götürüyorlardı. Teknelerden kamyonlara kasabanın çocuklan taşıyorlar dı balık kasalarını. İki yüz kasa balılı teknelerin beş altı ta ne tayfası taşımakla başa çıkamazlardı. Onun için onları yardımianna

kasabanın yediden

on beşe

kadar çocuklan

işsizleri koşuyorlardı. Balıkçılar çalışmalanna karşılık ola rak, balık veriyorlardı çocuklara. Çalışmalanna göre, bir, iki üç kasa balılı balıkçılar harman ediyor, çalışanlar kaç ç cuksa, kim ne kadar çalışmış göze girmişse, ona göre pay edi yorlardı. Ve çocuklar emeklerini, o gece naylon torbalara dol­ durup evlerine götürüyorlardı.

O

gece evlerde, avlularda· ateş­

ler yakılıyor, kalın közlerin üstünde balıklar yallı dumanlar yayarak cızırdıyorlardı. Kimi çocuk balıkların bir tekine bi­ le kimseyi dokundurmadan sabahı bekliyor, tablasına doldur­ du�u balıklarla, çocukların getirdili balıktan paylannı ala- · mamış aşalı mahallelere uçuyordu. Salih çok tekne boşalt­ mış, çok balık kazanmıştı . Deniz soğuktu, hep elleri üşüyor­

du. E�er canı çok balık çekmemişse, öyle kolay kolay lima- ; na :ulramıyordu. Canı çekmişse, o günlerde çok da balık çık­ mışsa Salih naylon torbalarını dolclurarak, değerli balıklarını mahalleye taşıyor,

ev ev dolaşarak kazaneını

dağıtıyordu.

Satmayı şimdiye kadar akıl etmemişti . Bu sefer merdiven­ den aşal� inerken, satarım, diyordu, satarım, satar da . Ne . .

güzel, balık kazanacak, satacak, kamyonunu alacaktı. Kim­ seye, hırsızlı�a, Metin abiye de muhtaç olmayacaktı. Koşa­ rak yokuşu çıktı, sivri kayanın üstündeki yoldan, eski kayık yapımevinin yanından geçip mendireğe vardı. Temel Reis

bo­

şaltıyorsa tekneyi ona yardım etmeliydi. Temel Reis hem iyi balık tutuyor, hem de çocuklara, ayrı gayrı gözetmeden en iyi balıklannı seçip veriy<'rdu. Temel Reisin gözünden hiç kaç-

190


mıyordu. Kim en çok çalışmışsa ona en büyük payı, kim tem­ bellik yapmış, kasaları parma�ının ucuyla tutmuşsa ona en azını veriyordu. TemeJ Reisle birlikte daha altı motor da yüklerini bo­ şaltıyorlardı. Salih koşarak Temel Reisin tek.nesine gitti, içe­ ri atlayıp hemen işe koyuldu. Ondan ·önce limana ulaşmış beş altı çocuk çoktan işe başlamışlardı. Salih daldı, güverte­ den kasalan alıyor, önündeki çocu�a veriyor, çocuk da kam­ yonun içindekine :ıktanyordu Salihin verdi�i kasayı. Yaşa­ sın, bugün Temel Reis üç

yüz kasadan bile fazla balık tut­

muştu, kalkanlar, kırmızı kırmızı tekirler, barbunyalar, mez­ gitler, derin

dip balıkları, çi� elektrik ışığında parlıyorlardı.

Salih ter içinde kaldı. Az bir sürede Temel Reisin birin­ ci motorunu boşaltıp ikinciye geçtiler, sonra da üçüncü ye . . . Sonra Temel Reisin: «Dtir,» diyen sesi duyuldu. «Durun ha uşaklar.

Ha şu

kasayı buraya verin da.» A�zına kadar ışıl ışıl iri barbunya doluydu kasa. «Ha onu da verin.» Onu da verdiler. Temel Reis tam altı kasa barbunyayı, tekiri harman etti. Çalışmış, terl€:!miş çocuklara sevgiyle baktı, bakışlan geldi Salihin üstünde durdu : Görmüştü, bügün Salih öylesine

çalışmıştı

ki, elleri makina gibi işlemişti. Zaten Salih bu ka­

dar bile· çalışmasa Temel Reis ona okkalıca bir pay ayınrdı her zaman, en çalışmış çocuk kadar verirdi ona. Kim ne kaı:ı­ şır, kendi malı de�il mi, inip denizin kuyusundan o çıkarmı­ yor muydu balıklan? Temel Reis şimdi bir de Salih çok ça­ lışınca kimbilir ne kadar çok balık verecekti ona. Bu Te­ mel Reis Metin abinin de has. adamıydı. Metin, Salih kadar­ ken Temel Reise tayfalık etmişti yıllarca, burada değil, taaa uzak kıyılarda, sıcak denizlerde. Bir iki yıldır burada balık avlıyor Temel Reis, o da kimbilir neden, Temel Reis gibi var mı, o, açık deniz balıkçısıdır, denizierin kurdudur o. Gelir de buralarda, bu kasabalarda, bu sığ sularda bu çaça balık­

lan ardmda sürünür mü o? O, bin tane, iki bin tane yunus balı�ı avlamış, şu ma�aralara, şu kıyılara, ormanlı yerlere ı uı


kazan kurup yunusların ya�ını

çıkarmış,

yedi düvele sat­

mış bir balıkçıdır. Bu kıyılarda var mı bir tane öyle balıkçı, on . bin tane yunus yakalayan, yağını çıkarıp satıp, satıp da o parayla üç tane vapur kadar tekne yaptıran, bir kişi daha . var mı bu kıyılar�a? Bu denizler eskiden � unus doluymuş, yunuslar sularda vapurlarla, teknelerle, atıaya atıaya yarı­ şırlarmış, yunuslar insan gibi de akıllı olurlarmış. Salih de bir kere uzaktan, fenerin arkasındaki kayalıklarda otururken bir yunus sürüsü gördü. Atlayıp geniş yaylar çizerek havada bir anda gözden ıramış gitmişlerdi. Şimdi denizlerde bir tek, bir tek yunus kalmadı. Geçen yıl Boğazda görülen son yunusu ' da haber alınca Temel Reis, «ha durun uşaklar, bu deniz. de gezen son yunusu yakalamak da b enim hakkımdır. Ha siz

şöyle uzakta durun,» demiş, işi gücü bırakmış, denizdeki son yunusu da bir hafta kavalayarak gene o yakalamıştı. Yoksa

Metin abi, Metin abi gibi birisi hiç varır da başka bir kişiye ·

tayfa durur mu? Raear

gibi

Temel

Reis,

denizin

altında

nerede,

kaç

metrede balık var o bilir. Denizin üstüne bakar, renginden, kokusundan, dalgasmdan. kimbilir başka neyinden, orada ne kadar balığın olduğunu bilir,

«ha uşaklar oraya,•

der dü­

meni kırardı. Ona bir de Metin abi ne derdi, radar gözlü Te­ mel Reis derdi. Metin abi neden ayrıldı böylesi bir adamın tayfalığından? Temel Reis ona, «gel oğlum Metin, beni din­ le, ayrılma benden ha uşak,» dedi. «Ben senin gibi deniz kur­ du, yürekli bir tayfayı, çalışkan, radar gözlü bir tayfayı bir daha nereden bulurum. Gel etme, o senin gittiğin yollar yol değildir; sonu boktur . Gel, seni bu denizlere kendi yerime bi­

rinci reis yetiştireyim. Gel gitme, Metin oğlum. Bak, Metin

oğlum, istersen sen, sana şu yeni üç numaralı Temel Reis roo­ torunu vereyim. İstersen hemen sil üstündeki yazıyı Metin Reis yap. Ya da canın ne isterse sevdiğin bir adı yaz üstü­ ne. . . Allah balık verirse, sen çalışkan, iyi bir balıkçısın, bir yılda, çok çok iki yılda ödersin borcunu. Al tekneyi, senet de sepet de istemem. Yeter ki ben gözümü kapatınca arkamda şu ulu denizlerde benim gilıi bir balıkçı kalsın,» dedi. Metin is­ temedi . tstemez, ;Metin abi neden istemedi de şu denizierin

192

·


birinci balıkçısı olmayı da başını böyle belaya soktu, çünkü balık tutan hiç bir zaman iflah olamaz. Hangi balıkçı iflah olmuş, bu kadar çalışmalarının, ölümlerden ölüm be�en di­ d�melerinin karşılı�ını hangi balıkçı alabilmiştir? Her gün binlerce cana kıyan balıkçı iflah olur mu? Balıkçı milleti becl-· dualı millettir,

ta Yunus aleyhisselam

çalnndan bu

yana .

Bunun da böyle oldu�unu tekmil balıkçılar bilirler, bilirler bilmesine ya vazgeçemezler balıkçılıktan. Bu bir tutkudur, deniz büyüler insanı, bir balıkçı kişi doğumundan ölümüne kadar deniz sarhoşudur. O kadar denizlerde bo�ulurlar da, yi­ tip giderler de, tekneleri parçatanır da, yüz yaşına bile gelir­ ler de hiç balıkçılı�ı terkeyleyen bir balıkçı görülmüş mü­ dür? Metin nasıl kurtuldu öyleysem? Metin daha iyice balık­ çı olamamış, daha deniz bir iyice onun kanına işlememiştİ

ki. . . Gene de ne diyordu Metin abi, «aman Allah kurtardı be­ ni o denizden. Nerdeyse kanıma girmiş beni a�ılıyordu, ayrıl­ dım. Ayrıldım ama, aylarca, yıllarca deniz benim ardımı bı­ rakmadı. Uykuda, düşte, uyanıkken geldi geldi karşıma d i ­ kildi. . . Beni kendine ça�ırdı. Balıkçılan, vazgeçenleri deniz

kendine ça�ırır. Balıkçı, denizc i e�er bu çağnya karşılık ver­ mezse, gitmezse o balıkçı yaşayamaz ölür.» Balık tutan iflah olmaz, balık satan iflah olur. Balık sa­ tanlann evleri, apartnn anlan, kasa kasa altınları vardır da,

balık tutanların hepsi baldırı çıplaktır .

«Hasan Reisin, Kavakh Musa Reisin, Kumkapılı Aposto­ lun apartımanları, �arayları yok mu yani, onlar balık tut­ muyorlar mı?ıo «Var var ya, sen sonuna bak, sonuna. Hepsinin van, bü­ tün varı iyi bir Karadeniz fırtınasına bakar. Başaca çıkan hiç bir balıkçı gördiinüz mü?ıo «Görülmemiştir.» İşte bu yüzdendir ki Metin haklıdır. Onun şimdiki yolu da yol değil ya. . . Gerçekten onun şimdiki yolunun ne oldu­ itunu kim biliyor? Onunla bu kadar içli dışlı, komşu, her ge­ ce de . . . Salih bile çıkaramadı gitti bir türlü onun yolunu.

cHa uşak sen gel,» diye eliyle Salibi gösterdi gülerek Te­ mel Reis, gözlerinin yanları, bakırdan yüzü kınşarak. Bu ba-

193


lıkçılar da hep karta! gagası burunlu, bakırdan yüzlü o'lu­ yorlar. Çocuklar gibi, hilesiz hurdasız, ak dişlerini göstererek ' gülüyorlar. «Nerde naylon torban?» Salih telaşlandı, torbası yoktu. Tayfalarına seslendi: cHa uşaklar, bu uşa�a bir naylon torba bulun. Büyük ol- ; ' sun, dellnmesin.» Tayfalar ona büyük, üstünde Kız Kulesinin resmi olan · bir torba uzattılar. Temel Reis torbayı Salibe verdikten sonra e�ildi, harmandan bir kısım balı�ı dikkatlice ayırdı: «Ha uşak doldur,» dedi do�ruldu. Salih yere, balık har- ! manının oraya diz çöküp balıkları yerde bir tane kalmaya­ sıya torbasına doldurdu. Torba öylesine dolmuştu ki zor kaldırdı. Eve geldi�inde yatsı ezanı okunuyordu. lçerden bir ka- . dın gülüşü duydu, gülüşün kimin gülüşü oldutunu anlaya­ madı. Belki eve konuk gelmişlerdi komşular. ·

· ·

Salih rabattı yolda yürürken, birtakım hesaplar yapı­ yor, bir tutturup so::viniyor, bir hesapları karıştınyar yerini­ yordu. Sonunda da işler düz gidiyordu. İyi olmuştu. Balıkla­ rı satacak kamyonuna kavuşacaktı. Ya geç kavuşursa kam­ yonuna, balıklar ucuz gider de. . . Tekiri bile, barbunyayı bi­ le yemiyordu bu Allahın bin belası kasaba. Ueniz kıyısında oturuyorlar da balık yemiyorlardı. Balıkçılık bile yapamı­ yorlardı. Buranın bahkçılı�ını bile ta Trabzondan gelip Laz• lar yapıyorlardı. Şu kamyon da o vitrinde kala kala toz 1 topra�a bulanıp çürüyecek. Soluk yüzlü kara sakallı Hacı J Nusretin de bir kere olsun kamyonun tozunu almak aklına ! gelir mi ki? Amanın dokunmasın o ters suratlı adam �am­ yana, varsın tozlu kalsın, dokunur da o güzelim kamyonun bir yerini incitir. clncitir,» dedi sesli sesli . clncitir de kırar da. Varsm tozlu kalsın.» Elindeki alır torbayı öteki eliyle tutup havaya kaldırdL Naylon torbada, ayışı� içinde balıklar canlılarmış gibi biri- · birine dolanmışlardı. İyi, dedi, iyi, dudaklarını yaladı. Şimdi bu gece bu balıklan ne yapmalı, nereye koymalı? Hiç ba- . ·

lM


lık

satmamış,

balık

satanları

da

hiç seyretmernişti.

Yarın

mahalle mahalle dolaşacak satacaktı ya, nasıl satacaktı, na­ sıl ba�ıracaktı? Ba�ırabilir miydi, balıkçı Arap Nevzat gibi: «Baliiiiik, derya kuzuları, canlı canlı . . . Bir alan pişman bir de satan . . . ıo Arap Nevzatın sesi çok kalındı. Nah bıyıkları da bu kadardı, kalın, yay gibi, burulmuş, ışıltılı, sert, dik. Sa­ lihin öyle bir bıyı�ı yoktu ki sesi öyle çıksın. Böyle düşüne­ rekten, dalmış, içeri girdi, kendi geldi ya, olan olmuştu : cO�lum balık g.:t.irdi,ıo diye sevindi ana. «Hem de kendi

kazancı, elinin eme�i de alnının teri, gülümün, yavrumun. . . »

Üç tane komşu kadın sedire, büyük ananın yanına otur­ muslar, beyaz başörtülerini yeldirerek baş sallıyor, dudakları kıpır kıpır ediyor, tesbih çekiyorlardı. ·Büyük anası da tes­ bih çekiyordu. Az sonra bunlar namaza

duracaklar, mırıl

mırıl, bitmez tükenmez dualarını okuyacaklardı. Büyük ana kaş altından Salibe öldürür gibi baktı bir an, sonra topar­ ·

landı, yüzünden bir gülümseme bulutu geldi geçti. «Hepsini hepsini yarın komşulara da�ıtacak, aslanım, yi­ ğidim, dünya cömerdi kuzum benim . . . Dünya cömerdi. . . O kadar çok kazanmış ki bugün bütün mahalleye yeter.» Kalın, tok; Arap Nevzatın sesine benzer bir sesle: «Kimseye vermeyece�im bu sefer b�lıktan,ıo dedi Salih kıpkırmızı kesilerek, sesi bir anda çatallaşarak. «Biz de bir tane yemiyece�iz. Ben bunları yarın satacak para kazanaca­ �ım. Balık dedi�in yemek için de�il, satılmak için kazanılır, tutulur. Yemek içinse balık satın alınır. Canları balık isti­ yorsa mahallelinin parayı sayar satın alırlar balı�ı . . . » Anası bozuldu . ama belli etmeme�e çalıştı: cNe güzel, ne güzel ya, o�ulcu�m büyümüş, kocaman adam olmuş da para kazanacak k�ar da, benim haberim ol­ mamış. Ne güzel, ne güzel ya . . . Hepsini satsın da o�lum, çok çok paracıklar kazansın; çok çok . . . Anasına da neler alsın,» diye de konuştu. «Hiç kimseye bir şey almayaca�ım,»

kimseye. . . » Anası duymadı ·iyi

dedi

Salih.

«Hiç

ki. Belki de Salih bunun için

yavaşçacık söylemişti.

Ana:

195


«Gel oğlum, gel buraya da emeceğini şuraya boşalt. Sa­ baha kadar o naylon torbanın içinde bozulur. Sabahleyin ta­ ze taze satarsın.» Torbayı elinden aldı, alır almaz da: «Vay vay,» diye inledi, «vay var vay . . . Bunu nasıl getirdin yav­ rucuğum, ne kadar da ağır canım. Kolun kanadın kırılmış­ tır getirinceye kadar,

ta rıhtımdan buraya.» Torbadakileri

bir büyük tencereye boşalttı, o almadı, başka bir büyük kab, tel süzgeç buldu onu da doldurdu, o da almadı - . . «Ne kadar da çok, ne kadar da . . . Kimbilir oğulcuğum yarın ne kadar .. çok para getirecek ım asına . » «Hiç de,» dedi Salih. «Getirme getirme, var kazan da,» dedi anası çabuk ça­ buk, bir şeyi elinden kaçırıyorlarmışcana. uVar kazan, var kazan da . . . »

Salih kıvançlıydı, sırtından ağır bir yük kalkmıştı. Bü-, y ük ananın ona fırlaıtığı ölüm bakışlarını bile görmezlikten geldi. Büyük ana böylesi bakışlarla ona, ukazan kazan,» di­ yordu, ugeberesice oğlan, kancığın doğurduğu, benim para­ larımı

aşıramasyon

yapamayınca

para

kazanacaksın şimdi

de, öyle mi? Kazan bakayım, kazan da göreyim seni, kokar balıklarınla. Kimbilir nereden topladın balıkçıların döktük­ leri kokarları . . . ,.

Salihin sesi öyle-sine birdenbire yükseldi ki durup du­ rurken: «Mis gibi,» diye bağırdı, « mis gibi benim bahklarım . Hiç

de bir yerlerden toplamadım. Temel Reisle birlikte denizin dibinden çektim.

Çekerken.,.onları,

takılmışlar ağiara oynaşı­

yorlardı. Daha da eve, buraya kadar aynaştılar naylon tor­ banın içinde. Yarın bir satacağım, bir satacağım ki, tonlan tonlan para kazanacıığım, tonlan. Kimseye balıklarımdan bir zırnık koklatmayacağım.» Sustu, s.:>nra birden daha gür ba­ ğırmağa başladı. «Balıklarım mis gibi, mis gibi, oynar oynar, taze . . . " Sesini biraz

daha

yükseltti.

«Beni öldüremeyecek,

kimse de beni ölilüremeyecek.ıo Bağınrken boynunun damar­ ları şişiyordu.

«t: ;!ür"meyecek . Kılıma bile dokunamayacak

kimse benim.» Dua okuyan kadınlar, büyük ana, abiası durmuşlar ona

.


bakıyoJ'lardı. Salih habire yineliyordu delicesine. «Beni beni, beni kimse öldüremt:yecek, öldür öldür öldüremeyecek.» Anası geldi ona sarıldı: «Seni kim öldürebilir ki, senin kılına kim dokunabilir ki baban var iken? Baban onları kıyma kıyma kıymaz mı, kıy­ maz mı?» Büyük ana homurdandı, bütün başlar ona çevrildi. Bü-· yük ana kendini ele vermişti, tehlşlandı, sesli sesli uzun bir duaya başladı. Anası sofraya yemek koydu, Salih hiç bir şey olmamış �ibi oturdu, yemeflini ağır atır çi�neyerek yedi bitirdi, dışa­ rıya çatıarnaya çıktı, Metinlerden yana bir göz atmayı da unutmadı. İçinden geçirdi, «iyi yapmadın sen bunu Metin abi, iyi yapmadın. Keşki balıkçı kalsaydın da öldürülmesey­ din.» :Metin öldürülmüş müydü? Öldürülmemiş de, bunca süredir neredeydi öyleyse . . . Yataja girdi, hep Metini düşünüyordu, uyudu. Sabahleyin, dir.ç, içinde sevinç, yataktan hemen fırla­ dı, yüzünü yudu çabuk çabuk, kahvaltısını yaptı, anası ner­ dense ak,amdan kıı mızı, yeşil boyalı tahta bir çevale bul­ muş balıkları çevaleye güzelcene dizmişti. Güzel, canlı, taze, kıpkırmızı, pul pul kırmızı gözüküyordu balıklar, yeşil çeva­ lenin içinde. «Alır,» dedi anası, ••aflır», o çevaleyi kucaklamış dışarı çıkarken. Dışarı çıktı Salih, dünya da başına yıkıldı, şimdi nasıl ba�ıracak, kaç para isteyecek, nasıl pazarlık edecekti? Evden çıkmıştı ya, ayakları geri geri gidiyordu. Yer yarılsa da yerin dibine geçse daha iyiydi. Hiç balık satmamıştı ki . . . Aşağı mahalleye yönelince ayağı daha hızlandı, bu ma­ hallede onu hiç tanımıyorlardı ki. . . Mahalleye girdi, soka�ın birinci evi eski, pekmez rengine boyanmış, boyaları solmuş tahta bir evdi. Tahtaları, kapıları, pencereleri hep çatlamıştı. Yalnız bu fıkara evin pencere perdeleri canlı, cıvıl cıvıldı. Turkuaz rengi basma perdelerin üstünde binbir renk, binbir küçük küçük çiçek. Aaah, Salihin işi olmamalıydı da şu per­ deleri doyasıya seyretmeliydi. Gene de epeyi bir süre orada, 197


perdelerin önünde durdu kaldı. Sonra, «balık,• dedi yeniden. Sesine ne olmuştu böyle? Vay be. Sanki bu evde canlı yaşa­ mıyor, en ufak bir çıtırtı yok. Sokak da ıpıssız, bir tek insan yok ortalıkta. Ilık bahar güneşi sokalın aşınıp dümdüz olmuş parke taşlarına, parke taşlannm arasından fışkırmiş· çimen­ lere, top top açmış küçük, ak, sarı papatyalara vuruyordu. Ilık bir dalga bumuna bir hanımeli kokusu getirdi. Birden de­ mirci dükkanını anımsadı, gözleri yaşardı. Aaah, İsmail Usta, dedi kendi kendine, ben böyle mi olacaktım, böyle sesi çık­ mayarak sokak sokak -balık mı satacaktım demirci ustalıtım dururken. Arkasma baktı, bir de baktı ki ne görsün, kediler . . . İçi sevgiyle, güvenle doldu. Kediler kuyruklarını dikmişler, saliayarak arkasından. geliyor, durmadan da çolalıyorlardı. «Balıııık,• diye batırdı bir daha Salih. Hah, iyi işte, tam Arap Nevzatın sesi gibi çıkmıştı. Yalnız, «Baliiiiiik,• diyece­ ğine o düpedüz, cbalıııık,• demişti. cBaliiiik, ucuz balüiik, ta­ ze taze, bir alan pişman, bir de almayan . . . Balik, balik, balik, ulan balik bel» Tam Nevzat da böyle derdi. Arkasına döndü baktı, kediler kediler, kuyruklarını dikmiş, bıyıklannı ger­ miş, beHerini uzatmış, rahat tekir kediler, sapsan, mor, apak,

tluman

rengi, turuncu benekliler,

kara gözlü, sürmeliler . . .

Salih kedileri gördükçe keyfi yerine geliyordu. Sokalı böy­ le balırarak birkaç kere gitti geldi gitti geldi, bir kimse çı­ kıp da bir tek balık bile almadı. Ama Salih balık satamadı­ ğının hiç farkında delildi, kendini Arap Nevzat oyununa ka­ pıp koyuvermişti. Onun sesinin tıpkısı, onun yürüyüşü, bu­ nıınla özellikle iftihar ediyordu, onun çevaleyi taşıma biçimi, tavırları, onun kedilere dönüp dönüp bakması. . . Öteki so­ kala geçti Salih, gE'çtilinin de farkında olmadan, bu Arap Nevzatçılık oyunu onu çok sarmıştı. cBaliiiiiik . . . Taze, gülüm balik, canım balik. Deryalar çiçek açmış, açınış da kopar­ mış balıkçılar bize, bize yollamışlar, baliiiiiik, baliiiiiiiik . .

.

ıo

Uç dört sokak geçti böyle böyle, arkasındaki lc:ediler ar­ tık bir ordu olmuşlar, üstüsteydiler, b&zı da altalta üstüste on on beş kedi biribirierine giriyorlar, sessiz, sonra da hemence­ cik ayrılıyorlardı. Kediterin gittikçe çalalması coşturuyordu Salihi.

198


ÖJleye dofruydu ki bir kadın, tahta bir evin penceresini açmış, ona sesleniyord.u: «Balıkçı, balıkçı, balıkçııı . . . ,. Önce kavrayamadı, kendine mi sesleniyorrlu bu kadın? Elindeki çevaleye baktı, hemen kendine geldi, sevindi: «Geliyoruuuum.» Gitti, kadının kocaman memeleriyle sarktı�ı pencerenin altında durdu, bu anda sokağın öteki kadınları da pencere­ den sarkmışlardı. uKaça balıkların, yavrum balıkçı?» diye sordu kadın. Salih kekeledi, bir şeyler söyleyecek oldu söyleyemedi, kıpkırmızı kesilmiş, elleri titriyordu. Ne demeliydi şimdi ka­ dına? Fena yakalanmıştı, ansızın. Kafasınqa her şey silinip gitmişti . cKaça diyorum sana yavrum?ıt Salihin daha da telaşı arttı, eli ayalı çözüldü. O daha karşılık veremeden karşıki pencereden saç baş darmadıağıruk bir kadın telaşla: «Aman aman, Zehra Hanım,• diye bağırdı. •Aman ol ha, bu çocuklardan balık alınmaz . Dün aldım da kokmuştu, hep­ sini attım.,. Penceredeki kadın: cGit,• dedi, «git. çocuk, istemez öyleyse.• Salihin başı döndü, kusacağı geldi, karşıki penceredeki kadına döndü birşeyler söyleyecek oldu, beceremedi, ayakla­ rı ayaklarına dolanarak oradan uzaklaştı. · Arap Nevzat kal­ •ydı bu durumda rıasıl davranır, ne söylerdi ki, hiç görme­ mişti onu böylesi durumlarda . . . Aaah, onu öğrenseydi, onu da bir öğrenseydi, gösterirdi o pasaklı kadına. Bir de arka­ sından gülüyorlar, sokağın bütün kadınlan pencerelere dö­ külmüşler, kocaman memelerini dayamışlar gülüyorlar ar­ kasından Salihe . . . Sokağı zor çıktı, ötP.ki sokağa canını zor attı. Kadınların arsız gülüşleri daha geliyor, o sokaktan taa bu sokağa kadar. Ne biçim kadınlar böyle bunlar, sanki açık yerlerini görmüş­ ler gibi. «Bizim mahallenin kadınları hiç böyle orospu değil,» dedi Salih. «Bizim mahallenin karıları böyle orospu orospu

199


gülseler bir balıkçı çocuta, erkekler varır da aAızlarmı yırtı­ verirler onlann.ı. Dokunsan aAlayacaktı, bir yumruk gelmiş botazmı tıka­ mıştı. Çevalenin içindeki akşamdan anasının sırarn sıram, gü­ zelcene dizdili balıklar mahzun, pul pul kırmızı öyle duru­ yorlardı. «Hiç böylesine kırmızı balıklar bozuk olur mu, ah­ mak karılarh diye mırıldandı Salih. «Gözleri de böyle ışıl ışıl olur mu? Bozuk balıkta renk menk kalmaz, behey aptal ablalar.» Sonra da, ne bilsinler diye başını çevirince durmuş kendini bekleyen kEdi sürüsünü gördü, her şeyi, üstüne gü­ len, balıklan kokmuş diyen kadınla!"ı unuttu, yürümeAe baş­ ladı. Bir daracık sokaktı bu, gene baAırmaAa başladı Arap Nevzatın davranışlarını anımsamaAa çalışarak. Bir türlü, ba­ lılın kokmuş diyen kadına ne diyeeelini anımsayamıyordu. Sonunda, «varsın desinler,» dedi, «benim balıkiarım kokmuş delil ki, gül gibi, gül gibi.» «Gül gibi balıııık, gül gibi,» diye batırmaya başladı. Bu­ na öyle bir sevindi ki, bunu kendisi bulmuştu. Yaaa, «Gül gibi balıııık.» Balik de dE miyordu artık, düpedüz balık diyordu. Artık akşama kadar, bağırma biçimleri yaratarak, sokak sokak koşarak dolaştı durdu. Arkasındaki kedi sürüsü çota­ larak, çeşitlenerek. Şimdi artık, bu :ıkşamüstünde, Çamlı ma­ hallede önü, arkası, yanı yönü bir kedi meşheriydi. Hele iç­ lerinde süt beyaz, lekesiz, gözleri yeşil yeşil kıvılcımlanan tüyleri uzun bir kedi vardı ki Salih bayılmıştı ona. Bir de mavi kedi vardı uzun, sallı bir kedi. Hiç mavi kedi olur mu, valiahi de billahi de bu kedi maviydi. Olur mu, olurdu işte. . . Kediler durmuşlar, sabırla onu bekliyorlardı. Akşam oluyor, gün kavuşuyordu. Salih ilk olarak düşün­ dü, bugün niye hiç bir tek balık satamamıştı. Cocuklardan al­ mıyorlar zaar, dedi. Oysaki bir tek sebep o delildi. Düşünsey­ di bulurdu, şu akşamüstü, bir saatin içinde bile, daha gün batmadan balıklarını satabilir, çevalesini boşaltır, ceplerinde şıkır şıkır paralarta evine dönebilirdi. Koşmaktan bir hal ol­ muş, ayaklanna ka ra su inmişti. Kediler de onunla birlikte koşmuşlardı. Bir ara, iyice anımsıyor, kedilerle yarışa bile girmişti. Şimdi anı::nsadı, kadınlar, «Balıkçı, balıkçı,• diye ar200


kasından durmadan çağırmışlar, o, <<gülüm balık, canım ba­ lık,» diye bağıı:mış rlurmuş, çağıranları, korkusundan bir da­ ha kokar balık satıyor derler diye duymamıştı. Bir daha bir kadın ona deseydi ki, sen kokar balık satıyorsun, bir daha üstüne hep bir ağızdan o kadar orospu gülseydi, Salih ölür­ dü ölürdü. Alimallah oraya, kedilerin arasına şak diye dü­ şerdi. O kokar balık diyen kadının evini de biliyordu. Elbet de sonra bir diyeceği olacaktı o kadına, ya çocuğunu bulacak, canına okuyacak, ya o tahta evine bir şey düşünecekti . Eeee, şimdi ne yapacaktı, balıkları böyle olduğu gibi �ve götürse . . . Oooh, büyük ana ne keyfedecek, ne keyfedecek, keyfinden dört köşe olacak, balıklarını da çıtır çıtır yiyecekti. Ya mahalle, ya anası, ablaları, ya babası, beceriksiz diyecek­ lerdi, beceriksiz. Bu oğlan· hayırsız, hiç adam olmaz bu, diye­ ceklerdi. Birkaç tane balığı bile satamadı, eşşek �adar da oğlan . Yorgun bitkin b&caklarını sürükleyerek yokuş aşağı ini­ yordu. Kolları da yorulmuş tükenmiş, uyuşmuştu. Çevaleyi durmadan bir kolundan bir koluna aktarıyorrlu da gene de, kolu o kadar yorulmuştu ki, neredeyse çevaleyi her an yere düşürecekti. ·

Umutsuzlukla arkasına döndü. Kedi sürüsü de umutsuz, sevinçsiz yorgundu. Kuyruklarını indirmişti birçoğu. Sevinç­ Ieri kalmamıştı. Asık suratlılar. Kedilere kızdı. Yalnız az öte­ de durmuş ona bakan apak kedi gülüyor, ona boşver, aldır­ ma diyordu. Adam hemen ilk çıkışta balık satalıilir mi, her şeyin bir acemiliği olmaz mı? Olur, dedi Salih, yerden göğe kadar hakkın var, olur. Balıklarını ne yapacağını düşünerek kıyıya doğru ini­ yordu. Birden aklına düştü sevindi, hani bir kadın vardı ya, onun sakağına gitse, hani çocukların balıkları kokar, diyen kadının sokağına. . . Sokağa döndü yolunu, sonra yarı yolda oraya gitmekten vazgeçti. «Gelin kediler, gelin arkamdan,ıo diye utkuyla söy1endi . :,Gelin, gelin, gelin.» Topariand ı : «Gülüm balık, canım balık . . . Taze, taze, tazeee balık . . . Balıklar şahı, balıklar padişahı, der­ yalar baharı . . . » Deryalar babarına çok sevinmişti, böyle gü201


zel bir şeyi bulduğuna . . . Ne demek, deryalar babarı ne de­ mek, baharın bütün çiçekleri, kokusu, tazeliği balıkiann için­ dedir, demek. « Deryalar babarı balııııık . . • Sesi berrak, gür çın çın ötüyordu kasabanın üstünde. Hem bağırıyor sevinçle, hem hızlı hızlı yürüyor, hem de ardına dönüp, •gelin kediler, gelin,• diyordu. Koruluğun içinden geçip kıyıya geldiler. Salih kayanın üstüne attı kendini: eGelin kediler, gelin, • dedi. «Size öyle bir ziyafet çeke­ yim ki, örnrünüzde böyle bir şey görmemiş olun. Felek de maşallah desin.• İlk balığı önce tüylü ak kediye verecekti. Kediler içinde ak kediyi şavulladı, attı, ama ak kedi yetişineeye kadar, ca­ navar gibi, iri, kabarık tüylü, yüzü gözü yara bere içinde, çok deneylerden geçmiş, tıpkı Temel Reise benzeyen bir kedi ye­ tişti balığı havada kaptı. Ancak attığı beşinci balıktadır ki ak kedi tutturabildi, balığı aldı, ineelikle yemeğe başladı. Eğer Salih elindeki balıkları kedilere ardı ardına atmamış olsaydı, öteki canavarlar ak kedinin elinden yakalayabildiği bu tek balığı da alacaklardı. O azar azar balıkları kedilere dağıtır, balık kapamayan­ ları gözeterek, özellikle balıkları onların, beceriksizlerin üs­ tüne fırlatırken, yandan yönden oraya başka, yeni kediler de dökülmeğe başladı. Ha maşallah, şu kasahada da ne çok kedi varmış. Tam gün batarken balıklar bitti. «İşte bu kadar,» dedi Salih, «tamam.» Boş çevaleyi kedilere gösterdi. .

202


Denizin üstündeki mavi hortum döndü döndü, sonra da kıyıya vurdu. Kıyıya ayışıAında çok mavi bir ışık direli gi­ bi uzandı, yöreye kıvılcımlar döşedi. Mavi kanatlı yelkenliler geçti ötelerden, mavi bir ejderha çıktı denizden, gözleri mer­ can, yalım gibi. Fenerin ışıjı yajmurda ıslamyordu. Denizden kara giyitliler geldiler, kurşun sıka sıka, kaleye çıktılar, ka­ yalann üstüne bir büyük ateş yaktılar, yalımlar fenerin bo­ yunca yükseldi, yajmurda, ayışıjında mavi kanatlı yelken­ lileri,

minare boyu

dönen

yelkenlileri

aydınlattı.

Gecenin

içinden leylekler, kujular, turnalar geçtiler katar katar, ma­ viye bulanmış, yanan büyük ateşin, ayışıjının, fenerin ay­ dınlıjında. Süzülüp denizin üstünden ötelere gidiyorlardı. Ba­ hardı, ortalık ılık bir tuz kokuyordu. Leyleklerin, kujuların, turnaların gölgeleri apak kesilmiş denizin üstüne düşüyordu. Kıyıda yaşlı bir kadın ajlıyordu; cgel artık gel, yetti,• diye. Bir çoban kaval çalıyordu bir kayanın üstüne oturmuş, ka­ yanın sivrisinin ucunda duran kırmızı keçisine. Bir çocuk çıplak ayaklarıyla kıyı boyunca koşuyor, «O öldü, o öldü, oooh ne

güzel öldü, gelmeyecek,• diye bajınyordu. Çocuk hooop diye o gözleri mercan ejderhanın ajzından

içeriye girdi. Ejderha yutkundu, aizını kapadı açtı . Bir ço­ cuk daha koşuyordu kıyı boyunca, o da öyle bajırıyordu, ej­ derha onu da yuttu. Bir çocuk, arkasından bir çocuk daha, ejderha bir anda yedi tane çocuk daha yuttu. Yanmış, kanadı kınk inartılar dökülüyorlardı gökten aŞajı, apak kesilmiş de­

nizin üstünü ışıklandırarak. Martılar dökülüyor, ejderha, de203


nizin üstündeki martı ölülerini toplayıp teker teker yutuyor­ du. Kara giyitli adamlar geldiler, çitten atladılar, llletinierin avlusuna çömeldiler. Bacakları üstünde, hiç konuşınadan, si­

garalarını içerek yaylandılar . Kıpkırmızı olmuş bir kuğu ölü­ sü büyük bir fışıltıyla, uzun, gökten yere, o küçük gölün üs­ tüne düştü, suyun di bine girdi bir daha da çıkmadı. Salibi

azgın bir kurt kovalıyordu. Zeytin adasının mağarasına gir­ di, sivri dişli kurt ardındaydı , Ocaklı .adanın mağarasına, kı­ yıdaki mağaraya girdi, kurt hep ardındaydı, bir yakalasa pa:­ ramparça edecekti. Bahri kıyıda durmuş, korkma, ejderhanın üstüne git, diyordu, korkma. Salih ejderhanın üstüne gitti, ejderha ağzını açtı, kurt kapatırken çok güldü.

o

hızla ağzına girdi . Ejderha ağzını

Sonra ejderhanın yöresinde kara yılanlar oynaşrnağa baş­ ladı. Kırrnızıya dönüşerek, esen yelde kırmızı bir yalım gibi uzayarak kısalarak . . . Oynayanlar biribirierine dolanıp sevi­ şerek. . . Yılanlar, in� anlardan

da daha güzel sevişiyorlardı,

turist kızlardan da . . . Metin abiden de. . . Temel Reis hiç kız­ larla sevişmiş miydi acaba? Yılanların üstün� köpekler saldırdı. Kırmızı yılanlar, kır­ mızı köpekler kıyasıya birbirlerine girdiler. Bir ada dolusu yılan, bir ada dolusu köpek . . . Bir köpekler adalarmdan yılan­ ları denize döküyorlar, bir yılanlar köpekleri . . . Bir ada do­ lusu da yeşil kertenkele . . . Kertenkeleler köpeklerin yardım­ ıarına koşuyorlar ya, hiç, yılanlar güçlü. Bir büyük dalga ge­ liyor kırmızı yılanların üstünden geçiyor, alıyor yılanları hep birden denize savuruyor. Deniz kırmızıya kesiyor yılandan, gün batmış gibi. Denizin yüzü kırmızı yılanla kıvıl kıvıl . . . Derken köpekleri de kcrtenkeleleri de dalgalar adalardan alıp denize savuruyor, dtnizde kertenkelelerle yılanlar, köpekler karmakarış. Köpekler ürüşüyor, yılanlar ıslık çalıyor, kerten­ keleler dillerini

çıkarıyorlar,

karmakarış. Balıklar vuruyor

yüze. Kırlangıçlar, mezgitler, kalkanlar, mersinler, barbun­ yalar, dülgerler, sin&gritler suyun yüzünü kapamışlar. Gal­ samaları açılıp açılıp kapanıyor. Yılanlar, köpekler, kerten­ keleler, insanlar, balıklar birbirlerine girmişler, 204

suyun yü-


zünde dehşet bir kavga . . . Hepsinin üstüne birden koskoca­ man, denizin yüzünü örten bir ağ kapanıyor. Bir gün baktılar yer gök, deniz, Korsan Padişahının sa­ rayı sallanıyor, zelzele oluyor sandılar. Kırlangıçlar sarayın üstünü, koya�ı, kayalıkları

doldurmuşlar vıcırdaşıyordular.

Zelzele başlarken hep böyle olur, kırlangıçlar bir araya gelip vıcırdaşırlar. Padişah : «Ne oluyor? » diye el çırptı. «Şehzade çırpınıyor, bu kafeste duramam artık, beni bu­ radan çıkarmazsanız ben de yapacağımı bilirim diyor,» de­ diler. Padişah korktu, nasıl korkmasın bir yılan çocuktur o, üstelik de şehzadedir. Üstelik de büyüyüp gelişmiş ejderha gibi olmuştur. «Şehzade efendim1 Sultanım, benim burada canım sıkı- . lıyor, diyor. Beni bc.hçeye çıkarsm Padişah babam, arkadaş­ lar da bulsun, ben de has bahçede onlarla oynayayım.» «Olur olur,» dedi Padişah. «Oğlumun hakkı var. Yılan suretinde dünyaya geldi diye bir Şehzade kıyamete kadar nar çubuğundan yapılmış bir kafeste duramaz ya . . . »

Başvezir bağırdı: «Önce benim, benim oğlumla tanışacak Şehzade, benim benim oğlumla.» Padişah: cMünasibi de budur zaten sayın başvezir,» dedi. Başve:z:irin uzun kirpikli, uysal bir oğlu vardı, aldılar onu

has bahçeye .getirdiler. Yılan kafesini de aldılar, bahçeye çı­

kaııp kafesin kapısını açtılar. Kafesin kapısı açılınca yılan Şehzade aradan süzüldü çıktı. Boyu üç metreyi geçmiş ko­ caman bir yılan olmuştu artık Şehzade. Kapkara, pul pul de­ risi güneşte menevişliyor, yanar döner, çakıp sönüyor, çakıp sönüyordu . Yılan aktı, orada, ilerde c�tlenbik ağacının altında .elin­ de ağzına kadar renkli cam bilya dolu bir naylon torba tutan başvezirin o�luna do�u gitti. Oğlan bunu görünce yaprak gibi titrerneğe başladı. Eli ayağı çözülmüş, sapsarı kesilmişti.

205


Ne yapacalını bilemez kendi yöresinde birkaç kere döndü.

Gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Yılan yaklaşıyordu. · Padişahla

başvezir tahtiarına oturmuşlar iki çocutun oyunlarını seyrey­ liyorlardı. Başvezirin otlu yılan yaklaştıkça çırpınıyor, ondan kurtulmanın bir yolunu arıyor, bulamıyor, kollarını kuş ka­ natları gibi açmış yukarı aşatı sallıyordu. Sonra birden de­ nize do�ru balırarak aldı yatırdı. Yılan da arkasından. Yılan uçarak vardı onun yolunu kesti. Çocuk kendisini bağırarak yere attı:. Titriyor, ağlıyor, çırpınıyordu . Yılan onun başında durmuş kalmıştı, şaşkın: «Haydi kalk,• diyordu, «haydi kalk kardeşim, benim çok canım sıkılıyordu kafeste, şimdi çıkardılar oradan beni, ne olursun benden korkma.• «Korkarım,• diye bir ses geldi aşatıdan, yaprak gibi tit­ reyen çocuktan . « Korkuyorum, git.• «Korkma, bak kardeşim, ben böyleyim ama, hiç de öyle delilim. Göründüğüm gibi değilim. Çok da güzel oyunlar bili­ rim. Yılan oyunları, kuş oyunları, padişah oyunları, çiçek, balık, insan, arı, kamyon oyunlan da bilirim. Sana da öğre­ tirim. Senin önünde öyle bir halay çekerim ki, dünyanın bü­ tün yılan şehzadelerini seninle de tanıştırırım, onların da çok hünerleri vardır, onlar da sana hünerlerini öğretirler, göste- . ·

rirler: Haydi kalk nolursun.• «.,K alkamam, ben ölüyorum. Korkumdan ölüyorum.• «Neden korkuyorsun, ben de senin gibi bir çocuğum.» «Çocuk musun?ıo «Çocu�m ya.• «Baksana, böyle hiç çocuk olur mu, sen, sen, sen koca­ man bir yılansın . » «Yılan gibiyim y a , bak çocuğum da. Hiç yılan böyle insan gibi konuşur mu?:t «Padişah yılanı olursa konuşur.• «Ben Padişah YJ)anı delil, ben Padişahın oğluyum.• «Hiç de.• Konuşmalan uzun sürdü. Şehzade başvezirin oğlunu bir türlü yılan olmadıJına inandıramadı. Yalvardı yakardı,

be­

nimle oynarsan, dile benden ne dilersen, dedi. Seni periler

206


, memleketine, Erciyes bahçesine, denizler cennetine, denizler cenneti yedi deniz ardında, yedi deniz dibindedir, hiç bir in­ sanotlu oraya ayak basmamıştır, Korsanlar Padişahı babam bile, ama ben seni oraya götürürüm, dedi yılan çocuk, benim­ le arkadaşlık edersen. Öteki bütün bunları duymuyordu bile, yere kapaklanmış korkudan tirtir, tirtir. . . clstemem,• diye batırıyordu. clstemem, ben bir yılanla arkadaşiıiı istemeeem.• Yılan çocuk çok üzüldü başvezirin ollunun bu inadına. Bir insan bulmuştu, bir çocuk, o da onunla oynamıyordu. Ne yapsındı fıkara yılan şimdi? cSana oyuncaklar veririm,• dedi. clstemem.• cSana bir nar çubulu veririm, al çiçekli, biner gidersin, dünyanın belendilin yerine, bir göz açınca'ya kadar.• clstemem.• cSana bir at veririm.• clstemem .• cSana bir yüzük veririm, yalar yalamaz karşma bir du­ dalı yerde, bir dudalı gökte bir zebella Arap çıkar, dile ben­ den ne dilersen, der.• clstemem .• •Sana bir yılan veririm, her gün aizında bir altınla gelir sana. İstersen bin altınla da gelir. . . • clstemem.• •Sana anka kuşunu veririm.• clstemem.• cSana ölümün ilacını. . . • clstemem .• clstemez m�?• eSen bir yıl8nsın, senden hiç bir şey istemem.• «Ölümün ilacını, ölümün .. ·• cİstemem.• Hiç bir şey istemiyordu vezirin ollu. Yılan çocuk düşün­ dü ki, ona yaklaşırsa, ona dokunursa, onunla oynarsa belki alışırdı. Çocutun yattılı yere dolru aktı, vardı diliyle onun eline dokundu. Daha o dokunur dokunmaz çocuk yayma ba.. 207


sılmış gibi havaya fırladı bağırarak yere geri düştü, boylu boyunca oraya serildi. Şehzade vardı baktı ki çocuk dünden ölmüş. Başucuna oturdu, «niye öldün, niye öldün kardeşim, ben sana ne yaptım ki, niye öldün arkadaşım,• diye ağlama�a başladı. Padişah onun ağiamalarına dayanamadı, oğlunun yanına geldi, ama gene de ona yaklaşamıyordu: «Aman oğlum ağlama,» dedi. «Sana başka, daha yürekli arkadaşlar bulurum.» «Bu çocuk iyiydi, iyi bir insandı ama çok korkaktı,• diye inledi Şehzade. «Ne yapalım, kader,» dedi Padişah. «İnsanlar çok korkak oluyorlar. Sana şimdi daha yürekli bir arkadaş gönderirim.» Bu sefer birinci vezirin ojtlu sevinerek girdi bahçeye. Yı­ lanı görünce bağırarak denize doğru kaçtı. Yılan da arkasın­ dan. Şehzade yetişineeye kadar kendisini derin uçurumdan aşağı attı, orada kumların üstüne serildi kaldı. Şehzade ölen bu arkadaşına daha çok üzüldü. Sonra öteki vezirin oğlu geldi. Şehzade bu vezirin oğluyla üç gün arkadaşlık edebildi. Yiğit, gözünü daldan budaktan esirgemez bir çocuktu. Dördüncü gün o�lanın ölüsünü çınar ağacının en üst dalında buldular, çocuk sıkısıkıya dala sarı­ hp orada kaskatı kesilmişti. Bundan sonra artık yılan çocuğa arkadaş dayanmadı, kimi getirseler ölüyordu bir iki gün içinde. Kimi çocuğunu Padişahin oğluyla, ölüm pahasına da ol­ sa arkadaşlık yapsın diye saraya yolluyor, kimi de oğlunu alıp diyar diyar, Padişah görmesin diye kaçıyordu. Böylelikle ülkede çocuk kalmadı. Şehzade de gittikçe büyüyordu ama mahzundu, huzünlüy­ dü, arkadaşsızdı. Şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy tellallar ça�rılıyordu : «Kim ki, hangi çocuk Padişahın ojtluyla, yılan Şehzadey­ le arkadaşlık edecek olursa Padişah onu çok memnun ede­ cektir, dilediğini yapacaktır. Yılan Şehzade de arkadaşına ölümsüzlük otu verecektir yedi deniz cennetinden getirdiği.» Trolcular denizden dönüyorlardı akşamüstleri. Kıyılara

208


büyük ateşler yakıp, binlik mor şaraplar açıyor, tçiyorlardı. Türküler söylüyor, kemençe çahyor, horalar tepiyorlardı. Kırmızı közlerin üstünde bütün, iri sinagritler, karagöz­ ler, mersinler kızartılıyordu nar gibi. A�ır, balık kokulu du­ manlar sis gibi kıyıya çöküyordu. Salih: «Gidelim,» dedi. Bahri: «Gidelim.» Cemil: «Gidelim, gidelim, aman ne güzel,• dedi. Bu kıyılarda saraya gidecek hiç bir çocuk kalmamıştı. Kimini yılan sokmuş öldürmüş, kimisi de başını almış kaç­ mıştı. Bahri: «Öyle resmi gitmeyelim, biz gizliden gidip yılan çocu�u görelim. Ne biçim bir hırpoymuş ki, varıp konuşalım da an­ layalım.» «Bir anlayalım, » dedi Salih. «Kimmiş, nenin nesiymiş bu yılan o�lan. Padişah o�luymuş, fırt. Ne biçim Padişah o�lu .» «Olsun,• dedi Cemil, «bize ne, kimin o�lu olursa olsun. Biz onun bahçesine girmeyece�iz. Enayi miyiz, o gelsin bizim yanımıza. Onun y�itli�i kendi sarayında, Padişah babasının yanında . • «Dışarı çıkınca tılsımı bozulur, ninem öyle söyledi,» dedi Salih. cBozulur,ıo dedi Bahri.

«0 da bizim gibi tılsımsız olunca . . . ,

«Allöööööş,• diye kasketini havaya fırlattı Cemil. Günlerdir aylardır bu Korsan Padişahının sarayına gitmeyi düşünüyorlar, yola çıkıyorlar, maltaranın a�zına geli­ yorlar, burada

bekliyor içeriye giremeyip

geriye dönüyor­

lardı. O korsan sarayının kapısı işte bu maltaraydı. Bu ma�a­ radır ya, kimse içeriye girip saraya varacak yüreklili�i gös­ teremiyor, yıllardan, yüzyıllardan bu yana. Gene geldiler maltaranın a�zına. Bahri kaskocaman, bel­ ki de buradan bir kilometreyi bile aydınlatan bir el feneri bulmuştu. Nereden alırsa alsın canım, ne olacak yani, şu hiç AGSS/14

209


bir işe yaramaz gemicilerden aşınnışsa ne olmuştu, kıyamet kopmaınıştı ya. Onlar ki ömürlerinde bir kere olsun şu ma­ ğaranın önüne varıp da içine bir kere dönüp de bakmamış­ lardı bile. Şu işsiz güçsüz, yan gelip yatan gemiciler. Çok ayışığı vardı, deniz sütlimandı. Ayışığı çok maviydi. Bu mavide herkes mavileşiyordu. Ilık menekşe kokuyordu ça­ lı dipleri. Dereler, hendekler, çaylar, pınarlar, çitler, çalılar atlayıp geçip gidiyorlardı. Otların içinden yılanlar akıyor, uyumuş kuşlar kalkıyorlardı. Yumşacık bahar toprağına ayak­ ları bileklerine kadar gömülüyordu. Sonunda, tan yerleri ışıyordu, geniş, nergis esen bir ko­ yağı geçmişler, ıhk, geniş, kokulu, çiçek yüklü bir bahçeye düşmüşlerdi. Ötede büyük, altın yaldıziı bir kapı yükseliyor­ du bir tepe kadar. Mermer, tahta oymalı. Kuş, kartal, balık, türlü ejderhalar oyulmuştu kapının üstüne, yanlarına pervaz­ larına. Ulu bir çeşme, süt gibi, kapının ağzından kaynıyordu. Çocuklar kapıy3 gelince önce korktular, sonra yavaş ya­ vaş korkularına, şu kapıdaki aslanlara, ejderhalara alıştılar. Her birisinin altında bir kamış da at vardı. Sarayın ka­ pısının önü güzel bir düzlüktü, bu düzlüğü görünce dayana­ madılar, atıarına bindiler koşturmağa başladılar. Belki beş kere koşturdular. Hf:psinde de Bahrinin atı birinci geliyor­ du. Sonra Bahrinin atı çok da güzeldi. Bahri atının kamı­ şını, bir gün akşama kadar yürüyerek gitmiş aşağıdaki ba­ taklıktan kendi eliyle seçmişti. Kırmızı, mor, uzun, kalın bir kamıştı. Kimin atı bu kamıştan ata ulaşabilirdi ki, Salibin mi, Cemilin mi? Salih karşı bahçeden koparınıştı bir gece atının kamışını. En uzununu koparınıştı ya, ne -elacak altı üstü bahçe kamışı. Cemiise atını eski bir balıkçı oltasının kamışından uydurmuştu. Elbette hep Bahri birinci gelecekti. Cemil çok kızınıştı: «Sen hile yapıyorsun,» diye çıkıştı Bahriye. «Hile yap­ masan hep böyle her zaman nasıl birinci gelirsin?• . «Benim atım,• dedi Bahri, «baksana . ıo «Senin atın uyuz,• dedi Cemil. •Sensin uyuz,,. diye bir tekme attı ona Bahri. Bunlar biribirierine bir giriştiler sarayın önünde. Yer mi. .

218


sin yemez misin? Dövüşüyorlardı kıran kırana. O onu kaldı­ rıp yere vuruyor üstüne çıkıyor, öteki onu kaldınp yere vu­ ruyordu. Salih de orada durmuş onları seyreyliyordu, ken­ dinden geçmiş. Dövüşçüleri ayırmak aklından bile geçmiyor­ du. AJızları burunları kan içinde kalmıştı. Kan giyitlerine bile bulaştı. Oradan, saray avlusunun üstünden gülen, alay eden bir kahkaba duydular. Önce anlamadılar. Gülen kahkaha bir da­

ha geldi. Artık büyüyerek üstüste gülerek, alay ederek geli­

yordu kahkahalar. «Durun,• dedi Salih gözleri büyümüş. «Durun be. Ba­ ·

kın duvarın üstüne. Kim gülüyor bize. Bakın oraya.• Kocaman kara yılan, daha da uzamış, irileşmiş orada durmuş onlara dilini çıkarmış gülüyordu. Çatal kırmızı yılan dilini . . . Bahri de, Cemil de onun orada durup kendilerine gül­ mesine çok kızdı. Salih de kızdı ya, Salihin, amanallah, bu yılan çocuktan ödü kopuyordu. Bahri yılana, duvann dibine dolru yürüdü, ·vardı aşa­ ;tıda durdu, başını ona dolru kaldırdı, elleri pantalonunun cebindeydi: «Orada durmuş bize ne gülüyorsun ulan, yılan otlu yı­ lan,• dedi.

• Ulan

hırpo, ulan yılan ollu yılan, şu ülkede ço­

cuk koymadın hepsini soktun öldürdün. Baban Korsan Pa­ dişahıysa ne olmuş yani? Babanın beş tane fabrikası, iki ya­ tı, beş tane pılaymut otomobili varsa, ne olmuş yani, allah

mısın ulan, ne sokup sokup öldürdün çocukları hırpo? Ne gülüyorsun ulan bize? Erkekçe dövüşüyoruz; senin gibi ço­ cuklan atılı dilimizle kancıkcasına sakmuyoruz ya. Ne gü­ lüyorsun ulan, ananın orasını açık mı gördün? Gelsene ulan orospu padişahının kasılında yatmış, gel de sana çocuklar nasıl sokulur da öldürülürmüş göstereyim.• •Gelirim ama dövüşmem, • dedi yılan çocuk. •Ben dö­ vüşmesini hiç sevmem.ıo eYa o sana arkadaşlık eden çocuklan nasıl öldürdün öy­ leyse, sokarak mı?» «Ben kimseyi sokmadım,ıı dedi yılan hüzünlü .

211


«Peki, nasıl öldü o çocuklar?» «Korkularından.» Bahri duvann dibinden koşarak geldi Salihle Ceınilin yanına. cNe diyorsunuz?» dedi. CemU: «Öldürelim onu buraya çajınp da, üçümüz üç yerden karnına bıçaklarımızı sokalım, sokalım çekelim, ölsün,• de­ di. «Böylece de ülkenin çocuklan kurtulur.• cOlur,» dedi Salih titreyerek. Yılan. duvarın üstünden iner inmez, Salih belki kendi­ sini yenemeyip, korkudan yere düşüp bayılmazsa tüyecekti şu denize aşalı. «Olur,• dedi Bahri. cBiz senden korkuyor muyuz. hey yılan?» diye sordu Bahri. Şehzade: «Korkmuyorsunuz.» «Öyleyse in de duvarın üstünden · gel yanımıza.• «Gelemem,» dedi yılan çocuk. «Neden?» cUçünüz bir olup da bıçaklarınızla benim karnımı deşe­ ceksiniz, öldüreceksiniz beni. Ben hiç sizin yanınıza iner miyim?» «Nerden bildin böyle yapacağımızı?• «Duydum konuştuklarınızı,• dedi yılan. Çocuklar duvarin dibinden öteye, çmarın altına çekil­ diler. «Öldürmeyelim,• dedi Bahri. «Yazık, ama ben onunla bir iyice. kavga edecejim. Ajzını bumunu dümdüz edeyim de gör­ sün. Hele bir konuşalım onunla, belki de iyi bir çocuktur bu yılan çocuk .» «Hele bir konuşalım,» dedi Salih. «Beki de . . . » «Olur,• dedi Cemil, «konuşalım. Konuşalım ya, onunla yalnız Bahri konuşacak, dövüşecekse de o dövüşecek. Ben yılan duvardan inerken ötede, uzakta dururum, yanına bile yaklaşmam.» 212


«Ben de,» dedi Salih. «İstedi�inizi yapın,• dedi Bahri. « Ben ça�ırıyorum yılanı. Gel yılan!• Yılan duvarın üstüne dimdik dikildi, bir süre orada öyle kaldı. «Gel yılan.» «Şimdi şimdi geliyorum.• Kapkara, uzun bir kavak gibiydi yüksek saray duvarının üstünde. Toparlandı, kıvrıldı, duvardan aşa�ıya sevinçle sark­ tı. Gelirken türlü cambazlıklar, maskaralıklar ediyordu. Ulu çınann altından geçerken agacın dalına sıçradı, dala dolandı geri indi. Çocuklar orada durmuşlar onun gelişine bakıyorlardı. Yılan onlara yüz metre yaklaşınca onun heybetine dayana­ madılar, geriye dönüp aldılar yatırdılar, yılan orada kala­ kaldı: «Ka�mayın çocuklar, ne olursunuz kaçmayın, gelin de birlikte oynayalım. Ne var kaçacak, bakın siz üç kişisiniz, ben bir kişiyim. Üstelik de siz insan suretindesiniz, ben yıla­ mm. Sizin eliniz var, ayağınız var, her şeyiniz var, benim hiç bir �eyim yok. Bir de benden korkup kaçıyorsunuz. Ne olur­ sunuz benden kaçmayın, dileyin benden ne dilerseniz. Her şe­ yim var da benim, arkadaşlarım yok. Şu insanoğlunun hepsi korkak.» Bahri geriye döndü, yumruklarını sıkmıştı: «A�ıru topla hey yılan çocuk,• dedi. •Şehzade misln, ne boksun, gelirsem yanına . . . Sensin korkak... «Ben korkagım da siz niye kaçıyorsunuz?» cBen kaçmıyorum,:o dedi Bahri. cHazırol, işte geliyorum. Bak ka�anlara . . . » Cemille Salihi gösterdi. Yılan kahkahayla gülrneğe başladı: «Amma da kaçıyarlar ha, ödlekler!• Salih de, Cemil de oldukları yerde bir an durup bekledi­ ler, sonra geriye döndüler, Bahrinin arkasından yılan çocuğa doğru yürüdüler. Yılan çocuk orada, suyun bu yanında bt>­ Aürtlen �n ucunda kaskatı dikilmiş onları bekliyordu. Bahri yaklaştı yaklaştı, yılan çocukla karşı karşıya kal·

U3


dılar. Ytlan orada yalıiii kınnızısı dili, ışıl ışı! kapkara göv­ desiyle kuyrutunun üstüne dikilmiş, başı, boynu gittikçe kır-, mızılanarak bekliyordu. Bahri de yumruklarını sıkınıştı. eKim korkak ulan?• dedi Bahri. cUlan yılan otlu yılan.• Yılan:. •Bak,• d�di, «bana bak Bahri kardeş, seni herkeslerden duydum, sen mert, yilit bir kişiymişsin. Bana çatma. Ben se­ ninlen arkadaş olmak istiyorum.• «Sözünü geri al öyleyse.» Salihle Cemil ötede durmuşlar, tetikte, olanı biteni, soluklarını tutmuş seyreyliyorlardı. «Sözünü al,• diye batırdı Salih. cAl sözünü;» ·dedi Cemil. •Alıyorum,• diye batırdı yılan çocuk. «Beni de yanınıza alın, bakın size neler ölretirim.• •Gel öyleyse yakınıma;» dedi Bahri. Yılan bir sıçrayışta bumunun dibine geldi. «Hazırol,• dedi Bahri, cpuştluk yok, burada seninle kı­ ran kırana kavga edecetiz. Yılanlık · yok, sokmak yok.» «Yok,• dedi yılan. «Amma bıçak da yok.» «Yok,• dedi Bahri. •Burada böyle seninle yumruk yum­ ruta dövüşecetiz.• «Benim

}rumrutum

yok ki,• dedi yılan Şehzade.

•Ne yapalım dövüşeceliz,» dedi Bahri. Bunu der demez de balyoz gibi yumrutunu yılanın yüzüne indirdi. Yılanın ba­ şı yumrulun hızından yere çarptı, kalktı. O kalkar kalkma:ı Bahri bir daha, bir daha savurdu yumrutunu yılana. Yıla­ nın başı bir o yana, bir bu yana dunnadan savruluyordu. Bir yandan da Bahri yılanı tekmeliyordu, iki ayatıyla. Bab­ ri yılanı basbayalı sersemletmişti. Vurdukça vuruyor, o vur­ dukça yılan yumuluyordu. Yumuldukça da Bahri bindiri­ yordu. Salihle Cemil ötede durmuşlar, sevinç içinde Bahrinin yı­ lan · çocutu dövüşünü seyreyliyor, batırıyorlardı. Yılan çocuk:


«Dur Bahri, yeter artık, çok dövdün beni,» dedi. eSen çok güçlüsün, çünkü sen insansın.» cDuramam,» diye batırdı coşmuş Bahri, cduramam. Se­ ni ezecelim.» «Beni ezince ne kazanacaksın,» dedi yılan çocuk. «Bak ajzım burnum kan içinde kaldı. Dövdütün yeter artık.» «Yetmez,» dedi Bahri, biraz daha sert girişti. «Yetmez, yetmez, o senin öldürdütün çocuklarm öcünü alacatım sen­ den.» «Ben kiinseyi öldürmedim,» dedi yılan çocuk. •Hepsi korkularından öldüler.» Yılan çocuk Bahrinin demir yumruklannı yedikçe inli­ yor, yalvanyordu, sonunda dayanamaz oldu, her şeyi unu­ tup aklı başından gitti, öfkelenmiş, başından kuyrutuna ka­ dar kipkırmızı kesilmişti. Bahri bunu· görünce, eyvah, dedi içinden, keşki şu yılanın üstüne bu kadar varmasaymışım, ödü bokuna karıştı ama iş işten geçmişti. Yılan uzaja çekil­ di, orada koskocaman, kırmızı bir top oldu, havalandı geldi Bahrinin suratının ortasına vurdu, Bahri kurbala gibi y�ıe serildi, bir daha da kalkamadı. Yılan yerdeki Bahriye, hızı­ nı alamamış, toparlamp toparlamp vuruyor :. «Öldürecetim seni, öldürecelim köpek çocuk, öldüre­ cetim seni insafsız adam,• diyordu. Köpürmüş. Rengi de git­ tikçe kor gibi oluyordu. Tam bu sırada tirtir titreyen Salih­ le Cemili gördü, Bahriyi bırakıp onlara saldırdı. Salih nar bahçesinin ortasına aldı yatırdı . . Yılan da Cemili yakaladı, · bir toparlanışta onu yere serdi. Cemil hashas ba�Jnyor, yer­ lerde sürünüyordu. Nar bahçesinin içine giren Salih nasıl akıl ettiyse etti de, belinden çıkardılı bıçajıyla oradan çiçekli, kalın bir nar dalı kesti, yılanın tılsımını neredense biliyordu, koşarak kavga edilen yere, sarayın kapısına geldi. Yılan çocuk Cemi­ li yere sermiş, gitmiş gene Bahriyi dövüyordu. SalUı geldi : cDur ya yılan, destur,» dedi elindeki dalla üç kere yılana vurdu, yılan hemen sindi, kırmıııyken kara, karaykeıı mavi oldu. 215-

·


«Niye dövdün de böyle yerlere serdin ulan arkadaşları­ mı, haa? Sende hiç insanlık kalmamış. İnsan olan insan ,u

çocukları böyle yere serer mi, baksana hallerine. Şimdi ben

de seni bu nar çubuluyla öldüreyim de . . . • «Öldürme,• diye yalvardı yılan çoc:uk Salihe. «Dile ben­ den ne dilersen.» «Olur,• dedi Salih, chaydi seninle şunlan uyandıralım. Yaralan da çok kanıyor. Bak Bahriye, Cemile, ikisi de ölü gibi yatıyorlar.»

eSen korkma onlardan,• dedi yılan çocuk. · · «Ben şimdi

onlann yaralanm şimdi şimdi iyileştiririm. Sen dile ben­ den ne dilersen.• cNe dilersem yapar mısın?» «Ne dilersen veririm sana,• dedi yılan çocuk. Salih onun kulalına elildi, fısır fısır konuştu. Yı1an çocuk, yani Şehzade güldü, başını dikti, dilini çı­ kardı. Şimdi o bir mavi, masmavi, deniz mavisi, güneş ma­ visi, cam göbeli mavisi, çelik mavisi bir Şehzadeydi o. cOhhooo Salih, o senin istedilin de iş mi, istersen bin

tane, yann . . ı. .

Salih sevindi : «Hele sen şu arkadaşları dirilt de.» Yılan çocuk, yani mavi Şehzade atzına iri bir nar çiçe­ li aldı, çiçeli tepeden tımala Bahrinin de, Cemilin de üs­ tünde gezdirdi, ötekiler uyanıp hemen ayata fırlı;t�r. Bah­ ri uyamr uyanmaz kalktı, yumruklanm sıktı, yılan çocuJa �ehşet· bir yumruk aşketti, yılan gitti, boylu boyunca topra­ la upuzun serildi. Şehzadenin alzıyla Bahriye sürdülü nar çiçeli onu tılsımlamış, onu birkaç misli daha güçlü yapmış­

tı. Bahri yerden kocaman bir taş aldı, yılamn bqı budur di­ «Olmaz,• dedi,

ye savururken Salih onun ellerine yapıştı,

«olmaz, o bizim kan kardeşimiz. O seni öldürmedi.

At tqı

ye­

re de gidip . onu ayıltalım.» ·

Uçü bir olup yılanı çiçekli nar aJacımn al�na taşıdılar,

yüzüne su serpip ayıltWar. Yılan çocuk uyanınca üçünü de candan kucakladı. Burada, ulu nar bahçesinin içinde oynadılar. Baliri çok

218


uzun, kalın bir mor yaldızlı kamıştan Şehzadeye bir ·at yaı;ı­ tı, yılan çocuk ata bindi, ta denizin üstüne kadar koşturdu, geri geldi : cBen ömrümde böyle uçan bir at görmedim,» dedi.

Bahri: «İşte ben böyle güzel atlar yaparım, • dedi. Cemil nedense somurtuyordu. «Niye somurtuyorsun Cemil?ı.

cSmn tuzunuz kuru,• dedi Cemi!. •Halbuki evde beni bekliyorlar. Deniz kabu�u toplayaca�ım da, eve götüreceğim de, onu da sigara küllü�, vazo, tabaka yapıp sataca�ız da ka•­ nımızı doyuraca�ız.• Cemilin durumuna çok üzülüp denizin kıyısına gittiler, dördü dört yerden Cemile torba torba deniz kabu�u topladı­ lar, hem de görülmemiş güzellikte kabuklar. Cemi! buna çok sevindi.

O gün akşama kadar dördü, yeni yeni oyunlar icat ederek oynadılar. Yılan çocuk sevincinden deli olacaktı nerdeyse. Salibierin oynarlıklan oyunların hiç birisini bilmiyordu, ya­ zık . . .

Akşam oldu, gün kavuştu, yılan çocuk: •Şimdi beni Korsan Padişahı babam arar,» dedi. «Arar bularnazsa kıyameti kopanr, ben onun tek o�luyum çünkü­ leyim ki . . . Beni burada azıcık bekler misiniz? • •Bekleriz,• dediler. Yılan çocuk kayarak nar bahçesinin içine gitti, biraz son­ ra da bir hoş kokulu, üç tane mavi, ışık saçan çiçekle geldi, her birisine bir çiçek verdi : •Bunu yeyin,• dedi. •Bunu yeyince bütün dünyayı, de­ nizleri, gökleri, yıldızları, çiçekleri, kokulan kamnızda duya­ cak, dünya sarhoşu olacaksımz. Her an, her şey sizin için bambaşka olacak. Ölünceye kadar mutluluklar içinde yüze­ ceksiniz, balıkçı reisi Temel Reis gibi. Babam bu çiçekten Temel Reise de vermiş.• Çiçekleri yediler, bir güzellikte, sarhoşlukta, mavide, ışık� ta başlan döndü, gözlerini yu.mdular, gittiler, gittiler.

217


Salih: «Bahri uyan,• dedi. Cemil,

geç kaldım diye evlerine koşuyordu. Elinde a�zı­

na kadar deniz kabu�u dolu üç naylon torbayla.


