Orhan kemal hikayeler cilt iv grev bilgi yayınevi

Page 1

2CI7

BİLGİ YAYlNEVi


BİLGİ YAYINLARI

207

ORHAN KEMAL'iN HiKAYELERi

Birinci Basım 1968 İkinci Basım Ekim 1975

&IlGI Tuoah

Hilmi Cad.

54

Toılf: 261048-26 70 64 Kavtklıd.r•

•obı�ll

-

Anlı.�ra

udc.i.si

r.ır: 22 sı 01

Ceilatc{IL\1 -

19/2

4


ORHAN KEMAL

Gr ev

BİLGİ YAYlNEVi


kapak düzeni

fahri karagözoğlu

BİLGİ BASlMEVi- ANKARA


İÇİNDEKİLER Grev

7

Nurettin Şadan Bey

20

Dert Dinleme Günü

40

Telefon

50

Can Sıkıntısı

68

Arka Sokak

78

Süpürgeci

83

Harika Çocuk

90 95

Hamam Anası Nermin Burhan Bey

99 105

Beye Kapıyı Göster

112

Balon

119

Abla

203

El Kapısı

211

Numara ...

220

Sıtma

225

Do�m

232

Kırmızı Mantolu Kadın

237

Korku

248

Babalar ve ogullar

258

Yandan Çarklı

268

Pırıl Pırıl

277

İstidacı

282

Motörde

286

Kenar Mahalle

290



GREV

Fabrika sahibinin oğlu, saçları dökülmüş i ri başı, yuvarlak göbeğiyle tombalak bir patatesi ha­ tırlatır. Bol bol uyumak, canlı kahkahalar sal ıver­ mek, çevresini alanlara mükellef ziyafetler çekmek için dünyaya gelmiş g ibidir. Fabrikanın memurlar lokantasına g irdi. Mües· sese müdürüyle birkaç garson her zamanki gibi koşuştular. Sandalyeler ikram edi ldi, masalar çe• kildi itildi, kuwetl i güneşin vurduğu penceredeki muşamba perde indirildi . . . O, yani fabrika sahibi· nin oğlu, i kram edi len dört beş sandalyeden yal· nız birisine yan geldi, d i rseğini masaya dayadı , tombul yüzünü eti i avucu içine a l d ı . . . - Şeyy . . . -dedi-, n eb li m ben? B i r şey ama, ne? Ağız dolusu esned i . Karşısında hazırolda bek· leyen müessese müdürünün yuzune, ağır gözka­ paklarının altından yorgun yorgun baktı. - Canımın ne istediğini bil bakalım! Müessese müdürü resmi bir gülüşten sonra, ciddileşti. 7


- Bil, -diye tekrartadı fabrika sahibinin oğ­ lu- canımın ne istediğini bil, sana on l i ra ! Sandalyes• i nde doğruldu, sonra, bı i r kaplumba­ ğanınkini hatırlatan sırtıyle, masaya abandı. - Hadi. Bil sene! Lokanta müdürü gerdan kırdı, gözlerini kırpış­ tırdı, kuru yüzünü kaşıdı. Sevmiyordu, garsonların filan önünde piyasasını düşürmekten başka bir şe­ ye yaramayan bu şakaları sevmiyordu ama. B u sırada cebinden bloknotunu çıkaran fabrika sahibinin büyük oğlu altın istilosuyle çok bozuk bir yazı yazdı : «Müessese müdürü, canımın n e istediğini bil­ diğin takdirde, kendisine on bin l i ra vermeyi taah­ hüt ediyorum . .. Müessese müdürü dede olmuş, ağır başl ı bir adamdı ama, çaresiz kağıdı ald ı , uzaklaştı. Fabrika sah i b i n i n oğlu sandalyesine gene yan geldi. Gittikçe ağırl aşan gözkapakları nerdeyse büsbütün kapanacaktı. Bu sırada karşıda, kuwetle vuran güneş sütununun yanında, çatal , kaşıkları pariatmakta olan bir garson gördü. Eliyle masaya vurarak çağı rdı. Dirsekierine kadar sıvalı kol ları , yer yer kararmış paçavrasıyle garson, koşarak gel­ di. Fabrika sahibinin oğlu, - N apıyorsun orda? - d iye sordu. Kulaklarına kadar kızaran garson, Çatalları -dedi-, çatal ları pariatıyorum efendim! - N iye parlatıyorsun? - Usta öyle emretti efendim? - Usta öyle emretti demek? Sen emir kul u musun? Garson gülrneğe çalışarak, - Sayanizde efendim . . . - dedi . . - Sayarnizde mi? B e n ağaç mıyım u lan? - Estağfurul lah efendim . . . o.

o .

8


- Saye gölge demek, ağacın gölgesi olur. Be­ nim s ayemdeyse. . . Ben ağaç o luyorum bu hesap­ ça, sen de benim gölgemde . . . Ha? ...,... Estağfurullah efendim ... Haşa. - Senin okumuşluğun falan var m ı ? - Yok efendim. - Hiç mi ? - Var ama, az. - Ne kadar? - Beşi bitirdim, hepsi bu. - Gerisini n iye getirmedin? - Tecelli beyim. - Nasıl tecelli? Tecelli ne demek? - Ben esas Karadenlzl iyim. Babam postanede odacıydı. Beş kardeştik, aldığı para yetmiyordu za­ ti , boğazımıza . . . - Peki, şimdi o n bin liran olsa . . . Mesela tay­ yara piyangosu aldın, on bin lira vurdul Naparsın? Garson gülrneğe çal ışarak önüne bakıyordu. - Söyle, napardın on binin olsa? ......? - Cevap ver be! Hiç düşünmedin mi? Mesela çıkırp on bin lira versem sana ş. i mdi . . . Naparsın? ......? - Hiç fi krin yok mu be? Düşünmedin mi şimdiye kadar? - Düşünmedim efendim. - On bin lira çok m u mühi m ? - Çok. . . - Çok d emek? Demek, •On bin l i ram olsa n e yapardım?• diye hiç düşünmedin? ......? - Sende iş yok. G it işine hadi! Garson kirli baziyle çeki ldi. Fabrika sahibinin oğlu gine ağız dolusu esne­ dikten sonra, yaşaran gözlerini tombul el lerinin tüylü sırtıyle sildi. Hava adamakıllı sıcaktı , terli­ yordu. Tiri l tiri l sadakar ceketi ni çıkarıp yanıbaş ı n9


daki �iskemleye Qıraktı. Soma, önündeki m asanı n üzerine çaprazlama koyduğu ellerine başın ı daya­ d ı , uykuya tam geçecekti lokanta kapısı hızla açıl­ dı, Dokumane şefi içeri girdi: - Ahmet bey -dedi-, koşun! Dokumacılar grev yaptı, ağa sizi bekliyor! Kara kuru bir Arabuşağ ıydı. Fabrika sah r ibinin oğlu, ondan bekl enilmeyen bir çevi klikle sıçradı , sadakor ceketi ni aldı. Deku­ mane şefiyle lokantadan çıktılar. Hiç bir zaman düzelmeyen bir mide bozuklu­ ğundan şikayetçi ağa (fabrika sahibi) ağır tül per­ delerin seri n bir neml i l i k verdiği odasında, köşele­ me gidip gel iyor, huysuzlanıyordu. i çeri giren oğ­ luna, - i ş dayresine, emniyete, cendermeye tele­ fon et çabuk! - dedi. - Ne var? Noluyor? - Ne mi var? Ne mi oluyor? Ben mi senden soracağım, sen mi benden? - Benim bildiğim, mesainin sekiz s aate in­ mesini, fakat on iki saatte kazandı kları parayı ver­ memizi istiyorlardı. - Her neyse. . . ewela telefon et, sonra git, bağ la, koğ gitsinler! gör. lcap ederse atelyeyi Arnele mamele. . . Aç itleri başımıza çıkardılar bire herif . . . Hökümet hökümet değil ki . . . Sallandırıver bir ikisini . . . Fabrika sahibinin oğlu odadan fırladı. Iplik a.m­ barlarını bir hamlede geçti. Dokumaneye koşarak girdi. Üç yüz dokuma tezgahının müthiş bir şakır­ tozları tıyle çal ıştığı atelyeni n havasında pamuk uçuşuyordu. Kapıda durdu. l çeriyi hırslı hırs l ı gözden ge­ çirdi. Yanıbaşında diki len dokuma ustasına, - Hani? Grev yaptı lar diyordun? - dedi. Her­ kes tezgahının başında! - Tezga.h larının başındalar ama, iş görmüyor10


lar. Masra tükeniyor dolusunu koymuyorlar, bez top oluyor kesmiyorlar, iplik kopuyor bağlayıp çek­ miyorlar. - Kapalı grev yani? Kim e l ebaşıları ? - Sarı Memet. O yok mu o . . . - Çağ ı r şunu bana! Dokumane şefi düdüğünü kuwetle öttürdü. Bü­ tün başlar kapıya çevr· i ldi, iki muavin koşarak gel­ diler: - Sarı Memet'i çağırın bana! Az sonra, zayıf kol ları dirsekler. i ne kadar çe­ mirli , duru beyaz yüzlü, tepe saçları dökük, gaga burunlu bir d okuma işçisi dokuma ustasının yanına geldi. Üstü, başı, kaşları toz içindeydi. - Buyur! - dedi. Fabrika sahibinin oğlunu işaret eden şef, - Küçük ağa seninle konuşmak istiyor ..:...d . ed i . Sarı Memet küçük ağaya baktı , bakıştı lar. - Sarı Memet sen misin? - Benim! - Bu ameleye sen mi önayak oluyorsun? - Ne gibi? - Tezgah başında dikil iyor, iş yapmıyorlarmış. Böyle hareket etmelerini s en tavsiye ediyor­ muşsun. - Ne münasebet? Onu sana söyleyen halt et­ miş! - Ne biçim konuşmak bu? Bir amirin, bir bü­ yüğün önünde böyle mi konuşulur? - Büyüğün önünde böyle konuşulmaz, biliyorum. - Konuşuyorsun işte! - Konuşmuyorum, terbiyemi bilirim ben ! - Konuşuyorsun işte be! - Ben senin önünde konuşuyorum! - B en senin büyüğün değil miyim? Ekmek veriyorum sana! ll


- Sen? Bana ekmek veriyorsun ha? Sen kim­ sin d e bana ekmek yereceksin? Çalışıyorum ben, alnı m ın teriyle kazanıyorum onu . . . Bana ekmek ve­ riyormuş. . . Ben çalışmayım da sen bana ekmek ver. . . U lan siz değil ekmek, günahınızı bile ver­ mezsiniz bedavadan ! - Terbiyesizl i k etme, fena olur sonra! - Nolur? Bilmem neyimden tutup tavana mı astırırsın beni? Araya dokuma ustası girdi, Sarı Memet'i ke­ nara çekti. Çevresini hemen dokuma işçileri, arka­ daşları almıştı . - . . . Fiyakasına bak gebeşin. . . -dedi-, bir dene patiatsarn yarısı boşa gider. Apteshane aral ığında cıgara içerken «manza· rauyı uzaktan görüp koşarak gelen dokumacı Bilal, Gaffar, Kürt Resul d e kalabalığa karıştılar. Gaffar, - Nalmuş lan Memet? -diye sordu-. kim kime napmış? - Hiç yahu . . . -dedi Sarı Memet-, bize ek· rnek veriyormuş. Lan sen kimsin ki bize ekmek ve­ riyorsun? Allahsız oğlu Al lahsız. Çamurda görsen bir tekme de sen atarsın. - Boş ver. . . -dedi Gaffar-, sekiz saate i n· diriyorlar m ı , indirmiyorlar mı? - indiri r mi bunlar yahu. . . Avanta işçi var. En zoruma giden, bize terbiyesiz diyor. . . Lan senin de sana terbiye vereni n de . . . - Kim diyor? Koca göbek mi? - Heye. - Terbiyesiz ebu ceddi tahionun, sülalei resil Fabrika sahibinin oğlu yanlarına gel iyordu. Gaffar, - lhı ıhı . . . -dedi-, gel iyor, bu tarafa geli­ yor. . . 12


Göbeğe bak l an . . . - Bel lersin dokuz aylı k gebe! - Gebe değil de nedir! - dedi Kürt Resul . Fabrika sah i bi nin oğlu, - Haydi bakal ım, i ş başına! - diye emretti . Bir an hiç kimseden ses çıkmadı , bakışıldı. Son­ ra Sarı Memet. - Harp biteli beş sene oluyor! -dedi- iş Kanununun hükümlerini yeJiine getirmenizi .istiyo­ ruz! - O sizin bi leceğiniz iş değ i l , - diye küçük ağa nefretle cevap verdi-. Fabrikanı n menfaati na­ sıl icap ettiri rse . . . - Biz kendi menfaatimizi biliriz. Fabrikanın menfaati bizi alakadar etmez! - Siz de fabrikayı alakadar etmezsiniz! - Arkadaşlar duydunuz mu? Biz fabrikayı alakadar etmezmişiz. Madem biz f.abrikayı alakadar etmeyiz, o halde bul işçi de çaJıştır! Küçük ağa telaşlandı. Dokumane şefi, yardım­ cı ları, yağcılar, fabri ka başmakinisti , iki katip baş­ başa verip fi skos geçti ler. Sonra içlerinden i ki ka­ tip gereken yerlere telefon etmek üzere, koştular. Sapsarı yüzüyle fabrika sahibinin oğlu, - Di kkat edin! -diye bağırdı- grev yapıyor­ sunuz, grev kanunen yasak, karışmam sonra! Sarı Memet hemen ke.n dini toplad ı : - Hayır -dedi-, katiyen. Geçiyoruz işimizin başına . . . Arkadaşlar herkes işinin başına geç­ sin! Herkes tezgahının başına geçti . Geçti ya, tez­ g ilhlar ıboşuna işl iyor, üç yüz tezgahta ki lovatlar boşuboşuna, su gibi harcanıyor, bir tek santimlik iş görülmüyordu. Dokumane şefi, - Nafi le . . . -dedi-, iş görmiyecekler. Fabrika sahibinin oğlu hırsı ndan kuduruyordu. 13


Yere tükürdü, olduğu yerde döndü. H ı rsına yeni­ l erek gitti dokumane kapısının ordakl' merrnerde şarteli çekti. Atelye istop edince, - Haydi, paydos ! -<liye bağırdı-, basın fab­ ri kamdan, .çıkın dışarı ! Yer yer kımıltılar, homurtular oldu. ' Sarı Me­ met, - Grevi sen yaptın ! --<ledi-, kanuna sen karşı geldin ası l . Şahit olun arkadaşlar, patron grev yapıyor! - Evet, grev, lokavt yapıyorum . . . Size bundan sonra değil ekmek, zırnık vermiyecem, takacam ki­ lidi . . . H aydi, basın dışarı , yal lah ! Sarı Memet'le arkadaşları kafa kataya verdil er. Bir süre usul usul konuştuktan sonra, Sarı Memet, - Kımı ldamıyalım -dedi-, nasıl olsa polise telefon ettiler şimdiye kadar, gelsin polis, işimizin başında görsün bizi ! Nası l ? - Arkadaş lar, geçin işinizin başına . . . Varsa - Kıyak. Haydi gidel im. bir kuweti attı rs ın bizi dışarı ! Gaffar, - Kışınki vergi kaçakçılığı n ı unutma! -<liye bağırdı-. Tezgahların hanksi arını çıkarıp. . . Çakar­ sın ya? - Çakar ya, ateş almaz enayi ! ......!! Dokumaeriardan bir kısmı tezgahlarının başına geçti, bir kısmıysa küçük ağanın hala basbas ba­ ğıran sesinden ürkerek fabrika kapısına doğru ağır ağır yürüdüler. Az sonra, serkomiserle birlikte yirmi kadar bekçi, polis fabrikadan içeri telaşla girdi ler. Cop­ lar çekilmiş, kaşlar çatı lmış, suratlar ası lmıştı. Do­ kumaneyi kordon altına aldılar. Sarı Memet'le arka­ daşları ileri atı lıp, - Komser bey --<ledi ler-, fabrika sahibi lo­ kavt yaptı, ifadelerimiz alınsını 14