Salih yukarıya ulaşmak, kasaba çarşıama varmak için son gücünü de toparladı. Tekmil bedeni dövülmüş gibi acıyordu. Sırtında o kadar alır yük bütün gün durmadan koşturdutunu ancak şimdi anımsayabiliyordu. Bir de uykusu geliyordu ki. . . Aaah, şimdi dotru eve gidebüseydi. Gidemezdi, şu balık sat­ tılı süre boyunca, yel gibi sokaktan sokaja koşarken, karo­ yonu hiç gözlerinin önünden gitmemiş, aklından çıkmamış­ tı. Sallhin böylesine canını dişine takıp koşturması neydi ya­ ni. o da elalem gibi, yavaş, alır, sindire sindire balık satma­ sını bilmez miydi? Duramıyordu yerinde. Nasıl dursundu, her an bir çocuk kamyonu görebilir, babasına satın aldı�bi­ lirdi. Olmamıştı, attılı taş dedili kuşu vurmamıştı işte. Ne olacak, diye kandınyordu kendini, ne olacak yani, alamacfılım, hiç de alamayacatun kamyonu görüp de ne ola­ cak yani. Böyle . diyordu ama kamyona da gitmekten kendini alakoyamıyordu. �yon orada duruyordu. Salibin içini bir güven doldurdu. ·•Alacalım, alacatım onu. Bir yolunu bulup alacatım.• Satılmadı, satılmayacak da. İçindeki satlam güven bile onu salianmaktan kurtarama­ dı, dengesini yitirdi, elindeki çevaleyi yere düşürdü, yanda­ ki duvara tutunmasa kendisi de boylu boyunca yere serile­ cektl. Eve v�ıjıuda tükenmlşti. Anası onu nasıl kaqıladı, bü­ yük ana ne dedi, babası evde miydi delil miydi, hiç birini ,

219


ansıyamıyor.

Yemek yedi

mi yemedi mi

yatata &irmeden .

önce, ansıyamıyor. Bir şeyi iyice ansıyor, hep yöresinde ke­ diler, uçan, altın gözlü, altın gözleri karanlıkta binlerce bin­ lerce yanıp sönen. . . Bir karanlık, zifiri karanlık duvan üs­ tünde binlerce kedi . gözü. Ayduılık, ustura gibi derin aydın­ lık delikleri. . .

Sabahleyin erken uyandı. Daha büyük anası bile uyan­

mamıştı. Her sabah uyanır uyanmaz, ilk iş, gözlerinin önüne kamyonu gelirdl. Bugün de öyle oldu. Kamyon gelmiş' bahçe­ de, fU ulu zeytin aJacının altında, fesleftenlerin ye�e, ko­

kusuna sırtını dayamış durmuştu. Ortalık feslelen, badem çiçefti, deniz, nergis kokuyordu. Salih bu sabah kamyonu he­ men gözlerinden uzaklaştırmala, aklından silmete kalktı. J'a­ kat ne yaparsa yapsın ne kamyon gGzlerinin önünden gidi­ yor, ne de aklından çıkıyordu. Salih, kamyon aklına düşme­ sin diye neler yapmıyor, ne umarlara başvurmuyordu. Te­ mel Reis, teknelerl, allarda binlerce çırpınan mavi

lfl].tıb

ba­

lıklar, gün ışılma gelince panltılı bir altın kırmızısına kesen balıkların yeşili, kırmızısı. . . Al çekerierken çok balıkçı gör­ müştü Salih. Balıklar binlerce, allarda yakamozlayarak, renk yakamozlan fışkırtarak balıklar, Reisin şişmiş boyun damar­ lan. . . Hiç görmemı.tı ki Temel Reisi denizden al çekerken. Yok yok, Temel Reis denizden al çekerken kesinlikle boyun damarları şişiyordur, boynu, yüzü, özellikle kOca kepçe ku:.. !akları kızararak. . . Marangoz, Doktor Yasef, İsmail Usta, ha­ nımeli kokusu, yolurt satan köylüler, oduneular, ocaklar, ren­ deler, kıvılcımlar, anlar, biribirierine girmişler karman çor­ man kafasında dönüyorlardı. Büyük anası, yıl on iki ay, sa­

bahın köründen gecenin karaniılına kadar, orada, yerinden hiç kalkmadan, ölle yemeklerini hep tezgııhın başında yiyen, durmadan rnekikieri atan, mekik şakşaklanna düşüncesini uy­ duran. Salih onun mekik atışlanndan, mekik sesinden, rne­ kilin hızlarup yavaşlamasından ne düşündüğünü bilirdi. Kay­ gılıysa başka türlü atardı rnekili ve mekik başka türlü şak­ lardı, sevinçliyken başka türlü. HalUi özlemişse, hemen onu da bilirdi Salih, işte. o zamanlar büyük ananın "ÜZÜ çok gü­ zelleşirdi. Elindeki mekik küçük şakırtılarla su

" '"'

akı :, ses


çıkannata korkarak gider gelirdi.

İşte o

zaman dünyanın

en- mutlu insanıydı büyük ana. Dalar gider, yüzünde mut­

luluklar, rnekikten hemen hemen hiç ses çıkmaz olur, saat gi­

bi tıkır tıkır işlerdi. Bazı da mekik elinde öyle kalakalır, bü­

yük ana elindeki rnekitin durduğunun farkında olmazdı. Ken­ dine geldilinde artık büyük ana bozulmuş, mekiğin sesi de başkalaşmıştır.

Salih

son

günlerdeki

mekik

sesinden

ürk­

müştü. Büyük ana şimdiye kadar hiç düşünmediği biçimde kötü şeyler düşünüyordu. Ne

için,

kimin için düşünecekti

böyle korkunç şeyleri büyük ana, elbette ki Salih için. Abia­ ları da, onlar gergefte, yüz elli kuruşa sabahlardan akşam­

lara, gözlerini kör ederek nakış işlemişlerdi. Baba bu fıkar�­

ların tüm kazançlarını ellerinden alıyordu. Bereket versin ki

kızlar çok kumazdılar, işlediklerinin hepsini babaya vermi­

yorlar, bir kısmını uğrun uğrun patrona kendileri götürüyor,

parasını alıp saklıyorlardı. Ne yapsınlar, küçüğü kocaya el­

leri boş mu gitsin, çınlçıplak? Onlar da kaçırdıkları parayla çe­ yiz hazırlamışlardı. Babası, büyük ananın ölümünü bekliyordu,

birkaç kere Salih onun ağzından duymu�tu. Halilin malilin

gelip geleceği yok, diyordu baba. . . Anam diline pelesenk et­ miş, bir de alışmış Halili beklemeğe, yoksa babam sağ olsa,

ya da gelebilse, hiç gelmez miydi bunca yıl?

Kamyondan kaçmak için daha neler, neler düşünmüyor­

du Salih. Gerçekten de bazı düşünceler onu sürükleyip gö­

türüyor, bir an için de olsa kamyonu unutup gidiyor, unu­ tunca da bu yaptığı hayınlığa öfkeleniyordu .

Bu öfkeyle kalktı koruluğa indi. Gitmeyecekti Hacı Nus­

rete, gitmeyecekti oraya, Ne var yani, giderse ölecek mi, ha,

giderse ölür mü? Gitmeyecek işte.

Kimse yoktu korulukta. Bu kadar erken kim gelirdi ki

koruluğa? Ah bir kişi olsaydı, derken, korunun alanında,

çi tlenbiğin arkasında, çukurda yaban güllerinin orada Balı­ riyi gördü. Bahrinin yaşı onunki kadardı ya, boyu uzun, o­

muzları da genişti. Yumrukları da kocaman. Kasahada bü­ tün çocuklar ondan korkarlardı . Doğrusu, Salih de ondan

epeyce korkardı. Epeyce dedikse, yani, işte. Düpedüz kor­ kardı, ödü de kopardı Bahriden. Nedense dünyada en çok .bu

221


Bahriden korkardı.

Açıkçası bilse ki Bahri bir yerde, öl­

dürseler Salih oraya gitmezdi. Yolda karşısından gelse, yo­ lunu çevirir başka yerlerden giderdi varaca�ı yere. Bahriyi görünce, kamyonu, her şeyi birden unuttu, başından aşa�ı kaynar kazanlar döküldü. A�ır a�ır, dikleşerek Bahriye yak­ laştı. Bahri yirmi otuz kadar kara, sarı, boncuklu arıyı ip­ lere ba�lamış, ipleri de yaban güllerinin daUarına sırala­ mıştı. Arılar uçuşup duruyordu. On beş kadar boncuklu an­ nın da kuyruklarını koparmış, kuyruksuz arılar havada, den­ gesiz, bir tuhaf, bir hoş sesler çıkararak, hacakları toptan kopmuş adamların hüznünde, yönlerini bulamayarak, küçük bir alanda kendi yörelerinde kanatlarının hiç bir faydası yok­ muşcasına dönüyorlardı. Ortalı�ı keskin bir yaralı arı vızıl­ tısı almıştı. Salih ona yaklaştı, ta burnunun ucuna geldi, başını kal­ dırdı, gözleri kıvılcım saçıyordu, Bahri ona, onun bu tavrı­ na aşa�ılayan, küçümseyen şöyle bir tepeden baktı, burun kıvırdı. Onun bu halinden kındı.

de hiç bir şey anlamamış, şaş­

«Bak,» dedi Salih, «biliyor musun, senin ablan var ya, bu mahallenin baş orospusu

. . .

»

Bunu der demez de bir adım

geriye attı. Bahrinin o anda yüzüne patlayacak yumru�unu , boşa saldı. Kapıştılar. Altalta, üstüste dövüşleri ta kuşlu�a kadar sürdü. İ kisinde de kıpırdayacak, biribirierine sövecek hal kalmamıştı ya, kendi kendilerine ayrılmayı onurlarına ye­ diremiyorlardı. İ kisinin de gözü yoldaydı, birisi gelip de on­ ları ayırsın diye. Daha biribirierine vuruyorlardı, artık vu­ ruşları etkisizdi, dokunmuyordu bile. Salih arada kamyonu­ nu düşündükçe yeniden cana geliyor, bir an için de olsa Bah­ rinin pestilini çıkarıyordu. Bu köpe�in kamyonu yoktu ki Salibi dövsün de eskisi gibi pestilini çıkarsın, öteki çocukla- · ra yaptığı da, onları dövdüğü de . . . Sonunda beklediler beklediler, baktılar ki kimse gelip gitmiyor, kolları da hiç kalkmıyor, ancak kıpırdanabiliyorlar. «Ayrılalım artık,» dediler. Bu ayrılalım sözünü kim söyledi, kimin söylediğini iki-

222


si de düşünmedi. Belki ikisinin de aynı sözler aynı anda ağız­ larından dökülüverdi. İkisinin de a�zı, burnu, başları, tekmil yüzü, elleri hacak­ ları kan içindeydi. İkisinin de gömlekleri yırtılmış param­ parçaydı. İkisinin de sırtı kırbaç yemiş gibi yol yol şişmişti. Karşılıklı oturmuşlar körük gibi soluyorlardı, bitkindi­ ler. Biraz soluklarını toplayınca göz göze geldiler, önce Bah­ ri Salibe bir göz kırpıp gülümsedi, sonra da Salih. Bahri: «Kalk Salih gidelim de yüzümüzü yuralım denizde. Senin yüzün kan içinde kalmış,» dedi. Salih: «Seninki de . . . ,. Ayağa zorlan, toprağa bastırdıkları ellerinden destek ala­ rak kalktılar. Elele tutuşup yorgun, mutlu, biribirierine ba­ kıp gülerek denize vardılar, dizlerine kadar suya girip elle.:. rini yüzlerini, kanlarını yudular, gerisin geri korunun açıklı­ ğına geldiler, eski çöktükleri yere oturdular. Biribirierine ba­ kıp bakıp gülüyorlar, daha da soluklanıyorlardı. Arılar ötede yaban güllerinde iplerini germişler, gittik­ çe öfkelenerek ortalığı vızıltıya boğuyorlar, kuyruksuz, yön­ süz arılaı:: da dalgalı bir denizdeki vapurlar gibi havada inip çıkıyorlardı. Salih gözlerini bir ara arılara dikti. Bahrinin yüzüne bak­ tı, sonra da yere indirdi. Bahri: «Haydi Salih,,. dedi, «bana yardım et de, şunların iplerini alıp salıverelim.» Salih hemen: «Salıverelim,,. diye ayağa fırladı. . Arıları usulca tutup iplerini alıyor salıveriyorlar, ipten kurtulmuş arılar kurşun gibi uçup gidiyor, bir anda da göz­ den yitiyorlardı . Ç�uklar da onlar gözden ırayıp yitip gi­ dinceye kadar artlarından sevinçle bakıyorlardı. Bahri: «Şu kuyruksuz anlara bir acıyorum ki, yazık,» dedi. «Bak 223


ne biçim, acıklı, topal insanlara benziyorlar, belierindea aşa­ ğıBı kopmuş. Ne yazık. Fıkaralar.» «Fıkaralar,• dedi Salih. «Neden bunu yapıyoruz ki?• dedi Bahri. «Herkes de ko­ parıyor yakaladığı bir iki arının kuyruğunu. Anların böyle topal topal uçmalan hoş mu yani?» «Hiç de değil,• dedi Salih. Sonuncu arıyı Salih bırakmıştı. Bu, ona Bahrinin konukseverliğiydi. «Haydi gidelim,» dedi Bahri. « Gidelim,» dedi Salih. Bahri ona baktı baktı, yüzü değişti: «Keşki,»

dedi,

«birbirimizin

gömleklerini

yırtmasaydık.

Şimdi eve vannca bunun için evde seni dövmezler mi?» «Yok,» dedi Salih, «dövmezler. Ya seni?» cc Aldırma,» dedi Bahri, «ne yapalım, döverlerse döverler. » Çarşıya giden yolda ayrıldılar, o evine gitti, öteki evine. Salibin eve girmesiyle, gömleğini değiştirip çıkması bir olmuştu. Anasının, şişmiş suratını görünce çıkardığı ah, of ·

seslerine aldırmamıştı bile. Kamyon orada, camın arkasında öylece, bütün vekarıyla duru yordu . Aslan gibi, yiğit, kabadayı.

Salih akşam gene gitti Temel Reise. Canı çıkıncaya ka­ dar teknelerden, üç tekneden de balık taşıdı kamyonlara. Te­ mel Reis ona gene bir torba dolusu balık verdi, anası gene balıkları

çevaleye

doldurdu,

bir

tekine

bile

dokunmadan .

Salih gene geçen günkü gibi mahallelere çıktı, gene yel gi­ bi arkasında kediler. Bu sefer öğleye kadar dolaştı. Tam öğ­ le ezanı okunurken kedilere bir şölen daha verdi. Kediler için­ den ak kedisini seçip onu ötekilerden ayırıp uzaktaki kayanın kuytusunda tek başına doyurdu. Ertesi sabah içine doğmuş gibi doğru kamyona gitti. Karo­ yonun yerinde yeller esiyordu. Salibin başı döndü,

bütün

çarşı yöresinde fır fır döndü, cami, minareler, ağaçlar, Ha­

Nusretin dükkanı, kara kaşları, sakalı, soluk yüzüyle Hacı 224


Nusret, evler, karşıdaki kale . . . Duvara tutundu, yavaşça aşa� tıya, eşiğe sağıldı, oraya yığıldı kaldı. Neden sonra Hacı Nusreti gördü, dükkanının önünde durmuş ona gülüyordu. Salih onu görünce topariandı ya, ne ka­ dar toparlanabilecek, hacakları feldirdeyerek, duvara tutuna­ rak ayağa kalktı. cıGitti,• diyordu Hacı Nusret. «Avukat Osman Ferman oğluna aldı. Hem de iki yüz elli liraya . . . Çok gelecek, o kam­ yondan daha çok gelecek, üzülme çocuk, Alamanyaya daha çok oyuncak ısmarladıriı.» Salihin aklında bugünden bir Hacının sırıtan soluk yü­ zü, kar:ı. sakalı, parlayan ak dişleri, bir de Osman Ferman sözleri kaldı. Osman Ferman, Osman Ferman. Birkaç gün öyle yıkılmış, dünyayla tüm ilişkisini kesmiş, nereden gelip nereye gittiğini bilmeden, ağzını bıçaklar aç­ madarı uyuduğunu uyandığını farketmeden ortalıkta dolan­ dı durdu. Osman Ferman! İşte bu ad, bir büyülü açkıydı. Osman Fermanın evini bulabilirdi. Ondan ı:;onra da koca Allah ke­ rimdi. Allah söyletmişti Hacı Nusrete onun adını. Hacı Nus­ ret Allahın has adamı değil miydi, Allah Hacı Nusrete demiş­ ti ki, ya Hacı Nusret, artık sat sen o kamyonu, anladım ki bu çocuk, �tani o Salih, öyle de iyi bir çocuk ki, balıkları ke­ dilere yed:. meyip de satsaydı, bu kamyonu da, başka iki karo­ yonu da alacak parası olurdu, anladım ki bu çocuğun parası olmayacak, sen kamyon u sat, teşekkür ederim, benim batı- . rım için, satınadın çok beklettin, kamyonu sat ama kime sat­ tığını da çocuğa söyle. Görürsem söylerim, dedi Hacı Nus­ ret de, söz. Salih o gün eve erkenden gitti. Salihin yüzünü anası böy­ le görünce çok sevindi. Salih gülüyor, eğlE;niyor, anasına sa­ rılıyor, küçük salonda bir baştan bir başa takla atarak gidi­ yor geliyor, balıkçılardan, şoförlerden, herkeslerden öğrendi­ ği yakası açılmadık, hayasız türküleri söylüyordu. Büyük ana­ sına bile, onun öfkeli y�züne bugün dostça baktı. Anasının içine nohut da atarak pişirdiği naneli ekşili köfteyi kırk yıllık açmış gibi sümürdü. ·

AC;SS/15

225

·


Ertesi sabah düşünc�li kalktı, kafası makina gibi işliyor, bütün \ olasılıkların bir bir üstünde duruyordu. Birden fır­ ladı, bulmuştu, do�ru çarşıya gitti, bir dükkanda Osman Fer­ manı buldu. Durmadan bir kalemle pırıl pırıl dazlak kafası­ nı kaşıyor; gerdanını şişiriyor, karşısındaki köylülere önemli şeyler anlatıyordu . . Köylüler, kasketleri buruşuk, giyitleri ye­ ni dükkandan alınmış, kırışıkları katı, sert, hışırtılı, elleri dizlerinde, _gözleri de Osman Fermanda onu çok saygılı dinli­ yorlardı. Salih ötede çınarın kalın gövdesini kendine siper eylemiş içerdeki Osman Fermanın her davranışını, devinimini izliyordu. Kimisinde yüzü acıyla buruşuyordu Osman Fer­ manın, kiminde yüzü a�lamaklı bir hal alıyor, kiminde sesi çıktığı kadar bağırıyor, Salih onun sesini buradan bile duyu­ yordu, kiminde de kendi kendine, gene ağlamaklı, keh keh keh gülüyordu. Osman Fermanın yüzü o hiç kıpırdamayan köylü­ lerin durumuna göre değişiyordu. Herhal gözleriyle söylü- ' yorlardı Osman Fermana köylüler ne söylüyorlarsa. Öğleye kadar Osman Ferman orada elleri ayakları, ağzı, burnu, kulakları, elindeki kalemi, dazlak kafası, başucunda asılmış Atatürk resmiyle konuştu konuştu, köylüler onun ya­ nından, biraz önce eğilmiş, elleri kavuşturulmuş, sarsak adım­ larla çıktılar, dışarı çıkar çıkmaz da patladılar, hepsi bir ağız-' dan konuşmağa başladılar. Kavga eder gibi bağınyarlar çağı­ nyorlar, sesleri çarşının öteki ucundan demirci İsmail Usta­ nın dükkanından bile duyuluyordu. Sözlerinden de h,iç bir şey anlaşılmıyordu. Onlar çıkınca Osman Ferman da kollarını geniş geniş açarak birkaç kez gerindi, kaşlarını çatıp kalemi ağzına so­ kup gerindi. Boynu kırıştı. Köylülerin arkasından şöyle bir kere bakıp bir daha ilgilenmedi. Önündeki dosyada çabuk ça­ buk elleri uçarak bir arandı, bulamamış olacak ki ayağa fır­ ladı, yiyecekmiş gibi camlı dalaba saldırdı, orada da eli uçar­ cana koşturdu. Ter içinde kaldığını, çok sıkıntıda olduğunu, onun önemli bir şey yitirdiğini Salih buradan görüyordu. Os­ man Ferman dolabın bütün bölmelerini taradı bitirdi, çekme­ celer açtı çekmeceler kapadı, yerlere, masanın altına baktı haktı dolruldu, masanın üstündeki şapkasını aldı, dükkanın 226


kapısını hızla çekti; koşar ayak yukarı mahalleye do�ru yü­ rüme�e başladı. Salih de onu arkadan izledi. Osman Ferma­

nın bütün bedeni düşüncedeydi. Koşan ayakları, ikide bir renkli bir kuş tüyü ta�ılmış şapkasına giden eli, feldirdeyen e�ri, yay gibi kalın sa�lam hacakları yitirilmiş bir şeyi anım­ ııama çabasmdaydılar.

Avlu kapısı açık bir eve paldır küldür girdi Osman Fer­

man, az sonra da rahatlamış, derin derin soluklanıp, ak men• diliyle dazlak kafasını, boynunu, yüzünü silerek dışarı çıktı. Salih onu buradan dükkana kadar izleyip iziemerneyi düşün• dü. Çok hoşuna gitmişti onun, Osman Fermanın halleri. Bir başka türlü oyuncak gibiydi adam. E�er burada işi olmasa Sa­ lihin, şimdi gider de akşama· kadar orada, camın arkasında türlü işler yapan, dudağını eğip büken, başını kaldırıp indi­ ren, dalıp, gözlerini uzak belirsiz bir yere dikip kalan, kimi

zaman da kendi kerı.dine kızıp elindeki kalemi bir sincap gibi hırsla kemiren, Salih üç tane böyle kemiren sincap görmüştü, küçücük ellerine ne geçiyorsa kemiriyorlardı, bu adamı sey­ ı·etmek isterdi. Şimdiye kadar bu Osman Fermanı nasıl et­ mişti de gözden çınar altı da çok Salih şimdi cuğu bekliyordu.

kaçırmıştı? Durup da onu seyredecek yer, elverişliydi. bu evden kendi kamyonuyla çıkacak ço­ Kimbilir nasıl bir çocuktu bu, kimbilir ne

mutlu, pırıl pırıl gözlerle, kamyona sarılmış, kamyondan hiç gözünü ayırmadan çıkacaktı kapıdan. Çıkınca ne yapacaktı acaba, şu çamurlu yola çıkarıp, anahtarla onu kurup yere koyacak mıydı acaba? Elleri kocamandı çocuğun. Boyu mu? Boyu kısaydı, bücür mü bücür, kemikleri gözüken, hep ağ­ lamsı, sümüğünü çekip duran, koca kafalı, üç köşe gözlü, hem de gözleri yılan çakırı gözlü, paytak birisiydi. Babası gibi paytak. Çek elini o kamyondan, o kamyon benim. Pis ellerini. Gerçekten o babası gibi paytak oğlanın o pis, o küt, kısacık, hiç ele benzemez elleriyle kamyona dokunma­ sı . . . Çek çek çek elini! Hiç bağırır mıydı, Salih eşşek miy­ di, bağırsın da, o da Salibi görsün de, sonra da babası can­ darmaya gitsin de, candarma gelince de o paytak oğlan da parmatını uzatıp, işte bu, bu bu, baba bu, desin de. . . Ya�­ ma mı var!

227


Oğlan evin kapısından çıktı, eşikte durdu, burnunu kal­ dırdı. Piçin burnu tıpkı

turist gavurlarının

ziyordu, ucu kalkık, gözleri de yeşil,

burni.ına ben­

ağı yeşili bir renk­

teydi. Giyitleri üstünden akıyordu. Bacakları da çöp gibiyd i . kirpikleri b i r atın kirpiğine benziyordu, saçları m ı , saçları yoktu, babasının saçları gibi, yoktu ki onun saçları, dazlak kafa . . . Dışarı çıktı, hep babası gibi, eğri,- paytak bacaklı, ör­ dek gibi yürüyor, paytak paytak, bir şeyler aranıyordu ba­ bası gibi, telaşlı telaşlı içeriye giriyor çıkıyor. Telaştan ölecek köpoğlusu. Dudaklarını uzatmış, ne de çirkin yüzü var, ağ­ layacak, yüzü uzuyor, uzuyor, başı kelleşiyor, kıllı boz kir­ pikleri at kirpiği, uzuyor, ağladı ağladı derken . . . Koşarak bir daha giriyor eve, yonla çıkıyor,

çıkıyor,

alın, · alın,

elinde

paramparça

alın işte,

ettiği

karo­

diyor, gözünüz yemedi,

benim kamyonu. Alın, alın, alın işte, sizin olsun. Kamyonu c-<> murlu sokağa fırlatıyor. Kamyon darmadağın oluyor, her ı-

.ırçası bir yana gidiyor, un ufak olmuş kamyon, bir teke­

rini belki on parçaya bölmüş paytak piç, öyle

paramparça

doğramış kamyonu. Bunu böyle görünce artık Salih daya­

nabilir mi, üstüne atılıyor çocuğun, ayrıldıklarında çocukta hal kalmamış, parçalanmadık, kan içinde kalmadık bir yeri yok. Orada, şu iri çitlenbik

ağacının

altında, çitin dibinde

ağzı burnu kanayarak yatmış kalmış piç. Piç oğlu piç. So­ luk almasa geberdi dersin. Salih dağılmış parçaları bir bir topluyor. Üzüntüden ölürcesine parçalanmış kamyonun par­ çalarını bir bir topluyor, ikide bir de boyuna yaraları pınar gibi

kanayan çocuğa

meli, Temel Reisin dım.

İstanbul

o

bakıyor,

tekne�ine

kadar

öldürmeliydim şunu, binmeli

büyük

ki,

İstanbula

öldür­

kaçmalıy­

kim · bulabilir k i

orada

bir balıkÇı çocuğu, miço Sa:H.hi? Bu miço sözü hoşuna gitti

;

birkaç kere yineledi, miço Salih, Salih miço. Güldü. Ken­ dini mıştı.

gülerken

yakaladı.

Burada,

yolun

ortasında

kalakal­

Yalnız Temel Reisin teknesiyle lstanbula yolculuk

daha sürüp gidiyordu. Temel Reis gülüyor, o güzel konuş­ masıyla ona takılıyor, eeee Salih Reis, diyordu, bir daha ka­ sahaya dönmeyecek misin? Sen

b u kas�bada doğdun büyü­

dün, sıkılırsın lstanbulda, sıkılırsın, gurbet zalımdır, zor ze-

228


naathr gurbetçilik. . . Dönemem, diyordu Salih, bu kanlı el­ lerle, arkamda bu ölüyle nasıl dönerim? Seksen yaşına ge­ liyordu Salih, ah, kocaman bir vapurdan iskeleye iniyor, tıa­

vayı kokluyor, başka başka, başkaymış kokusu bizim bura

denizinin, diyordu . Yaşl ı, beli bükülmüş bir kadın onu gö­ rünce toprata kapanıyor, çok şükür, çok şükür seni gördüm

dünya gözüyle, çok şükür seni Halil, diyordu. Toprafta eıilip

eğilip öpüyordu. Salih vardı kadını ·kaldırdı. Aaaa, kaldır­

dılı kadın tıpkı büyük anası, tıpkı . . .

Salih başını kaldırdı, geniş, çitlenbik ağaçlı, uzun telli

kavaklar dikilmiş, yabansılnmış bu eski bahçeye baktı, bah­

çenin ortasında altı gözlü, daha yeni boyanıp onarılmış ev

sessiz, içinde hiç kimse oturmuyormuş gibisine ıssızlamış du­ ruyordu. Büyük dış ak basamakları parlayan mermer mer­

d ivenin üstüne konmuş, yanar döner, küçük küçük binlerce ak benekli sığırcıklar da olmasa . . .

Salih geçen yıl bir sı­

ğırcık yakalamış, hem de dil-i diri, hiç bir yerini incitme­

den. Kuş, sabahleyi n bakmış

yakalamak mı?

ki,

ölmüş. Bir daha sığırcık

Salih telaşlandı, hep burada yo} un ortasında· dalıp gidi­

yordu. Kendine bir yer bulma-lıydı. Yöreye bakındı. Sakla­ nacak uygun bir yer neresi

olabilirdi,

şu kapıdan çıkacak

çocuğun görmeyeceği? Bir iki bakışta buldu. Çitlenb_ik ağa­

cının ardındaki taş yığınlarının üstü. Oraya vardı, araştırdı.

taşların üstüne oturup kapıya baktı, kapıya gidip oturduğu

yere baktı, gözükmüyordu . Gitti, taşları düzeltip oraya otur­

du. Burada da otur otur insanın canı sıkılırdı ya, o da kam­ yonunu düşündü. Kamyonunu düşünmeyi, belki kamyonun- · dan daha çok seviyordu. Salih kamyonuyla konuşuyordu bi­ le. Neler neler yapmıyordu Salih daha kamyonuyla. Anlatsa

herkes ona güler, deli der, Salih de niye aniatsın herkese

kamyonla kendi

arasında geçenleri, yani

kamyonuyla . . .

Çocuk ancak ikindiye doğru orada taş merdivenlerin üs­

tünde gözüktü. Kamyon da arkasında. . . Kamyonunu görün­ ce Salibin az daha yüreği duruyordu. Burada, şu taşların üstünde yüreği attı

attı,

elleri

ayakları

titremeıe

başladı.

Piç otlu piç, tıpkı bir köpek gibi kamyona ip bailamış ar229


dınca

çekiyordu.

İşletmesini

bilmiyor,

diye

sevindi

Salih .

Aslan Hacı Nusret, Allahın has adamı, Salihten yana çıkıp bu piçe kamyonu işletmeyi iyi ki öğretmemiş. Gene de kıs­ kançlıktan deliye döndü Salih. Gönül diyor ki, atla şuradan oraya, yapış onun gırtlağına, alır mısın kamyonu, almaz mı­ sın, vur vur vur, bayıl tıncaya kadar o piç oğlu piçi. Öfkesi geçince türlü

kendine

Salihin üstüne

gelemiyord u .

Eli

bir hüzün çöktü ki

kolu,

hacakları

sanki

bir felç

olmuştu, yerinden kıpırdayamıyordu, öylesine yoğun, gittik­ çe yüreğine ağır çöken bir hüzün, bir acı . Birkaç kere ağla­ mak istedi, ağlayamadı bile. Çocuk geldi önünden geçti, çamurların içinden kamyo­ nunu sürükleye sürükleye, tekerleklerini, o güzelim

teker­

leklerini çamurlara, hem de gübrelere bulaya bulaya sokağın başına kadar gitti,

geri

döndü,

burnunu

kaşıdı.

Kocaman,

iri ela gözleri vardı. İyi yüzlü, yüzü hep usanmış, yalnız­ lıktan bıkmış, yaşamından bezmiş bir yüzdü, güzel giyinmiş. saçları düzgün taranmış, ak gömleğinin üstüne de kırmızı kı­ ravat bağlamış, Salih kıravat bağlamış çocuğu ilk olarak gö­ rüyordu, hele böyle kırmızı kıravat bağlamışını hiç hiç gör­ n:emişti, ayaklarına yepyeni, gıcır gıcır,

ama çamura bat­

mış, ne bilir böylesi çocuklar böylesi güzel şeylerin değeri­ ni, bak, şu dünya güzeli kamyonun değerini biliyor mu, kun­ dura geçirmişti . çıktı,

kamyonu o merdiven­

lerde tıngır mıngır, kedi ölüsü gibi

Oğlan vardı, merdivenleri

sürükledi, Salihin ödü

koptu kamyonun bir yerine bi r şey olacak diye . Çocuk mer­ divenlcri çıkınca orada, sahanlıkta bir süre durdu, elleri yan­ larına düştü, gitti geldi, ne yapacağını bilmez, canı sıkıldı, bir yerlere tükürdü, iki eliyle çükünü tuttu,

bir kaç kere

çekti çekti bıraktı pantalonunun dışından, başını havaya dik­

ti, gökte, uzaklarda birkaç martı dönüyordu, gök ço � duruy­

du, lekesiz, oğlan dilini çıkardı. Sonra kamyona döndü ona

da dilini çıkardı. Salih bunu kendine karşı yapılmış en bü­ yük aşağılama saydı, bu yetmiyormuş gibi arkasından çocuk kamyona zorlu bir tekme savurdu.

Salih

Artık buna daha fazla dayanamazdı, 230

gözlerini yumdu.

ayağa

kalktı,

sokağa


aşa�ı yürüdü, orada, soka�ın köşesinde çitlenbik agacına sır­ tını dayayıp kalakaldı. Yüzünü elleriyle kapatmış sırtı inip inip kalkıyordu.

" Bahri geldi aklına. En iyi arkadaşı oydu . Her şeyi ol­

du�u gibi ona anlatmah, bu işi onunla birlikte pişirip ko­ tarmahydı. Bir tek elin nesi var, iki elin sesi var. Başkası olsa neysem ne, şu kendi kamyonunu elin elinde görünce, öylesine bozulmuştu ki, eli aya�ı kesilmişti. Böyle eli aya�ı kesilmiş, kendisini topariayıp bir şey yapamazdı ki . . . Kor­ kuyordu, her seferinde kamyonu görünce böyle olacaktı bi­ liyordu, insan kendisini bilmez mi? Bir şeyi kaçıracakmış da bir daha yakalayamayacakmış gibi aceleyle

Bahriye

gitti,

Bahriyi evlerinin

merdiveninin

alt basamağına oturmuş, deve dedikleri bir oyuncağı sö�üt çubuklarından yaparken buldu. lşine dalmış gitmişti. Sol eli­ nin üç parmağını çaputlarla ayrı ayrı sarmıştı. Çaputlar kan içindeydi. Orta parmajtın daha kanadı�ı belliydi, alttan ge­ len kan durmadan ak çaputa yayılıyordu. Salih geldi onun başında durdu, birkaç kere bağırarak, «Bahri, Bahri,» dedi de Bahri o zaman ayılabildi . Bahri onun geldiğine içtenlikle sevindi, sajt elini uzatıp onu omuzundan tuttu sıktı. Oraya merdivenin üstüne otur­ dular konuştular. Salih her iki sözünün başı soluk soluğa,

yüzü kıpkır­

mızı kesilerek : «Hem dilini çıkardı, hem de

üstüne tükürdü,

arkasın­

dan da belki on beş tane tekme attı kamyonuma, •

diyor,

sonra da bir süre üzgün, yıkılmış, aşağılanmış susuyor, on­ dan sonra gene dertli, bir ağıt söyler gibi anlatmasını sür­ dürüyordu. Sonunda Bahri : «Kalk,» dedi. «Kolay o kamyonu ele geçirmek. Sen hiç küşüm etme bunun için. Yağdan kıl çeker gibi o kamyonu onun elinden alırız. Haydi kalk aldırma. Kamyonun da en küçük bir yerine bir şey olmuşsa biz de onu eşşek sudan gelinceyt! kadar döveriı.» « Döveriz,» diye cana geldi Salih.

231


«Bir iyice de, hem de ona dilimizi çıkarırız. » «Üstelik de ikimiz ... <<Tükürü.rüz de . . :o

« İkimiz

.

de . . . »

Bahri: «Ben gideyim de yukardan bilyalarımı alayım, bilyalar .

işimize yarayacak. Uçurtma da olsa mı?» «Bilya iyi,» dedi Salih . Bahri yukardan bilyalan aldı geldi,

yola düzüldüler.

Çocuğun evlerinin avlu kapısına, içeriye bir göz attılar, çocuk mermer merdivene oturmuş yüzünü de elleri arası­ na

almış öyle düşünüp

duruyor,

kendi

kendine

de

arada

bir şeyler söylüyor, sonra da sağ elini yüzünden alıp hava­ y a güçlü bir tokat sallıyordu. Kamyonsa orada, eski yerin­ de, duvarın dibinde duruyordu. Çitlenbik ağacının altında, çocuğun tam görebileceği bir açıklıkta kuru bir yer bulup hemen oyuna giriştiler. Büyük, içlerine kırmızı, mavi sarı, parlak renkler konmuş gıcır gı­ cır yeni cam bilyalar ellerinde, güneşin ışığında, binbir ren­ ge dönüşerek kayıyordu. Bahri bu kasabanın en iyi bilya­ cısıydı. Üstüne bir tane

daha

varsa çıksın. Bilyalan yarı

yarıya paylaşmışlar, Salih bilyasını kendi yanına,

çitlenbi­

ğin köküne, Bahri de yandaki çiçek açmış, üstünde binlerce arının vızıldaştığı apak kesilmiş badem ağacının köküne yığ-· mıştı. Oynuyorlardı, öyle şakacıktan · da değil, doğru doğru . oynuyorlardı . Salih dalgındı, Bahri büyük ustalığıyla Salibin bilyalarını vurup vurup alıyordu. Salih, kendini oyuna ve­ remiyordu ki, Bahri bunu anlıyordu, lıkaranın gözleri iki­ de

bir saha'nlıktaki

mavi kamyona,

orada oturup kalmış,

kendi kendine konuşan, kendi kendiyle oynayan çocuğa gi­ diyordu. Çocuk bu sefer ayakkabısını, çorabını çıkarmiş ayak parmaklarını sayıyor, basıp eğiliyor,

ayağa kalkıp çıplak ayağını

ayağının izini

çok önemli

çamura

bir iş yaparmış­

casına araştırıyor, konuşuyor, sonra da iki ayağıyla birden izi bozuyor, bozulmuş ize çok sert bir şeyler söylüyer, emir­ ler yağdırıyor, yöresine çizgiler çiziyor, belki de resimler ya­ pıyor, çizgilerin üstüne olacak, ötedeki ağacın altına yığıl-

232


mış tuğlaları getirip üstüste yığıyor, sonra çorabını, ayakka­ bısını giyip tuğlaları tekmeliyor, tekınelediği tuğlaların üs­ tüne atlayıp tutuyor, sonra yorulmuş merdivene oturmuş, ağ­ zını yüzünü; gözünü çarpıtıp, saçlarını karıştırıp

kendisini

korkunçlaştırıyor, ceketini ters çevirip giyiyor. Bir kere ol­ sun arkasındaki üç merdiven yukarısındaki kamyona dönüp · bakmıyor, bu da Salibi gittikçe öfkelendiriyor.

Birden Salihle Bahri arasında bir kavga koptu. O ona

bağırıyor, öteki ona. «Hile yapıyorsun,» �iye kıyameti ko­ parıyordu Salih. «Yapmıyorum, ben ustayım oğlum, kazanı­ yorum, sen acemisin,» diyordu Bahri. <<Yok beee !» «Yok beee ! » diye onun ağzına öykünüyordu Bahri . «Yok beeeymiş! Oynayalım da gör. Gözünü dört aç oynarken de hile yaptırma.ıı «Oynamam seninle, » diye bağırıyordu Salih. «Güzel bir oyun ama seninle oynanmaz k i . » İçerdeki çocuk bunların ağız dalaşlarını duymuş kulak kabartıp ayağa kalkmış birkaç adım da onlara doğru atıp, ikircik içinde olduğu belli, orada durup kalmıştı. Bahri onu gördü : «Oynamazsan oynama,» dedi. « Adam mı yok bilya oy­ nayacak, adam mı yok? » Adam mı yok derken, başını çevi­ rip çocuğa bakıyordu. «Ben de işte şu çocukla oynarım. Bak, işte orada bize bakıyor. Gelsene be. Seni yiyecek değiliz.>• Çocuk birkaç · adım attı, ikircikli, sonra döndü eve baktı, bütün pencereleri üzüntüyle gözden geçirdi, pencerelerde hiç kimse olmadığını görünce, yerinden fırladı, koşarak bir anda onlara ulaştı,

önlerinde,

onları gözden geçirerek, ikircikli

durdu. Bahri sevinçle güldü : «Haydi oynayahm.» dedi. '• Biliyor musun bilya oynama­ yı st'n ? ıı

«Biliyorum," dedi çocuk, oynamağa c a n attığı sesinden Lelliydi. Salih: «Ben oynamak

istemiyorum

bu

mızıkçıyla,

sen oyna,»


dedi, çocuğa doğru bir adım atarak. «Al istersen benim bil­ yalarımla oyna.» Çocuk : «Benim bilyalanın var,» dedi, i l k olarak yüzü ışıdı, fır­ layıp eve gitmesiyle bilyalarını alıp dönmesi bir oldu. Bir torbadan türlü renkte, biçimde, büyüklükte bilyalan çıkar­ dı, oraya ağacın dibine, Bahrinin bilyalarının yanına yıl!dı. «bunun gibi . » Salibi gös­

«Mızıkçılık yok,» dedi Bahri, terdi.

«Yok,» dedi oğlan gülümseyerek. Başladılar. İlk ağızda oğlan Bahrinin üç bilyasını üttü. Salih buna sevindi : « Zızzzt,>>

dedi,

<<hani sen b u kasabanın e n iyi

bilyacı ­

sıydın?» « Dur bakalım oğlum , » dedi Bahri. «Daha üç tane ütüldüm. Daha çok oynayacağız., Oyuna koyuldular. Salih : «Ben de, » dedi,

«şu arkadaşın kamyonuyla oynarım .»

Böyle der demez titrerneğe başlamış, ne çocuğun, ne de Bahrinin leri

yüzlerine

bakamamış,

bir atlayışta aşmış,

birden

kamyonuna

merdiven­

fırlamış,

kavuşmuş,

dokununca

kamyonun mavisine elleri yanmıştı . Sahiden, gerçekten yan­ mıştı. Arkasından Bahri : «Sen de kamyonla oyna,» diye bağırmıştı ya, o duyma­ mıştı. Çocuksa hiç aldırmamış, bir çocukla oyun oynamanın. üstelik de onu ütmenin coşkusunda, kendini kaptırmış git­

mişti . Bu bilyalan Alamanyadan doktor olan dayısı get! rmiş. çocuk

bilyalarla

önce

babasıyla,

sonra

ablasıyla

oynamış.

onlar bıkınca da kendi kendine kalmış, iki çocuk olmuş üt­ müş, ütülmüş, sonra da bıkıp bilyalan torbasına doldurup bir köşeye atmıştı. Bir de içinde korkusu olmasa, ş u pence­ relerden

bakıp durmasalar. . .

Evden gelecek bağırtıyı bek­

lemese tam işin tadını çıkaracaktı. Salihin, elleri yanarak. yüreği göğsünü delecek kadar atarak, tirtir titreyerek alıp getirdiği kamyona dönüp de, ne oluyor diye bakmaınıştı bi­ le. Onun için varsa da yoksa da şu bilya oyunuydu.

234


Pencereden gelecek sesleri

de

unutmuştu

az

bir

süre

ıçinde, korkuları da . . . Gözlerinin içinde güneşe batmış, bin­ bir renkte yuvartanan bilyalar . . . Salihse sokağın ucuna kadar korkuyla arkasına baka ba­ ka gelmiş, sokağın köşesini dönünce sevincinden eli ayağı tutmamıştı.

Ceketini

çıkarıp

kamyona

sarmayı

ancak

akıl

edebilmiş, kucağında cekete sarılı kamyon, almış yatırmıştı . Kendine geldiğinde, yürek çarpıntısı, titremeleri durdu­ ğunda kıyıda, kuytu, o eski korsan mağarasının ağzınday­ dı. Ağzı kurumuş yapışmıştı. Tepesinde gökten sağnak salt­ nağa apak martılar gelip geçiyorlardı. Salih kamyonunu okşuyor okşuyor,

tekerleklerini

yıkı­

yor, aralıkiara sıkışmış tozları ince bir çöple çıkarıyor, ce­ ketiyle de kamyonun

ıslak

yerlerini

kurutuyor parlatıyor­

du. Pariatma işini bitirdikten sonra Salih ceketini ters çe­ virip giydi, ceketinin içi turuncuydu, kamyonu karşıya taşın üstüne güneşe koydu,

kamyon

deniz fene ri gibi,

mavi, çok daha ışıktan, çakıp çakıp sönüyor,

ama çok

bütün denizi.

bütün dağları, suları, ·kasabayı som mavi bir ışığa boğuyor­ du.

Bir çıtı rtı duyd u , irkildi,

kaçmağa davrandı,

içinden

geçti, eyvah polisler . . . Telaşından hiç çocuğu, Bahriyi dü­ şünmemişti. Şimdi kafasının içinden sinema filmi gibi ge­ çiyordu. koparmış,

Çocuk hemen bahçıvan

farkına

elindeki

gül

varmış,

bağırmış,

kıyameti

makasıyla çıkagelmiş he­

men, işi anlamış, Bahri kazandığı bilyalarını cebine doldu­ rurken, kaç Bahri seni yakalayacaklar, bilyalan bırak kaç, kaç be kaç, Bahri bilyalan cebine doldurmuş kaçarken, bir­ kaç d a bilya yerde kalmış, bahçıvan, seni hırsız, hırsızoğlu hırsız, diye

kovalamış,

tam sokağın

ucunda Bahriyi yaka­

lamıştı. Salih bu bahçıvanı görmüştü, biliyordu, ödü kopu­ yo rrlu ondan . Bahriye o kocaman eliyle bir tokat aşketmişt i k i , Bahrinin gözlerinden kıvılcımlar fışkırmıştı. Çocuk ken­

disini yere, çarnuriara atmış, kamyonumu isterim de isterim . diye tutturmuştu . Anası, abialar , büyük anası, evde kim var­

sa hepsi sokağa dökülmüşlerdi.

23fı


Çocuğun ağlaması bir türlü dinmiyordu. Bahrinin ağzından burnundan kan geliyordu. Bahçıvan kocaman

eliyle Bahriyi

dövünce

Bahri

de

ona

vurmuştu.

Böylece bahçıvanla Bahri elleri kolları duruncaya kadar dö­ vüşmüşlerdi.

Ağlayan

çocuğun telaşından onları ayırınayı

kimse akıl etmiyordu. Bir çocuk, oğlun ölüyor, diye koşup çarşıya Osman Fermana haber vermiş, Osman Ferman bir arabaya binip tam gazla eve gelmişti. İşi duyunca deliye dönmüş, köpürmüş, öfkelenmiş, bu arada bahçıvanla dövü­ şen Bahriyi görmüş, onları ayırmış Bahriyi sorguya çekrne­ ğe başlamıştı : « Nerede kamyon?» « O çocuk aldı götü rd ü . » « K i m o çocuk?» << Tanımıyorum.» Ağlayan çocuğu göstermiş. «İşte bunun, oğlunuzun arkadaşıydı, ben onu burada,

şu ağacın altmda

gördüm.>> « Yoook, ikisi beraberdiler. Ben gördüüüüm, beraber gel­ diler buraya , » dedi çocuk, piç, kıpkırmızı yüzü ıpıslak yaş içinde,

o güzel giyitl�ri

baştan ayağa

çamura

batmış, leş

gibi. <<Bağlayın şunu, doğru karakola. Ona elektrik verdire­ yim de aklı başına gel sin. Onu şişirteyim de otomobil tekeri şişiricileriyle görsün

o,

söylesin kamyonu

kimin çaldığını . »

Bahri söylemiyor. Erkek adamdır Bahri, söylemez. Ağ­ zına sokuyorlar boruyu, şişiyor Bahri şişiyor, Bahri !ıçı gibi oluyor, dev gibi oluyor, patlayacak Bahri. <<Kim aldı kam­ yonu?»

Bahri konu·şamaz durumda, patlayacak.

b i . . . bil. . . m i . .

.

y o. . . r u . . » .

«Bi. . .

bi. . .

Vah Bahri . . . Salih nerdeyse otu­

rup şuraya durmadan ağlayacaktı . Dayan Bahri, erkek adam­ sın, dayan. Bahri söylemiyor,

·•

�·

sonra elektriğe tutuyorlar. Salih bir

kere bir elektrik teline dokunmuş, tel onu almış hızla yere çarpmıştı. Bahriyi tel alı p alıp küüüt, yere çarpıyordu. Bah­ rinin ağzı çarpılmış köpürmüştü. B u kafirler üstelik, onlar gibi, onların adını anınağa korkuyorlardı, hani babasının sev236


di�i büyük okullular gibi, çükünden. bal!lap ·:slardı elektriği Bahriye. Bahri : «Durun, öldürmeyin beni, » . dedi.

« Söyleyeceğim.»

«Söyle, » dedi sert yüzlü komiser. «Salih,,. dedi, «o Salih.» «Haaa, tanıyorum onu ben. Salih Salih, Salihi tanıyo­ rum.» Çocuğun babasına döndü: " Merak etmeyin Beyefendi, şimdi bulurum ben Salihi,

Kamyon u da hemen ..

.

Huzurunuzda Beyefendi onu çükünden asacağım, çükürıden . .

şimdi.

.

Bunu · da Beyefendi bu Bahriyi de, öyle hırsızlada arkadaş­

lık yapıyor diye hapishaneye göndereeeltim ki at.l: başına gelsin, bir daha · o hırsızlarla arkadaşlık yapmasın. » Osman Ferman

dimdik

oturmuş

mendiliyle

durmadan

terini siliyor, bal!ırıyordu. «Ben o kamyona beş yüz elli, tam beş yüz Pl l i lira say­ dım. Şimdi, şimdi isterim o kamyonu, çocul!u ...., . . . Beş yüz elli, beş yüüüz . .

.

»

«Başüstüne Beyefendi, başüstüne.» Candarmalar, polisler önünde hazırola geciyorlardı. Po­ lisler candarmalar korkularından titriyorlardı önünde avu­ katın. Ayal!a kalkmış Osman Ferman, onların karşısında öfkeli ·

öfkeli gidip geliyor:

«İsterim, isteri�, şimdi şimdi isterim . Beş yüz elli, tam

beş yüz elli. Siz polis delil misiniz, bu V'atanda yaşanacak' gibi

değil. Hırsızlar

aldı

memleketi.

Çocukhrımızın

kam­

yonlannı bile çalıyorlar.» O gidip geliyor, gidip geliyor, polisler kasahaya düşmüş­ ler Salibi arıyorlardı. Eve de gitmişler, sormuşlar, büyük ana hornurdanmaya başlamış, daha homurdanıyordu. Salih koşarak kayanın en yüksek tepesine kadar tırmim­ dı deniz yönünden, bir küçük kayanın ardına saklandı, ka­ saba yoluna, kıyılara baktı, geleti giden yoktu. Aşağı iniyor, kuruyor kuruyor, kayaya tırmanıyor, yö­ ;.ooeye bakıyor, kimseyi göremeyince iniyor geliyor, kamyonu� nun yanına oturuyor, elleri yanarak ona dokunuyordu.

237


Temel Reis, öteki

reisler, balıkçılar, kocakarılar ma�a­

ranın önünde oturmuşlar büyük, ipleri parmak kadar kalın ·

bir ağ örüyorlardı. Korsan Padişahının yelkeniisi uzakta süt­ liman denizin üstünde duruyordu, yelkenleri inmiş. . . Arka­ sında kül rengi bir bulut kaynıyordu. Yelkenliden bir altın kayık indirdiler denize.

Korsan Padişahı elinde asası,

bu

asayı marangoz Dursun çekmişti ona arnher a�acından, · asa­ nın topuzu yedi denizin dibindeki bahçeden getirilmiş yum­ ruk kadar büyük

bir

inciydi,

mavi

mavi şimşekleniyordu

elinde, Padişahın giyitleri de parlıyordu,

yalnız Padişahın

yüzü, elleri, boyu posu tıpkı Temel Reisti, iki insan bu ka­ dar biribirine benzemez, Temel Re,isin giyitlerini soy Padişa­ ha giydir getir koy ağların başına · ağ örsün, anası da, baba­

da, çocukları, karısı, köylüleri de yemin kasem etsinler

ki bu Padişah değil, Temel Reistir,

diye,

Temel Reise de

Padişahın giyitlerini giydir, gitsin de Padişahın karısının koy­ nuna girsin. Padişah yelkenliden altın mici

küreğe

birden asıldı,

kayığa

heyemola,

indi.

Yetmiş

heyemola,

iki

ge­

heyemola.

Padişah, Temel Reisin ağ ördü�ü adaya çıktı. Temel Reis onu göıii r görmez ayağa kalkıp karşıladı : «Hoş geldin,» de­ d i . «Hoş geldin, Padişahım.» Önünde el kavşurup divan dur­ du .. Padişah buna, Temel Reisin bu alçakgönüllülüğüne çok sevindi; gözleri ışıladı. Temel Reisin sırtını sıvazladı . Yan­ yana gelince baŞları, hangisi h angisinin başıdır ayırt edile­ miyordu . Padişah : «Daha bitmedi mi ağ Temel Reis?� diye sordu . Sesi ka­ lındı, emrediciydi.

238


· «Az kaldı,» dedi Temel Reis . «Bak işte goruyorsun Pa­ dişahım, bu a� için kaç kişi çalışıyoruz. Hem de gece gün­ düz çalışıyoruz . Çok büyük bir ağ bu. Daha kırk gün de dolmadı.ıo «Dolmadı,• dedi Padişah,

«daha çok var. Bu ağ büyük

olmalı. Hem de çok büyük ki. . . Gerçekten sen ne yapacak­ sın bu agı?• «Onun için sen hiç üzülme, Padişahım,:o dedi Temel Reis, « ben ne yapacağımı biliyorum. Bu ağla ne yapacağımı sana bile söyleyemem, Padişah. Olmaz.» «Olmaz mı?ıo

diye sordu Padişah gözlerini

belerterek.

Kırmızı, sırmalı bir pelerin atmıştı omzuna, mor kaytanlı. Gitti kayanın üstüne otu-rdu, ağ örenlerin ellerini seyretmc­ ye başladı yüzünü elleri arasına alıp .

Padişahın oğlu büyümüş delikanlı olmuştu . Bir uzun yı­ lan ki, amanallah, beş metre boyunda, derisi ışıl ışıl, çatal dili çok kırmızı, o da ışıl ışıl,

gözleri birer yalım parçası,

sırtının yanar döner mavisi pul pul . . . Sabahlardan akşam­ ıara kadar nar bahçesinin içinde, o ağaç senin, bu ağaç be­ nim dolaşıp duruyor. Kavakların en ucuna çıkıp kuşları av­ lıyor,

kendi kendine türlü y ılan oyunları yaratıp gönlünü

eğliyor, kuyruğunun ü stüne dikilip kıpkırmızı kesiliyor, kır­ mızı bir kavak ağacı gibi, yalım gibi havada sağa sola dal­ galanarak sallanıyor, kırmızı yaylar çiziyor mavinin üstüne. Dilini uzattıkça uzatıyor, çatal dili demirci ocağından çıkmış iki sivri kılıç gibi. Dişleri ak, uzun, kıvrık. : . Sabahlara kadar da uyumuyor yılan Şehzade. Has bah-; · çede böğürerek, gerinerek, coşarak, delirerek dolaşıyor. Yı­ lan Şehzade bir şeyler arıyor, kendinde olrl}ayan, kendine gerekli, o olmazsa olmaz, o olmazsa insanın edemediği. . . Ara­ nıyor ya, neyi aradığını bilmiyor. Bağırıyor, öfkeleniyor, ku­ duruyor. Yanına da kimsecikleri yaklaştırmıyor.

Ağaçlara

dolanıyor, kocaman, üç kişi elele verse gövdesini çeviremez bir ağaca sanlıp sallıyor da sallıyor, çeli1c yay gibi zıplıyor . Önüne gelene çarpıp yıkıyor.

239


Başvezir Padişaha çıktı: «Gittikçe azgıntaşıyor Şehzade,» dedi. «Delikanlı oldu ar­ tık, evlenmesi gerek . » Padişah : « Evlenmesi gerek ama, ben bu azgın yılanı kiminle ev­ lendiririm, kim verir kızını

bu azgın yılana?» diye sordu.

Sen verir misin, diyemedi. Başvezir anlad ı : «Yedi denizierin bir t e k korsan padişahının oğluna kim kızını vermez ki, azgın bir yılan da olsa padişahın oğlu . Be­ nim kızımı beğenirse Şehzademiz, başüstüne.» Padişah : «Olmaz,»

dedi,

••se.:ıin kızın. Oğlunu soktu öldürdü bu

yılan, bir de tek kızın ölmesin. Vezirlerimin kızlarını iste­ miyorum y ılan oğluma .>> «Öyleyse ne yapalım?» dedi başvezir. «Düşünelim,»

dedi

padişah,

«düşünelim

de ona

müna­

sip bir kız bulalım, şanımıza layık, yılan da olsa, bir padi­ şah oğluna kızını verecek birisini bulalım . » Padişahla başvezir başbaşa verip günlerce düşünüp tar­ tıştılar, Padişahın şanına layık bir kız buldular. İstanbuldan bir bey gelirdi kasabaya, adı Mustafa Ka­ valdı. Kaval Roldingin sahibiydi, orada, kayalığın üstünde, bahçesi ta denize kadar inen bir ev yaptırmıştı. Üç kızı, iki oğlu vardı. Yazın kasahaya büyük, biçim biçim otomobiller­ le gelirler, kasabalıyla hiç konuşmazlar, onlara bakmayı bile kendilerine yediremezlerdi . Kızlar güzeldi, uzun boylu, bovalı saçlıydı. Evlerine çok uzaklardan Almanca, İngilizce, Fran­ sızca konuşan konuklar gelirdi. Sabahlara kadar içerler ko­ nuşurlar dans ederlerdi. Bu eve, buradaki görkeme turistler bile şaşıyorlar, Mustafa Kavahn villasının resmini çekiyar­ Iardı durmadan. Mustafa Kaval bir de bu kasahada ne ka­ dar deniz gören güzel bir arsa varsa, yıllar önce kasabalı­ dan

yok pahasına almış,

kapatmıştı.

Kaval Holding şimdi

bu arsalarını satsa milyonları üstüste yığardı. Durmadan d a şu Karadeniz kıyısını satın alıyordu Kaval Holding. Mustafa Kaval özellikle kızlarının geleceğinden korkuyor, onlara bit-

240


mez tükenmez gelir hazırlamak için canını dişine takmış ça­ lışıyordu. Ne bilsin ki başına devlet kuşu konacak.

Padişahla vezirinin yılan Şehzadeye buldukları kız, Mus-

tafa Kavalın büyük kızı Gülderendi. «Olur mu?»

diye sordu başvezir.

«Olur,» dedi Padişah.

«Otuz altı fabrikası, yüz

yirmi

tane mürnessilliği

var,

görünüşte mal varlığı bir milyara yakın. . . İsviçre, İngiltere,

Amerika bankalarında da dolarları var. Amerikan Hüküme­

tinin de gözbebeği Mustafa Kaval. Yirmi yıl önce Ankara­

da

Mustafa

Kava l · küçük

bir mahalle bakkalıydı.

Ankara

Hükümeti ona yürü ya Mustafa Kaval, dedi, o da yürüdü .

Ankara Hükümetinden sonra onu Amerika Hükümeti evlat­ l ığa aldı, o da yürü ya Mustafa Kaval, dedi, Mustafa Kaval

da yürüye yürüye bütün Türkiyeyi büyük bir çiftliği eyledi . Otuz altı fabrikası yüz olacak yakında,» dedi başvezir.

«Bütün bunları kimden öğrendin? ,. diye sordu başvezire

Korsan Padişahı.

«Temel Reisten öğrendim, » dedi başvezir. «Temel Reis.

her şeyi, her şeyi biliyor. Bu haramzadeye de çok öfkelenip,

gece gündüz, durmadan bu kanı ciğeri on para etmez Mus­ tafa Kavaldan sözediyor. Mustafa Kavalı eline geçirse bir.

onu bir kaşık suda boğacak Temel Reis.

Diyor ki Temel

Reis, bunlar bir yolunu bulmuşlar beşe alıp ona satmanın,

bunu da adamlık sanıp kendilerini adam sayıyorlar.»

«Demek ki, ,. dedi Padişah, «Sayın vezirim, Temel Reis

bana çok kızacak böyle kanı c iğeri beş para etmez bir hırsı­

zın kızını o�luma alıyorum, diye.» Başvezir:

« Çok kızacak, » dedi .

«0 kadar çok kızacak ki bize Te­

mel Reis, bir daha bizim adımızı anmayacak.» « Ama Mustafa Kaval benden zengin, »

boynunu büküp. mı,

dedi

Padişah.

<< Dediğine bakılırsa, benim bütün .va rlılıı­

definelerimi, sarayımı,

mücevherlerimi onun yalnız bir

tek bankası edermiş, edermiş de artarmış bile.»

«Olsun,» diye karşılık verdi başvezir. « Tem�l Reis onu

gent• adam saymıyor. Ben öyle adama sümüğümü AGSS/Ib

241

atmam.


�yor. Şu denizden balık tutan bir balıkçı çocutu bile · benim ·7anımda ondan dejerlidir, diyor.• cDolrudur,• dedi Padişah. clnsanollu saf, mert, iyi bir yaratıktır. Onu aldatmak hiç de zor bir şey dejildir. Yeter ki onu inandır. Bezirganlar onlan 'alınm beşe de satanm ona'nın doJrulujun·a inandırmışlar . . . Öldür Allah.• cGene de Temel Reis kızacak.• cKızsın,• dedi Padişah. cŞimdi ben bu yılan Şehzademe Temel Reisin kızını istesem verir mi, altı tane de kızı var?» cVermez,• dedi başvezir. «Biz Mustafa Kavalın kızım is­ teyecejiz çaresiz, Şehzadeye.» eDinsizin hakkından imansız gelir, varsın yılanla utraş­ sın dursun Mustafa Kaval. Verir mi?• «Verir mi ne demek, onların her şeyi var bu yeryüzün­ de, bir tek adamlıkları yok. O adamlık da paraylan pullan alınmayan bir şeydir. Bir padişaha hısım olup o adamhJı da kazanacaklal'.» cNe yapalım,• dedi Padişah, .«varsın kazansınlar.• Başvezir Ali Cengiz Köseyi, Demirel İsmail Ustayı, Ec­ zacıyı, Doktor Yasefi, Kelollanı, on beş kara giyitli korsanla birlikte dünürcü gönderdi Mustafa Kavala. Mustafa Kaval, kızını Padişah oJlunun istedilini duyunca sevincinden deli­ ye döndü. cBlr tek koşuluro var,• dedi, cbir tek koşulum, o olursa iyi olur, bankamın genel müdürü damadım olacak. Soylu ki­ şiler, Şehzadeler banka müdürlülü yapmıyorlar bizim dotu­ da ya, yanlış. Avrupadaki soylular delil banka müdürlülü yapmak, baDkaları süpürüyorlar bile.• Ali Cengiz Köse, Mustafa Kaval Beye çok kızdı: cBizim Padişahımız öyle senin bildilin Avrupa kıralla­ rına benzemez, tran Şahı gibi de bir eski çavuşun ollu de­ lildir, bizim Padişahımız yedi denizler üstünde tüm dünya­ nın bilumum Korsanlar Padişahıdır, aniadın mı?» diye gür­ ledi. cAnladım,• dedi Mustafa Kaval boyun kırarak. •Anla­ dım, anladım, özür dilerim.» uBizim Şehzademizi evienineeye kadar ne sen, ne de kı242


zm görebilir. Korsanlar Sehzadesini ancak evlendili gün ya­ tak odasında görebilir kızın. Şimdi kızını Allahın emri, Pey­

gamberin kavliyle, koşulsuz moşulsuz Padişahımızın o�luna veriyor musun?» •Veriyorum,• diye kekeledi Mustafa Kaval. Ali Cengiz Köse: .. Uç gün içinde düjün başlayacak,• dedi.

«Olur,» dedi Mustafa Kaval, hem korkarak. hem sevi­ nerek. Uç gün sonra dü�ün başladı, Korsan Padişahımn sarayında.

hem kasabada,

hem

de

İstanbuldan bütün sosyete

geldi, hepsi de kürkler giymişti. Hepsinin de kollarında

şa­

kır şakır altın bilezikler, hepsinin de boyunlarında altınlar, elmaslar. Kasaba otomobille doldu. Bir düjün,

bir şenlik.

viskiler su gibi aktı. Sabahlara kadar. gökyüzüne, yıldızlara kurşun .sıktılar konuklar. Dülüne Ankaradan üç tane bakan geldi. Bakanlardan birisi o üniversiteli delikanlılan öldüren çetenin başıydL Kasabadan otuz dört tane silahlı milisle ge­ ziyor, yüzü hiç gülmüyordu. Bir anda bir dedikodu bütün kasabayı aldı, .Sehzade bir yılanmış, diye. Mustafa Kaval: eBu günde, bu çaAda kim yılan delil ki,• dedi. •Herkes herkesin yılanı. Bereket

versin

ki bizim damat baş yılan

da onu kimse sokamayacak.» Gülderen kocasının bir yılan oluşuna çok sevindi: •Şehzade ya, varsın yılan olsun. Varsın olsun dejil, onun

�·ılan olması ne iyi. Dünyada kocası yılan olan ilk kadın ben olacatım. Ne enteresan, ne enteresan,» dedi. Bütün sosyete onu kısko.ndı. Yedi gün yedi gece Karadeniz kıyıları düğünün sözü, şeniiliyle çalkalandı. Sekizinci gün Konan Padişahının atlas yelkenli sefine­ si limana girdi, gelini bir altın kayı�a bindirip baştaki Pa­

dişah gemisine götürdüler. Yılan Şehzade sabırsızlıkla gelini bekliyor, onu korkut­ mamak, korkutup öldürmernek için kendisini

243

hazırhyordu .


Çok yumşak olacak, hep gülecekti: Bir yandan da erkekliji şahtandıkça şahlanıyordu. Yılanlar şehvete gelince tavında­ ki demir gibi olurlardı. Şehzade <fe gittikçe kızarıyor, yalıma

kesiyordu. Gerdek odasının kapısını yalıma kesmiş kuyrujuyla açtı Şehzade. Pembe bir gecelik içinde gelin onu bekliyordu. Ger­ dek odası da ·sırmalar, ipekliler içindeydi. Yataklar da kuş­ tüyüydü. Tepeden tırnağa · kıpkızıl kor kesilmiş Şehzade, Gülde­ reni çok beğendi. «Korkma Sultanım,» dedi. «Sana hiç bir şey yapmam. lncitmem seni. Yılan donunda olduAuma bakma, ben insa­ nım . • Sesi yumşak, güzel, sevgi doluydu ya, Gülderen ge­ ne de korkudan, Şehzadenin heybetinden yaprak gibi sapır sapır titriyordu. «Korkuyor musun benden?» «Korkmuyorum.» «Geleyim mi yanına?» «Gel,,. dedi Gülderen, alışkanlıkla soyunmağa başladı, soyundu çırılçıplak kaldı. Yalıma kesmiş yılan aktı geldi Gülderene sarıldı yatağa götürüp yatırdı. Gülderen bacak­ la!"tnı açtı ve yılan onun bacaklarının arasına girdi. Gül­ deren yılan Şehzadenin bu işinden çok hoşlanıyordu. Yılan Şehzade de ona sarıldıkça sarılıyor, gittikçe kendinden geçi­ yor, yalım gibi sıcak oluyordu. Gülderen en sonunda kendinden geçmiş: «'Dur öldüreceksin beni Sehzadem, sen Çok güçlüsün, » diyebilmişti ya, yılan kendinden iyice geçmiş Güldereni var gücüyle sıkmış, kızın bacakları a r"sında uzun uzun titriyor­ du. Şehzade soluk soluğa kalmıştı. Kendine geldiğinde bak­ tı ki, ne görsün,, Gülderen ölüvermemiş mi? Buna çok üzül­ dü. Kızın ölüsünü alıp denizin kıyısına gitti, ne yapıp edip kızı diriltmek istiyordu. Gülderenle yatmaktan çok hoşlan­ mıştı. Bu Gülderen var ya, yatmakta çok us�a olmuştu. Ge­ çen yıl gelen, kayalıklarda, mağaralarda önüne gelenle apa­ çık yatan Alman turist kız var ya, Gülderen yatakta erkek­ leri memnun etmekte ondan daha ustayd ı. Gülderen yılan

244


Şehzadeye gelinceye kadar, ohhooo, İstanbulda yatmadık de­ likanlı bırakmamıştı. Fıkara · Şehzade sosyetenin ne oldutu­ nu ne bilsin. Ustelik de yılan dönunda bir insan. Kızın ölüsünü denizin kıyısına yatımuş Şehzade çok za­ rılık ediyordu. Neredeyse bi r kocaman hançer alıp kendini öldürecekti. Korsan Padişahı denizin kıyısına geldi, olanı biteni gö..; rünce çok üzüldü : «Öldürme kendini Şehzadem bir kız için, sana yarın daha alırım. İstanbul şehri bezirgan dolu. Be7.ir­ ganların çoğunun da kızları var. Korsan Padişahının oğluna da kız vermeye can atıyorlar tekmil bezirganlar,• dedi, oğ­ lunu teselli etti. «Aman ha öldürme kendini. Daha ne usta, ne güzel kızlar var bu bezirganlarda.» Şehzade:

b ir karı

diye kuyruğunun üstüne dikiidl . •Gerçek,» dedi Padişah. «Sen hiç üzülme. Ölen bir bezirgan kızı olsun .» «Gerçek mi baba?»

•Olsun,• dedi yılan. Masmavi güldü. Sırtı, göğsü, kuy­ ruğu gittikçe pul pul mavi bir şimşekle yalbırdıyordu. Korsan Padişahının sarayına çok bezirgan kızı gelin gel­ di, yılan Şehzade ilk gece o kızlarla yatıp, sonra da elinde olmadan, kendini tutarnayıp kızları sıktı öldürdü. Sonunda PadiŞah baktı ki Şehzade bu her gün ölen kız­ ların kederinden ölecek. Yoksa İstanbul şehrinin tüm kız­ ları bitineeye kadar Korsan Padişahı oğluna bezirgan kızla­ rından gelin getirebilirdi. Her bezirgan Korsan Padişahma kızını gelin verince, daha birinci gün öleceğini biliyor, gene de kızlarını onun oğluna veriyorlardı. Bu bezirganların da huyu . böyleydi, ne yapalım. Kimsiz kimsesiz yapayalnız kalmıftı Şehzade . Öldürdü­ ğü bu kadar kansının yasını, acısını çekiyordu. İlk göz ağ­ rısı Gülderendi, hele onu hiç unutamıyordu. Gülderenin kü­ çük kızkardeşiyle de evlenmişti Şehzade, ölmeden önce onun­ la da yatmıştı ya, Gülderen başkaydı. Hiç de oridan kork­ liıamıf, o ne kadar sanlmışsa ona, öteki de o kadar sarılmış-

245


tı. Sonunda ölüvermişti, taddan eriyerek. Ölen karıları için­ de, en güzel ölüm de Gülderenin ölümüydü. Kimsenin de yüzüne bakamaz olmuştu yılan Şehzade . Bir gün babası onu has bahçede yakaladı:

«Senin bu halin böyle ne olacak o�lum?» dedi. «Bak iş­ te, yedi denizierin bir tek padişahıyım, padişahlıtım hiç bir işe yaramıyor, bir tek oğlumun derdine merhem olamıyo­ rum. » «Üzülme baba,» dedi Şehzade, boynunu büktü. «Ne ya­ palım, çekece�im . Ben bir yılan doğdum.» «Benim yüzümden, sabırsızlığım yüzünden sen yılan doğ­ dun,• diye iniedi Padişah.