Her kafadan bir ses çıkıyordu, Serkomiser şa­ şırmıştı. - Lokavt ne demek? - Patronun grevi, patronun ameleyi kovması , işinden atması ! - Yalan! -diye fabr·i ka sahibinin oğlu orta­ ya atıldı-. Yalan söylüyorlar, yalan söylüyor na­ mussuzlar! - Namussuz sensin, namussuz senin . . . - Namussuz, namussuz, namussuz! ! ! Ortalık karıştı. Fabrika kapısındaki işçiler de içeri girrneğe zorluyorlardı. Serkomiser, bekçi ve polisler de ne yapacaklarını, nasıl davranmaları ge­ rektiğini bi lmedikleri Için, kararsızdılar. . . Fabrika sahibinin odacısı koşarak geld i : - Vali muavini bey geldi, komser beyi isti­ yor! Serkomiser belindaki tabancasını tutarak koştu . Val i muavini hafif kara bıyıkl ı , akça pakça bir zattı. Divan edebiyatma merakl ı , Nedim hayranıydı. Fabrika sahibinin masasına kurulmuş, elindeki kur­ şun kal emi cama hafif hafif vuruyordu. Büyük ağa, - Şimediler beyefendi, -dedi-, nlrden tea­ doldu bu demirkırasi? lrgat, maraba güruhuna müt­ tehem olduk bayağı. Paramızla i rezi l oluyok! Vali muavini gülümsüyordu: - Olur efendim -dedi-, ufak tefek mesai! bunlar. Ya maazal lah Evropa'daki gibi olsalar? - Olmasın efendim, bura Türkiye! Elinizde bir şey. Askeriniz, polisiniz var şükür .. Nelerinden korkuyorsunuz? Ah ben hökümet olmalıyım ki. - Napardınız? - Sallandırıver bir, ikisini . . . - Ooo. . . Bizim hükümetimiz işverenl e ışçı arasında tam bir hakem rolünü oynamak için . . . Yani demek istiyorum ki . . . Fabrika sahibi bu sözleri beğenmedi. Yöneti15


ciler içinde en gevşek onu bulduğu iç·i n oldu bitti sevmezdi. Zaten bu • işverenle işçi arasındaki ha­ kemlik •teiı, • hukuk devletin deyiminden de bir şey anlamıyor, içerleyip duruyordu. Bu s ırada odaya serkomiser girdi, vali muavi­ ninin karşısı nda esas vaziyet aldı. Vali muavini, - No luyor? - diye sordu. Seriki hep hazırolda, tabii fabrika sahibinin et­ kisi altında, b i r çırpıda anlattı : - Arnele işi bırakmış efendim, malumu aliniz, grev yapmış . . . Tel efonla haber veri ldi bize, vaziyet ettik. - Elebaşı l arı olmak lazım. . . Muhafaza altına aldınız mı? Henüz böyle bir şey yap·mamışlardı ama, lazımdı. Kafadan attı: - Aldık efendim! - Peki . Getirin bakalım. Serkomiser ç ı ktı , dokumaneye geldi. Tel aşlı te­ laşlı, - Baksanıza bana ... -dedi-, Hasan efendi, Süleyman efendi, Ramazan bey. . . Vali muavi ninin yanından gel iyorum, elebaş ıları olmak lazım, mu­ hafaza altına alıp almadığımızı sordu, aldık diye attım . . . Şu hani sarı biri vardı, u kala bir şey . . . Ya­ kal ayı n şunu, muhafaza altına alalım. Bir komiserle üç polis, birkaç bekçi, Sarı Me­ met'le i ki arkadaşını muhafaza altına aldılar. Beri­ ki ler, - Niye yahu niye? -diyorlardı-, lokavtı ya­ pan, suçu işleyen orda, elini kolunu saliaya sal iaya dolaşıyor, siz bizi tevkif ediyorsunuz? - Kimden bahsediyorsun ? Suç işleyen kim? Fabrika sahibinin oğlu mu? - Tabii ya. . . Şarteli i ndirdi, mi lleti işten kov­ du. Bizim değil, onun tevkif edilmesi lazım! - Onun? Maşallah. Koskoca mal sahibi. Nan16


körlüğün al emi var mı? Sayesinde sebepl eniyorsu­ nuz, karn ınız doyuyor. Üç arkadaş bağı rdı, çağı rd ı . Hak, adalet ve daha bir sürü şeyden d i l l erinin döndüğünce söz ettiler. Berikiler yanl ış yola saptı klarını anlamış lardı ama, val i muavi ni "elebaşının muhafaza altına alınmasın­ dan" bahsetmişti . Binaenaleyh, muhafaza altına alın­ ması icap edenler vardı. - Sizi tevkif etmiyoruz -ded i ler-, muhafa­ za altına aldık sadece. . . Bizim tevkif selahiyetimiz yok ki . . . Mesele bundan ibaret . . . Fabrika sahibinin oğlu babasının odasına öfkey­ le girdi: - Rahatsız oldunuz beyefendi -dedi-, gene sizi buraya kadar yordu bu asi herifler . . . Vali muaviniyle e l sıkıştılar. - Yani beyefendi , bil iyor musun, anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan gel iyor! Makine beğen­ mezler, iplik beğenmezler, çal ışmazlar. . . Şimdi de bir sekiz saat meselesi tutturdul ar. . . Geçen de arz etmiştik, işçiye zam, az mesai, şu, bu, bizim de ar­ zuladığımız şeyler . . . Biz de işçimizin refahını iste­ riz şüphesiz. . . Fakat bir d e ortada realite var . . . Daha çok mesaiyl e daha az ücretle çalışacak, hat­ ta buna can atan işsizler var ortada. Haber haber üstüne gel iyor. Sonra maliyet meselesi . . . Karşım ız­ da Avrupa, Amerika mal ı var. Rekabet, malum . . . Serbest pazar rejimi devrine giriyoruz. Nası l reka­ bet edeceğiz sonra? Fabrikalarımızı kapamak icap edecek aksi halde. Mamafih, biz umumiyetle işçi­ lerimizden memnunuz. Aralarında bazı uygunsuz­ lar olma sa .. Ekseriyet iyi, halden anlıyor .. Gel gele­ lim o bi rkaç sütsüz .. Demin ne yaptı lar biliyor mu­ sunuz? O bir Sarı Memet var, çıktı makinenin üs­ tüne, « Arkadaşlar işi bırakalım, ya dediğimizi ya­ parlar, ya da çal ışmayız! diye basbas bağırd ı . iş­ çiler kütle !halinde atelyeyi terk ettiler. . . Bunun üzerine zatialinize haber vermek zarureti hası l oldu. »

17


Vali muavini sakin sakin dinledikten sonra, - Devletimizin rolü, bu türlü zorlukları hallü fasletmek. Onlar d a vatandaş . . . Onları da d inlemek lazım . . . Değil mi efendim? Bilseniz - Hakkı aliniz var şüphesiz ama. . . ki . . . - Düşününüz . . . Ya maazallah Evropa'daki ler gibi olsalard ı ? - Burası Avrupa değil beyefendil - Olabi lirdi. Aralarında yüz, yüz elli senelik bir fark var bereket versin ama, asrımız uçak asrı, atom asrı . . . Bu yol belki de hızla kapanacak. . . Bi­ li nmez ki . .. Atatürk inkı laplarını düşünün! O ne baş döndürücü hamleydi o ! Bi naenaleyh, asıl mil­ letimiz, bu farkı da kapayabilir. Onun için, böyle ih­ tilatlarda devletin hakem rolüne alışmak lazım . . . Fabrika sahibiyle oğ lu bakıştılar. Vali muavini bu bakışmayı gördü: - Bu demek deği ldir ki, onların nahoş hare­ ketleri hoş görülecek, göz yumulacak. . . As la ve kat'a! Memleketimiz bir hukuk ve adalet memleke­ tidir. Hak sahiplerinin hakkı haksıziara katiyen çiğ­ netilmeyecektir! Çünkü efendim, memleketimiz bir hak ve adalet meml eketi olmak haysiyetiyle, devle­ timizin ro lü vatandaş lar arasındaki muvazenenin teessüsünde bir hakem . . . Kapı vuruldu. Deminki serkomiser gird i : - Sanı kları getirdim beyefendi ! - Nerdeler? muhafaza altındalar - Burda, kap ı önünde, efendim! - A la. Ben şimdi savcılığa telefon ederim. Siz adliyeye sevkedin onları . . . içerde asayiş tees­ süs etti mi? - Etti efendim. - Ötekiler işlerinin başına döndüler mi? - Dön� dön- döndüler efendim, evet döndüler. . . isterseniz. 18


istemez. Siz şimdi sevk edin hakim onları... Kulaklığı eline aldı. Saçları briyantinden ışıl ışıl savcı, ufak tefek, ama sert bakışlı biriydi. Az önce ikibuçuk liraya satın aldığı otomatik çakmağını deniyor, hafifçe gülümsüyordu. Telefon çalınca, kulakliğı aldı: - Aloo... Evet Başsavcı yardımcısı... Buyurun beyefendi. Ha, evet efendim, haberdar etmişlerdi... Gönderdiler mi? Grev mi dediniz? Dehşet! Başüs­ tüne beyefendi... Telefonu kepadı. Yanıbaşındaki masada başını evraklara indirmiş, harıl harıl çalışmakta olan arka­ daşına, - Burayı italya, yahut Fransa sanmış köpool­ ları!- dedi. - Nolmuş? �diye baş.ını kaldıran beri ki, iriyarı, ama yumuşak bakışlı biriydi. - Fabrika ameleleri... Grev yapmış! - Nasıl olur? - Basbayeğı... Grev yapmışlar... Tezgahları bırakıp ... Patran da zabıtayı haberdar etmiş. Eleba­ şılar muhafaza altına alınmış, nerdeyse gelirler - Tevkif edecek misin? - Zannederim... Çünkü, grev... Vali muavini ez­ telefon etti. Kflfa kaldırtmağa gelmez, derhal mek lazım... Fransa'yı içinden çökertenleri n kim­ ler olduğunu biliyoruz artık! Öbür savcı başını gene evraklara eğmişti. Su­ suşundan anlam çıkarılır korkusiyle - Şüphesiz -dedi-, yalnız, şaştığım bir nok­ ta var: bu işe cesaretin nelere mal olacağını hala anlamamışlar mı? - Öyle görünüyor Mamafih anlatacağız elbette... Duvardaki büyük saat öğleden sonranın dördü­ nü ağır ağır vurmağa başladı. 947

19


NURETTiN ŞADAN BEY

Cezaevi jandarma karakol komutanı cezaevi kapısından telaşla girdi, idarenin taş merdivenleri­ ni koşarak çıktı, merdiven başında şakalaşan hü­ kümlülere, - Yahu -<ledi-, çocuklar... Nurettin Şadan bey isminde bir zat gelecekti ... Geldi mi? Cezaevinin yazı ve temizlik işlerinde kullanı­ lan dört hükümlü bakıştılar. Böyle birinin ge­ lip gelmediğinden haberleri yoktu. Yalnız, ihtiyar başçavuşun her zamanki ağırlığının aksine göster­ diği tel§ştan Nurettin Şadan beyin önemli biri ol­ duğunu anlamışlardı. Yarım saat sonra, geniş kenarlı siyah fötr şap­ kası, reye pantolonuyle bir manken ciddiliği içinde cezaevi kapısından giren Nurettin Şadan bey, ra­ hatlıktan adamakıllı semirmiş, orta boylu, tıkız bir adamdı. Sokakların çaıiıur içinde olmasına rağmen 20


cezaevi kapısına kadar otomobille geldiği için, is­ karpinleri tertemizdi. ihtiyar başçavuşla birlikte idarenin taş merdi­ venlerini yan yana çıktılar. Sahanlıktaki hükümlüler, gelenin belki de hükümetin büyük bir memuru ola­ bileceğini düşünerek, toplandılar. Nurettin Şadan bey sahanlıkta durdu, şapkası­ nı çıkardı, oradakileri kibarca selamladıktan sonra, - Bendeniz -dedi-, Nurettin Şadan! G '­ den geliyorum. Üç ay cezam kaldı. .. Sahanlıktaki hükümlüler hayretle bakıştılar. Va­ li, savcı ya da, ağırceza reisi gibi giyinen birinin hükümlü oluşunu yadırgamışlardı. içlerinden birisi, - Allah kurtarsın! -dedi. Nurettin Şadan beyse, . . .

- Meğsi -dedikten sonra ihtiyar başçavuşa döndüBaşçavuş, ben memleketin eşrafından birinin oğluyum. Tahsilimi Almanya'da yaptım. Şeh­ ri gezip dolaşmama, banyolarından istifade etmeme tavassut edeceksiniz tabii değil mi? Başçavuş yutkundu. Bunca yıllık «vazifei me­ muriyetinde• bu derece ualameliinnas» bir teklifle karşılaşmadığı için, şaşırmıştı. Nurett;n Şadan bey, - Nasıl? -dedi-, oldu mu? Başçavuş imdat aranır gibi bakındı. - Bilmem ki... Kısmet... Inşallah ... Nurettin Şadan bey son derece biçimli yapı­ sıyle ağır ağır içeri girdi. Beton koridora sağlı sol­ lu kapılar açılıyordu. Kapısının üzerindeki küçük si­ yah tabelada MÜDÜR yazılı soldaki odaya geldi, durdu. Ceketinin önünü ili ki edi, şapkasını eline al­ dı, sonra kapıya üç kibar fiske vurdu, cevap bekle­ di. Bu sırada Başgardiyan (öyle herkese pek aldı­ rış etmezliğiyle tanınmasına karşın) odasından çı­ kıp da Nurettin Şadan beyi görünce, bu kelle ku­ lak yerinde kişiye karşı nasıl davranılması gerekti21


ğini henüz kestiremediğinden, yı kapamıştı.

odasına

girip kapı­

Nurettin Şadan bey müdürün kapısına yeniden üç kibar fiske vurdu. Gene karşılık alamayınca to­ puzu kıvırdı, kapıyı açtı. - A.. . Nerde müdür bey? Başçavuş bir çırpıda, - Gitmiş olacaklar efendim! - dedi. - Saat kaç? Başçavuş tam anlamıyla etki altında kalmıştı. _ Saatini çıkardı: - Altıyı çeyrek geçiyor efendim! Nurettin Şadan bey odaya daldı, içerisini me­ rakla gözden geçirdikten sonra, çıktı. Nurettin Şadan beyin iki yatak dengi, sağlam iki meşin bavulu, içlerinde tahta kalıplarıyle rugan, glase, podösüet üç çift iskarpini, termosu ve bir şez­ longtan ibaret eşyayı koridorun bir köşesine taşın­ mıştı. Bavullar kilitli değildi; gardiyanlar açtılar, meşin ciltli kitaplar, Almanca gazete tomarları, ya­ zılmış yazılmamış kağıtlar ... Daha çok da ipek ça­ maşır bolluğu karşısında gardiyanlar ezilip büzülü­ yor, rica eder, istirhamda bulunur gibi haller takı­ nıyorlardı. Başgardiyansa, hala odasındaydı. ·Kelle kulak yerinde zat çıkar da, ben eşyası aranacak, şüphelenilecek adam mıyım? Siz kim oluyorsunuz da benim eşyalarımı arıyorsunuz?» diye patırtıya başlarsa nasıl karşılıyacağını kala kestiramediği için karışmıyor, odasında sinirli dolaşıyor, cıgara içiyordu. Nurettin Şadan beyi kalem odasına davet etti­ ler. Son derece yakışan lacivert kostümü, kibar sa­ lınışlarıyle kalem odasına girdi, odadakileri selam­ ladı. Sonra, yeni gelenler defter·ine adını geçirecek olan kısa boylu, esmer katibin masası önünde bek­ ledi. Kalın, bembeyaz boynunun üzerinde Iri bir til­ dişi yuvarlakmışçasına duran, tepe saçları dökük 22


başı , kalem odasının yüz mumluk ışığı nda cilalı gi­ bi parlıyordu. lhti las suçundan yedi yıl on aya hükümlü es­ mer kati p, Nuretti n Şadan beyden bahşi ş hususun­ da ümitlenmişti . - ismi aliniz efendim? - diye sordu. - Nurettin Şadan. - Mahalli veladetiniz? - G .. . 'de doğdum ama, istanbu llu sayı l ı rız. Çocukluk ve bir kısım tahsil hayatım Istanbul'da geçmiştir! - Çok güzel beyefend i. Tevel lüdünüz? - 1320.

Esmer katip usulcacık sordu: - Suçunuz efendim? Nurettin Şadan beyin duru mavi gözleri odadakiler üzerirıde dolaştı , sonra birdenbire kendi ni topladı : - Asılsız haber yayarak ammenin heyecanını tahrik! -dedi, sonra-, ama pardon -diye ekle­ di- o i l k suçum . . . Bu seferki, Türklüğe hakaret . . . Kalem odasında birdenbire koyulaşan susuştan ürkerek, - O hapishane çok tuhaftı efendim . . . - di­ ye ardını getirdi -. işin esasına bakarsanız, bu bir komplodan ibaret. Ben Türklüğe falan hakaret etmiş değil im. Ben sadece dedim ki, beş bin l i raya karısını teslim etmeyecek tek memur yoktur dedim. Türk memuru diye tasrih etmedim. Bundan Türklü­ ğe hakaret manasını çıkardılar . . . Odada fiskos başladı. Nurettin Şadan bey da­ ha ciddi, - Beyle r -dedi-, ben tahsil imi Almanya'da ikmal etmiş bir hukuk doktoruyum! G eldiğim hapis­ hanede bilhassa şu şayanı esef manzaraya şahit oldum ki, halk, yani aşağı tabaka, politika, hem de yüksek pol itikayla meşgul oluyor. Tasawur buyu­ run, halk ve yüksek politika! Bakkal , çakkal, fırı ncı 23


gcırson, kundura boyacısı şu bu ve yüksek politika! Bu cühela güruhu, alıvali hazıra ve bilhassa müstak­ bele hakkında mütalaalar beyan ediyor, sizi de bü­ tün bilgi, görgü ve bilhassa geniş tetebbü hususi­ yetlerinize rağmen, kendisiyle aynı seviyede göre­ rek, kendi fikirleriyle hemfikir kılmağa çalışıyor! Kalem odasmdakiler safi kulak kesilmişlerdi. Hapishane fotoğrafçısı yeşil gözlerini Nurettin Şa­ dan beyin ağzına dikmiş, aahvali hazıra ve m_üstak­ bele» cinsinden parçalanan lügatler dolayısıyle, bu zatın büyük bir adam olduğu 'kanısına varıvermişti. Bir ara, - Cık cık cık ... -yaptı,- namussuz herif­ ler ...

Nurettin Şadan bey sözlerinin etkinliğini göre­ rek, ardını getirdi: - Sonra efendim, bu memlekette, ben gör­ meyeli, büyüklere karşı müthiş bir saygısızlığın tekevvün etm!ş olduğunu müşahede ediyorum. Me­ sela, ben, memleketin eşrafından, soyu, cinsi, ci­ b"lliyeti belli, eşraftan alim, fazı) mütedeyyin bir za­ tın oğlu olayım da soyu sopu, cinsi clbllliyeti belir­ siz birtakım rezillerin ifadeleriyle ... Esmer katip deftere suçun nevini uTürklüğe ha­ karetD yazdı, sonra, - Ayakta rahatsız olmayın beyefendi. . . - de­ di-, şöyle buyurun! Cezaevi katibinin boş masasıyle sandalyesini ikram etti. Gösterilen yere geçip oturan Nurettin Şa­ dan bey kalem odasındakileri gözden geçiriyordu ki, esmer katip cıgara ikram etti. Beriki, - Meğsi --diye reddetti-, kullanmam.! Yalan söylüyordu. Katip ve cıgaranın cinsi •Onörüne» dokunmuştu. Esmer katip laf olsun diye sordu: - Ne işle meşguldünüz beyefendi? - Ben mi? Ayrıca bir işle meşgul olmama lüzum yoktu... Zeytinyağı fabrikaları m vardı, zeytın24


liklerim vardı... Mamafih G... 'de çokluk oturmaz­ dım. Vekilharçlarım işlerimi takip eder, neticeyi bana bildirirlerdi. Hayatımın son on beş sertesi biiMasıla Evgopa'da" geçmiştir! Birdenbire, - Şimdi katip efendi, -dedi-, sizden bir şey soracağım, herhalde bileceksiniz. Bir insan te­ hewürle bazı sözler söylemiş olsa, bu sözleri de şuhudun şahadetiyle mevsuk bulunsa. Bundan da Türklüğe hakaret gibi bir mana ve netice çıkarılmış olsa... Gerçi korkum yok, sovan yemedik ki ağzım koksun ama ... Efendim, G.. . 'nin çok aşağılık bir müddeiumumisi vardı. Görseniz iğrenirsiniz. iri kal­ çnlarıyle bir kadını hatırlatır. Efemine, dejenere .. . Geçinemedik, daha doğrusu bendenizi çekeme­ di. .. Meselenin lübbü, özü bu. işin asıl fecii nedir bilir misiniz? Aleyhimde şahadatta bulunanlardan birisi Kürt, öteki Arap, üçüncüsü Çingene. Tasawur buyurun.. . Bir Türk Türklüğe hakaret ediyor, bir sö­ zümona Türk müddeiumumisi de bir Kürdün, bir Arabın ve bir Çingenenin ifadeleriyle bir Türkü mah­ küm ettirmeğe çalışıyor! Fotoğrafçı mest olmuştu. On iki yaşında öksüz kalıp zengin konaklarında evlatlık olarak yetişen, sonunda da zengin birinin hizmetçisiyle evlenen fo­ toğrafçıda eşrafa yakınlık 'ihtiras derecesindeydi. Gardiyanlar Nurettin Şadan beyi koğuşuna götürür­ lerken, yaveriymiş gibi yanından ayrılmadı. Bavul­ larını taşıdı, istediği, istemediği bir sürü bilgi ver­ di. Fotoğrafçının verdiği bilgiler arasında Nurettin Şadan beyi asıl ilgilendiren, ·bazı siyasi hükümlüle­ rin revlrde yatıp kalkmaları• oldu. ı=otoğrafçı, - Neden beyefendi, -diyordu-, onlar sizden daha mı okumuş? Esasına bakarsan, bu mapisane­ de senin bir dengin daha yok! •

Evgopa: Avrupa.

25


Nurettin Şadan bey, - Demek -dedi-, mer'iyyülhatır birtakım kimseler, hususi muamele görebiliyorlar? Revirden mi yeyip içiyorlar? - Orasını bilmem ama, herhalde, gemisini yü­ rüten kaptan! Nurettin Şadan beyi cezaevinin sanıklar bölü­ münde, fotoğrafçının da bulunduğu, sekiz kişilik bir koğuşa verdiler. Ama, o burayı beğenmedi. Asık yüzüyle koğuşu, koğuştaki köylüleri gözden geçir­ dikten sonra, dışarı çıktı, reviri göstermesini fotoğ· rafçıdan rica etti. Revire çıkarken kol"idorda başgardiyanla kar­ şılaştılarsa da, başgardiyan çabucak savuştu. Reviri yönetmekte olan iki ihtilas hükümlüsü­ ne Nurettin Şadan bey önce kendini tanıttı, sonra, kalem odasında anlattıklarını tekrarladı. Daha son­ ra da, - Beni tevkifhanede pis bir koğuşa verdiler beyefendiler -dedi-, lakin biliyor. musunuz, ko­ ğuşlaı- ne berbat! - Evet, maalesef öyle ... - Koğuşta bir mahpusun hacağını gördüm, tesadüfen.. . Lakin ne bacak! Bileğim kalınlığında, ka­ ra, kuru, kıllı, müstekreh! Kötü bir aktör gibi ve ellerini havaya kaldıra­ rak konuşuyordu. - Goethe ismini duydunuz mu beyefendi? -diye birdenbire soruyerdi. Asık yüzlü sıhhiyeyle kambur arkadaşı bakıştılar. Asık yüzlüsü, - Hatırlıyorum -dedi- Alınanların büyük bir şairi.. . - Bravo beyefend! -Asık yüzlü sıhhiyenin ellerini yakaladı-. Almanların en büyük şairidir. . . Sonra... Nitsche, Kirkegart. .. Beyefendi, tahsilini Almanya'da ikmal etmiş, ilmü irfaniyle herkese el öptürmüş, al,im, fazıl bir zatın oğlu, bir hukuk dok­ toruna küçük bir iyilik yapmak ister misiniz? 26


i ki sıhhiye tekrar bakıştılar. Asık yüzlüsü, - imkan nispetinde. . . Evet. . . - dedi. - Nasiyenizden kibar ve asil bir aileye mensup olduğunuz anlaşılıyor .. . - Teşekkür ederim. - Çehre, insanların aynasıdır! - Mersi! - Onun için, sizin bu asil tarafınıza hitap edeceğim: Bana burada bir yer temin edebilir misiniz? - Nerde? - Burada, revirde. .. - Biz ha? Size? - Evet. Şaşacak ne var? - Revirde adam yatırmak selahiyeti doğrudan doğruya müdür! e doktorun elinde de . - Canım bırakın bu klasik mazeretleri, atiat­ maları .. . Göreceksiniz size ne kadar taydam doku­ nacak! Asık yüzlü sıhhiye, - Revire adam yatırmak selahiyetimiz yok! - dedi. - Size Almanca, Fransızca öğretirim. . . - Teşekkür ederiz ama .. . - Geethe'den şiirler, Nitsche'den ilahi pasajlar okurum, umumi kültürünüzün artması için. . . - Çok iyi olurdu ama.. . Hapisane doktoru . . . - Nasiyenizden asil bir aileye mensup olduğunuz anlaşılıyor demiştim, kanaatimi değiştirme­ dim hala... Asık yüzlü sıhhiye kesti attı: - Bu iş asaletle filan olmuyor, selahiyet meselesi birader. Nurettin Şadan bey birdenbire sinirlendi: - Peki, nerde müdür? - Bilmem. Canı nereyi istemişse. . . - Nasıl adamd[r? Bu sefer kambur söze karıştı: - Elli, kollu, iki bacaklı . . . .

27

.


- Anlatamadım efendim. Yani bilgisi kültürü .. - Efendim? Asık yüzlü sıhhiye,

.

- Valiaha beyefendi -dedi-, kantara vurma­ dık henüz? Nurettin Şadan bey bunları duymamış dav randı Pencereye gitti. Kalabalık ve s i msiyah bulutlara gö­ mülü karşı dağlara dertl:i dertli bakmaya başladı. Kambur sıhhiyeyle arkadaşı gene göz göze gel diler. Asık yüzlüsü, elini n bir işaretiyle Terele i l i mi ne?• demek istedi. Neden sonra pencereden çekilen Nurettin Şa­ dan bey, .

­

«

- Beyler! - diye o kötü aktör konuşmasıyle başladı- : şu tabiattaki sulhü süküna bakın, bir de insan denilen mezbele süprüntülerinin mücade­ lesine! Neyi paylaşamıyoruz? Bu a lem, bu azamet, bu layeten ahiyyet içindeki mevkiimiz ne? Asık yüzlü sıhhiye, - Haydi birader ... -diye arkadaşına çıkıştı-. Yemek soğudu, iki lokma bir şey ziftleneceksek zift­ lenelim! Nurettin Şadan bey tiradını kesti. Öfkeyle, - Ben -dedi-, bu işi yarın müdürle halle­ derim! Çıktı gitti. O gece koğuşta köylülere Schiller ve Geethe'­ den şiirler, Nitsche ve Kirke{lart'dan pasajlar oku­ du. Saatlerce Alman milletinden, Alman milletinin büyüklüğünden, bu harbi kazanmasının insanlık için lüzumundan, kazanacağının da tarihi sosyal zaruret­ lerinden, Cenabı Allahın dünyayı düzeltmeğe neden dolayı Adolf Hitler'i memur e ttiğinden uzun uzun söz etti. Gece yarısını bir saat geçe, koğuşta dinleyici olarak yalnız fotoğrafçı kalmıştı. Nurettin Şadan be -

28


yin karşısında, dizlerinin üstünde görünüyor, koğuşsa horluyordu.

oturmuş, dinler

Fotoğrafçı sözde dinliyordu. Karşısındaki ada· mın duru mavi gözleri ona kaynatasını hatırlatmıştı. Kaynatasını... yani, kansının efendisi olan mal, mülk, toprak sahibi, namazlı, aptesli ama, pireyi de sakitmeyen zampara ihtiyarı. Fotoğrafçının fena halde uykusu gelmişti. Çev­ resine bakındı. Herkes devrili devrilivermişti. Eline geçse, ayıp olmasa o da yatağına girecek, uykuya bayılıverecekti. Ağzını açmadan esnedi, yaşaran gözlerini avuçlarıyle sildi. Bir ara uyuyanları göste­ rerek, - Bu mapisanede adam mı var? -dedi-. Şunlara bak... ilk akşamdan yatarlar böyle... Bu lo­ butlar tahsilli insan lafından ne ağnar? Nurettin Şadan bey,

- Ee -dedi-, haksız da değiller... Konuştu­ ğumuz mevzular ağır birtakım mülahazatı siyasiye ve felsefiye olduğu Için. . . - Doğru -dedi fotoğrafçı - epeyce ağır . .. iyi ki geldin.. . Şurada bi canım sıkılıyordu ki ... Sabahleyin koğuş halkı zelzeleye uğramış gibi yataklarından fırladı: Nurettin Şadan bey kültür fi­ zik yapıyordu. Belden yukarısı çıplaktı. iki elinde iki torba, torbalardan birinde nohut, ötekinde bul­ gur kollarını omuzları etrafında döndürürkan arada güm güm zıplıyordu. Herkes uyanmış, yatağında uykulu gözlerle ba­ kıyor, lahavle çekiyorlardı. Nurettin Şadan bey kol ve bacak hareketleri yaptı, sıçradı, bacaklarını yan­ Iara açtı kapadı, gövdesini öne, arkaya, yaniara bük­ tü. Uzun uzun soluk alıp verdikten sonra, bavulun­ dan çıkardığı kocaman bir şişe kolonyayla gövdesi­ ni, kollarını, bacaklarını, apış aralarını filan güzelce ovarken, jimnastiğin "Psiko, fiziko ... faydaların•