«Olan oldu,,. diye onu teselli etti Şehzade. «Kanlar öl­

meseydi, hani yılanlık da o kadar kötü bir şey değildi, ba­ ba.»

«Biliyorum, yılanlık iyidir yavrum ya, sana bir şey yapmalıyız.,. «Bir şey mi yapmak istiyorsun bana?» «İstemez olur muyum?»

«Öyleyse, benim çocukluk arkadaşlanm var . . » .

«Bunu bilmiyordum işte, kim onlar, nasıl arkadaş ol­ dun onlarla, insan mı, cin mi peri mi o çocuklar?» «İnsan, » dedi Şehzade. « Hem de iyi, delikanlı, yürekli insanlar. »

«Yaaa,» diye şaştı Padişah. cAniatması uzun,» dedi Şehzade. «Ama onlar benim can kardeşlerim, bu dünyada benim için bir şey yapılacaksa on­ lar yapabilirler.» «Adlarını söyle,» dedi Padişah. «Hemen getirteyim on­ ları sana.»

«Dur,• dedi Şehzade, «hele azıcık yavaş ol. Sen değil, senin gibi yüz padişahın feriştahı gelse, onlar isterneyince kimse onları yerlerinden kıpırdatamaz.» cVay be,» dedi Padişah. cPeki ne yapalım?» cŞimdi oraya senin ..akıllı korsanlanndan birisini yolla, benim selamımı söylesin, gelirlerse gelirler.» cNasıl gelmezlet?» diye gürledi Padişah.

246


«Sen onları tanımıyorsun, ,. dedi Şehzade, «daha çocuk­ ken onlann bir tanesi benim a�zımı burnumu kırıp beni dar­ maduman etti. Aman ha adamların dokunmasın onlara, aman ha . . . Yoksa . . . .. «Yoksa? ,. diye sordu Padişah. «Yoksa,,. dedi konurlanarak Şehzade, ebu sarayının ye­ rinde yeller eser, şu sefinelerin hemen denizin dibini boy­ lar.» «Vay be,,. dedi · Padişah. eKimdir nedir, nerede oturur­ lar bunlar, adlan ne?» «Birisi Salih, birisi Cemil, birisi de Bahri,» dedi Şehza­ de. «Kasabada herkes onları tanır. Şimdiye kadar belki ev­ lenip ev bark sahibi olmuşlardır. Belki de çocuklan olmuş­ tur. Kimbilir.» «Buldurur, sana getirme�e çalışırım onları.» Padişahın adanilan kasahada önce Salibi buldular, Sa­ lih evlenmiş, iki de çocu�u olmuştu. Temel Reisin kızını al­ mıştı. Çok g(lzel, sarışın, mavi gözlüydü Temel Reisin kızı, ·

Salibin kansı . . . Yedi tane de büyük, her birisi yirmi beş met­ relik kocaman, maviye boyanmış, hepsi de yeni teknesi var­ dı Salihin� Yedi tane de som mavi kamyon almıştı Salih Re­ is, her gün yedi kamyonun .yedisi de köprünün üstünden İstanbula balık götürüyor, geriye dönüyorlardı. Ne bileyim ben, daha çok bir şeyleri vardı Salihin. Çocuklannın her bi­ risinin

de

oynadı�ı

yedi

tane

oyuncak kamyonlan

vardı,

mavi. Cemil harnal olmuştu. Sırtında bir semer sabahtan ak­ şama kadar a�ır yükler altında çarşıda boynu upuzun

sü­

nerek gidip geliyordu. Cemilin karısı yedi tane de o�lan ço­ cu�u

do�urmuştu

ona.

Çocuklar,

ellerinde torbalar

bütün

gün deniz kıyısında deniz kabuklan topluyorlardı. Ne yap­ sınlar fıkaralar, vazo, tabaka, tepsiler yapıp turistlere sata­ caklar da kannlarını doyuracaklar. Herkesierin tuzu kuru, bu kadar çocu�u bir başına o da hamalcılıkla Cemil nasıl geçindirsin.

.

Bahriye gelince Bahri hapisteydi. Onun sonunun böyle olaca�ı belliydi. Osman Fermanın oğlunu öldürmüştü . Neden

247


durup dururken o sümüklüyü öldürmüştü

Bahri,

kimbilir.

sebebini de şimdiye kadar kimse bilememişti. Bir de Salibin bg_yük anasının sandı�ını kırmış . . . Bir de Hacı Nusretin dük­ kanını, evini yakmış, Hacı Nusreti de bıçaklamıştı.

Hacı

Nus·ret sakat kalmış apı a ölmemişti. Sat tarafı hiç tutmu­ yordu, tirtir titriyordu elleri, uçuyor gibi titremekten. Salih :

«Olur,» dedi, «gid elim ya, önce Bahriyi hapisten çıkar-

mak gerek. İstanbulda Sağmalcılar cezaevinde yatıyor. » Padişahın baş korsanı:

«0

kolay,» dedi. «Bu akşam Bahri . burada.»

«Cemil çok fJikir,» dedi Salih. cBir. gün çalışmazsa ço­

luk çocuk toptan_ aç kalırlar. Babası da yatalak.»

Padişahın baş korsanı: « O d a mı iş,» dedi. «Veririm ona bir avuç altın, olur biter.» «Olur biter,» dedi Salih. Bahri o akşam Sağmalcılar cezaevinden çıkarıldı geti­ rildi, kasahaya geldiği an önce eczacıyı, sonra da marango­ zu bir iyice patakladı. Polisler de, candarmalar da ona bir şey diyemediler, Padişahın adamlarının onu mahpusanederı alıp getirdiklerini de biliyorlardı. Cemile gelince altınlara derecesiz ·sevinip hemencecik fe­ nerin altbaşından bir arsa satın aldı, daha o gün temelini atıp bir villa yapmağa başladı. İkinci gün şafakta Salih, Cemil, Bahri Padişahın adam­ larının kılavuzluğunda yola düşüp saraya geldiler. Şehzade gözleri yaş içinde onları daha yarı yolda karşıladı, sarmaş­ dolaş oldular. O gece onurlarına büyük bir şölen verildi. Şö­ lende yedi denizden getirilmiş .görülmemiş yemekler, içkiler vardı. Mustafa Kavalın şölenleri bunun yanında çoct.ı:k; oyun­ cağı kalır. Kırk bakire kız yemekten sonra onları hamama soktu, kokularla yıkayıp kn.ruladılar üçünü �de. Kuştüyü yataklar­ da yattılar, mis kokulu, sabun kokulu, güneş kokulu. Sabahleyin, onları saray:n büyük sofasında karşılayan Şehzade :

248


•Sizi çaiJ.rdım ki, benim derdim büyük kardeşlerim, siz de duydunuz ya, bana kan dayanri:ııyor, ölü ölü ölüveriyor­ lar. Bana şu dünyada bir karı gerek ki çok kavi olsun, be­ nim gibi.» Siılih: •Zor,• dedi. Bahri: •Zor.» Cemil: «Zor.» «Vah bana, vaaah,» dedi, zırladı Şehzade. «Siz de der­ dime bir derman bulamazsanız, ben de bir hançer alıp ken­ dimi öldürecetim.» Padişah atıldı: «Öldürecek kendisini öldürecek,» diye ba�ırdı. «Kendisi­ ni çoktan öldürecekti ya, ben önüne geçtim. Kurtarın onu, siz onun çocukluk arkadaşı delil misiniz?•

•Olur,» dedi Salih. «Kurtanrız onu. Bize üç gün izin.» «Olur,• dedi Bahri. •Salih olur demişse, olur bu iş. Sa­ lih akıllıdır.» •Olur,» dedi Cemil. «Benim villa bitsin de . . . Salih olur demişse olur. Bize üç gün izin.• •Üç gün de, üç hafta da size izin,» dedi Padişah. Yola düşüp kasabaya geldiler. Durum müşküldü. Bu yılatı o�lana nasıl bir kız bul­ malıydı ki, yılan o�lan onu öldüremesin, sıkınca; yatınca . . . Uç gün üç gece kafa kafaya verip düşündüler. Hiç bir umar bulamıyorlardı. Temel Reis çok yaşlanmıştı. Salibin de evinde kalıyor­ du. •Ne var, ne yok, hay çocuklar?» Salih, Bahri, Cemil zeytin a�acının altına çömelmişler bacaklannın üstünde yaylanarak sigara içip konuşuyorlanlı. Temel Reisi görünce aya�a kalktılar. ·�e var, başınızda bir hal mı var?• cHiç sorma Reis,• dedi Bahri içini çekerek, chiç sor­ ma;»


Temel Reisi zeytin a�acının altına ça�ırdılar. Temel Re­ is de onlar gibi çömelip sırtını a�acın yaşlı gövdesine da­ yadı . Durumu baştan sona oldu�u gibi Temel Reise anlattı­ lar. Temel Reis başını kaldırdı, parmaklarını teker teker çatırdattı : «Müşkül,» dedi. Karşılıklı uzun uzun sustular. «Bu yılanlar beter olurlar, bu insan yılan, yılan insan­ lar. . .

Eskiden insanların

yarısı

yılan,

yarısı

insanmış. Es­

kiden insanların bir kısmının yarısı bo�a, yarısı insanmış, yarısı keçi, yarısı iıısanmış. Yarısı · at, yarısı insanmış . Daha yenile insanlar hepten insan tepeden

tırna�a,

insanlıktan

olmuşlar. çıkmış,

İnsan olmuşlar da

başlarını

belaya

sok­

muşlar,» diye dinginli�i bozrlu Temel Reis, «İnsanlar bu ça�­ da insanlıktan çıktılar. Bak, bu yılan çocuk iyi. İnsan yedi

denizlere hükmeden bir yılan padişahı olur da vanr o luna bezirgan Mustafa Kavalın kızını alır mı? Bu yılan çocuk da işte böyle sokar öldürür bezirganın kızını. Yarısı dev, yarısı insan. Evülhevı . . .

Yarısı kartal, yarısı insan, yarısı

aslan,

yarısı insan, yarısı kurt, yarısı şahin, yarısı kaplan, yarı­ sı .

. .

:&

Temel Reis daldırmış gitmiş, almış başını konuşuyordu. İnsanın başını alıp file koyuyor, filin başını alıp . . . İşte bunu koyacak gövde bulamıyordu. Filin başını da hangi gövde gö­ türebilir? Filden başka her baş her gövdeye uyuyordu. Böy­ lesi, bütün dünyadaki yaratıkların, baş gövde de�iştirmeleri ne güzel olurdu, de�il · mi? Böyle sürüp gitseydi dünya, in­ sano�lu, insan hiç bu kadar insanlıktan çıkar yozlaşır mıy­ dı? «Bir tek insan gibi insan var bu dünyada,» dedi Temel Reis, «o da sizin arkadaşınız yılan Şehzade. Siz üzülmeyin ben ona kendisi gibi bir karı bulaca�ım. . Bulaca�ım ki in­ sanlık da bu beladan Torunları olsun

kurtulsun.

Bu yozluktan

kurtulsun.

ki Korsan Padişahıriın yarı insan, yan yı­

lan. Yan insan, yarı kartaı . . . Böylece de insano�lu dünyaya


sıkı sıkıya göbek bağıyla bağlansınlar. Böyle yoz, böyle be­ zirgan olmasınlar.• cıı Olur. • dedi Salih. «Olur,» dedi Cemil. cO lur .

olur,»

dedi

Bahri

.

u Yılanlık

iyidir,

mahpusane

zor.»

cMahpusane zor, » dedi Temel Reis, bir daha da konuş­

madı .

Orada çömelmiş, beli ağaca dayalı, gözlerini yumup dü­

şündii kaldı. Ötekiler seslerini kesip sigara içerek onu bek­

lediler.

Neden sonra Temel Reis gözlerini açtı, teker teker onla­

rın her birisine uzun baktı:

eBu işi· sizin için yapacağım,

arkadaşınız yılan oğlan

için . . . Varın gidin Korsan Padişal).ına söyleyin, bana kalın naylondan mavi renkli ipler göndersin. » Padişah ta m bu sırada

avlu kapısının

ağzında

gözük-

tü:

«Dile benden ne dilersen, Temel ·Reis . »

«Sağlığını dilerim, Padişahım. Bir d� çok nay lon ip di-

lerim. Mavi olacak

. .

cNe yapacaksın mavi ipi?ıo «Büyük, sağlam bir ağ yapacağım.» cNe yapacaksın ağı?•

cOnun orasına fazla karışma sen, Padişah,» diye gürledi

Temel Reis. Padişah korktu: cBaşüstüne, beni bağışla, kusura kalma,» diye telaşlan­

dı. cÖzür dilerim. Şimdi hemen ipler gel�ek. İstediğin ka­

dar. Hem de som mavi.»

«En büyük sefineni de emrime vereceksin.»

cBaşüstüne.» cK.ırk gün geçecek

,

kırk birinci gün bana geleceksin.»

cBaşüstüne Temel Reis. •

Padişah hemen yelyepelek sefinesine atlayıp gitti.

Sabahleyin bir baktılar ki, vay Allah vay, rıhtımm üstü

tepeleme naylon ip yumaklaoyla 'dolmuş.

251


«Oldu,» dedi Temel Reis ağzı kulaklarına vararak. «Bu oldu.» Bütün eski a� örme ustalarını başına topladı, başta ken­ disi, sa�lam, büyük bir a� örmeğe başladılar, ağcı kadınlar, erkekler, yaşlılar, gençler, çocuklar . . . . · Ve Padişah Temel Reise geldi gitti günlerce, oturup Temel Reisin adasına balık çorbası içti balıkçılarla. Kızıl­ başo�lu ona eski türküler söyledi. Temel Reis eski dünya­ yı, yılan olan, aslan, kaplan, karta! olan insanlan anlattı. Padişah Padişahken bu işlere çok şaşıp, «iyi ki oğlum yılan do�muş,» diye sevindi. «Yarı yılan, yarı kaplan, yarı kartal insanlar insanlık kökenine daha bağlı olmalılar, öyle değil mi, Temel Reis?:o diye de üstüste hep sordu. . «Öyledir,» dedi Temel Reis her keresinde. Bir sabah gene Padişah adaya geldi ki ne gorsun, Te­ mel Reis a�ları sefineye doldurduğu gibi yelkenleri açıp çekmiş gitmi. · yedi denizin ötesine. Yedi denizin ötesinde ye­ di mavi ada vardı. Kuşlan. insanları, balıkları, kedileri bil­ tekmil yaratıkları maviydi. Gün ışığı, ayışığı da maviydi. Çiçekleri, sulan, bulutları, yaprakları hep mavi açıyordu. Gün mavi doğuyor, mavi batıyordu. Temel Reis mavi bir ulu ağacın altına varıp diz çöktü, bir gün akşama kadar dualar okudu, sonra sefinesine bindi, sürdü güneşin ba ttığı yere. Ağlarını denize serdi. Deniz kı­ pırtısızdı, beklediler. Mavi bir ayışığı vardı ki, korkunç bir çığlık duyuldu denizden, uzun, denizi sallayan, çın çın öten, ağlar gerildiler kopacaklarmış gibi. Temel Reis: « Çekin ağları, ha uşaklar,ı. diye emirler verdi. Tayfalar hızla, ağırlaşmış ağları çekmeye başladılar. Çektiler çekti­ ler şafak atarken, birden ağiara dolanmış bir yaratık mavi bir şimşek gibi gö�e ağdı, sonra da denize geri düştü. «Çekin çekin, daha çabuk çekin a�lan.• Gün doğdu, çekilen ağlardan, yorgun düşmüş, uyuklayan lıir deniz kızı gözüktü. Saçlan uzun, gözleri mavi, dünya gü­ zeliydi. Belden aşa�ısı pul pul mavi, balıktı. Kız dile geldi: iş

252

·


«Niye beni yakaladın, Temel Reis, kendin için mi? Ken­ din içinse senden geçmiş. Gençiiilinde olsaydı sana seve se­ ve kanlık yapardım,» dedi. bırak beni gideyim,»

«Oğlun içinse,

dedi, yalvardı,

başkaları içinse

zanlık eyledi .

«Alma

benim kötü alkışımı,» dedi. Temel Reis: «Sen gel hele gel, deniz kızım, dünya güzelim. Sen gel hele gel, çok kıvanç, sevinç duyacaksın bu işten.» Deniz kızı çok yalvardı yakardı, bir daha Temel RPisin ağzından bir tek söz bile alamadı. Tekmil Karadenizde, bütün deniz ülkelerinde dügünle­

ri. şenlikleri başladı Şehzadeyle deniz kızının. Bu sefer �� eh­

zadenin kiminle evleneceğini kimsecikler bilmiyordu. Düğün kırk gün kırk gece sürdü. Düğüne tekmil perller ülkesi yı­ lanları, anlar, kovboylar, balıklar, deniz kızları, macera ül­ kesi katıldı. Mor şaraplar içtiler. Salih deniz kızına: «Korkma,» dedi. «0 bir yı lansa da korkma. Çok iyi bir çocuktur o.» Deniz kızı Salibin evinde kalıyordu. Salibin karısı, Te­ mel Reisin kızı,

ona çok iyi bakıyordu. Deniz kızı da her

gün sabahtan akşama kadar uzun

sarı

saçlarını

tarıyordu .

Deniz kızının uzun parmaklı elleri de çok güzeld i. «Seni sokmaz,» dedi Sal i h . «0 kimseyi sokmaz. Sen ye­ ter ki ondan korkma. Bundan önceki kızlar hep korkuların­

dan öldüler. Bir de ben sana bir giz vereceğim, o zaman hiç korkma . . . Gerdek gecesi o sana, soyun diyecek. Sen ona söy­

le ki, önce sen soyun. Bu sözü duyunca o deliye dönüp kıp­

kırmızı kesilecek. İşte o zaman sana saldırabilir. Al şu nar çubuğunu, onun tılsımı b u nar çubuğudur, üç kere yere vur çubuğu, çiçekleri dökülmesi n, destur de . . . Yılan oğlan kuzu gibi olur. Sen de o kuzu gibi olunca, soyun, diye bağır, so­ yunacaktır o . . . Odanın öteki ucunda, harıl harıl bir ateş

nacaktır. O soyunur soyunmaz sen derisini kapacak . . . "

ya­

Kamyonlar, otomobiller, arabalar geldi sıralandılar Sa­ l ihin evinin önüne. Hepsi de çiçekle donatılmıştı . Deniz d(· �·elkenlilerle, vapurlar, teknelerle dolmuştu. 253


Sonra vapurlar hep birden düdül.derini öttürdüler, oto­ mobiller, kamyonlar komalannı çaldılar. Perller sarayından gelmiş kadınlar deniz kızını giydir­ diler kuşattılar, , saçlarını yaptılar, sonra da gelini bir kır ata bindirdiler, Korsan Padişahının sarayına yolladılar. Ocak yanıyor, deniz kızı merakla gerdek odasında yılan güveyini bekliyordu. Nar çubu�u eteğinin altındaydı. Der­ ken kapı açıldı,

içeriye kıpkırmızı

kesilmiş,

kalın, uzun,

mercan gözleri ışıl ışıl, çatal dili dışarda Şehzade girdi. De­ niz kızının dizlerinin bağı çözüldü, deniz kızı deniz kızıyken. Ne yapacağını bilemeyip pencereye doğru koştu, arkasından heybetli bir ses : <<Dur . olduğun yerde ve de soyun,» diye ke­ sin emir verdi.

Kız sesi duyunca kendine geldi, çünkü duyduğu ıshğı değil insan sesiydi,

arkasına döndü, baktı

yılan

ki yılan

dimdik bir yalım direği gibi ayağa kalkmış. Can havliyle kız: <<Sen soyun, sen soyun,»

diye bağırdı . «Hemen soyun. »

Nar çubuğunu eteğinin altından çıkardı,

«destur, »

diye de

bağırarak üç kere yere vurdu. Şehzade orada durdu, yumşadı, kuzu gibi oldu: « Eyvah,» diye inledi, «eyvah Salih, yakın beni. Sen

ver­

din, değil mi, bu çubu�u onun eline? • Kız dikeldi: « Ne olacak yani bu çubuğu bana Salih verdiyse? Soyun, soyun, yoksaaa

. .

«Dur, vurma, dur, yoksa öldürürsün beni, dur! Hemen soyunuyorum, »

dedi korkuyla Şehzade.

« Aman dur,

kıyma

bana . » O anda yılan donundan soyundu. Soyununca ortaya bir tuvana delikanlı çıktı ki Metinden de daha yakışıklı. Deniz

kızı onu görünce ta yürekten tutuldu ona, sevdalandı, he-·

men üstüne atılıp onun elindeki yılan kavını kaptı, kaptığı gibi de yanan harh ateşin içine attı. Yılan kavı bir anda tutuştu

kül oldu.

Artık Şehzade bir daha yılan olamaya­

eaktı. 25-f


· «Eyvah Salih,» diye gene inledi Şehzade. «Yaktın beni. İnsan eyledin kendin gibi beni de, şu dünyada rezil ettin. Yaktın beni sen de, Temel Reis.» Oturdu ocajın başına Şehzade: «Sen de soyun,» dedi deniz kızına. «Olur,» dedi kız. •Hemen.»

Kız da soyundu ki . . . Amanallah, ışık gibi. Sehzade onu kucakladı, kaldırdı, yataja götürdü. Murat . aldılar, murat verdiler sabaha kadar. Tanyerleri ışırken deniz kızı uyudu. Şehzade kalktı, kı­ zın oraya, yastıjının altına koyduju nar çubujunu aldı, nar çubutu bir anda tepeden tımaja çiçeklendi. cÇiçeklensin,» dedi Şehzade. Çiçeklenmiş çubuju da har­ lı yanan ateşe attı.

255


Kumbaba yönünden gelen bunlar işte polislerdi, neden

iki karartıyı gördü. Tamam,

ki dersen polisler çift çift ge­

zerlerdi. Araya araya, tüm kıyıyı aramışlar buraya geliyor­ lardı. Salih hemen göz açıp kapayıncaya kadar kayadan indi. Şimdi kamy�mu

saklamalıydı. Nereye, ama· nereye? Sakla­ nacak yeri biliyordu Salih ya, oraya nasıl gidilirdi? Mağara

karanlık, ta dibe kadar uzuyordu, işte mağaranın o karanlı­ ğına, içeriye bir giriverse de Salih, kamyonunu koyabilse . . . Salih bu mağaradan qldum olası korkmuştu . . Değil içine gir­ mek, kapısından bile geçrneğe korkmuştu . Uzağından geçer­ ken bile ürperiyordu . Öyleyse Salih neden bu kadar kork­ tuğu yere kaçmıştı? Ş u kasahada başka gidecek yer m i yok­ tu?

O kurnaz bir kişidir. Bu korkulu mağaraya kimsenin

bilm �z mi o? Şimdi şuraya, mağaranın içine bir girip de kamyonunu içeri, o da az içeriye koyabil­

yakl aşamayacağını

se, tamam. O zaman isterse polis değil beş general gelsin, korkusundan içeriye girebilir m i bakalım? Kayaya yeniden tırmandı

baktı, polisler yaklaşıyorlar­

dı. Hemen indi, kamyonunu kucakladı, sırtını polislerin gel­

d i ğ i yöne döndü, orada öyle kalakaldı. Mağaranın karanlık ağzı gittikc:e kararıyor, derinden, toprağı saliayarak solukla­ myordu mağara. Kamyonunu bir taşın ardına gizledi, kayanın tepesine tır­ mandı yine. İnşallah, inşallah bu yöne gelmezler, şuradan ge­ riye dönerlerdi. Sığındığı yerden onları gördü, yaklaşmışlar­ dı. Kayadan yere sağılıverdi, yarı yolda kendini topariayıp d a tutunmasa beyni parçalanacaktı. Bir süre kamyonun yö­ resinde döndü, gitti geldi, eğildi kamyonu yerden aldı, ku-

256


cakladı, gözlerini kapadı ma�araya yürüdü. Birkaç adım at­ tıktan sonra gözlerini açtı, tam ma�araılın a�zına, karanlık yerin ucuna gelmişti, bir daha gözlerini yumdu, ayakları bir türlü yerlerinden kıpırdayamıyordu, çakılmış kalmıştı. Zorla bir iki adım daha attı, gözlerini açmasa geriye dönecekti, ku­ lakları u�ulduyor, zonkluyordu. Gözlerini açtı karanlı�ın or­ tasındaydı, sendeledi ya, kendini yitirmedi, sağa ma�aranın duvanna gitti, eliyle yordamladı, eli duvara dokundu, eğil­ di, şimdi artık hiç bir şey olmamış gibiydi, çok soğukkan­ lıydı, kamyonu duvarın dibine güzelce yerleştirdi, kamyonu koyduğu yerden dışarıya, aydınlığa kadar tam yedi adımdı. Dışardan, karanlığın ucundan yedi adım atarsan ma�aranın dibine, içerde gün doğuya dönüp yere eğilince kamyon ora­ cıktadır, eline değer. Koşarak oradan uzaklaştı, fenerin oraya 1 vurdu, o ilti karartı daha mağaraya do�ru yürüyorlardı. Salih, «girsinler bakalım,• diye düşündü, «girsinler mağaraya da kamyonu bulsunlar. Ödleri kopar alimallah. Mağara bir üstlerine ka­ panır, bir soluklanır, yutar onlan .» Çocukları niye yutmuyor öyleyse, kaparursa mağara on­ ların üstlerine kamyon içerde kalmaz mı? Yok, dedi kendi kendine, ma�ara kapanınaz ya, onlar korkularından ma�ara­ nın içine giremezler. Bir de ne bilsinler ki Salih kamyonu­ nu oraya çekmiş? Şimdi eve nasıl gidecek, nerede saklanacaktı? Polis ya­ kalarsa onu isterse çüküne elektrik bağlasın, isterse çükün­ den assın, isterse şişirsinler ağzından bir tek söz alamazlardı. Kamyonun yerini, isterlerse öldürsünler, onu öğrenemezler­ .di. Bir gece de binecekti Temel Reisin teknesine, kaniyonu kucağında, ver elini İstanbul. Bilya oyunu, Salih kaçtığında büiün hızıyla sürüyordu. Bahri, Salibin kaçtığının hemen o an farkına varmıştı. Öte-t kininse oralı olduğu bile yoktu. O durmadan kazanıyordU:. Salih gittikten bir yarım saat sonra artık Bahri ka�maRa başladı. Çocuk bilyasını ne kadar uzağa atarsa atsın Bahri, hoooop, birinci de�ilse ikinciyi yapıştırıyor, kazanıp alıyor­ du bilyalannı o çocuğun. AGSS/17

25'7


Böyle böyle Bahri bir saat içinde çocu�un bütün bilya­ larını aldı. Utülmüş çocuk, yüzünde kıvancın, mutlulu�un izleri: cOoh,» dedi, cgene gel olur mu Bahri? Benim daha çok bllyalanm, oyuncaklarım var. İstersem İstanbuldaki dayım bana bir çuval daha bilya getirir. Gene gel.» «Gelirim,» dedi Bahri. Birden çocu�a acıdı: «İstersen üt­ tü�üm bilyalarının yarısını vereyim sana. Gelecek geldi�im­ de gene oynanz.» «İstemem,» dedi çocuk daha da çok kıvançlanarak. Bahri arkasını dönmüş yürümüşken birden geriye dö;.. jli.ip çocu�a el salladı, çocuk da gülerek, mutlulukla, yüzü ışıl ışıl ona el salladı. Bahriyi, ne oldu ne olmadıysa, şeytan dürttü, sert: <eGelsene ulan buraY:a!» diye çocu�a emir verdi. ·

Çocuk onurr sesinden ürktüyse de geriye dönüp kuzu gi­ bi Bahrinin yanına geldi. Yüzünde de birazcık şaşkınlık var­ dı, Bahrinin karşısında durdu bekledi. «O senin kamyonla oynayan çocuk nerede?» Çocuk onun ne demek istedilini hemencecik kavrayamad1. «Bilmem.» «Kim o?» cBilmiyorum.» Bahri üstüne vardı. «Senin kamyonu o çaldı be.» cVarsın çalsın,• diye güldü çocuk. «Bozuk bir kamyondu. Kendili�inden de işlemiyordu . Babam bana yenisini, kendili­ �inden işleyenini, farları yananını alaclk bana. Babam yann tstanbula gidecek, kamyonu alıp getirecek. Belki kendili. linden uçan bir helikopter, belki de uçak alacak, geldilinde seninlen hem bilya oynanz, hem de uçururuz.» c Olur,» dedi · Bahri, başı yerde düşündü bir an, sonra dilini çıkardı çocuta, arkasından yüzüne tükürdü, arkasın­ dan da· kıçı budur diye tekmeyi bastırdı. Çocutun gözleri ko­ caman kocaman açılıp cam gibi Bahrinin üstünde dondu kal­ dı. Bahri bu - gözlerden rahatsız oldu:

258

cHaydi ulan kavga


edelim,• dedi, bilya torbasını yere koydu yumruklannı sık­ tı.

Çocuk:

«İstemem,• dedi. «Kavga etmek iyi delil ki. . . • eSen erkek delil misin?• diye horozlandı Bahri. «Erkek­ ler dövilşiirler .• «Ben hiç kavga etmedim ki,• diye üzüntülü, allarnaklı bir sesle konuştu çocuk. «Sende hiç ·iş yokmuş,• diye onu aşaJılar bir sesle ko­ nuştu Bahri. «Yedilin ekmek haram be senin.• «Babam izin vermez ki kavga etmete,• diye kendini sa­ vundu çocuk. «Babalar dövüşe kanşamazlar,• diye kabardı Bahri. Çocuk bir tuhaf yaratıla bakar gibi bakıyordu Bahriye. Eve dolru bir iki adım attı, sonra döndü, aym bakışlada tepeden tımata süzdü Bahriyi. Hem yürüyor, hem de dönüp dönüp . Bahriye bakıyordu. Sonra birden evine · aldı yatırdı.

Bahri yerdeki bilya torbasını kaptı, atzına bir ıslık yer­ leştirdi, pantatonunu çekiştirerek kıvanç içinde yürüdü. Bü- · yük bahçenin içindeki konata, sokalın başına gelince bir da;.. ha göz attı: «Öyleyse ben de buraya bir daha gelmem,• dedi. «İster­ se dünya kadar bilyan olsun, hırpo.» Bahçedeki tüm ataçlar çiçele durmuşlardı. Ustlerine ço­ kuşmuş yumak yumak vızıldayan aniann utultulan ta bu­ raya kadar geliyordu. Bahri, başını kaldırmış mis kokulu ha­ vayı kokluyordu, oradan uzaklaştı. Bahar bütün kasahada deliriyordu. Kayalar, yollar bel­ ler, yeryüzü gökyüzü atzına kadar çiçekle dolmuştu. Deniz feneri kalın, aklı karall halkalarla boyıp.lı eski, bü­ yük bir fenerdi. Işılı ta yedi denizin ötelerinden gözükür, diyordu kasabalı ve fenerleriyle övilnüyorlardı. Fenerin dö­ nen projektörü en koyu karan,lıkları delip, ta ötelere kadar gidiyordu. Çok çocutu yıllar yılı uykusuz bırakmıştı bu fe­ ner. Gecel2ri, çocuklar fenerin ıŞık deljli içinden evleri, dal­ lan, tepeleri, denizleri, ulu alaçlan, ·hele yol kavşatmdaki ulu çınan seyretmeyi çok seviyorlardı. Karaniılı delen ışılı ·

·

259


içinde çınar dallan oya oya işlenmiş, billurdanmış gibi ışık saçarak uzaklara, aydınlık boyunca gidiyordu. . Salih eve ancak gece yarısına dolru gelebildi. Çok ikir­ cik geçirmiş, kapıda polisleri candamıaları beklemiş, · eve gitmeyi bir türlü göze alamamıştı. Ta� sekiz kere evin ar­

kasındaki tümseAe gelmiş, kulak vermiş dinlemiş, evden bir - ses seda duyamayınca baş�ı almış gitmişti. Arkasından bir canavar geliyordu sanki. Öylesin,e bir korkuda fenerin arka­ sındaki kayaların kuytularına saklanmıştı. Sonunda canını dişine takmış, yakalariarsa yakalasınlar demiş, yola düşmüş­ tü. Eve gitmeyecekti, gitmeyecekti ya, biliyordu, anası kede­ rinden ölür, ninesi de sevincinden göbek atardı. Kapıya geldi ya, eli . varıp da avlu kapısını bir türlü aça­ mıyordu. Yüteli küt küt atıyordu. Üstüste birka� kere ök­ sürdü, öksürülünü Kimse duymadı. Sonra birden yüksek ses­ le bir türkü. tutturdu. O türkü bitti, ötekine başladı, o bitin­

ce ötekine. Dalmış gitmiş, kendisine söyleyecek türküler an­ yordu ki anasının kendisine doAru gelen sesini duydu .

«Oilum, yavrum. Salihim bu zamana kadar nerelerdey­ di�? Ne oldu sana? Merakımdan ölecektim.» Kapıyı açtı. «Bir çocuk.. da geldi seni üç kere sordu. Sana bir torba bir şey, ·

ne derler ona hele, getirmiş. Nerede kaldın?• eFenerin orada oynuyorduk çocuklarla dalmış kalmışız, hemen koştum ya . . . » «Kapıda türkü söyleyen sen delil miydin? Sesini . ben­ zetiyoru� benzetiyorum, öyle yüksek çıkıyor ki sesin, bu s�.

·

lihin sesi olamaz, diyorum.»

«Benim sesimdi,• diye övündü Salih. Eve girdiler, Salih · daha kuşkuluydu, ürkek ürkek ana­ sının yüzüne bakıyordu, bakıyor bir türlü ona soramıyordu .

«Ana,• dedi birden, ebugün eve birileri geldi mi? Ko­ caman adamlar, polisler, candarmalar?»

· «Yoook,� dedi an-. «Bir şey mi oldu, birisine bir şey · ml yaptın?» diye telaŞlandı. «Yok yok,• dedi Salih. çabucak. «Yok, olur mu? Polisler Metin abiyi anyorlardı da. . . Hani bize de uAradılar mı, diye

sordum.»

280


Ana dingin, hiç kuşkulanmadan: «Bize kimse u�ramadı,» dedi, sonra da içten, aydınlık, kıvançlı güldü. «Bak Salih, sana ne yaptım . .

.

»

Tencerenin kapaltını kaldırdı, mis gibi bir nane koktu, sarımsa�a, yo�urda, tereya�ına kanşmış. «Mantı,ıo diye ba�ırdı Salih, «Mantı ! Acımdan öldüm, bir yiyece�im, bir yiyece�im, karnım davul gibi olacak.» «İstedi�in kadar ye, çok yaptım,» dedi ana içini çekerek. «Babanı gelir sanıyordum bu gece, gelmedi.» Babasının gelip gelmemesine

aldırmadı Salih,

mantıya

yumuldu. Kuş gibi olmuştu Salih, kendini en küçük· bir kuş gibi yeynimiş sayıyordu. Başını yastı�a koyar koymaz uyudu. Sabahleyin çok erkenden kalktı, deniz beyazdı, trolcular daha balı�a çıkmamışlar rıhtımda yatıyorlardı. Yüzüne bir iki parça su vurup yavaşça kapıdan dışarıya kaydı, bir koşu tutturdu,

bir an önce

çalı, hendek,

kaya,

�araya daldı,

kamyonuna : ulaşmak

a�taç

eğilip

demiyor

kamyonu

ayakları

istiyordu, uçuyordu.

almasıyla çıkması

taş, Ma­

bir oldu.

Ne korkmuş, ne de içinde en küçük bir ürperti duymuştu. Ceketini çıkardı kamyona sarip

gene ayakları uçarak eve

geldi: «Ana, ana, ana, bak,» dedi, «baaak! Tıpkı Metin abinin kocaman kamyonu gibi de�il mi, hani aldılar götürdüler? » Ana durdu, ellerini beline koydu, e�ildi kamyonun üstüne: «Ne güzel, ne de güzel ! • dedi. «Ne de . . . ,. Sag elini be· l inden

alıp

kamyonun

mavisini

usulca

okşadı,

do�ruldu:

« Nerden buldun?» diye yüzünden bir an bir kuşku bulutu ge·

çerek sordu . Salih telaşlandı, - ne diyecegini

şaşırdı,

az daha

ağzın­

dan kaçınyordu. Osman Fermanın o�lundan, sözcükleri di­ linin ucuna gelmişti, birden aklına düştü: «Metin abi getirdi dün gece,» dedi. «Fenerin altında bana verdi. Alamanyadan almış bunu bana, baaak ! • Kamyonu bir anda kurdu, çalışacak mıydı acaba, bırak­ tı kamyonu yere.

Kamyon

tıkır

261

tıkır _işlemeğe başladı,

ta


karşı duvara kadar gidip tosladı durdu, Salih koşup onun yolunu çevirdi. Kurgusu yan yolda boşaldı, Salih yeniden kurdu.

Oynamata doyınuyordu. Kuruyor, duvardan duvara k turuyor, koşan kamyon pencereden giren

gün ışıAı altına ge­

lince mavi mavi kıvılcımlanıyordu, İsmail Ustanın demirel ocalı gibi. Mekiklerin şakırtısı arasında hiç durmadan kamyonu ça­ lıştırarak akşamı etti. Bir de dışarı çıkabilse, çarşının orta­ ·

sında, ya da koruda, milletin, çocukların içinde kamyonunu çalıştırabilseydi, kimbilir insanlar ne kadar çok hayran ka­ lırlardı kamyonuna. Geceyi iple çekiyordu. Akşam olup ka­ ranlık basınca avluya çıkabilecek, avluda kocaman kamyon­ lar gibi onu çalıştıracak, yük yükleyip boşaltacaktı. Sokala bile çıkabilir, köşeye kadar da varabilirdi. Kamyonlar zaten gece çalışırlar, dedi kendi kendine. Soka�ın bu köşesi kasaba olacaktı, kasabanın alanı da küçük çitlenbik atacı, çitlenbik a�acı o ulu çınar olurdu, ne var yani. Sokalın karşı ucu da !s­ tanbul olacaktı. Botaz köprüsünü nereye yapacaktı, onun ye­ rini iyi düşünmeli, bir yerlere görkemli bir köprü çizmeliydi. Aaah, gündüz olabilse, o zaman aşa�ıya, küçük arkın üstüne kurar Bo�az köprüsünü, kamyonunu onun üstünden geçirirdi. Mutlulu�u yarımdı ya, gene de kıvanç içindeydi. O hiç bir za­ man böyle olmamıştı, sevince batıp çıkmamıştı. Her şeyi, her­ kesi, anasını, babasını, komşularını, a�açlan, çiçekleri, büyük anasını bile öpmek istiyordu. Kamyonunu kaldırıp kaldınp mavisinden öpüyor, kucaklayıp gö�sünde sıkıyordu. Gün kavuşurken alacakaranlıkta kamyonu dışarıya bah­ çeye çıkardı, bir süre kamyonun yöresinde koşturdu. Yorul­ muştu,

yüzünü

elleri

arasına

alıp merdivenlere oturdu,

o

çocu�u düşünme�e başladı. Kederli yüzlü birisiydi. Becerik­ siz, anasının dizinin dibinden ayrılmamış, uslu mu uslu bir kişiye benziyordu. Kamyonu kaçırınca, o ne yapmıştı aca­ ba, Bahriyle aralarında ne geçmişti? Çocu�a bir an acıdı , hemencecik d e arkasından vazgeçti . O d a niçin o güzelim . kamyona dilini çıkarıp tükürmüştü? Bu da yetme�, Sali­ bin o güzelim kamyonunun mavisine gücünün yettilince tek-

262


meyi savurmuştu. Heni de öteki çocukların önünde . Hele öte­ ki çocuklar da o kamyonun ilk sahibiyseler, işte o zaman öteki çocuklar alırlar da kamyonu sıvışırlardı. Kimsenin gö­ zünün yaşına bakmadan alır giderlerdi.

İnsan hiç küçücük

bir kamyona dilini çıkarır mı? İnsan hiç atzı var dili yok bir kamyonun üstüne tükürür de onu aşalılar mı, işte sonu da böyle olur, elalem de alır da kendi kamyonunu gider. Kim­ bilir, dedi arkasından kendi kendine, öfkesi dinmiş, çocuk, o çocuk ne kadar çok a�lamıştır kamyonun arkasından . . . «Amaan,» dedi ayata kalktı, «ne olursa olsun ona, varsın a�laya allaya da ölsün, bana ne, babamın ollu delil ya, o da tükürmeyeydi bir zavallıcık kamyonun üstüne.» Kimbilir, o çocuk belki de kederinden bütün gece uyuyamamış, gözleri kıpkırmızı sabaha kadar a�lamış, yastı�ı ıpıslak olmuştur. Salih çocutun, o tekmelediAi, üstüne tükürdü�ü, hem de di­ lini çıkardı�ı kamyon elinden gidince allamasını, dövünme­ sini o kadar istiyordu ki. . . Çocutun babası, o kel kafalı adam da şimdi bir öfkelenmişti kiiii. . . Onu ayalının altina almış, ne yaptın kamyonu, diye bas bas bağırıyor, çocutu çilniyor­ du . Vah çocuk, a�zı burnu biribirine karışmış, tekmil giyit­ leri yırtılmış, kan içinde kalmış tepeden tırnata. Saçları bile kızıl kana bulaşmış. Vah çocuk . . . Salih çocu�un . durumunu gözünde büyüttü büyüttü, bir an içinden geçirdi, varsam götürsem kamyonu, hemen şimdi onların avlu kapısından içeriye atsam, diye · düşündü. Atmış gibi içi bomboş kaldı, sırtı so�uk soluk ürperdi bir an. Hemencecik vazgeçti, o da o güzelim kamyonun de�erini bileydi, dedi. Acıyordu çocu­ �a. acıyordu ya . . . Böylesine güzel bir kamyonunu çaldıran çocula kim acımazdı ki? Unutmak istiyordu o çocuğu, düşünmek istemiyordu. Ama düşünmek de hoşuna gidiyordu. Bahri o çocukla kavga etmiş miydi? Salih burun kıvırdı, hiç öyle bir şey olur muydu. Bahriyle dövüşrnek için kim oluyordu o? Bahri onun birin­ ci arkadaşıydı, artık öyle süt çocuklarıyla dövüşecek delil­ di ya. Baktı ki o çocukla Sahri yakasım bırakmıyorlar, karo­ yonu alıp sokala çıktı . Daha ay dolmamıştı, ortalık karan­ Iıktı ya, yıldızlar ışıtıyordu sokağı biraz. Salih eskiden �y-

283


le geç soka�a çıkma�a korkardı, do�rusunu isterseniz ya o kadar çok da korkmazdı. Şimdiyse hiç korkmuyordu, yanın­ da kamyonu vardı. Gecede, yıldız ış�ında kamyonun mavisi, hele nar çiçe�i kırmızısı daha bir başkaydı, renklerini daha bir başka yıldız ışı�ına da�ıtıyordu. Soka�ı bir uçtan bir uca, kasabadan !stanbula gitti gel­ ' di. Bir de köprü kurmuştu !stanbul yakınına taşlardan, kire­ mitlerden, bir de ince uzun bir kalastan. Su yerine kopardı�ı çok çiçekli bir badem dalını uzatmıştı. Şöyle uzaktan bakın­ ca, ay da doğmuştu,

köprüterin

deniz gibi akıyordu badem dalı.

altından köpüklenmiş bir

;

Anası sabaha karşı Salibi köprünün yanıbaşında kam;­ yonuna iyice sarılmış derin bir uykuda buldu . Sa1ih, ertesi gün, daha ertesi gün de geceleri sokakta oy­ nadı. Çok güzel, sahicisinden de daha güzel köprüler kurdu Boğaz üstüne. Bir tane, beş tane de�il hem de. Bahçelerde çiçekli dal bırakmadı taşıdı ·soka�a. Kiraz, şeftali, ayva, eri� dalları, her birisi bir renk su oluyordu Salibin köprülerinin altında. Köprülerin altından akan sular ak, pembe, kırmı. zıydı. Mavi olmalı sular, diye düşündü Salih, o gece bahçe­ lerde ne kadar susam bulduysa soka�a taşıdı. Şimdi Bo�az masmavi akıyordu ve üstünden mavi kamyon geçiyordu. Salih günlerce, daha da haftalarca evden bir adım dışarı atmadı. Kamyonla oynamaktan yorulunca karşıya oturuyor, bir eli kamyonun üstünde, gidip gelen rnekikiere dalıyordu, yüzünde sonsuz bir kıvanç, bir mutluluk, işin tuhafı Salih o kadar çok kurmuş, o kadar çalıştırınıştı d� kamyonu bir

türlü bozulmamıştı . İlk

sokağa

çıktığı gün Bahriyle karşılaştılar. Bahri o

kamyonu kaçırdıktan sonra {)}Up biteni ona söylemedi, unut­ muş gitmişti belki, Salih de aldırmadı, üstelemedi, ne olmuş-:­ sa olmuş, dedi kendi kendine. Bahri: «Lan Salih,» dedi, «bak sana ne göstereceğim.» Elinden tuttu, onu doğru Hacı Nusretin dükkanının önü­ ne götürdü. Vitrin oyuncaklarla doluydu. Bebekler, kuşlar,

264


atlar, helikopterler, uçaklar, tanklar, tavşanlar, ceylanlar, ge­ yikler, filler, ayılar . . . Salih bozuldu ya, aldırmadı. Vitrinde bir tane olsun kamyon yoktu, ne mavi boyalısı, ne başka bir boyalısı. De�il kamyon, küçücük bir otomobil bile yok­ tu. Bahri : «Hepsi bizim,» dedi. Salih ona bir göz kırptı : «Bizim,» dedi. Aklına düşünce utandı, Bahrinin eve �tirip bıraktığı bil­ yalara torbayı açıp bakınarnıştı bile. Bahri : <<Her gün sabahları gelir buraya, bakarız,» dedi. <<Bir tanesi eksilmişse .

. .

»

«Eksilmez, » dedi Salih «Niye?» «İçerde daha çok vardır da ondan.» «Ya ne yaparız öyleyse?» « Her sabah bilyalan alır sok�a çıkarız.» Bahri : «Gene öyle,» diye sevindi. Ertesi sabah bilyalan alıp doğru . o çocuğun kapılarına gittiler, çitlenbik a�acının altına, taş yı�ınlarının üstüne otu­ rup gözetleme�e başladılar. Çocuk ycktu merdivenlerde. Ne oldu acaba, babası onu döve döve öldürdü mü, diye Salih düşünme�e

kalmadan

öteki

çocuk

merdivenlerde

gözüktü.

Bizimkiler hemen bilyalan çıkarıp ba�ıra ça�ıra oynamaga, Çocuk onları gözucuyla da merdivene bakma�a başladılar. görünce sevindi. Duvarın dibindeki kocama n bir çıngıraklı ayıyı kucakladı, çıngıra�ını öttüre öttüre geldi.

Sevinçten

a�zı kulaklarına varıyordu. Geldi, ötede duvarın dibinde dur­ du . Bahriyle Salih onun geldi�ini duymamışçılı�a vurup oyun� larını gene öyle ba�ıra çağıra sürdürdüler. Çocuk kucağın� daki ayının çıngırağını birkaç kere, ürkerek hızlı hızlı çaldı, ötekiler oyunlarına öyle çok daimışiardı ki. . . Sonunda çocuk dayanamadı, 265

yüzü kıpkırmızı kesilerek,


korkak adımlarla, tetikte, öksürseler kaçacak, onlara yaklaş­ tı, başuçlannda durdu: «Ben de . . . ,. dedi, sesi çıJlık gibi çıkmıştı. «Ben . de sizi çok bekledim.» Bahri: «Geldik işte,» diye ayata kalktı, elini uzattı, çocuk da ürkek ürkek uzattı. El sıkıştılar. Salih de aya�a kalkmıştı ya, başını kaldırıp da çocu�un yüzüne bakmıyordu. Çocuk bir adım daha atıp ileriye, Salibe elini uzattı. Salih gene onun yüzüne bakamayarak elini sıktı. Bahri: «Oynayalım,» dedi, « isterseniz üçümüz.» Salih, olmaz, diye baş salladı. Çocuk: «Durun bilyalarımı getireyim,» diye eve koştu, kırmızı bir naylon torbayla döndü. Torba aJzına kadar bilyayla do­ luydu, çocuk torbayı çitlenbik a�acının altına boşalttı : «Haydi oynayalım,ıo dedi. Salibe döndü duvarın dibindeki boynu kırmızı kordelalı turuncu ayıyı gösterdi. «Sen de onunla oyna, » dedi, « istersen.» Bahri bilyalara bir göz attı, hiç böylesine kocaman ko­ caman, renk renk, boy boy bilya görmemişti, sevindi . Oyna­

maya koyuldular. Sulih vavaş�a gitti ayıyı aldı yerden, okşadı, sokalın kö­ şesine gelince durdu, kuşkulu geride .kalanlara baktı, ötekiler oyunlarına dalmışlar, dünyadan habersiz oynuyorlardı. Bahri şaşırdı, bu sefer çocuk çok ustalaşmıştı, iki kez kendisi kazanıyorsa, mutlaka bir kez çocuk kazanıyordu. Bir ara Bahri mızıkçılık edecek oldu, çocuk ayağa kalktı, gözlerini sert, ona dikti, alttan, duyulur duyulmaz bir sesle: «İstersen, » dedi, «seninle kavga da ederim.» «Olur, • dedi Bahri gülerek. «Ederiz . Şimdi şu oyunu oy­ nayalım. Sen ustalaşmışsın be. » Gün kavuşurken çocuğun anası, kalın, ürkütücü bir ses:­ le bağırdı: «Sakıp, Sakıp nerdesin, nerdesin, nerdesiiiinnn?»

266


Sakıp

yerdeki bilyalarını toplayıp

kesesine doldurdu:

cıBurdayım, burdayım,» diyerek eve koştu. Koşarken döndü Bahriye: cYarın gene gelin, gene,• dedi, colur mu?» Bakış­ lan düpedüz yalvarıyordu. cO arkadaşın da gelsin.• Bahri: cOlur,:ıo dedi.

Bilyalarını topladı, dudagına bir ıslık yerleştirdi, afili, ·

yola düştü.

Salihle Bahri bundan sonra bir çete kurdular, kasaba­ daki, gözlerinin kestigi oyuncakları ne yapıp ediyor, el ça­ buklugu marifet yürütüveriyorlardı. Bu işin öylesine ustası olmuşlardı ki, arkalarından bir sızıltı dırıltı çıkmıyordu.

Şimdi onların en güzel, en yürek hoplatan oyunu oyun­ cak kaldırma oyunuydu. Salihin artık keyfine diyecek yok­ tu. Bazı oyuncaklarıyla ta çarşının ucuna kadar gelebilmiş­ tL Mavi kamyona gelince, onu sokagın ucundan bu yana ge­ çiremiyordu. Hele gündüz, onu ancak, çok çok avlunun ka­ pısı eşi�ine çıkarabiliyordu . Derken olan olsfu, bir gün bu oyuncak aşırma oyunu da bitti. Bitiş Salih için firaklı oldu. Haberi önce Bahri ge­ tirdi Salihe, Salih inanamadı, koşa koşa çarşıya geldiler. Sa­ lih bu sefer gözlerine inanamadı, bütün dükkanlar oyuncak

­

la dolup taşıyordu. Hele Hacı Nusretin vitrini, dükkanı, dilk­ kanın içi kadar dışı da oyuncakla dolmuş taşıyordu. Bakkal­ la r, manavlar, nalburlar, berberler,

elektrikçiler, radyo, te­

levizyon onarıcılan, kasahada ne kadar c:lükkan varsa hep­ sinin i çi dışı renk renk, cins cins oyuncaklarla donanmış­ tl. Bütün çarşı oyuncaklarla dolup taşıyordu. Kasabanın tek

fırıncısı bile vitrinine, ekmeklerin arasına beş on tane oyun­ cak serpiştirmişti. Hele lokantalar duvarlarına,

camekanla­

rına süs diye oyuncakları asmışlardı, hevenk hevenk

.

Salihi tam ci�erin<J.en vuran da kendi mavi kamyonu gi­ bi yüzlerce kamyonun, hem de nar çiçe�i karoserili, kasaba­ ya gelmiş olmasıydı. Her sümüklü çocu�un elinde bir mavi kamyon, her sümüklü çocu�un elinde bir mavi kamyon her

sümüklü çocu�un elinde bir mavi kamyon her sümüklü ço­ ctt�un elinde bir mavi kamyon mavi kamyon mavi kamyon 267


mavi kamyon kamyon nar çiçe�i mavi kamyon nar çiçeği

mavi kamyon . . .

Alaman, Rus, Amerikan, Japon, İngiliz, Romen, Bulgar, İsveç, Norveç oyuncaklarının sanki büyük bir sergiBiydi ka­ saba çarşısı. Salihle Bahri dalmışlar, oyuocaklara kendileri­ ni vermişler, bütün düş kırıklıkianna karşın, varmışlar, çar­ şıyı bir uçtan bir uca gidip geliyorlar, yeni, tuhaf, hiç bir şeye benzemez oyuncaklar keşfediyorlar, en tuhaf oyuncağı gören el çırparak sevincini,

başarısını gösteriyordu.

Gece,­

nin üstüne kasaba dükkanıarının kepenkleri gürüliülerle ka­ panıncaya kadar iki aı;.kadaş çarşıyı bir uçtan bir uca gitti­ ler geldiler. Salih eve geldi�inde babasını evde buldu, şaşırmadı. Bu­ gün kasabada bir tuhaflık vardı. Babası da yedi tane mavi, nar

çiçe�i kamyon getirmişti

Salihe.

Bıyıklarını

burarak,

göğsünü gererek, parma�ının ucuyla göstererek: «Al,• dedi Salihe. «Yalnız Metin oyuncak getirmez, biz de getiririz oğlumuza, al!» Bıyıklarını burmayı sürdÜrüyor, gözucuyla da Salibi süzüyordu. Salih yapmacık bir sevinçle oyuocaklara atıldı, kucakladı onlan öteki odaya götürdü, kö­ şeye öteki oyuncaklarının üstüne atıverdi. Bir daha da dönüp oyuncaklara bakmadı bile. Babası: «Adam böyle oyuncaklar getiren babasını öpmez mi hiç?» dedi gene bıyığını burarak, kabadayı, göğsünü gerdi. Salih ona koştu, boynuna sarıldı öptü, sonra da ayağı ayağına dolanarak dışarıya çıkıp merdivenlere oturdu, ana­ sı onu çağınncaya kı;t dar, orada düşündü kaldı, geceye ka­ dar. Artık her çocuğun elinde bir, birkaç oyuncak vardı. Ka­ saba bir oyuncak delili�i yaşıyor, kocaman kocaınan adamlar bile çarşıda oyuocaklara

kaptırmışlar kendilerini oynuyor­

lardı. Kahvelerde kağıtla kumar oynanmıyordu artık. Oyun­ cakları

yarıştırıyorlar,

yarışan

ks.myonlara

lardı, ltem de mavi, nar çiçeği kamyonlara . . . Bu kıyılarda sigara,

viski,

para

koyuyor­

tabanca, mavzer, mitralyöz,

afyon, esrar, her türlü, cins cins kaçakçılık yapılıyordu. Bir

268


aiarada

bakmışsın bir köylü bir m

yüzlerce sandık viski bul­

muş, bir bakmışsın bir çoban bir dalda çuval çuval sigara­ lara rastgelmiş bir keçi damında, bir bakmışsın sandık san­ dık tabancalar atılmış kıyıya . . . Bir bakıyorsun başıboş bü­ yük bir Laz teknesi denizde yüzüyor. Yakalayıp getirdikle­ rinde görüyorsun ki içi şişe şişe bilinmeyen ilaçlarla dolu.

ttaçlann ne oldutunu kimse bilmiyor, bu yüzden de kimse­ nin işine yaramıyor bu şişeler. Birkaç gün sonra da oriada ne şişeler kalıyor, ne de Laz teknesi. Yel esmiş üfürmüş, sel almış götürmüş. Bir gece kıyıya yedi tane büyük l.az teknesi yanaştı. Teknelerin birisinden yakışıklı güzel giyinmiş bir adam çık­ tı kıyıya. Onun arkasından üç adam daha indi, kıyıda, ayak­ ta uzun bir süre aiız aJıza konuştular, sonra dolru Hacı Nusretin evine gittiler. Demek ki önceden Hacı Nusretin evi­ ni biliyorlardı. Hacı Nusret tekneleri görmüş onlan bekli­ yordu. Daha onlar ellerini zile deldirmeden kapı açıldı. O yakışıklı adamla Hacı Nusret bir odaya girip uzun bir süre · konuştular.

«Olur,» diyordu Hacı Nusret. c:Başüstüne efendim. Hiç

kıymeti yok. Çarşıdaki bütün dükkanlara. . . Siz hiç korkma­ yın.•· «İstemem,» diyordu adam. «Bastık bir kere tongaya, kar falan istemem.» «Kir da ederiz,» diyordu Hacı Nusret. «Hem de çok kar ederiz, ne münasebet . . . İyi ki oyuncaklar koymuşlar, o şey­ leıiıı yerine. Kaçak oldutunu da kimse bilemeyecek. Çünkü dünya dünya oldu olalı hiç oyuncak kaçakÇılılı yapılmamış­

tır da. . . Ol sebeptendir ki, nuru aynim. . . Ol sebeptendir ki . . . '

Çok kir edip Karun olacalız.» clnşallah,» diye adam endişeli başını sallıyordu. clnşal�

lah, Hacı Nusret Bey . . . 'I'üm kin sizin olsun. Yeter ki be­ nim ana malımı bana versin.» Oturup yemek . yediler. O gece yedi teknedeki oyuncak­

ların hepsi de bir. yere taşındı. Sonra da dükkaniara dalı-

tıldı. cSatılır,» diyordu Hacı Nusret. cHele yaz gelsin, hele bir

269


turist akını bqlasm kasahaya efendim, iki gözüm aynim, hele çoluk çocuk, hele çınlçıplak avretler dökülsünler çar­ şıya . . . Sudan ucuz, efendim, nurum, aynim . . . Çok kazana­ l!a�ız. çok!:. Çok dedikodusu oldu oyuncaklann kasabada. O oyuncak­ lar var ya, işte onlan, o deniz korsanları başka kaçakçılardari zorla, dövüşerek almışlar. Sonra da bi:· bakmışlar ki canla­ nnı koyarak ele geçirdikleri şeyler oyuncak, başianna bela olmuş oyuncaklar, getirip kasabanın timanma dökmilşler ye­ di tekne dolusu oyunca�ı, ne yapsinlar! Hacı Nusret de oyuo­ caklara el koymuş. Rivayetler muhtelifti. Kimi diyordu ki bir ıtalyan ge­ misi boşaltmış bunu yukandaki adalara, Hacı Nusret haber almış, kimi diyordu ki biışıboş gemilerden çıkmış oyuncak­ lar, kimi diyordu ki Rusyadan, kimi diyordu ki bir oyun­ cak fabrikasını soymuşlar Alamanyada, kimi diyordu ki Ala­ manyada fabrika iflas etmiş, mal sahibi de oyuncaklannı ka­ çırmı�, daha çok gelecekmiş bu oyuncaklardan hein buraya, hem de bütün öteki Karadeniz kasabalanna, köylerine. Salibe gelince bunlann hiç birisine inanmıyordu . Bütün bu oyuncakları o kara giyitli adamlarla, Metin abi getirmiş­ ti. Getirmiş, Hacı Nusrete bırakmışlardı. O da satacak, pa­ racıklannı oldugu gibi ona verecek, o da gidip o götürdük­ leri üç kamyonunu alıp gelecekti. Salih bu günderi sonra a�zma oyuncak sözü almadı. Tek­ mil oyuncaklan da unuttu gitti. Sonra da hiç bir oyunca­ �ın yüzüne bakamadı. Oyuocaklara kin bile ba�lamadı. San­ ki bu dünyada oyuncak diye bir şeyler hiç olmamıştı, yok­ ttL

Bir çuval kadar büyük bir naylon torba buldu, oyuncak­ lan evin şurasından burasından bir bir, içi burkularak top­ ladı. O mavi kamyona şimdi bile elleri de�nce

•· ...

nar gibi ol­

du. Yüre�i de cmız etti. Martıyı sol eline alıp oyuncak çuvalını sırtına vurdu, ana270


sının, abiasının şaşkın bakışları arasında evden ayrıldı. Dotru fenerin ardındaki kayalıklara geldi. Burası kasabanın en dik uçurumuydu, aşatıda,

derinlerdeydi deniz,

dönen,

yayılan

dalgalar buradan yukardan küçülmüş gözüküyorlardı. Uçurumun tam ucunda durup, elindeki martı sepetini sallam bir yere usulca koydu. O� uncak torbasını da önüne indirdi. Torbadan ilk Pline gelen oyuncaltı aldı, önce içine bir hüzün, sonra da sevinç doldu, elindeki ateş saçan tankı

ilk olaraletan denize fırlattı, tank gitti ak bir dalganın sırtı­

na bindi, yavaş yavaş da gözden yitti. Salih arka arkaya oyuncakları denize fırlatıyor, her eline gelişinde bir tuhaf içgüdüyle kamyonu elinden hemencecik bırakıyordu. Şimdi denizin yüzü, dalgalann sırtı yüzen oyuncaklarla doluydu. Sular sa!a sola, saliayarak alıp götürüyordu oyuncaklan.

·

Oyuncaklardan bir tek mavi kamyon kaldı elinde. Salih şimdi artık iyice . dalmış, yere çökmüş, mavi kamyonu okşu­ yordu. Okşuyor, içinde ılık ılık bir sevgi, bir dostluk, sevinç kabarıyordu. Bütün bedeninde şimdiye dek bilmedi�i bir duy­ gu, çımgışmalar, tadına erişiİmez ürpertiler dolaşıyordu. Salih neden sonra kendini toparladı. Martıyla göz göze geldiler. Hızla ayata kalktı, gözlerini acıtacak kadar sıkı sı­ kıya yumdu, elindeki kamyonu var gücüyle denize fırlattı. Kamyon denize düştü, sesi geldi. Salih bir türlü gözlerini aça­ mıyordu, Gözlerini açtı!ında ta uzakta, eskisi gibi çakıp sönen bir mavi gördü. Denizin üstünde mavi bir kıvılcım, bir halkıyan mavi mavi şimşek ötelere ötelere sündü gitti. Salih daha fazla bakamadı, martısını yerden aldı, bir da­ ha arkasına bakmadan kasabanın öteki ucuna kadar arka­ daki yoldan koştu .

271

·


· Alelacele kıyıya indi. Soluk solula ayakkaplar�m çıkar-. dı, bacaklanm bile çemremeden denize girdi, martıyı sepet-: ·

ten aldı başını denize daldırdı: «İç,• dedi «iç fıkaracık, küçük, yaralı martıcık iç.•

·

Biliyordu, içinde bir şey, onu rahat ettirmeyen bir şey vardı, az önce martıya hiç su içirmedili aklına düşmüş, tüyleri diken diken olmuştu. İyi ki susuzluktan ölmemişti bun­ ca gün martı. Kıyıya çıktı,. sepeti çakılların üstüne koydu, karşıda ma­ tara kapkara alzıyla gümbürdüyor, derin d�rin soluklanı­ yordu. Oraya diz çöktü, martının başını suya soktu çekti. Martılar su kuşları delil miydiler, öyleyse başlanm suyun · içine sokarsan, bir süre de orada tqtarsan bolulup ölmezler. Salih martının başını suya batırıp çıkardıkça kuş gagasmı oynatıyor su içer gibi ediyordu. Sonra Salih akıl etti, martıyı suyun üstüne koydu. Bun­ dan korktu, martının kanadı yaralıydı ya, kendisi cin gibiy­ Uçamıyordu ama yüzerek elinden kayıp gid�bilirdi. di. cOoof,,. diye dolruldu Salih, ebu deniz kuşlarına da bakmak ne. zor.• Martıyı denizden aldı çakıltaşlarının üstüne koydu,

koyar koymaz da martı ayata kalktı kanatlarını açtı, iki üç kere hızla geniş geniş çırptı, birkaç da adım attı denize dol­ ru, orada, gözlerini denize dikti durdu.

Salih, hemen oracıta, kıyıya bir havuz yapmala koyul­ . du. Havuzu büyük, derin yapmalıydı, içine martıyı koyunca martı denizde yüzdülünü sanmalıydı. Kanadı iyi oluncaya kadar . . . Kanadı iyi olunca da . . . Bu deniz kuşlanıu baliasan durmazlardı. Zaten, şu kocaman, dalgalı, uzak denizlere alış- .

272


mış bir kuşu hapseylemek insanlık dışı bir şeydi. Martı so­ nunda, kanadı düzelince gidecekti. Belki de hiç düzelmezdi. Sağ kanat, ucuna doğru bir yerden kirılmıştı. Qer bir usta bulmazsa, usta bir sınıkçı, martı kanadı kırı�ı onaran, tut- · turan bir adam bulamazsa, işte o -zaman da _.,rnartı kendi de­ nizlerine hiç bir zaman uçamayacaktı. Ne olacaktı, yarım, sakat bir martı olacaktı. Belki de hiç martı olmayacaktı, o öyle, bir kuş, cinsi cibilliyeti ·

belirsiz,

uçmayan, denizi ol­

mayan bir kuş olacaktı. Bir fıkara tavuk gibi bir şey ola­ caktı . «Aman Allah, böyle olacağına,» dedFSalih, � uçsun da

denizlerine gitsin kendi gibi, tavuk olaca �na . .Böyle yaralı, kötürüm kalacağına ölsün,ıo

dedi

hınçla,

«ölsün.

Belki

de

ben. . . ıo Durdu, boynunu büktü, «ben,» diye konuştu içinden, o

içinden konuştuğunu bilmiyor, öyle sesli konuştuğunu sa­

nıyordu. «Ben uçamayan, denizine gidemeyen bir kuşu öl . . . ,, Öldürürüro derneğe dili varmadı. Ama kanadı kınk bir kuş, kuş değildir ki . . . Ölünceye kadar kanadı öyle kalacaksa . . . Martı gene yürüdü, denizin kıyısına vardı; kumiann üs­ tüne çöktü. Salih onu gözlerini kırpmadan, tetikte izliyordu. denize girip uzaklara kaçmasın diye. İsterse kaçsın ya, Salih kendine alışmamış, insan kokusunu sevmemiş bir kuşu ne yapacaktı, kaçınca bu kanadı kırık kuş öteki kuşlar gibi ba­ şının çaresine bakamazdı ki. Bakamaz, Salih bir gün oni.ın ölüsünü ilerde kumların üstünde bulurdu . Deniz hep martı ölülerini torlayıp topluyor getirip

o

küçük

kumlu,

durgun

koya atıyordu. Hem martısına büyük bir havuz yapıyor, hem de kuşlar üstüne derin düşüncelere dalmış içi alıp alıp veriyordu. Ko­ caman; kendinin kaldıramayacağı taşlar• bile kaldırıyor ge­ tirip denizin içine sıralıyor, aralarına da çakıltaşlarını sı­ kıştırıp örüyordu, Bu küçük duvarının önüne de ·kum yığı­ yordu. Havuzun suyu en azından dizlerine kadar gelmeliydi. Bir de havuzun genişliği bir buçuk kulaç, uzunluğuysa en azından üç dört kulaç olmalıydı. Küçük martı kendini bir deniz gibi bir şeyde sanmalı da denizini özlememeliydi. Hiç o denizini özlemez olur muydu? Bak daha şimdiden denizi­ ne bi'r melul malızun bakıyo! ki. insanın yüreği paralanıyorAGSS/18

272


du. Salibin içi sızladı, bir de kesinlikle kendisine söz verdi, onun kanadını ne yapıp ne edip iyileştirecek, kuş iyileşene kadar onu kendine alıştıracak, koynuna alacak, ona insan ko­ kusunu sevdirecekti. Kuşlar insan kokusunu bir sevdi mi bir daha insanlardan ayrılamaz, diyordu Temel Reis. Bütün hay­ vanlar bir kere insan kokusunu koklasınlar, bir daha öldür Allah

insandan

ayrılmazlar.

Aslanlar,

kaplanlar, yılanlar,

şu evrende ne kadar yabanıl hayvan düşünürsen, insan ko­ kusunu alınca, yani alışınca insan kokusuna kuzu gibi olur, evcilleşir, bir daha insanlardan ayrılamazlar Martı, Salih şöyle onu koklayınca ince ince, yeyni ba­ har denizi kokuyordu. Buhar denizi ince, ılık, yeyniden baş­ döndürücü, deniz kokusu değilmişcesine deniz kokar. İşte bu ılık bahar denizini koklarsan, hele sabahları, hele deniz da­ ha beyazken koklarsan yerinde duramazsın sevincinden . . . İçinden önce ince. bir sevinç dalgası kabarır gelir, bu belli belirsizdir,

sonra

bir

dalga,

bir

dalga

daha,

incecik koku

başını yeynicik döndürür, bir yel eser, küçücük bir dalga yaslanır kıyıya, insan içinden kabanp gelen dalgayı daha derinden duyar. İşte böyle zamanlarda

deniz,

kum,

kaya­

lar, balıklar, çiçekler, insanlar, kokular, ne varsa dünyada çirkin, güzel bin misli güzelleşir, insan doğan güne karışır, bir yeniden doğmanın, insan gibi insan olmanın, insanlıkta terütaze olmanın, yeniden, bilerek yeniden doğmanın bilin­ cinde

olmanın,

dünyayla

varır, bir dalgaya düşer,

birlikte

yaratılmanın

sevincine

kendinden kopar, büyük doğanın

sevincine varır, özünde insan olmanın, o erişilmez sevincine varır. İnsanoğlu bu sevinci her zaman tadabilir. İnsanların çocuklukta böyle sevinçleri sık sık tatmaları boşuna değil­ dir. Çocuklar doğanın yaratılma, doğurma, yaratma sevinci­ ne

katılabilirler,

yakınlıklarından,

kopmamışlıklarından . . .

Salih martısını koklayınca, hele sabahları, hele daha de­ niz beyazken, seher yelleri esiyorken, hele babarda ılık bir de­ niz damarlarında dolaşır, ccşturur onu,

sevinçten yerinde

duramaz olurken. Hele bir de küçücük martısı yanındaysa . . . Salih bilmediği, bilemeyeceği bir tapınmadaydı sevince. Bü­ yük anası, babası, kasaba, kasabadaki insanların biribirleri-

274


nin gözlerini oymaları, kuyularını kazm�ları, babasına, Me­

tin abiye davranışları, onlara bir tuhaf yaratıklarmış gibi

bakmaları, paragöz olmaları, herkesin kendisini her şeyden daha çok sevmesi. . .

çocukları dövmeleri,

Salih bunların hepsini biliyordu. Hep onları

se çocuklara sövmeleri. . .

aŞa�ılamaları,

nerede görürler­

Salibin ağırına gidiyordu ya,

yapsın çekecekti. Böyle yaratılmıştı düny(.

ne

Salih bir şeye derinden başkaldırıyorrlu belki, belki bu

bir başkaldırma değildi,

bir iğrenmeydi belki,

kocaman

adamlar küçücük avuç içi kadar kuşları kocaman tüfekler­

le

avlıyorlardı.

İşte

buna

dayanamıyorrlu

Salih.

Çocuklar

da yapıyorlardı bunu. Çocukların tüfeklcri yoktu ki . . . Yeşil

başlı ördekleri de, uzun boyunlu apak kuğuları da vuruyar­ l ardı o kocaman tüfekli eşşekler.

İleriye, denizle çayın birleşip büyük bir göl yaptıkları

yere

kuğular

ahşmışlardı.

Uzaklardan,

denizin

üstünden , .

dağlardan uzun ak kanatlarını usulca çarparak, ak boyun­

larını sonuna kadar uzatarak gelip bu mavi, durgun göle, sazların arasına konuyorlardı. Kasabanın çocukları da raya alışmışlardı. Gökte kuğular görününce

doğru yola

düşüyorlar, sazlıkların arasına

kuşları seyreyliyorlardı. GÖzlerinin önünde,

bu­

onlar da göle

girip

bu

ürkek

yankıları mavi

suya düşmüş aklıklar akhkla r . . . Dingin, uzun, ak boyunla­

rı. . . Bir düş dünyası, bir doğaya katışma. . . K uğuların ak­

lığına, güzelliğine varma, bütünleşme. Çocuklar bir çalının,

bir kamış, saz kümesinin içine saklanıyorlai', çıt çıkarmadan,

soluklarını tutarak, gözlerini bu dünya ya'ı:atılalıdan bu ya­ na, bu en ak şeylerden, kuğulardan alamıyorlardı.

Az sonra, az sonra çocukların düşleri bir daha hiç ona­

rılamayacak biçimde, bir daha hiç varılamayacakmış, ulaşı­

lamayacakmış gibi bozuluyordu, ak düşleri kızıl, yabanıl ka­

na boyarııyordu . Bir tüfek patlıyor, bir kuğu çırpınarak su­ yun yüzünde kalıyor, öteki kuğular rını

açarak uçuyorlar, daha

telaşsız,

kalkamadan

ağır kanatla­

beş on,

belki de

yirmi tüfek birden patlıyor, içlerinden bir ikisi havada çev­

rinerek ağır, gölün sularına duşüyordu.

Avcı lar bir yabanıl sevinçle köpeklerini suya

275

sahveri-


yorlar, ya da kayıklada kendileri gidip gölün içinden kuğu­ ları çıkariyorla:rdı. Ku�uları seyreden, kuğu güzelliğinin dostları çocuklar da kırılmrş, yıkkın, ağızlarını bıçaklar açmaz, oradan, elleri yanlarına düşmüş dönüyorlardı. Ak kuğular durmadan kıpkızıl, billur, ışıklı, mercan bir kanla k:mıyorlardı. Kıpkırmızı oluyorlardı düşlerinde Sali­ bin. Salih, her gölden dönüşünde sabaha kadar sayıklıyor, bağırıyordu. Salih her şeyden önce, Allahtan hiç bir şey istememiş, bir kuğusu olsun istemişti, şöyle bir yavru kuğu. Selimle, hani şu K ürdün oğlu Selim var ya işte onunla . . . Selim geçen yıl öldü . . . Onu Yusuf öldürdü. Diyorlar ki, Se­ lim kaldırırnda yürüyormuş, düşünüyor, kendi kendine ko­ nuşuyormuş . Yusufun otomobilinin geldiğini gören bütün çarşı kaçışıp dükkaniara doluşmuşlar da

Selimin

bundan

haberi olmamış. Bunu gören, çocuğun bu saygısızlığına, per­ vasızlıltına kızan Yusuf da basmış gaza, iki yüzle fırtına gi­ bi giden otomobil kaldırırnın üstünden Selimi kaptığı gibi almış altına parça parça etmiş. Yusuf Kaval Roldingin sahibi Mustafa Kavalın oğluy­ du Mustafa Kavalın yarın üstündeki köşkü aşağı yukarı bü­ tün yıl kapalı kalıyordu, yazın gelip birkaç gün, birkaç haf­ ta kalan yabancı tüccarların dışında. Yusuf da arada bir köşke otomobiliyle, son hızda, kasabayı ikiye biçerek, cad­ denin sağındaki solundaki ahşap evleri, dükkaniarı zangır­ datarak . . . Bindiği otomobiller hep son modaydı. Kasabanın hiç görmediği, İst3.nbulluların bile yılda, iki yılda ancak bir gördüğü otomobillerden. Yanında da her zaman ya sa­ rışın, ya kızıl saçlı, y:ı. da esmer bir kız oluyordu. Yusufun yüzü katı, donuk, keskindi. Kasabanın çarşısından arabasını bir fırtına gibi suru­ yordu. Kasabalı da daha uzaktan onun arabası gözükür gö­ zükmez, dükkaniara kaçışıyorlar, o gelip geçineeye kadar ortalıkta hiç bir canlı kalmıyordu. Yusuf, Selime çarpınca durmamıştı bile,

276

aldırmamıştı.


Az sonra evin kapısını polis çalınca açmış, polisi de komse­ rini de kapılarını çaldığına bin pişman eylemişti. . c:Neee, ölmüş mü, biliyorum, ne olacak, bana ne, ne ya­ palım?» c Efendim, çocuk kaldırımda . . . » «Yürümesin, yürümesin,» diye suratlarına, var gücüyle kapıyı kapatmıştı. İkinci günün sabahı da otomobiline binen Yusuf, ya­ nındaki sanşınla bu sefer arabanın hızını sonuna kadar ar­ tırarak, kasabanın çarşısından, dükkanları, duvarları, kal­ dırımları sarsarak geçip gitmişti. Yusufu hapseylemediler. Herkes biliyordu ki, bütün ka­ saba deseydi ki, Selimi Yusuf kaldırımdan giderken mah­ sus, kasten öldürdü, bütün kasaba böyle tanıklık etseydi, kimse Yusufu bir gün bile hapsedemezdi. Yusuflar için bu ülkede yasalar sökmezdi. Onlar için yasalar yoktu, daha çı­ karılmamıştı. Yusuf kasahaya aynı hızla, hızını daha da fırtınalaştıra­ rak, gelip gitmesini sürdürdü. Yusufun kimseyle bir aldısı verdisi yoktu bu kasabada. Bir Selimin o yaşlı Kürt babası. · O da bir ağzı var dili yok bir garibandı. Oğlunu öldüreni öldürmek, kanını yerde koymamak is­ tiyordu ya, altı tane daha küçük çocuğu vardı. Geçim yü­ kü de boynuna bir çökmüştü ki. . . Savcıya başvurdu, İs­ tanbula gitti, başvurmadık yer bırakmadı . Savcılar, polis­ ler, kasabalılar onun bu sonuçsuz çabasına hem acıyorlar, hem de onunla alay ediyorlardı: Birleşmiş Milletiere baş­ vur Halo Şamdiii,» diyorlardı . .cTürkiye Cumhuriyeti Yusuf Beyin babasıyla başa çıkamaz.» Arkasından da ekliyorlar­ dı, kalemlerini kemirerek, boyunlarını çekiştirip, başlarını sallayarak: «Kusura ka1ma Halo Şamdin ya, senin işin boş. Bak, sokaklarda kan gövdeyi götürüyor, her gün bir deli­ kanlı, fidaiı gibi bir üniversite genci öldürülüyor, onu da, öldürenleri de bütün ülke polisiyle, devletiyle biliyor da . . . İşine git sen Halo Şamdin, işine. . . Başına bir bela gelme­ den . . . Bak, altı tane de . . . Yazık sana . » �ir gün kasabanın çarşısında Halo Şamdini ağ·zı burnu, . .

277


yüzü paramparça buldular. Kimisi Yusuf, dedi, kimisi Yu­ sufun babası, kimisi İstanbuldan adamlar gelmiş, Halo Şam­ dini vazgeçirmeye çalışmışlar Yusuf Beyi kovalamaktan, vazgeçmeyince de. . . Kimisi de, düpedüz polisin dövdü�ü­ nü söylüyorlardı Halo Şamdini başına çuval geçirip kara­ kola götürerek, bunlar görgü tanıklarıydılar. Bir daha Halo Şamdin ne o�lunun, ne de Yusuf Beyin adını ağzına aldı . . Çok da de�işti Halo Şamdin. O eskiden tüm çarşıyı güzel öyküleriyle gülrnekten kırıp geçiren Halo Şamdinin şimdi ağzını bıçaklar açmıyordu. Eriyip gitmişti bir öfkede, umarsızlıkta.. Salih, Selim öldürüldükten sonra Halo Şamdinin o yas içindeki yüzüne bir . daha hiç bakamalnıştı. Onun yüzünü görür görmez Salihin içinden hıçkırarak durmadan durma­ dan ağlamak geliyor, onun yanından kaçıyordu. Kasabanın hiç bir çocu�u da Selim öldürüldükten son­ ra Yusufların bahçesine bir daha adım atmadı. Oysaki, es­ · kiden çocuklar bu geniş, .güzel bahçeden çıkmazlardı. Hiç bir bahçıvan onlarla başedememişti. Selimden sonra hiç bir çocuk o köşke, o bahçeye dönüp de bir kere olsun bakmı­ yordu bile . . . Salihle Bahri, gizli gizli konuşup kendi kendilerine söz vermişlerdi. Bir gün bu köşkü yakacaklar, hem de içinde Yusuf �ldu�u zaman, Yusufla birlikte, o yanında· getirdiği kız da içinde, ne yapalım o kız da o kanlı katille birlikte gezmesin, o bahçenin de tüm ağaçlannı teker teker kökün­ den keseceklerdi. Buna kasabanın bütün çocuklan bir araya gelmişler kesin karar vermişlerdi. Daha · şimdiden görünmez eller bahçede ne kadar gül, ne kadar çiçek varsa kesip koparmışlar, ortalı�ı bir yangın yerine çevirmişlerdi. ·

Salih havuzu yaptı bitirdi, martısını kumdan aldı de­ rin suyun üstüne koydu. Martı önce huysuzluk etti. birkaç kere çırpındı, sonra hoşuna gitmiş olacak ki havuz, su­ yun yüzüne rahat oturdu, başını eğe döndüre, hiç bir şeyi gözden kaçırmadan yöreyi seyre koyuldu. Salih onun sırtını okşadı: cAslansın,» dedi, «aslansın aslanım. Şimdi sana en gü-

278


zel, en ya�lı balıklar tutayım da. . . Bir karmnı doyur, bfr doyur ki . . . Heheeey, heheheeeeeyt!» Gitti, kepçesini sakladı�ı yerden aldı, dizine kadar çem­ renip denize girdi. Keskin gözleri durgun kıyıda şimdi ba­ lık sürüleri arıyordu. Uzaktan, büyük bir sürü balık yav­ rusu geçti . Küçücük balıklar saydam bir mavideydi. Salih bu mavi balıkları martı yeseydi belki de kanadı iyi olur, kendi kendine kaynardı, diye geçirdi içinden. Belki üç ku­ laç uzamış, mavi bir atlas gibi denizin içinde dal alanarak

g

uçup gitmişti sürü, kepçeyi uzattı am:a yetişemedi, bu devin­ mesi ancak ancak mavi atlasın bir anda darmada�ın olma­ sına . sebep oldu. Salih buna üzüldü. Kayanın ucuna do�ru ilerledi, orada kıpırtılar görüyorrlu denizin yüzünde. Bir­ den binlerce küçücük balığın denizin yüzüne sıçrayarak ak­ tığını gördü. Salih her şeyi unutmuş, denizin yüzünde pariayıp sö­ nerek atıayan balıkiara dalmış gitmişti. Martısı aklına dü­ şünce elindeki kepçeyi tam önünde oynaşan bir sürüye ka­ pattı kaldırdı. Kepçenin ağlarında küçücük balıklar gün küçücük çakarak kıvılcımlaşıyor­ ışığında mavi, kırmızı, lardı. Koşarak dışarıya çıktı, «al,» dedi. «Yut. Sizler diri ba­ lıkları daha çok seversiniz.» Ağzına verdikçe, birkaç balığı birden yutuyordu martı. Yuttu yuttu, kursa�ı şişti, gerildi. Ne güzeldi. Gerçek­ ten şu martı da ne güzel bir kuştu. Kuğudan bile güzeldi. Gagası kanatları, biçimli başı, boynu . . . Martısına daldı. O hiç bir kuğuyu üstelik böyle kuca�ına almamış, dost olma­ mış, sıcaklığını sıcaklığına katmamıştı: Küçük havuzda 'martı yüzüyordu usulcana. Bornunu uza­ tıp yöreyi araştırıyordu cin gibi gözleriyle. Gözleri kimi zaman mavileşiyor, kimi zaman yeşile, mora, kimi zaman kapkara, dönen bir ışıltıya dönüşüyordu. Salih onun göz­ lerine dalıp gidiyordu. Bir tuhaf delilikte çakıyorrlu gözle­ ri, ateş içinde yanan bir insanın gözleri gibi yalp yalp ya­ nıyordu kimi zaman. Sa�lam sol kanadında yirmi sekiz tane tel�ği vardı, bir

279


bir saydı Salih. Baştan birinci telek ikinciye bakarak az

daha kısaydı. Yarıya kadar kara, yandan aşa ısı aktı. lkin­ ci en uzun telek boydan boya kara, üçüncü tele�in ço� ak­ tı. Dördüncü, beşinci telekierin karası uçlara do�ruydu. Al­ tıncı tele�in ucunda küçük bir kara leke vardı ancak. Bun­ dan sonraki telekler aktılar ve gövdeye do�ru gittikçe kü­ çülüyorlardı. Sa�daki kanat da öyleydi ya, dördüncü beşin­ ci telekler kopmuşlar, mafsala yakın yerde de derin bir ya­ ra, yaranın .ak kemi�i gözüküyordu. Bir de Salih, eliyle yoklamıştı, orası hışır hışır ediyordu. Demek ki kemik kı­ rılmıştı. Şimdi bu kemi�i kaynaştırmak, bu yarayı . iyileştir­ mek gerekti. Mustafa eniştenin sarıp sarmalamaları işe ya­ ramamış, çi�nenmiş bu�dayla sargısı çoktan düşmüştü. lçini çelıtti, ninesinin kurşun yarasını sa�altan merhemi olsaydı. «Yaztk be,� dedi kendi kendine. eBu kanadı . kınk kuş da­ ha ne . kadarcık dayanabilir?» Kuşun ölüsü geldi gözlerinin önüne. Aklını oynatırdı bu kuş ölürse. Düşünemerli bile martısının ölümünü. Ninesine bir daha gitse, yalvarsa ne olurdu, acaba onun taş yüre�ini yumşatabilir miydi? Onun taş yüre�i de yumşayınca, o da bir güzel kuş kanadı mer­ hemi yapınca, martının yarası iyi olup kemi�i de kayna­ yınca, şu martı da · havalarda, ta gö�ün öteki ucunda da süzülünce, uzakta; mavi de, . kanatlarını germiş, sonra da to­ parlanıp Salibe gelince. . . Düşler onu alıp götürüyordu. Sırtı bulut rengiydi martının, duman rengi. Bulut rengi sırtın ortasına - do� koyulaşıyor, aşa�ılar, karın yöreleri gittikçe açılıyor, karın, gögüs, kuyruk, kanatların altı kar gibi lekesiz, parlak, apak oluyordu. Kuyrukta, bir tanesi bir ucunda, ötekisi öbür ucunda iki kara nokta vardı. Ayak­ ları turuncqya yakın, gagası karaya benzer bir kırmızılık­ taydı. Biçimli, duman rengi başı . . . Hiç bir kuşun başı bu kadar güzel olamazdı, gövel örde�in başı bile. Gö�sü bir ak biilkımaydı gün ışı�ında. Sırtı dumanın en· güzel tadın·

daydı.

Şimdi buradan, balıkları bir naylon torbaya koyup, do�­ ru eve, ninesine gitmeli yalvarmalıydı. Kimbilir, belki . . . Ama hiç aklı kesmiyordu büyük anasının bu götü boklu 280


martı civcivine merhem yapaca�ını. O öyle inatçı, onuruna düşkün, kendini de merhemini de öylesine can kurtarıcı sa­ yıyordu ki, bir martıya merhem sürmezdi. Halil geldi dese­ ler bile yapmazdı bunu. Salih de ne yapsın, onun başka -qmarı yoktu. İster istemez bu küçük, a�zı var dili yok ku­ şu kurtarmak için, binde bir de umut olsa ona bir daha başvuracaktı. Hele bir daha o da onu eli boş döndürsün, bir daha kuşuna bir şey yapsın, o görürdil gününü o zaman. Ne yapardı, ne mi yapardı, o görürdü işte o zaman. Bu sefer çok usturuplu gitmeli, bu küçük kuşu ona sev­ dirmeli, öylesine güzel, tatlı konuşmalı ki onu acındırmalı. Sesini de yumşatıp, türkü söyler gibi söylemeliydi. Martıyı usulca sudan aldı, karnını sildi, kuruladı mendiliyle, çok az ıslanmıştı kuşun karnı, hemencecik kurudu. Sepete koydu, büyük anaya söyleyece�i sözleri düşüne düşüne eve geldi . Mekikler işliyordu. İçeriye girince hiç kimse geldiğinin farkına varmadı. Vardı anasının tezgahının karşısında dur­ du, anası süzgün, yorgun ona cırndan gülümsedi, martısına da şöyle gözucuyla bir baktı. Sevgiyle baktı yani. Kuşuna atılan bakışlar Salibin hiç gözünden kaçar mı? Ninesinin meki�ini dinledi, meki�in sesinden onun ne halde oldu�nu anlayacaktı. Nine dalmış gitmişti. Gidip g·e­ len meki�i de çok dalgındı. Kendili�inden, hiç bir çaba har­ camadan öyle gidip geliyor, alışkanlıkla ya� gibi işliyordu. Salih iyi biliyordu, yılların deneyi, böyle anlarda, mekik böyle işlerken ninesi hep Halilini

düşünürdü.

O, Halilini

düşünürken de iyilerin iyisi bir nine olurdu. Salih fırsatı ka­ çırmamalıydı, hazır o Halille konuşma�a dalmış, böyle yum­ Şak yüzlü olmuşken . Önce Salih uzun uzun güldü, kasıkiarını tutmuş, öne

e�ilmiş yüksek sesle gülüyordu. Anası, ablası, ninesi dur­ muşlar ona bakıyorlardı. Salih h.em gülüyor, hem de: •Şuna bakın, şuna bakın,,. ·diye sepetteki martıyı gös­

teriyordu. Birden gülmesini kesti, gözleri de yaşardı. «Ya-

·

zık,• dedi boynunu büküp, «ne yazık, işte bu küçücük kuş yakında ölecek. Ne yazık de�il mi anah «Yazık,• dedi ana, nineye bakarak. «Daha kuşun kana-

281


dmı iyileştirecek bir merhem ne bularnadın mı?ıo «Nerdeee,• dedi Salih. «Hiç kimse bir fıkara kuşa bak­ mıyar bile . Kime gitsem, ulan piç soyu, biz insanlara mer­ hem bulamıyoruz, insanlar sinek gibi ilaçsızhktan, pislikten, açlıktan sinek gibi kırılıyorlar, sen götü boklu bir martıya merhem arıyorsun, diye beni kovuyorlar. Arkarndan da sü­ laleme sövüyorlar. . . Yaaa, sülaleme iyice sövüyorlar. » Sö­ vüyorlar derken belli etmeden ninesine baktı, ninesi meki­ ğini yeniden işletme�e başlamıştı. Mekik gittikçe düş ha­ vasından çıkıyor, öfkeye doğru gidiyordu. Salih meki�in se­ sine telaşlandı, o telaşla da konuşma�a başladı. «Bir küçücük kuş, insan değilse de insan gibi soluk almıyor mu, in­ san, insan gibi bakıyor vallahi, insan gibi yemiyor mu, iç­ miyar mu, insan gibi de arkadaşını tanıyor, valiahi de bil­ lahi de tanıyor, beni ta uzaktan görünce o bir tek kanadını çırparak, sevincinden bana do�ru bir yuvadanışı var, tıpkı insan gibi değil . mi ana?» Anasının gözlerinin içine, anası onu onaylasın diye ba­ kıyordu. «Öyle yavrum, Salihim,» dedi anası, Salihin sözü nere­ ye getirece�ini anlamıştı. «Kuş olunca can de�il mi? Bütün canları Allah yaratmadı mı? Allahın yanında kuşlan insa.., nın ne farkı olur ki . . . • Salih: «Olmaz olmaz,,. diye coşarak bağırdı.

Ninenin mekiği

ikirciklenmiş önce, sonra da yumşamıştı. Bu fırsat kaçma­ mnlıydı. «Bir kuşa bir insandan daha çok yardım gerektir. Kuş­ lara kimse yardım edemez ki, ben bir hasta kuş gördüm, bir karabatak, hastaydı, tek başına kıyıya çıktı, yalnız, ora­ da bir şeyler yaptı yalnız. Sonra da başını havaya dikti, a�zını üç kere· açtı, başı düşüverdi, öldü. Yanında ne anası vardı, ne de babası, ne de bir arkadaşı. . . Şimdi, ben olma­ saydım, bu küçük fıkara martı çoktan ölmüş gitmişti. Az önce ben şeyden, fenerin altından geliyordum ya, karşım­ dan Müftü Efendi geldi. Diyorlar ki, ben demiyorum ki, çarşıda herkes öyle öyle · diyor, martırnın sırtı da bulut ren-

282

·


gi, Müftü Efendi ermiş bir kişiymiş, martırnın gözleri de mercan gibi, kırmızı, Müftü Efendi karşımdan gelince uzattı elini martımı okşadı. Beni de okşadı . Sordu sonra da . . . Ben de ona dedim, bunun kanadı kırık. Yerde buldum ölüyordu. Balık verdim, su içirdim, denizin kıyısında yüzsün diye de ona bir havuz yaptım. Yalnız, onun kanadı kırık, iyileştir­ meyi de bilmiyorum. Herkes de benimle alay ediyor. Müftü Efendi, vah vah, dedi, vah vah, insanların bu kadar zalim oldu�u bir ça�a düşmüşüz demek. Martının . kanatları da bulut gibi vah, vah vah . . . Bu martının kanadına kim mer­ hem verirse onun eli yeşillenir, dedi Müttü Efendi, Müftü Efendi de ermiş bir kişiymiş ki hep Kırktarla konuşurmuş perşembe akşamları. Neee, yalan mı söylüyorum, bunu bu koca kasahada bilmeyen var mı? . Yalan mı, niye yalan söy­ leyecekmişim?» Artık Salih mekikle konuşuyordu. cZırrrt zırto, zırrrt zırto, zırt zırt zırto,» diye alay edi­ yordu mekik. «Hiç öyle genç bir Müftüden de ermiş olur muymuş? Kırklarla konuşan kişinin bir kucak ak sakalı olur. O Kırklarla konuşan, sonra gidip de Kırkiara karışan, kudur­ m.uş ulu, dalgalı, dalgaları minare boyu kalkan denizin su­ ratına bir tokat indiren, indirip de denizi susturan, tokatı vurur vurmaz denizi süt liman eden kırmızı kuşaklı Alim Hocaydı o. Zırt zırto, zırt zırto. Zırto da zırto.,. cTeh, zırtoymuş!» cZırt zırt zırto . » cMüftü bu, Müftü ! Mısırda bile okumuş. » Mekik fırladı. cYıtlan, yalan!» cHiç de de�il . . . » cZırt da, zırt zırto.» .cMüftü dedi ki, ona da kırmızı kuşaklı Alim Hoca söy­ lemiş, ben ne bileyim, öyle demiş, Kırkların yanına gitti�in­ de Müftü Efendi, ermiş, bakmış ki, kırmızı kuşak Alim Hoca orada, kırmızı kuşa�ı güneşten pariayıp durur.-. cZırto zırt, zırto zırt. Onun adı neydi kırmızı düdü�m,

283


işte yalan, o hiç bir zaman beline kırmızı kuşak ba�lamaz­ dı ki

. . .

«Herkes biliyor . onun kırmızı kuşak ba�lamadığını bu­ rada, bu dünyada. Öteki dünyada bir kırmızı kuşak bağlar­ mış ki beline, güneş gibi yanarmış.» c Zırt.»

«Hiç . . .

İşte o söylemiş,»

diye bağırdı Salih .

«Kuş iyi

edenler doğru Cennete, yaralı kuşa bakınayıp da; yarasını kurtlandırıp, onun ölmesine göz yumanlar da doğru Cehen­ neme giderlermiş.» Mekik kızdı, öylesine hışımla gidip gelrneğe başladı ki, Salih bir çuval ineiri berbat ettiğini anladı. Mekiğin sesin­ den bir şeyler anlamanın artık bir olanaf!ı kalmamıştı. Salih sustu,

ne

yapacağını,

ne

söyleyeceğini

artık

bilemiyorrlu

Büyük ananın yüzüne baktı, rludakları ağzının içine çökmüş gitmişti. İşte böylesi öfkede büyük ana insanı öldürebilirdi. Şimdi ne yapmalıydı da onu yumşatmalıydı? cKuğular ne güzeldir, değil mi ana? O kuğular var ya, . onlar Kırkların kuşlanymışlar. Kırklar da martılar gibi ak giyiniriermiş baştan aya�a.» «Yalan,» diye bağırdı büyük ana. Mekik durdu . «Yalan,

Kırklar yeşil sarık bağlarlar.» Salih:

«Doğru,» dedi . «Şaşırdım ninem. Sen doğru söylüyor­ sun. Kırkların sarığı yeşildir. İşte Müftü Efendi bana dedi ki, ona Alim Hoca Kırkların yanında söylemiş . . . Demiş ki,

ku�lar bu yeşil sankiılarıo kuşlarıdır. O kuşları kim öldü­ rürse elleri kurur. O köy var ya, aşa�ıda, denizin kıyısın­ da . . . » Çalışınağa baŞlayan mekiğin öfkesi yavaş yavaş ini­ yor, Salihin içinde

de bir umut ışığı

köylülerin

elleri

hepsinin

filizleniyordu.

kurusun. Martılar

da

«İşte

Kırkların

kuşuymuş ya. . . Onlar o kadar baş kuşlan değilmiş. Alim Hoca Efendimiz nerede yaralı bir kuş görürsen, kuşumun sırtı bulut rengi, onu iyi etmelisin elinden gelirse, merhem yapmasını biliyorsan. Eğer kuştan merhemini esirgersen . .

Salih sesini sonuna kadar yükseltti:

nemde yanarsın. Cehennemin ortasında . . . ,.

284

.

»

.:Cehennemde, Cehen­


Mekiği dinledi, mekik gene öfkelenmiş, gittikçe de hı­ şımlıyordu. Ne dedili de anlaşılrnıyordu. eYeşii sarıklı Alim Hoca, nah sarı�ı benim boyuro ka­ dar, eski mezarlıklardaki gibi, filmde de gördüm sarı�ını, işte o koca sarıklı, kuşların insandan hiç farkı yok, demiş . . . Ben söylemiyorum, ohhooo, bunu bütün çarşı söylüyor. Bir kuşu ölümden kurtaran . . . Alim Hoca demiş ki, Alim Hoca, kuşu

kurtaran

ölüp gidince; Cehennemin

kapısına

da va­

rınca, hemencecik Cehenneme girecekmiş ki, karşısına ye­ şil bir kuş gelirmiş, kanatları, gagası, ayakları, başı, gözleri som som yeşil bir kuş, o kuş, dur dermiş ona, dursana be yolunu şaşırmış kişi, nereye göndermişler seni, buraya, dedi . Yeşil ·kuş onu aldı Cennetin kapısına götürdü, tanıdın mı beni, dedi. Hani bir zamanlar öbür dünyada benim kana­ dıma merhem yapıp da beni iyi eylemiştin, işte şimdi se­ nin karşma çıkıyorum, iyiiiiini ödüyorum. Sen Cehennemİ hiç biliyor musun, diye soruyor kuş. Biliyorum, diyor o mer­ hem veren. Kapısında durdu�unu da biliyor muydun Cehen­ nemin, ben

yetişmesem nerdeyse

içeriye

girecektin,

oraya

giren bir daha çıkamaz, onu da biliyor muydun? Biliyorum, diyor merhem yapan.

Kuştur bu, kanadıyla bir savuruyor

içeri, bir yel estiriyor bir fırtına gibi. Merhemci kocakarı bir gözünü açıyor ki,

ne görsün, Cennetin ortasında. Çok

seviniyar buna kocakarı, kendi kendine diyor ki, keşki ora­ da, öteki yalancı dünyada, yaaa, bu dünya yalancıktan bir dünyaymış, çok kuş kanadı iyi etseym işim. Geçti ne fay­ da . . » .

Salih meki�i

kendi sözlerine,

dinlemeyi

tadına

unutmuştu .

kendini bırakmış gitmiş,

Oysa

birden üzüntüye düşen, inanan,

mekik

sevinçli,

gülen, sonra birden

alaylı, öfke­

lenen bir havada, andan ana değişerek gidiyor geliyor, şak­ lıyordu. Kuğulara başladı bu sefer de . . . Hiç bir konuşmasından artık Alim Hocayı eksik etmiyordu. O göle, o çok mavi gö­ le ak kuğular iniyorlardı, boyunları uzun. Gölün yüzü kar yağmış gibi oluyordu.

Gökyüzü

duruyken maviye, parça

parça ışıktan da, kardan da, bulutlardan da daha ak kuğular

285


d:üşüyorlardı. Bir an orada, . duru gökte, uzun kanatları, uzun boyunları, gerilmiş öyle kalıyorlar, süzülüyorlar, kanatlannı. a�ır sallayarak göle iniyorlardı. Kasabanın, köylerin tekmil çocuklan oraya taşınıyorlar, sazlıkların arasına, a�açların üstüne, çalıların içine saklanıyorlar, ku�uların sevişınesini seyrediyorlardı . Çocuklar sevişmeyi, dost olmayı, sevgiyi, sı­ caklı�ı kuşlardan ö�reniyorlardı. İnsanın unuttuklannı. . . Bu­ nu iyice, do�ru dürüst söyleyemiyordu ya Salih, aşa�ı yukarı bunu demek istiyordu. Belki de insanların hiç bilmedikleri, bilmeleri gereken, bilmeyince de onları insanlıktan çıkaran, sevgiyi, arkadaşlı�ı kuşlardan ö�reniyorlardı. Sonra insanlar, büyükler haber aldılar ku�uların yeri­ ni. Kıskandılar ku�uların sevişmelerini. Hep kabahat çocuk­ larda. Bir de demirci !smail Ustada. Onlar bilmezler mi ki babaları hep hasta, hep canavar? Çocuklar bilmezler mi ki, onlar ku�uların böyle. seviştiklerini görünce, her şeyi unu­ tup salt sevişme kesilerek seviştiklerini görünce, böyle insan­ ca, böyle çıkarsız seviştiklerini görünce kıskançlıklarından deliye dönüp kuğuları bir bir öldüreceklerini bilmezler mi? Demirci, demirciler piri, demircilik pirli zenaattır, ne di­ yordu demirci İsmail Usta, Allah bunları kör, sakat eyle­ miştir ki sevişen hayvanları sevişirken görüp, sevişmeleri­ ne kızıp öldürürler. Sevişen iki yılanı, kuşu, böce�i görüp de içlerinden onları öldürmeyi geçirmeyen insan gördünüz mü? İsmail Usta diyordu ki, bir zamanlar insanlar da, çooook es­ kilerde kuşlar, yılanlar, böcekler, hayvanlar gibi sevişmeyi, salt sevişrne kesilerek sevişmeyi biliyorlardı, diyordu. Son­ ra Allah onlara en büyük cezayı verdi, sevişmeyi unutturdu onlara . . . Onları sevişmesiz, sevgisiz bıraktı. Şimdi onlar da sevişenleri görünce öldürüyorlar. Öldüremiyorlarsa bile, öl­ dürmeyi içlerinden geçiriyorlar. Salih bunları oldu�u gibi belki anlamadan, İsmail Us­ tanın delirmiş öfkesine kapılarak, kafasından bir bir ge­ çiriyor, yüre�inde acı bir türkü gibi duyuyor bu öfkeyi, ku­ ğuların öldürülmesini . . . İsmail Usta konuşuyor, konuşuyor, sonra da abanıyor ocaktan çıkarıp örsün üstüne koyduğu tavıanmış demire, hıncını demirden alıyor. Belki büyük ana286


sına bütün bunları söylemek istiyor, İsmail Ustanın söyle­ di�i gibi, söyleyemiyor, saçmalıyor, martılar,

kuğular,

ço­

cuklar, Selim, Yusuf Kaval dilinde biribirine karışmış akı­ yor. Metin abi, kara giyitliler, kurşunlar, tabancalar, korku­ lar . . . Sözcükler başıboş kalmış, Salih hırsla, kendi de artık hiç bir şey anlamadan konuşuyor, salt umutla, bir büyü bek­ leyerek söylüyor. «Niye öldürüyorsunuz onları, behey eksik yürekler, ni­ ye? Sevişenleri öldürünce ne geçecek elinize? Kan i_nsanı akıllandırmaz delirtir. Doyurmaz, gittikçe de ölürcesine da­ yanılmaz, acıktırır.» Bunu olduğu gibi nedense, belki bu sözleri İsmail Usta her gün sabah akşam söylüyordu da, ez­ her etmişti Salih. Salih daha çok sözler ezber etmişti ya İsmail Ustadan, hepsinin ne anlama geldiğini bilmiyordu ki, salt yüreğinde, bir koku gibi, bir ses, bir renk, bir ışık gibi duyuyorrlu içinde, bir yerlerde. «Siz onları, o sevişen kuğuları öldürünce, binlerce yıldır unuttuğunuz, yitirdiğiniz sevişme gücünüze kavuşabilecek mi­ siniz?» «Kuğuları öldürenler, onları kıskandıklarından, sevişme­ yi, salt sevişmeyi kıskandıklarından, sevişmeyi öldürmek için öldürürler kuğuları.» İsmail Ustanın öfkeli sesi çın çın, çekiç seslerine kan­ şıyor, öfkeli, yitirmiş, deli, kendi yitirdiklerini, ta yürekle­ rinin kökünde, bilinçsiz, duyarak, başkalarında kalmış olanı. onsuz edilemezi başkalarında, yeryüzünde, evrende görme­ nin, utanmanın, öldürme, yoketme hırsı vardı. Salih de bi­ liyor muydu bütün bunları? Bilmese bile, Usta konuştukça bir yerleri acıyor, İsmail Ustanın haklılığına inanıyor, acı­ sına katılıyor, uzak, yitirilmiş bir cennet düşlüyor hiç ol­ mazsa. İsmail Usta onun için kendisini insanlardan böyle­ sine ayırmış, demirlerin kıvılcımlarına, apak tavıarına ken­ disini onun için böylesine' kapıp koyvermişti. Artık ku�u hikayeleri anlatıyordu Salih, dalmış, oraya oturmuş, arada bir yumşacık martısının kanadını okşaya­ rak, bir eski zaman masalcısı, destancısı, dengbeji gibi. Eli� de değneği, gözlerini yummuş. Büyük ana dinliyordu, butün

287


· duygularını, insanlığını köreltmiş, düğümlemiş. Bir tutkudan

başka hiç bir tutkuyu tanımayarak. Aslında bağlandığı o biricik tutkuyu da yitirmiş. Oysaki bıraksalardı, çocuklar kuğulardan ne çok şey öğ­ reneceklerdi. Belki o insanlığın unutulmuş, insanı insan eden tek erdemlerini, hiç olmazsa seyrederek tadına varacaklar­ dı sevişmenin. Sevişmenin böyle güzel, doğal olduğunu bi­ leceklerdi. Salih anlatıyordu, o kadar kuğudan bir tek kuğu kal­ dı, diyordu. Kuğular çift gezer, diyordu. Birisini vurdular, öbürü tek kaldı. Dalandı durdu havada. Gökyüzünde kan içinde kalmış kuğu ölü olaraktan göle düştü. Kuğulara kim­ se acımadı. Dişlerini sıktı Salih: «Biz Cennete gideceğiz,» dedi. Bütün çocuklar kasabadan, köylerden daha gün doğma­ dan, daha avcılar uyanmadan sıcacık yataklarından çıkıyor­ lar, göle koşuyorlardı . Göle koşuyorlar, orada burada başla­

rını kanatlarının arasına sokmuş uyuyan kuğuları görüyor­ lardı. Sabah uykuda kuğular sevişmiyorlardı ya, uyuyan ku­ �ular da güzeldi. Onları uyandırmıyorlardı. Ta ki avcılar görünene kadar. O ulu çınarın tepesine Yeniköylü Kazım çıkıyordu. Orada kendi kendine de türkü söylüyordu. «As­ lanım, Kiizımım yerde yatıyor, kaytan bıyıkları kana batı­ yor.» Türküsünü söyleyince de, çocuklar biliyorlardı ki av­ cılar geliyorlar, ellerinde kocaman tüfekleriyle. O zaman büyük bir patırtı gürültü başlıyordu gölün kıyılarında, ya. banıl insan çığlıkları, davullar, biribirierine vuran taş, tah­ ta, demir sesleri . . . Neye uğradıklarını bilemeyen kuğular, uyuşmuş kanatlarını dört beş kere çırparak, gölün yüzünde kayarak ağır havalanıyorlardı. Avcılar, ancak yağlı, büyük, yorgun bir çift kueuya ulaşabiliyorlardı. Onlar da avcılar gelince sararmış yorgun kanatlarını açıp denizin üstüne doğ­ ru yükselerek uçup gidiyorlardı. Bu iki kuğu o kadar ak da değildi. Usuldan bir fildişine dönüşmüştü renkleri. Sonra ne oldu, büyükler çocukların bu kuğu kaçırma ey­ lemlerini sezdiler, sezince deliye, çılgına dönd_üler, çocukları 288


dövdüler, evlere hapsettiler, işkence ettiler, korkuttutar ya, çocuklar da direndiler, direndiler ama. . . İşte sonuç, işte ku­ �ar. Salih aya�a kalktı, ba�ınna�a başladı. Anlattı�ı ku�u hikayelerini büyük ananın meki�ini durdurarak dinlemesi, onu yüreklendirmişti. Martısını gösterdi: . cİşte bu martı ölecek,• dedi. Büyük ana oımn ba�ırtısına gözlerini faltaşı gibi açıp baktı. «İşte bu küçücük kuş ölecek. Kanadı kırılmış, çürQye­ cek. Merhem gerek onun kanadının yarasına, kemi�inin kı­ rııına. Merhemi olup da bu kuşa merhem vermeyE'nin hiç bir istedili olmayacak.» O da gözlerini açıp büyük ananın gözlerinin içine dikti: cHiç bir istedi�i, istedi�i, istedi�i. . . » Büyük ananın kar­ şısına geldi, durdu. «Olmayacak,» diye kurşun gibi söyledi. Büyük ananın yüzü şaşkınlık içinde kalmıştı. Yeniden, kendili�inden başlayan rnekilin de sesi şaşkındı. Salih bu­ na da yüreklendi. Bu sondu, belki bu söyledi�i son sözler büyük anayı yola getirirdl. Bu sözler de onu yola getirmez­ se, artık bir daha ondan umut yoktu. Salih bu anda, söyledili sözlere büyük ananın tepkisini şimdiden ölçemediıinden. bir türlO. konuşmasını sürdüremi­ yordu. Martısıyla oynama�a, büyük anaya şirin görünmek için türlü şa�abanlıklar yapma�a başladı. Meki�in sesine ayıktı ki, büyük ana, o hiç gülmez, gülmemiş büyük ana, onun şaklabanlıklarına gülüyor da. Tam, diye sevindi Salih, tam sırası. Hiç gülmezl bile güldünnüştü. A�zı yayıla yayıla, du­ daklan ineelip kaltt gibi · olarak, gözleri iyice, örümcek alt gibi kı� içinde kalmış tuhaf tuhaf gülüyor, hiç gülme�e alışmamış. Geldi karşısına dikildi, en candan: en sıcak tavrını ta­ kındı, sesini de en etkili çıkaracaktı, Salih istedilinde sesiyle insanın içini burkabUirdi. «Büyük anam benim,» dedi, cgüzelim büyük anam . . . » Büyük ana daha a�zı kulaklannda gülüyordu. «Yap şu InerAOSS /19

289


h�mini benim küçük kuşuma, do�ru Cennete gidersin. Be-· nim kuşum seni Cehennemin kapısından alır do�ru Cennete götürür. Unutma kuşum yeşil bir kuş olacak.» Yüzüne baktı, büyük ana az da olsa daha gülmesini sürdürüyordu. Söyle­ yin.:::e de o şeyi korkar, ödü kopar, öyle bir merhem yapardı ki yaralı kanat ötekinden daha saitlam olurdu. «Alim Hoca ne

dedi,

ne

dedi,

biliyor musun,

büyük

ana?• Gözlerini faltaşı gibi sonun� kadar açıp tezgaha doit­ ru eğildi, boynu da ona doitru uzadı gitti. Onun bu haline büyük ana gene güldü, hem de iyice güldü. Salih patlattı: «Eğer merhem yapabilen birisi kuşlardan merhemini esir. ger de, yaralı . kanadını iyi etmezse bir kuşun . .

.

»

Durdu, bek­

ledi. «Etmezse, o kimsenin beklediiti bir kimse hiç �elme­ yecek, gelirken de yolda vapurda öle. :. Öle. . . Ölecekmiş.ıo Büyük

ananın gülen yüzündeki gülüş acı,

sarı,

zehir

yeşili dondu kaldı. Dudakları titriyordu. Soluitu yetmiyor..: muşcasına · aitzını birkaç kere açtı açtı kapadı. Sonra kendi­ ne geldi, burnundan soludu, öfkeye kesmişti:

«Boynunu koparaca�ım senin o kuşunun da, senin de. ÖldÜrdün beni,•

dedi,

«öldürdün hayırsız oitlumun hayır­

sız piçi. Öldürdün beni. Sen öldürdün beni. Aaah, senin de kuşunun da bir boynunu koparabilsem!» Yüzü öylesine acı içindeydi ki Salih daha fazla orada duramadı, yerdeki

kuş

sepetini

kaptığı

gibi dışan

kaçtı.

tçeriyi dinledi, içerde bir ölü sessizliiti alabildi�ine ço�a­ lıyordu. «Keşki, keşki o son sözleri söylemeseydim, ne bileyim ben böyle olacağını, bu kadar üzülecejtini, kaş yapayım der­ ken göz çıkardım. » Hem yürüyor denize doitru, hem de ko­ nuşuyordu kendi kendine. Büyük ana neredeyse kalkıp mer­ hem kaynatacak, kuşun kanadının kırıitını yerli yerine ka­ yacaktı. «Tuh ulan, tuh be!» Bir de korku düşmüştü

içine. Eski korkularından da

beter. Gittikçe büyüyen, çıldırtan bir korku. Gözlerini gör­ müştü bÜyük ananın evden kaçarken, gözleri ci�erine işle­ mişti Salihin. Arkasında, sırtında bir çüt yara gibi işlemiş bir çift tuhaf göz.

290

·


«Öldürecek,» dedi kendi kendine.

«Öldürecek bizi. Ben

neysem ne ya, şu küçücük martıyı, ben uyurken, bir gece gelecek, boynunu koparıp şuraya atacak, öldürecek.» Kıyıya indi. Ne yapsın, nereye gitsin, bir çocuk. Bir ço­ cuk da bir kuş gibi kimsesizdir. Bahri var ya, ne yapsın Bahri, onu da babası sabah akşam her gün, hiç aksatmadan dövüyor. Hal mi katmış ki çocukta da başkasına yardım ede­ bilsin. Gece yansına kadar, martısı önünde orada, denizin kıyısında, martısına yaptı�ı havuzun yanında oturdu. Karan­ lık kavuşsun da öyle, denize atayım da şu martıyı ondan sonra da o Cehenneme gideyim. Gözüm görmesin de. . . Her kuş nasıl başının çaresine bakıyor, o da baksın. Bakarnazsa da olur, ne yapayım. Böyle düşü üyordu ya, içi" sızlıyordu. Eli aya�ı tutmaz olmuş, beyni durmuştu. Dalgalar usuldan kıyıyı dövüyorlardı. Aya�a kalktı, her yanı

uyuşmuş,

nem

kemiklerine işlemişti, üşüyordu . Kuşu

sepetten aldı, usul usul sırtını okşuyordu. Martıyı şuraya, dalganın üstüne koymak istiyor, bir türlü yapamıyordu. İçi götürmüyordu martısını bırakmayı. Ama bu gece büyük ana öldürecekti. Daha mı iyi olacaktı büyük ananın onun kafa­ sını koparması? Kan içinde kar gibi gö�sü . . . ·

Martıyı

dalganın

üstüne

indirdi,

bıraktı,

bırakmasıyla

kapması bir oldu. Yüreği küt küt atıyordu. Karanlıktan da çok korkuyordu. Korkuyor, geceye var sesiyle arada sırada ba�ırıyor, az ötedeki adanın kayalıkla­ nnda, kale duvarlarında ba�ırtısı yankılanıyor; denize inip yitiyordu. Bir de yanında martısı

vardı. Martı ne yapabi­

lirdi ki, deniz canavarı şu ma�aradan çıkar ikisini de bir lokmada yutuverirdi. Ne de olsa gene yanında martısı var­ dı, bu karanlık gecede ona güç oluyordu. Martısı onun bir parçası olmuştu, bırakamıyordu, dalga­ nın üstüne koyamıyordu işte. Aklına geldi birden, sevindi, ya havuz, havuz ne güne duruyordu,

elindeki

martıyı

havuza

usulca

koydu . Martı-

nın, karanlıkta havuzu bir baştan bir başa yüzdü�ünü gör­

dü. Her şeyi unutup havuzun başına oturdu, kuşun bir baş-

291

/


tan bir başa hawzda yüzmesine daldı gitti.

Şimdi ne

büyük

ana, ne denizden gelecek canavar, ne martının yarası, ne de çürüyen kemikleri vardı. Önünde martısının koyu karartısı, yıldıziann ışıftında, denizin vurdultı aydınlıkta yiizflyordu.

Kıyıya vuran büyük bir dalgayla birden ayala fırladı, koşarak, nasıl koştulunu bilmeyerek, yöresini görmeyerek eve geldi, avlu kapısını açtı, içeriye girdi. Bir süre avluda döndü, ondan sonra da gerisin geri aldı yatırdı. Ya martıya bir şey olmuşsa. . . Diline pelesenk etti kıyıya vanncaya ka­ dar, olmuşsa, olmuşsa, ya bir şey olmuşsa. . . Martı küçük havuzda yüzüyordu, uzaktan karartısını gördü: Vardı mar­ tıyı havuzdan aldı gölsftnün üstüne bastırdı. Az daha far­ kına varmasaydı,

kuşu

sıkıp öldürüyordu.

Denize baktı, dehşet bir korkuya kapıldı. Yerden se­ pet! aldı martıyı içine koydu, koştu. Avlunun kap1B1Dl zor açtı ,onu arkasından kovalıyorlardı, içeri girdi, kapının sflr­ mesini sürdü, artık kurtulmuştu. Soluk solula merdivenlere oturdu. Orada merdivenin flstünde ne kadar kaldı bilmiyor, uyuklamıştı. Anasının sesiyle gözlerini açıp sıçradi.

önce

nerede oldutunu bilemedi, karşı zeytinin ·karartısım g8rfln-. ce merdivende oldutunu anladı. . Anası: cNe yapıyorsun burada Salih, neden uyuyorsun bu so­

luk merdivenleide, satlıcan olur ölilrsfln!

Haydi gir içeri

de . . . » acılı bir sesle ona konuştu. cGiremem,• dedi .Salih. cGir içeri diyorum sana.»

cöl . . . öl: . . öldürecek o beni de, martımı da. •

cÖldilrmez,• dedi ana. «Gözlerini gördüm,• dedi Salih. cGözleri öyle, öldürecek gibi. . .• Anayla olu! horozlar ötünceye kadu burada, merdive­ nin ilstflnde cebelleştler l . Sonunda: cOlv'!.',» dedi Salih, cuyumayıp martımı da, beni de bek­ leyeceksin.» . cUy6mayıp beklerim,» dedi anası.

292


cMartuıın kafasını koparırsa o, ben de senin otlun ol- ·

burada da durmam, gider de Halil gibi bir daha gel-· meın.» «Koparttırmam,» dedi anası. «Uyumam da. Hele bir do­ kunsun o, ya sana, ya da martına. . . Şimdiye kadar hep yut­ tum onu• • • • İçeriye girdiler. Salih martısını duvarla kendi arasına koydu. cAnam anam, can anam, öldilrtme bizi ona uyuyup da . . . • mam,

Anası saçlarını okşuyordu. Başını yastıla koyar koymaz uyudu. Yorgunluktan bitmişti. Uzun bir süre düşünde yum­ şacık bir el onun saçlarını okşadı durdu. Anasının gözlerin­ den bir damla yaş onun tam alnının ortasına damladı, sı­ cacık, Salibin tüyü bile kıpırdamadı.

293

·


Küçük meyhanenin kapısında ö�leden bu yana bekli­ yordu Salih. Martısı sepetin içinde, canlı, kıpır kıpır, ka­ nadannı, yaralı kanadını bile açıp kapatarak . . . Yeniden dün­ yaya gelmenin tadında, kursatını iyice doldurmanın mutlu­ lu�unda. Dış adada, O�aklı adasında, kıyıların sarp yerlerinde baharları çocuklar martı yumurtalarını toplarlar, toplayıp meraklılanna satarlardı. Martı yumurtası meraklılannın da başında Sakallı Haydar gelirdi. Sakallı Haydar taze martı yumurtasını bir bakışta bilirdi. Yumurtanın kaç günlük ol­ du�unu da bilirdi. Günlük bir martı yumurtasını da eline bir geçirince de�me keyfine gitsin. Sevincinden çarşının or­ tasında durur da göbek atardı. Sonra da elindeki yumurtayı kırar, koklar, yumurtanın kokusundan mestolur, başına di­ ker içerdi: «Yaşamak, yaşamak,» diye ba�ırırdı. «Dünyanın tekmil denizlerini içiyorum efendim, yaşamak, yaşamak.� Elindeki kesekaltıdında, küçük sepetinde, ya da naylon bir torbada ne kadar yumurta varsa, çarşıda, sokaklarda, sallanarak duıiır, «yaşamak, yaşamak,» diye görmedili bir dosta seslenerek içerdi. A�zını, pos bıyıklarını, sakalını eli­ nin tersiyle siler her seferinde, yolun bu yanından öbür ya­ nına gidip gelerek yürürdü, fırtınaya tutulmuş bir deniz gibi. «Evrenin bütün yıldızlan denize dolmuş bu gece . Ka­ nımda bütün denizler bu gece. Bir martı yumurtasında . . Bu gece. Ben ve dünya bir martı yumurtasında bu gece.» Sakallı Haydar. bir türlü dışarıya çıkmıyor, evine git.

294


miyordu. Karşısında hep uyuyan, arada sırada başını kal­ dınp bulanık gözlerle karşısındakine bakan, sonra da hiç bir şey olmamış gibi başını gene masanın üstüne koyan bir adama

konuşuyordu.

Adam

binde

bir,

Sakallı Haydar bunu fırsat bilerek,

bir

homurdanıyor,

«evet kardeşim, evet

dostum, nuru aynim efendim, çok doğrusunuz,» deyip daha hızlı sürdürüyordu konuşmasını. Önünde yarılanmış bir şişe şarap vardı. Bazı da

adamı

bilyük

sarsıyor uyandınyor.

gözlerini onun süzgün, kanlı gözlerine dikip çok önemli bir şeyler söylüyordu, ağzını kulağına dayayarak. Onu bırakır bırakmaz da adamın başı küüüt, gene masanın üstüne düşü­ yordu. «Seni bu keder öldürecek, bu keder, • diyordu al'kasın­ dan da. Bu sözleri nedense Sakallı Haydar açık seçik söy­ lüyor, Salih de anlıyordu. «Bütün insanları öldüren keder­ dir.

Beni de, bu ıssız kasabada, beni de keder öldürecek .

Hiç kederlenmemeli insan.

Ben,

ben,

ben

okulu bitirince.

en büyük diplomayı alınca. . . Bütün insan ve hayvan ilim­ lerine vakıf olunca. . . Keşki bu kasabaya gelmeseydim, gel­ meseydim de,

bu kasahada kalmasaydım.

Dinle kardeşim,

dinle beni. Ben o kıza tutulmadım, ben bu kasabaya, tabiata, denize, martı yumurtaianna tutuldum. Kaldım burada. Kal­ dım ki kederimden ölüyorum. Dinle beni kardeşim,

dinle.

İçimdeki aşk da öldü, insanlık da . . . Ben de kederimden de­ liriyorum. İçim sıkılıyor içim. Bugün, bugün kendimi öldür­ meliyim artık. Neden, niçin, kim için yaşamak? Keder der­ yasında boğularak sürünmek. . .

Dinle beni kardeş, ben öl­

dükten sonra, biliyorum, sen de uzun yaşayamazsın ya, sa­ na vasiyetim olsun gene de, sen kendini denize atarak öl­ dür. Ne güzel, ne güzel böylesi ölüm, ne güzel denize ka­ rışarak, denizden bir parça olarak ölmek. Aaah, ne güzel !ıo Adamın başını masadan kaldırdı: «Sana vasiyetim, sen ken­ dini denizle öldüreceksin, denizle, aniadın mı, anladın. an­ ladın

mı?•

Adamın başını

birkaç kere

hızlı

hızlı

salladı:

«Anladın mı?» Adam,

gözlerini açtı,

soru dolu gözlerle aptallaşmış

baktı:

295


cOlur olur, anladım,» clyi ya,

anladınsa

dedi,

iyi,»

başı gene masaya düştü . .

diye

soluyordu

Sakallı Hay­

dar. cAaaah, ben de denizde ölmek isterdim, ne güzel, ölüm bile güzel olurdu denizde. İnsan ölmeyen denizle ölmezle­ şirdi. Yazık, yazık arkadaş, ben denizden korkuyorum, kor­ kuyorUm.» Korkuyorum sözlerini o kadar baJPrarak söylüyordu ki, sesi tekmil çarşıdan duyuluyordu. cMutlu adamsın ki denizde öldüreceksin kendini, deniz­ de. Korkuyorum ben, arkadaş, korkuyorum.» Bu korkuyorum sözcü�ünü gittikçe yumşatarak, sonun­ da duyulur duyulmaz arka arkaya yinellyordu. clnsan ölünce denizde ölmeli, öldürünce kendisini de­ nizde öldürmeli. Ben kendimi ne yazık denizde de� de, bel­ ki ormanda öldürece�im. Bir gün bakacaklar ki, kim baka­ cak ki, aldtrma birisi elbet bakacak, ben ortada yokum, bu­ raya da gelmemişim. Arayacaklar, beni . ormanda bulacaklar, ulu bir a�acın dalında usulca sallanırken. . . Korkuyorum de­ nizden . . . Belki bir yerden atarım kendimi. Ölürken kanım aksın isterim.» Salih, Sakallı Haydann konuşmasının birço�unu anla­ marnıştı ya, aniayabildikleri onu dehşete salmıştı. Ne oradan ayrılabiliyor, ne de bir şey yapabiliyordu. Orada durmuş kal­ mış, genç akasya a�acının kabukianna

tımaklanın geçir­

mişti. Yanında martısı olmasa, o ona birazcık güç vermese, burada delirir, bir hoş olur, belki de bayılır, belki de çözü­ lür kalırdı. Anladı�ına göre bu adamların ikisi de bu gece kendile­ rini öldüreceklerdi. Birisi sa�lama denizde ölecekti ya, Sa­ kallı daha ikircikliydi, kendisine, kendi şanına layık bir ölüm biçimi bulamamıştı. Şimdi, şu anda Sakallı Haydara, mademki bütün hay­ van ve insan ilimlerini yutmuştu, gitse Sakallı Haydara dese ki, sen martı yumurtalanın da seviyorsun, üstelik de bugün

nasıl olsa bir yolunu biçimini bulup kendini öldüreceksin, şu dünyada bir iyilik, o da bir son iyilik daha etsen de, şu

martının kırık kanadını onarsan da öyle ölsen olmaz mı?

296


Belki .acırdı da kü_çücük martı yavrusuna. Kimbilir, martı yavrusunu iyileştirince sen, Allah sana bir yüreklilik verir de belki denizden korkmaz olursun da gider güzel güzel, ken­ dini denizin ortasında öldürürsün. Salih bu ve buna benzer sözleri içinden bir dolu geçir­ di, kalktı birkaç kere içeriye girmeye davrandı, ama bir türlü buna yüreli elvennedi. Kalktı oturdu, oturdu kalktı, bir tür­ lü onun yanına vanp da, ebu martının kanadı kınk, ne ilaç

vurayım da kanadı iyi olsun, sen de martı yuniurtalannı çok seversin,» diyemedi. Sakallı Haydar konuşmasını sürdürüyordu, önündeki şa­ rap şişesinin dibinde bir pannak şarap kalmıştı. Uyuyan adam arb.k hiç başını kaldırmıyordu . . Haydarın da dili di­ line dolaşmala başlamıştı ya, Salih onun konuşmasına alıŞ­ mış, artık daha iyi anlıyordu. cUsanır insan,» diyordu, ceeey, arkadaşım uyan, insan usanır. Sata git kasaba, sola git kasaba, öne bak, arkaya bak hep aynı avuç içi kadar kasaba, Hep aynı gökyüzü, hep aynı toprak, deniz, aynı ak dalgalar, güneş hep oradan, her ·

günkü yerinden doıuyor, aAaç hep oldulu yerde, her baha� çiçeAini açıyor, hep, her şey hiç de�işmiyor, mirim, biz hep böyle uyanıp içiyor, sonra gidiyor uyuyoruz. YediJimiz içti­ limiz hep, hep . . . » Uzatıyor, kimi zaman da uyuklayan adamı saçlarından tutup kaldınyoı:: «Delil mi?» diye soruyordu. öteki de: «Öyle,» diyor, başı küt diye masaya düşüyordu. Sakallı Haydar başı yeniden, hırsla tutup kaldınyor: «Söyle, söyle, söyle,• diye balınyor, «böylesi bir dünyada insan kendini öldürmez de ne yapar? Söyle, söyle, söyle öldürmez mi?» «Öldürür,» diye inliyor öteki, başı yeniden küt diye ma­ saya düşüyor. Sakallı Haydar ayata kalktı, lanmala başladı, delere dolanarak.

masalara,

meyhanenin içinde do­

sandalyalara takılarak,

per­

Gene konuşuyordu ya, konuşmalan dı-

' \

297


şardan duyulmuyordu. Bir ara kapının alzına ·geldi, orada durdu, karşıki minarenin tepesine bakt�. Orada, en sivri bir kayaya nasıl edip tutunmuş, çırna�ını geçirmiş esen yelde kanatları savrularak, dengesini bulma�a çalışan bir kuşa ben­ ziyor, orada kapının eşiğinde kollarını açıp kapayarak du­ ruyordu. Salih onun: «Hep aynı karı, hep hep aynı kan, ay­ nı kederli ev,,. diye boyuna yinelediğini duydu. Kapıya ge­ rilmiş Sakallı Haydar bir süre orada sallandı, Salibe de, ku­ şuna da bir süre gözlerini dikip baktı. Salih uroutlandı ama, o hiç bir şeyi, anladı ki, görmüyor, gözleri bir süre öylece takılıp kalıyor. Sakallı Haydar ona gülerek dilini çıkardı. Salih sağına soluna yöresine baktı, Sakallı dilini kendisine çıkarıyordu. O da ona çıkardı, nanik yaptı. Sakallı Haydar da nanik yaptı. Salih ona yaklaşıyordu usul usul, a�zını burnunu e�e­ rek. Sakallı Haydar o ne yaparsa, ona takılmış tıpkısını ya­ pıyordu. Şimdi şu anda dursa da pantatonunu açıp Salih çü­ künü gösterse, Sakallı da pantatonunu açacak çükünü or­ taya çıkaracaktı . Şu kendini öldürmeden önce, şu kuşun kanadını . . . «Hey, bana bak Sakallı,,. diye var gücüyle bağırdı Sa­ lih. Sesi korku, ikircik doluydu. Kapının dibine gelmiş, aşağıdan yukarıya, daha da ko­ camanlamış Haydara bakıyordu. Haydar da tepeden ona . . . Eli bir kapıdan boşansa, öylesine saliamyordu ki, boylu bo­ yunca şu caddenin betonuna serilecekti. «Bak, bak, şu kuşa bak, Sakallı,» dedi Salih. «Bu bir martı. Bir martı yavrusu, kanadı kırılmış, kıyıda buldum.» Sakallı Haydar sallanarak, kendini zorlayarak Salihe, ku­ şa bakıyor, gözlerini kocaman açmış, uzaklardan, eskilerden bir şeyler ansımağa çalışıyor, bir türlü üstesinden gelemi­ yor, kapıya sıkı sıkıya tutunmuş sallanıyor, dizleri bükü­ lüyordu . Bir şeyler anımsıyor, bir çocuğa, bir martıya bakıyor. gülümsüyor, sonra ipin ucunu kaçırıp yüzü geriliyor, dü­ şünüyor, bir yakalıyor seviniyor, sonra da hemen unutuve­ riyordu. 298


Kapıya tutunarak, üç hasarnaklı

merdiveni her

basa­

ma�ında bekleyerek, tartarak, derin düşüncelere dalarak in­ di,

iner inmez de her şeyi anımsadı,

cbööö,» yaptı,

gülerek,

Salihe bir

Salih aldırmadı. Kocaman elini de omzuna

koydu, sallanma�a başladı yeniden. Gözlerini gözlerinin içi­ ne dikmiş bakıyordu, gene bir şeyler anımsama�a çalışı­ yordu: eSen kimsin?»

diye sordu yüzü ışıyarak. «Tanıt bana

kendini, sen kimsin ve de nereden gelip nereye gidiyorsun, arkadaşh «Bu martının kanadı kırık,,. diye ba�ırdı Salih. «Dediler ki kuş hastalıklarından sen iyi anlarmışsın. Bu kuşun ka­ nadını iyi edecek ilacı ver, diye geldim sana. Ben Salihim, Salih.» Sakallı Haydar eski alışkanlıkla eğildi kuşa baktı baktı, hem bakıyor, hem yalpalıyor, Salibi de sa�a sola yalpalatı­ yordu. başladı.

Birden

doğruldu,

Kahkahayla

sırtını

gülüyor,

duvara

sallanıyor,

dayadı,

gülrneğe

gözlerinden

yaş

geliyordu . Salibe gözleri takılıyor, sonunda onun kim oldu�· nu çıkarıp, buraya ne için geldiğini buluyor, martıya gözü ilişince gene gülrneğe başlıyor, kahkahalarmı üstüste savu­ ruyordu. Sonunda duvarın dibinden ayrıldı, yola düşüp yü­ rümeğe başladı. Bir yürüyor, sonra bir duruyor, kendi ken­ dine konuşuyor, yeniden yürüyordu. Evine yaklaşırken bir de türkü tutturdu. Salih onu adım adım izliyordu, bir fırsatını bulsa hemen martıyı önüne sürecekti. Sakallı Haydar avlu kapısını hiç salianmadan açtı, anah­ tarı güzelce cebine yerleştirdi, döndü Salibe baktı gülümse­ di, gene sallanmağa başladı, beş altı adım kadar ötesindeki, yaşlılıktan üstünde on on beş kadar güdük dalı kalmış zey­ tin a�acını görünce sevindi, yüzü açıldı, sallanması geçti, a�a­ ca yürüdü, bir adım kalınca durdu, pantalonunun düğmesi­ ni çözdü, çükünü çlkardı, uzun uzun, bitip tükenıneden işe­ rneğe başladı. Salih de onun karşısına geçti, o da çükünü çı­ kardı işedi. Demek ki bu adam onun düşündüğünü anlamış, çükünü çıkarmış dalgündüz mahallenin ortasında işiyordu. İşemesini bitirdi, çükünü önemle . yerine yerleştirdi. sa�ına

299


soluna bakındı, telaşlandı, toparlandı, yüzü bayalı korkulu, endişeli bir hal aldı, bir yerlerden bir yardım bekler gibi gözleri ortalı� araştırıyordu, Salihi gördü, yerlere kadar elilerek ona selam verdi: «Afedersiniz beyim, beyefendi, gece sanmıştım da . . Af. . af. . . afedersiniz, işte efendim, nuru aynim, iki gözüm efen­ dim, ben her gece buraya teşaşür ederim de, gece sanrnışım efendim. Batışiayın beyefendi. Zatıruzı rencide ettiğimden çok müteessirim. Şimdi bana müsaade efendim, şimdi intiha­ ra gidiyorum beyefendi. İnsan sıra gelince intihar edebilme­ li, delil mi efendim. Size tavsiyem, siz de sırası gelince inti­ har eyleyiniz efendim.» Salihe dolru birkaç adım attı: .

.

«Beni takip ediyorsunuz beyefendi. Merakınızı celbetmiş olacatımdan eminim. Teşekkür ederim e�endim, bana ehem­ miyet balışediyorsunuz efendim. Yalnız size şunu tebşir ede­ rim ki beyefendi ben yirmi yedi yıl önce bu kasahaya tayin edildi�m gün intihar eylemiş, kuyunun dibindeki taş gibi, bu kasabanın ortasında kalmıştım. Yani beyefendi, tam otuz yıl­ dır hiç bir siyasi iştigalim olmadı. Biz ölü do�uş, ölü ölecek, yani beyefendi, ölü intihar edecek tükenmiş bir kuşaJız. Beni taaakip ediyorsunuz, ediniz efendim, bana ehemmiyet bah­ şediyorsunuz, paha biçilmez kıymet biçtiniz beni takip eyle­ yerek bana . . . Otuz yıl önce ölmüş bir müntehiri şereflendirdi­ niz beyefendi. Şimdi ben eve girip, daha bu şeref üstümdey­ ken, sotutmadan, beynime bir kurşun sıkıp intihar edeceğim efendim. Karıma acıyorum beyefendi, muaakkip beyefendi. Çok acıyorum ona. Çocuklarıma da acıyorum ya, bilhassa karıma acıyorum, çok çekti beni. Bir müntehiri otuz yıl sır­ tmda taşımak kolay mı efendim? Hem de sarhoş bir münte­ hiri. . . Karım olmasaydı ama bunca yıl, ben nasıl yaşardım, ne ederdim, delil mi beyefendi?• Birkaç adım attı Salihe dotru, Salih dimdik durmuş ona bakıyor, söylediklerini anlamata çalışıyordu. Üstelik konuş­ tuklannın birçotunu da anlamıştı. Hele eve girer girmez ka­ fasına bir kurşun sıkacatını iyice anlamıştı. Salibe yaklaştı iyice, gözlerini iyice onun gözlerine dikti:

300


«Be� izlemekle, beni takiple bana şeref bahşettiniz. Be­ ni ihya ettiniz. Bu, şu kasabada, kuyunun dibinde unutulmuş bir

taş olan beni bahtiyar kıldınız. Beni hayata iade ettiniz .

Beni de gençli�imde takip etmişlerdi. Aaah, ne günlerdi, An­ karada . . .

Müsavat,

adalet,

uhuvvet

için. . .

Doktor

Hikmet

Beyefendiyi tanır mısınız, beyefendi, elbette tanırsınız be­ yefendi. Siz tanımayacaksınız da, kim tanıyacak, de�il mi beyefendi? Geçenlerde Yugoslavyada Tito yoldaşın huzurla­ rında kendileri vefat etmişler beyefendi. Beni son derece . . . ,. Coşmuştu, sa�ına soluna

dönüyor, bir şeyler aranıyor,

konuşuyor, mutluluklar içinde yüzüyor, a�lamaklı oluyor, gü­ lüyordu. Bir ara gene durdu, araştıran bakışlarla gözleri Salibin üstüne dikildi kaldı. Ne oldu, ne olmadı, Salih onun gözleri­ nin yaşla dolup yüzünün yumşadı�ını, birdEm de elini alıp

şapırtılarla öptü�ünü gördü. «Teşekkür ederim, teşekkür ederim, bahşettiniz, ihya bu­ yurdunuz, ihya, bahtiyar kıldınız, bahtiyar. . . » Elini bıraktı koşarak avlu kapısından içeriye daldı, ar­ kasınd an duvarları sarsarak kapı kapandı, az sonra da içer­ den bir kadın çı�lı�ı geldi. Bir yandan kadın üstüste çı�lık­ lar atıyor, öbür yandan baytar Sakallı Haydar, corospu, oros­ pu, orospu,» diye ba�ınyordu. cBeni mahvettiniz, bu cahil ka­ sabayla elele vere:ı:ek beni, beni, beni mahvettiniz. ÖldÜrece­

� sizi, öl, öl, öldürece�im!»

Pat küt dayak sesi de geliyordu içerden. cŞimdi, az sonra, bu tabaneayı görüyor musun, a�zıma

sıkaca�, atzıma . . · •

Derin derin soluk aldılı duyuluyordu içerden. Salih gelip avlu duvarıyla evin duvannın bitişili yerde, avlu · kapısının solunda durmuştu. . 1 tçerden ses seda kesildi. Salihin eli yürelinde,

kirişte tabanca sesini bekliyordu.

kulalı

Bekledi beldedi içerden hiç bir ses gelmedi. Birden kı­ nlıp düşen bir

şeyin sesi geldi, Salih saç baş darmadalınık,

yırtılmış yeşil bir gecelikle, yan çıplak bir kadının avlu ka.

301


pısından fırladı�ını gördü. Kendini tutamadı, koşan kadının

arkasından:

«Öldürecek, kendini

öldürecek, »

diye ba�ırdı.

içerde başına kurşun sıkacak. Bana söyledi.»

«Sakallı

Kadın durdu, Salibi şöyle uzaktan bir süzdü :

«Üzülme,» dedi. «Otuz yıldır bu böyle. Ben şimdi, daha

çok dayak yememek için kaçıyorum. Sen hiç üzülme, çocuk.

Tam otuz yıldır her gün böyle.»

Ne tuhaf, kadının sesinde bir sevinç vardı. Üstelik de

yumuşak, şefkatli, kadife gibiydi. Az önce üstüste çı�lıklan atan o de�ilmiş gibiydi. Gülerek uzaklaştı, komşu evin kapı­ sından içeriye daldı.

Biraz sonra da arkasından, hiç bir şey olmamış gibi Sa­

kallı Haydar çıktı. Saçını sakalım taramış, kıravatını, göm­

le�ini düzeltmiş, paçalan çamurlu pantatonunu de�iştirmiş,

iki dirhem bir çekirdek. Ne yalpalıyor, ne de adımlannda en küçük bir sürçme.