29


dan bahsederek giyindi. Sonra, müdürü görüp revir işini halletmek için çıktı gitti. Fotoğrafçı da bilekten düğmeli uzun, beyaz do­ nuyla, elini yüzünü yıkamak için çıkınca koğuşta ona dair konuşmalar başladı. Uzun beyaz bıyıklı ihtiyar bir köylü, - Evendiysa bana ne onun evendiliğinden? -dedi-. Al lah evendiyi evendi yaratmış, köylüyü köylü. . . Evendi diye benim irahatımı bozmağa mec­ bür değil a! herkesin - Valiaha -dedi bir orta yaşlı-, evendiliği de, koylülüğü de kendine. . . Ben mapisa­ nede de bol bol uyuyamadı·ktan sonra, yarın köy yerinde heç uyuyamam. Bir genç, - Başgardiyana 'habar edelim... -teklifinde bulundu-. Ne bu? Babam dediydi ki, bedene en yarayışlı uyku zabah uykusudur, dediydi. Bu tutmuş, zabah zabah, güm güm, güm .. . - Gövdesi teneşi re gelesice. Beyg·ir gibi herif ... Utanmayor da ... Fotoğrafçı ıslak eli yüzüyle geldiği halde, be­ rikiler konuşmalarını mahsustan kesmediler. Fotoğ­ rafçı gittikçe artan bir öfke içinde dinledi dinledi. Sonra, - insan olan bir insanlara o zatın bir çift lafı altından da, gümüşten de kıymatlıdır! -dedi-. Neler söyledi duymadınız mı? Uzun beyaz bıyıklı köylü, - Torbanı aç da doldur kıymatlıysa... -de­ di-. Bizim lafa karnımız tok! Ben bi köylü parça­ sıyın... Tarla lafnan sürülüp, lafnan ekilmeyo! Ben çavdar ekmeğiynen bulgur lapası yerin, onun kitap­ ları va... Benim geçimim tarlaca, toprakça, onunki kfıatça, kalemce... Allah beni burdan kurtarıp ço­ luğuma çocuğuma kavuşdursun da sağlıcağnan, efendin de senin olsun, efendinin lafı da, sözü de.. Bir başkası,

30


- Val laha . . . - diye doğruladı . Fotoğrafçı hırsla çıktı gitti. Uzun beyaz bıyıklı köylü arkasından •Nah ! • yaptı . - Yım ı rtadan çıkmış da kabuğunu beğenmiyor. Sen de düne kad�r baldı rı cılbağın biriydin benci­ leyin . . . - Şimdi ne? Fakıya damat olmadı ya! - Koynu bitli . . . Senin çıkarın evendiynen, benim çıkarım köyümnen, tarlamnan, çiftim çubuğum­ nan . . . - Koyde kurtulamadık, burda da buldular. - H eç bi yerde ı rahatl ık yok bunnardan bana. . . M ap ise girersin mapisde de bulurlar . . . - Köklerine kibrit suyu! Yataklardan isteksizce kal kıldı, el le\1", yüzler yıkandı maltızlara ateşler yakı ldı, öğle akşam ye­ mekleri için tedarike başlandı. Esmer bir del ikanlı da alnını koğuşun pencere d emirine dayayarak, « Gezme ceylan bu dağlarda seni avlarlar .. türküsü­ nü tuttu rdu. Cezaevi müdürünün odasına aşırı bir saygı içi nde gire n Nurettin Şadan bey, yerlere kadar eği­ lerek onu selamladı. Müdür bu son derece şık ada­ mı ilkin yadırgamıştı. Sonra, dün G . . .'den gelen ol­ duğunu öğrenince, akşam Çınarl ı kahvade savcı yar­ dı mcı larından bi risi nin onun durumu hakkındaki söz­ lerini hatı rlad ı , ama bozmadı , yer gösterd i. Beriki hep sayg ıda aşırı haliyle, elleri göğüs hizasında kavu­ şuk, gösteri len yere yarım oturdu, karşı l ı klı bir ne­ zaket yarışıdır başlad ı . Dereden tepeden konuşuluyordu. Daha çok; bu son harpte Türkiye'nin tarafsız kalışı ndaki «mucize•· yi hazırlayan hükümetin «Siyaset»li pol itikası nd an söz eden müdürü huzursuzluk içinde dinleyen Nu­ rettin Şadan bey, bu konuyu hızla geçişti rr n ek is­ tiyordu . Bir ara, bu tip tarafsızl ığın, memleket çı31


karına zararlarından söz etmek istediyse de, mü­ dür, bahsi ustal ı kla başka tarafa kaydırd ı . Bahis dönüp dolaşıp Nurettin Şadan beyin mü­ dürü �tasdin sebebine geli nce, müdür. hemen cid­ dileşerek, · Buna maddeten imkan olmadığı n ı . revi· re adam yatırmak yetkisi nin münhası ran cezaevi doktorunun uhdesi nde olduğunu, kaldı ki mücbir bir sebep ol madıkça sapasağ lam bir i nsanın revire ya­ tırılmasını asla terviç odemeyeceğin i , çünkü ceza­ evinde yataks ız, yorgansız, aç ve bu kış kıyamette betona ya lınayaklarla basm akta olan perişan i nsan­ lar dopdoluyken, böyle güçlü kuvvetli birine yapı­ lacak iltimasın ahlak ve vicdan mefhumlarıyle ne dereceye kadar kabilitel if olabi leceğini "Nuretti n Şadan beyi n iz'anına» bıraktı. Revire yatma imkanlarını n suya düştüğünü an­ layan Nu retti n Şadan beyse, yavaş yavaş sertleşrne­ ğe başlamıştı . Sonunda, - Peka la müdür bey . . . -dedi-, il mü i rfanıyle herkese elini öptürmüş bir zatın tahsilini Almanya'­ da ik mal etmiş oğluyle, ayaktakımı . . . efendim? Masası üzerindeki kağıtları karıştıran müdür, - Biz, --dedi-, mahpus larımız arasında kalite farkı gözetmeyiz. - Ya? Demek Hello Cello'yla ben müsaviyi m? Müdür başını kaldırmaksızı n, - Evet. . . - dedi . Nurettin Şadan bey hırslı hırslı soluyarak, mü­ düre öfkeyle baktı ktan sonra, odadan çıktı gitti. Günler geçti . Bu süre içi nde Nurettin Şadan beyden ayrılmayan fotoğrafçı onu adeta adım adım izledi. Bu kadar okumuş, asil bir adamla cezaevi bahçesinde dolaşmak, onun anl attıkları nı dinlemek, böyle tahsilli bir i nsanın anlattı klarını yalnız kendi­ sini n di nlediğini cah i l , l obutlara göstermek• guru­ runu okşuyordu. Goethe ve Schil ler'in şiirlerin i , öte­ kilerin pasajlarını gece yanlarına kadar yalnız ken32


disi dinliyor, geceleri yatakta, Nurettin Şadan bey­ den duyup aklında kalan lügatli sözleri tekrarlıyor, kendisini büyümüş, olgunlaşmış sanıyordu. Nuret­ tin Şadan beyi zaman zaman kışkırtmaktan da geri durmuyordu: " ... mapisane müdürüynen tahtur oldu­ lar da ne sanki? Senden daha mı okumuş onlar? Ben olsam senin y_erinde yani ki, alt üst ederim hepsini, susta durdururum karşımda! •

Ben olsam şöyle, ben olsam böyle... ,. Nu·· rettin Şadan beyi tam kıvamına getirdi. Sonunda, bir gün Nurettin Şr,dan bey, - Bu hafta doktor gelsin de, bak gör... -de­ di-. Bak gör ki hapisane nasıl geçiriJ:rmiş doktor cenaplarının kafasınal Bir süre önce istediği ilacı ycızmadı diye dok­ tora garaz bağlayan fotoğrafçı, o günü, Nurettin Şadan beyle daktorun kapışacakları günü heyecanla beklerneğe başladı.

O gün geldi. Günlerden cumartesiydi. Her za· mfln olduğu gibi, üst başları paramparça, ayakları yalın, kara sarı yüzleri, çapaklı gözleriyle insana bul<�ntı veren adembabalar rev:r koridorunu dal­ durmuşlardı. Birden fotoğrafçı göründü. Ademba­ baların perişan kalabalığını yararak, yol açıyordu. 1\rkadı:ın azametle gelen Nurettin Şadan beyse ımıhsustan kravat takmamıştı. Ceketinin düğmaleri açıktı. Ellerini de pantolon ceplerine sokmuştu. Daktorun hastaları kabul ettiği ecza odcısının önü­ ne geldi, kapıyı ayağının ucuyle i tip girdi. Cezaevi doktoru ufak tefek, zayıf bir adam, na­ maz kılar, oruç tutardı. Yolda giderken ayağına bir tr;ış dokunsa, durur: taşı yerden alır, üç sefer öpüp bir kenara besıneleyle bıraktıktan sonra yoluna ko­ yulurdu. Çağrılmadan giren adamın küstah duruşundan ürktli, ama bozmadı. Yanıbaşındaki masada hasta tabelalarını yazmakta olan asık yüzlü sıhhiyeye,

33


- Yazın Tuğrul bey. . . -dedi-. Hasan oğlu Hasan . . . Ü çten . . . Sonra Nurettin Şadan beye döndü: - Buyurunuz efendim. - Bana banyo raporu yaz! - diye tükürür gibi konuştu-. Slyatikten anam ağlıyor! Geçen ve önceki haftadan tanıdığı bu adamın niyetini sezen doktor, - Şu sıra hiç kimseye banyo için rapor vermiyoruz. . . - dedi. - Ben herkes değilim . . . - Ya! ! Pekala. . . Yatın baki m . . . Nurettin Şadan bey pantolonunun düğmelerini çözdü, yanındaki sedire yüzükoyun uzandı. Doktor Aman, aman, neresine bastırdıysa, • Of, of, of. . . aman . . diye bağırdı, inledi. - Pekala -dedi doktor-, kalkın . . . Kalktı , pantolonunu Çekti, düğmelerini i l' i kler­ ken, doktor, - Banyoyu mutlaka icap ettirecek bir haliniz yok . . . -dedi-. Size bir i laç vereceğim, banyodan daha şafidir! Nurettin Şadan bey, - Sen o i lacı babana ver! -diye bağırdı-. Se­ nin bi ldiğin doktorluğu ben unuttum efendi ! Sana yalan mı söylüyorum? Kaç paralık adamsı n ki beni yalancı m evkiine sokuyorsun? Sen beni teçhlle kal­ kışacak adam mısın? Doktor buz kesi lmişti, titrlyordu. Nuretti n Şadan bey oda kapısına göz attı. Fo­ toğrafçı ve daha başkaları kapıya yığılmış, merakla seyrediyorlardı. Tekrar gürled i : - Sizin gibi leri cebimde l eblebi diye taşıma­ ğa tenezzül etmem ben, cife heriflerl Odadan çıktı. Fotoğrafçı , . D

.•

34


- Allah be, Allah be, Al l ah be! -diye boynu­ na sarıldı-. Nurol, sen, yaşşa, varo l ! Ya? Nası lmış? Yarım pabuçlu mu belliyar karşısı ndakin i ? Her kuşun eti yeni r miymiş? Nurettin Şadan beye yol açarak önünden yürüdü. Neden sonra kendini toplayan doktor, asık yüz­ lü sıhhiyeye gözlerin i çevird i : - Bağendiniz mi ? -dedi-, bağendiniz mi Tuğ­ rul bey? Olacak iş mi bu? Neler söyledi bana? Cife herifler dedi, cife herifler ded i . Aman yarabbi. . . Neredeyse ağlayacaktı, dudağını ylyordu. Sonra aklı başına geldi . Kaşları çatı ldı. - Bana bir tabaka kağıt verir misiniz? Titreyen elleriyle tutanak hazırlamaya başlad ı . Cezaeviyle i lgili yedek savcı h e r cumartesi günü cezaevine doktorla birlikte gelir, doktor revirdeki işleri ni görürken, o da hükümlü sanıkların dert ve şikayetlerini dinlerdi. Cezaevi doktoru titreyen elinde tutanakla mü­ dürün odasına sapsarı girdiği sırada müdürün masa­ sında oturmakta olan yedek savcı, cezaevinde yapı­ lan ekmek ticareti üzerine müdürden bilgi almaktay­ dı. Doktoru sapsarı ve bitkin görünce ilgi lendi. Dok­ torsa öyl e haraptı ki. - Ter. . . terbiyesiz, -diye kekeledi-, bu bu kadarı da fazla! Alın, alın beyefendi, bana bana neler söyl ed i , tahkir etti ben i . . . Gözleri yaşarmıştı. Elindeki tutanağı savcı yar­ dımcısının önüne koyup, yanıbaşındaki koltuğa ken­ dini bıraktı . Tutanağı çabucak okuyan savcı, - Kim bu herif? - diye müdüre sordu. Savcıdan aldığı tutanağa göz atan müdür, yirmi gün önce, uTürklüğe hakaret• suçundan dolayı G . . . '­ den yol lanan Nurettin Şadan üzerine gereken bilgiyi 35


verd i . Bu arada, cezaevi nde gardiyan ve hükümlüler­ le olan münasebetleri n i , bilhassa, yeni geldiği sıra, revire yatı rı lmadı diye kendisine karşı da takındığı tavrı anlatınca, zaten kabadayı ruh lu, 8Şırı derecede h ı rs l ı biri olan savcı küplere bindi : - Vay hergel e, vay alçak herif . . . Çağırın şunu bana baki i m ! Müdür z i l e bastı . içeri giren odacıya, - Şu Nu rettin Şadan'ı çağır! - ded i . Adı n ı n meydan yerinde çağrı ldığı s ı r a Nurettin Şadan bey koğuşta, kolonyal ı pamukla boynunu bo­ ğazını s i l iyor, fotoğrafçı da bire bin katarak, Nu ret­ tin Şadan beyin doktoru nas ı l rez i l etti ğ i n i bal landı­ ra bal iandıra anlatıyordu.· Nurettin Şadan bey kal ktı , meydan yerine indi. M üdürün sert odacısı, - Seni müdür bey çağı rıyor! - ded i , önden yürüdü. Nurettin Şadan beyin aklı yeni başına gelmişti. B·i rdenbi re içi titrerneğe başlad ı . Niçin çağrıldığım tahmin ediyordu. Odacıya yetişti : - Kuzum--dedi-,bi l iyor musun niçin çağırıyor beni müdür bey? - B i lmiyorum. - M üddeiumumi bey de yanl arında mı? - Yan larında! - Doktor bey? - Doktor bey de! Merdivenleri çıktılar. M üdürün od8sına yaklaş­ tı kça yürek çarpıntısı arttı rıyordu. Müdürün kapısı önüne gel i nce, h eyecanı aşırı bir hal aldı ve belden aşağısı sanki tutmaz oldu. Odacı kapıyı vurdu. Nurettin Şadan beyi içeri al­ madan önce haber verd i . Savcı yardımcısı , - Gelsi n ! - ded i . Nurettin Şadan bey odaya saygıyla gird i . Gözleri kararıyordu. Müdürün masası nda oturan kalın, çatık

36


kcış l ı , asık yüzlü savcıyı yerlere kadar e ğ i l erek selam­ l<ıd ı , beklcd i . Beriki uzun uzun ve öfkeyle baktıktan sonra, - Sen necisin burda? - diye sordu. Nurettin ŞDdan bey ezi lmişti . Yutkundu . Gözü cezaevi müdürüne kaydı , hiç sebepsiz burnunu ka­ ş ı d ı , sonra, - Anl ıyamadı m efendi m? - ded i . Savcı hep ayn ı kesinlikle, - Bu hapishanedeki mevki inin n e olduğunu so­ ruyorum sana? - d iye bağ ı rd ı . - Mahkümum. . . Şeyy. . . Evvelki suçumdan muhkümum da, hali haz ı rda mevkufum efendim . - Suçun ne? - Şey. . . Bir iftira beyefend i . .. Malumu a l i niz, coh i l halk . . . Doğrusu bir kom . . . komplo bendenize efendim . . . - Kısa kes! B i r kel imeyl e söyle, suçun ne? - Şey d iyorlar efendim . . . Türk . . . Türklüğe hakaret diyorlar. . . - Diyorlar demek? Haddi zatında böyle şey yok, tabii . . . iftira değ i l m i ? .