Salibi gördü duvarın dibinde, ona gülümsedi, yanına git­

ti, bir şeyleri anımsamağa çalışarak elini onun omuzuna koy­ du, martıya baktı, güldü . Salih :

«Hani, » dedi, «kanadı kırık, kıyıda bulmuştum onu.»

Sakallı Haydar martının , kanatıarına baktı baktı, kırık

kanadı parmağıyla yokladı, yüzü değişti, alnı kınştı, rludak­

ları gerildi, üstüste birkaç kere yutkunci u, bir şeyleri gene

anımsama�a çalıştı, baktı · ki anımsamasının olana�ı yok, do�­ ruldu, hiç bir şey söylemeden aşağı uoğru birkaç adım attı,

bir şeyler homurdanıyordu. Tekmil bedeni öfkeye kesmiş, tüyleri diken diken olmuş gibi geldi Salihe.

«Bu kuşun hiç bir ilacı yok, kanadı kırık kuş ölecek, öle­

cek,» dedi, dönüp Salibe kinle bakarak. «Ölecek. Yara almış martılar yaşamaz, yaşamaz,» dedi yürüdü.

Salih, oraya, duvarın dibine çöküverdi.

Ayakları ayaklarına gene dolanarak, eskisinden daha be­

ter yalpalayarak, «öldüremedim bu sefer de kendimi. Hiç işe . yaramadım, hiç, hiç,» diyerek, miştİ Sakallı Haydar.

302

aöylenerek,

bir

uzaklaşmış git­


Gerçekten baytar Sakallı Haydar tam yirmi yedi yıldır bu kasaba:da bir tek hayvana bile bakmış de�ildi. Nee, bak­ mış de�il ne demek, o yirmi yedi yılda ne bir keçi, at, eşek, ne bir katır, deve, hiç bir hayvanı görr.ıemişti bile. Ankara­ dan, ilden kendisine yılda, iki yılda bir yazılan yazılara da karşılık vermemişti. O yazılara hayrına birileri karşılık ver­ mişlerdi ya, şimdi kim olduklannı hiç anımsayamıyordu Hay­ dar. Salih az sonra toparlandı, aya�a kalktı, öfkeden tirtir, yokuş aşa�ı inmiş gitmiş Haydarın arkasından koştu, yolu­ nu kesti: «Dur,» dedi ona öfkeden sesi bo�ularak, «dur. Baksana be, bunun neresi ölecek. Cin gibi bakıyor.» Gene her şeyi unutmuştu Haydar, yöreye, martıya, Sa­ lihe boş boş bakıyordu. « Ölecek, bu martı ölecek,» diye topariandı sonunda. «De­ dim sana,» diye gözlerini belertti Haydar. eBu martı ölecek. Anladın mı düdü�üm?» «Sen ne biliyorsun be, ölmeyecek . Ölseydi e�er şimdiye

çoktan ölürdü,» diye bindirdi Salih .

«Durur durur, sonra ölürler bunlar,» dedi kayıtsız Sa­ kallı. Salih bir süre söyleyecek söz bulamadı, sonunda:

eSen otuz yıl önce kendini öldürmüşsün, » dedi. «Ö�;i bi r

adam diri kuştan ne anlar�» Bu sefer .de Sakallı Haydar söyleyecek söz bulamadı, yar­ dım ister gibi gözlerini kirpiştirerek, olduğu yerde öne arka­ ya salladı. «He he,» güldü. «He he, ben öyle sahici değil de, kendi içimde öldüm, he heh, heheh. . . » Salih martısını sepetten çıkarmış kucağına almıştı, iki eliy­ le martıyı ona do�ru uzattı : «Baksana ulan şuna, bunda hiç ölü yüzü var mı?» Haydann ağzından söz bir kere çıkmıştı, geri alamıyordu. cÖlecek,» dedi inatla, sözcüAün üstüne bastıra bastıra. «Ö­ lecek, ölecek.»

303


Salih durdu, onu, tepeden tımalta aşa�ılayarak süzdü: «Hastir oradan . . . Sen de . . . Manyak,» dedi, martısını se­ pete koydu, koşarak oradan uzaklaştı. «Hastir ulan, bir de baytar olacakmış. Hastir oradan.» Doktor Yasef üstüne her şeyi, bu kasahada büyük kü­ çük herkes biliyordu. Yirmi beş yirmi altı yaşlarında nasılsa yolu buraya düşmüş, bir daha da buradan ayrılmamıştı. Yu­ karda yelde�irmenlerinin oralara yakın bir yerde eski bir tahta konakta oturuyordu. Kendisi gelip bu kona�a yerleşin­ ce !stanbulda ünlü bir doktor olan yaşlı babasını, anasını, kız­ kardeşlerini de getirmişti. Buradan evlenmişti. Karısı Ameri­ kan Kız Kolejini bitirmiş bir Rum kızıydı. Rum kızından bir · kızı olmuş, karısı, kız on yaşına gelince birden çocu� kap­ mış solu�u Amerikada almıştı.

O gün bugündür, her nisan ayında, yılda bir kez olmak üzere, aşk dolu mektuplar yazıyordu Doktor Yasefe. Do�ru­ sunu söylemek gerekirse Doktor Yasef kıvançlı bir kişiydi, bu yılda bir kere gelen mektup ona bütün bir yıl boyunca yetiyordu. Mart ortalarında Doktor Yasef usul usul de�işiyor, baş­ ka, şık, yakışıklı, canlı bir kişi oluyordu. Her gün y.ıkanıyor,

iki dirhem bir çekirdek giyiniyor, kolalı yakalar takıyor, renkli, cıvıl cıvıl kıravatlar ba�lıyordu. Ve mart başından nisan ortalarına, mektup gelinceye kadar her gün üç kere pos­ taneye u�ruyordu. Bütün kasaba da gelecek mektubu onunla birlikte bekliyordu. Çoluk çocuk, ge!lç yaşlı, gözleyi gözleyi gözleri dört olarak bekliyorlardı. Mektubun geldijti de anın­ da bütün kasahaya yayılıyor, ölü, sessiz, cansız kasaba bir­ den canlarup Doktor Yasefin sevincine katılıyor, her evde bir cümbüştür alıp başını gidiyordu. Doktor Yasefse mektubu alır almaz çarşının ortasından yel gibi geçerek evine gidiyor, ka­ panıyor, üç gün, bir hafta onu kimse ortalıkta göremiyordu. Sonra bir sabah erkenden evden çıkıyor, denizin kıyısına gi­ diy'?r, orada denize karşı duruyor, derin düşüncelere dalınış ayakta bekliyordu.

Akşam olup gün kavuşunca da cebinden

mektubu özenerek, incitmekten korkarak çıkarıyor, arkasın- , dan da hemen yırtmajta başlıyor, küçük küçük, artık kalıtlar

304


yırtılmaz oluncaya kadar yırtıyor, parçalan, bir teki bile yere düşmemecesine denize savuruyordu. On

öncesine kadar, köylü olsun kentli olsun burada­

ki aşa� yukan her insana bakmıştı Doktor Yasef. Verenden para, bal, yumurta, pekmez, tavuk, bugday, mısır alıyor, ne verirlerse; vermeyenden de hiç bir şey istemiyordu. Çotun­ lukla da pek az kişi .ona bir şeyler getiriyordu . Dediklerine göre babasından kalma epeyce bir geliri varmış Doktor Ya­ sefin. tstanbulda evleri, apartımanlan, hanlan varmış. Kocaya gitmemiş iki de kızkardeşi vardı Doktorun. Es­ ki konakta Doktorla birlikte oturuyorlar, konalın bahçesinde çiçekler yetişürip yukardan denizi seyrediyorlardı. Bir de durmadan kitap okuyorlardı. Günün her saatinde de yukar­ dan, konaktan hüzünlü bir piyano sesi duyuluyordu. Doktor Yasef burada doRanın, insanların bir parçası gi­ biydi. Herkesle, her olayla ilgileniyor, dotanın her bir kıpır­ danışına katılıyordu. Borçluyla borçlu, kanlıyla kanlı, açla aç, yaslıyla yaslı oluyordu. Fırtınalı gecelerde çok eski kür­ küne sarılıyor, Uzun adanın karşısındaki mataranın üstünde­ ki kayalı�a oturup denizin gümbürtüsünü, suların fışkırarak akışını dinliyordu. Baharlarda, o korkunç mektup bekleme hummasında bile bütün a�açlarla, otlarla, bitkilerle birlikte çiçek açıyor, evrenin, insanların sevinçlerine, üzüntülerine katılıyordu. Salih de herkes gibi Doktorun evinden ne zaman çıka­ ca�ıru, nereye gidece�ini, kimi arayacalını biliyordu. önce, evinden dolru eczacı Fazıl Beye u�rardı. Fazı! Beyin ecza­ nesi kasahada en erken açılan işlikti. Belki de Fazıl Bey ecza• neyi hiç kapatmıyordu. Onu işiiRini açarken · hiç kimse gör­ memişti. Çarşıtım bekçileri bile. Fazıl Bey durmadan yeşil ot­ larla, çiçekler tozlarla, masanın üstünde bir mikroskop, te­ razi, havanlar, u�raşır dururdu. İşinden, o da ancak bir re­ çete getirip ilaç istediklerinde, yüzünü buruşturarak, çok alır bir zorunlulu�u yerine getiriyormuşcasına, kısa bir süre için aynlır, çabucak istenileni yapar, verir, işinin başına dönerdi. Her sabah Doktor gelince asık yüzü sevince keser, şen şakrak: AGSS/ıJJ

305


«Korkma . Doktor, çok yaklaştım, bulacağım,» derdi. «Bi­ raz daha dayanalım.» Ve yaşlı köylüler sepetlerle, heybelerle dağ dağ, yıl on iki ay dolaşarak getirdikleri hiç görülmemiş otlan, çiçekleri ona satarlardı. Gelen otları, çiçekleri Fazıl Bey günlerce ayı­ rır, araştırır, sıralardı. Eğer gelen otlar, çiçekler arasında hiç görmediği bir tür varsa sevincinden deliye döner, doğru Dok­ tora koşar, ta ötelerden bağırarak: «Oldu, oldu, oldu Doktor,» diye çırpınırdı. İkisi kafa ka­ faya verirler, bu otun, çiçeğin gizemini buluncaya kadar uğ­ raşırlardı. Salih onu evden eczaneye kadar izledi. Burada, bu ka­ dar ilaç arasında Doktorla konuşabilirse, belki martının ka­ nadına bir umar bulabilirdi. İçerde Fazıl Beyle Doktor derin bir tartışmaya girişmiş­ lerdi. Bir tuhaf, horoz ibiğine benzer sert bir çiçek üstünde konuşuyorlar,. çiçeği elleri titreyerek parça parça kesiyor, kokluyor, dillerini uzatıp tadıyor, havanda dövüyorlardı. Dağlardan heyhelerinde türlü .otla'r getirmiş sakallı, sivri çe­ neli, çekik gözlü köylüler de kaldırıma oturmuşlar, onlann tartışmalarını bitirmelerini bekliyorlardı, sabırla, beklerneğe alışkın. Eczacı her gün tiril tiril ak bir gömlek giyerdi. Altın çerçeveli gözlüğü burnunun ucundaydı. Doktor ayağa kalktı, Fazıl Bey: «Bulacağız Doktor,» dedi, havanda ezilmiş çiçeği kokla­ yarak. «Mis gibi kokuyor, bulacağız. Bu değilse, öteki çiçek­ tir. Dünyada şifalı ot türü bir değil, bin, milyon, milyar değil, .sonsuzdur. Tabiat anamız her gözünü açtıkça yeni bir tür ot, çiçek, bitki yaratıyor . Her gerindikçe, binlerce doğu­ ruyor, aşılıyor.» Ayağa kalkan Doktor Yasef: «Hakkı aliniz var,» dedi. . «Tabiatın doğurması, yaratması dursa, tabiat kendini tekrarlasa, her şey ölür. Tabiat hiç bir zaman kendini tekrarlamaz. Onun için de her şey ölümlü. Her şey ölmeseydi, bir daha gelmernek üzere, hiç bir şey yaratıla­ mazdı. Doğurganlık sonsuzdur.» Fazı! Beyin yüzü soldu, dudakları, burnunun ucundaki

306


gözlük titredi, uzun kınş kırış boynu da se�irdi, bir an dü­ şündü, sonra telaşla, bir şeyi kaçınyormuşcasına: «Bulaca�ız, bulaca�ız,, dedi. «Yarına kadar bu otun has­ saları üstüne size neticeyi bildirece�iı:p.» «Teşekkür ederim, beyefendi.» «Aman efendim, esta�furullah, gayretimiz bütün ınsan­ lık içindir.» Çenesinin ucundaki sakalı oynatarak, hastonuna basarak­ tan Doktor oradan ayrıldı. Fazıl Bey onu kapıya kadar u�ur­ ladı. Kendini de inandırmağa çalışan bir sesle: «Bulacağız bulacağız, muhterem Doktor, bulacağım. Tam elli yıldır, bak, bu adamlar buraya binlerce ot türü taşıdılar.ıı Duvara sırtını verip oturmuş, sekseninden daha yaşlı gözüken yaşlı adamı elinden tutup kaldırdı: «Gene ne getirdin?» diye okşar gibi bir sesle sordu . Yüzü birden ışılayan köylü : «Hiç görülmedik bir ot, çiçek. Elli yıldır böylesini gör­ medim,» diye sevinçle konuştu. Fazıl Bey onu kucakladı. Buradan sonra Doktor Yasefin gidece�i yer belliydi, bal­ cı Faik Efendiye uğrar, orada ikisi birden arılarla konuşur­ lardı. Salih onların ikisini o vızvızlarla, iki gözü önüne ak­ sm ki, konuşurlarken görmüştü. Onlar soruyor, sanki arılar karşılık veriyor, onlar gene soruyorlardı. ·

Sabırsızlanıyordu Salih. « Delilere çattık, ıo diyordu ken­ di kendine. Ulan, şu kuşun yara�ı olmasa, şu küçücük martı ölecek olmasa, bunların yüzlerine bile bakmazdı Salih. Bu delilerin. . . Balcı Faik Efendi, fırıncı Resul Ağa, sonra . . . Tam öğle ezanı okunurken Doktor fenerin o yana yürüyüp gider her günkü oturduğu, kayalara bir koltuk gibi oyulmuş yere otu­ rur, kendi kendine konuşur dururdu. Burada, ağzı hiç dur­ maz, yanına kim gelirse gelsin onlarla da konuşurdu. Salih vardı onun karşısındaki kayanın üstüne oturdu. Dok­ tor Yasef hastonunu yere vura vura bir şeyler söylüyordu. Salibi gördü: «Hoş geldiniz, beyefendi,» dedi. «Nasılsınız, iyi misiniz?» 307


«lyiyim,ıo dedi Salih. «Çok iyiylm.» Doktor: «Çok harp gördüm,• diye konuşmasını sürdürdü. «Top gülleleri kula�ımın dibinden gf!çiyorlardı. Ben korkmuyor­ dum, Çanakkalede. Biz o zamanlar Gazi Mustafa Kemal Pa­ şa hazretlerini bilmiyorduk. Balkan Harbinde de bulundum, Kafkas Cephesinde de . . . Bizim doksan bin askerimizi bit yedi Sarıkamışta, tifüsten öldüler, soluktan dondular. Bizim Fazıl Bey bir delidir, acaba Fazıl Beyle hiç teşerrüf edebildiniz mi, efendim? Benim bir kızım var, sizin kadar, sizin gibi küçücük bir kız, beyefendi. Şimdi küçücük kızım altı tane bebek do­ �urmuş.ıo Sakalım titrete titrete, uzun uzun güldü. Gülilşünde bir hüzün, a�lamaklı bir şey vardı. «Sizin kadar küçük kızınun altı tane bebe�i olmuş, ne hoş de�il mi, beyefendi? Benim kızım, biliyorsunuz, Ame­ rikada beyefendi. Hanımım yaşıyor. Beni her yıl kızım ya­ nına çagırıyor, burasını, sizleri, kasabaını nasıl bırakının da Arnerikaya giderim, de�il mi beyefendi?-ıo Arada sırada da kendi kendine celalleniyor, aya�a kal­ kıyor hastonunu denizin ötesine sallıyor. «Gidemem, gelemem efendim, kasabamı bırakıp ben ora­ larda nasll yaşarım, balıklar suyun dışında yaşayabiliyorlar mı, ben oralarda derakap 51ürüm. Fazıl Beye inanmayı�, be­ yefendi, o büyük idealist, büyük bir romantiktir. Tabiat te­ kerrür etseydi, edecek olsaydı, her şey aşına aşına yokolurdu, arzettim mi, beyefendi? Bir tek insan, şahıslar da kendile­ rini, geçen günlerini bir daha yaşayamazlar. Biz öyle görü­ yoruz ki, lieyefendi, yanlış, o her yıl açan gül, geçen yıl açan gül de�ildir. Bak, şu gelen dalgayı görüyor musunuz, o dal­ ga yalnız böyle bir kere gelir, bir daha hiç gelemez. Ol se­ bepten, beyefendicilim, ebediyet yoktur, olamaz. Dedim ya, Fazıl Bey kardeşimiz büyük bir romantiktir. Tabiata· çok ina­ nıyor, amenna, inansın, ama tabiat yaratmadı�ı, başkalaşma­ dı�ı gün ölür. Ol sebepten, Amerikada . . . Ben her gün, her şeyin, hepimizin yeniden yaratıldıtını, her an da öldütü­ müzü, bu kasahada ö�rendim. Kızım gelecek mi, ne dersi-

308


niz, ben buradan hiç bir yere gitmek istemiyorum, korku­ yorum, beyefendi, dikkat buyurun, zaten yaşlandık, ben öy­ le zannediyorum ki bu kasabadan ayrılır aynlmaz ölüvere­ celiro, emri hak vaki oluverecek. Delil mi efendim, her gün her gün ölmüyor muyuz? Seviyorum, efendim, hayatı. Kızım

babasını görmek istiyorsa gelsin. Biliyorum o benim kızım

ya, nereden kızım oluyormuş? Benimle beraber yaşamadı ki kasabamda kızım olsun. Nedir öyleyse, kızım de�il de, niçin öyle her yıl mektuplarını bekliyorum? Belki de sırf bir şeyi beklemenin tadına varmak için. Tekmil kasaba da benimle birlikte, benden daha

heyecanlanarak, bekliyorlar,

dikkat

buyurdunuz mu, beyefendi? Benim Gözba�cı Cerrah Aliye vardır en çok hürmetim bu kasabada. Hakiki yaratıcı odur bu dünyada. Tanıyor musunuz onu?:t Gözlerini, mavisi çok duru gözlerini i�ne ucu gibi keskin, Salibin gözlerine dikti, üstüste sordu: cTanıyor musunuz, tanıyor musunuz, Cerrah Ali Beye­ fendiyi tanıyor musumız? ı. cTanıyorum,» diyebildi Salih. Doktor Yasef hiç kesmlyordu ki. . . Hazır soru sormuşken . . . Toparlandı: «Doktor,» dedi aya�a kalkarak.. «Buyurun, beyefendi.» Doktorun kendisine beyefendi demesine bayılıyordu Sa­ lih. O beyefendi dedikçe Salibin kendisine baya�ı güveni ge­

liyordu. eBu martıyı gördün mü?» · Doktor aya�a kalktı, Salibin elindeki sepette, yerleşmiş oturup, bqını çevirerek yöreyi araştıran, süzen martının üs­ tüne e�Udi. cGördüm. beyefendi, çok güzel efendim. Martı güzel bir lruştur.

İnsanlan da severler keratalar.•

eBu martının . kanadı kınk.• cVah vah beyefendi. Fena. . . • cKanatlarını muayene et d e kuşun, onu iyileştir. Sen harp­ te ölüyü diriltmişsin. . , Öyle dediler, ben de şu zavallıyı iyi et diye.. . Bak, küçücük, kanadı

kınk, hiç

309

de uçamıyou


Boynunu büktü,

elinden geldiğince Doktoru kendisine,

martısına acındırma�a çalıştı. Kom.iştukça sesi düzeliyor, se­ si düzeldikçe martıların güzelliği, insana yakınlığı, akıllılığı üstüne konuŞuyordu. Doktor Yasef gözlük değiştirdi, martı yavrusunu sepet­ ten çıkardı ince ince onu muayeneye başladı. Gözlerine bak­ tı, kursağını elledi, yüreğini, kuşu kulağına koyup dinledi, kanadı kaldırıp eliyle bir kere, bir kere daha yokladı, her yoklayışta, «vah, vah, vah,» diye başını sallıyordu. Umutsuz bir hastaya bakar gibi bakıyordu martıya. Dayanarnadı Salih: cNe cık cık edip başını sallıyorsun, söylesene be, bunun

bir ilacı var mı?• ·

Doktorun yüzü gerilmiş, mavi gözleri yaş içinde kalmış, sivri sakalı titriyordu. Sivri, kır sakalı . . . «Maalesef beyefendi, maateessüf, ne yazık. Çok d a güzel kuş. Yeryüzünde iki mahlukat yara alınca yaşayamazlar . :. «Nedir onlar?:. diye ba�ırdı Salih. «Heyecanlanmayın beyefendi, lütfen sakin olun. Biliyo­ rum şimdi · şu söyleyeceğime dayanamayacaksınız ama ' �bia­ tın kanunudur bu. Yara alırlarsa bir yılanlar hücre tazeleye­ mezler, bir de martılar.:. Salih dikeldi, öldürecek gibi sert Doktor Yasefe baktı : «Şimdi yani, bu kuş ölecek mi?» Sakalı titriyor, konuşamıyordu Doktor Yasef. Elleri tit­ rernekten uçarak martıyı sepete koydu, kendi de daha fazla ayakta

duramadı,

birkaç

adım gerHeyerek gitti koltu�una

çöktü. Başını kaldırdı Salihe acıyla baktı. Salibi anlamış, onun derdine bütün yüreğiyle katılmıştı. ·

Salih durmadan, diline takılmışcasına yineliyordu: « Ölecek mi, ölecek mi, yani ölecek mi?,. · « Ölecek,:. diye usulca söyledi Doktor. «Maalesef martılar

ölürler.» cHiç bir çaresi yok mu?• Bekliyordu Salih. Doktor Yasef susmuş, düşünüyordu. Sonra usul usul ba­ şını kaldırdı:

310


«Belki vardır,• dedi. cBelkim . .

.

ıt

Yüzünden bir sevincin gölgesi geçti. O uman bulmalt için inanılmaz bir çaba harcadı�ı okunuyordu. Salih ona acıdı. cHah,• dedi Doktor Yasef. cBuldum.• Kendinden umut­

mayacak bir çabuklukla, hastonuna bile dayanmadan aya�a

kalktı. «Buldum, buldum . . . Hiç olmazsa Fazıl Beyin otları, çi­ çekleri bir işe yarasın, elli yıldır hiç bir işe yaramadu

Yerine oturdu, çenesini hastonunun Üstüile koydu, gözle­

rini yumdu, kırçıl sakalı bastonun üstünden bu yana taşmış

i�ne i�ne dimdik olmuştu.

·

«Belki o otların içinde martı yarası iyi edecek bir ot çı­

kabilir. Martıların yapısı yılaniann yapısına hiç benzer mi,

beyefendi? Belki yılanlar da. . . Ben yaşlandım, unuttum. Bel­ ki Fazıl Beyin otlan içinden . . . De�il mi?ıt

cÇıkabilir,• diye ba�rdı Salih. cHem de o· kad�r çok

ki! Bir küçücük martının yarası nedir ki de iyi olmasın. . . •

«Amma vetakin çok sert adamdır Fazıl Beyeferidi. Ben söylersem çok kızar. Gene, ·onun neşeli bir anında, kuş­

luk vakitleri pek neşeli oluyorlar Fazıl Beyefendi, o · anı ya­

kalayabilirseniz . . . •

cYakalanm,• diye ba�rdı Salih. «Ben onu gülerken bile

gördüm. Senin, benim gibi, öteki insanlar gibi gülerken. Ya­ kal�nm, hem de gülerken.•

cMuvaffakiyetler temenni ederim, beyefendi.• Salih gene güzel düşüne girmiş, bir umudun coşkusun­

daydı. İçinden hep, hele bir daha, bir daha çocuklar yaktaş­

sınlar Doktora, hele bir onunla azıcık, ilDe ucu kadar alay

edeyim desinler, hele onu azıcık rahatsız etsinler piçler, Bah­

riye de söyleyece�im, hele bir Doktora . . . Kendilerini ta bu­

rada, denizin dibinde bulurlar. Orada durmuş kalmış Dokto­

ra minnetle bakıyordu. Bir şey yapmalıydı, bir şey, bir şey.

Kıvranırken aklına düştü, Doktorun elini aldı öptü üç kere,

alnına koydu. Hele bir, bir daha Doktorun yanına yaklaşsın­

lar o piçler. Bunu Doktora söylese miydi? Dayanamadı:

«Doktor,• dedi, gırtla�ını temizledi, söylev verir gibi, ka­

badayı bir hal aldı, yumruklannı sıktı. «Doktor. . . O çocuk­

lar var ya, işte onlar . . . Hele bir sana . . . Bir şey söylesinler

311


bir daha. Hele bir daha . . Onlann feriştahlannı şa.şınrım. . . Biz Bahriylen on beş çoc� bilem döveriz.» .

·

Doktorun yüzü acıdı, ona yalvardı: «Rica ederim beyefendi, sizden bilhassa istirham ederim, onlar benim arkadaşlarımdırlar, onlara dokunmayasınız. Çok rica ederim efendim;» «Olur,» dedi Salih. «Onlara öyleyse hiç bir şey yapmam. Olur.» Dehşet utandı. Şu anda yer yarılsaydı da yerin dibine geç­ seydi. Orada daha fazla duramadı, çarşıya d�ru, arkasma bir kere olsun d:_önüp bakmadan aldı yatırdı. Salih çok erkenden uyanmış, bu sabah da kendisini, mar­ tısını sa� bulmuş, bunun sevincinde, gün ışıyıncaya kadar çok balık tutmuş, martısının kursaAlnı davul gibi şişirmişti. Sabahtan beridir eczanenin kapısında bekliyordu. Fazıl Bey enun . bekledi�ini görmüş sinirleniyordu. Doktor Yasef gelmiş gitmişti. Şöyle bir, kimseye göstermeden göz kırp­ mıştılar biribirlerine. Sepetli, telis çuvallı, heybeli birkaç köylü de orada, kaldırımdaydılar. Salih yanlarmdan geçer­ ken bumuna taptaze çiçek, ot, da� kokusu geliyordu; Ö�leye dotru, gittikçe Fazıl Beyin yüzü ışıyordu. Havanda dövdülü bir çiçeti, ya da otu tadıyor, yüzüne geniş, hiç yitirmeyecekmişcesine bir kıvanç, bir mutluluk yayılıyordu. Bir ara kendili�inden, çiçek koklarken, kahkahayla gül­ dü. Salih onun gözlerini gördü, iyilikler taşıyordu çimen yeşili. dölme gibi küçük gözlerinden. Buna aldandı, içeriye d�!.ldı. «Amca,» dedi, Fazıl Bey dalgınlıkla reçeteye uzanır gi­ bi elini Salibe uzattı, eli boşta kalınca ayıktı, Salihi gördü. Bu çocutun gözlerine illet olmuştu sabahtan beri, gözleri de­ lercesine, alaylı, küçük gören, aşatılayan, sabahtan beri çivi gibi. . . Hiç ayırmamıştı üstünden, bir an bile. Bütün cinleri tepesine ÜfÜŞtÜ, y�ki tavan süpürgesini kaptılı gibi: «Giiiit,» diye ltalırdı, «giiit, mendebur ollan!» Salih onun luşmmdan korkmuş kendisini hemen dışan­ ya atmıştı ama, arkasından kurşun gibi gelen süpürgeyi de sır­ tının ortasına yeını.tl. Neredeyse yere düşecek, elindeki mar­ . tı sepetinin üstüne yıkılacak martısını öldürecekti. İşte o za-

312


man görürdü bu Fazıl Bey, işte o zaman. . . Dur, diye şimşek gibi aklından geçti, dur sana yapacalımı bilirim. Dur hırpo, hele sen bir dur. Bumundan fitil fitil gelecek senin bütün bu afur tafurun. Hele azıcık bekle sen. cSümük gibi, sümük gibi yapişkan çocuklar. Bu kasabada eskiden böyle pis insanlar yoktu.» Öfkeden köpürmüş Fazıl Bey dükkanın içine sılmıyor, dolanarak baAınyordu. · eBu saygısız piçler nereden çıktı? Eskiden böylesi piçler yoktu buralarda. Zamane ollanlan. Bakışlan insanlara ha­ karet.» D�arıya saldırdı: cf4te bak, daha durmuş da bakıyor öyle, öldürecekmiş gibb . Salih ayıldı, oradan a�ır alır uzaklaştı, ilkokulun köşe­ aini dönünce karşı�a. çok aşalılarda koskocaman serilmiş kı­ pırtısız denizi gördü. Daha fazla. yürüyemedi, oraya, kıyıya inen dik merdivenin basama�ına oturdu, neredeyse aAlaya­ caktı. Bu martıya bir şey olursa, o Sakallı Haydar da, o deli eczacı da görecekti. Be�ensinler, kepazeliklerden kepazelik belensinler. Şimdilik Sakallıya da, Fazıla da, büyük anası­ na da unutturacak, bir gün an gibi her üçünü de sokacaktı. Bahri ona bu yapılanlan bir duymasın, aman aman. Bahriye bütün olanlan bitenleri daha sonraları bir bir anlatacak, on­ dan sonra da. . . Bahriye de hiç gereksinme duymadan. . . Kur­ da boynun neden kalın, diye sormuşlar, o da, kendi işimi ken­ dim görilrüm, demiş.

\

Kim kaldı, Gözbatcı Cerrah Ali kaldı, o da bu kuşun ka­ nadının uınannı, emini bulaınazsa, ondan sonra demek ki hiç bir olanak kalmıyordu. Bulacak o, ona boşuna Gözbalcı Cer­ rah Ali dememişler. Çok da yaşlı ya . . . Yaşlı olması daha iyi delil mi, bilse bilse öyle gün görmüş, devran geçirmiş bir Gözbalcı Cerrah Ali bilir kuşun kanadındaki yaranın çare­ sini. O da bulamazsa, cbırakınm gitsin denizine,» dedi Salih. «Belki kuşlar kendi yaralannı kendileri iyileşt.irebilirler, ka313


nadı kırılan her kuş ölmüyor ya, ooohhooo, her kuş kanat kı­ rılmasından ölse dünyada kuş kalmazdı ölmedik.» · Kalktı, ·eve yöneldi, yarın erkenden, Allah izin verirse, dedi, yarın erkenden Gözbağcıdayım. Gözbağcıya sonsuz umut baglamıştı. Bu gece de hiç eve gitmek istemiyordu. Ha­ zır Gözbağcıyı bulmuş, kuşun kanadını düzeltme yolunu tut­ muşken, sabah uyanmış - bakmışlar ki kuşun boynu koparıl­ mış ölüsü bir yanda, Salihin boynu kesilmiş kana hatıp çık­ mış ölüsü bir yanda. Bir süre orada ijdrcikli düşündü kaldı. Sonui-ıda da kız­ dı, «ben onun oğlu qeğil miyim, varsın ananı oğlunu koru­ sun,» diye de söylendi kendi kendine. Martıya gelince; eve varınca büyük ananın, bir iyice bir daha korkuturum onun gözünü. Bir dokunsun hele martıya . . . Bir dokunsun hele! Şu Fazıl Beyin ettikleri de bir türlü aklından çıkmıyordu. Hızi• hızlı, koşarcana eve yürüdü.

Karmakarışık, yarı uykuda, yarı düşte uyudu. Düşünde dağlar, otlar, çiçekler gördü. Bir dağır. uçurumundan ağaç­ · ları, taşları, suları, toprağı mavi, ağzına kadar da mavi, koy­ gun bir dumanlar dolmuş koyağı, o her zaman kıyıda gördü-­ ğü, uzun boyunlu kır ata binip atladı. Mavinin içinden kara giysili, boynuzlu, yalım gözlü, ellerinde uzun kırmızı hançer­ lerle adamlar çıkıp üstüne geldiler. Salih, hele son günlerde çok düş görüyordu. Başını yas­ tığa koyduğu süreden, uyandığı süreye kadar. Kimisinde düş­ leri açık seçik görüyor, uyanınca da olduğu gibi anımsaya­ biliyor, kimisinde de düşler biribirine giriyor karınançorman oluyordu. Bir keresinde sabaha kadar Metin abiyle uğraştı durdu. Metin abi ona çok sözler söylemişti ya, sabahleyin uya­ nınca unutmuş gitmişti. Gözbağcıyı bu kasahada çok çocuk, çok kimse görmemiş­ ti ya, herkes onu bilirdi. Maceralarını duymamış kimse yoktu buralarda. Eskiden Gözbağcı Ali, Ocaklı adayla Zeytin adasının ara­ sına tel gerer o telin üstünde yürüdü. Her yıl Nisan ayının ·

3 14


bir güneşli gününde, kasaba sabah erkenden davul sesleriy­ le uyanırdı. Bir davulcu Zeytin adasında, ötekisi Ocaklı ada­ da

karşılıklı

de.

İki

yıda.

üç,

Davul

hastaları, bayramlık

çalarlar,

dört

beş

seslerini

sayrıları, giyitlerini

kıyameti zurnacı duyan

da

Karadeniz­

onlara

ederdi

kasabanın

yatalakları, giyinir

kopandardı

yaşlıları

kıyıya

eşlik tekmil bile

kı­

insanları, en

dökülürlerdi.

güzel, Ocaklı

adada, kale duvarının dibinde Gözba�cı Ali yarışa hazırla­ nan bir at gibi gider gelirdi. Çok yakışıklı, uzun boylu, sa­ rışın, kırmızı saçlı bir kişiydi Gözba�cı Ali, hüneriyle de çok övünürdü. Orada bir süre gezinen Gözba�cı Ali, bir merdi­ venle telin gerildi�i dire�e çıkar, kollarını kuş kanatları gi­ bi açarak, öteki adaya do�ru var gücüyle koşardı. İki adanın arası yüz elli iki yüz metre kadar vardı. Koşar geriye a�ır a�ır dönerdi. Sonra da, telin üstünde Gözba�cı Ali, tuhaf es­ ki zaman oyunlarına başlardı, sıçrayarak, tek ayağı üstüne, ayağının başparma�ı üstüne dikil erek. . . Elleriyle telde yü­ rüyerek, bir makas gibi açılmış hacakları havada açılıp ·ka­ panarak . . . Tel üstünde oyun, görülmedik, her yıl yeni hü­ nerlerle, gün kavuşuncaya kadar sürerdi. Alinin cambazlık günleri kasahada tam bir bayramdı. O, bütün yıl gider bütün Anadoluyu, İstanbulu, Arabistanı,

Çini Maçini dolaşır hü­

nerlerini gösterip para kazanır, sonra da · her bahar Nisan ayın­ da kasahaya gelir, adaların arasına telini gerip yeni hüner­ lerini ilk olaraktan kasabalısına gösterir, uğur alırdı. Göz­ ba�cı Alinin işi yalnız tel cambazlı�ıyla bitmezdi, başka hü­ nerler de gösterirdi hemşerilerine. Burnundan güvercin çı. karıp yalım gibi k"ıpkırmızı olmuş kılıcı yutar, bir harman közün üstünden yürür, bir boa yılanını boyı. ..4na dolar, elini yılanın ağzına sokar, yılanın gırtlağını sıkardı. Gözbağcı Ali kırk gün kırk gece derin bir mezarda soluk almadan kalırmış. Ölüyü bile diriltirmiş, bu ölü kendisi de olsa. Hindistanda, tutsaklıkta öğrenmiş bütün bu hünerleri Ali. Bir de onun cin külahı varmış. Hindistandaki gözbağcılık ustasından aşırmış bunu. Ustası, benim de külalıımı aşırdık­ tan sonra bu yollar sana helal oğlum Ali, var git yolun açık

315


olsun, demiş, onu alnından üç kere öpmüş. Bu külahı giyin­ ce Ali hem görünmez oluyor, hem de nereye gidecebe göz açıp kapayıncaya kadar oraya vanyormuş. Ali çok para kazanmış, bütün bu paralarma kıyılardan arsa, kasabada konaklar, bahçeler kapatmıştı ucuz ucuza. Alinin bir tek otlu vardı. Alinin kasabada kansını kimse görmemişti. Otlunun adı Sultandı. Kasabada Sultanın doJu­ munu, çocuklulunu kimse aıumsamıyordu. Sultan öyle bir­ denbire delikanlı, babayilit ortaya çıkıvermişti. Gözbatcı Ali, eter başma o bela gelmemiş olsaydı, bu kasabanın delfl, bütün Türkiyenin en zenginlerinden birisi olurdu. Gene de zengindir ya, aaah o belaya bir utramamış olsaydı, ah! O arsalar, o bahçeleri . O bahçelerden birisinin üstüne bir Sivaslı tam yüz elli tane ev kondurdu, her bir evi de yanm milyon liraya sattı. O bahçe gibi Alide belki on beş tane başka bahçe daha vardı. Şu aşaltdaki koyak var ya, Fenerin iki kilometre dolusundaki büyük, kayalıldı koya inen koyak var ya, işte orası baştan aşatı onundu, iki bin beş yü1; dönüm. Şimdi ()rası kaç milyon eder? Daha kaç tane koyu vardı Alinin öyle. . . Uzak görüşlü bir kişiydi Ali ya, Al­ lah şeytanın gözünü kör etsin de evcetizini başma yıksın. Se­ bebin de ocatına incir dikilsin, işte Aliyi bu hale getirdi. Ali bir definecillle merak sardırdı ki sonunda. . . İşi gücü, arsaları, koyları, konakları bir yana atıp dal bayır, 6ren kuy­ tu define aramala koyuldu. Ucuza, beş on kuruşuna arsalan, konaklan, koylan sattı sattı defineye yatırdı. Sonunda, işte sonunda o felaket başına geldi de Alinin elinde o üç koyu, beş on bahçesi konatı ancak kalabildi. ·

.

Gözbatcı Ali bütün hünerine, gözbatcılıtma, kendindeki insanüstü, tannlara, cinlere şeytaniara has yeteneklere gü­ venerek işe girişti. Koca Karum.in, lskenderin, Daranm, irili ufaklı öteki padişahlann dünya kadar hazineleri niçin yer al­ tında kalsm, yer üstünde insanlar bunca aç yoksul, çıplak ya­ şarlarken. . . Yer altı böyle definelerle dopdolu dururken ve Gözbatcı Alinin böyle hünerleri ve hem de yetenekleri var­ ken . . . Gözbatcı All üç yıl durmadan tarih kitaplan okudu. Der-

316


ken aklını kaçırıyordu ki, kitapları kapattı, eyleme geçti. Na· sıl eyleme geçmesin ki, Anadoluda tam on dört bin tane yer altında kalmış şehir vardı. Ve nice ünlü şehirler. . . Anavarza­ dan tut da Tarsusa, Misise, Castabaladan tut da Hatuşaşa, Troyaya kadar, Sardese kadar. Her birisinde de odalar, me. zarlar, anıtlar, tapınaklar dolusu hazineler.

·

Tam yirmi beş yıl dolaştı Anadoluda yedi arkadaşıyla birlikte. Kazma vurmadık toprak, eşmedik hüyük koymadı­ lar. Çok altın, heykel, degerli taş buldular, . bir Alaman, beş Amerikalı, iki Ingilizle işbirligi yapıp paha biçilmez heykel­ leri Türkiyenin dışına kaçırdılar, buradan, şu kıyılardan tek­ nelerle. En büyük kazıgı Alamandan yediler. Otuz altı tane Hitit, Frik, Grek heyketine karşılık Alaman onlara sahte do­ lar verdi. Dolariann sahteligini Ali sonradan anlamasaydı eger yanmışlardı. Ali dolarlardan şüphelenfnce bir uzmaruna gö­ türdü ki, ne görsünler, bir çocuk bile bu dolariann uydurma oldu�unu anlar . . .

Gömütlüklerden buldukları altın, gümüş

kemerleri, bilezik, çanak çömlekleri eritip satmaktan başka bir umar bulamadıkları da oldu. Çünkü bütün bu antika ka­ çakçıları onları ya şöyle, ya böyle dolandırıyorlardı. Ali bir türlü, bütün yedi�i kazıklara, tüm paraetkiarını bitirmesine karşın bu işten aynlamıyordu, ne

yazık büyülen­

mişti. Eski ş�hirler, hüyükler, mezarlıklar, tapınaklar onun yaşamındaydı. lstanbulu, kasabayı, lzmiri yaşar gibi yaşıyor­ du eski şehirleri de. Daha bir düş içinde, daha büyülü. Eski bir Hitit tapına�ında Hititlilerle birlikte Fırtına tanrısına, tıpkı onlar gibi candan gönülden adakta bulunuyordu. Bazı kere bir Yunanlı, Hitit, Romalı, Frik gibi giyiniyordu. Giyit­ lerinin biçimini hep heykellerden alıyordu. Nemrut hüyükfin­ de kıral Antiyokus onun yoldaşıydı. Yazılıkayada, Karatepe­ de,

Hattuşaşta,

Sakçagözünde,

Gözlükulede,

Kültepede

de

dostları, heykelleri, yazıları, çanak çömlekleri vardı. Gözba�­ cı Ali bütün eski şehirlerin, örenlerin, tapınaklann, hüyük­ lerin bir tek büyük, son kıralı sayıyordu kendini. Kaptınp gitmişti eski dünyalara kendini Gözba�cı Ali, bu dünyayı, başka dünyalan hiç gözü görmüyordu. Eski kıraliçelerden, tanrıçalardan sevgilileri, karılan bile olmuştu.

317


O�lu Sultanı da bazı bazı götürüyorrlu gece kazılarına. Kazıları hep gece oluyordu ya . . . Artık arkadaşları da kendi de gece kazılarına alışmışlardı, belki gündüz topra�a bir tek kaz­ ma bile vuramayacaklardı define aramaya izin verilse bile. Sultan� babasından daha ye�in, ateşli çıkmıştı define ara­ mada, daha hırslı . . . Bütün tarih, co�rafya kitaplannı baştan sona hatmetmişti birkaç yıl içinde. Sivasta, Divri�ide bir bakır da� vardı, bakırını Hazreti Süleyman işlemiş. Hazreti Süleymanın aya�ının izi bir ba­ kır kayanın üstüne çıkmıştı, oldu�u gibi, beş parma�ı da ol­ duğu gibi batmıştı bakıra . Onun ayaklarının izi yanında da Saba Melikesi Belkısın ayaklarının izi:. . İşte bu bakır da�la belki yıllarca u�raşmıştı Ali. Bur_!l­ da Hazreti Süleyn'ıanın o sonsuz zenginlikteki hazinesini arı­ yordu. Saha Melikesi de bu h azineyi getirdi�i çeyizlerle bir misli daha zenginleştirmişti. Bu da�dan sonra Alinin en bü­ yük u�raşı Ç�kurovadaki Nurhak da�ıyla olmuştu. Nurhak da�ında da Kleopatranın hazinesi sakhydı. Kleopatra altın kakma gemiİeriyle sevgilisiyle buluşmak üzere Tarsusa gel­ di�inde tekmil hazinesini de birlikte getirmişti Çukurovaya . Getirmiş, Çukurovada, Nurhak da�ında sevgilisinin yaptırdı­ ğı saraya saklamıştı. Ve Kleopatra burada, Çukurovanın Nur­ hak dağındaki sarayında ölmüş, sevgilisi görkemli bir yeraltı mezarı yaptırmıştı ona bu da�da. ·

Nurhak da�ında, yöresinde çok ören vardı. Acaba hangisi Kleopatranın sarayıydı? Fıkara Ali . eşmedik ören koymaınış­ tı Çukurovada. Allah bin bereket versin, bu örenlerde Kleo­ patranın mezarına rastlayamamıştı ama, üç tane Hitit heyke­ li bulmuş, İncirlik hava üssündeki bir Amerikalı albaya okut­ muştu. Albay, Aliye çok dolar vermişti bu heykellerin karşı­ lığında. üstelik bu dolarlar sahte de çıkmamıştı. Bakır dağı kırmızı, yer yer yeşillenmiş, yanmış nişadır kokusuyla kokan, gece gündüz, üstünde durmadan bir ateş yakılıyormuş gibi tüten bir d�dı . Bazı geceler bakır dağı koyu karanlıkta tepeden tırnağa tüten, aydınlık, göz kamaştı­ n\!ı, top top kıvılcımlar saçan köz olurdu. Ve Ali ve arka­ daşları dağın bu ışığı geçineeye kadar toprağa kapanıp see318


deye dururlardı. Bunu, buranın köylülerinden ö�renmişlerdi. Ali bu da�ın gelmişi geçmişi üstüne ceylan derisine ya­ zılmış el yazınası bir kitap bulmuştu. Bu kitapta hazinenin yerini ayan beyan gösteren üç tane de harita vardı. Yazılar Ermeniceydi. Ali bu kitabı kadim dostu Agop Süleymanyana okutturmuştu. Agop a�a hiç bir sızıltıya, itiraza meydan ver­ meyecek bir biçimde soyunun Hazreti Süleymana çıktı�ını tanıklıyordu. Ve derlesinin ünlü hazinesi de, işte bu bakır da�ındaydı. Agop Süleymanyanın dedesi, hazinesini saklasa saklasa ancak bu Ermeni yurduna Divri�iye saklardı. Ali bu ha:ı:ineyi mutlaka bulacaktı. Hazine bulununca da Agop Sü­ · leymanyan derlesinin hazinesinden hiç bir şey, bir zırnık kadar altın bile istemeyecekti. Bu anasının südü gibi, bu de�il. bütün Anadolu yeraltı servetleri Aliye helaldi. Onun kadar Anadolunun yeraltı dünyasına emek vermiş kim vardı? Ali de övünüyordu: «ŞU,» diyordu, «ŞU ellerden en az bin ölü­ nUn kemikleri geçti. Kleopatranın, Büyük tskenaerin, Hattu­ şilin, Midasın, Mihridatın, Hadriyanusun kafataslan geçti şu ellerden, kıralların, kıraliçelerin, tanrıların kemikleri geçti şu ellerden, nice nice . . » .

Bakır da�ında hiç ot bitmiyordu. Dağ, yıl on iki ay çıni­ çıplak tüten bir kızıllıktı. Yalnız bu da�ın doruğunda, sivri­ sinde üç tane ulu ağaç vardı. Bu üç ağaca kim dokuiıursa, bu iiç ağacı kim keserse, bir dalını, bir tek yaprağını bile kim ko­ parırsa çarpılıyordu. Bir de suyu ışık gibi aydınlık bir pınar kaynıyordu bu üç ulu ağacın ortasindaıi . . . Ceylan derisine ya­ zılmış kitaba göre, hazine do�udaki ağacın yedi adım aşa­ ğısındaydı. Yedi adım aşağıda kazmayı bakır kayalığa vura­ caktın . . . On yedi · metre kazınca bakır kayasının altından bir yol çıkacaktı. Yol çıkınca, yolun sağ duvarında bakır duvara işlenmiş yedi tane altın el gözükecekti, bir elin üç büyüklü­ ğünde her birisi. Yedi ele dokunulmayacak, onlar oldukları yerde kalacaklardı. Yol kazılacak kazılacak, doksan dokuz adım sonra, bir mermer yolda otuz üç tane yere serilmiş ye­ şil yılan çıkacaktı ortaya . . . Baştaki yeşil yılanı kaldırınca bir kuyunun ağzı gözükecek, elmas, inci, mercan, yakut, ye­ şimle işlenmiş. İşte o kuyudan aşağı inilecekti . . . Kuyunun di-

319


bi kırk odalı, görfilmele seza bir saraydır. Sarayın otuz oda­

sı a�zma kadar altınla yakutla, bilinmemiş, görülmemiş de­ �erli taşlarla doludur . Ve sarayı bir ejderha beklemektedir.

Ve ejderhayı öldüreceksin. Ve hazineye el koyacaksın. Ve bü­ tün bunlan yapabilmek için o eski, on bin yıllık Ermeni dua­ sını bulacak, okuyacaksın. Agop Süleymanyan bu duayı bili­ yordu ya, kimseye ö�retme�e mezun değildi. Bunu Ali ö�ren­ se öğrense Halıarnbaşından öğrenebilirdi. O hem Ermeni de­ ğildi, hem de bu duayı biliyordu. Ol sebepten bu duayı Ha­ hambaşı başkalarına ö�retince ona hiç bir zarar gelmezdi. Ali yıllarca uğraştı, yıllarca bu bakır dağını kazdı, erit­ ti, bir şey elde edemedi. Yedi elin üçünü buldu. Otuz üç yı­ lanın altısını . . . Bakır dağının yamaçlannda, yöresinde tam altmış altı tane kuyu a�zı buldu, 'vesüphanallah! Her kuyu­ nun da dibine iniyordu. Kuyularda dokuz arkadaşı can verdi. Bu çalışmalarda çok dua okudu. Kırk bir ayet, elli üç Hıristi­ yan, yirmi dokuz Musevi, üç Yezidi, yetmiş yedi Alevi Gül­ bengi, otuz altı Ermeni duası ö�renmişti. Bakır da�ına her kazmayı vuruşta birkaç duayı birden okuyordu. Bütün bu dualar bile para etmedi, Hazreti Süleymanın hazinesinin kapısı açılmadı. Ali ta Habeşistandan bile dualar getirtti bu tılsımı çö�ek için. Habes kıralı ona bir kitap do­ lusu dua gönderdi ki, dua derim sana. . . Ali düşünmüştü ki, bu ulu hazineyi beklernesi için Saba Melikesi Belkıs onun ka­ pısına Habeş tılsımı koymuştur. Gözbağcı Ali yedi gün yedi gece bakır dağının dibine diz çöküp bu duayı okudu. Ondan sonradır ki kazmalarını alıp bakır dağına yanaştılar. Bakır dağı hep, içi boşmuş gibi her kazma, her balyoz indirişte güm güm ötüyordu. En sonunda Ali bıktı usandı, bakır dağındaki Süleymanın hazinesinden vazgeçti, kahrolarak, yüre�i yana yana. O vazgeçti ya, oğlu Sultan vazgeçebilir mi ki, o saldırdı bu sefer de dağa . Kazmalar, dinamitler, bombalar, bakır da­ ğı çentik çentik, delik deşik oldu. Sultan öylesine sanımıştı ki işe, ya hazineyi bulacak, ya da bu bakır dağını ateşiere verip su gibi eritip şu dümdüz Sivas ovasına akıtacaktı. Yıllar geçti, delikanlı

Sultan yaşlandı,

dağ parampar-


ça oldu, ne yazık ki hazine hep kendini sakladı. Sultan umut­ suzluJa düştü. UmutsuzluJu kendine umut yaptı, aÇiııı tok­ luk, güçsüzlü�ü güç yaptı kendine, bakır dafla yılmadan sa­ vaştı. Sonra bakır da�ı bıraktı kaçtı. Hazinesi de, so�uk sulu pınan da tepesinde bitmiş üç çınan da kendisinin olsun, dedi başını aldı gitti. . Ama nereye gitse dal onu izliyordu. Nereye gitse, uyku­ da düşte, gecede gündüzde dal güm güm öterek onu izliyor­ du, kıpkıtmızı, yeşilini kusmuş, tüterek. Sultan, Egeye ulu Priaıposun · Troyasına, Krezüsün Sardesine, Antiokusun Nem­ ruduna, Hazreti Halil lbrahimin Urfasına kaçtı, Kenan iline vardı, bir türlü da� onun ardını bırakmadı; Nereye gitse güm güm, güm· güm. . . Uçan kuştan car umuyordu, güm güm, güm güm güm . . . Edemedi, sonunda bakır dalına gene geldi.· Tek başınay­ dı. Uç çınarın altında uyudu. Hazreti Süleymanı düşünde gör­ dü. Süleyman Saba Melikesinin elinden tutmuştu. Tılsımı o�a söyledi. .Sultan aldı kazmasını, yanaştı bakır dafa. Çok el bul­ du, altından. Çok yılan buldu. A� altın, yakut, elmas, inci, yeşim kuyuyu da buldu. Kırk odalı sarayın kırk odasının da kapılan ardına kadar ona açıldı, kırkında da altın, yakut, yeşim, inci, mercan doluydu. Elmas dolu odalar ışıl ışıl yari.ı­ yordu. Sultan elini uzatınca bir elmasa, yakuta, yeşiıne, öte­ ki görülmemiş taşiara uzanınca, saray; kuyu, yollar bir anda kapanıveriyorlardı. Sultan gece sabaha kadar, tan yerlerine kadar çalışıyor, saraya varıyor, elini uzatıyor, birden her şey eski haline ge­ liyordu. · Bir gün yeşil, yedi gözlü, yedi başlı, yedi yalım dilli ej. derha çıktı karşısına kÔnuştu. İçi boş data yedi kere kuy­ ruluıiu vurdu, dal sallandı, yedi kere güm güm öttü. cEy,in­ sanoJlu, vazgeç hazineden. Bu hazine bu ÇaJ için delfldir. Onu Hazreti Süleyman zulüınsüz çallar için sakladı. Senin ça­ �da. çok zulüm var, kötülük, �vgtsizlik var. Ben bu çala bu hazineleri veremem.» Böyle söyledi, kuyrutwlu üç · kere dala vurdu, ortadan yitti. Sultan da vardı, qaJın d?ruJundan kaynayan o pınarda

- 321

·


yundu arındı pirü pak oldu. Sa�lam bir kendiri o en ortadaki çınarın dalına ba�layıp kendini çınara astı. O can verirken da� sallandı, yedi gün yedi gece güm güm öttü. Gümbürtüsü ta Sivastan, ulu bedestenli Kayseriden duyuldu. Gözba�cı Cerrah Ali da�ın bu öfkesini duydu, oraya ko�­ tu ki ne görsün, o�lu Sultan çınar a�acının dalında bir ışık içinde sallanır durur: «Eyvah,» diye inledi, ' «kendim ettim, kendim buldum. Gül gibi oğlumu bakır dağa yedirdim.»

O�lunun cenazesini aldı kasahaya getirdi, a�ıtlarla, tö­

renlerle yukardaki tepenin doru�undald ulu çınar a�acının altına gömdü. Ve bu macerayı, bundan başka da kendi maceralarını, bütün kasabayı deniz kıyısına toplayıp bir bir anlattı. Ve bu macera dild�n dile geçerek dillere destan oldu. Salih de bu macerayı İsmail Ustadan, balıkçı_ Mustafa­ dan, Temel Reisten duydu. Gözba�cı Cerrah Alinin oğlu Sul­ tanın macerasına kasabada, tstanbulda yanmayan kalmadı. Ölüyü dirilten Cerrah Ali, kırk gün ölmeden, dipdiri de­ rin bir mezarda kalan Ali, istediğinde kuş gibi uçan Cerrah Ali, bir kuşun kanadım sağ edemez mi? Salih, Cerrah Alinin kona�ına giderken ayakları uçuyordu. Onun kimseyle konuşmadığını, evinden dışanya. adım atmadığını biliyordu ya, genE: de Cerrah Alinin kendisini is­ temeyece�i aklının köşesinden geçmiyordu. Cerrah Alinin kona�ı ta tepedeydi. Büyük bir bahçe­ ·

nin ortasında iki katlı, geniş, ak perdeleri sıkı sıkıya kapa.. lı, kararmış, tahta bir konaktı. Bahçede erik, kiraz, şefta­ li a�açlan tepeden tırnağa çiçeklenmişler, çokuşmuş andan, çiçekten e�ilen dallar u�ulduyordu. Ağır bir bahar güneşi çökmüştü ortalı�a. Salih tahta perdenin arkasından bahçeye baktı. Çiçek� ler açmışlardı. Çimenler diz boyuydu. Cerrah Ali yan çıp­ lak, uzun apak; pınl pınl sakalı kırışık içindeki göbe�ine kadar iniyordu. Cerrah Ali konakla bahçe kapısı arasındaki iri çakıltaşlarından örülmüş, taşlannın arasından bah�r çi­ menleri fışkırmış yolda hızlı, öfkeli öfkeli söylenerek, bağı• rarak, ne dediği · anlaşılmayarak,

323

el kol sallayarak, durup

·


toprağa, sonra gökyüzüne uzun uzun bakarak gidip geliyor­ du. Bacaklarında dize kadar çemrek bir mavi pantalon var­ dı. Gövdesi çırılçıplaktı,

boynunda kırmızı bir mendil atı­

lıydı. Salibin tahta perdenin arkasındaki çıtırtısıni duymuş ola­ cak ki oldujtu yerde zınk diye durdu, kulak kabarttı, yöreyi . dinledi, Salih soluğunu bile tutup dondu kaldı da orada, Cer­ rah Ali yeniden yürürneğe başladı. Bu sefer daha öfkeli yü­ rüyor, daha çok el kol sallıyor, göğe, tOprağa zınk diye durup daha uzun bakıyordu donup kalarak, kıpırtısız. Şimdi Salih ne yapmalıydı, bu belaya nasıl yaklaşma­ lıydı?

Ödü kopmuştu

bu insana hiç benzemeyen homurtu

bağırtı küpünden. nerde bir kiraz ağacının dalında bir top oğul veriniş arı, üç insan .başı büyüklüğünde, dala sıvanmışlar, çiçekleri gö­ zükmez etmişlerdi. Cerrah Ali onları gördü, ağacın yanına vardı, dalı eğdi arılan alıp avuç avuç göğe savurmaya başla­ dı. Son arı kalıncaya kadar işini sürdürdü. Cerrah Alinin ba­ şı, gövdesi bazı bazı, yöresinde uçuşan andan gözükmez olu­ yordu. Arılar, Cerrah Ali hiç sakınmarlığına göre demek ki onu sokmuyordu. Salih bu işe pek sevindi, demek ki Cerrah

o kadar hünerli bir kişiydi ki, anlar onu sokmuyorlardı. Her şeyi unutup tahta perdeye ·tırmandı, bir elinde martı sepe­ ti, kuş gibi bahçenin içine süzülüp kendisini Cerrah Alinin karşısında buldu. Cerrah Ali hiç şaşırmamış: «Buyur ağa,•

dedi gülerek, sakalı pırıl pırıl göğsünde

inip kalkarak. Yumşak, yıldırdayan. «Kimsin, necisin?» cSalihim,• dedi Salih. O bakır dağını, güm güm öten, ben delece�. Belki içinden geçirdi, belki hiç geçirmedi bu­ nu . . . «İyi olur,• dedi Cerrah Ali hiç şaşırmadan. «İyi olacak Salih ağa.• Ama Salih çok şaşırmıştı kendi haline. Bu anda bu ba­ ku dağı

da nereden aklına gelmişti . Besbelli, yağ yakmak is­

tiyordu Cerrah Aliye. Hazreti Süleymanın hazinesini

güm öten

..•

323

ben

bulacağım. . .

Güm


«Yaşşa Salih,» dedi Cerrah, uzun sakalım tutaınlayarak.

Bütün altınları, incileri de sana . . . Bir de Temel lRei�e ve­ rece�im . . . Belki söyledi, belki söylemedi bunlan.

«Olur, sa�ol,» dedi Cerrah Ali, sakalını bırakıp düşüne­ rek.

«Sen Cerrah Aıisin, de�il mi?» diye sordu Salih göz­

lerini yere dikerek, a�ır a�ır kendine gelerek. «Benim,» dedi Ali .

«Senin yirmi kere bin tane eski şehrin varmış?» diye sordu Salih. «Hem de tapulu.»

cVar ama tapusuz,• dedi Cerrah Ali.

«Bakır da�ı da seninmiş.» «Benim,» dedi Cerrah Ali. «Sen ölüyü bile diriltirmişsin.» Sustu karşılık vermedi Cerrah Ali. «GökLe de uçarmışsm.» Titriyordu Salih, boşanmıştı tekmil bedeni. ·

«Korkma,• dedi Cerrah Ali. «Sen iyi, akıllı bir çocuk­ sun. Ben gökte uçamıitn, e�er gerçe�i istiyorsaiı .» «Bütün kasaba öyle diyor,» dedi Salih.

«Biliyorum, ama tevatür,» diye sakalmı çekiştirdi Cer­ rah Ali. «Niye geldin buraya?» diye de birdenbire sordu ona, apansız. ·

«Şu martının kanadı kırık, onu kimse iyileştiremedi ka­

sahada, hiç kimse. Fazıl Bey de beni kovdu. Sövdü de üste­

lik. Herkes diyor ki sen iyi edebilirmişsin.» Gözlerinin içine

yalvararak öyle bir baktı ki . . .

«Doktor Yasef amcanın da

selamı var, o da dedi ki, iyi etse etse senin martını Cerrah

Ali iyi eder. Senin o�lun var ya, qlümüne öyle çok üzül­

düm ki. . . Bahri de Cemil de üzüldüler, yazık. Keşki . da� ka­ panmasaydı, bir kere olsun. . . Yılan Şehzade de çok üzüldü.

Keşki. . . »

cKeşki,» dedi, sakalı titredi Cerrah Alinin. cÇok mu se­ viyorsun oriu, çok mu istiyorsun martının kanadının iyi ol­ masını?» cÇook,• diye batırdı Salih.

324


«Hele bir bakalım.» Cerrah Ali martıyı sepetten aldı, başını okşadı önce, kanadını aldı baktı baktı. Bir ·kanada, martıya, bir Salihe bakıyordu durmadan, az önceki bir gö�e, bir topra�a bak­ tı�ı gibi uzun uzun. Sonra güldü, sonra gözleri yaş içinde kaldı, konuştu. Salih onun konuşmasından önce bir şey an­ lamadı. Sonra sözlerini apaçık duydu. «Bu kuş uçamaz, bu martı ölür.» Salihin kula�ında durmadan güm güm bir da� ·öttü. Gözleri karardı, fır fır başı döndü, sallandı, o anda da ken­ dine geldi, Cerrah Alinin elindeki kuşu kaptığı gibi aldı yatırdı, tahta perdeyi bir anda aştı, denizin �yısına ne za­ man, nasıl geldi�ini bilemedi. Şimdi martısı önünde, sepe­ tin içinde, canlı, gözleri fıldır fıldır, ona sevgiyle bakıyor, di­ . ri kanadını da arada bir havaya kaldırıp çırpınıyor, Salihip de yüzü iki eli arasında düşünüyor.

Ulan Şehzade, sen adam değil mısın be? Sana bu ka­ dar iyilik yaptı bu çocuk. Seni doğurttu, sana arkadaş oldu, sana yedi denizlerden gidip, yaşlı Temel Reise deniz kız­ ları yakalatıp seni everdi. Sen de onun elinden tutsana. Kos­ koca bir denizler Şehzadesinin, hem de yedi denizler, biltek­ mil ada�ar, has bahçeler ve hem de yılanlar üstüne bir tek Şehzadesin, insan hiç dara gelmiş sıkışmış arkadaşını düşün­ mez mi? İnsan Şehzade de olsa hiç böyle gelmiş sıkışmış ar­ kadaşım düşünmez mi? Adam Salih gibi bir arkadaşının ha­ lini sormaz mı? Çok ayıp ettin çok, yılan Şehzade. Sana hiç yakışmıyor bu işler. Bak, şu Salihin var ya, şu darı dünya­ da bir tek arkadaşı var, o da martısı, onun da kanadı kırık, Salih onu Cerrah Aliye götürdü, o Ali ki, ölüyü dirilten. . . Cerrah Ali de ona, senin martın ölecek, dedi. İşte bu yüzden de Salih yataklara düştü, kederinden ölecek. Ölecek canım. Hiç insan bir küçücük martı için can bir yoldaşının ölümü­ ne razı olur mu, elinde, yanında bu kadar cerrahın, ·dokto­ run var. Bu ne biçim arkadaşlık, bu ne biçim insanlık? Ne­ redesin, Şehzade? Yetiş Salihe. Bu martı ölürse, Salih de

325


ölür. Bir martı için Salih deli mi ki ölsün? Sen Salihi bil­ mezsin, o bir martı için de�il, bir ·kannca için bile ölür. Ye­ ter ki kannca onun arkadaşı olsun. Bak, sana söylüyorum, Salibin arkadaşısın, sana bunca iyilik etmiş bir kişinin öl­ mesini istemiyorsan, kurtar martı yavrusunu. Salih bu mar­ tı yavrusunun ölümünden sonra bir an bile, göz açıp kapa­ yıncaya kadar yaşayamaz. Martı ölür ölmez, o da arkasın­ dan düşüverir, düşüverir de hık diye canı çıkıverir. Bir mar­ tı da ne ki, bir Padişah o�lu için. . . A�lama, ne var a�la­

yacak . Salih ölmesin, dedi Şehzade. Ben Erciyes da�ına diyorum. olur,

Ben

dediler.

gelinceye Martı

kadar

ölmeyecek.

martı

ölmeyecek.

Ereiyesin

gi­

Ölmesin,

bahçesinde,

ben

o bahçede dünyaya geldim, o bahçede her yaratı�ın, her has­ talı�ına ilaç var. O bahçede her açan çiçek bir can açar .

. .

O bahçede ölümün bile ilacı var. Ölümün ilacına öliimlüler

:vaklaşamaz. Salih ölecek . «Martı ölecek.» «Martı ölmeyecek,» dedi Şehzade. «Sen bir yılandın, yılandan nasıl insan oldun?» «Ben insandım,»

dedi Şehzade. «Beni yılan etmişle �di . Şu yeryüzünde her şey insan. Kurt karınca, börtü böcek, ot çiçek, kuş, kamış, at eşek, fil, hem de tek boynuzlu gerge­ dan. Hepsi, her şey insandır. Toprak, taş, madenler, yıldız­ lar da insandır.» «Kuş da mı, kuş da mı?» «Kuş da insandır,» dedi Şehzade, «arı da . . . Ben bir

za­

manlar arı da oldum. Boncuklu bir an ki bakmaya kıyamaz­ sın. Salih de beni tuttu ipe ba�ladı, sonra da bıraktı. Öldü­ recek diye ödüm koptu. Yedi gün, yedi hafta, yedi ay, yedi yıl şu dünyayı arı olaraktan dolaştım.» «Öyleyse martı da insandır.» «Martı da insandır,» dedi Şehzade. «Martı hiç insan ol­ maz olur mu?»

«Öyleyse Salih . . » .

«Salih haklıdır,» dedi Şehzade. «Ben nasıl yılanken in­ san oldumsa . . . Karım nasıl deniz kızıyken, yarı balıkken in­ san olmuşsa, o martı da . . . »

' 326


cO martı da insan olacak. • «Olacak ya,» dedi Şehzade. «Salih çok yalnız ama . . . Hiç dirli�i yok fıkaranın. Bü­ yük anası var ya, onun boynunu sıkacak. Martısının da boy­ nunu kopanp atacak. Salih çok korkuyor ondan, ninesinden. Vay fıkara Salih. Salih bu dünyada çok yalnız. Sen yılan­ ken ne kadar yalnızsan, Salih de ondan daha beter yalnız. Çok da korkuyor. Ninesi, yani büyük anası, yüzü de kırış kırış örümcek a�ı gibi, bir gece Salibin boynunu sıkacak sı­ kacak, sıkacak, Salibin gözleri kurba�a gözleri gibi pörtle­ yip dışanya u�rayacak, boynu da kırılıp ölecek. Martısının da boynunu kopanp ölüsünü Salibin ölüsünün yanına ata­ cak. Şu dünyada Salibin hiç kimi kimsesi yok ki. . . Salih yapayalnız, yapayalnız. . .

Anası bile, anası . . .

Abiası bile . . .

Balıkçı Mustafa bir tek, onun da elinden hiç bir şey gelmez. Salibi bu kasahada canavarlar çevirmiş. Bu kasaba Salibe toptan düşman . . . Vay Salih, fıkara Salih, kimsiz kimsesiz Sa­ lih . Şu Salibin başına gelenler.» cFıkara Salih,» diye derinden içini çekti Şehzade. Çok kızdı,

çok. Yumruklarını sıktı.

Boynunun damarlan şişti.

«Gönül diyor ki şimdi gene yılan ol, şu dünyayı yılanlarla dolduu «Dur, olma yılan, dur Şehzadem . Salih bunu senden is­ temez. Yılanlık iyi de�il.» o:Çok sılç.ıldım yılanlıkta,» dedi Şehzade. «Salih beni kur­ tarmasaydı ölünceye kadar yanmıştım. Yılan olmayınca da şu Salihe zulmedenlere bir şey yaparnıyorum ki. . . » «Başka bir şey düşün Şehzade. Salibin hali kötü. Bah­ ri bile, Cemil bile, Balıkçı Mustafa, Doktor Yasef, İsmail Us­ ta bile ona yardım edemiyorlar. Salibin hali kötü Şehzade. Bu kasaba, kurdu karıncası, iti köpe�i, genci yaşiısıyla ona düşman. Ninesi de hem onu, hem martısım öldürecek, bo­ yunlanm bir gece herkes uykudayken koparacak. Elleri mi, ohhooo, onun elleri mengene gibi. Onun elleri elli yıldır mekik ata ata bir güçlenmiştir ki demiri tutsa ezer . . . Delil

ki fıkara Salibin incecik boynunu. 'Ninesi var ya ninesi. . .

Ninesi var ya ninesi. . . Her çocu�un elin�e bir martı, bir

327


mavi kamvon. He� çocukta . . . Kasahada kaç çocuk varsa o

kadar. o kadar mavi, mavi, mavi kamyon. . . Ninesi var ya,

iki parma�ıyla tutsun Salibin boynunu kopanr da atar. Mar­ tısının boynu mu? Vah fıkara martı.»

cYılan olacağım yılan,» diye ba�ırdı Şehzade. cKıpkır­ mızı, yalım saçan yılan. Yılanlara da Padiş�h olaca�m. Bu kasahaya gökten ya�aca�ım, yerden bitece�im, denizden ge­ lece�im . . .

Saraca�ım kasabayı . . .

·

SÖyleyin

bakalım,

neden,

neden, neden banndırmadınız parmak kadar bir çocu�u, ne­ den? Haydiyin, söyleyin bakalım, şimdi ben ne yapayım si-

. ze? Yılanlar ordusu sardı kasabanızı . . . Bir tekiniz dışarıya çıkamaz. Yukardaki Füzesavar alayı mı, hahhaaah . . . Ne ya­ par bu kadar yılana Füzesavardaki Albay, üstelik de bir karış boyu var. Yılanlar isterlerse görünmez de olurlar. An­ ladınız mı?

Görünmez

olup,

sokarlar,

sokarlaaaar,

anladı­

nız mı, ahmak kasabalılar? Doktor Yasefi mi, o çocuklara be­ yefendi diyen doktoru mu, onu hiç sokarlar mı hiç! Temel R�isi mi? İnsanın hasını yılanlar insanlardan daha iyi bi­

lirler. Hele yılanlar gelsinler bu kasahaya Temel Reise bir

sırça saray yaparlar, güneş sarayı . . . İsmail Ustaya da bir sır­ ça ev yaparlar . .İsmail alçakgönüllüdür, ne yapsın sırça sara­

yı o, de�il mi?» «Sen yeniden yılan olmayacaksın, Salih buna izin vere­ me�. Şehzade. Salih buna izin veremez, veremez. Sen bir ke­ re yılan olunca, bir daha insan olamazsın.» Salih ateşler içinde yanıyor. Hep sayıklıyor. Salibi ev­

reisi

gün çok dövdüler çok. Kemiklerini kırdılar. Arnavut

bahçıvanın o�lu Behçetle Boşnak Hüsnünün o�lu Nihat . . . Bir

de arkadan Çerkesin o�lu geldi. Kemi�ini kırdılar o�lanın. Suçu neymiş çocu�un? Salih de bilmiyor ki suçunu.

Behçet cumartesi günü onu caminin avlusunda yakala,. dı. Salih o sırada cami çeşmesinin havuzunda kanadı kınk martısını yüzdürüyordu. Behçet çok sert, onu omuzundan tuttu kaldırdı . Beh­

çet bıyıklı, kocaman, uzun· boylu. Behçet omuzundan tutup

Salibi kaldınnca, culan piç o�lu piç, ulan vatan haini,» de-

328


di, saJlı sollu Salihe tokatlan indirdL Salih üç kere yere öteki tek eliyle Salibi kaldınp ver etti tokatı çocuta, gene yere serdi. Sallhin aizının bumunu kanı biribirine ka­ rıştı. Salih, bu canavar, martısını öldürecek diye korkuyor­ du. Ama o canavar çeşmenin havuzunda yüzen martıyı gö_rmüyordu bile. . Salibi iyice peıişanlatan, ondan iyicene öfkesini alan Behçet, cami çeşmesinin muslutunun altına Salibin başını sokarak kanlannı yıkadı. Onun kanlannı yıkarken durmadan söyleniyordu: «Bir daha, bir daha yap bakalım. Bir daha. . . » diyordu. «Bir daha. . . Bu sefer sen de Ankaradakiler gibi, sen de öl­ dürüleceksin.» . «Ne yaptım?» diyebildi ancak atzı burnu durmadan kanayan Salih.. «Ben ne yaptım ki?» . Behçet çok öfkelendi, gömlelini tuttu, hızla çekti: eYa bu ne, bu neh dedi. cNe var onda?» diye sordu Salih. «Kiin bu biliyor musun?• öfkeyle sordu Behçet. «Turist kızın sevgilisi,» dedi Salih. Alzı burnu daha ka­ nıyordu. «Hani bu gömleli bana veren turist Alaman kızı var ya . � İşte onun sevgilisi. Ben bu gömleli çalmadım ki. . . Neden çalacakmışım, bana o kız verdi bunu . . . Sevgilisi . . . • «Sevgilisi mi?» diye yumşadı, ikirciklendi Behçet. eYa kim olabilir,• diye bumunu çekti Salih. «Beni niye dövdünh «Biz komandoyuz,» dedi Behçet. «Bizim işimiz bu. Bize emir verirler, biz de insanları döver öldürürüz. Biz koman­ doyuz.» Salih bu koroandoya çok şaşırdı. Martısını iyi ki görme­ miştı bu çok öfkeli komando. . . «İyi biliyor musun ki bu gömlekteki resim turist kızının nişanlısının resmi oldulunu?» cBilmem,• dedi Salih. «Ben ne bileyim, bana öyle söy­ ledi.» eBu başka bir adama benziyor,• dedi komando Behçet. «Araştıracatız. Eter bu resim turist kızın nişanlısı delilse . . . Sen yandın.»

düştü,

·

.

-


«Ben ne bileyim,» dedi Salih. Çok öfkelenmişti bu hak­ sızlı�a ya, komandonun martıyı görmeyişine de sevinmişti. Pazartesi günü

Behçetle

Nihat

onu

denizin

kıyısında

buldular. Arkadan da Çerkesin o�lu geldi . ·

Behçet:

«Gel ulan buraya, » dedi. «Senin halin duman.» Cebinden bir resim çıkardı, Nihat, Çerkesin o�lu, uçu birden uzun uzun bir gömlekteki, bir ellerindeki resme bak­ tılar. «Bu o,» dediler . «Yakaladık . Şebekenin kolları buraya,

kasabamıza kadar uzanmış . . . ,.

Salibi uzun uzun sorguya �ektiler, sonra da ona hiç bir şey söylerneden gittiler. Gene martıyı görmemişlerdi . Mar­ tı, Salibin deniz kıyısına yaptı�ı, bugünlerde daha da ge­ nişletti�i havuzda yüzüyordu. Cuma günü koyakta buldular onu komandolar, hiç bir şey söylemeden üstüne atılıp onu yere yatırdılar; gömleğini sırtından çıkardılar, önce gömleğinin üstündeki resmin, bir tırnak makasıyla soğukkanlı, zevkle a�ır ağır gözlerini oy­ dular. Sonra, sonra beresindeki kırmızı yıldızı kestiler, son­ ra da resmi boynundan kestiler. Salih seyreyliyordu. Göm­ lek kan içinde kalmıştı. O sakallı, yumuşak bakışlı. beresi­ nin

alnı

yıldızlı

gözlerinden

güzel

adamı

kan akıyordu,

Salih

çok

boynundan,

sevmişti . Resmin

ağzından,

kesilmiş

kulaklarından toprağa şıp şıp kan damlıyordu. Resmi, gömleği küçük küçük kesip bitirdikten sonra ko­ mandolar Salibe geldiler, onu bir daha :Alaman turist kız üs­ tüne sorguya çektiler. Salih dersini iyi almıştı, hiç bir şey bilmiyor, söylemiyordu. «Öyle mi?» «Söylemeyecek misin?» «Vay Allahsız vay . . . Vay vatan düşmanı vay!• «Ulan sen bu resmin kimin resmi olduğunu bilmiyo.r musun?•

«Bi. . . bi . . . bilmiyorum . . . »

«Bilmiyor, bilmiyor ha . . . Pezevenk, vatan haim . . . » «Bilmiyor da bu gömleği neden giyiyorsun? »

330


Işte Salih buna karşılık veremiyordu. cYılanm başım küçilkken ezmeli ki.. . » cBak bu resmin kimin resmi oldutunu bize söylersen. . . » cBilmiyorum.» Sordular, soruşturdular, kırk dereden su getirdiler, sert­ leştiler, yumuşadılar, yalvardılar, ona para teklif ettiler, ama Salibin aiZılıdan bir söz alamadılar. Biz Türküz, bu vatan bizden sorulur, Türk olmayaniann hepsini birden keseceJiz, dediler, bu zalimin, bu hainin aJzından bir tek sözcük bile alamadılar. Belli, besbelliydi ki iyi elitilmişti Salih. cDurun,» dedi Behçet, cben onu şimdi bakın nasıl söy­ leteceAim.» «Babamızın oJlu delil ki bu hain,• dedi Nihat. cVarsın ölsün,» dedi Çerkesin oJlu. cMademki kanıınıza ihanet ediyor bu. O resmi gölsüne asıp dolaşıyor kasabada, propaganda yapıyor.» cŞu mendili aJzına kapa da sesi çıkmasın bu orospu çocutunun,» dedi Behçet. «Anlasın görsün bakalun biz na­ sıl bir Türküz,» dedi Behçet. •Biz şanlı Türküz,» dedi Nihat. eBunların yakında hep­ sini öldürecejiz. Hele bir emir çıksın BaşbuJdan,• dedi Çer­ kesin ollu. «Bu mikroplann, bu Rus döllerinin. . » Nihat böyle diyerekten Salibin alzına uzun bir cebel­ leşmeden sonra mendili tıkayabildi. S�tlih onun elini üç ye­ rinden ısınp kanattı. •Kuduz köpek gibi orospu çocutu.» cO görür şimdi.» Başladılar Salibi dövmeJe. Dövdüler, saçını çektiler, kal­ dırdılar kaldırdılar yere çaldılar onu. Top gibi biribirierine attılar, bir saat kadar sonra da aJzındaki tıkacı çekip Behçet sordu ona: cKimdi bu adam?» cO kızın abisi . . . » •Vay orospu çocuJu.» Salibin bacalına bir tekme patıatıp onq yere yuvarla­ dı. Tutup geri kaldırdılar. eKim?» .

·

331


Salih düşünüyor, araştırıy�r, kafasım patlatıyor, o sa­

kallı adamın kim oldutunu bir türlü bulamıyordu. Birden:

«Babası,• dedi sevinçle. cO kızm babası. Bana öyle söy­ lemişti de unutmUŞlim.• · «Vay orospu çocutu.ıt Salih bir tokatta gene yeri buldu. Kaldırdılar. eKim?• Salih düşünüyordu. «Kim? •

Ah, bir bulabilseydi bu adamın kim oldulunu, aaah! cO kızın kocası.• eKimi kandınyorsun ulan?ıt «Kaça�çı, kaçakçı o adami• cNe kaçakçısı be?• c Sigara.•

cl�izi kandınyorsun köpek.• cVallahi kandırmıyorum abiler. Bu adam var ya, Metin abinin . arkadaşı. . . Hani Met.in abi var ya. . . İşte onun. Bizim komşumuz. Ben yalan söyledim. Bana o gömleli var ya, Me­

tin abi verdi···• Behçet, Nihat, Çerkesin otlu çok sevindiler bu sözlere. Salihi yere yatınp üçü üç yerden bir iyice dövmele başla­ dılar gene. Bu sefer aizını tıkamamışlardı. Onlar vurduk­ ça Salih kurtulmak için: «Nişanlısı, yaa, nişanlısı . . . Yok yok, komşusu. . . Kaçakçı. . . Sevgilisi . . . Amcasının ollu. . . İşte işte, bir şeysi. . . Tokmakçısı. . . İşte işte, hiç bir şeysi. . . Amcası . . . Teyzesinin ollu . .

Komando . . . Korsan . . .• diyordu. Aklına ne, hangi iş, hangi · meslek, -hangi akrabalık gelirse söylü­ .

yordu. Bu sefer de onu orada yerde bırakıp alacın altına çe­ kildiler, uzun uzun, her hallerinden çok önemli oldulu belli olan bir fiskosa durdular. Fiskostan .sonra Nihat geldi .aya­ l!yla onu dürttü: «Kalk ulan,• dedi, «Kalk ulan!• «Söyle ulan,• dedi Behçet. «0 bir eşkiya delil mi?• cEşkiya, eşkiya,• diye batırdı Salih. «Gerilla,• dedi Nihat.

332


.«Gerilla,

gerilla,»

dedi

Salih,

gerilla

neyse.

Yeter ki

bu canavar komandotann elinden kurtulsun da, o ince sa­ kallı, güzel gözlü, mahzun yüzlü adam kim olursa olsun, ona neydi. «Amerikalı,» dedi Çerkesin o�lu. cO bir Güney Ameri­ kalı.» Bilgiçlik taslıyordu. «Onu bizimkiler üç dört yıl önce şişlediler o vatan hainini.» cSenin de sonun böyle olur,» dedi Behçet, babacan . «Böy­

le işlere bu yaşta heveslenme.»

cO gerilla, gerilla,» dedi Salih, «Metin abi söylediydi ya, unutmuşum.» cGel,» dediler Salihe. Çerkesin o�lu bir koluna, Behçet bir koluna girdi, aldı­ lar götürdüler Salihi kasahaya do�ru. Martı sepetiyse ora­ da, çınar a�acmm altmda, gövdenin tam yanmda, bitişi�in­ de kaldı. Salih kasahaya giderken kendisini, acıyan, sökülen etlerini, korkusunu unutmuş, salt geride kalan martısını dü­ şünüyordu. Ya bir köpek; kedi gelir de yerse, parçalarsa kuş­ ca�ızı, ya bir çocuk gelir de. . . Çocuklar kopanrlar mı mar­

tılann boynuiıu? Hiç bir şey yapmazlarsa bile sepeti alır, mar­

tıyı şuraya atıverirler. . . cAbiler beni bırakın, nolursunuz,» diye yalvalma�a baş­ ladı Salih. İşte söylemişti ya onun öldürülmüş bir eşkiya ol­ du�nu, daha ne istiyorlardı?

O yalvardıkça komandolar seviniyorlardı. Sonunda Salihi, yalvarta yalvarta kasabanın polis kara­ koluna getirdiler. Çocuk bitkindi, ayakta duramıyordu. Ka­ rakolun Laz başkomiseri gülerek:

cHa kahraman� bu mi?» diye sordu gülerek. eBu midir o ito�lisi, vatan hayını?» Behçet: . cBudur,» dedi. cHa oni atm· da eşek cennetine bu gece j

konuşalim

oninla. Gösterelim da efendumuza, gö�silnde eşkiyanın resminu taşumayu da

...

Salihi_ karanlılç, tabanı vıcık vıcık çamur bir odaya at­ tılar. Karanlıktan. ödü koptu ç_ocutun. lçerisi bir de sidik,-

333


bir de koyu başka kokularla kokuyordu ki, Salih üç kere kus­ tu. Bütün bu başına gelen belalar içinde hep fıkara martısı­ nı düşünüyordu. Sabaha karşı babası geldi, karakoldan aldı onu. Salih halsii düşmüş konuşamıyordu. cMartım,» dedi, cmartım koyakta kaldı.» Babası anladı Salihin ne demek istedi�ni, Salihi sırtma aldı koya�a indi. Martı çınann kökünde oldu�u gibi duru­ yor, fıldır fıldır gözleriyle yöreye bakıyordu. Salih onu gö­ rünce cana geldi: «Beni sırtından indir, baba,» dedi. cYürüyebilirim.» Salih eve gelir gelmez, hemen kafayı yere vurdu, üç gün üç gece ateşler içinde kalıp sayıkiadı durdu. Martısını isti­ yordu hep . eKamandolar martımı yiyor, büyük anam martı­ mı yiyor,» diye çı�lıklar atıyordu, yataAmdan. eKamandolar beni öldürüyor, yetiş Temel Reis, yetiş Şehzadem, yılanım,» diye yataAından sıçnyordu. Sonra da kendinden geçiyor, yarı baygın yan uykuda alnı domur domur terliyordu. Bu üç gün içinde babası ona doktorlar getirdi, ilaçlar verdi. Büyük · ana bile yöresinde dönüp ona otlar kaynatıp içirdi. Üstelik martısına da kimsecikler dokunmadı. Martısı hep yata�ının içinde, koynundaydı. Martı ona . alışmıştı ar.,. tık. Sepette bir an bile durmuyor, bir yolunu bulunca do�ru

yata�a, Salibin koynuna giriyordu. İnsan kokusuna da alış.:. mıştı artık.

. Üç gün içinde Salihin ateşi düştü ya, yedi�i dayaklar­

dan halsiz düşmüş kan işiyordu. Her şeye karşın çabuk

iyi­

leşti. Ama yataktan çıkmıyordu. Ateşi çıksın diye de elin­ den her geleni yapıyordu. Dışarda,

ayazda

yan

çıplak,

d

a�açtan bu a�aca tırmanıp terliyordu geceleri. Kendini üşü­ tüp. . . Üşütüyordu da . . . . tstedi�i yemekleri yapıyorlardı. Her gün, her gün ona anası lahana sarması pişiriyordu. Balıkçı Mustafa da martısını hiç balıksız bırakmamıştı. Her akşam martısına kocaman, taze,

oynar oynar balıklan livanndan

çıkarıp getiriyordu. Balık ne kadar büyük olursa olsun, mar--

334


tısı hiç yutkunmadan onu ytıtuveriyordu . Hiç doymuyordu. Bir akşamda yedi, sekiz, on balık yuttu(tu oluyor, kursa(tı Ba­ lıkçı Mustafa eniştenin iri yumru�u kadar büyüyordu. Mar­ tı gittikçe de semiriyor, irileşiyordu. Ah, şu kanadı da böyle olmasa. . . O irileştikçe kanadı daha çok düşüyor, ucu yerde sürünüyordu. Salih çok acıyordu kuşuna. Bu kuş nelerden ge­ riye kalmamıştı ki. O komandolar var ya, Salibi dövenler, bir görselerdi martıyı, boynundan tutup kopanverirlerdi. . . Ya onu döve döve bayıltan, işemiklerini içirten polisler var ya, martıyı bir görselerdi . . . Martı evin içini bir kumandan gibi dolaşıyor, yöreye, tahtaların üstüne, masalara, yataklara, kilimlere, tezgahiara durmadan pisliyor, kimsecikler, hasta Salihten dolayı bu bok­ lu kuşa ses çıkaramıyorlardı. Hele Salih bir iyileşsin, ah Sa­ lih bir iyileşirse, o kuş, o boklu görürdü gününü. Bütün evi böyle apak bok içinde bırakmanın ne demek oldu(tunu gö­ rürdü. İşte o zaman da Salih hiç iyi olur mu ki . . . Yaralan, kemikleri sızlıyor, kendisini döven o komando­ lara karşı, polislere karşı içindeki onulmaz öç yarası azıyÖrdu. Son günlerde ateşi bir iniyor, bir çıkıyor, durmadan da zayıflıyordu. İçindeki azan öç onu hiç rahat bırakmıyordu. Onu döven Arnavut o(tlu komando Behçet, Boşnak o(tlu ko­ mando Nihat, bir de komando Çerkeso(tlu gözünün önünden hiç gitmiyorlardı. Hele bir büyüsündü Salih, hele . . . Ama bü� yümeden de bu canavar komandolara bir şeyler yapılabilir­ di, bu canavaı: polislere. Yataktan çıkar çıkmaz ilk Bahriye koşacak bu canavariann kendisine yaptıklarını ona bir bir anlatacaktı, bir bir. . . İşte o zaman. . . Şu babası var ya, hiç bir boka yaramazdı. cO gömleklerden bir daha giyme, oğlum, turis�er verseler de, üstelik üstüne para da verseler giy­ me. Çok tehlikeli o . gömlekler, o gömle(tin üstündeki adam var ya. . . İşte o. . . O işte. . . Bqka, tehlikeli, propaganda bir adam . O gömlek yüzünden benim de başım belaya girciL Be­ nı de karakolda, o zindanda bir . gün bir gece tuttular. Zor kurtardım cammı komandoların, polislerin elinden, zor. Aman otlum sen sen ol, bir daha o gömleklerden giyme. Hele göl­ sünde . o ad amın resmi varsa, aman ha elini sürme,» diyordu

335


da başka bir şey demiyordu. ·O komandolar var ya, babasının da, bütün kasabanın da gözünü korkutmuşlardı. O gömle�in üstündeki adam iyilerin iyisi, bu dayakçı ko­ mandolar, polisler, babası kötülerin kötüsüydü. Büyüyünce gidecek o eşkiya adamın çetesine katılacak, bu dayakçı ko­ mandolan ve hem de polisleri öldürecekti. Bahriye de söy­ leyecek, Cemile, · Kayaya, Erhana da söyleyecek, onlan da . alıp götürecek, o eşkiya adamın çetesine yazdıracak, bu ka­ sahaya, dayakçı komandolara, dayakçı polislere kan kustu­ racaktı. Ve hem de Mustafa Kavalın o�luna. Ve hem de Sa­ kallı Haydara ve hem de ötekilere yapmadı�ını bırakmaya­ caktı. «İşte böyle Şehzadem. Salihi dövdüler Şehzadem. Ne­

yin nesi oldu�unu bilmedi�i bir resim yüzünden. Sen de öy­ le dur elin kolun ba�lı. Senin başına bir iş geldi�inde Sa­ lih böyle mi yapmrştı? Salih senin başına bir iş gelse, şimdi bile canını vermez mi senin yoluna, söyle Şehzadem?»

ı «Verir,» dedi Şehzade. «Ama ben yılanken güçlüydim, şimdi insan oldum, ne geilr ·elimden. tnsanlıkta el elden üs­ tündür ta arşa kadar.» «Bir de Salih kan iŞiyor. Ölümlerden kurtuldu. Onu üç tane koroandoyla polisler dövdü. Sen öcünü aimayacak mı­ sın Salihin? Ölümlerden kurtuldu.:. «Hele dur, bir düşünelim. Ben şimdi gene yılan olsam, dalsam o kasabaya, bir ucundan girsem, öbür ucundan çık­ sam, dümdüz etsem her bir yanı . . ; Bir kere yılan . olursam, artık bir daha insan olamam. . . Karım da d�niz kızı donu.. na girip hemen beni bırakır yedi denizierin arkasına gider. Ben ne yapayim şimdi?» dedi, düşündü Şehzade derin derin. «Aman yılan olma. Ya Salih ölseydih . ' . cSalih ölseydi yılan . olur derhal, o kasabayı yerle bir ederdim.» . «Metin abi de gitti gelmedi. Öld mü acaba Şehza­ dem?ıt «Metin mi, o e öyle. mi? O ölür- mü hiç, dokuz canlıdır o.» Güldü Şehzade. «Salih var ya Şehzadem, bu dayaktan, hakaretten, zu-

Ü

M' fuı

·


!ümden sonra öcünü almadan bu kasahada � gezer de, bir

kimsenin

yilzilne

nasıl bakar? Salih o üç komandodan öcünü

almadan nasıl yaşar, sen söyle Şehzadem?ıt cHele bir düşünelim. Korsaniara bir sorayım . . .• dedi Şeh­ zade.

Kasaba kalın bir sis altındaydı. Apak &iste kimse bur­

nunun ucunu göremiyordu. Denizden, sisin ardından gürill­ tüler, zincir, denize inen demir sesleri geliyordu. Caminin oralardan, kasabanın ortasından bir: «Geliyorlar,• sesi duyuldu. «Geliyorlar, geliyorlar! · Kor­ sanlar kasabayı bastı.• Başta Metin, onun yanında Şemade, onun da yanmda ellerinde makinalı tabancalar Şehzadenin adamlan korsan­ lar. . . Arkalaniıda yüzlerce kişi. . . Heı;»sinin de elinde maki­ nalı tabançalar . . . Belki bin, iki bin

kişi.

Metin emir verdi: cKasabada ne kadar insan varsa yedi­

den yetmişe, hep buraya gelsin, şu alanda toplanamlar� On­ lara bir iösterim var.• O anda bütün kasaba zmkazınk bütün alanı doldurdu. Metin emir verdi: «Arnavutollu Behçeti, Boşnak Nihatı, bir �e Çerkesollunu getirin,• dedi. Göz açıp kapayıncaya kadar üçünü de korsanlar yakalamışlar getirdiler, ulu çınann gövdesinin oraya diktiler. Metin: «Polisleri. de isterim,• dedi. «Salih· de gelsin.• Şehzade orada durmuş susuyordu. Ellerini beline koy­ muştu, öfke içilıde oldulu belliydi. Bir gil\l'ercin geldi çına­

rm dalına kondu. Şehzade o güvercini göriince yilzO. soldu, el­ leri titredi.

·

Temel Reis:

.

cŞehzadem,• dedi, «ba istersen vuruvereyim onu.• «Şimdilik dut Reis,• dedi Şehzade.

·

·

Metin: cB\ıraya gel Salih,• diye seslendi . Salih daha yeni kalkmıştı hastalıktan, zor yürilyordu. Alır alır geldi, Metinin karşısmda durdu.

33'1 .


cSeni bunlar mı döve döve öldürdüler, kan işettiler?» diye sordu. Salih: cBunlar,• dedi. «Şimdi Salih, sen var, şu üçünün de yüzüne teker teker, bu kadar adamın içinde tükür,» dedi Metin. . cOlur,» dedi Salih, aizını kocaman kocaman tükrükle doldurup her üçünün de suratına chaktuuu• diye tükürdü. cŞu polislerde de bütün insanların hakkı var. Hepiniz on­ lann üstlerine yürüyün. Bir parçaları· kalmasın.» ·

Kalabalık o polislerin, dayakçı komandotann üstüne ho­

murtuyla, kızgıniılda yürüdü. . . Ortalık karıştı. Bir . toz du­ man, sis, balırtı çalırtı, çatırtı gürültü, her şey bir

sis arka­

sındaydı. Çıllıklar, allamalar. c Oldu Şehzadem. Sen istersen ne olmaz ki . . . • «İlle de Metin,• dedi Şehzade. eBu dünyada Metin olma­ sa iıe ben,

ne de

babam, hiç bir iş göremeyiz.•

cMartıyı da kurtarmak gerek Şehzadem. Kanadı kırık. İşte o zaman, yani martı iyileşir de uçarsa, işte o zaman Salih cana gelir. Yoksa Şehzadem, Salibi ölü bil.• cBen ne yapayım ben?• dedi Şehzade. «O kasabada hiç martı kanadı iyileştirecek kimse yok muymuş da bana . ge­ liyorsunuz?» cYok. Martıların kanadı kınlınca martılar yaşayamaz­ lar, erinde geeinde ölürlermiş. Marttiann kırılan kanatlan da hiç bir zaman bitmezmiş.• cO Salih de başka kanadı kınk bir kuş bulamamış mı?

tııe de kanadı kınk . martı. Karta! göndereyim ona, atsın de­ nize o kanadı kınk martıyı.» c OlmaZ.» cŞahin göndereyim.• c Olmaz.•

cTavuskuşu . . . ıt «OlmaZ.» «Bülbül, kanarya, saka göndereyim.• «Olmaz.•

338


«Yeşil, san, kırmızı, mavi, som mavi, mavi mavi halkı­

yan, yanar döner yeşil papatan göndereyim ona, insandan

da daha iyi konuşan.» «Olmaz . . . •

•Vay be, neymiş bu martı yavrusu?»

«Ne olacak, Salibin arkadaşı. Gözleri de fıldır fıldır, cin

gibi. Şim:di var ya, Salibin koynundan ayrılmıyor. Ne yazık,

kanadı kınk . . . »

«Dur,• dedi Şehzade, «düşüneyim. Mademki o inatçı Sa­

lih başka bir kuş istemiyor, dur bir düşüneyim, nerede mar­ tı yavrusu kanadı iyileştirecek bir merhem bulabiliriz ki?» «Nerede mi, nerede olacak, Ereiyesin has bahçesinde . . .

Sen orada doAmadın mı? Oradaki bütün çiçekler seninle ko­ nuşurlar ki, sana tekmü, Lokman Hekime söyledikleri gibi, hangi hastahtın ilaeı olduklannı söylerler.»

cDolru,» dedi Şehzade, «ben yanndan tezi yok dolru Ereiyesin has bahçesine gidip martının merhemini alıp ge­ tiriyorum.• «Ölümün otunu da unutma. Bu dünya c kadar tatlı ki,

ölmek gerekmez.»

«Ölmek gerekmez, olur,» dedi Şehzade. «Hazır gitmiş-

ken,- ölümün otunu da alıp getireyim.»

«Biraz da Salihe . . . Salih ölmesin fıkara . . . »

«Ölmesin, yaşasın Salih,• dedi Şehzade. •Biraz da sılna.»

•Biraz da bana,» dedi Şehzade. «Biraz da deniz kızına.» «Olur,» dedi Şehzade. «Kanm iyi bir kadın çıktı, helal,» dedi Şehzade.

«Çocuklanna da . . . •

«Onlar da ölmesin,• dedi Şehzade.

«Biraz da Metine. Biraz da Temel Reise.»

«Haklısın,» dedi Şehzade, «onlar da ölınesinler biç, kı­

yamete kadar yaşasınlar.»

«Biraz da İsmail Ustaya . . . »

cOlmaz,» dedi Şehzade. «Tamam. Bu sebil suyu mu ar­

kadaş, ölümün otu, ölümün otu. Yüz bin yıldan bu yana in-

339


sanollu, çil süt emmiş insanoll mıyor.»

o otu anyor da bula­

cBulamasın.» «Bulamaz,» dedi Şehzade. «Bir Lokman Hekim bulmuş.» «Uydurma,» dedi Şehzade. «İnsan ölümün otunu bulur

da hiç elinden kaptınr mı, ben bulayım da bak . sen, Ezrail bile elimden alamaz.»

eSen yılan Şehzadesin, senin elinden kim alabilir ki . . .

Biraz da Salibin martısına . . . » «Onun kanadını iyi edecetiz, o uçacak gidecek kanadı iyi olunca.» cVarsın martı da ölmesin.» ' «Martılar ölümsüzlük istemezler,» dedi Şehzade. «İnsan­ dan başka .hiç bir yaratık ölümsüzlük istemez. Onlar ölüm­ süzlük ne, ne bilsinler? Bir insanollu can atar ölmemete.» «Can atar. Yaşşa Şehzade.» Şehzade saraya gitti, anasına babasına, karısına, böyle böyle, dedi. «Ben Ereiyesin has bahçesine, hani beni size o bahçe vermişti ya, . işte ben o bahçeye ölüm otunu aramata, ' bulmala gidiyorum. Ölmek istemiyorum.» Babası sevinçle:

«Olur, git,» dedi. «Bana da, ha, olur mu,

bana da.»

cSana da,• dedi Şehzade. Anası: «Bana da . . . » Şehzade: cAnacıtım, tabii sana da . . . »

Deniz kızı:

«Bana da, bana da . . . » «En başta sana ,» dedi Şehzade . Atma bindi, gece çeki­ lir, tan yerleri ışırken saraydan

çıktı,

Anadolu bozkırma

sürdü. Salibin mavi gözleri hiç aklından çıkmıyordu. Mavi de­

rin, düşlü, insanın ta yüretine işleyen hüzünlfl gözleri . . .

340


Martı evin içinde dolanıyor, her yeri pisliyor, Salihse ya­ taktan çıkmıyordu. Herkes onun üstüne titriyordu.

Daha

uzun bir süre de çıkınayacaktı, eğer, eğer bu olay, Salihin yüreğini yerinden oynatan bu olay olmamış olsaydı . Kim söyledi, anası mı, babası mı, martıya balık getiren enişte­ güzelim, · sıcacık, şefkatli büyük abiası mı,

si Mustafa mı, o

o hastalandı hastanalı büyük abiası onun yanından hiç ay­ nlmıyor, durmadan onu kucaklıyor, öpüyordu, aaah, Salih hep böyle hasta olsa, hep yataklara düşseydi, nerdeyse o da­ yakçı

.iomandolara,

polislere

sağol · sağol

sağol,

diyecekti,

yoksa yoksa büyük anası mı? Salih olayı duyar duymaz, iş­ te bu inanılmaz bir maceraydı, giyinmeden dışanya fırla­ mış, orada öylecene, merdivenin sahanlığında durmuş, hay­ ran, lal ü ebkem kalakalmıştı. Gözlerine inanamıyordu, bu bir büyü, düş olmasındı? Kapıda üç tane kamyon duruyordu. Mavi kamyon da en baştaydı, pıl'll pırıl . . . Maviler uçuşuyor­ du. Nar çiçeği bu bahar gününde almış başını gitmişti. Sa­ nlar, morlar, yeşiller, kırmızılar biribirierine kanşmış, ha­ vada, ·

mavinin

ortasında

tatlı,

ıslak

uçuşuyorlardi�

Bütün

evin kapısını . örten asma çiçek açmıştı. Fesleğenler bahçe­ de

diz boyu, kokuyorlardı.

Salih ne yapsındı, hemen içeriye girdi, çarçabuk giyindi bahçeye çıktı. Anası arkasından telaşla seslendi, koştu: ctl'şütüp hastalanacaksın gene, nereye Salih?» Salih. durdu, dingin, hiç bir şey olmamış gibi: «Ben iyileştim,» dedi. Anası bir şey diyemedi buna. «Öyleyse bugün bahçeye çıkma.» cOlur,» dedi · Salih.

341


Arkasına baktı, martısı ayaklannın dibindeydi. Coşku­ dan onu unutup gitmişti. Buna çok üzüldü. Ama martısı, as­ lan martısı onu unutmamıştı. İşte ayaklarının dibinde do­ laşıp duruyordu. Ne tuhaf, derler ki bir tek kuş insana alı­ şamaz, kim der bunu, ya İsmail Usta, ya Temel Reis . tki­ sinden birisi. . . Onlardan başka bu dünyada her şeyi kim bilir ki. . . O da martılar. İşte bu kanadı kırık martı yavru­ su alıştı. Hem de insan gibi, büyük abianın aydınlık mavi, duru, büyük gözleri .gibi, sıcak, candan bakıyor gözleri. Ar­ kadaş, kardeş. . . Bir eksik vardı bu martıda ama neydi, ney­ di acaba? Kanadı kırık martı eksik martıdır, dedi kendi ken­ dille Salih, içinin eksikliğini, boşluğunu bununla kapatma­ ğa çalıştı. Kendisine dayak atan komandoları da, polisleri de hiç unutamıyordu . Martıyı denemek için bahçeyi bir baş­ tan bir başa fırdolayı yürüdü . Kuş, bir kedi, bir köpek gibi iki adım ardından onu izliyordu. Salih kamyonları unut­ muş gitmiş, martısına dalmış bahçede yürüyor, koşuşturu­ yor, martısı da ardında. . . Salih gözlerine inanamıyordu. Bah­ .

.

çe kapısını açıp dışarı çıktı, martı da arkasından. Sokağı geç­ ti, ana yola düştü, martı da arkasında. Fenerin oraya kadar koştu, baktı ki, martı da uzaklardan kendine doğru geliyor, bekledi. Martı geldi, onun tam ayaklarının dibine kadar . . . Kanatlarını açtı, yukarı, Salihe doğru atıarnağa çalıştı, ya­ zık, yazık, ne yazık kırık kanadı onu kaldıramadı. Eğildi martısını yerden aldı, yakasım açtı kuşu gömleğinin altına soktu. Martının ıslak, kaygan tüyleri derisine değince onu ürpertti, bilmediği, rluymadığı bir tadla. Sonra martıyı koy­ nundan geri çıkardı. Yardan aşağı, delicesine çiçek açmış, dünyayı koyu bir güneş sarısıyla doldurmuş katırtımakia­ rına yapışarak kıyıya indi. Martısı da arkasından geldi. Kı­ yıda, kumların üstünde ılık güneşte Salih önde, martı arka­ da yürüdüler. Deniz çok düzdü. Bir yanı yanıp sönüyor, bir yanı da güneşin altında ince ince ipileşiyordu. Küçük bahar balıkları düz denizden, mısır patıağı gibi, denize yağmur yağar gibi, yukan fışkırarak atlıyorlardı. Salih aşa�ıya Uzun adaya doğru döndü yürüdü. Kep­

çesini sakladığı yerde buldu, hiç kimse dokunmamlftı bile. _

342


Bacaklarını çemreyip denize girdi. Şimdi, bu aslan martıaı­ na bir balık, bir balık yakalayacaktı ki . . . Kepçesini denize salıp çekti�inde, kepçenin içi üstüste, sıçraşan, mavi kıvılcımlar, pırıltılar saçan küçük balık yav­ rularıyla dolmuştu. Kepçeyi oldugu gibi martının önüne koy­ du. Martı sevinçle kepçenin üstüne atıldı, balıgın beşini onu­ nu birden yutmaga başladı. Bir anda kepçedeki tüm balıkla­ n sümürdü. Salih bir daha, bir daha denize girdi, kepçeler dolusu balık çıkardı, martı da o balıklan bir anda, göz açıp kapayıncaya kadar yuttu. Ne kadar versen, o kadar

yutuyor­

du martı: Kursagı şişmiş, kendi kadar olmuştu . Şu dünya­ da da martılardan daha obur bir yaratık var mı acaba? «Yeter artık ulan öleceksin,• dedi Salih. «Seninle yann gene geliriz denize. Eeee, söyle bakalım delioğlan, senin şu kanadını ne yapacağız? Dünyada her şey olur da, kör insan, topal kannca, kulaksız eşek, her şey olur da kanatsız kuş olmaz. Kanadın da . . . • Balıkçı Mustafa eniştenin. . . Kınk kanada bakmayı bir türlü içi götürmüyordu . Kimbilir nasıldı yara,

kurtlanmış

mı, kokmuş mu, çürümüş mü? Korkuyorrlu Salih. Balıkçı Mustafa eniştenin sargısı ne olmuştu? Birden aklına düştü ki, martıyı yerden alıp koynu.ııa koy­ du kasahaya aldı yatırdı, eve geldi, merdivenin sahanlığına çıkınca avluda Metini gördü. Bıyıkları düşmüş, yüzü asık, tabaneası belinde, ceketinin altından çıkmış, bir

elini beli­

ne koymuş, bir eliyle saçlarını, ensesini kaşıyor, durmuş öy­ le kamyonlan kaygıyla seyreyliyor. Salih bir an durdu sahanlıkta, sonra birden, her şeyi ; unutup çitin üstünden karşı avluya atladı, geldi Metinin kar­ şısına dikildi, elini uzattı: cHoş geldin Metin abi,• dedi. Metin elini uzatıp onun elini sıktı: cHoş bulduk. Sen kimsin? • «Ben Salihiml• dedi Salih soğukkanlı, dingin. « İşte bu

evin oğluyum.•

eSen Osman abinin oğlu Salih misin, vay

343

be, amma da


büyüm� ulanf• Güldü, Salibin omzuna bir şaplak indircVay be, delikanlı olmuşsun be Salihl:t «Oldum,• dedi Salih. «Bak, sana bir şey deyim mi Me­ tin abi, seı;ı hiç korkma. O adamlar var ya, o macera adam­ lar, hani şuraya hançerleriı)i sapiayıp leylek gibi oturanlar, - sen gittikten sonra bu avluya hiç gelmediler. Herkesler de seni korsanlar öldürmüş biliyordu. Ben de... Ben sana bir acıduiı ki... Sonra dedim kendi kendime, onu kimse öldüre­ mez. Dünyanın -bütün kaçakçılan, korsanlan, maceraları bir araya- gelseler, ben dedim, Metin abiyi kimsecikler öldüremez. Öldürebilirler mi?• Gözlerini dikti onun gözlerine, sorusuna Metinden olum­ lu bir karşılık bekledi. Metin gülerek: «Beni kimse öldüremez,• dedi. Sonra da ekledi: «Beni niye öldürsünler ki . . . Salih telaşlandı: «Hani dedim ki .. O macera adamlar. .. Hani topraAa han­ çerlerini sokuyorlar, boyuna durmadan, dır dır, dır dır dır. . . Ne dedikle.ri de anlaşılmıyordu ya. .. Hani ben dedim... Bu kamyonlar eski mi, hani eskiden... O macera adamlar al­ mışlar götürmüşlerdi? Şunun gibi mavi bir kamyon... Her­ çocutun elinde, sümüklü her çocutun elinde mavi, mavi, soni mavi, som mavi bir kamyon. . . • Metin durmuş, _ biraz da şaşırmış, o dabnrş gitmiş, bir oyunda, durmadan: «Mavi, mavi,_ som mavi, her çocutun elinde bir som ma­ vi kamyon ... • eSen ne konuşuyorsun böyle, allahaşkına Salih?» Salih suç Üstünde yakalanmış gibi sapsarı kesildi, elleri titredi. Tam bu sırada ayalının dibinde martısım gördü: «Bak,• dedi, cMetin abi bak. Bu martı yavrusu var ya, benimle . insan gibi konuşuyor. Bir köpek gibi de ben nereye gidersem arkarndan geliyor. Bu kamyonlar o kamyonlar mı?• Metin, Salibin hallerine çok sevinmişti, gülüyordu. Da­ ha önceki düşüncelerini, kederini, işlerini unutmuş gitmi.şti. eBu kamyonlar yepyeni Salih... Pınl pinl. Bit daha - o di.

,.

.

·

·

·

·

344


hançerli adamlar da gelip alıp götüremeyecekler kamyon. . ları.» cBinebilir miyim?» diye . sordu Salih. .Bunu sorarken te­ peden tımala hoş bir ürpertide titredi. cO da tıe demek Salih, binersin tabü. İstersen, büyü­ yünce kullamrsm.' da, ister maviyi, ister. . . • cBen maviyi kullamnm,• dedi Salih coşkuyla. cMavi be­ mm.» .

cMavi senin,» dedi Metin. Salih kamyonun koskocaman tekerielinin yaruna geldi, boyu tekerielin boyundan ancak iki kanş daha yüksekti. Nasıl binecekti ki ·kamyona? O orada kıvramp dururken Metin: «Dur Salih,» dedi. cSeni ben bindireyini kamyona.. » cOlur,» dedi Salih. eSen bindir.» Metin Salibi aldı mavi kamyonun, nar çiçeli karaserinin içine koydu. Salih sevinçten uçtu. cMetin abi?» cSöyle Salih.» cŞu martıyı da buraya versen olur mu? O akıllı bir mar­ tıdır, kamyonun içine hiç pislemez.» cOlur, vereyim,-. dedi Metin, kuşu da aldı, kanatlarıru, sırtını okşayarak Salibe verdi. «Ben şuna aşalı gidiyorum Salih. Sen burada, kamyonlada istedilin kadar oyna.» Aynldı oradan, fenerin oraya yürüdü. · Salih kamyonun karaserisi içinde oynamala· başladı. Bir ara işemesi geldi. Xaroserinin içinden karşıki alacın dalına kadar çövdürdü. Dalın yapraklan ya.lmur yatmış gibi ıpıslak oldu. . Sonunda kamy�ndan inmenin, öteki kamyonlara martısıyla birlikte binmenin, kapıları açıp direksiyonlara . oturmanın yolunu da buldu. Metin lkindiye dofrÜ avluya döndü ki, Salih kendinden · geÇmiş, mavi kamyonun içinde oynayıp duruyor, top atsari duymayacak. Salihin halleri Metini mutlulandınyordu. Onun için de ora4a, zey� alaemın altmda durmuş kamYonla ın:.. ceden· ineeye ulraşan Salih1 seyreyliyordu.· .

·

·

·

345 ' .

·


Bir ara Salih başını kaldırdı ki, Metin onu seyreyliyor. Karşılıklı bir süre durmadan biribirierine güldüler. Metin: «İyice oynadın, deltil mi Salih?» diye sordu. Sevinçten taştığı her halinden belli oluyordu. «İyice oynadım,» dedi Salih. din o

«İyi

ki alıp geriye getir­

macera adamlardan kamyonlanmızı.

Çok

çok

kamyonlar, bayıldım. Bir de sürnıesini öftrenirsem

. . .

»

güzel

«Öğrenirsin, ben sana öğretirim,» dedi Metin. «Gerçekten öğretir misin?» «Niye öftretmeyeyim,» dedi Metin. Salih usulca kamyondan,

martısı kucağında, indi.

İner

inmez de kuşu yere koydu. Metine yaklaştı: «Gel gel,» dedi usulca, korkuyla, cgel Metin abi gel, sa­ na bir şey söyleyeceğim.» Bahçenin ucundaki nar aftaemın altına elinden tutup çekti onu . Metin merakla

arkasından

gitti onun. cGel gel, Metin abi gel. Bak, sana ne söyleyim. İyi dinle beni.» Metin gözlerinin içine hayran, dost, sevgi dolu, da yalvararak,

onuru

kırılmış,

ezilmiş,

derin

mavi,

biraz yum­

şak gözleri büyüyerek bakıyordu. «Onlar var ya, Arnavutun oğlu Behçet, Boşnak Nihat, bir de Çerkesoğlu, Çerkesoftlunun adını bilmiyorum

. . .

»

«İdris,» dedi Metin. «İşte onların üçü beni bir dövdüler, bir bir, bir dövdü­ ler, bir dövdüler. Vay Allah vay, bir dövdüler. Sonra beni karakola götürdüler, orada da polisler beni bir su dolu ha­ vuza attılar ıslattılar, sabaha kadar beni orada tuttular, son­ ra da gene bir dövdüler, bir dövdüler. Ben de onlara de­ dim ki, hele bir Metin abi gelsin, dedim, siz görürsünüz. O Behçet var ya, bana biz komandoyuz, seni de Metin abini de döve döve kan işetiriz, dedi. Polisler de, dedi bana, senin ·

Metin abini öldürecekler. Ben de, hiç de, kimsecik de,

yı­

lan Şehzade de, benim Metin abimin kılına bile dokunamaz­ lar, dedim. Dokunamazlar, def!il mi Metin abi? » Metin gö�sünü

kabartarak:

cDokunamazlar,» dedi.

346


cO Arnavuto�lu Behçet dedi ki bana, senin Metin ahin var ya, işte o vizzo, dedi, biz komandoyuz, komando olunca, senin Metin abinin pestilini çıkaracağız.

Çıkarabilirler mi

onlar senin pestilini, çıkaramazlar, değil mi?• Metin: c Çıkaramazlar.» cBir de sana çok sövdüler. Hem de senin o güzel bıyık­ lanna. Ben de. onlara dedim ki, onlar da beni ben söyledik­ çe bir dövdüler, bir dövdüler, kan işettiler, kemiklerimi de kırdılar . . . Ben de onlara dedim ki Metin abi bıyıklarına ba­ demyağı sürer, dedim. Onun için de Metin abinin bıyıkları gün ·ışığı gibi parlar, dedim. Bir de benim büyük anam var ya, Metin abinin bıyıklanna merhem yapar yedi dağ çiçe­ ğinden, yedi dağ otundan. Onlar dediler ki, senin o bok Me­ tin abin gelsin de onun da kemiklerini senin kemiklerinden beter edeceğiz. Babam bilem onlardan korktu da hiç bir şey söylemedi, üstelik de beni azarladı. Ben de hasta düştüm, ölüyordum. Sonra yılan Şeh . . . • Sözünü yuttu. Metin abi bu yılan Şehzade işini bilme­ meliydi. Bu yılan işi var ya, çoktan beri vardı, Metin abinin bu yılan işinden haberi olmamış mıydı? Nerden olsun, fıka­ ranın başı belada o kara giyitli maceralarla, kaçmaktan kov­ mağa vakit bulamıyor ki . . . cNe o yılan Salih, sabahtan beri yutuyorsun, söylerne­

ğe korkuyorsun? .. -.

«Ha, yılan?.. Benim bir yılanım . . . Eğer sen hakkından gelmezsen Arnavutoğlunun, ben de yılanıma onları soktu­ ra . . . Şimdi insan oldu ya . . . » eKim insan oldu?• cYılan.• Metin kahkahayla gülüp onun saçlarını okşadı .

Salih

kıpkırmızı kesildi. cPeki, Salih onlar seni neden dövdüler ki?ıo cOnlar seni hiç sevmiyorlar. Bir de geçen yaz bana o

turist kız bir gömlek vermişti. Gömle�n göğsünde de gülen, sakallı, bıyıkları da senin bıyı�ın kadar güzel, . almnda da bir yıldızı olan . . . •

347


eKimmiş bu adam?» «Turist kızın şeyiymiş. Yani şeysi, zamazlngosu.» cHaa, anladım.» cVailahi çalmadım abi. Hırsızlık kötü. Ben ömrümde hiç bir şey çalmadım.» cSeni bu göJ!llek için mi dövdüler?» eBu gömlek için. . . Önce Behçet J?enden bu gömle�i is­ tedi, sonra Boşnak Nihat, sonra da Çerkesotlu. . . Ben de ver­ medim. Ben onlara gömleli vermeyince, çıkar. bu gömleli sırtmdaıı, dediler, ben de çıkarmayınca beni orada, koyakta yakaladılar, gömleli çıkardılar üstümden, parça parça kes­ tiler. Bu adam o Metine, kaçakçı piçi Metine. benziyor da sen onun için giyiyorsun bu gömleli, seni hırsız otlu hırsız seni, dediler. Senin Metin abin de hırsız, dediler. Beni dövdüler, sana sövdüler. Şimdi sen var ya, hiç çarşıya çıkma.» eNedenmiş o?» cÇürikü onlar üç kişi, polisler de var, elil etil, kulalı­ na söyleyim.» Metin onun atzma dolru elildi. «İyi, dur, sen çarşıya hiç çıkma, onların da gözlerine hiç gözükme, gözü­ kürsen de elin tabancayın tetilinde olsun. Onlar bana dedi­ ler ki, senin Metin abin kasabaya döner dönmez biz onu öl­ dürecetız, geçen seferki gibi de gene kamyonlarını alıp gö­ türecetiz, tamam mı?» «Tamam,» dedi dotruldu Metin. Salih elinden tuttu: cBak,» dedi, esen benim o gömleli hırsızladıtıma inanı­ yor musun?» clnanmıyorum,» dedi Metin. cO gömleli o turist kızdan çalsan bile onlara ne ki, de­ lil mi Metin abi?» «Onlar ne karışır,» dedi Metin. cO köpekler. . . • Salih gene derin, iri, çok mavi gözlerini ışıl ışıl Metinin gözlerine dikti, bir süre ondan ayırmadı. Büyülenmiş gibi ha ran ·ona bakıyordu. eSen,» dedi, durdu, ikirciklendi. eSen onlan öldürecek­ sin, delil mi; onlar seni de, beni de öldürmeden? Onlardan herkes, bütün kasaba, babam da, büyük anam da, İsmail Us-

y

348


ta da, Temel Reis de, Bahri de korkuyor. Sen de korkuyor musunh «Ben korkmuyorum.• «Ben de korkmuyorum,• dedi Salih. Metinin yöresinde birkaç kere döndü, inceden ineeye ona baktı, araştırdı, son­ ra da : eSen,• dedi, «Metin · abi, onların hepsinden daha güç­ lüsün. Öldürecek misin onları?. «Hele dur bakalım Salih, bir soralım soruşturalım.» «Ben hırsız de�ilim, bunu böyle bilesin,• Salih, batırmasından da çok utandı.

diye batırdı

«Öyleyse

beni neden

dövdüler? Kaç aydır yatıyordum yatakta biliyor musun? Bu­ gün bana dediler ki, ben yatakta yatıyordum, haydi kalk, senin Metin abin geldi. Haydi kalk da o dayakçı komando­ lan Metin abine söyle dediler. Ben de kalktım, seni görün­ ce işte böyle cana geldim. Sen onları öldürJl.leyeceksen e�er, ben de onlan yılanıma söyleyece�im, yılanım da gelecek bu kasabayı yerle bir edecek. Yazık de�il mi kasabamıza? Yila­ nım var ya, atına bindi de gitti şimdi, martırnın kanadına. . . ,. Hay be, bu Salibin de a�zında bakla ıslanmaz

ki, Metin abi

de onu deli sanacak. Hemen kırdı�ı kozu onarma�a kalktı: «Hani . oyuncak kamyonlar var ya, benim de kocaman, beş

metre kıpkırmızı bir kara yılanım var. O yılan ... Korsan . .. ,. Gene sustu. Metin gülüyordu. «Dur daha yeni geldim Salih . . . Bir çarşıya çıkayım ...

İn-

san öldürmek o kadar kolay mı?• «Görürsün, onlar seni... » «Onlar bana hiç bir şey.... » «Öldür onları,»

diye ba�ırdı Salih. «Korkma onlardan. ·

Büyüyünce de ben öldürürüm.» «Dur azıcık, sabırlı ol,»

. sin

be . . . »

dedi Metin. «Sen çok aceleci­

Salih bir şeylerden kuşkulandı. Metin abi onunla alay mı ediyordu? «Duydum,» dedi Metin, «o köpeklerin marifetlerini, ye­ dikleri tüm boklan duydum, hele sen azıcık sabırlı ol ... » Salibin kuşkusu gittikçe artıyordu.

349


Bir anda. ne oldu ne olmadı, yandaki çite tırmandı, öte­ ye kendi avlulanna atladı, gitti yaşlı zeytin a�acının arka­ sına saklanıp gözucuyla çitin aralı�ından Metini seyretme­ ğe başl�dı. Az sonra da öteki avluda kalmış martısı da ya­ nına geldi. Salih çok utanmış, kimsenin yüzüne bakamıyor­ du . Kimbilir Metin abi ne sanmıştı onu. Hele şu yılan işi yok mu, tüy dikmişti tüy bütün olan bitenlere. Metin avluda elini kolunu sallaya sallaya, kendi kendi­ siyle konuşuyor, öfkeden de yüzüne konan sinek bin parça oluyordu. Bır utançta boğulmuş, dünyası gittikçe karanlıklaşan Sa­ lih, öfkesi gittikçe azan, azdıkça kuduran Metinin durumuna sevinrneğe

başladı,

içinde

küçücük

bir umut ışı�ı

yeşeri­

yordu. «Öldürecek, öldürecek, Metin abi onların hepsini de öl­ dürecek,» diye bağırdı. Metin onun sesini duyunca gene can­ dan, yüzü birdenbire çiçek gibi açılarak, gözleriyle bahçe­ nin içinde durup Salihi arayarak, güldü. Salih, çoktandır yanına gelip, önüne çöküp yatmış mar­ tısını yerden alıp Metine görünmemeğe

çalışarak evlerine

girdi Anası onu görünce sevindi: «Bak ha Salih, ne iyi, ne güzel olmuşsun! Yüzüne kan gelmiş,» dedi. «Metin abi onları öldürecek,» dedi Salih güvenle. «Me­ tin abi beni kamyonuna bindirdi. Metin abi, sen korkma sa­ lih, dedi. Yılan Şehzadeye daha söyleme, ben onlann hak­ kından gelirim. Metin abi onlan öldürecek.» cSuuuus,» diye eliyle ağzını kapattı anası. «Böyle şeyler hiç apaçık söylenir mi?» Salih de sesini indirdi, fısıltı gibi, bir yandan da büyük anasına kuşkuyla bakarak: «Metin abi onlan öldürece�im, sen azıcık sabırlı ol Sa­ lih, dedi.» eSen acıkmadın mı Salih?» «Ohhooo,» dedi Salih, ehir acırn.dan öldüm ki . . . Martı da acından öldü. Metin abi var ya . .

350

.

ıı

Büyük anasına anlamlı


anlamlı baktı. «Bana dedi ki. . . Senin bu martın insandan da akıllı. Ben, dedi Metin abi, senin martının kırık kanadı için yedi denizin arkasından ot getirdim, dedi. Varsın, dedi Me­

tin abi, o lanet şeyler . . . Onlar işte . . . Kocakanlar . . . » Koca­ karılar derken sesini iyice indirdi, duyulur duyulmaz. cVar­ sınlar ettikleri

kötülüklerle

kalsınlar,

dedi.

Bana

dedi

ki

_Metin abi, al şu hançeri de, martının kim boynunu kopanp _

öldürecekse ona sok. Bu hançerin ucu ze�irli, dedi. Martı boynu koparanlara yeter ki ucu dokunsun. . . Metin abiye de o zehiri o yılan vermiş. Hani insan oldu ya . . . İnsan olunca . . . Bana ne gerek zehir, demiş. Zehirini Metine vermiş. Metin abi de almış zehiri hançerin ucuna koymuş. İşte ben de, e�er birisi martıma dakunacak olursa, dokunursa, ben de hançe­ ri onun karnı budur diye, gelha edeceğim. » «Hançer nerede?» diye korkuyla bağırdı anası. «Onu hiç kimseye vermem de, yerini de kimseye söyle­ yemem de, öldürseniz bile beni. Yakında da martım uça­ cak,

onlann da yaptıklan

kötülük yanlarına

kalsın. Hele

bir dokunsunlar martıma, hele bir . . . Kanlanın dökerim on­ lann.» Büyük

ananın

elindeki

mekik

donmuş

kalmış,

gözle­

ri kocaman, cam gibi açılmıştı. Yüzü de gittikçe karanyor, kırışıyordu. Derken olanca öfkesiyle mekiği attı söylenerek: «Sen görürsün, görürsün, piç, görürsün. O ağılı hançe­ rini alır da bilmem ananın neresine sokarım.» Mekik öylesine bir hızla gidip geliyordu, ki uğunuyordu. Salih korktu. Vay be, bu ne öfke böyle bu, şu büyük anadaki. . . Mekiğe bak, delirmiş. Anası: «Gel Salih,» dedi. «Karnını doyur, yavrum.» Salih sofraya oturdu: «Metin abi,» dedi, gülrneğe başladı . Gülmesi uzun sür­ dü. O güldükçe mekik deliriyordu. Salih

gülmesini

kesip

sonunda

çarbasını

kaşıklamağa

başladı. Martısı ayağının dibinde gagasını kanadının altına sokmuş kaşınıyordu.

351


Kırat denizin · ötesinden, ucundan doludizgin, tozlu yol­ dan gelir gibi geliyordu. Salih kıyıda durdu, bekledi. Şeh­ zadeye ne olmuştu acaba, at niye binicisizdi, niye deni_zin üstünden geliyordu? Alaşafakta ıslak, iri yaban gülleri açmıştı denizin kıyı­ sında. Güllerin üstünde anlar uyumuşlar, kaskatı kesilmiş­ ler, kanatları sırtıarına yatık, yapışmış. At geldi, kumiann üstünde Salihin yanıbaşında durdu. Hiç bir şey söylemeden Salihi dişleriyle tuttu sırtına attı, şu karşı moraran, ıslak, dumana batmış dallara sürdü git­ ti. Alaşafakta altındaki uçsuz bucaksız mavi bir deniz gibi sallanan başaklar, sırtları ışıklanarak dalgalanıyorlardı. Se­ her yelleri esiyordu sarışın. Gün dotarken bir ovaya düştü­ ler, ulu sular geçtiler. Gene çırılçıplak bir data geldiler. Er­ ciyes göründü karşıdan, sütbeyaz, alımlı, sivri dorutu gü­ neşe batmış, ovadan dimdik, görkemli yükselmiş, ipileşen, kaynayan, fışkıran bir ışık seli içinde kalmış, çok mavi, git­ tikçe mavileşen bir göğe yapışmış. Mavi durmadan mavile­ şiyor, yunmuş annmış, pırıl pırıl, Erciyes gittikçe aklaşı­ yor, ışıtı, güneşi, aydınlığı apaklaştırarak . . . Ereiyesin bahçesi de, . çiçekleri de, anları, kelebekleri, kuşlan, böcekleri de sonsuz bir kaynaşmada, renkte, c:üm­ büşte, fışkırmada, kıyamet gününün karmaşasında, çoklu­ ğundaydı. Salih gözlerini yumdu. «Beni geri götür,» dedi. Bu kokular. . . Yıldızlar, otlar, kabukları yartar döner böcekler. Ağzı­ na kadar çiçekle dolmuş dünya . . . Salibin başı dönüyordu. Kulaklan utulduyor, gözlerinin önünde .binlerce mavi, itne ucu kıvılcımlar çakıyordU:. «Beni geri götür beni, martım kaldı denizin kıyısında.» Uzaklardan bir ses geldi: «Bak bak,» dedi, «Senin martın orada uçuyor, alımlı Er­ ciyesin dorutunun oralarda, bak bak!» Salih başını kaldırdı baktı. Martı uçuyordu. İçine ikir-

352


dk girdi, acaba o uzakta uçan kuş onun martısı mıydı? Bak· tı baktı, martıyı tek kanadıyla uçarken gördü. «Senin martın o uçan, senin martın,ı. dedi ses. «Benim martım uçamaz, kanadı kınk,» dedi Salih . Ses karşılık vermedi bir süre, bir gülme sesi geldi uzaktan. «Bana mı gülüyorsun? » Ses karşılık verdi: «Martını görsen tanır mısın?» «Tanırım,» dedi Salih. «Al öyleyse.» Martı geldi atın yelesinin üstüne kondu. Salih gözlerine inanamadı. Martıyı atın boynundan al­ dı, hemen kanadını açtı baktı, ; martının yarası kapanmış, kı­ · rık kemikleri bitişmişti. Salih sevincinden attan düştü. Ne yapaca�ını bilemiyordu. At onu dişleriyle yerden aldı, sır­ tına koydu. Salih gene düştü. Sevincinden eli aya�ı tutmu­ yordu. At gene aldı onu sırtına koydU. Sonunda Salih atın yelesine yapışabildi. «Beni götür, beni al götür kasabama.» Tezgahların rnekikieri şakıldıyordu. Şehzade a�acın altında bekliyordu. Ulu a�acın doruAu Erciyese kadar yükseliyorrlu nerdeyse, dalları ovaya da�ıl­ mıştı. �laşafakta ışıklı turuncu çiçekler açtı. Az bir süre sonra turuncu çiçek!f'

soldu, döküldü. Çıplak dallar mor çi­ çekler açtı, o döküldii , arkasından sarı, altın sansı, başak sarısı, güneş sarısı ışıklı çiçekler açtı, sonra döküldü. A�a­ cın çiçekleri

durmadan

dökülüyor

açıyor,

dökülüyor

açı­

yordu. Üç meyve olacaktı aAacın üstünde, bütün d Ökülen çiçeklerin özünden. Biri kırıkları bitiştirrnek için, biri bütün hastalıklara karşı, biri de ölümün otu olacaktı. A�acın üstüne bir ışı�a batmış bir yeşil bulut kondu, son­ ra da kalktı. A�aç tepeden tırna�a yeşil çiçe�e durdu. Bir mavi bulut geldi ardından, a�aç mavi koskocaman çiçekle­ re durdu. Ereiyesin tekmil aklı�ı maviledi. Bir pembe bulut . geldi, pembe gölgeler düştü dünyaya, a�aç pembeye durdu. Ak bulut geldi, a�aç, dünya, gökyüzü sütbeyaza kesti. Erci.. AGSS/'13

353


yes aklı�ın içinde kaldı gözükrnez oldu. Ölümün otu, gözle bakılamaz parlaklıkta bir yalırndı. Bir güvercin geldi, ağacın dalına kondu, öfkeden çıldır­ mıştı: «Konduğurn dallar kurusun Bahtiyar,• dedi. Meğer yı­ lan Şehzadenin adı Bahtiyarmış. Kondu�u dal hemen kurudu. «Benden ne istiyorsun Hopdiyar?• dedi Şehzade. Meğer güvercinin adı Hopdiyarmış. Güvercin başka bir dala geçti: « Konduğum dallar kurusun,• dedi, böylece, konduğu bu dal da kurudu. Böyle diye diye, bütün dallan dolaştı. Ağaç tepeden tırnağa kupkuru kesildi. Bu olay karşısında Şehza­ de apışmış kalmıştı. Hiç bir şey söyleyemiyordu, dili dama­ ğl kurumuştu. « Uçtuğum gökler dökülsün Bahtiyar,• dedi güvercin, uç­ tuğu gökler çatırdadı, paramparça oldu, ince ince yeryüzü­ ne yağdı. Gökyüzünde hiç bir şey kalmadı. Savrularak, ese­ rek bütün gökyüzü parça parça mavi, yere durmadan ya­ ğıyordu. «Vardığım dağlar erisin Bahtiyar,• dedi güvercin, Erci­ yes, Aladağ, Hasandağı eriyip ortadan silinip gittiler. «Bastı�ım toprak çürüsün Bahtiyar,• dedi

�yercin,

Bah­

tiyarm ayağının altındaki toprak yitiverdi o anda . . . Temel Reis gülüyordu.

. «Denizlere ha uşaklar denizlere, ha uşaklar deJrlzlere.

Güvercin daha denizleri akıl etmeden . . . . «Yüzdüğüm denizler çekilsin Bahtiyar,• dedi güvercin. Temel Reis: «Sen ha dur orada güvercincik. O denizler benimdir da.• Denizler kurumadı. Yılan Şehzade kırata atlayıp dönerken, yolda Salibe rast.. geldi.

At onu dişleriyle yerden aldı Şehzadenin terkisine

koydu. Güvercin Ocaklı adanın zeytinlerinden birisinin dalına kcnmuştu, gülüyordu. Sonra çırpındı, öfkelendi. Bir büyük ananın, bir Arnavutoğlu Behçetin, bir Boşnak Nihadın, bil'

354


Sakıp çocutun, bir Hacı Nusretin donuna giriyor, sonra gene güvercin

olup

zeytin

dalına

konuyor,

gülmesini

sürdürü­

yordu. Güldü güldü, durma(.lan güldü, o martının kanadı;

çüıiisün, dedi güldü. Temel Reis, martı deniz kuşudur, de­ di, senin bedduan tutmaz, dedi. Güvercin güldü. Bütün dün­ yanın kuşları,

arıları,

yılanları,

insanları, turistleri kıyıya

birikmişler, bu gülen güvereine şaşkınlıkla bakıyorlardı. Gü­ vercin de durmadan gülüyordu, orada dalın üstünde, dalı bir aşalı bir yukan sallayarak . . . cYüzdülüm denizler çekilsin Bahtiyar, Bahtiyar, Bahti­ yar,• dedi güvercin, zeytin alacının dalından kalktı, denize kondu, denize hiç bir şey olmadı. Denizler kuruyacak diye Temel .Reis çok korktu. Güvercin denizden kalktı gene dala kondu: cKondutum dallar kurusun Bahtiyar, Bahtiyar, Bahti­ yar,• dedi güvercin, dala da hiç bir şey olmadı. Güvercin gene güldü güldü: cUçtutum gökler dökülsün Bahtiyar,

Bahtiyar, Bahti­

yar,• dedi, göklere de bir şey olmadı, gökler de parça parça olup dökülmedi. Güvercin gene dala kondu, güldü güldü, sonunda da çat, dedi ortayerinden çatıadı güvercin, küçücük alacın di­ bine düştü. Temel Reis ellerini çırptı sevinçle: «Ha bundan da kurtulduk, ha uşaklar,• dedi.

Salih, bu macera adamı Metin abiyi geldilinden bu ya­ na izliyordu. Gece demiyor gündüz demiyor, kiiJlseye belli etmeden,

sezdirmeden, çaktırmadan, onun ardından bir an

bile aynlmıyor, onu gözünden ırmıyordu. Her gece yarısı iki tane adam daha geliyordu avluya. Birisinin altın dişi parlıyordu ayışılında, gül:iükçe. , ��k uzun boylu, zayıf, dazlak kafalı,' hep iki büklünı dUl'an bir adam­ dı, hiç de konuşmuyordu. öte��i geniş omı<.:l·ıydu, hep ha� vayı, alaçlan, geceyi, çiçekleri, . feslel6nleri kokluyordu, al­ zım, burun deliklerini kocaman kocaman açarak. . .

355


Mavi kaınyona Metin biniyor çalıştınyor, ikinci kam­ yona uzun adam, üçüncü kamyona da aAzıyla burnuyla ge­ ceyi koklayan adam biniyordu. Metin önden sürüyor, kam­ yonlar kasabayı çıkıp, tepeden, o kötü yoldan koyalı baştan aşa�ı inip koya vanyorlardı. Denizden, ötelerden ışıklarını söndürmüş Laz takalan geliyor, yüklerini kamyonlara boşaltıyorlardı. Sessiz, ışık­ sız, fısır fısır konuşuyorlardı. Salih her seferinde mavi kamyona kimseye gözükıne­ den biniyor, karoserinin kö_şesine bir topak olup saklanıyor. koya geldiklerinde de, çınarın altında durduklarında köşe­ sinden çıkıyor, usulcana yere süzülüyor, agaçların arasında yitip olanı biteni gözetliyordu. Kara giyitli adamlar döküldüler avluya, hançerlerini ye­ re saplayıp kamyonların gölgesine ba�daş kurup halkalan­ dılar. En sonuncu Metin abi geldi. Ortada bir süre sessiz durdu. Çıplak tabaneası elindeydi. Tabanca ayışılında ya­ nıp sönüyor, kimseden ses çıkmıyordu. Sonunda sessizlilti Metin bozdu. «Albayı başımızdan atacağız,» dedi. «Bize hiç bir fayda­ sı yok, üstelik de paranın yarıdan fazlasını o alıyor.» Kara giyitlilerden birisi ayaga kalktı: «Hepimiz Albaydan korkuyoruz;» dedi yavaşça korkuy­ la. «Şimdi Albay gelecek, seni istemiyoruz diye kim söyle­ yebilecek, söyleyin bakalım?» Metin de sordu: «Kim söyleyebilecek?» Salibin yüre�i duracak gibi oldu. O, Albayı koyda gece­ lerden birisinde takalardan sandık sandık tabanca, mavzer, mermi boşaltırken görmüştü. Çok sert, hışım gibi emirler veriyordu, emrindeki korsanlara, macera adamlara. . . Herkes ondan korkuyordu. Metin abi bile korkmuştu. Hiç kimseden ses çıkmadı. Sonunda Metin bekledi bekledi: «Ben söyleyece�m.• dedi. «Ben söyleyecelim ama, onun adamları da beni öldürecekler, siz de korkunuzdan ses çı.. .

3St


karamayacak, beni koruyamayacaksınız. Ne diyorsunuz, ko­ nuşun.» «Konuşun,» dedi kendi kendine Salih. Zeytin aAacının dorulundan Metinlerin avlusu ·tabak gibi gözüküyordu. Metin orada taş gibi durmuş kalmış, kara giyitlilerden bir yanıt bekliyordu. «Konuşun!» Kimse konuşm«dı. ttDemek böyle. Öyleyse ben gene Albaya söyleyeceAim. Az sonra gelecek.» . Az sonra Albay geldi, avlu kapısını tıklattı, Metin koşa­ rak gitti, kapıyı açtı, Albay arkasında üç silahlı adamla av­ luya girdi. Yere baAdaş kurmuş otunnuş kara giyitlilerin hep­ si hep birden ayata fırladılar, Albay: «Oturun,» dedi. Albay: «Beni -istemiyorsunuz, öyle mi?» diye sordu. Hiç kimseden çıt çıkmadı. Albay bekledi. Ölü bir sessizlik her bir yanı kapladı. Sa­ lih sol$nu tuttu. Uzaktaki denizin sesi duyuluyordu. Albay yineledi: «Beni istemiyonnuşsunuz, öyle mi? Kim istemi,or, niçin istemiyorsunuz, sizin hepinizi ben zengin milyoner etmedim mi? Benim çeteme girineeye kadar her biriniz bir baldınçıp­ lak delil miydiniz, söyleyin, kim beni istemiyor?» Metin bir i� adım öne, Albaya dolru yürüdü, başı yu­ karı dikildi, çelik gibi kasıldıAı buradan, zeytin aAacının üs­ tünden bile belli oluyordu. «Ben istemiyorum seni Albayım. Çünkü sen bizi sömü­ rüyorsun. Biz ölümlerden ölüm beleniyoruz, kırk kişi bir pay alıyoruz, sen tek başına bir pay alıyorsun, olur mu?» Çok sert: «Olur,» dedi Albay. «Olmaz,» dedi Metin. •Bunların hiç birisi de seni iste­ miyorlar ya, korkularmdan söyleyemiyorlar.» •Sen korkmuyor , musun?» diye alaylı sordu Albay. '!(Ben korkmuyorum Albayım,» dedi Meti11. «Benim işim

357


var. Ben bir balıkçıyım. Bir can içinse mudaram yok. Ölüm­ den öte kö�· yok Albayım.» Albay keskin sesi, gülüşü gecede çın çın öttü : «Köy

var, ölümden öte

köy olduğunu sana gösterece­

ğim,» dedi Albay. «Sana göstereceğim Metin.» Metine arka­ sını döndü, yerde bağdaş kurmuş oturmuş kara giyitlilere : «Yerden alın hançerlerinizi, kalkın ayağa,» diye emir verdi. Adamlar hemen hançerlerini topraktan çekip ayağa fırladılar. «Sen, sen, sen . .