.

Başını yumru kları arasına a l m ı ş , yere teessürle bakm2ktLı olan cezaevi doktorunu işaret eden savcı, - Bu bay nec i ? - d iye sord u . Nu rettin Şadan bey doktora hayretle baktı : Onu hiç görmem i ş , i l k karşı laşmış pek acayip bulmuş gl­ bi,

- Cezaevi doktoru efend i m ! - Maşr:llah . . . Biliyorsunuz demek? Demek bu zat cezc.:e;vi d oktoru? - Evet beyefEmd i ! - Ya siz? Sr:vcının ne demek istediğini kavrayan Nurettin Şadcın bey, - Beyefendi --d iye baş ladı-, bi r daki ka . . . Si­ y;:ıtiklerimden ve haya ları mdaki . . . -Pantolonun las-

37


tiğini indiriverdi-. Şankır olması i htimal i nden ba­ hisle. . . Esas en romatizmalarımın . . . Savcı nefretle bağırdı, - Ört! Saygısız, ahlaksız herlf! Ben doktor mu­ yum, sen doktor musun? Burası doktor kabinesi m i ? Terbiyesizi Neler söylemişsin doktor beye? Ben si­ zin gibi leri cebimde leblebl gibi taşımağa tenezzül etmem demişsi n . .. Aynı terbiyesizliği müdür b eye karşı da yapmışsın! Ben tahsilimi Almanya'da yap­ tım , Hello Cel lo'yla aynı koğuşta yatarnam demiş­ sin. . . Ne biçim sözler bunlar? Canı n o kadar kıy­ metliysa suç işleyip hapse girmesayd i n i Tutsaydı n çeneni l Almanya'da tahsil, Fransa'da tahsil, bil mem n e Al lahın belasında tahsi l . .. Avrupa'da tahsi l sizin gibilere bunu mu öğretiyor? Memleketi nizin insan­ ların ı burun layı n mı diyor? Efendi efendi aç gözünü! Biz bu memleketi yoktan var ettik! Bize yabancı kültü­ rün lüzumu yok! Biz bize benzeriz, kökü dışarda ne i l i m , ne marifet, ne şu, ne bu, hiç hiç bir şey istemi­ yoruz! Savcı yardımcısı , uzun uzun bağırdı çağı rdı. So­ nunda doktorun tutanağını göstererek, - Seni -dedi-, doktor beye hakaret ettiğin için mahkemeye veriyorum ! Deminden beri kafası allak bullak olan Nurettin Şadan beyin aklı birdenbire başına geldi . Omuzları düşmüştü, gözleri kararıyordu. - Rica ederim, rica ederim beyefendi . . . Al­ l�haşkına . . . Allahaşkına yapmayın . . . Çoluk çocuğunu­ zun başı için . . . Yalvarı rım size . . . Savcının yanına gitti, ell erine atı ldı . Yedek savcı hala sert, reddetti. Beriki diz çöktü: - Yalvarırım yapmayın . . . Ben, ben ilanihaye hapishane köşelerinde mi sürüneceği m ? Ağlıyordu. Birdenbire ell erini kaldırd ı : - B e n -dedi-, ben bir deli, bir serseri, bir budala, bir her şeyim! Ben b i r. . . Doktora gitti. Daktorun el lerini yakaladı, ısırır g i38


bi öptü öptü . . . Ağlayan bir erkek karşısında doktor bitmişti. El lerini kurtarmak için çırpınıyordu, ·AIIah­ aşkına, Allahaşkına . . . • diye söyleniyordu. Nurettin Şadan bey cezaevi müdürünün elini öperken, savcıyla doktor kaş gözle anlaştılar. Savcı, a Seni, -dedi-, bu seferl ik affediyor doktor bey. Ben de zaptı mevkii muameleye koymayacağım. Fakat bir daha herhangi yolsuz bir hareketini du­ yarsam . . . Bir an sevinçten çılgına dönen Nurettin Şadan bey, gitti, yedek savcının elini yakaladı, her şeye rağ­ men öptü. Sonra kend ini toplayınca, böyle el öpme­ nin haysiyetsizce bir şey olduğunu hatı rladı; birden­ bire öfkelenerek kapıya yürüdü, hıçkırıkla çıkarken durdu, a Pis memleket, pis i nsanlar• anlamına ge­ len, Almansa sözler sarf etti. Cezaevi radyosu koridorun karşı köşesinde, öğ­ le yayıniarına başlamış, alafranga müzik parçaları çalıyordu. Nurettin Şadan bey koridora çıkınca ferahladı. Öyle haraptı ki . . . Radyodan tarafa yürüdü. Iki duva­ rın birleştiği köşeye başını dayayıp ağlamasına de­ vam ederken, fotoğrafçı, duru yeşil gözleriyle kori­ dorda peydahlandı. Nurettin Şadan beyi o halde gö­ rünce yanına koştu, ne olduğunu sordu. Beriki hemen kendini toplad ı : - Şeyyy . . . -dedi-, Bah, Bah . . . -Radyoyu işaret etti-: Bah çalınıyor. Almanya'yı hatırladım da . . . Az sonra ajans başladı . Nurettin Şadan beyle fo­ toğrafçı , koğuşlara inilen merdivenin karanl ığnnda kaybolurlarken, radyo, Don kavsl ndeki Alman savu­ nuşunun yarıldığını söylüyordu. 943 39


D ER T D i N LEM E GÜ N Ü

Kısa boylu, koca göbek l i , yusyuvarlak biri olan fabrika başmakinisti atelyeden içeri g i rdiği zaman Salih Topal'la H üseyin Yoru lmaz kafa kataya ver­ miş, dört buçuk i nçezlik bir boruya diş ı::ç ıyorlard ı . Başmakinistten haberleri olmad ı . Başmakinistin e l l eri arkasındayd ı . Yanı na koşan ve önünde kavuşuk e l l eriyl e emir bekleyen atelye şe­ fine aldırış etmeden işçi leri gözden geçirdikten son­ ra, Hüseyin Yoru !maz'la Salih Topa l 'a seslend i : - Heyy . . . Ahbap çavuşlar! Herkes Salih Topal 'la Hüseyin Yorulmaz'a baktı . Frık<:ıt onlar kendi l erini işe öyle vermişlerd i ki, duy­ mad ı l ar. Başmakinist, - Dürtün şunlar ı ! - ded i . Bi rkaç işçi koştu. · Ahbap çavuşlar • ı dürttü . Başmakinist, - Umu m müdürün odasına gidin, gel iyorum . . . -dedi-, atelyeden ç ı kt ı .

40


Eli yüzü makine yağıyle karal ı atelye şefi, öteki işçi ler, «Ahbap çavuşlar .. ın etrafı nı al ıvermlşlerd i . - Ş<ıpa oturdl)nuz! dedi l er. Topa! Sal i h , - Niye? - d ed i . - Niyesi var mı l a n ? Bir bokluğunuz ol masa umum müdürün odasında ne işiniz var? - Ne bokluğum olacak? On iki saat habibim ş aşıyor ayaküstü . . . - Niye çağ ı rdı öyleyse? - N e b i l eyim ben? Ü rkek, kupkuru biri olan Hüseyin Yoru l maz'ı nsa yüzü kireç kesilm i şti, el leri titriyordu. Topa! Sal ih, - Ne diyorsun bu işe? - demek isterce göz kırptı . Beri ki, - Ne b i l eyim val laha? - d ed i . Öteki işçileri işlerinin başı n a savan atelye şefi , - Biçimsiz bir i ş i niz mi var yoks� oğ lum? diye sord u . KEımbur sırtiyle bir kaplumbağayı hatı rlatan Sal i h Topal, - Ne gibi biçims'z bir iş usta ? - ded i . - Sendi kaya filan m ı girdiniz? - Yoook. - iş müdürlüğüne ş i kayet mikayet? - Yok bire usta . . . - Töbe vali aha . . . Ben kendi nefs i m e . . . Şurada on iki saat, görüyorsun işte . . . - Sen Hüseyi n ? - Töbe ustı:ı . . . işten baş ka l d ı rdığ ım ız m ı var? - Sizi çağ ı rd ı kları n ı n blr s ebebi olmalı oğ lum. Durup dururken niye çağ ı rsınlar umum müdürün oda­ s ı na? S;;ı l ih Topal Hüseyin Vorulmaz'a baktı , Hüseyin Yorul maz Salih Topal'a. Atelye ş efi, �

41


- Elinizi yüzünüzü yıkayın da gidin bakalım . . . - dedi. i ki arkadaş gazyağı şişesini alıp muslukların ora­ ya gittiler. Umum müdürün kapısına gelince durdular. Satih TopaJ , - Vur kapıyı l - dedi. H üseyin Vorul maz'ın heyecanı büsbütün artmıştı. - Sen vur! - diye geriledi. - Vur işte lan, ne korkuyorsun? - Korkmuyorsan sen vur! - Ne bileyim? Sendikayla filan bir alakam yok benim. - Benim var mı? - Bir şey değil, başımız ağrıyacak gene. - Ben bir şey yapmadım ki. - Ben yaptım mı oğlum, ben de yapmadım. - Yemek kurtlu demedin miydi geçen gün? - Heye mi ne lan? - H eye ya . . . - dedi Hüseyin Yorulmaz. - Ben sana dediydim, senden başka kimse yoktu ki.

- Verin kulağı var. - Dedlysem ben dediydim. Seni niye çağı rıyorlar?

- Beni şahit tutacaklar herhalde. - Olur olur ha. - Olur tabii, top gibi. - Öyle dediğimi kim duyduydu aceba? Muslukların orda mı dediydim? - M uslukların orda dediydin ya, unuttun mu? Salih TopaJ Içini çekti : - Şu Allahsız dili kökünden kesmeden olmaya­ cak! -Kendi kendine-: U lan neyine gerek senin yemeği n kurdu, ekmeğin çiğliği hey gömleksiz Sa42


J.i h! Ya şimdi tebligat yaparlar da, başınızın çare­ sine bakın derlerse? - • Benim ne suçum var?• d iyen sensin! - Heye ama, sen de duydun. - Duymaynan no lur? • Benim kabahatim yok• der içinden çıkarım arkadaş. Sekiz nüfusa bakıyerum ben. Beni bugün çıkarsınlar, yarın h epimiz açız! - Ben? - Her koyun kendi hacağından ası l ır! Salih Topal ilk peşin kendini yapayalnız hissede­ rek garipsediyse de, sonra, - Niye oğlum �edi-, ben öyle dediysem, sen de duydun. - Duymaynan ne olur yahu? - Kur'anda bile yeri var arkadaş. Bir i nsan Allaha s eptetse, duyan da, eden kadar günaha gireri Kulaklarına kadar kızaran Hüseyin Yorulmaz sö­ vecektl ki, umum m üdürün kapısı açıldı, başmakinlst göründü. - Niye girmiyorsunuz içeri? Iki arkadaş birtakım mazeretler I leri sürmeğe hazırlanıyorlardı ki, başmaklnist, - Girin hadi ! - dedi. Girdi ler. Peçek, döküm, iplik, dokuma ve öteki imalatha­ nelerin pamuk tozu içindeki Işçileri adayı doldurmuş­ tu. Hiç kimsenin niçin çağrı ldığından haberi yoktu, birbirlerine merakla bakıyorlardı. Salih Topal, - Boşveri - diye fısıldadı. - Niye? - Bunların hepsini de yemek kurtlu dedikleri içi n getirmediler ya ! Hüseyin Yorulmaz'ın gözleri parladı . Salih Topal , - Elnen gelen düğün bayram ! -dedi-, aldır­ ' ma canbaza bak! - Heye amma! 43


- Ne arnması gene? - N iye toplad ı klarını öğrenemedi k ki . . . - N iye toplariarsa toplasınlar. . . Lakin seni d e beliedi k bundan sonra. . . - Niye? - N iyesi var mı lan? Biçimsiz b:r şey olsaydı beni yalnız bı rakacaktın demek? - Benim suçum yoktu ki arkadaş . . . - Ol masa b i l e i nsan arkadaş hatırı için zehir içer lcabı nda . . . Anca beraber, kanca beraber değ i l miydi k ? Hüsey.i n Yoru lmaz cevap vermedi. Fabrika sahibi, fab rli ka saJ-.ibinin oğlu, umum müdür, muhasebeci , en geriden d e başmakinist, oda­ ya g.i rd iler. Başmakinistin e l l eri gene arkası ndayd ı ; fabrika sahibiyle öteki lere boşveriyor gibiyd i . Sal·ih Topa l , · Aşkolsun, diye aklı ndan geçi rd i , h erif tümü­ ne de aftos piyos geçiyor! " Başmakini st, - Ç ocuklar, -dedi-, sizi buraya niçin toplad ı k bil iyor musunuz? Dokumacı Kemal Dokuzcanl ı , - Yoo ! - ded i . - H a a . . . D i n l eyin beni şimd i . . . Ankara'dan m i ll etvek ! l l erimiz geld i . Halkevinde halkın dertlerini dinl eyeceklermiş . . . Sizleri de fabri kamız adına seç­ ti k. Gidin, bir şikfıyetiniz, b i r derdin iz . . . Olur a . . . Söy­ leyi n ! iriyarı u m u m müdür araya g i rd i : - Memleketim;zin büyük tüccarları , büyük çift­ çi leri, büyük fabrikatörleri de orda bulunacak . . . Sözü fabrika sahibi a l d ı : - O n l a r varken s i z e söz düşmez ! Çünkü onlar memleketin ihtiyı:ıçl<mnı daha iyi b i l i r, daha iyi tekd i r ederler . . . Umum müdür, - Daha iyi ihıde ederler! - d iye tamam ladı. Dokumacı Kemal Dokuzcanlı dayanamadı :


- Şu halde bizim gitmemize hiç lüzum yok! umum Fabrika sah ibi , fabrika sahibinin oğlu, müdür, muhasebeci , başmak (nist şöy l e bir bakıştılar. Umum müdür, - Evladım . . . - ded i . Başmakinist: - Dl kkafa l ı l ığı bıraksana! Kemal Dokuzcanl ı , - Büyük tüccar, büyük çiftçi, büyük fabri katör bsmim küçük d e rd i m i ne bi lcek? -dedi-, onlar kendi dalgaları nda. ben kendi dalg amdayım . . . Fabrika sahibi , fabrika sahibinin oğlu, umum müdür, muhasebeci , başmakinist kafa kataya verip tiskosa başlamış lardı ki , Sal i h Topa! ileri atı ldı : - Efendi m , -dedi-, biz kend imizi b i l mez, say­ gısızlardan deği l i k . Neden? Çünkü büyüğünü b i l m i ­ yen Allahını da bi lmez! Memleketimizin i l eri gelen büyükleri n i n yanı nda bize söz düşm iyeceğini bizle; elbette takdi r ederiz! Dokumacı Kemal Dokuzcan l ı , - işte, -dedi-, tam bul muşsunuz gönderecek adam ı . . . Benim ne i şim var orda? Odadan çıktı gitti. Odayı b i r soğukl uk dolaşınıştı ki, fabrika sahibi geldi, Topa! Sal i h ' i n arkasını sıvazlayarak, - Aferi n ! -dedi-, fabri kayı ve kendi öz çı ka­ rını düşünen bir işçi , idarenin gösterdiğ·i yolda yü­ rür! Söze umum müdür karı!?tı : - Elbette, el bette . . . Bakın, ağamız hepi nize ek­ mek veriyor, hep:nizin çoluğu, çocuğu var. Biz der­ semiz bütün ömrümüzü sizin ça l ı ş ı p kazanmanıza vak­ fetmişiz . . . Başmakini st, - Mesela ağayı ele a l ı n ! -dedi-, fabrikayı iş­ l etmeğe ne ihtiyacı vnr şükür? Allah servet verm i ş . . . Vurur k i l i d i fr,brikaya, çeker g i der Londura, Paris, Ame rl ka'ya . . .