.

»

Albay üç kişiyi seçti kara giyitlilerden . «Binin kamyonlara, o kamyonlar bizim . . .

Alın götürün

kamyonları.» Adamlar hemen kamyonlar bindiler. Salih az daha ağaçtan düşüyordu. Önündeki dalı sıkı sıkıya kucakladı. Metin kamyonların önüne geçti, tabancasını doğrulttu : «İnin kamyonlardan canınızı seviyorsanız. » Şoförler kamyonlardan indiler. Al bay: «Demek böyle, mallarıma da el koydu n, alacağın olsun . .. «Olsun,•• dedi Metin. Al bay : «Haydiyin çocuklar, buradan gidel im . » Kara giyitliler arkasına düştüler, üç silahlı adamı d a . Metin arkalarından: «Korkaklar,•• diye bağırdı . «Beni yalnız bıraktınız, kor­ kaklar.» Salih : «Hançerlerinize yazık , » dedi usulca. «Siz de adam mısı­ n ız, korkaklar, korkaklar.» Metin bir ses duymuş olacak ki, yanına yönüne, kamyon­ ların içine, ağaçlara bakındı bir süre, kimseyi göremedi, av­ luda bir baştan bir başa, «korkaklar, korkaklar, » diye diye gi­ dip gelrneğe başladı. Bir çıtırtı oldu, Metinterin avlu kapısı yavaşça açıldı, üç gölge avlunun toprağına

upuzun serildi, arkasından da üç

adam avluya girdiler.

358


Metin: cİyi ki geldiniz,» dedi. cAlbay beni öldürecek. Lazların hepsi de korkulanndan Albayla birlik oldular.» Salih gözlerine inanamadı, gelen üç adamdan birisi ba­ basıydı. Gelen üç kişi, bir de Metin, evin öteki köşesine, taban­ calarını önlerine koyup oturdular, fısır fısır, korkulu konuş­ mala başladılar. Salih zeytin atacındQı, çittenbilin köküne indi, belki buradan onların ne konuştukları duyulabilir diye. Çalıştı didindi, onların konuşmalarından sabaha kadar bir tek sözcük bile anlayamadı. Seher yelleri eserken: «Olur,• dedi Salihin babası, Osman. •Olur . . . Biz de varız, Albay varsa . . . ,. Ötekiler de: «Olur,• dediler. Metin: «Bütün Karadenizi tapusuna almak istiyor albayım di­ ye. . . Halbuki Karadeniz herkesin, hepimizin. Bu denizde ht>r yüreli atan, kaçakçılık yapabilir.» cYapacatız,» dedi yürekli. cyapacatız, biz de, alnımızın teriyle milyoner olacaAız,» dedi Salibin babası, Osman. «Olmalıyız,» dedi Metin. «İş can pazarına döküldü. Allah ya ona, ya bize verir, verec:;ek.» Ayrıldılar. O gün akşama kadar hiç uyanmadan uyudu, Salibin ba­ bası, Osman. Salih epeydir martısını unutmuş gitmişti. Çürüyordu mar­ tının kanadı. Büyük anasının da gazabını unutmuştu. El al­ tından düşmanlıkları azıttıkça azıtıyor, bir ölüm kalım sava­ şında sürüp gidiyordu ya, ikisi de unutmuş gözüküyorlardı ya . . . Büyük ana gözleriyle, her sabah, her akşam, Salibi ne zaman görse, buruşuk dişsiz aizını çarpıtank, seni de, mar­ tını da boJacaJım, botacatım, elimden kurtuluş yok, bola­ caAım, diyordu. Ecele çare var, buna çare yok, seni de bola­ caJım. Zaten ne kadar ömrüm kaldı ki, senin gibi bir kafiri öldürüp Cennete gideceJim . . . Bunu yalnız gözleriyle de söy-

359


lemiyordu. Salih bir gün duvarın dibinde otururken, martısı­ nın kanadını okşuyor, martısının başını öpüyordu, arkasın­ dan duyulur duyulmaz bir ses geldi, ses: «Uğursuz Salih,» di­ yordu, «Uğursuz oğlu uğursuz, sen öldürdün, sen öldürdün sen. Sen öldürdün Halilimi sen. Ben de seni, ardından da mar­ tını öldürmezsem, bana da Dilher demesinler.» Salih

o

zama­

na kadar büyük ananın adıı;ıın Dilher olduğunu bilmiyordu. Arkasını dönünce Dilberle göz göze geldiler. DHberin kınşık içindeki küçücük bir damla kalmış gözleri tüm öfkeye kes­ mişti. Salibin ödü koptu. Bu küçücük gözler kurşun gibi ağır, Salibin yüreğine bir ölüm korkusu gibi çöktü. Bu gözlerin elinden kurtuluş yoktu. «Erinde geeinde seni, seni de o boklu manını da boğacağım Salih,» diyordu. Salih gözleriyle ona, kendisini bağışlaması için yalvardı, bir kusur işlemişti ki, ku­ surların

büyüğünü,

Halilin

öldüğünü

söylemişti,

Halil hiç

ölür mü ki, dedem Halil, ben Halilin torunuyum, değil mi ninem, Dilher ninem . Dilher ninem derken Salih azıcık gü­ lümsemişti, gülümsemesini de Dilher sezmişti, sezmiş gene kudurmuştu.

Salibin huyu kurusun gülümsemeden edeme­

mişti işte, Dilher ninem, Dilher ninem benim, Halil, benim dedem, niye ölsün ki. . . Halil dediğin de hiç ölür mü? Bunu da yakalamıştı ninesi, Dilber. Salih gözleriyle yalvanrken, bir yapıyor, bir yıkıyor, Dilher ninesini delirtiyordu. . Salih ölürcesine korkuyordu Dilher ninesinin deli gözle­ rinden

korktukça ona dalkavukluk ediyor, dalkavukluk et­

tikçe onu çileden çıkaracak oyunlar buluyordu. İkisi arasındaki sessiz dövüş günlerdir sürüp gidiyordu,, azıtarak, bir ölüm kalım savaşına dönüşerek. Salih her ha­ liyle, her an, elini sallayışı, gözünü oynatışı, kalkışı yürüyü­ şü, martısını çağırışı, okşayışı, kaşını kaU.lınşı, su içişi, ye­ mek yiyişi, uyuyuşu, . uyanışıyla Dilbere, Halil öldü, Halil

öldü, di� ordu. Bir de bir türkü uydurmuş, diline pelesenk et­

mişti: Dtlber Dilber canım Dilber, Halil öldii gülüm Dilber.

Dilher Dilber soldun Dilber, Halil öldü kaldın Dilber. Bu türküyü Dilher iki üç kere duymuştu. Birineide şaşırmış çök­ müş, ikincide öfkelenmiş, üçüncüde kendinden geçip baygın­ lıklar geçirmişti.

360


Salihin tedirginli�i de, korkusu da azgın bir ölüm bo�a­ sı gibi onu kovalıyor, Salih onun sıcak solu�unu artık ense­ sinde duyuyordu. Bütün bunlara karşın ne yapıyordu Salih, Dilberle cebelleşmekten vazgeçebiliyor muydu? Korku art­ tıkça savaş da azgınlaşıyordu. Her gün, her gün lisanı hal ile bu iki insan biribirine demedi�ini, yapmadığını bırakmıyordu. Büyük ananın meki�ini her atışı Salibe bir sonsuz bed­ dua, bir a�za alınmaz küfür, Salibin martısına her bakışı bü­ yük anaya, Dilbere bir zulümdü .. Belki böyle olmasa, Salihe böylesine takmasa, Halil öldükten, büyük ana, yani Dilber, yataklara düştükten sonra bir gün bile yaşayamazdı. Onu ya­ şatan, şimdi de Salihe olan düşmanlı�ıydı. Anası bunu Sa­ lihe söyledi de, Salih onun bu düşüncesine şaştı kaldı. Anası­ na göre Dilher yalnız ona düşman de�ildi ki, o yeryüzündeki herkese, gökteki uçan kuşa, yerdeki karıncaya, börtü böce­ �e, denize, esen yele de düşmandı. En çok da elli yıldır sevda ba�layıp bekledi�i Halile, onun ölüsüne de, dirisine de düş­ mandı. Salih artık bunalmağa, korkudan delirme�e başladı. Ba­ şını alıp da kaçıp gitse bile bu Dilberin elinden kurtulamaya­ caktı, niye, nasıl kurtulamayacaktı, bunu Salih de bilmiyor­ du ama, kurtulamayacaktı, salt bunu biliyordu. Kurtulmanın da hiç bir yolunu bulamıyordu. Babası da gitmiş korsaniara karışmıştı. Her gece Metin­ le buluşup yedi sekiz adam a�ız ağıza verip kuytularda gizli gizli konuşuyorlardı. Kara giyitli adamlar da onları izliyor­ lardı. O enayilerin de kara giyitlilerden hiç haberi olmuyordu. Salih de nasıl söylesin ki onlara, izleniyorsunuz, diye. Bir ke­ re, babası onu tutup hacaklarından ikiye ayırırdı. · Metin de onu, beni niye izliyor bu çocuk, diye küçümserdi.

Korsan Padişahı altın bir tekneyle mağaraya geldi. Sır­ malar içindeydi. Başında da kocaman taşı parıl parıl eden bir sorguç vardı. Şehzade daha güzel giyinmişti. Ali Baba, Kırk HaramHer filmindeki Şehzadeye benziyordu. Korsan­ lar mağarada korsanlar Padişahıyla Şehzadenin önünde top-

381


rağı öptüler. Bir tek Temel Reis öpmedi. Büyük ateş yanı­ yordu ma�aranın ortasında. Padişah altın bir tahta oturduı Şehzade de onun yanına başka bir tahta . . . Şehzadenin tahtı pembe incilerle, yeşil zümrüt, kırmızı yakutla bezenmişti. Sa­ lih bu tahtın tıpkısını bir takvimin kapağında görmüştü. Şeh­ zadenin kuşağına bir de kabzasında yumruk kadar bir züm­ rüt olan hançer sokuluydu. Salih bu zümrütlü hançeri de bir filmde görmüştü. Hem de bundan bir hafta önce . . . Gangster­ ler Topkapı Sarayından bu hançeri çalıyorlardı. Salih filme var ya, martısını da götüımüştü. Martısını koynuna koymuş, salon kararınca onu koynundan çıkarmış, o da uslu uslu ka­ ranlıkta filmi bir güzel Salihle seyretmişti. Kimse, hiç bir adam, hiç bir çocuk onun bu filmi martıyla birlikte seyretti­ ğini görmemişti, hahhaaah . . . Padişah başını kaldırdı, yere kapanmış huzurunda top­

rağı öpen adama :

«Kalk ayağa,,. dedi. Adam başını kaldırdı, gözucuyla arkada durmuş, eli tabancasının üstündeki Metine baktı. «Kimsin sen?» «Ben Osmanım,» dedi Salibin babası. «Hangi Osman?» Osman kekeledi : « İşte öyle bir Osman, Padişahım.» Padişah azıcık sert : «Öyle bir Osman olur mu hiç,» dedi. «Söyle, sen ne bi­ çim bir Osmansın ki huzuruma gelmişsin?»

Temel Reis atıldı: sı

« On a Dilberin Osmanı derler, Padişahım. Hani onun ana­ Dilher var ya, bu denizlerdeki tüm korsanlar onu çok iyi

tanırlar . Sen de tanırsın gençliğinde . . . »

Temel Reis böyle dedi, kıs kıs güldü. Padişah : «Tanırım, » derken yumşadı. «Demek sen DHberin oğlu­ sun ha !» Osman eğildi, bir daha, bir daha, üç kere yeri öptü. Şehzade atıldı, mavi bir yılana benziyordu tıpkı . . .

362


cSen bizim Salibin babası olmayasın?• Osman coşkuyla :

cBen Salihin, Salihin, Salibin babasıyım, Şehzadem, • di­

ye sevindi. eSen Salibi nerden tanıyorsun? -

Korsanlar Padişahı aldı sözü : «Salih benim Şehzademin çocukluk arkadaşı . . . Salih bi­ zim iki gözümüzdür, Osman.ıo Şehzade söze karıştı: «Sana çok gücenginim Osman. Sen benim arkadaşıma, Salibe hiç iyi davranmıyorsun, onu hep dövüyorsun, anan onu da, martısını da öldürecek, .. dedi. «Bak anan Salibi öl­ dürürse ben de seni götürür yedi denizin ortasına, bir aaa­ cın gövdesine çivilerim seni, her gün bir parçanı bir kuş ko­ parır yer, kendi gözünün önünde parça parça tükenirsin da­

ha ölmeden . . . • Padişah :

«Demek bunlar Salibe böyle yapıyorlar ha?. Şehzade: cPadişah babam, • dedi, «bunlar Salibin martısını da öl­ dürecekler.• cŞimdi ben ne yapayım bu adama, söyle Şehzadem? » «Şimdilik bir şey yapma, Padişah babam. Salihin, iki gö­ zilmüzün bir tek çiçe�i Salihimizin babasını da aramıza ala­ lım. Buna bir şey yaparsak, babasıdır, belki iki gözümüzün ışıtı Salih bize gücenir.• Osman: «Ben Salibi çok severim, ,. diye inledi. «Ben ne bileyim Salibin böyle Şehzadenin arkadaşı bir adam olduğunu. Ba­ na hiç söylemedi.» Şehzade uzun uzun güldü, sakalım sıvazladı. Şehzade­ nin sakalı var

mıydı? Var mıydı, var mıydı? Yok yok, sakalı

yoktu, Şehzade çenesini sıvazladı: «Salih erkek adamdır,• dedi. «Adam adamdır o . . . Hiç Şeh­

zadenin arkadaşıyım , diye övünür mil o? Ben her şeyimi, tüm varımı ona borçluyum. O olmamış olsaydı. . . Bunu da

kimseciklere söylemez Salih . . . Ben de adam mıyım

ki, Sali­

bin bir tek martısına, martısının kanadına bile bir ilaç bu-

363


lamadım, oysam ki Salih benim için neler neler yapmıştı . . . Öteki ilacı da bulamadım, çok aradım. Tekmil otlar, çi�ekler kurudu.» «Salih biliyor,» dedi Osman. «0 martısının kanadının sağalacağından umudunu kesti.» «Vah,» dedi Padişah. «Vah vah ! » «Vah vah,» dedi Şehzade. Padişa:h: «Seni işe aldım,» dedi. «Salt Salibin babasısın diye. Zen­ gin milyoner olacaksın.

İstersen Mustafa Kavalın köşkünii

de alırsın. Salih onun bahçesinde martısıyla oynar. Arkadaş­ lannı da, Bahriyi, Cemili de çağınr bahçeye.» «Beni de unutmasın, ça�rsın,» dedi Şehzade. «Eski ar­ kadaşı değil miyim? Şu martının kanadına da hiç bir çare yok mu? O martının kanadı iyi olmazsa eğer, Salih kederinden ölecek.» «Ölecek,» dedi Osman, boynunu büktü . «Ölecek,» dedi Metin. «Yazık,» · ;.

�edi

Padişah.

Salih günlerdir de kuruyordu. Bir kere daha söyleye­ cekti büyük anasına. Onun taş yüreğini yumuşatacaktı. Dü­ şünmüş, onun taş yüreğini yumuşatacak bir umar bulmuş­ tu. Babasının o uzun Çerkes hançerini kırundan sıyıracak, martısını bir eline, hançeri bir eline alacak, cal büyük anam, güzelim,» diyecek, «kes şu martıyı, sonra da gelha eyle o han­ çeri bana sapla,» diyecekti. Günlerdir bunu her gün sabah­ tan akşama kadar yaşıyor, bıçağı, martıyı alıyor, büyük ana­ ya gidiyor, her seferinde de büyük ananın elinden zor kurtu­ luyordu. Her seferinde de hançeri eline geçiren büyük ana. Salihi bıçaklayıp kan içinde bırakıyor, martısı da korkunç çığlıklarla yüreğinden oluk oluk kan akan Salibin üstüne ka­ panıyordu. Salih sonunda bu düşünü gerçekleştiremedi. Artık eve uğrayamaz olmuştu. Öğle akşam yemeklerini abiasında yiyor, ancak gece yatmağa eve geliyor, bazı mar.

364


tısıyla birlikte, bazı da martısını çitlenbiltin kovultunda bıra­ karak, Metinlerin avlusundaki gece maceralarına zeytin a�a­

cının üstünden katılıyordu. Babası kalın sesiyle, neler neler konuşmuyordu! Anası bir duysa, güle güle ölürdü.

Yatalta girince martısını kucaltına alıyor, onu yorganın

altına saklıyordu. Babasının Çerkes hançerini de yastıltının al­

tına saklıyordu. Hele bir dokunsun Dilher martıya hele, hele bir Salihe dokunsun hele . . .

Deniz kıyısı boyunca Salih aylak aylak dolaşıyor, Cemi!

durmadan, başını kaldırmadan kabuk topluyordu. Mendebur çocuk bir kere olsun dönüp de Salihe, martısına bakmıyordu. İyi ki de bakmıyordu. Bakınca, şöyle bir tepeden,

küçük

daltları ben yarattım dercesine, bak hele şuna bir boklu mar­ tı yavrusunu dı:ı. takmış arkasına, köpek gibi de martı ardın­ dan geliyor, der küçümserdi. Öteki çocuklar bu köpek gibi,

nereye giderse arkasından gelen martıya çok şaşıyorlar, onu

çok kıskaruyorlardı. Çocukların kıskanmalan, arkasından de­ dikodusunu yapmaları Salibinse çok hoşuna gidiyordu.

Salih arkasına dönünce baktı ki ne görsün, martısı de­

nizde yüzüyor, uzaklaşmış gitmiş. Soyunsa denize girse, dal­ galar kocaman, deniz de bahar denizi, soltuk, daha martıya

ulaşamadan donup kalacak. Orada, kıyıda, gözü uzaklaşıp gi­ den martısında,

umarsız

kalakaldı.

Kanadı

kırık

martının

uzaklaşıp gittiltini gören çocuklar kıyıya, Salihin yanına se­

vinçle doluştular. . El çırpıyorlar, baltınyorlar, martı daha ça­

buk uzaklaşıp gitsin diye, hepsi her yerden denizi taşlıyor­

lar, kıyameti koparıyorlardı. Şaşkın martı da Salihe dönüp baka baka denizin ortasma ortasına almış başını gidiyordu.

Salihse soltukkanlı orada durmuş çocuklara gülümsüyor,

�,gin:

' «Ahmaklar, • diyordu, «O her gün böyle denizine, arka­

daşlannın yaruna gider, gerisin geri· de döner bana, arka­

daşına gelir. Ahmaklar, yoksa ben onu hiç bırakır mıydım !•

Çocuklar aldırmıyorlar, yabanıl bir devinmede denizin

içine kadar girip martının ötelere ötelere kayması için elle­

rinden geleni yapıyordular. Birisi bir teneke bulmuş, teneke­

yi var gücüyle gümbiirdetiyor, birisi bir tekneyi altaçla dövü- -

365


yor, birisi dQdük öttürüyor, beş altısı birden bir ayıslıgı tut­ turmuşlar, uzun uzun çalıyorlardı. Beş onu da köpek gibi ürQ­ şüyordu. Denizin kıyısında bir hayuhuydur durmadan, bü­ yüyerek almış başmı gidiyordu. Martı uzaklaştı uzaklaştı, bu­ runu geçti, bir küçücük nokta gibi kaldı, sonra da vardı or­ tadaki dinlenen martı kümesinin içine katıldı yitti gitti. Salih işte bunu beklemiyordu. Şimdi ne yapacaktı? Ora­ da, denizin kıyısında, elleri gögsünde, gözü denizin ucunda dikildi kaldı. Birdenbire Salih önüne gelen ilk çocuğun üstüne hınçla atıldı, çocuğu yere serdi. İkincisini, üçüncüsünü. . . Derken ço­ cuklar bir anda birleşiverdiler. Salih az sonra kıyıda, ağzı burnu kan içinde, gömleği yırtılmış yatıyor, çocuklar kasa­ baya do�ru kaçıyorlardı. Salih yattığı yerden kalkarken, cgösteririm size,•

dedi.

cAlacağmız olsun.» Şu kuşlara da hiç güven olmuyor. Cana gelir gelmez, bun­ ca bakıp büyüttüğü martı bile başını aldı gitti. Olur mu, böy­ le bir şey yapılır mı? Şimdi Doktor Yasefin, Temel Reisin, öte­ kilerin yüzüne nasıl bakacaktı? Martın ne oldu, diye sorduk­ larmda da onlara ne söyleyecekti? Bir de büyük ana, bilse ki martısı yitip gitmiş, zil takar da, bu yaşında şıkır da şı­ kır oynardı. Şıkır da şıkır. Ne sevinir, ne sevinirdi. Halilin ölümünü bile unuturdu sevincinden. Dalgalar kıyıya petrol artıklannı atmışlar, bütün kıyı artıklardan çamura kesmişti. Dalgalar, küçük küçük, saçma kadar milyonlarca kabarcık getiriyordu Karadenizin ortala­ rından. Salihin ayaklan elleri kapkara yanmış yağ içinde kal­ mıştı. Ağzınm kanını deniz suyuyla yıkadı. Kıyıda gitti gel­ di, oradari bir türlü aynlamıyordu. Ya martısı onu özler de, öteki martılardan ayrılır gelirse, ya bir gelirse, işte o za.. man . . . Karanlık, umutsuz bir kedere gömülmüş gitmişti Salih. Bir boşluktu ki içindeki, ölüm dedikleri de herhal bu boşluk olacak. Çılgm gibi gidip geliyordu denizin kıyısında. Birden var sesiyle denize, martısına bağırmağa başladı. Oradan geçenler,

366


timanda demir atmış takaların reisleri, tayfaları, balıkçılar denizin kıyısında koşarak durmadan deli gibi ba�ıran bir ço­ cu�u gördüler. Salih kendinden geçmiş dönüp duruyordu de­ nizin kıyısında. Gün kavuşup gidiyordu, kanatsız, şu zavallı kuşu, yav­ ruyu bir deniz canavarı gelir, suyun yüzünden kapıp kar­ nma indirivertrdi. Fıkara martının da kanadı yoktu ki uçup gitsin. cAh, ahmak martı ah • Süre geçtikçe martının kurtuluş umudu kalmıyordu . Bir 'umanm, bir umarım bulmalıydı Salih. Denizin kıyısında zınk diye durdu, giyitleri tepeden tır­ na�a suya batmıştı, koşarken farkında olmadan denize gırt­ lalına kadar yürümüştü martısına do�ru. Belki de yüzmüştü. Gel diye de yalvarınıştı martı ya, öteki martılara. . . Ba�ırtısı­ nı da kesti. . . .

Birden gene koşma�a başladı, yüzünde umutla, azıcık da içinde sevinçle . Solu�u taşa taşa geldi limana. «Temel Reis, Temel Reis,• diye kendini onun teknesine attı. Temel Reis mangalda sucuk kızartıyor, dumanı, yağlı, kokulu, iç açıcı bütün tekneye yayılıyordu. Temel Reis Salibi böyle gorunce korktu: cNe var, iıe oldu be sana Salih Kaptan? Ne oldu sana?» cTemel Reis,» dedi Salih daha soluğunu toparlayamadan, göğsü körük gibi inip inip kalkarak. cMartım . . . ,. cNe oldu martına?» cKaçtı,» dedi Salih. «Kanadı da kırık, orada, denizde, öte­ ki martıların arasında. Bir deniz canavarı gelecek şimdi onu yiyecek. Kocaman, kocaman bir canavar . . . Çok kocaman, çok. . . Öteki martılar kaçacaklar hemen, onların kanatlan var, benim martırnın kanadı yok. O canavar da onu yutuvere­ cek.» c Otur bakalım, otur hele sen Salih Kaptan, otur baka­ lım, bir: çaresini bulacağız. Bir soluğunu topla hele . . . • cOlmaz,• dedi Salih, orada, teknede dört dönerek. «Bak orada . . . O niartılann arasında. . . Orada, orada işte. . . Canavar geliyor, canavar, canavar, Reis. . . Yetiş, Reis. . · •

367


Temel Reis çömeldi�i mangalın başından do�ruldu, elini Salihin omuzuna koydu: cHele biraz sükunet bul Salih Kaptan,» dedi. «Bir çare­ sine bakaca�ız martının.» Salih sapsarı kesilip titreme�e başladı: «Aman Reis, aman Reis şimdi, şimdi, şimdi ne olursun . . . Bak canavar, canavar., Sözcükler bir çı�lık gibi çıkmıştı a�zından. Temel Reis kıyıdaki tayfalara döndü :

cHa uşaklar, » dedi. «İşte orada . . . • Uzaktaki martılan par­

mağıyla gösterdi, «bir martı var, martıların arasında, kanadı kırık, gidin alın gelin. Binin kayığa . . . Çok çabuk.» Salihe baktı : «Canavar oraya ulaşmadan, siz oraya ulaşacaksınız.» Tayfalar Reisin bu sözlerine güldüler. Salih: «Haydi, haydi, çabuk olun,» dedi tayfalara telaşla, tek­ neden kayığa da o anda atladı, tayfalar tutmasa az daha ka­ yığı deviriyordu. Temel Reis apak dişleriıli göstererek sevinç içinde güldü : «Ha uşaklar,,. dedi, «Salih Kaptan da sizinle geliyor. O ne derse onu yapacak, sözünden çıkmayacaksınız.» Tayfalar küreklere asıldılar vargüçleriyle çekrneğe baş­ ladılar. Salih kayığın küpeştesine yapışmış, «daha, daha, da­ ha, daha, çabuk,,. diyordu, boynu martıların oraya doğru ko­ pacakmış gibi uzamış.

«Daha daha, daha çabuk. Canavar­

lar gelmeden.» Tayfalar Salihin telaşına, korkusuna, bir an önce martılara varmak için can atmasına, boynunun uzama­ sma oraya doğru, gözlerinin dışanya tırlamasına kaptınnış­ lar kendilerini kayığı uçuruyorlardı. Salihe kayık hiç yerin­ den kıpırdamıyormuş gibi geliyor, cdaha, daha, daha,» diye bağırıyordu. Kayık onlara yaklaşırken martılar. hep birden havalan­ dılar, orada, kuşların havalandıkları yerde bir küçücük karar­ tı kaldı. Salih: «0, o, o, işte orada,» diye ba�ırıp oraya do�ru uzandı, tayfa onu omzundan tutup kayı�ın içine çekti.

368


Küreklere asıldılar, tayfa getirdi Salihe verdi. du, öyle kaldı.

Salih

uzandı �arartıyı

denizden aldı

martıyı kucakladı, üstüne yumul­

Tayfalar Salibi kaldırdılar yukanya, tekneye, Temel Rei­ se götürdüler. Temel Reis baktı ki Salih. titriyor, titremekten uçuyor: cHa uşaklar sobayı yakın, bizim bu Kaptan çok ısianmış üşümüş, satlıcan olac!fk,• dedi, Salibi mangalın başına oturt­ tu. Çocuk kuca�ınd.aki martısına sarılmış onu bırakmıyor, zan­ gır zangır, dişleri birbirine çarpa çarpa titriyordu. Tayfalar sobayı yaktılar. Temel Reis: «Çıkar o üstündekileri Salih Kaptan,» dedi. Bir yandan da çoculu soymala başladı, bir anda da onu çırılçıplalı:: soyup üstüne battaniye örttü.

Salih, kocalında

martısı uzun bir süre dişleri çarparak titredi. Temel Reis çay yaptırdı,

Salih dokuz sıcak çaydan sonra ancak kendine gele­

bildi ve titremesi durdu. Titremesi duronca da o� uyu­ du kaldı. Temel Reis: «Uyandırmayın uşalı,• dedi. eKimbilir bu Salih Reisin

ne derdi var ki bu kadar tapınmış bu kUfll.• lçini derin derin çekti. cHay çocukluk hay,• dedi. eBu çocuklulun derdi bü­ yük, tadı da büyük,• dedi, ayala kalktı.

Salih az sonra korkuyla uyandı, dışan çıkmak, zeytin ala­

cına tırmanmak, Metinlerin avlusundaki macerayı seyreyle­ -iiıek niyetiyle kalktı, kalkar kalkmaz da başım teknenin ka­ pısına vurdu, ayıktı. Temel Reis:

cAz uyudun be Salih Kaptan,• dedi. cDaha elbiselerin .

kurumadı ha uşalım.• , «Kurur fimdi,• dedi Salih, martısına sıkı sıkıya sanl­ mış. Birden çıplak oldutunu farkedip hemencecik battani­ yenin altına kaydı. cBir çorbamızı iç, biraz yemelimizi ye Salih Kaptan�• dedi Temel Reis. •Hem de yemekte konuşuruz.• «Olur,• dedi Salih. AGSS/'JA


Önce naylon bir kapta tüten mercimek çorbası verdiler

Salihe, sonra da etli patates getirdiler. Salih çok acıkmıştı, iştahla yedi yemekleri. Ömründe hiç bu kadar lezzetli yemek

yememişti.

Bu arada tayfalar sobada çabucak Salibin giyitlerini de

kurutmuşlardı. Salih kurumuş giyitlerini bir anda sırtına ge­ çiriverdi.

«Bir çay daha içer misin Salih Kaptan?»

« İçerim,» dedi Salih.

«Martın da çok güzelmiş,» dedi Temel Reis.

Salih birden boşandı ağlamağa başladı . Temel Reis üzüldü :

«Ne oldu sana Kaptanım, ne oldu sana, ne oldu sana?»

Salih:

«Martım ölecek, »

kanadı kırık.•

diyebildi hıçkırıkıar arasında .

« Onun

Bundan sonra Temel Reis ne etti eyledi de uzun bir süre

Salibin ağlamasını durduramadı. Sonunda:

«Çok dolllJUş çocukcağ• z,» dedi. «Varsın ağlasın, açılır.» Dışarda gökyüzü bult> tsuz apaçıktı. Yıldızlar gökte, de­

nizde kaymwıyordular, şıkır şıkır. Ortalık bahar ayazıydı. Bu

ayazda geceleyin bile deniz, gökyüzü masmaviydi.

Neden sonra içeriye giren Temel Reis Salibi dinginlemiş

buldu. Martısının başını okşuyor, düşünüyordu.

«Senin martın ölmeyecek Salih Kaptan,• dedi Temel Reis.

«Kanadı da iyi olacak ha uşağım. Senin martın da bir hafta­

ya kalmayacak öteki kuşlar gibi uçacak. . . Sen yarın erken­

den bana gel. Martma bir ilaç yapayım da . . . »

Salih ayağa kalktı, birden Temel Reisin ellerine sarıldı,

o elini alıp onu öpüyor, o elini alıp onu . . .

370


TerQel Reis işi gücü bıraktı, balı�a çıkmadı, a� örmedi, tekneleri boyarnadı Salibin martısının kanadını iyi etmeyi kendisine iş edindi. Türlü ilaçlar, merhemler sürdüiii kana­ dı incecik bezler, ikiye üçe yardılı kibrit çöpleriyle sardı sar­ maladı. cTamam,ıo dedi, cSalih Kaptan, bu tamamdır artık. Kuşunun kanadı iyi olacak.• Sevinç içindeydi. «Göreceksin iyi olacak. Sa�lam martılar gibi uçacak martin. Birkaç gün sonra gene gel bir bakalım kanada. Sonra da kanadının bezi­

ni çözeriz. Ondan sonra da . . . ,.

«Ondan sonra da . . . » Gökyüzünü gösterdi Salih. «Haydi

yallaaaah, şu ayın altına kadar . . . ıo

«Gökyüzünün ardına kadar . . . ıo dedi Temel Reis. Orada, Zeytin adasının kayahtına yanyana, bahar güne­ şinin altına oturarak hiç konuşmadan denizin kıyısında ken­ di kendisine dolaşan martıyı sevinçle, içieri mutluluktan ta­ şarak seyrettiler. Temel Reis özenerek sardı�ı sigarayı tellen­ dirdi. Neden sonra Salih: •Bu acıktı,» dedi. «Varayım gideyim de ona biraz balık tutayım şu yukarılardan. Karnı çok dayarsa yarası daha ça­ buk pişer, kemikleri daha kolay b�ıişir, de�il mi?» «Git,• dedi Temel Reis. •Daha çabuk bitişir. Git uşa�ım ama, bizi de unutma . • •Unutmam,• diye gürledi Salih,

•hiç unutur muyum?•

Coşkuyla oradan ayrıldı.

. Dünyalar iyisi Temel Reis, Salih keşki onun oJlu, tayfa­ sı, ·çırajı olsaydı. Demircilikte ne vardı yani, altı üstü bir de­ mlrcilik, oysaki balıkçılık öyle mi? Temel Reis de balıkçıla3'71


rm rcısı. . . O İsmail Usta, hep kızgın, abiık suratlı, suratma konan sinek de bin parça olup d a her parçası kum gibi yere ya�maz mı? İsmail Ustanın da suratına bakanın kırk gün kıs­ meti kesilir de oca�ı söner. Sabahlardan akşamiara kadar kin­ li develer gibi a�zından köpükler saçarak hornur hQmur, ho­ mur . . . Ya Temel Reis öyle mi? Şu martıyı var ya, İsmail Us­ taya götürseydi şimdi, İsmail Usta onun hiç yüzüne bakar mıydı? Bir Salihe, bir kuşa bakar, onları şöyle bir tepeden sü­ zer, sonra da hiç bir tek söz bile etmeden onlara kıçını dö­ nerdi. Temel Reis ne yaptı. ipek gibi yumuşak, ipek gibi göz­ leri, okşayan, hep durmadan sevgi taşan, balı�a bile çıkmadı balı�a bile, ekmek parasını tepti hem de koskocaman üç gün, bir küçücük martı için. Balıkçılık, Temel Reise tayfalık hep­ sinden bin kez daha iyi. Ah, Temel Reis balıkçı delil de de­ mirci olsaydı ne güzel olurdu. Salih şimdi şurada, şu ·anda onun enerine sarılır, cUstam, Ustam, Temel Uatam, oğlunu öldürdüm oca�ına düştüm, beni kapından çevirme, çıraklıfta al beni, ben demirci olacaftım,• der, Temel Reis onu istemese bile onun dükkanından dışanya öldürseler bile çıkmazdı. Te­ mel Reis hiç onu çıraklıfta almaz mıydı, almaz mıydı deftil, sevincinden deliye döner, pazulanna bakar, ocYaşşa be Sa­

ıiiı Kaptan,» derdi, esen, sen, sen bir demirci olacaksın ki

Davut Aleyhisselam bile sana çıraklık edecek . . . » Aaah ah. bu İsmail Usta suratsız olmuş da demirci afurundan tafurun­ dan yanına varılmıyor. İsmail Usta balıkçılıfta yakışır, binsin teknesine gitsin denizierin ardına, düşsün de denizin karanlık uçurumuna bir daha çıkamasın . . . Kimbilir, beliçi demirci olun­ ca Temel Reis de İsmail Usta gibi olurdu. Çünküleyim ki de­ mircilik zor zenaattır, pirli zenaattır. Hiç Temel Reis gibi gü­ len, gözleri gökyüzü gibi duru, yumuşacık bir demirci görül­ müş müdür? Gün kavuştu, alacalı bir karanlık düştü denizin üstüne. Lodos topraftı, denizi, ağları, kayaları, yann üstüne, uçuru­ mun tam ucuna sıralanmış kasabanın evlerini, adalan, bir çi­ mento, kaya yı�ını rıhtımı ta kökünden sallıyordu. Salih bu lodosta ·bile o kadar çok, o kadar çok balık yakaladı ki martı­ sına . . . Bu martı da iyileştikçe hiç mi hiç doymuyordu, kursa-

372


�i da yedikçe şişiyor, kendi kadar oluyor, yere yere de�iyor­ du. Ordekler gibi de badıl badıl yürüyorau karnı doyunca, bacaklannı iki yana açarak, a�ırlı�ını taşıyamayarak. Ertesi gün daha deniz yeni a�armışken Salih uyandı, martısının sarılı kanadını şöyle· bir inceden ineeye gözden geçirdi, limana do�ru koşarak, o önde martısı arkada geldi, Temel Reis motorları çalıştırmış ısındınyordu, az sonra de­ nize açılacaktı. Salih soluk solu�a kıyıda durdu : «Temel Reis, Temel Reis,» diye batırdı. lçerden kuyudan gelir gibi patpatıann arasından bir ses geldi: eKimdir o?» «Salih Kaptan gelmiş,» dedi tayfanın birisi. Temel Reis ambardan güverteye çıktı, · yüzü güldü : «Söyle ha uşa�ım, Salih Kaptan.» Salih batırdı : «Geldim ki, martının kanadının sargısını açacak mısın?» Temel Reis kahkahayı savurdu : cHa dur be Salih Kaptan,» dedi, cdün bir bugün iki

. . .

tki günde o kemik bitişip o yara sa�alabilir m i ki? Sabırlı ol Salih Kaptan. Allahaısmarladık.» . Temel Reis aşa�ıya emir verdi, motorlar kalktılar, Sa­ lihe güveneden rıhtımın ucundaki feneri dönünceye kadar ·

el salladı.

Gece zeytin a�acının üstünde buldu gene kendisini Sa­ lih. Babası geldi' Metinlerin avlusuna önce, arkasından baş­ ka bir adam. Çok uzun boylu birisiydi bu. Sonra Metin gel­ di, yanında beş kişi daha vardı. Beş kişinin beşini de taro­

yordu Salih. Gece yarısı horozları ötünceye kadar hanımeli çalısıiun altına sinip konuştular. tık horoz öttü�nde birden fırladılar, çiti atlayıp evler arasından yitip gittiler. Salih bu gece bir korkunun, u�ursuzlu�un, tuhaflı�ın a�ırlı� sez-

. di. Zeytin atacından indi, aviuyu dışarı çıktı, martısı ardın­ ca geliyordu. Sakalın köşesini dönüyordu . ki karşıdan adamın geldi�ini gördü, hemencecik

üç

bö�ürtlenin arkasına

geçti saklandı. Martısı soka�n ortasında kalmış aptal aptal yanma yöresine bakıyordu. Yarın _ sabah erkenden gene Te•

373


mel Reise gidecekti, kaç

gün olmuştu, martının kanadını

açacaksa açsın. Bu lanet martı da uçacaksa uçsun, of be! Adamiann gölgeleri topra�a uzanmış hopluyordu. Uzun bs­ cakları halay çeker gibiydi. Sola, Metinlerin evlerinin soka­ �ına saptılar, Salih de onları, hiç çıtırtı çıkarmadan izledi. Çekilmiş, çıplak tabancaları ellerindeydi, Metinlerin kapısı­ na gelince usuldan : «Metin, Metin, Metin, çık dışarı,» dedi birincisi. «Metin, Metin, Metin,• dedi ikincisi, «çık dışarı. » «Metin, Metin, Metin,

sana

önemli bir şey söyleme�e

geldik,» dedi üçüncüsü. «Önemli . . . » lçerden bir kadının sesi geldi. Salih bu sesi tanıdı, Metinin anasının sesiydi. «Metin yok evde,» dedi. «O geceleri hiç eve gelmez ki . . . » «Nereye gider?» diye sordu üçüncüsü. «Bilmem,» dedi korkulu bir sesle Metinin anası. «Onun nereye gitti�ini kim bilir ki . .

.

»

Bir süre orada kapıda durdular. Sonra usul usul, dü­ şünceli, yavaşça avlu kapısını açıp dışanya çıktılar. Dışarı­ ya çıktıktan sonra döndüler kamyonlara baktılar. Birinci adam, en uzun boylusu : «Yazık Metine,» dedi. !kincisi, ayışı�ında kolları çok uzun görünüyordu, diz­ lerine kadar uzanan : «Metin mert adamdır, bu kamyonlar da onun hakkıdır,» diye hım hım bir sesle söyledi. .. Üçüncüsü azıcık kamburdu. Yüzü de çok uzundu, öne e�ilmiş yürüyordu: «Ne yapalım,» dedi, «Albay emir verdi. Biz emir kulu­ y u:<'!. » Koya�ı aşa�ı indiler, armut

a�acının yanına vannca

durdular. Armut a�acı sütbeyazdı, çiçektendi ayışı�ında. Ne dal, ne yaprak, ne gövde, a�aç bir kocaman topak apak çi­ çekti, acı acı da kokuyordu, ta üst yandan . geçen yola ka­ dar bile. Oraya çömeldiler, tabakalarını çıkarıp sigara yak­ tılar. Salih yılan gibi kayarak onlara yaklaştı, yabangülü

374


çalısının altına sokuldu, bekledi. Bedeni tepeden tırnaAa ür­ periyordu.

«Metin bizim arkadaşımız,»

dedi kambursu, yüzü uzun

adam. Yüzünün bir yanı karanlıkta kalıyordu.

fayda, onu öldüreceğiz. »

« Amma ne

« Onu öldüreceği?.,» dedi e n uzunu . «Dünya ne tuhaf. Da­

ha dün kardeş gibiydik, içtiğimiz su ayri gitmiyordu. Şim­

di onu nasıl öldüreceğiz?»

«Öldüreceğiz,» dedi kolları uzun olanı. cEkrnek parası.

Ya Metin, ya ekmek parası.»

«Nasıl öldüreceğiz, onu nerede bulacağız? »

kamburumsu adam.

diye sordu

«Bekleyeceğiz evinin kapısında.» uYa kaçmış gitmişse?»

«B ulacağı z » .

«Ya bulamazsak?»

«İşte o zaman Albay bizi . . . »

«İşte o zaman Albay . . . »

«Albay yer bizi.»

cKaçarsa nereye kaçar?» «Bir sezerse onu öldürmek için aradığımızı . . . »

cSıvışır Metin . . . Onu bir daha şeytan bile bulamaz.» «Şeytan bulamaz onu ama, Albayım bulur. O Cehenneme gitse girse gene; .

.

Al bay onu bulur.»

«Yılanın deliğine bile girse . . . »

«'Kuşun kanadının altına bile saklansa . . . »

«0, Albaya karşı geldi o.»

cO, ekmek yediği sofraya bıçak soktu _ o . . . » cYeni bir çete kuruyormuş Metin, Karadenizin eşkiya­ larından, Albaya karşı.» «Oyuncak işinde Albaya kim kazık attı, kim?» eKim yutturdu oyuncakları

Albaya, televizyon, radyo,

komputor diye, kim?» «Hepsi açığa çıktı, açığa . . . » cYaşatmaz onu Albay, Metin İrana da gitse, Arabista­

na, Hindistana, Amerikaya, dünyanın öteki ucuna da gitse . . . •

375


eBulur onu Albay. . . ıt eBulalım, biz bulalım da, biz öldürelim de onu, Albay

kimbilir ne arma�anlar verecek bize,• diye sevinçli bir setı­ le güldü en uzun boylusu. eÖldürınezsek olmu.,lı.

dedi kamburumsu.

eBu gece sabaha kadar. . .

tdi

yiz,» d

Metinlerio evini beklemeli­

uzun kollusu.

Sigaralannı tazelediler. Adamlar durmadan konuşuyor­

lar, Saiihin yüre�i a�zına geliyordu. Orada öyle tıkılmış kal­ mıştı. Martısı da gelmiş gö�sünün altına girmişti. Bu gece­

de mıı.rtisı da olmasaydı e�er, Salih yanmiştı. Martının sar­ gıh Jtnsadına de�di eli, içinde bir sevinç ürpertisi dolaştı. A�amlar konuştular konuştular,

sonra kalktılar koya­

�a şukarı yürüdüler. Ellerinde sigaralan daha yariıp sönü­ yordu.

Bumuna bir tuz, bir balık, martı, deni% kokusu geldi

esen serin yelle. Dalgalann sesini duyuyordu. eMetini öldürecekler,» dedi kendi kendine. eMetini öl­ dürecekler Metini öldürecekler.• Öteki

adamlar

durdular,

Salih hep kendi kendine:

ayışıAını

dinlediler.

eMetini öldürecekler,

gece�,

öldürecek­

ler,• diyor, adamlar her öldürecekler sözünde btr kere du­ rup kuşkuyla yöreyi dinliyorlardı. Gece böcekleri cikiliyor, kuşlar ötüyorlardı, -sevdaya düşmüş kaplumba�alann koya­ Aın koruluAunda dört bir yandan taktaklan geliyordu. Tam

Salihiıı burnunun ucunda bir küçÜ'cük kaplumba�a iri bir

kaplumbalayı ·dürtüklüyor, üstüne çıkıp iniyordu.

Adamlar gerisin geri armut a�acının yanına dönüp on­

ya gene diz çöktüler, korku içindeydiler. Gene oraya çöme­

lip sigara yaktılar.

eKulalımla duydum. Hiç yanılınam.» eBen de.»

eBirisi var, bizi izleyen.•

«Birisi. . . »

eÇok kurnaz.»

eGözükıneyen birisi.•

eArayalım . . . Bir insan selsiydi, ,

kler

-dtlrece

diyordu.•

318

Metini öldürecekler,

�1-


cArayalım bulalım, belki Metin haberlendi. . . Biz onu öldürmeden o bizi. . . , Uçü de hemen o anda sigaralarını silndürüp tabancala­ rını çıkardılar. Tabancalannın menevişi ayışı�ında şavkıdı. . «�aydi dalılalım, da�lıp arayalım. Bizi tuzala düşür­ mesinler. ,. Metin bize bir oyun oynamasın. . . » Uzun boylusu aşatı, deniz yönüne, kamburumsu adam yukanya, uzun kollusu da, kollan yere de�er gibiydi, armut a�acmın yöresini, orta yerleri araştırma�a çıktılar. Kolla­ yarak, adımlannı, her an bir yerden bir saldırı bekleyerek korka korka atıyorlardı. Uzun kollusu beş kere Salibin içinde bulundul\1 yaban­ ·gülu çalısının altına, kuşkulanmış olacak ki eliidi baktı, Sa­ lih solu�u tutup kaskatı · kesildi, adam onu göremedi. Ça­ lılar sıktı, bölürtlen, zıncar, yabangülüne karışmış kalın bir çit oluşturmu.ştu. Bir süre sonra adamlar sessizc e geldiler, gene eski yerlerine çömeldiler, sigaralannı yaktılar. cBir adamdı,» dedi uzun kollusu. cHiç şaşmaz,» dedi kamburumsu. cMetini öldürmek zor olacak,» dedi uzun adam. «Korka­ rım bu gidişle o bizi öldürecek. Valiahi de billahi de dÜpe­ düz bir adam ba�ırdı, aha şu kulaklanmla duydum.» «Duydum,• dedi kambur. «Benim kulaklarım yedi günlük yoldan sinetin vwltı­ sını duyar,» dedi uzun kollusu. cBeş kere ba�ırdı o adam, beş kere Metini öldürüyorlar, yetişin, dedi.» cTevatür,• dedi uzun adam. cTevatür,• dedi kambur. cTevatür,» dedi uzun kollu adam. cYedi günlük yoldan de�se de kula�ım iyi duyar, tevatür. Burada ne bekliyoruz, bulamadık Metinin adamım. Haydi gidelim de kapısında bek­ leyelim.» Sigaralannı yere atıp kalktılar, yürüdüler. Yolun altına, kavak a�açlarının yanına ulaşınca onlar, bu sırada yoldan gü­ rültülerle bir kamyon hızla geçiyordu, Salih aya�a kalktı, üs­ tüste üç kere sesli öksürdükten sonra: 377


«Metini kimse öldüremez,

kimse, kimse, kimse, Metini

kimse öldüremez . Kimse öldüremez, » diye bağırdı. Sesi kar­

şı adanın kayalıklarında yankılandı. Adamlar oldukları yer­ de dikildiler kaldılar .

Bir süre orada, kavakların

altında

beklediler, sonra. da dağılıp koruluğu, ağaç, çalı, ot kümesi

aramağa başladılar . Bir saat mi, iki saat mi bütün koruyu didik

oturup

didik ettiler, gene geldiler armut ağacının sigaralarını

yaktılar.

Hiç

konuşmadan,

güneyine

sigaralarını

bitirip kalktılar gene yola düşüp ana yola çıkarlarken, ka­ vakların oraya vaıırlarken, bir sesle gene yerlerine mıhlan­ dılar :

«Metini kimse öldüremez, öldüremez,

öldüremez.»

Adamlar hemen kendilerini yere attılar.

Bir süre hiç bir yerden bir çıtırtı çıkmadı. Salih de ken­

diliğinden, onlar kendilerini yere atınca, o da kendisini yere atmıştı.

Salih, adamlar karşılıklı uzun bir süre yere yatmış bek­

lediler. Neden sonradır ki, ay gelmiş orta yeri dolanmış, ba­ tıya,

denizin üstüne

sarkmıştı

hızla kaçtıklarını gördü. İkinci gün zeytin

ağacının

ki,

Salih

adamların kalkıp,

üstünde Salih onları gene

bekledi. Metin, Salibin babası, ötekiler toplaşıp uzun uzun

gene fısıldaştılar, Geceyarısının horozları öterken onlar git­ ti, gene ötekiler geldiler, Metinlerin evlerinin kapısını çaldı­

lar. Metinin· anası gene aynı karşılığı verdi. Salih zeytin ağa­

cından inip gene onları koruluğa kadar izledi. Adamlar ar­

mut ağacının gene duldasına, dünkü yere çömeldiler, sigara­ larını yaktılar, hiç konuşmadılar. Sigara üstüne sigara içti­

ler. Ay geldi de orta yeri dolandı. Ağır, sessiz kalkıp yola

düştüler.

Tabancalannın

menevişi

ayışığında şavkıdı.

Yola yaklaşmıştılar ki, Salih gene arkalarından ba�ırdı,

adamlar hiç arkalarma bakmadan aldılar yatırdılar.

Salih beş gün bekledi adamlar gelmediler, altıncı gün

gene geldiler. Bu sefer fenere yürüdüler, fenerin kuzeyine, kayalıkların üstüne oturup sigara yaktılar, Salih uzaktan ge­ ne bağırdı, adamlar orada öyle, kayalıkların içinde kalakal-

378


dılar. Sonra da gene telaşla, iki büklüm, korkarak oradan uzaklaştılar. Salih gecelerce koruda, fenerin altında, Rum mezarlıgı­ nın içinde, De�irmen Otelinin altında, Tahlisiyenin bahçesin­ de, kayıkhanede, yü�lerce kayı�ın arasında onlarla oynadı. Onlarla, Metin abiyi öldürecek o kişilerle oynamak onu se­ vinçten mestediyordu. Bu gecelerde Albayı bile görmüş, ona da nanik çekip saklandı�ı bir kuytudan ba�ırmıştı. Belki on beş yirmi kişi Salihi aramışlar aramışlar bulamamışlardı. Na­ sıl bulsunlar ki, Salih kıvrılıyor kıvnlıyor bir deli�e, küçü­ cük kalıyordu. Bir seferinde de polis köpekleriyle gelmişler­ di koya�a . . . Salibin köpeklerden ödü kopardı. Köpekleri gö­ rünce bir yılan gibi kıyıya kaymış; orada ba�lı Parmaksız Me­ medin kayığını çözdüğü gibi denize açılmıştı. Köpekler kıyı­ da ürüşüp durmuşlardı. Varsın ürüşsünler, ne bilecekler, ba­ lıktan gelen bir balıkçı çocuk . . . Albay deliye dönmüştü, köpekler bile o ba�ıran, caslan Metin, » diyen adamı bulamayınca. Salih bütün bu günler süresince de Temel Reisi hiç göz­ den ırak tutmamış, aşa�ı yukarı her gün ona gitmiş, Reis ba­ lıktaysa rıhtıma oturup, trolcular balıktan dönünceye kadar onu beklemişti.

cTemel Reis . . . » cOoo, hoş geldin uşağım, Salih Kaptan .

. .

»

«Temel Reis kuşun kanadının sargısını daha çözmeyecek misin?» o:Kaç gün oldu uşa�ım?» . o:On beş gün.» cHele bekle az daha Salih · Kaptan .

. .

»

Ve bütün bu dert bela içinde, Salih Metine olanı biteni söylememiş, söylemeyi akıl etmemişti. Söylese, acaba Metin ona bir şey mi der, onu azarlar mıydı? Salih ikirciklendi, birkaç kere Metinlerin avlusunda onu

bekledi, Metin gelince dili agzında büyüyüp a�zından bir tek sözcük çıkaramadı. Sonunda, o adamiann elinde maki­ nalı kocaman tabancalan görene kadar . . . Metin sabah erkenden kalkmış, kula�ının arkasına bir

379 .


pembe Osmanlı gülü sokmuş, asma çarda�ının altına

san­

dalyasını, masasını koymuş, höpürdeterek kahvesini içiyor­ du, ayak ayak üstüne atmış. Çarda�ın yanlannı

gibi çiçek açmış hanımelleri çiti sarmıştı. Salih, ·

şıkırdım Metinin

önüne top gibi düştü, alı al moru mor, alnı yüzü ıpıslak, ter

içinde kalmış. Önce dili tutulmuş gibi bir süre hiç konuşa­ madı, sonra azıcık açıldı.

«Adamlar,:. dedi, «üç tane. . . Her gece. . . Fenerin altın­

da, koyakta, korulukta . . . Kumbabada, Tahlisiye . . . Kayıkia­

nn içi. Nah, bu kadar tabancalar . . . Albayın köpekleri de

var ya . . . Albayın kocaman da bir gemisi . . . »

Salih böylece bütün olanı biteni siraladı. Bütün bun­ lardan hiç bir şey anlamayan Metin o konuştukça, teriedik­

çe durmadan gülüyordu. O güldükçe de Salihin daha beter dili diline dolaşıyor, söyleyeceklerini bir iyice biribirine ka­

nştınyordu.

En sonunda : cSeni öldürecekler, öldürecekler, üç adam,

beş adam, on

adam, yirmi adam.» dedi. Metin kahkahayı savurdu, kasık­ lannı tuta tuta ayala kalkmış gülerken Salih, hop, dedi bir­

den, çitten öte yüze, kendi avlusuna atladı, martısını kaptılı

gibi oradan: uzaklaştı. Metinin bitip tükenmeyen kahkahaları daha kulaklanndaydı.

Metinin davranışı çok a�nna gitmişti. Metin onu adam

saymıyordu ki sözlerine inansındı . Öfkeyle, bir kere dönüp

Metinlerin avlusuna bakmadan, avludan yürüdü çıktı lima­ na geldi. Ama onu öldüreceklerdi. Bunu Temel Reise söyle­

se miydi?. Rıhtımda bir aşa�ı bir yukan, martısı ardında do­

laştı durdu. Temel Reis bugün denizden geç dönecekti. Gün

böyle güneşli aydınlık, deniz de böyle dümdüz, gök bulut­

suz olunca Temel Reis balıktan gün kavuşmadan dönmezdi.

Dönsün de, günler oldu, şu martının kanadını çözsün de . . . Temel

Reis başta, öteki tekneler arkada bugün bütün

balıkçılar erken döndüler. Salih, Temel Reis bugün çok ba­ lık tutmuştur, yoksa onu öldürseler

bu vakitte hiç döner

miydi, diye düşündü. Çok balık tutmuşsa, kimbilir şimdi ne

Ç

kad� sevin iiydi

Rels. . . Metini öldüreceklerini söylese miy380


di acaba lerse . . .

Reise? Ya o da Metin gibi kasıklannı tuta tuta gü­ Gülerdi, çocuklara herkes gülüyordu. Öldürsünler,

öldürsünler, diye söylendi kendi kendine öfkeyle. Hem de öldürecekler. Bir süre böyle rıhtımda, öldürsünler, diye ho­ murdanarak gitti geldi. Öfkeden boyun damarları şişmişti. Sonra Metinin ölüsü geldi gözlerinin önüne, kıvırcık,

altın

perçemi kana bulanmıştı, üzüldü. Metin ölmemeliydi ama ne yapabilirdi? Temel Reisin tekneleri geldi rıhtıma yanaştı. Arkasm­ dan da öteki tekneler. Bir sürü çocuk döküldü teknelerden limana. Giydikleri balıkçı muşambaları balık pullanna bat­ mış, balık kokulu. Hepsinin de burunlan havada, büyükler gibi,

büyüklerden

daha

çok

çalışmanın konurlanmasmda.

Sessiz, dik, yöreye bakmadan, ·kendi kendilerine kıyıda do­ laşıp duruyorlardı, güneşin alnmda,

yorgun, mutlu,

elleri

a� ayıklamaktan kızarmış, büyümüş parlamış. Tekneler kasa kasa balık doluydu. Güvertelerde, adım atılacak yer kalmamıştı balık dolu kasalardan. Ve mercan gibi kipkırmızı Karadeniz barbunyalan, ıslak, parlak, kır­ Kalkanlar, kırlangıçlar, mızı billurdan gibi, san gözlü . . . mezgitler . . . Temel Reis dinç, oynak, tekneden rıhtıma atladı. Yüzü gülüyordu. Büyük gaga burnu, geniş· alnı güneşten yanmış, parlıyordu. Salihi gördü : «Merhaba be Salih Kaptan, martın nasıl?ı. o:Nasıl - olacak,ı. dedi Salih ona do�ru yılgın yürüdü. «Da­ ha kanadı sarılı, kaç gün oldu öyİe duruyor.» «Açalım,ı. diye güldü sevinçle Temel Reis. «Kavuşmuş­ tur yara inşallah. » Martıya uzandı, martı ördekler gibi sa�a

sola yalpalayarak kaçtı. «İnşallah,ı. dedi Salih, martının arkasından koşup yaka­ ladı, Reise getirdi. Temel Reis bir babanın üstüne oturup martıyı kuca�ına aldı, kuşun ayaklannı bacaklarının arasına kıstınp yaranın bezini açma�a başladı. Yüzü

geniş geniş açıldı,

güldü,

parmaklanyla kanadı

yokluyordu. «Bak,ı. dedi, «Salih Kaptan sen de bak, kemik bitişmiş,

381


yara da işte, bak . . . Benim Hacım yaman çıktı.» Salih de gülme�e başladı. İkisi iki yerden bir martıya,

bir birbirlerine bakıp bakıp

gülüyorlardı. Sonunda Temel

Reis aya�a kalkıp kuca�ındaki martıyı yukardan aşağı bı­ raktı, martı iki kanadını da açıp yere usulca indi, şaşkınlık­

la bir Salihe, bir Temel Reise bakıyordu. Salih gözleri yerde :

«Uçacak mı bu kuş?�>

Reis?»

diye utanarak

sordu.

« Temel

« Uçacak,» dedi Temel Reis . «Ama onda uçacak hal bı­

rakmamışsın ki, yedirmişsin, yedirmişsin, şişmiş martı, bak­ sana, kaz kadar büyümüş. »

«Aç mı bırakalım, yazık de�il mi?»

«Yok,» dedi Temel Reis, «bırakma. O yavaş yavaş uça­

cak, uçmayı ö�renecek. Sonra da iyice uçup gidecek.» «Uçup gidecek, bir daha gelmeyecek mi?»

nu büktü Salih.

«Martılar böyledir,»

dedi Temel Reis.

diye boynu­

« Onlar denizleri

insanlardan çok severler. Üzülme, bu martı seni nerede gör­

se tanır, gelir yanına konar.»

«Konar mı?» diye geniş geniş gülerek sevindi Salih.

<<Bugün çok balık yakaladık,» diye teknelere do�ru yü­ rüdü Temel Reis ince uzun hacakları üstünde yaylanarak,

konurlu, kıvançlı. Döndü Salihe: «Uçacak,» dedi.

Salih sevinç içinde, yüreğinde de, ya uçamazsa diye bir

küşüm taşıyarak eve geldi:

«Ana, ana, ana, bak ! » dedi. «Martımın kanadına

bak.

İyi, iyi, iyi oldu bak. Kırık kemikleri de bitişti . Uçacak, iki

güne kalmayıp uçacak.» Büyük ananın

Dilberin de meki�i hızlandı, öfkelendi,

bağırarak, bir kırbaç gibi şaklayarak gidip gelme�e başladı. Bir yavaşlıyor, konuşuyor, bir hızıanıyor mekik. onun ne söyledi�ini anlayamıyordu Salih.

Öfkeden

Ölecek, kanadı kınlmış martı da ölecek. O Temel var

ya, Laz Temel daha gençli�inde bilem yalancının birisiydi.

O Temel, o Temel, o Laz, o burnuna osurdu�um. O Temel mi,

o mu, onun mu merhemi iyi edecekmiş kırık martı kanadı382


nı? O gitsin de avradının apış arasına merhem yaksın da ka­ patsın. . . Kendini de bir insan sayıyor. Oh, oh, oh, o martı

ölür de uçamaz, uçamaz, uçamaz . . .

Mekik uçamaz, uçamaz derken bir türkü gibi gidip ge­

liyor, sevinç içinde şakıyordu. ·

«Bu kuş var ya, bu benim martım yarın uçacak ta gök­

lere, geri de gelecek. Şu balıkçılar içinde de Temel Reis gibi

zengin, iyi bir balıkçı yok ki . . . İstanbulda, Mustafa Kavalın

köşkü gibi de bir köşkü, altı tane de apartımanı varmış . On

beş tane de teknesi var ki, hepsi de mavi. . . Bugün bir balık

tutmuşlar, Temel Reis dedi ki, on bin, on on bin yüz altı li­ ra kazanacakmış ya . . . »

Mekik işleme�e başladı, zırta da zırt, zırta da zırt . . . Bir

balıkçı hiç bir zaman bu kadar zengin olamaz. Zırta da zırt. . .

Balık tutan onmaz, balık satan onar, şakka da şak, şakka da

şak, şak, şak, şak, şakka da şak.

«Temel Reis yalnız balık tutmuyor ki, !stanbulda bir ba­

lıkçı dükkanı var ki, bütün İstanbul balığını ondan alıyor,

öyle iyi adam ki Temel Reis, yüzünden nur damlıyor.» Mekik kuduruyor, deliriyor.

«Çatlasınlar da patlasınlar, onlar, o ölü kurbağa gözlü­

ler, o ölü örümcek yüzlüler çatıasınlar da patıasınlar mar­ tım uçacak, martım uçacak . . . »

Mekik uçtu, gözükmez oldu,

boz bir çizgi oldu, yalım

saçtı. Sen çatıa, sen patla, çatla da patla. . .

Mekik delirdi .

Çatla da patla . . . Çatla da patla, çat pat, çat pat. . .

ça . . . ça . . .

Ça, pa,

Mekiğin solu�u kesildi, tirtir titriyordu .

Salih güldü, güldü, güldü . . . Bir başladı, makaraları koy­ verdi. Gülüyor, büyük anaya bakarak martısını kucaklıyor

öpüyor, «yi�it çıktın ölmedin, yarın da uçacaksın de�il mi? »

Sesini kıstı indirdi, martıya bir göz kırptı. «Buradan, şu av­

ludan gö�e uçacak göğe çıkacak, geriye döneceksin. O Dil­

her cılbar da kızgınlı�ından ölecek değil mi?» Bir oyun tutturdu martısıyla birlikte,

cılbar, cılbar, aaah, cılbaaar . . . »

« Dilber cılbar,

Mekik kıpkırmızı kesildi, ölecek gibi oldu . 383


Bo�acaıtım, boıtaca�ım, seni de onu da bolacalım, boy­ nunuzu koparacalım. Koparacalım. . . Şimdi mekik, saltuk­ kanlı bir öç türküsüne başlamıştı. Salih bir insan konuşu­ yormuş gibisine, şakıltıların biribiri ardına gelişlerinden, bo�aca�ım bo�aca�ım, seni de martını da . . . Uçamaz ya, he­ le bir uçsun . . . Şak şak da şak şak. Bo�aca�ım, şak şak. . . Se­ ni daha yaşattııtıma sevin . . . Şak şak şak şak, şak şak da, şak şak. . . Gözünü oyaca�ım senin, seni bo�duktan sonra. . . Mar-­ tını da. . . Martını . da kıyma makinasına koyup kıyaca�ım. Hele bir uçsun. . . Dilher hiç bu kadar öfkeli olmamıştı. Anası da, Salih de, o sessiz küçük abiası da dehşet içinde kaldılar. Birden her şey durdu, bin yıl sürecekmiş gibi bir sessiz­ lik oldu. Ödü kopan Salih orada, ortada kalakalmıştı. Ana tezgahından fırlayıp DHberin tezgahına koştu, onun elini alıp gö�süne bastırdı : «Kıyma kurban olayım güzel anam, kıyma o�luma, bir tek olluma, kusuruna kalma o daha çocuktur, senin d.e bir tek erkek torunundur. Kıyma anam, kıyma biricik o�luma. Senin o�lun da biricik.• Büyük ana elini ananın elinden hışımla çekti, çeker çek­ mez de mekik şimşek gibi gidlp gelmele, konuşmaAa, diline geleni bütün çınlçıplaklılıyla kusmala başladı. Salih bu öfkeye dayanamadı, martısını yerden kapıp dı­ şarıya fırladı, kıyıya indi, kıyıda kimsecikler yoktu, Cemil bile yoktu. Martıyı kumların üstüne koyup oraya a�ı aşa­ �ı uzandı. Ölümü, karayılanı, deniz kızını, Metin abiyi, İs­ mail Ustayı, Temel Reisi düşündü. Temel Reis artık İstan­ bula gidecekti . Her yıl bQyle olurdu. Marmaranm, Egenin, lstanbulun balıkçıları kışın kasahaya gelirler, kış boyunca, bahar boyunca her gün rıhtımdan alaşafakta denize açılır, gün kavuştuktan sonra da arkalarmda binlerce martıyla dö­ nerlerdi. Rıhtımda balıkçı teknelerini bekleyen kamyonlar­ la çocuklar tekneler kıyıya yanaşır yanaşmaz, kendilerinden umulmaz bir devinime geçerler, tekneler boşalır, kamyonlar dolar, farlarını yakmış kamyonlar sıram sıram İstanbulun yolunu tutarlardı . Bahar günleri bitip de yazın kokusu gel·


di�i günlerde de balıkçılar teker teker yerlerine dönerlerdi. Bir gün bakmışsın

ki liman bomboş kalıvermiş, ne bir tek�

ne, ne bir kayık.

Temel Reisin gidece�i günü de biliyordu Salih, her gün her

sabah

parmaklarıyla

mandaki bütün devinme

sayıyordu.

Balıkçılar

gidince

li�

bitiyor, liman, dahası da kasaba

bomboş, ıpıssız kalıyordu. Temel Reis geçen yıl öteki bahk� çılardan tam on bir gün sonra gitmişti. Salih başını kaldırdı, uzaklara daldı, mavi, duru, derin, korkuya kesmiş kederli gözleri bu�ulandı, cİnşallah,,. dedi kendi kendine, «inşallah

bu yıl bir ay geç gider Reis . . » Oysaki gidece�i günü milimi .

milimine biliyordu. «Düşüncesini de�iştirir de geç gider in­ şallah . . . Geç gider de şu kuşun, ne güzel uçmasını görür de sevinir, kanadını iyi eyledi�i kuşun. . . » Aya�a kalktı, kuşu kaptı�ı gibi havaya, yükse�e fırlat­ tı, kuş yere düşerken kanatlarını açıp, yumuşak inişe geçti, yavaşça kumların üstüne__ indi. Salih akşama kadar martısını havaya attı, martı kum­ ların üstüne, denize indi kanatlarını açarak. Bir iki seferin­ de de kuş baya�ı kanatlarını çırptı otuz kırk adım öteye ka­ dar gitti. Çok kocaman olmuş, şişmiş, hamiarnıştı martı. Bu kadar kocamanlaşmış, ya�lanmış bir martı, bunca uçmadık­ tan sonra, kanadı yaralı olmasa da gene de uçamazdı. Onun günlerce uçmaya alıştınlması gerekti. Bugün martıyla o kadar u�raşmış, o kadar onu havaya atmıştı ki kuşun havada kanadını açacak, kıplrdayacak hali kalmamış sonunda havadan bir top gibi küt diye, bereket versin ki, denize dtişmüştü.

cAh, bir uçsa,ıo diyordu Salih. ·«Aaaah, bir uçsa . . . »

Dilin�

pelesenk etmişti: «Aaaah, bir uçsa. . .

Bir uçsa,

bir . . . » «De�il mi anam, kuşumuz bir uçsa! Kimbilir ne güzel olurdu, de�il mi?» Yalvanrcasına anasının gözlerinin içine bakıyordu. Anası hemen : cUçacak, uçacak,» AGSS/25

diye toparlanıyordu.

385

cUçmaz olur


mu hiç . . . Elbetteki uçacak senin martın yavrum . Ne de güzel bir kuş imiş bu akçakuş dedikleri, ·ne de . . . »

Salih sevincinden, kıvancından dört köşe oluyor, anası­

nın yöresinde dönüyor, bir anasını, bir martısını kucaklıyor­

du.

cBir uçsa, bir uçsa gö�ün ta ötesine gitse, oradan da ba­

na geri gelse . . . Kimbilir, kimbilir ne olur, de�il mi ablam? »

cUçacak,» diyordu ablası, uzun boyunlu da çok iri, ma­

vi gözlü. Bu kasahada bir abiası güzeldi, bir de Hacı Nus­ retin kızı . İkisi de dünya güzeli, dillere destan. cUçacak, uça­ cak,» diyordu. «Bir kuş hiç uçmaz olur mu hiç canım karde­

şim, küçü�üm, Salihim . . . » Salihe sımsıcak sarılıyordu. Sıca­ cık, ılımancık.

Eniştesi de, balıkçı Mustafa da, martının iyi olmuş ka­

nadına bakıyor, bakıyor, azıcık da martının kanadını kendisi

iyi edemedi�ine utanarak. eBu kuş uçacak arkadaş,» diyordu

güvenli bir sesle . . . «Uçacak, hem de ta bir gö�ün ötesine gidip sana geri gelecek.» Herkes, herkes, bu kuş uçacak, diyordu. Herkesler de Sa­

lihin martısını seviyordu, ne iyi. Metin abi bile, o gecenin ka­ ranlı�ında gelen kara giyitliler. bile, o albay bile · seviyordu

Salibin martısını . . .

«Bir uçsa . . . Kimbilir . . . Bir uçsaaa . . . Uçaca� m ı acaba?»

O Temel Reis var ya, bu kuşun uçup uçmayaca�ını, uçun­

ca da ne olaca�ını bilir ama, söylemez ki. . . O hep uçacak, uçacak, diyor . Yakında, yakında uçacak ha uşa�ım, diyor da

başka bir şey demiyor. Uçunca geriye dönecek mi, geriyf'

dö­

nünce de ne olacak, ne, ne, ne, olacak? Hiç onu söyler mi Te­ mel Reis, kurnaz . . . Salihe, Salibe ·öyle geliyor ki, Salih ku­

şunun uçtu�unu görürse, uçup da geriye döndü�ünü, uzak ma­

vi göklerden. . . Gecede, karanlık, lacivert, binlerce şıkır şıkır

yıldızla yaldızlanmış gecenin içinde, gökte apak, ışık gibi sü­ zülen, apak bir ışık çizgisi olan, sütbeyaz bir martı gökyü­

zünde, yalazlayan . . . Bir top ak ışık gibi Dış adanın üstünde

uçan. . . Oysaki martılar gecede kara birer noktacık olurlar­ dı, adaların üstüne inip kalkan . . . Salih gece uçarken hiç mi

martı görmedi yani. Ama bu, Salibin martısı başka martı,

386

o


kadar ak ki, ge<:eyi aydınlatacak. Bütün martılar şaşacaklar onun �ıklılı{:ına, geceden aklığına . . . «Bir uçsa, ne güzel bir uçsa . . . Uçacak mı acaba?» Doktor Yasef üçüncü, dördüncü, beşinci gözlüğü de{:iş­ tirip, martıyı iyicene gözden geçirip, büyük bir şaşkınlık için­ de kalarak: •Mucize efendica{:zım, bu bir mucize ve · de bir harikai tabiattır,» diyordu. •Ben zannederdim ki martıların kanat­ ları kırılınca bu kuşlar vefat olurlar. Halhuysam ki bu kuş, sayeyi kapıtanıderya Temel biraderimiz beyefendilerinin sa­ yelerinde iyi olmuştur. Onun nazik müdahaleleri . . . Fazıl Bey bir görseler bu kuşu, bu kuşu iyi eden mucizevi ilacı . . . » «Olmaz,» diye bal:ırıyordu Salih. «O adama var ya kuşu­ mu de{:il, kuşumun tıma{:ını bile göstermem o pis adama.» •Asabiyet huyurmayın beyefendi,» diyordu Doktor Yasef hastonunun fildişi, gümüş karışığı başına tutunarak, elleri tit­ reyip boynu sünerek. «Bu ilmi bir yardımdır insanlığa. Fa­ zı! beyefendinin şahsiyatı çok serttir, ammavelakin kalbi çok rakiktir . . . Asabiyet huyurmayın beyefendi. . . Ben Çanakkale­ de, Sarıkamışta bulundum, orada çok insan rahmeti rahma-:­ na kavuştu, Salih beyefendiciğim. Doksan bin kişi Sarıka­ mışta, gözlerimin önünde. . . bit yedi, beyefendi. Ben dokto­ ruro efendim, buna dayanamam. Üzülüyorum, beyefendi. Dok­ san bin kişi tasavvur buyurun efendim, karların üstünde kal­ dılar, dondular, kurtlar yedi onları, beyefendiciğim. Hiç bir şey yapamadık biz . . . Ya, beyefendiciğim. Biliyor musunuz, bu kadar ölüyü bir arada, karların üstünde gördüm de, ter­ ki hayat edemedim, buna muvaffak olamadım. . . Bu kasa­ baya geldim, beyefendiciğim. Geldi{:ime çok memnunum, si­ zin gibi insanlık timsali bir beyefendiyi gördüm. Siz beni bah­ tiyar eylediniz, beyefendi, bir küçük martı kuşuna meclubi­ yetinizle. . . İngilizler bu küçük martı kuşuna seagull derler, beyefendi. Fransızlar mouette, Ruslar çayka derler. . . Siz bir kuş için aylardan bu yana beyefendi, yanıp tutuştunuz . . . Ben . ki, beyefendi, birkaç günde doksan bin kişinin karlar üstünde vefatını gördüm beyefendi. Benim bu dünyadaki içine düş­ tüğüm tenakuzu anlıyor musunuz? Bir yanda, afedersiniz, 387


doksan bin ölü, bir yanda da bir kanadı kırık · martı ıçın canını vereeek Salih beyefendi hazretleri gibi bir insan şah­ siyet . . . Dikkat buyurun beyefendi. .

.

»

Salih onu dinliyor, konuştuklannın yarıdan çoAunu an­ lamıyor ama, anladıkları da onu çok sevindiriyor. Bir hoş, eski, uzak bir türküyü dinler gibi dinliyordu Salih Doktoru. Doktorun onu çok sevdi4ini de biliyordu . «Bir uçsa, bir bir, aah bir uçsa . . . Kimbilir . .

.

»

Salih uzaklara, derinlere dalıp gidiyor, neden sonra düş·

lerinden Doktor Yasefin:

«Uçacak, uçacak,,. sözleriyle uyanıyordu . «Elbette ki uça­ cak . . . Kemikler bitişmiş, yara kapanmış . . . Mutlaka uçacak . . . Hem uçacak, hem de geriye size dönecek . Bu martı kuşları in­ sanları, bilhassa iyi kalpli, sizin gibi insanları çok severler. Bu benim, bu deniz sahilinde hususi müşahedemdir, iki gö­ züm efendim, Salih beyefendi hazretleri. İsmialiniz Salih be­ yefendiydi de4il mi, iyi derhatır edebiliyor muyum?» «Salih.» Bir tek o mendebur, o bela, o büyük ana var ya, işte o pişmiş aşa su katıyordu. Salih kapıdan içeriye girmeyegör­ sün, başlıyordu mekikler konuşmaAa, şakkadaşak, şakkada-· şak, şakkadaşak . . . Bu martı ölecek, şakkadaşak . . . Ölmese de hiç bir zaman uçamayacak . Şa�kadaşak. Bir �.ıınadı kırık martının, dünya kuruldu kurulalı uçtu4u hiç görülmüş mü­ dür, şakkadaşak. . . O martının dirilece4ini bilsem, şakkada­ şak, şakkadaşak, ben hiç torunumun martısını iyi etmez miy­ dim, gül gibi, � aslan gibi,

babayi4it torunumun, şakkada­

şak . . . İşte Salih bu alaya deli oluyor, tepeden tırnaAa öfkeye kesip zangır zangır titriyordu . Şakkadaşak. O moruk, yaşlı­ lıktan bunamış Temel Reis de yara iyi edecekmiş de, martı uçacakmış,

şakkadaşak. . .

Hahhah, hahhahhaaaaa. . .

Büyük

ananın, sevinçten deliren mekijinin aAzı kulaklanna vanyor­ du. Şakkadaşak . . . Tara4! olsa o uyuz Temel kendi kelini kaşır.

Üç kere yaralandı da, bu Dilher onun yarasını kendi eliyle

sardı, o pis y.arasını. . . Şakkadaşak, şakkadaşak. . . Şak, şak, şak şak . . . Bu martı uçamaz ola,, şakkadaşak . . . Uçsa bile; bu

388


yabanıl kuşlar martılar, oh ki ooooh, geriye dönmezler, şak­ kadaşak. . . Şak. . . Şak. . . Şak. . . Şaaaak . . . Gerçekten salt bunun yüzünden, b u sözler, b u bakışlar, bu şakşaklar yüzünden bu eve girmek istemiyordu. «Bir uçsa. . . Bir uçsa . . . Bir ... Kimbilir.»

Babası, Osman, gıyınmiş kuşanmış, tıraş olmuş kıravat bile takmış. Yeni bir kundura almış, ucu sipsivri, pırıl pırıl yanıyor, Metin abinin kundurasından daha parlak, ucu da da­ ha sivri, pantalonu da kılıç gibi ütülenmiş, lacivert, daha fab­ rika, terzi kokuyor, yaka cebine kırmızı, mor benekli bir men­ dil sokmuş, gömleği sarı, bir top sevinç olariıktan içeri girdi: « Çıkın dışarıya da görün,» diye bağırdı, « bunca yıl sır­ tınızdan geçinen Osmanı görün.» Böyle der demez de kendisi dışarıya fırladı. «Ana, sen de, sen de gel .. . Gelin çabuk . . . Çabuk çabuk,» diye de dışarda telaşlandı. Babasının arkasından önce Salih fırladı dışarıya, sonra büyük ana Dilber, sonra ana, sonra da o sessiz sedasız nakış işleyen, bez dokuyan küçük abla . . . Dışarda, avlu kapısında bir kırmızı kamyon duruyordu, ilk bakışta kamyonun içinde dimdik duran pembe bir buzdo­ labı göze çarpıyordu. « İndirin,» diye emir verdi Osman. «İndirin,ıo diye söylenerek sevindi Dilber. «Benim oğlum ! » Benim oğlum derken gözleri geldi bir a n Salihin, sonra ana­ nın, sonra da küçük kızın üstünde durdu. <<Benim, benim o�­

lum, biricik Osmanım . .» .

Beş alti adam tuttular, buzdolabını kamyondan indirip eve taşıdılar. Osman buzdolabının yerini savullamıştı, kimbi­ lir kaç yıldan bu yana soğutucuyu koyacağı yeri düşlemişti: «Buraya,

buraya,•

dedi,

taşıyıcılar

buzdolabını

dediği

yere, köşeye yerleştirdiler. Osman eğildi fişi prize taktı, buz­ dolabı gürültüyle çalıştı, az sonra da gürültü indi hafif bir zızıltıya dönüştü. Osman ellerini beline koyup bir süre buzdolabını seyretti : 389


«Çalışıyor,» dedi. Salih de babası gibi ellerini beline koymuştu, onun da ağzından babasıyla birlikte: o:Çalışıyor,• sözcüğü döküldü. Hemen taşıyıcıtarla birlikte dışarıya çıktılar. Taşıyıcılar içeriye ardı ardına bir elektrik süpürgesi, ça­ maşır makinası, bir bütan gaz fırını, bu fırın çok güzeldi, rengi turuncu, kocamandı, bir elektrik ızgarası, kaşıklar, ça­ tallar, bıçaklar, sürahiler taşıdılar. . . Bunların ardından da kamyondan beş tane bavul indi. Osman, kamyoncuların parasını verip savdıktan sonra, pan­ talonunun sağ cebinden, hepsi de beş yüzlük çok kalın bir deste para çıkarmıştı, bavulları aldı teker teker herkesin bavulunu götürdü önlerine koydu. En küçük bavul Salihinkiydi. Rengi de kırmızı. Ananın bavulu en büyüğüydü, sarı. Abianın bavulu da mavi. . . Büyük ananın bavulu çok uzundu, uzun ince, rengi de yeşildi. Ye­ şil murat demektir. Bu, Osmanın anasına ilk ve son duasıydı. Dilber, gözleri yaş içinde kalmış, «benim oğlum,» diye mı­ rıldanıyordu duyulur duyulmaz. Önce Salih açtı bavulunu çarçabuk, göz açıp kapayınca­ ya kadar . . . Açar açmaz da orada, bavulun karşısında dili tutulmuş kalakaldı . . . Uzun bir süre bavulun içini seyrettik­ ten sonra, birden bir sevinç kasırgasına tutuldu: «Ana, ana, ana bak . . . >> Bir kırmızı gömlek çıkardı bavuldan, nar çiçeği kırmızı­ panl parıl . . . Üstünde de uçan bir martı resmi . . . Ana göm­ leği oğlunun göğsüne tuttu: «Ne güzel,» dedi, sevinçle içini çekerek. o:Ne güzel . . . Oğ­ luma da, gülüme, ışkınıma da ne güzel yakışacak.• Gözleri­ nin içinden sevgi fışkırarak kocasına baktı. Bir anda yüzü değişmiş, . yüzünde bir tek kınşık kalmamış, gençleşmii, gü­ zelleşmişti. Osman ilerde, elleri belinde kaykılmış, kıvanç içinde, ai­ lenin sevincine katılarak sevinçten tıkanmış, dokunsan hün­ gür hüngür ağlayacak, yüzündeki gülümseme böyle, hiç ek­ silmeden, ölünceye kadar yüzünde hep böyle kalacakmış gibi duruyordu. ��.

390


Salih gömleAi bavulun içine koyup usulca kaydı oradan vardı yavaşça babasının hacaklarına sanldı, yüzünü baldın­ nın üstüne koydu bastırdı. Babası Salibi kaldırdı bajrına bastı, sonra da yanaklarından öptü. Babası Salibi ilk olarak­ tan öpüyordu. Salih kucajında, bavulun yanına kadar gitti, onu bavulun yanına indirdi. Salih ejildi, bir de mavi gömlek çıkardı. Onun da üstün­ de şahlanan bir at vardı, güzel mi güzel. . . Üçüncü gömlejin üstündeki resim, çiçeAe durmuş ulu bir aAaçtı, altında da kızlı erkekli çocuklar oynaşıyordular. Her gömlek çıktıkçıc Salih bir gömleAe bakıyor, sonra dönüp sevgiyle bir ba­ basına . . . İki pantalon, hem de uzun . . . Uç tane ceket, birisi yazlık, keten, birisi mor kadife, birisi kiremit rengi. . . Uç çift ayakkabı, ne güzel . . . Çoraplar, donlar, atletler. . . Kalemler, kitaplar, defterler. . . Babası hiç bir şeyi eksik etmemişti. Bir tuhaf oyuncak gibi radyo . . . Bir de küçücük bir zil. Salih babasına bu ne diye baktı. Babası gülümsemesini çoAaltarak: «BU,» dedi, martıyı gösterdi, ebu da onun için. . . Kuşlar yitip gitmesin diye, insanlar, avcılar kuşlarına zil takarlar. . . » Salih daha bir coşkuyla babasına koştu, sarıldı bacakla­ rına, yüzünü baldırına koydu. Büyük ana heme.n bavulunu almış, evin içine koşmuştu. Ana, küçük abla da bavullannı açtılar. Ana armajanla­ rı çok olgun, sessiz bir kıvançla karşıladı. Sonunda, gene o sev­ giden dolup taşan bakışıyla kocasına bakarak : «Salol Osman,» dedi. Sessiz küçük abla bavulunun yanına oturmuş, hem ba- · ,basının ona aldıjı armalanlara bakıyor, hem de belli etmeden, öne yumulmuş usulca ajlıyordu. Osman: «Bugün evde yemek yemeyecejiz, gazinoya gidecejiz, Ali Rıza Binboja, Şenay, Nilüfer gelmiş lstanbuldan, bütün kasaba bugün orada, giyinin kuşanın oraya gidecejiz. Gazi­ Jioda, en önde, Kaymakamın, Belediye Başkamn�, Albayın yanında yer ayırttım. . . Elinizi çabuk tutun.» lçeriye batırdı: 391


«Ana sen de . . . » Az bir sürede ana, sessiz küçük abla giyindiler. Dilber, Osmanın bugünkü getirdiklerine elini bile sürmemiş, eski­ den kalma atlas fistanını giymiş, yeşil, sırmalı başörtüsünü başına dolamıştı. Salihse, ilk önce martısına zilini taktı. Martı yürüdük­ çe zil onun ayaklarında sallanıyor, ötüyordu. Önce kırmızı gömle�i giydi, aynada kendisini uzun bir süre seyretti . Sonra çoraplarını, pantalonunu. . . Giyindi ku­ şandı, saçlarını uzun uzun taradı, kıvırcık saçları bir türlü tara�a gelmiyordu. Uzun, kıvırcık bir perçem ayırdı alnın­ dan, tıpkı Metin abinin perçemi gibi, kaşlarının arasına dök­ tü, sapsarı, başak gibi. Babası ona üç tane mendil de al� mıştı. Anası kırmızı mendili de, tıpkı babasınınki gibi dürüp yaka cebine soktu. Dışarı, avluya çıktılar, gıcır gıcır, naftalinli, yeni kumaş kokarak. . . Kapıda bir otomobil bekliyordu, yepyeni bir Mer­ cedes, fildi.şi renginde. Şoför: «Geldim abi,» dedi. Osman kapıyı açtı, önce anasını bindirdi, sonra karısını, küçük ablayı, sonra Salih biniyordu ki, martının zilini duydu. «Bu ne?:. diye sordu Salihe. •Burada kalsa onu kedi yer,» dedi Salih. «İstersen bıra­ kayım.» «Getir be, martımızı da getir gazinoya, getir be Salih,» dedi güldü Osman katılarak. Gazinoya geldiler, gece yarısına kadar orada, masaları Belediye Başkanının masası yanında, kaldılar. Kıvançlıydı­ lar. Salihin martısı da çok kıvançlıydı. Birkaç kere kanadını açmış, sevinçten uçma�a bile kalkmıştı. Büyük ana da mar­ tıya dik dik öldürüreesine bakmıştı. Bir martıya, bir Sa­ lihe bakmıştı, böyle zulüm gibi, ölüm gibi, yangın, afet gibi. Bakın, martı söylenen türküleri de, yan masadaki mavi kor­ delalı Belediye Başkanının küçük kızını da çok sevmişti. Kı­ zı görünce martı durmamış, kanadını çırpmış, çırpınmış, kı­ za doğru uçma�a u�raşmış, Salih bırakmamıştı. O Belediye

392


Başkanı var ya, öküz gözlerini faltaşı gibi açıp Salihin ku­ ca�ındaki martıdan ayırmamış, Salibin de bir şey olacak di­ ye, ödü kopmuştu. . Salih bu geceyi, babasını, renkli ışıkları, peri padişahı­ nın kızları gibi giyinmiş şarkıcıları, türküleri çok sevmişti. Kafası bir renk, bir ses cümbüşünde, mutlulukta dönüyor­ du. Martısı da yanındaydı. O da dinlemişti türküleri, şarkı­ ları, çalgıcıları . . . Coşmuş, durmadan kanat açıp uçma�a kalk­ mıştı. Salih onu bu gece karanlığında hiç bırakır mı, coşup gitsin de, bu gece karanlığında yolunu şaşırsın da döneme­ sin, öyle mi? Büyük ana sabah erkenden uyandı, gökte daha yıldızlar vardı, deniz, gökyüzü usuldan ağarıyordu. Anayı da az son­ ra uyandırdı: «Kızım,» dedi, «benim insanlıklı, benim güzel kızım, şu bizim evde hiç görmediğim işler oluyor . . . Dün gece ne gü­ zeldi, değil mi?» «Çok güzeldi,» diye atıldı ana, içten, aydınlık, kıvançh güldü. 4<Ne güzeldi, değil mi ana . . . » «Yemeklerini beğenmedim ama, olsun.» «Olsun,» dedi gelin. "Yüreğim diyor ki kızım, gelinim, yüreğim bana diyor ki . . » Durdu, parmaklarını saçlarında gezdirdi, gözlerini kir­ piştirdi, bir süre ellerine baktı, uzaklara daldı gitti, deniz­ den yana döndü baktı. «Yüreğim bana diyor ki » Sesi sevgi­ de, umutta, yakarışta çınladı. 4(Halil gelecek.» Aynı inançlı umutla gelin df:!: .

. . .

«Gelecek,» dedi. «Halil babamız gelecek.» «Düşümde gördüm,» dedi Dilber. «Düşümde gördüm. Da­ ha gittiği gtinkü gibiydi. Bıyıkları sırma, kıvırcık, mor fesi­ nin püskülü kara, ta boynuna dökü lmüş. Hep gülüyordu. Ha­ lil hep güzel güzel gülerdi ynnagı çuku rlaşarak . . . Neden git­ ti acaba? Bunca yıl düşümc> girer Halil, bir keresinde bile soramadım, Halil niye bizi bı raktın da gittin diyemedim. Düş-­ lerime girdiğinde Halil hiç bu \ •·re gi tmemişti ki, hep bera­ berdik onunla. . . Gitmemiş adama, başını aldın da bizi niye bıraktın da gittin diye sorulur mu?» 393


c Sorulur

mu?ıo diye sordu gelin de . . .

«Yeşil bir taht üstündeydi. Ak bir martı gibi uzun bir

vapurun içindeydi, vapur limana giriyordu, telli pullu, şıkır

şıkır ışıklarını yakmış. Bir de çocuk geliyordu, elinde sapan

teker teker vapurun ampullerini kırıyor, ortalık karanlı�a ke­ siyordu. Ben bo�uyordum o çocu�u. Martısı da beni. . . Halil,

dur, diyordu, dur, elime sarılıyor, o yeryüzünün tekmil ışık­

lanru söndüreni benim elimden alıyordu. Bana, tüm ışıklar sö­

nüp de dünya ka,ranlıkta kalınca, Dilber, Dilber, Dilber, diye

bağırdı . . . Şimdiye kadar bana hiç Dilher dememişti, geliyo­ rum Dilber, bekle beni, canıma yetti, kara ba�nma tak etti

Dilber, geleceğim.»

« Gelecek anam,ıo dedi gelin.

Salih de uyanmış, yatağın içinde doğrulmuş, gözlerini

ovuşturarak onların fısıltılarına kulak kabartmış, ne dedik­ lerini duymağa çalışıyordu .

«Güzel kızım, Halil gele<:ek, bu pazar gelecek vapurlan.

Bunu bana, hem düşümde söyledi, hem de yüreğim öyle bir

hükmediyor ki . . . Şimdi güzel kızım . . . » Durdu, gene düşün­ dü : «Osman da bilmiş olacak ki babasının geleceğini, bak ne­

ler yaptı bize. . . Bizi nerelere götürmedi.ıo Coşkuyla konuş­ tu: «Şimdi sen beni bir iyice yıka ant, başıma, ellerime kına

vur. Kına kutsaldır, mübarektir.•

«Olur ana, hakkın var,» dedi gelin. «Şurada pazara kaç

gün kaldı ki . • ..

«Osman da babasının geleceğini bilmiş ki, Allah ona ayan

etmiş ki babasının pazar günü gelecek vapurdan çıkacağıru bana, anasına yeni, güzel giyitler getirmiş, sırmalı kadif' ·

parlak kunduralar, yeşil çoraplar,

ipek başörtüleri,

lahuıı

şal. . . Şimdiye kadar, bir ömür boyu Osman bana bir zırnıklık bir şey almasın da, bu pazar vapur gelirken. . . Değil mi kı­

zım?ıo

«Öyle ana . . . »

Büyük ana pazara . kadar bir süslendi püslendi, bir süs­

lendi, belki otuz yaş gençleşti. Onu dışarda her kim görse tanıyamazdı, o kadar de�işti . Osmanın ona ömründe ilk de­

fa aldığı giyitleri eksiksiz giymişti.

394


Ve pazar günü Karadeniz vapuru, ince, alımlı, sütbeyaz, bir martı gibi süzülerek limana girip gürültülerle zincir bo­ şalttı. Büyük ana orada, her zamanki, elli yıldır durduğu yerde durdu, vapurdan inen yolcuları, boynunu uzatmış, hiç bir devinimlerini gözlen kaçırmadan izledi, vapurdan son yol­ cu da çıkana kadar. Son yolcu çıkınca da boş gözlerle vapura baktı, oraya usulcana yere sağıldı. Onu kaldırıp eve götür­ düler.

Salih kıyıya indi, vapur demir alıyordu. Halil bu vapur­

dan da çıkmamıştı. Neden çıkmamıştı? Salih de; hiç olmazsa

bu sefer Halilin geleceğine inanmıştı. Tekmil kasaba da bu

sefer Halilin bu gelen Karadeniz vapurundan çıkacağına, bü­ yük ana kadar inanmıştı. Babası, anası, abiaları da, balıkçı Mustafa, Temel Reis de inanmışlardı. Çıkmamıştı işte . . . Belki çıkmıştı da büyük anayı, onun o mendebur suratını görünce, hemen geriye d6nmüş, vapurun içine saklanmıştı. İşte şimdi de bu demir alan vapurla geriye dönüyordu. Vay Halil vay, oğlunu, torununu bile görememişti bu cadının yüzünden. Vay Halil vay, vay gariban Halil. Aşağıya, Kumbabaya doğru yürüdü, martısı kucağınday­ dı ve gözleri fıldır fıldır, kanatıarım açıyor, çırpınıyor, uç­ mağa uğraşıyor, ayağındaki zili ötüyordu. Salihin ödü kopu­ yordu, şimdi şunu, martıyı bıraktığında, o da Halil gibi ba­ şını alır gider de bir daha dönmezse? Niçin dönmesin, Sa­ lih onu gazinoya bile götürmemiş miydi? Dünya dünya ola­ lı hangi martı gazinoya gitmiş de Ali Rıza Binboğayı din­ lemişti? İster istemez martıyı yere bıraktı, martı bir süre kumla­ rın üstünde durdu, bekledi, başını sağa yatırarak, sol gözüy­ le gökyüzüne baktı, sonra koşarak, kıyı boyunca ıslak kumlar üstünde, bir ayağı suya girerek, ayağının izi ıslak kumlarda kalarak Salihin önünce koştu, zili öterek .. . Üç kere kanat­ larını açarak, Salihin boyu kadar yükseğe uçtu, yere geri kondu. Her geri konuşunda Salihe dönüyor anlamlı anlam­ lı, bir tuhaf da bakıyordu, zili öterek.

395


Birden Salih martının kalkıp uçtuğunu, yükseldiğini,· de­ nizin üstüne doğru ağdığını, süzülüp rıhtım fenerine doğru gittiğini gördü. Martı uçtu uçtu, orada, Dış adanın arkasın­ da üç tane ak, ışıklı bulut kümesi vardı, bulutlann altına kadar Salih onu izledi, ondan sonra da gözden yitirdi. Rıhtımın ucunda, bir de bulutlann güneyinde, bir de Kum­ babaya doğru üç büyük martı kümesi suyun üstüne binler­ ce serilmişler sütliman denizde uyukluyorlardı. Salih orada, kıyıda tek başına kalakaldı, bacaklan fel­ dirdemeğe başlamıştı ki martının ak bulutların oradan bu­ raya doğru süzüldüğünü, az sonra da süzülüp gelip ayağı­ nın ucuna konduğunu gördü . Zili ötüyordu, tıpkı avcı at­ macalarda olduğu gibi . . . «Aaaa, niye hiç bir şey olmadı? » dedi kendi kendine Sa­ lih . Yüreğini dinledi, o bile küt küt atmıyordu. Kasahaya döndü baktı, yerli yerince duruyordu, yarın üstündeki ev­ lerin camlaı:ı tutuşmuş, ışıkları boydan boya denize yansı­ mıştı her günkü gibi. Martı kanadını düşürmüş orada öylece durmuş kalmış­ tı, uçmaktan şaşırmış, zili bile ötmeden . . . Bir tansıkta kanatları, yüzbinlerce martı, çığlık çığlığa, vapurlar, binlerce, ışıkları şıkır şıkır, karanlık denizden çe­ ,kilen . . . Deniz, bulutlar, demirci dükkanı, kıvılcımlar, ulu, kö­ püklü, minare boyu dalgalar,

sallanan toprak, kasaba, de­

niz . . . Adaları örten deniz, dalgalar, deniz canavarları, yelken­ liler, balıklar, atlar, traktörler, esen yel, gökyüzünde bulut­ lar, deli bir sağnak, şimşekler, yıldırımlar, deniz yaratıkları, bataklıklar, kurbağalar, kaplumbağalar, kırmızı, yeşil yılan­ lar . . . Sırarn sırarn diziimiş mavi, kırmızı, yeşil kamyonlar ağ­ larda. . . Temel Reis ağları çekerken. . . Çekilen ağiarda uçak­ lar, balıklar . . . Salih gözlerini açtı, durgun, kıpırtısız, sütliman, güneşli bir denizin üstüne serilmiş uyuklayan martıların, öteden de­ nizin üstünde üç top küçücük ak bulutun . . . O kadar. . . Sessiz­ lik. Ortalık sessizlikten çın çın ötüyor. Bir de, orada, önünde küçücük bir martı . . . Çın çın çın . . . Dünya bomboş, ıssızhkta çın çın . . .

396


Salih bekledi, gözlerini ovuşturdu, bir martıya, bir de­ nize, bir buluta, bir kasabanın evlerine, bir sonsuzluğa baktı . . . Her şey yerli yerindeydi, her şey . . . Hiç bir şey . . . Hiç hiç hiç . . . Martısı uçmuştu, martısı, martısı u<:muştu, martısı . . . O kadar . . . Hiç bir şey . . . Martıyı yerden aldığı gibi kasahaya aldı yatırdı, eve gir­ di, gözleri büyümüştü: cAna, ana, anam, martı uçtu !» O hızla evden dışarıya fırladı, abiasma gitti, daha avlu kapısından bağırdı : «Abla, abla, abla martım uçtu.» Abiası bir şeyi anımsar gibi baktı ona . . . Balıkçı Mustafa ona öyle ba­ kıyordu gülerek. Oradan demirci dükkanına vurdu. Kıvıl­ cımlar içinde kaldı, kendi de, martısı da. «Uçtu, uçtu, İsmail Usta, uçtu.• Ustanın bir «yaaaıo demesini anımsıyor. Maran­ goz, . Doktor Yasef, Bahri, Cemil . Hepsine de söyledi, hepsi de «yaaa» dediler. Beş kere rıhtıma koştu, Temel Reis da­ ha gelmemişti. Uç kere daha koştu nhtıma, geriye döndü, dehşet üzülerek. . . Dehşet, dehşet üzülerek, dedi kendi ken­ dine. Kıyıda martıyı yere koyup dervişler gibi dönrneğe baş­ ladı, döndü döndü, yan baygın kumiann üstünde serildi kal­ dı. Soluklandı, soluktanır soluklanmaz da koyağa vurdu, çi­ çekli iri bir ağaç biliyordu, üstüne çıktı, ne kadar çiçeği, yap­ rağı varsa yoldu, ağacın altı diz · boyu çiçek, yaprak, dal ol­ du. · Denize indi, elleri kan içinde kalmıştı, gırtlağa kadar su­ ya girdi. Kepçesiyle sıçraşan balıklan yakalayıp kayaların üstüne serdi. O kadar çok balık tutup kayalıkların üstüne serdi ki, martısı bile yedi yedi de bitiremedi. Yardan kıyı­ ya, kıyıdan kumlara, denize kadar gidip gelirken düştü düş­ tü kalktı. Ağzı kum doldu. Martının zili öttü . . . Kuma, toza, çamura belendi. Yeni giyitleri çamurdan, kumdan gözükmü­ yordu. Suya girdi, giyitleri, martısıyla, martıyı da altı kere suya daldırdı. Kuş bir daha, bir iyice şaşırdı: Yılan Şehzade geldi, ona çıkıştı. Yılan Şehzadeyle altalta, . üstüste bir hayli bo�ştu. Yukarda, ulu çınann arkasındaki menekşeli kuytu­ da Mahmut Alaybeyin on dört kovan ansı vardı, kovanlarının hepsinin kapağını tek�r teker açtı, anlar yılın yığın dışa. .

387


nya uğradılar, yeryüzü gökyüzü arıya kesti, arılar ağaçlarm dallanna, çiçeklerin saplarına, evlerin saçaklarına sıvaşıp bi­ rikiştiler. Arılar Salibin ellerini soktular, çocu� her iki eli de davul gibi şişti. Mahmut Alaybey olandan bitenden neden sonra haber

aldı, çılgın gibi kovanlara saldırdı. Bu işi Salibin yaptığım

bilseydi, onun kemiklerini kırar un ufak eder, boynunu da koparırdı. Salih kasabada, koyakta ne kadar leylek yuvası varsa, hepsi on sekiz taneydi, bütün yuvalara çıktı çıktı indi. Ley­ lek yuvalannda ne aradığını kendi de bilemedi. Cemile kabuk topladı, Sakıpların evine gitti, Osman Fermanın öfkeden kı­ zarmış kel kafasına kızdı. Denizin kıyısında bir atmaca ölü� sü bu.lup kanadından üç tane telek kopardı suya attı. Uzun bir siire de denizi taşladı. Sucu Mestanın eşeğine binip çamlı­ ğa kadar koşturdu. Eşekten üç kere düştü. Az daha martı­

sını eziyordu her düşüşünde de. . . Bereket ki martı üçünde de öteye, eşeğin başına doğru havaya fırladı, bir süre uçup az ileriye kondu. Kıyıdaki, kimin olduğunu bilmediği ya da bilmezden geldiği yeşil, sarı, kiremit rengi barbunya ağla­ rını kulaçlarca denize serdi. Serdi serdi, serdi topladı. Serdi topladı. Canı burnundan gelinceye, kan ter içinde kalıncaya kadar. Sonra birden çözüldü, oraya, kıyıya yığılıverdi. Başı dö­ nüyordu. Yarı düşte, yarı gerçekte, yarı aydınlık, yarı karan­ lıkta kaldı. Daha, yüreğinin bir yerinde bir şey, tansığa ben­ zer bir şey bekliyordu. Neyi beklediğini de bilemeden, bilin­ cine varamadan. Al Gözüro Seyreyle Salih oturmuş bomboş _gözlerle mar­ tısına, uçup uçup konan, uçup Dış adanın oraya kadar gi­ dip sonra gerisin geri gelip ayağının ucuna konan, zilini öt­

türen martısma bakıyordu, Al Gözüro Seyreyle Salih . . . Sey­ reyle Salih. Martının gözlerinin içine, ortasına, gözbf!beğine b:ıktı baktı. Martının gözlerinde, tüylerindc, ayaklarında da hiç bir değişiklik yoktu. Rıhtımın ucundaki fenerin oraya doğruldu,

adım

ata­

cak hali ):talmamış, yüzü sararmış, dudakları sünmüş, elleri,

398


bacakları,

ayakları upuıun uzamıştı. Fenerin duvarına sır­

tını verdi oturdu, gözlerini yumdu. Temel Reis, bugün baş­

ka bir gün olsa çoktan gelmiş olurdu, bugün inadına gee�

kiyordu. Belki de hiç gelemeyecek,. o gelmeyince de Salih böy­

le bir günde kalırolup gidecekti. -�Nasıl böyle bir günde?» di­ ye kendi kendine sordu Salih.

Hemen ayalta fırladı, ayaklannın bumuna dikilip ötele- ·

re, uzaklara baktı. Görünürlerde ne bir tekne, ne en küçült

bir karartı vardı.

Martı arada bir kanatlarını açıyor,

Dış

adanm oraya, kayalıklara tünemiş öteki martilara kadar uçup geri dönüp geliyor, çırpınınca da zili ötüyordu. Salih sırtını fenerin duvarına

dayadı,

serin çimentoya

oturdu, martı geldi omuzuna çıktı, serin gagası Salihin kula­ �ına de�di, onu gıdıkladı. Çocuk gözlerini yumdu, bir ka­ ranlı�a düştü. Uzun bir süre böyle kaldı, gözlerini açma�a

korkuyordu. Uyuşmuş gitmişti. Düşlemek, beklemek, sevin­ rnek, ınnu t etmek, a�lamak, gülrnek yeteneklerini bir anda

da yitirmişti. Boşalıp bir yılan kavı gibi burada, bu fenerin

dibinde kalakalmıştı.

Motor seslerine gözlerini açtı, işte Temel Reisin üç tek­

nesi de ardardına geliyorlardı. Onların ardında da öteki tek­ neler. Teknelerin ardına düşmüş, ulu bir top bulut gibi sav­ rulan binlerce martı.

Martısı bir daha uçup teknelerin üstünde kanat kanada

uçan martı yı�ınına gitti geri geldi. Salih ona soğuk bir bak­

tı, sonra gözlerini sonsuz bir uroarda Temel Reisin teknele­

rine dikti. Tekneler geldiler rıhtıma yanaştılar.

$1

Salih kalktı, a�ır a�ır merdivenleri indi, geldi Temel Rei­

teknesini yanaştırdığı yerin karşısına, oraya atılmış bir

kaya parçasının üstüne çöktü. Temel Reis sevinçli, azıcık da

yorgun devinimli, beli usuldan bükülmüş kıyıya çıktı, yöre­

sine bakınırken Salibi gördü, Salih orada kaya parçasının üs­ tünde, eli çenesinde süzülmüş gitmişti. Martısı da az ilerisine rıhtımın çimento duvarı

üstüne tünemiş,

başını içine çek­

miş, kanadını düşürmüş, tüyleri domur domur olmuş, ürper­ miş, yorulmuştu.

Salihin hali Temel Reisin gözünden kaçmadı:

399


«Ne o Salih Kaptan?• diye seslendi. Salih başını kaldırdı, isteksiz, ağır, ayağa kalktı. Temel Reise doğru bir iki adım attı: «Sağlığın Reis, »

dedi ağlamakıı, sözcükler dudakların­

dan döküldü. «Ne oldu? » diye sordu Temel Reis, merak etmiş, üzüntülü. Yanına yaklaştı, saçlarını okşadı. Salih hıçkıra hıçkıra ağla­ yacaktı az daha, kendini tuttu, toparlandı. «Bir şey mi oldu? » Salih gırtlağını temizledi, yutkundu, terledi, duru gözle­ rini, çok mavi, Temel Reise dikti, sonra da martıya doğru elini salladı :

«0,» dedi, «martı . . . uçtu.» Temel Reis: «Uçtu mu, uçtu mu?» diye sevindi,. «Demek . . . Çok mu uçtu, uzağa mı gitti?» Salih onun sevincine bir türlü katılamıyordu. «Ta oraya kadar uçtu,» diye adalan, gökyüzünü eliyle gös­ terdi . «Akşama kadar uçtu, gitti geldi.•

«Demek, demek, hem uçtu, hem geldi! Yaşasın be Salih

Kaptan, bu kuş seni çok seviyor . . . Çok çok seviyor.» Temel Reis sevincinden ne yapacağını bilemiyor, Salibin saçlarını okşuyor, kocaman elini onun omzuna koyuyor, mar­ tıya gidiyor yerden alıp kanadına bakıyor, havaya atıyor mar­ tıyı, martı ,uçup öteye Zeytin adasına, Ocaklı adanın üstüne gidiyor geliyor, Temel Reis çocuklar gibi el çırpıyor, yöre­ sine toplanmış balıkçılara bu martıyı, kırık kanadını, yap­ tığı merhemi anlatıyor, Salibin yanına kadar gelip onu ku­ caklıyor, yeniden yeniden çocuğu kutluyor, ne yapacağını bi­ lemeden

Salihin,

martının

yöresinde sevincinden

dört dö­

nüyor, mavi deniz gözleri bir sevinçte, çocuksu, çakıyor. cNe oldu sana, neyin var Salih?» «Bir şeyim yok Temel

Reis,

uçtu.•

clyi ya, iyi ya uçtu.• «Hiç bir şey olmadı Temel

Reis,

uçtu ya . . . Hiç bir şey..

olmadı.• Temel Reis onu elinden tuttu, merdiveni çıktılar, fene­ rin gün batısına yanyana oturup · konUflJladılar. Martı da ar-

400


kalanndan oraya geldi, ilerdeki bir kayanın üstüne tünedi, yönünü denize, arkasını Salihle Reise döndü. Salih neden sonra başını kaldırdı Temel Reisin gözleri­ nin içine baktı: •Hiç bir şey olmadı be Temel Reis,ıt dedi. cHiç bir şey • Reis ona aevgi dolu, �ayışlı, sıcacık baktı, elini uza­ tıp saçlannı okşadı, bir şeyler söylemek istedi, söyleyemeyip. vazgeçU. . . .

lt.GSS/21>

40i


O uzak bahçedeki kuş gene koygun ötifyor, otlar, dal­ lar hışırdıyordu. Aşalıdan denizin sesi de geliyordu. Salih ne kovutunda, ne de zeytin ataemın üstündeydi. Avluda çit­ lenbikten kapıya, kalndan çitlenbiJe, elini arkasına baJla­ mış kendi kendine mırıldanıp dolaşıyor, bir sezginin ürper­ tisinde, sezginin delil de, ona bu bir düş gibi geliyordu, apaçık bir bilginin korkusunda, tedirginiilinde bir ışeylerio oluşmasını bekliyor, Metinlerin avlusundan gözlerini ayırmıyordu.

. Tam gece yarısı horozlan öterken gene geldiler, elleriy­

le koymuş gibi Metini mavi kamyonun şoför yerinde, kaba­

penin üstüne kıvnlmış uyumuş buldular. Metinin iki üç gün­ dür burada uyudulunu yalnız Salih biliyordu. Gelen adam­ lar gene o üç kişiydiler. En uzun boylusu tabancasını kamyo­ nun camına dayadı: cÇık Metin, dedi. cGünlerdir seni anyoruz, dışanya çık.» öteki ikisi de tabancalarını çekmişlerdi. Kamburun ha­ cakları leylek bacaklan gibiydi, çok uzun iki sıska çataldı. Elleri uzun adam iki büklümdü, tabancasız sol kolu yerleri süpürüyordu. Metin uyanıp kamyondan aşalı atladı, sert: «Ne var be?» cSeni Albayım istiyor,» dedi uzun boylusu, sesi korkmuş, titreyerek. cAlbay,» dedi kambur. cBiz emir kuluyuz, yazık.» cAlbay,» dedi uzun kollu adam. eSen kozunu Albayla paylaş.» cHaydi gidelim,» dedi Metin. «Olur, ben kozumu Albay­ la artık paylaşmalıyım. Siz kimden yanasımz fimdi?» ötekiler sustular.

402


Metin önlerine düstü. Birdenbire Salibin sesi geceyi yırttı : cGitmeee!:. diye var gücüyle ba�ırdı. Sesi ka11ıdaki ada­ ların kayalıklarmda yankılandı.

«Gitmeeee, gltmeeee. . .

ni öldürecek Albay, Metin, gitmeee . .

.

»

Se­

O kuş karşı bahçede daha durup durup öt.üyordu. Sil­ me bir ayışı�ı vardı. Denizin üstünde sütbeyaz donmuş kal­ mıştı. Parlak, ışıklı bulutların gölgeleri denize düşüyordu. Metin Salibin sesine döndü baktı, gülümsedi . . . Bir şey söyleyecek oldu vazgeçti, yürüdü. Salih de uzaktan arkala­ rma düştü, koyağa aşağı indiler. Koyakta top kavakların al­ tında Albay üç kişiyle onları bekliyordu, Metini görünce aya­ ğa kalktı, ona doğru koştu. Salih artık onun, bu geniş omuzlu kişinin Albay olduğunu iyice biliyordu. Albay Metine elli adım yaklaşınca bağırdı: «Metin, at tabancanı yere.• Metin tabancasını çekti, olduğu yerde durdu, Albaya üs­ tüste beş kurşun sıktı. Albay, «yandım,» diye kendisini yere attı. Ortalık duman içinde kaldı. . . Sağdan soldan durmadan kurşunlar patlıyordu. Metin koyaktan

rıhtıma koştu,

yere

düşüp kalka kalka. Rıhtımdaki hızlı motora binip uzakla­ şacak, camnı kurtaracaktı. Rıhtımda, Zeytin adasından inen adamlar onun yolunu kestiler. Salih tam yüz metre ardın­ daydı

Metinin,

kıyıdaki

kayıklarm

arasında. . .

«Metin

abi

kendini yere at, geldiler,» derneğe kalmadan tabancalar ar­ dardma patladı. Metin, «yandım anam,» diye yere düştü, yer­ de kendi yöresinde söverek, çığlık çığlığa, boğazlanan bir hay­ vanın sesleriyle dönrneğe başladı. Biraz sonra başta Albay, koyaktakiler ulaştılar, Metin hem dönüyor, hem de yöre• sine kurşun yağdırıyordu. Az sonra tabaneası sustu, o daha çığlık çığlığaydı. Albay geldi, başucunda durdu onun: «Al

Metin,»

dedi

soğukkanlı.

«Arkadaşlarına

hayınlık

edenin sonu budur.• Arka arkaya üç kurşunu Metinin kafa­ sına boşalttı, Metin üç kere doğrulacakmış gibi oldu, sonra yere birden çözülüp upuzun uzandı. «Sen de beni yaktın,» dedi Albay, öne eğilmiş.

403


Salih bütün bu işler olup biterken kendini karaya çekil­ miş küçük bir kayılın içinde buldu, orada dümen yerine ya­ pışmış, gerilmiş kaldı. «Öteki,• dedi uzun boylusu. «O bizi her gün izleyen adam Albayım, o kaldı, o da buradaydı, gördüm onu az önce, ora­ da . . . O sesi ince herifi. . . Onu öldürmezsek. . . Onu bulup öl­

dürmezsek Albayım . ıo . .

Salih kayığın tabanına yapıştı. Adamlar kıyıya döküldü­ ler, gittiler geldiler, Salih onların çimentodaki ayak seslerini dinliyordu.

Kamburumsu adam: «Boşuna aramayın o ince sesli adamı, o kaçtı. Ben onu

az önce, şuradan yukarı kasahaya kaçarken gördüm.•

«Haydi gidelim,•

diye fısıldadı Albay dedikleri adam.

«Şimdi, az sonra usulen candarmalar gelecekler. Benim de durumum kötü. Kan kaybediyorum. Ağır yaraladı beni.• Al­ bay inliyordu. Hepsi her yerden gelip Metinin ölüsü başında halka ol­ dular. Albay dedikleri geniş omuzlusu: «Metini öldüreceAime keşki oğlumu öldürmek zorunda kalsaydım. Vay Metin. Metini dünyada en çok severdim. Ben öldürdüm onu. O da beni öldürdü . . . • Albay çok inliyordu. Başını salladı. Hep birden baş salladılar. Tek sıra olup kı­ yıya yollandılar, Albay başı çekiyordu. Hızlı motora doldu­ lar. Motor onları aldı, bir anda denizin ötesine, ayışığının ar­

kasına götürdü, bulut gölgelerinin içinden geçirip . . .

Salih orada kaskatı kesilmiş, kayığın omurgasına ellerini geçirmiş sabaha kadar kaldı. Sabaha doğru üstüne çiğ yağmış, üşümüşken, sırtında yeyni bir ayağın dotaştığını farketti, he­ men anladı bunun martısı olduğunu ya, gene ellerini omur­ gadan söküp kalkamadı.

Düşünden kalabalıklar geçti, ayak sesleri, çığlıklar . . . Sa­

lih neden sonra azıcık çözülebildi, kaskatı kesilmiş ellerini kayığın omurgasından söküp ayağa kalkabildL Donmuş kal­ mış,

kalıp

gibi

olmuştu.

Metinin

başına

tekmil kasabanın

birikti!lini gördü . Gün yekinmiş, bir minare boyu kalkmıştı.

404


Deniz çok duru, çok mavi, çok geniş, çok ışıklıydı. Işıkları Salibin gözlerini yaktı. Gözleri kamaşarak kalabalığı yardı Metinin ölüsünün yanına vardı. Metin sal kolunun üstüne yat­ mıştı. Uzun bıyığının ucu kana batmış, çimentoya yapış� gibiydi. Saçlan da kandan alnına yapışmıştı. Kan saçlarında, yüzünde, alabildiğine, sonuna

kadar açık kalmış, şaşkınlık

içindeki gözlerinde kurumuştu. Başının arkası paramparçay­ dı, Salih bakarnadı oraya. Bir yeşil sinek musaBat olmuş Metine, parlak, yanar dö­ ner, sert kabuklu bir böceğe benzeyen. Metinin burnuna girip girip çıkıyor. Sonra birden, ne oluyorsa havalanıyor, ta Zey­ tin adasının oraya varıyor, oradan ölünün üstüne pikeye ge­ çip geliyor, burnuna girip girip çıkıyordu. Kasabadan daha yeni duyanlar, yaşlılar, çocuklar, ka­ dınlar Metinin ölüsünü görmeye geliyorlardı. Ölleye doğru tekmil nhtım insanla tıkış tıkış doldu, ortalık mahşer gibi oldu. Salih eve döndülünde gün ikindiyi geçiyordu. Anası onu görür görmez : «Nerede kaldın yavrum, beni meraktan öldürdün,ıo di­ ye üstüne atıldı, kucakladı. •Ne olmuş sana böyle kuzucuğum, ne olmuş, ne? Baksana şu haline! Kan denizine girmiş çık­ mışsın.ıo Salih şöyle uzağa çekilip kendi kendisine baktı, sonra boy aynasının önünde durdu, ne zaman bulaşmıştı, çalıştı çaba­ ladı, hiç mi hiç bir şey anımsayamadı. «Dün geceden beri öldüm öldüm dirildim Salih . . . Rıhtı­ ma indim, her yerde, Metinin ölüsünün yanında seni aradım; hiç bir yerde yoktun . . . Duyuyor musun seslerini, bak Meti­ nin anası, bacılan nasıl kuşlar gibi çığınşıyorlar, vay fıka­

ralar. Metin babayiğit çocuktu. Vay Metin, keşki girmesey­

di o kaçakçılık işlerine. Bu işlerin sonu bu işte, genç yaşın­ d a öldü de gitti. Analık zor, analık batsın. Allah hiç bir ana­ nın bqına böyle bir acıyı vermesin. Gittim gördüm Metinin anasını, kurumuş, ölmüş gitmiş, bundan sonra . . . Öldüm, öl­ düm ben de Salih . . . Silah seslerini duyduktan sonra, seni . ara­

dım, baktım yoksun yatağında, alacın üstüne, öteki ağacın 405


kovuJuna, kamyonlann içine baktım, baktıın ki yoksun, yü­ retime. ateş düştü, işte şimdiye kadar kasahada aramadık de­ lik bırakmadım . . . • Salih anasına karşılık verecekti ya, bir türlü çenesi açıl­ mıyordu. Zorluyor zorluyor, kenetlenmiş çenesini açamıyor­ du. Birden, azıcık kendine gelince, mekiklere kulak kabart• tı, olanca öfkesi tepesine sıçradı, olacak iş dejtildi. Mekikler sevinçli sevinçli gidiyor, oh oldu, oh oldu o kaçakçıya, eşki­ yaya, korsana, sütübozuta, oh oldu, diyordu. Şakkadaşak, oh oldu. O kim oluyor da, o sümüklü, çifte çifte kamyonlar bal­ lıyor kapısına, o çingene. Şakkadaşak. . . Ben onun o çingene sülalesini bilmez miyim, üç yıl o kıtlık yıllannda, ben kö­ pelime yal verir gibi soframın artıtım onlann önüne döktüm de. . . Şakkadaşak. . . Bu burma bıyıklı Metin de öyle büyüdü de. . . Şakka da, şakka, şakka da şak. . . Benim yüzüme bile bakmadı. Ooooh oldu oh. . . Şakka da, şakka da, şakka da. . . Mekilin türküsü böyle sevinç içinde uzayıp gidiyordu. Büyük ananın da o örümcek atı yüzü açılmış sevinç içinde kalmıştı. Salih kendisini dışanya dar attı, ne yapacatım bilemi­ yordu. Bir şey yapmalı, bir şey söylemeliydi bu mendebura. Çenesi bir açılsa . . . Içeriye girdi, martısı kucalmdaydı. Dilberin karşısına di­ kildi, gözlerini çivi gibi sivriltip, onun ölü koyun gözü olmuş gözlerine kırpmadan dikti: «Ben gördüm,• dedi. «Söyledim, balırdım, gitme, dedim ona. O gitti, korkmadı. O korkar mı hiç! Soiıra onu nhtlmda vurdular. Metin abi de onlardan altı tanesini gözümün önünde yere düşürdü . . . • Şakka da şak. . . Yalan da yalan. . . Bir kişi altı kişiyi nasıl öldürürmiiş, şak! «Öldürdü, öldürdü,• dedi Salih. cŞu iki gözümle gördüm. Onlar yirmi kişi daha geldiler. . . Sonra, ancak Metin abiyi öldürebiidiler. . . • Bütün geceyi solulu taşarak, boyun damarlan şişerek bir çırpıda Salih oldulu gibi anlattı. O sözünil bitirir bitir408


mez anası onu kolundan tuttu sofraya oturttu. Bir çorba kasesinde sıcak sebze çorbası

tütüyordu.

Salih ancak dört

kaşık alabildi, o da kendini zorlayarak. Soma birden masa­ nın başmda çözülüverdi, başı önüne düştü, uyudu. Ana onu kaldırdı yata�ma götürdü yatırdı. . Salih ertesi sabaha kadar kıpırdamadan deliksiz uyudu. Martı da onun yata�mm başından hiç aynlmadı. Ertesi sabah uyanınca uzun bir süre kendisini toparlaya­ madı. Bir şeyler, bir şeyler olmuştu ama, neydi? Önce bir yeşil sinek geçti gözlerinin önünden, yeşil yeşil çakarak, dün­ yayı vızıltıya bo�an, utunan, u�untudan

kanatlan gözük­

meyen. Sonra Metin, sonra dün geceki, sabahki tüm olup bitenler gözlerinin önünden bir bir geçti. Yüzünü yur yumaz dışarı fırlayacaktı ki anası bile�inden yakaladı : «Seni,� dedi, «bir iyice karnını doyurmadan hiç bir yere göndermem. Otur sofraya, bak, neler var sofrada.� Salih sofraya çöktü, çabuk çabuk sofrada ne var ne yok­ sa sümürdü bitirdi, dışan kendisini dar atıp solu�u nhtım­ da aldı. Metin orada, oldu�u yerde, oldu�u gibi yatıyordu. Ölüyü bekledikleri anlaşılan iki candarma kederli yüzleriyle gidip geliyorlardı. Ölünün üstünü her nedense örtmemişlerdi. Ye­ şil sinek de ölünün bir karış üstünde a�ır, yorgun dolanıp du­ 'ruyordu. Metinlerin evinden de tüm kasahaya yayılan, artıp ek­ . silmeyen, tek düzeye bir a�ıt sesi geliyordu. Metinin ölüsü orada rıhtımm çimentosu üstünde üç gün kaldı. Salih ortalıkta üç gün hiç gözükmeylp bahçenin kö­ şesine, bö�ürtlen çalısıyla kanşmış yabangülünün altına sak­ landı, orada büzüldü kaldı. Onun yerini anası, küçük abla­ sı, babası

da biliyordu,

kimse üstüne varmadı, kimse ona

sen burada böyle oturup ne yapıyorsun, demedi. Salih üç gün içinde büyük anasının sevinçli meki�inin şakıldaklannı bir kere olsun duymadı. E�er bu sevinçten do­ lup taşan, kendinden geçen, Metinin ölümüyle alay eden ses-

407


leri duysaydı kalınndan ölürdü. Ya da büyük an.ayı öldü­ rürdü. Metinin ölüsünü kaldırdıkları günün ikindisinde baba eve geldi. Giyinmiş kuşanmıştı. Kunduraları parlamışb, üstünde suretini gör. Geniş adımlarla içeriye girdi, kendine güvenmiş bir tavırla: cAna,• dedi, geldi onun tezgahının önünde durdu. Hava­ aa pamuk tozları uçuşuyordu . Dilher meki�i durdurdu. cAna, ben gidiyorum.• DHberin yüzü birden de�ş'ti, bembeyaz ke­ sildi, ölü yüzü . gibi oldu, gözleri büyüdüler, donup kaldı­ lar. Osman e�ildi anasının elini aldı öptü. Kocaman taban­ eası kası�ının üstünden sarkıyordu. cNe yapalım ana, ekmek parası. Hacer, çocuklar sana emanet ana. Ben gelinceye ka­

dar onların babası da anası da sensin ana . . . »

Ananın da yüzü solmuş, dudakları titriyordu. Osman ona sarıldı, yanaklarından öptü : cİyi geçinin, çocuklarıma iyi bak, canım.» Büyük ana olanı biteni bir süre hiç bir şey anlamamış gi­ bi izledi, sonra birden tezgahın arkasından kalktı, ananın ya­ nına geldi, onun ellerine sarıldı: c Gönderme,

gönderme kızım, kocanı gönderme. . .

Halil

de böyle gitmişti. Gönderme, gönderme kızım, onu gönder­ me. Halil de böyle, böyle, tıpkı böyle gitmişti, tıpkı . . . Bir

ikindi .üstü, tıpkı . . . Gelmeyecek, gidince dönmeyecek . . Gön­ .

derme kızım kocanı gönderme,• diye ölü. gibi yalvardı. Kapının yanında durmuş kalmış olanı biteni gözleyen Salih a�ır agır ortaya yürüdü, büyük · ananın karşısına geçti, bütün öfkesini sesine toplayıp: «Babam gidecek,• dedi. cHem de şimdi gidecek. Sana ne oluyor? Babam kamyon alacak. Hem de üç tane.• Dellrml.f gibi, ba�ırarak, elini kolunu sallayarak, boynu uzayarak ken­ dinden geçmiş: «Babam gidecek, gidecek, babam gidecek,• diyor, kendi yöresinde dönüyordu. Büyük ana, baba, ana orada durmuşlar kalmışlar Salibe bakıyorlar, ne diyeceklerini, ne yapacaklarını bilemiyorlardı. cBabam gıdecek, gidecek, babam gidecek gelmeyecelç. Ha-

408


1il gibi iilecek. Ben de gideceJim gelmeyeceJim Halil, Hauı ıt Büyük ana boşanmış bir yay gibi yerinden fırladı, Salibin gırtlaJına sarıldı, sıkmaya başladı. Ollanın gözleri bir anda yuvalanndan fırladı, ölüm sesleri çıkanrken bir yandan Os­ man, bir yandan da ana yetişip çocuJun bolazını onun men­ gene ellerinden gilç bela kurtardılar. - Salih mosmor kesil­ mişti. Ortada bombof kalan köpürmüş büyük ananın yerdeki martıyı görmesiyle üstiine atılması bir oldu, Salih bir çıJlık kopardı ama geç kalmıştı, büyük ana doJruldutunda artık her şey bitmişti. Bir elinde martının kopuk başı, öteki elinde bolaZından kan fışkıran martının gövdesi. . . . . .

...

Bilyük ana böylece kollan iki yana açılmış, ellerinde ka­ nayan martının başı, gövdesi, üstübaşı baştan ayata kızıl ka­ na hatarak dışarıya y'ilrüdü, deli bir dervişin kendinden geç­ mif çılguıhlmda dönerek avluya çıktı, avluda döndü, döndü, yere düşttı.


Salih sabahtan beri denizden gelecek Temel Reisin yo­ lunu gözlüyordu, mendire�in ucundaki fenerin gölgesine otur­ muş. Yarı uyukluyor, yan denizden çekilen a�ları, a�larda çırpınan kırmızı birer yalım gibi barbunyaları düşlüyordu. Çok balık tutmuşsa Temel Reis, balıktan dönüşünde sevinçli olur, durmadan güler, gözlerinin içinden sevinç taşardı. De­ niz durgundu, suyun yüzünde ince ipiltiler uçuşuyor, kıyıda kayalıklarda, mendirekte, kasabanın evlerinin yüzlerinde ka"" raya vuran ışıklar oynaşıyordu. Uzaktaki çayırda sesi gür bir eşek anınyordu. Arılar o�ul vermiş, kuşlar civcivlemişlerdi. . Köylüler, Fa­ zıl Beyin dükkanının önüne kucak kucak, yı�ın yı�ın hiç kim­ senin görmedi�i, bilmedi�i hoş kokulu çiçekler getirmişlerdi. Kasabanın pazarı her hafta kuruluyor, kasaba cıvıl cıvıl in­ sanla dolup taşıyordu. Turistler de birer ikişer geliyorlardı. Aşçı Burhan denizin üstündeki Taka Restaurant'ını boyu­ yordu. Küçük balıkçılar koylara a� atıyorlar, a�lannı dolu dolu çırpınan salkım saçak balıklarla

çıkarıyorlardı. Bahri

kasabanın tellah olmuş, durmadan o sokak senin bu cadde be­ nim ba�ırarak dolaşıyordu. Kasaba capcanlıydı. Her gün bir kaçakçılık olayı oluyor, iki güne bir, geceleri bir, birkaç tek­ ne birden, ışıklarını söndürUp bir koya giriyor, kasahada de­ dikodusu da sürüp gidiyordu. Kamyonlar durmadan lstan· bula kaçak mal taşıyorlardı. Salih bunların hiç birisiyle en küçük ilgilenemiyordu. Denizin üstünden bulutlar gelip geçiyordu. Uzaktan önde Temel Reisin tekneleri, arkasında öteki tek­ neler gözüktüler.

410


Salih gözlerini yumup sırtını fenere dayadı, balıkçılar rıhtıma girineeye kadar da durmunu bozmadı. Temel Reisin sesiyle yerinden doğruldu ayağa kalktı, merdivenden aşağı indi, vardı Reisin teknelerini bağladı�ı yerin tam karşısında, ortada dimdik durdu. Gözleri yerdeydi. Temel Reis onun ya­ nından birkaç kere geçti ama, Salibi göremedi, telaşlıydı. So­ nunda, bu orta yerde dikilmiş kalmış çocuk gözüne çarptı, yaklaşıp bakınca bunun Salih olduj!unu anladı. «Ne o Salih Kaptan, ne durmuş kalmışsın burada, ha uşağım? Gel buraya, ha nasılsın?:. clyiyim,:. dedi Salih. «Sana bir şey deme�e geldim. » cHa n e demeye geldin?:. «Siz buradan ne zaman gidiyorsunuz?ı. «Öbürsü gün, ha uşağım.:. «Beni de götürsene Temel Reis.» Salih, Temel Reisle böyle nasıl konuşabildiğine şaştı. «Nereye? »

«Nereye gidiyorsan . . . :. «İstanbula gidiyorum, Salih Kaptan.» «Ben senin çırağın olacağım, Temel Reis.� «Ha baban ne diyecek buna?• «Babam yok, babam gitti, bir daha da gelmeyecek. Ben de düşündüm, ben de balıkçı olayım, dedim. Senden daha iyi bir adam yok ki bu dünyada, varayım da onun çırağı ola­ yım. •

Temel Reisin gözleri yaşardı, bolazı gıcıklandı. «Ha uşa�,» diye içten güldü, cöbürsü gün tam öğlen eza­

m okunurken biz buradan hareket edeceğiz. Gecikme, olur

mu uşağım, Salih Kaptan . . . » cGecikmem,» dedi Salih. Reis teknelerden

indirdiider

ağlann deliklerini örmek

için mendireğin merdivenine oturdu, Salih de gün kavuşana kadar ona yardım etti. Temel Reis: cSalih Kaptan, uşağım, şimdi sen eve git de hazırlığını yap, anana da birlikte gideceğimizi söyle.» «Söyledim bile,» dedi Salih. cAnarn dedi ki, var git de

411


Temel Reisin çıra�ı ol, onun gibi bir adam ne geldi bu kıyı­ lara, ne de gelecek,ıt dedi. Temel Reis onun saçlannı okşadı. O gece Salih hiç uyuyamadı, ertesi gece daldı daldı, ya­ tatında sıçradı. Daha deniz atarmamıştı ki yatatından usul­ ca kaydı, bavulunu çok önceden hazırlamış, nesi var, nesi yok­

sa içine doldurmuştu, bavulunu aldı, usulca evden d�arıya çıktı. Metinlerin avlusuna bir göz atmadan edemedi. Kam­ yonlar yerlerinde yoktular. Bomboş, ıssız çarşıyı bir baştan bir başa geçip demirci dükkanına geldi. tsrnail Usta daha dükkanı açmamıştı. Var­ dı, eski yerine, hanımeli çitinin altına oturdu. Gün alanrken, uykulu İsmail Usta, ölçülü adımlarla geldi açkıyı kilide so­ kup açtı, gümbürtüyle kepenkleri kaldırdı, çarşı kepenk se­ siyle baştan aya�a yankılandı. Bundan sonra da çarşının ke­ penkleri ardı ardına açılma�a başladılar. İsmail Usta dükkanı açınca duasını okudu ilkönce, son­ ra kömürü ateşleyip körükledi, ateş tutuştu. Oradan Salthe kadar yanan kömür kokusu geldi. İnceden bir seher yeli esi­ yor, Salibin yüre�i kalaklıyordu. İçinde bir yeynilme vardı. Sonra kıvılcımlar alacakaranlı�a pul pul dökülmete başladı. Ateş alıştıkça kıvılcımlar bir horturnda dönerek, savrularak alacakaranlı�ın üstüne iniyordu. Usta, demiri ocata sokup var gücüyle körü�e asıldı. Kıvılcımlar delirdi, bacanın üstün­ den, pencereden, kapıdan yıldız yıldız dört bir yana satıl­ mala başladı. İlk çekiç sesi Salibi yerinden hoplattı, ayata kalktı, bavulunu eline aldı, dükkanın kapısına vardı, İsmail Usta onu böyle kapıda görünce körütfi durdurdu, kıskacında­ ki kırmızı demiri örSün üstüne bıraktı, ona döndü: «Merhaba,ıt dedi, edelikanlı merhaba.ıt Sesi yumşaktı.

cHakkını helal et Ustam,ıt diyebildi Salih, orada durdu bekledi. «Nereye böyle satlıcaklah diye sordu Usta, bozulmuş. «İstanbula,ıt dedi Salih. Usta iki eliyle sakalım avuçlayıp boynunu kaşıdıktan, dü­ fÜJldükten sOnra:

412


cGüle güle, güle güle yavrum,• dedi. •Demek demırciliii bıraktın? Oysam

ki

sen bu zenaate çok emek vermiştin. . . In­

san bu kadar emek verdili bir zenaati bırakır mı? Ben de bugünlerde diyordum ki kendi kendime, şu çocuta ne oldu, bu zenaate bu kadar emek verdikten sonra nereye kayboldu da gitti? Bir gelse de, işe başlasa diyordum. Ne yapalım yav­ rum, kader böyle imiş . . . Gü le gü le, güle gül e yavru m, Allah yolunu açık etsin

. . .

Döndü, örsün üstündeki demiri aldı, ocaja sokup koca­ man, toz içinde kalmış körille asıldı. Salih dükkanın kapısından ayrıldı, öteye, hanımeli çiti­

nin yanına gitti, orada bir süre, Usta ocaktan demiri çıkarıp

dövmele başlayıncaya kadar durdu, sonra da arkasına bak­ madan elinde bavulu çarşının ortasından koşmala başladı.

Buradan fenerin altına kadar durmadan koştu. Limana baktı fenerin altına gelince, balıkçı tekneleri kıç kıça sıralanmış­

lar, rıhtımda daha uyuyorlardı. Kayalı.Jın ucunda durdu, işte buractan, tam buradan oyuncaklarını denize atmıştı. Işte bu­

rada. . . Bahriye de bir allahaısmarladık . demeliydi, dejil mi,

Rahri ondan bunu beklemez miydi? Limanda tekneler daha öyle uyukluyorlardı. Kalkmalanna daha çok vardı. Doktor Ya­ sefe de gitmeliydi. Cemili, Sakıbı da görmeliydi. Gitmek vardı da belki dönmek yoktu. Fenerin oradan, elinde bavulu çaml!la wrdu, arkadan akar suyun yanına geldi. Kara Memedin çö�ertmesi suday­ dı, onun dolabını döndürmeye, ajı yukarı kaldırmaya uğ­ raştı. Tam bu sırada atdan yukarı kocaman bir balık fırla­ dı, mavi sırtı güneşte yalbırdayıp alın · içine geri düştü. Salih dolaba yapıştı, çalıştı çalıştı, bir daha döndüremedi, sonunda bıraktı, dolap hızla dönüp aj suyun dibine gene çöktü. Sa­ lih oradan da yukarı vurdu, otellerin üstünden camiye indi. Camideki leyleji gördü, sabah gezintisini boynunu uzata uza­

ta sürdürüyordu yaşlı leylek. Yazık, diye içinden geçirdi, ya­ zık bu yaşlı, gariban leyleje,

kimse

ona balık, kurbala geti­

rip vermiyor ki, kendisi de yaşWıktan uçup da kısmetini ara­ yamıyor ki. . . Ohhooo, teknelerin kalkm

413

a1:anna daha çok var-


dı. Çok olmasa da Temel Reis onu beklerdi. Bir gün de bek­ lerdi, ·ilti gün de Camiden koşarak çıktı, kayalıklara geldi, oradan, sakla­ dılı kepçesini aldı, kıyıdan, otelierin altından Kumbabaya, Kumbabanın arkasından akar suyun yanındaki gölele gel­ di, bavulunu ağacın altına koyup pantalonunu, donunu çı­ kardı, kurbala avlamala başladı, yaşlı, fıkara, aç leylele. . . Kocaman, yeşil, kursalı inip inip çıkan bir kurbağa gördü, kurbala suyun yüzüne yatmış bir salkımsöğüt dalının üs­ tünde durup yutkunuyordu. Kocaman pörtlek gözleri ayna gibiydi. Salih yavaşça suya girdi, usul usul kurbajaya yaklaş­ tı, kepçesini üstüne indirdi, kaldırdı baktı ki, bu çolt: görmüş geçirmiş kurbağa yok. . ; Oturdu kıyıya, o kocaman, pörtlek gözleri cam gibi kurbalayı bekledi. Güneş de yükselip gidi­ yordu. Bekledi bekledi, o iri kurbajanın ne göründüjü var­ dı, ne de görüneceji. ..•

cAh,• dedi kendi kendine. cAah, kocaman kurbağa, ta­ libin varmış! Setiı burada üç gün de olsa bekler yakalardım. Yakalar da o yaşlı leylele yem ederdim. Amma ne fayda, az sonra, ezan okunurken, öğle ezanı, yolcuyum. Ne fayda ki, yolcu yolunda gerek.• Kalktı kepçesiili aldı bir çöpün üstüne tünemiş küçük kurbağaya gitti, kepçesini indirdi kaldırdı, kurbağa kepçe­ nin içindeydi, dışarı çıktı kurbağayı yakaladı, ayalından tut­ tu ipiilde bağladı, ipliği de bir küçük çalıya doladı, esen dur burada,• dedL Ölleye kadar irili ufaklı tam on bir tane kurbağa yaka­ ladı, ama o iri babaç kurbağayı beş sefer gördü de gene ya­ kalayamadı. Aaah, yolcu olmasaydı bugün, o babaç kurbağa görürdü gününü. Babaç kurbalaya bir hamle daha tasarla­ mıştı ki, ezan sesiyle oldulu yerde dondu kaldı. Sonra dışa­ nya fırladı, çarçabuk donunu, pantalonunu, çorabını, ayak­ kabısım giydi, kepçeye doldurduğu kurbağalan bir eline, bavulunu bir eline aldı kasahaya doğru koşarak yola düştü. · Camiye geldilinde soluk soluğa kalmıştı, kurbağaları olduğu gibi leylejin önüne boşaltıp kıyıya dolru yola vurdu, Çar­ dakaltına gelince; demir almış, birbiri arkasına sıralanmış


giden tekneleri gördü. Temel Relsin tekneleri en öndeydi. Li­ mana indi, mendirelin ucuna geldi, oradan uzaklaşıp gitmiş Temel Reise balırmata başladı: «Temel Reis, Temel Reis · beni, beni unuttun, beni unut­

tun Temel Reis. Beni, beni unuttun . . . •

Oraya, fenerin yanına yorgun çöktü. Soluklandı, tekne­ ler yitip gidinceye kadar orada bekledi. Tekneler yitip gidin­ ce de ayata kalktı, yönünü kasahaya döndü, İsmail Ustanın çekiç sesleri aralıklarla, koygun ta buraya kadar geliyor, de­ nizin üstünde dalılıp yitiyordu. İsmail Usta onu elinde bavulu dükkanın önünde görün­ ce hiç şaşınnadı, ona bir şey de söylemedi, Salih dolru Içe­ riye girdi, arka bölmeye geçip bavulunu bir sandalyanın üs­ tüne koydu. Buradan deniz, liman, kale, adalar gözüküyor­ du. Çırakların önlülünü çividen aldı, kırk yıllık çırak gibi bir güzel taktı, balladı, geldi yerdeki balyozu aldı, Ustanın dövmekte oldulu demire ilk balyozu indirdi: Kırmızı demir­ den dört bir yana pul pul kıvılcımlar saçıldı. Demircilik pirli zenaattır, ta Davut Aleyhisselamdan bu yana.

413



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.