45


- Bizim işçi lerimiz olgun Işçi lerdir. . . Milletve­ kil l erimizin maksatların ı takdir edemezler mi sanı­ yorsunuz? - Kim demiş edemezler diye? - Ederler etmeye ya, ben gene de söyleyeyim . . . Bakın bana çocuklar! M i l letveki l lerimiz aranıza girer, derler ki mesela, veri len ekmeklerle yemekler iyi m l ? Yevmilerinizden m emnun musunuz? Kaç saat ça­ lışıyorsunuz? Fazla mesai yapınca ücretini alıyor musunuz? O zaman siz. . . - Nefesini boşuna tüketme müdürüm. . . Işçi­ lerimiz milletvekillerimizin tavına gelmezler evel­ allah . . . - Biliyorum, gelmezler ama, ben gene de . . . Haaa, n e diyordum ? Memnunuz deyin , hiç bir şika­ yetimz yok deyin . . . Evet, biz de bil iyoruz, verdiği­ miz yiyecekler Iyi değil, ücretler düşük, çoğu sefer fazla mesai ücretini bile ödeyemediğimiz olmuyor değil. . . Ama bunun sebebini siz bizden daha iyi bili­ yorsunuz değil mi? - Bilmez o lurlar m ı ? Hükümetin koyduğu narh, kontenjan filan . . . Kabahatin bizde olmadığı hepsince malum . . . - Sonra, daha mühimi. . . mil letveki l leri akseri­ ya mil letin ağzını arar, bakalım derler, biz·im mille­ tin büyüklerine karşı olan itaatı ne merkezde ? Salih TopaJ gene atı ldı : - Boşuna nefesini tüketme müdür bey. . . Biz çıkarının nerde olduğunu bilen, aklı başında gençle­ rizi Yemekl er de iyi, ekmekler de. Aldığımız ücret­ lerse, yetmek değil artıyor bile . . . Ağzımızdan laf çekrneğe gel ince . . . Bizim ağızlarımız öyle sıkı ki, de­ ği l mebus, şeytan bile laf çekemez! Kahkahalar yükseldi. TopaJ Salih de gülüyordu. Yolda Hüseyin Yorulmaz, - Ulan amma da partat attın ha! - ded i . Sal ih Topal , 46


- Niye lan? - diye sordu. - Niyesi var mı Allahsız . . . Yemekierin kurdundan bahseden sen değil m iydin? Kazandığım parayla sekiz nüfusu geçlndiremiyorum, Al lahım şaşıyor, ço­ cuğuma i laç alamad ı m deyip durmuyor muydun? - Benim siyasetim e akl ın ermez senin . . . Ben sakala göre tarak vururum . . . Onu bunu bırak da, biz şimdi Halkevine gidiyoruz ama, saat ücretlerimiz iş­ l iyor mu işi emiyor mu? Hüseyin Yorulmaz şöyle bir durakladı : - Heye. . . -dedi-, keşke sorsaydık! - Boş ver. . . Eşşeği n aklına karpuz kabuğu mu düşürecen l - Kime diyorsun lan? - Başmakinistle öteki lere . . . - B�k işte gene gevezelik ettin . . . - Niye?

- Herltieri eşşek ettin çıktı n, niyesl var m ı ? - Ben bu dili kökünden kesmeden olmıyacak arkadaş. . . lakin senin dokumacı Kemal sapına ka­ dar yiğit oğlan . . . Değ i l mi ? - Heye! - Amma gene de beğenmem ben onu . . . Neden dersen, bu dünyada dobra dobracılık sökmez! Siyasi olacan, sakala göre tarak vuracan . . . Ben böyle böyle derken yalan söylediğ·imi bilmiyor muydum? Bili­ yordum, mahsustan öyle söyledim. Belle ki, mebusla­ ra böyle böyle, yemekler kurtlu, ekmekler çiy, yev­ miyelerimiz az filan fıstık yakıştırdık . . . Nolacak? - Nebl iym ben ? - Cigara paketlerinin arkalarına yazacaklar . . . - Evet! - Cıgara bitince de paketi . . . Ha? - Tamam ! - Böyle olduktan sonra yazık değil mi ağzıma? - Ulan öyle siyasisin ki. . . - lan ben karda yürür de •izim i bel l i etmem . . . N e bakıyorsun sen bana! 47


dan.

Hal kevi n i n muhteşem bi nası önüne gelmişlerd i . Sal i h Topal , - Allah allaaah . . . -dedi-, Allah allah yahu! - N e o? - Şu binaya bak! Cami g i bi . .. - Heye ! Bi r buçuk mi lyon g itm iş diyorlar. - Gider arkadaş, n e bina ya! - Yap ı l ı rken bir sefer gördüydüm, o da d ı ş ı n-

- Dışından ben de gördüm can ı m . - içinde ne yaparlar acep? - Kim b i l i r . . . Alim ül emalar - Yazıp çiziyorlard ı r. - Tabii yahu! - Lak i n ne bina! Mermer merd ivenleri n önünde durdular. Salih Topa l , - Teh , -dedi-, ş u merrneriere bak! - Bal dök yal a ! - Y a la ki y a la . . . - i nsap basmaya kıyamaz . . . - Tebeşlr gib i , bembeyaz . . Öteki arkadaşları da geldikten sonra, kısa bir müzakere , hep birl ikte merdivenl eri çıktı lar. On beş kişi n i n on beşi de ürküntü içindeyd i . Büyük, cam l ı kapının önünde durdular. " Sen g i r , bEm utan ı r ı m , sen gir . . . d iye bir tartışmadır tutturmuşlardı k i , iriyarı blrisi hal kevi i dsre memuru, çatı k kaşlarıyle karşı· larına d·i k i ld i : - Ne var? Ne istiyorsunuz? Anlattılar. - Ne mebus l a rı ? - M i l l etvc k i l l erimizi görüp . . . - Evet! - Dertl eri m izi dökeceğiz . . . Acjam kesti attı: - Şimdi topl antı var, yukarı dalar. görenıezsi · niz. .

4R


- Bizi fabrikadan gönderdileri - Nerden gönderirl erse göndersinler. Milletveki l leri toplantıda dedik, giremezsiniz! Koca kapıyı yüzlerine Itti . Işçiler, • N e yapal ım?• gibilerden bakıştılar. To­ pal Sal ih, - Bekl iyek! -dedi- şuraya oturup bekl iyek! El bet çıkarlar . . . Onbeş işçi hal kevi nin mermer merdivenlerine sı­ ra sıra oturdular. Topa! Sal ih, • Ewel zaman içinde, kalbur saman içi nde diye başlayınca işçi lerde bir canlanma ol­ du : - Eee Topa! kardeş . . . - Anlat bakalım ! . . . Salih TopaJ'ın etrafını aldı lar. Karşılarda, ta karşılarda güneş, dört katl ı bir apartmaı-ı yavrusunun taraçası geri sinde batmaktaydı . . . . »

49


TELEFON

- Baba o n kuruş ver! - Ne parası gene? - Öğretmen harta defteri isted i . Arzuhalci lsma i l Efend i n i n esmer yüzü kızard ı . - Ver, ver, ver, ver. . . Paran var m ı , yok mu ? Nas ı l kazanıp nas ı l geçi niyorsun? Soran yok. Anca varsa veri El indeki gazete kağıtlarını yazı masasının üstü­ ne koydu. Lacivert yeleğ i n i n boş cepleri n i karıştırd ı k­ tan sonra, - Yok! -dedi-, on param yok i şte . . . Yarı na kalsa olmaz m ı ? O n bir yaşında gösteren kızın mavi gözleri dol­ muştu. - Deftersi z gideni s ı nıfa almıyacak öğretmen ! Yağmurda ısianmı ş siyah göğüslüğünün koluyle gözl erin i si ldi.

50


- Sen de gitmeyiverirsn bugün! Kızın çorapsız hacakları soğukta morarmıştı , ayağındak yazl ı k beyaz keten ayakkaplar çamur için­ deydi . ismail Efendi bütün bunları gözden geçi rdik­ ten sonra, - Öyle yap yavrum -dedi-, öyl e yap evlad ı m . G itme bugün, zarar yok! Çocuk çıkmağa haz ı r l an ıyordu k i , i smai l Efendi kara rından caym ış g i b i , - Yahut . . . dedi-, d u r . . . Komşu bakkaldan on kuruş borç al mayı tasar­ lam ıştı . Yazıhane kapısına yürüdü , kapıda durdu, es­ mer yüzündek·i barut yan ığını kaşıdı . On kuruş borç isterneyi pek haysiyetsizce bularak, - Evet evet, --d iye geri döndü-, gitme bu­ gün . . . Sepet burda ka lsın, öğ l eye doğru gel, b i r uğra, Al lah belki de bir kı sm et gönderi r . . . Çocuk dükkandan çıktı . Ocak ayı n ı n orta larıyd ı . Dükkanın önünden ge­ çen asfalt cadde bardaktan boşanırcasına inen yağ­ murla yıkanmıştı . Arada kal ın bu lutlar yırtı l ıyor, şim­ şek çakıyor, arkasından gök gürlüyordu. ismail Efendi yedi buçukluk cigara paketini çı­ kard ı . Dört C'igaradan üçünü nalursa ol sun sakl aya­ caktı. Belki bir müşteri gel i rdi . . . Alnını dükkanın came�an ına dayayıp ı s lak asfal­ ta bakmağa başlad ı . ismail Efendi Y 'de asl iye hukuk mahkemesi zabıt katib.i i ken mahkemece veri len, şüyuun izalesi­ ne dair i l am üzeri ne bir köydeki verasetten mütevel­ l it satış parası ndan b i r hisse ol an 93 l i ra 1 5 kuruşu, varisi i ğfal suretiyle mühürünü bası p parayı verme· rnek ve diğer ufak tefek bazı meselelerden dolayı yedi sene ağır hapse hüküm g iymişti. Cezasını doldurup çıktı ktan sonra artık mem le­ ketinde oturmak istemed i . Sağl ığında dehri gibi adam d iye e l i öpü l en , her tarafta, herkesten saygı gören babas ı n ı n o kadar emlak ve arazi sini har vu-

51


rup harman savurduğu yetmezmiş g,i b i , bir de baş­ kas ı n ı n parasına el uzatan bu • haramzade ..ye hemşe­ rilerinin iyi gözle bakmayacakları şüphesizdi . Daima başı yerde gezmeğe tahammül edemeyen İsmail Efend i , günün b i rinde çoluğunu çocuğunu topl ad ı , A 'ya göçetti . Burada eski ahbapları nd an askerl ik şubesi başkanı al bay Kemal Ergüden ' i n yard ı mıyle bu dükkanı açtı . Bacakları çatlak siyah masayla, dört eski sandalyeyi , yazı takımın ı , bi r de eski tele­ fonu al bay Kemal Bey vermişti . Telefon bozuktu, ma­ sa üstünde yeri ne göre, candarma komutanl ığ ı , va­ l i l i k , emniyet, savc ı l ı k bulunuyor, konuşuluyor, söz­ de cevaplar a l ı n ıyordu . . . İsmail Efendi camekanın önünden çekildi . G itti komşu bakkaldan bir avuç un aldı geldi, unu özed i , kırık camları gazete kağıtlarıyle yarnamağa başlad ı , . . .

Şehrin saat kulesi sabah ı n onunu vuruyordu. Deli bi r sağnak deli deli yağıp geçtikten sonra kalın bu­ lutlar yırtı lmış, parlak güneş çıkmıştı . Sabahtan beri ıslak otomob i l l erle muşambalarını çekmiş taytonlar­ dan başka ki msenin geçmed i ğ i asfalt birdenbi re ka­ l abal ı klaşm ı ş , çörekçi ler, portakal satıcı ları , hüküme­ te gidip gelen erbabı mesa l i h asfaltı doldurmuştu . İsmai l Efendi esneyerek dükkanı n kapısına ç ı ktı . El leri arkası nda, gözleri karşı binanın pencere cam­ larını sil mekte olan genç bir kadı na dalmı ştı ki , b i r­ denbire kendine geld i : kara donlu b i r köylü dükkana şüpheli şüphel i llakıyordu. Köylünün görülecek bir işi olduğunu sezerek, - O ne hemşerim? -dedi-, görül ecek b i r işin mi vard ı ? Gel, buyur . . . Köylü kırk beşlik, orta boylu, zayıf biri, k ı rçıl sa­ kalı şakaklarına doğru seyrekleşiyord u . Gözkapakları tersine tersine çevri lmiş gibiyd i . Elleri hep arkasın-

52


da, isma i l Efendiyi yukardan aşağıya süzdükten sonra, ayağı n ı kaldırıma attı : - Bizim hacetimizi sen göreb i l i n mi k i ? Köylüyü kolundan dükkana çeken ismail Efend i , - H e l e gel, -dedi-, gel de bir soluk a l ! Otur şöyle, yak şu cı garayı, hah . . . Paketindeki ü ç cıgaradan birini i kram edip köy­ l ünün cıgarasını da ateşled i kten sonra, masanın ke­ narına i l işti . Köylüyle burun buruna geldiler. - Anlat şimdi, ned i r bakalım . . . Cıgarası ndan üst üste duman alan köylü , - Ben arzıfal n e yazd ıracak değ i l i m . . . - ded i . H a l a b e l bağlamayan gözlerle isma i l Efendiyi tetkik ediyordu. - Zarar yok, -dedi ismail Efendi-, derdin ned i r onu anlıya l ı m . . . - Beni mki bir esgerl i k meselesi. . . Adeta fısı ltıyle söylemişti , iki yanına bakı ndı . - Çekinme dayı, çe�inecek b i r şey yok! Ben s ı r küpüyüm. Ser veririm de sır vermem evelallah . B e n i de kendin g i bi bill Adam gözlerini kı rpıştı rarak devam etti : - Bizim oğlan var, kölen . . . Hani cendermeye tefriğ etmişler de. . . Piyadeye akdarab i l i n mi diye­ ceğdim . . . Hani b i l mez değ i l s in a, ce nd ermeye giderse sığırı n tam yay l ı m zamanı, hem de piyadeden altı ay uzun . . . Nolacak, biz, köylü kısmı . . . i sma i l Efendi her şeyi kavramıştı . Masanın ke­ narından indi. Yazıhanenin i ç-inde düşüneeli düşü nce­ ll doraşmağa başlad ı . Akl ına şube başkanı albay Ke­ mal Bey gelmişti . i l k peş i n , onunla uyuşup uyuşa­ mayacağ ı n ı , bu işi ona ricayla yaptırıp yaptı ramaya· cağ ı n ı düşündüysa de, çok nazikti , sertti , babasına karşı yüzü yoktu. Bununla beraber. . . Mendi l i n i çıkardı, masanın üzerindeki telefonun tozunu aldı, sonra köylünün tam karşısına gelerek. - Senin adın ne? - diye sordu. - M eviGt!

53


- Hangi köydensi n ? B i rdenbire şüphelenen köylü i ki yan ı n a baktı . - Ha? Hangi köydensin? - Köyümü nörecoo a efendi? Sen bi l af vir. Bu işin üstesi nden gelebilecen m i , gel emiyecen m i ? ismail Efendi cevap vermedi . Dudaklarını Y·i ye­ rek b i r müddet d ışarıyı seyretti . Sonra. - Bak, -dedi-, M eviOt dayi, d i n l e beni ! Senin i ş i n haddi zatında çok zor, belki de imkansız, çünkü . . . MeviOt bu başlangıcı oeğenmed i . iş zor olursa ücret çoğa patlard ı . Yutkundu, gözl erini kırpıştı rd ı . - . . . Bana gel i nce . . . Şube reisi Kemal Bey var ya, al bay hani , benim en aziz dostumdur, içtiğimiz su ayrı gider, bu derece . . . Bir dediğimi iki etmez. Amma ben i m , sırf benim bir dediğim i ! Başkası yo­ luna altın, l i ra döşese, şerefsiz, namussuzum ki dö­ nüp bakmaz bile! Hem bakmaz, hem de böyle teklif­ lerde bulunanları rezil kepaze eder. M ahkemeye ve­ rir, hakkında tak·ibat yaptırır! Çünkü, malum a, asker­ l i k işleri ne h i l e karıştı rmanı n kanuni mesul iyeti çok büyüktür, zannedersem üç seneden başlar! Mevlüt, adamak ı l l ı ürktü. Nerdeyse kalkıp savu­ şacaktı . Bunu sezen ismail Efendi kısa kesti : - O bahis başkaları için öyle . . . B ana gel ince. Ben, demin de söyled i m , müstesnayım. Bir dediğimi iki ettiğini bi lmem. Bi lmem ama, ben de öyle herke­ sin işini yapmam . Neden dersen, insanların içi baş­ ka , d ışı başkadır. Dünya kötüye kesmiş, mert adam kalmamış. Sen tutar iyi l iklerini düşünürsün, onlar sana o l madı k oyun oynarlar. Mamafi h , çehrenden na­ muslu bir insan olduğun bel l i . . . - Biz o türlü adamlardan değ i l i k efendi . - Dedim ya, namuslu adam olduğun çehrenden bel l i . .. B izim tekmi l münasebetimiz, namus lu ve helal süt emmiş, ı rz ehl i ki ş i lerle . . . Aksi halde. - B izden kem l i k mamul etmez . . . Biz . . . - Doğru. Şimdi ben şube başkanı albay Kemal

54


beyle goruşeyim, telefonla, peki derse, sözü kese­ riz, sen de kulağınla duy . . . Büyük bir ciddil ikle masanı n başı n a geçti, uzun uzJn manyeto etti . M anyeto ederken , gözü MeviQt'­ un kuru parmakianna i l işince içi sızlad ı . Yüzü buruş­ tu. Fakat b i r defa başlamı ştı. Kendi ni çabucak topla­ yarak, mikrofonu e l i ne ald ı . - A lo , al o . . . Bana askerl i k şubesini veri r mi­ siniz? B i raz bekl edi , öksürd ü . - . . . A l o ! Ha . . . Kimsiniz? Kemal beyefendi m i ? Bendeniz ismail Demirci . Evet albayım . . . Arzı hürmet ederim efend i m , elleri nizden öperi m, bil mukabele beyefendi, hepsi de iyiler e l lerinizden öperler . . . Köylü M evlut nefes almadan d i nliyordu. - . . . B i r isti rhamım olacak albay ı m , evet efen­ dim . . . Çok iyi tanıdığım, ı rz ehli kişilerden bir Mevlut ağa vardır, bizimdir efendim . . . -Köylü MeviOt'e' göz k ı rptı-. Küçük bir ricamız olacak dayın ı n oğluna da­ i r. . . Şey efendim, jandarmaya tefrik etmişler çocu­ ğu, biz sayenizde piyadeye nakletmek istiyoruz. Evet efendim, bu kadar beyefend i , estağfuru l l ah efen­ d i m , sayenizde, sayanizde i n$allah . . . Teşekkür ede­ rim . . M evi Ot'e tekrar göz k ı rptı- Ne zaman m ı ? Ne zaman emir buyurursanız albayı m . . . Öğl eden sonra mı? Olur beyefendi izzi d evletle efendim . . . Köylü MeviOt, koca albayı kandı rd ı , d iye aklın­ dan g eçird i . M i krofonu az daha kulağında tuttuktan sonra yerıine bırakan ismail Efend i , ellerini uğuştu­ rarak, M eviOt'un yanı n a geldi, karş ı s ı na dikildi. - Oldu! -dedi-, işin oldu dayı . . . N e zaman böyle b i r işim düşse, telefonda böyle arar, bulur, ko­ nuşur, söz alırım. Peki , daireye ga.l derse atlar gide­ rim,. meseie de hallolu ri Köylü Mevlfıt kasketini ç ı kard ı , kı rçı l saka i ı n ı ka­ ş ı d ı . Bu işi arzuhaleı n ı n kaçla bit.ireceğ ini düşünüyor­ du. Peşin pazarl ı k etmeden al baya tel efon edi l mesini doğru bulmamıştı . Gözünün önünde bütün bir e l l i .

-

55


liral ık, açı lıp katlanıyordu. Bu elli liraya biteceğ ini bilse, şapkasını havaya atar, üstüne iki de oynardı. i smail Efendiyse, o da bir elli lira i sterneyi düşünü­ yordu. Elli l i radan dem vurur, iner kırka, otuza, yirmi­ beşe, hatta ona kadar. Fakat şu parayı alırsa, nalursa olsun, eski günl erden bir gün, iyi bir s�lata, şlş ız­ gara, şu bu, bir şişe de kul üp, kalaylı bir maşraba ' gibi, içi aydınl andı. Köylü MeviOt. - Efendiıi ! - diye seslendi. i smail Efendi kendine geld i : - Buyur day ı ! Neresinden başianianın uygun olacağını kestiremeyen MeviOt, yutkundu. Bunu sezen l smail Efendi . - Çocuğun -dedi-, nüfusu yanında m ıydı ? - Yanımda� yanımda olmaya y a. . . - Ver, ver d e vakit geçlrmeyellm. Kemal Bey gayet muntazam adamdır. Nasıl olsa gideceğiz ya­ nına . . . __.:... Iyi di yon emme. . . -Canım bıra k ammayı mammayı . . . Ver sen' nü­ fus kağıdınıı - Onu diyeceğdi m . . . - Nüfus kağıdını ver d e sonra n e diyeceksen de . . . Beline sıkı sıkı sarı lı yün kuşağının arasından oğlunun eski ; parça parça nüfus kağ ıdını çıkaran MeviOt, onu i smail Efendiye uzatmadı . - Kafa kaadı b u olmaya bu ya . . . - Ee? - Bu işi nasıl bitireceyik? - Hangi işi? - i reiz beğ 1 kaçınan ırazı � lur ola? i smail Efendi. - Adaam sen de, -dedi-, düşündüğün şeye bak ! Nüfus kağıdını MeviOt'un elinden çekti aldı. ·

56


Yapraklarını çevird i , pek lazımmış g i b i , bazı yerleri­ ni yüksek sesle okudu. Sonra, - Pekala . . . - diyerek götürdü masasının çek­ mecasine attı . E l i n i M eviOt'un omuzuna koyan isma­ i l Efendi : - Bu i ş i bitti say! -dedi-, inşallah buna benzer başka işleriniz olursa - Inşal lah evend i i nşal lah . . . - Sen artık yabancı sayılmazsın bize . .. - Sağ ol evend i , eks i k olma! - Ayağı n düşüdüşüversin . . . - Tabii... Sel l edik y a gayri . .. - Köyde eşten dosttan, ağzı pek, gönlü gan i , s ı rrı na sad ı k kimseler o lu rsa ... - Olur olur ... - Gönderigönderiver... - Sen kaygı çekme. Ben hepiciğini salarım yanına! - Eksik olma. Şimdi gelelim senin i ş e . . . M eviOt'un yüreği hop etti. - Ben bu işıi başkasına yüz l i radan tek santim aşağı biti rmem ya . . . Safi kul ak kesilen M eviOt b u başlangıcı beğen­ medi . . . « Başkasına yüz l i radan aşağı bitirmem, se­ n i n gül hatı rın için seksene mi d iyecek? Beni sabık­ ta tanıdığı mı var k i . . . H ep düzen . . . Beni nerden ta­ nır? Senin gül hatırın ... Seksen veremem, töbe ... - Senin gül hatırın için, Kemal Beye yalvarıp yakaracağım, ne yapıp yapip el l iyle . . . MeviOt b i rden ferahladı. Sözün gerisini · duyma­ dı bile. Fakat bu terahl ı k çok sürmed i : « arzıfalcının hakkı da bu ellinin içinde" m iydi acaba? ismail Efendi d i l le r döküyordu. indiriyor, kaldırı­ yor, estek, köstek, M eviOt'un kara gözleni için de­ l inmedik kabağa bile g i rebi leceğini aniatmağa çalışı­ yordu. Lakin bütün bunlar MeviOt'un kulağına g i rmi­ yordu. - Esik olma evendi esik olma ya! -dedi-, ..•

"

57


onu diyeceğim, seni n hakkı n da tabii bu e l l i n i n için­ de.? i smai l Efendi nerdeyse MeviOt'un boynuna sa­ rılacaktı : - Bize bakma sen can ı m -dedi-, biz alnıa­ sak da olur .. Şurdan çek i l e çeki le gelmişsin, k ı rk yıl­ da bir işin düşmüş .. Sen d e ümmeti Muhammet'ten­ s i n . . . H i ç olmazsa ayağ ı n a l ı şır, eş dost, bildik gördük der gönderir, arada hatı rımızı sordurtursun . . . Kiminin paras ı , kiminin duası derler. . . Senin de duanı alalım . . . - Eesik olma evendi , A l l ah çoluğuna çocuğu­ na bağışlasın, Al lah daş deyi duttuğunu . . . Para veri l i p a l ı nd ı . Öğl eden sonra saat i kide ya­ zı hanede bu luşmak üzere, MeviOt ç ı ktı gitti .

Öğleden sonra tekrar yağmur başl ad ı . Saat iki­ ye doğru yazıhaneye gelen köylü MeviCıt'le isma.i l Efendi bir arabaya atlayarak Askerl i k Şubesine gitti­ l er. Şubenin harap merdivenleri ni yanyana çıktılar. Sofada kimseler yoktu. Soldaki pencerel e rden kirli b i r ı ş ı k vuruyor, sarı sarı yanan tozlu anıpul tavan­ da sallanıyordu. ismai l Efend i , - S e n burda bekle ben i ! - d iye, kapısının yan tarafındaki küçük, siyah tabelada ( BAŞKAN) yaz ı l ı odanı n kapı sını vurup g i rd i , kapıyı mahsustan ara l ı k bı raktı. Uzun bembeyaz saçl ı , akça pakça b i r adam olan al bay, e l l erine sarılan istidacı lsmai l Efendiye ayağa kalktı , yer gösterd i , cıgara ıikram etti . Sonra z i l e bas­ tı . . . Bitişik odadan telaş l a Çıkıp odaya gire n b i r er, gene telaş l a çıkarken kapıyı kapadı . Bütün bunları göz kırpmadan seyreden köylü MevlOt, koskoca bir Al baya e l l i l i ra verip i şi ni gör­ dürrnekteki muvaffakiyetinden dolayı kabına sığamı-

58


yordu. Kasketi ni çıkard ı , başını keyifl i key·i fli kaşı­ dıktan sonra, ne konuştukları nı duyabilir miyim d iye kapının önüne çömeldi, kulağını kapıya dayadı , bir müddet göz kırpmadan dinled iyse de duyamadı . . Lakin eferim herife! diye söylend i . Amma d i ller döktü ! Dimek arzıfalcılar da bayağı bir adammış! Koskaca Albay söz temsi l i , kalkmasa kalkmazd ı . . . Amma kalktı. Niye? Arzıfalcı büyük ki, kalktı ! Beni gördü mala? Herhal gördü! Lakin eferim herife, aş­ kolsun! Arzıfalcıdan dersen, kaymakamnan bile bila­ pe-rvasız konuşuyor herif. Bizim mıhtar nası l ? Zor­ lu . . . Bu bahar oğlunu da everecek . . . H eritin çiftliği, evi , adamı her bi r şeyi var... Hem b izim mıhtar ..... i ki fincan kahve bulunan bir teraziyle merdiven­ leri çı kan deminki er, Mevlut'un yan ı na gel i nce dur­ du: - Ne bekl iyorsun burda? MeviGt, - işimiz var ki bekl iyok! - d iye terslendi . Er cevap vermedi . i çeri girdi, kahveleri verip çıktı , tekrar M eviGt'un tepesine dikildi: - Kalk burdan , haydi burada oturulmaz ! Mevlüt kızd ı : - Ne kalkı, n e kalkı cahal çocuk! O kayfe götürdüklerin benim adamım ta ! Az kalsın, " Ben onlara elli l ira verdim d e be­ nim oğlan ı cendermeden piyadeye akdaracaklar! , diyecekti , uygun bulmad ı . Er, - Baba, -dedi-, ben sana bekleme dem iyo­ rum. Burdan kalk şuraya, pencerenin iQine otur, or­ da bekle d iyorum. Burada durmak yasak. Sen yasak­ tan anlamaz mısın? Askerl i k etmedin m i ? Lahavleyle kalkan Mevlut, gösteri len tozlu pen­ cerenin içine oturdu, eri hemen unuttu. Albayın nehir kenarındaki bahçesi için istediği portakal fidanları meselesin i görüşüp çıkan i sma­ il Efendi , önden neşeyle yürüdü. Şube merdivenle.

n

·

·

59


ri n i arka arkaya i ndi ler. Bekleyen demi nki taytona atladı lar. i smail Efend i , - Çek oğlum ! - dedi. Araba yürüdü. MeviOt sabırsızl ıktan geberiyor­ du. Bunu gayet iyi bilen i smail Efendi neden sonra ' elini MavlOt'un d izine vu rdu : - Tamam, -dedi-, oldu işin! Var köyceğzi­ ne, rahat rahat uyu. Oğlun candarmadan piyadeye aktarı ldı. Bizi de hayır duandan mahrum bı rakmaz­ sın artık . . . - Akdarı ldı ha? Dimek akdarı ldı oğlan? Para­ dan ötürü bir şey dimedi mi ? Hani o MevlOt, çığır bi de ben gorüyim dimedi m i ? - Parayı azsındı ama, çok yalvardım . . . Seni görmüş kapıdan, ayrıca görmek 'istemedi. . . Malum a, bu işler... - Dimek gormüş . . . Gordü canım biliyom ben ... Esik olma evendi : Allah daş deyi duttuğunu . :. Yolu­ nu bel ledik a, çeki lir çekilir gelirik ... Dimek bir de aktard ı ? Öyle ya . . . - Arada ben olduktan sonra . . . Eşi dostu, bil­ diği gördüğü sal ı salıver... - Saları m, hepioiğini salarım sana. . . Dimek paradan ötürü bir şey dimed i ? - Hiç bir şey demez. . . Çünkü, ben olduktan sonra arada . . . Taşköprü 'nün orada inen Mevlüt, i smai l Efen­ di h i n elierne sarıldı , helallık aldı. Sonra, Köprü­ nün I slak taşlarına sürüne sürüne köyün yolunu tu­ tarken, i smail Efendi, - Çek oğlum, -dedi arabacıya-, şu oto tak­ si durağının ordaki Kristal lokantasınal

( 1 9 . . . ) yılının yağmı,.ırlu br mart günüydü. i sma­ i l Efendi yazıhanesinde pastırma ekmekle sabah

60


kahvaltısı ediyordu ki, dükkanın önünde bir tayton durdu, arabadan iriyarı bir er indi. Elinde bir mek­ tup tutuyor, dükkan tabelaları na bakıyordu. i smai l Efendi birdenbire merakland ı , kapıya çıktı : - Ne o hemşerim? Kimi arıyorsun ? - Arzuı-l alcı ismail Efendi varmış burda . . . - Beni m, ne var? Er mektubu uzattı. - A l bay Kemal Bey gönderd i . . . Askerlik Şube­ si başkanı . . . Zarfı acele acele yırtan ismai l Efendi , mektubu bir hamlede okudu: Çok acele şubeye gelmesi iste­ niyordul i l k peşi n hiç bir şey anlamad ı , lakin b.i rdenbire kafasından şi mşek çaktı , eli ayağı lahzada buz kesil­ di. Yağmur hafif hafif çiseliyordu: - Sen git, ben sonra gel i rim . . . - d iyecek ol­ duysa da, er, - Ol maz, -ded i-, birlikte gideceğiz, Albayın emri böylel Arabaya atladılar. Yolda tırnakl arını yiyerek, sık sık tükürerek hep bu işi düşündü . Arada, • Belki de değildir canım .. di­ ' ye kendi kendini tesel l i etmek istese de, içi bir tür­ lü rahat edemiyordu. - Beni niçin çağırıyor aceba? - diye ere sordu. Er, - Bilmem ! - ded i . - Yanı nda kimse var m ı ? - Bi lmem ! - Hayı r, bi r şey değil, işim de vardı . . . Bir temyiz layihası vard ı öğleye yetişecek . . . Acaba şu ı r­ mak kenarındaki bahçe Jçin mi çağırıyor? Eğer öyley­ s e , sipariş etmiştim portakal �idanların ı . . . Gülümseyen dudaklarıyle şOpheli şüpheli oturan er, ta karşı lara bakıyordu. 61


ismail Efendi birdenbire, « Adam sen de . . . - diye oık l ı ndan geçi rdi-, beni asacak değ i l y�! Onu ne ala­ kadar eder? Ona b i r zararı m dokunmadı ya. . . Hem ne sanki , ben ki mseden ne para aldım, ne b i l i rim, ne tanırım . . . Bitti gittıi . U nuttumdu ben bunu . . . Bunun böyle olacağı bel l iydi zaten . . . Kaç vakitt i r sol gö­ züm . . . Kör olası ca . . . Pır p ı r p ı r . . . Lakin albaya karşı ayıp olacak. B i r d aha yüzüne bakamam . . . Bakmayı­ veriri m. Yapmasaydım , mete l i ksizdim. Herkes neler yapıyor. . . Fazla i nceleme. . . Ne demiş adam, zaru­ retler haram şeyleri mubah kı lar, dem i ş . � Asker l i k şubesinin önündeki meydanl ı k yeni celp eratıyle doluydu. Beyaz torba l ı , çar ı k l ı , yırtı k pırtık üstbaşl ı , kadın erkek, çol u k çocuk, köyl üler bir ke­ nardaydı lar; fötr şapka l ı , pantolonlu, pardesülü şehir uşakl arıyse daha hareketl i , daha can l ı , daha açıkgöz, onlar da öbür taraftaydı l ar. ismai l Efend i , içini kem i ren kurtla, arabadan at­ lad ı . Kapı önündeki kalabal ığı yarıp i çeri gird i . Mer­ divenleri koşarak çı kmıştı k i , tam merdivenin baş ı n­ da yakasına bir el yapışt ı : - Ahah, arzıfaıcıf i smai l Efendi ürperti içinde ne vurdu: - Bırak be, sersem! MevlıJt'un kuru e l i yakadan tutmak için uzand ı . Fakat ismail ğ işti rmişti . Kalaba l ı ğ ı n arasına MevlıJt'se,

Mevl ıJt'u gördü, e l i­

koptuysa da tekrar Efendi hızla yer de­ karışmak istiyord u .

- All ahtan korkmaz, peygamberden utanmaz! Oğlan ı cendermeden piyadeye akdardım dedi deee . . . E l l i l i remi yedi deee . . . - d iye basbas bağı rıyor, ul u­ yor, kalabal ığa karışmak isteyen ismai l Efendinin pe­ ş i n i bırakm ıyord u . Kalaba l ı k salonda m i l leti gül mek­ ten kırıp geçiren b i r kavalamaca baş lamıştı. Mev­ lıJt'un yaygarası, oradakilerin, «Tut ha, kaçtı ha, geldi

62


ha, hele hele hele! ! ! " diye haykı rmaları müth iş gürültüye sebep oluyordu. - Benim gibi bir tı karanın parası yenir m i ? Vic­ dansızi S ığ ı rı sıpayı döküp geldik . . . Allahtan kork­ maz, peygamberden utanmaz . . . Başkanın kapısı birdenbire açı l d ı , uzun boylu, ak­ ça pakça yüzüy l e şube başkanı kapıda görününce salonun yaygarası şıp kesildi, herkes şapkasını çı­ karıp, bekled i . Fakat M eviGd hala bağ ı rıyor, çağı rı­ yor, ağ lıyordu. Albay, - Suuus! -diye e l i n i kaldırdı-, sabahtan beri ortal ığı altüst etti n ! Beriki sustu , şapkas ı n ı çı kard ı . Başkanın a z i l erisinde, kavuşuk e l l eriyle diki len ismail Efend i n i n yüzü ki reç gibiyd i , önüne bakıyor­ du. B i r ara baş ı n ı usullacık kaldırd ı , başkanın çak­ mak çakmak gözleri nden ü rkerek başın ı tekrar eğd i , sıcak b i r kan yüzüne hücum etti . ismail Efendiyi nefretle uzun uzun sOzdükten sonra Başkan, -- Bu adam neler söylüyor, ismai l Efendi ? - dedi .

H erkesin gözü isma i l Efendiye dikilmiş, ne ce­ vap vereceğini bekl iyordu. ismai l Efendiyse, üzerine çevri len bakışlardan adamakı l l ı rahatsız, ter dökü­ yord u . Sağa sola bakı ndı, yutkundu. - Kim Albayım? Bendeniz henüz . . . A l bayın tok ses i , sertçe, - Kim mi ? -dedi-, şu adam, nah! Deminden beri söylediklerini duymadı n m ı ? isma i l Efend i b u sefer MeviGt'a, onu ş imdiye kadar hiç bir yerde görmemiş, i l k defa görüyormuş g i b i hayretle baktı . - Fakat beyefendi , -dedi-, bir yan i ı ş i ık . . . M utl aka bir yan l ı ş l ık. Al bay, - Acayıi p, -dedi-, demek bir yan l ı ş l ı k ol ma­ sı i htimali var sizce? 63


ismai l Efendi gene baş ı n ı önüne eğd i , kulakları na kadar kızard ı . - Bu adamı tanımıyorsunuz demek? - Hayır Albayım, katiyen . . . Mevlüt artı k boşandı: - Ne, ne, ne? Tanımayon mu? Beni tanı mayon d i mek arzıfalcı? Dimek sen beni tan ımayan? E l l i l i ­ remi peşin a l a n , i reize makine kıvradan, i şin o l d u , g i t köyüne, irahat u y u M evlüt d ayı d iyen . . . Elinin bir hareketiyle köylüyü tekrar susturan Albay, her şeyi anlamıştı . tsrnail Efendiye öyle bir hınçla baktı ki . . . tsrnail Efendi ezıi ld i . Eğer Mevlüt hıçkırarak, tekrar a S ığırlar, sıpalar.• diye dövünme­ ğe başlamasaydı, ismail Efendi belki de susacak, uzun zaman öylece kalacaktı. Fakat M evlüt öyle şeyler söylüyordu ki . . . Hı nçla fırlad ı , herkesi şaşı rtan tok bir sesle, - Allahını seven şahit olsun! -diye bağ ırmağa başladı-'-. Eğer karı l arınızın nikahından şüpheniz yok­ sa bana Allah için şahit olun: gözlerinizin önünde namusl u bir insan tahkıir edil iyor, itti raya uğruyor, rez i l rüsva edi l iyor, h ı rsız, dolandırıcı, sahtekar yeri­ ne konuluyor. Şahit olun, Allah aşkına, peygamberi zişan aşkına şahit olun M üslümanları Şu musibet he­ rif sabahtan beri bağ ı rı p çağı rıyor. Oğlunu candarma­ dan piyadeye akdaracağı m ı söz vermişim, e l l i l ira­ s ı n ı dolandı rmışım güya . . . Yalan, sümme b i l lah ya­ lan! Valiahi yalan, b i l lahi yalan ! ! ! - Ne, ne, ne? Yalan m ı ? Yalan mı arzıfalcı? Yalan m ı ? - Yalan ! Şerefsiz, namussuz, alçak, rezi l b i r insan ım ki . . . - H epiciği de sensin, hepiclği de . . . - Duydunuz mu, duydunuz mu ümmeti Müslüman , duydunuz mu? Albay a AI I ah müstahakınızı versin .. gibilerden başını saliayarak odas ı na çeki l d i , kapısını örttü . ismail Efendi artık perdeyi yırtmıştı : ··

64


.,...-- Bu işi mahkeme pakler, mahkeme pakler bu işi . . . Ben bu yaşıma kadar alnımın akıyle dolaştı m . Şerefsizliği zinhar kabul etmem. Ben fakir adamım amma gönlüm gan i ! Çocuklarımı aç koyup çıktim bu­ gün evden, tamam yirmi dört saattir ağzıma lokma koymuş kul deği lim. Hasta karımın ilaç reçetesini iki haftadır cel>i mde taşıyorum! . . . Cebinden çıkardığı reçeteyi salladı . B u doğruy­ du. Gözleri yaşarmıştı . Etraftakiler sanki donmuş­ lard ı . i smail Efendi o heyecanla, Başkanın oda ka­ pısını açtı : - Beyefend i ! -diye bağırdı-, zati devletlerine karşı hürmetim ezeli ve ebedidir. Bu işi ancak mah­ keme pakler . . . Mesel e yalnız benim için değil, zatıa­ li niz h akkında da kıylü kaali mucip, nazi k mefattan­ dır. Ben şimdi gidip mahkemeye müracaat edeceği m . Tekrar ediyorum, bu adam ı , n e gördüm, ne tanı rım, kend isinden ne para aldım, ne de sayın Başkanım, sizden böyle pis, karanlık işler için istirhamda bu­ lundum . . . Kül liyen iftiradır. Keyfiyet tavazzuh etme· l id i r, ben namussuz deği l i m . asla kabul etmem, asla asla asla ! ! ! Merdivene yürüdü. Arzuhaleının merdivene yürü­ düğünü gören Mevllit, etine iğne batı rılmış gibi ir· kildi. Basbas bağırıyör, arzuhaleıyı koval ıyordu. Sa­ landa gene, ·E. e, e! ! ! » sesleri yükseldi. • Hop gele hop h op hop ! ! ! ,. MeviOt'un gittikçe uzaklaşan sesi geliyordu : - Amanın uşaaak gördün mü hele. . . i nkardan geldi çıktı göz göre göre. Yazının uğrusuna hele . . . Çoktan merdivenleri inen i smail Efendi taytona atiarnıştı bile. Nefes nefeseydi : - Çek -dedi-, çek oğlum, çabuk! Araba çamurlu yolda yürüdü, • Öf bire! -diye söylendi-. Amma da atiattı k vartayı be . . . Arabanın eski muşarnbasından damlayan yağmur suları. dizi yamal ı pantolonunu ıslatıyordu. Sararan ,.

65


dudaklarını d işleri arasına aldı, kapayarak, h ıçkı rm�a başlad ı .

yüzünü avuçlarıyle

Gün lerce düşünüp taşınan ismai l Efend i , köylü M evlüt'u mahkemeye vermekten başka çıkar yol gö­ remedi . B i l hassa Kemal Beye karşı müthiş utanıyor, mahkemeyi kazanmakla süçsuz o l duğuna onu inandı­ racağını sanıyordu. Zamanla vicdan azapları geçti , Mevlüt'u sahiden mahkemeye verdi . Mahkemece dinlenen bir sürü şa­ hit arasında Askerlik Şubesi Başkanı Kemal Bey de vard ı . ifades i nde, u ismail Efendiyi öteden beri na­ mus l u b i r i nsan olarak tanıdığını, esasen şubenin res­ mi kuyudatında herhangi bir tağyir de olmad ı ğ ı n ı . . . .. söyledi . Mahkeme, postaneden ismai l namına n e bu, ne de geçen yıl lara ait herhangi bir abone kayded i lma­ miş olduğunu da tespit edip, bütün şahitl eri d i nle­ dikten sonra, .. Arzuhalcı ismai l Delni rci 'yi gıyaben ve vicahen zemmederek Ala-mele i n-nas şeref ve haysiyetini kır­ ması ve uydurma ,isnatlarda bulunması ve iddia ettiği telefonun arzuhalcı ismai l namü hesabına postaneden hiç bir zaman abone kaydadilmemiş olmas ı , binaena­ leyh Mevlüt'un iddialarının kanuni b i r sebep teşki 1 etmeyeceği gözönünde tutu lması ve Ala-mele-in-nas arzuhalcı isma i l 'e hakaret ettiği şuhudu şansiyen in al edderece yeminli şehadatı vakıalarından an laşılmış olmağla d iyerek, üç ay hapsıi ne ve e l l i l ira zararı ma­ nevi i l e otuz sekiz buçuk kuruş mahkeme masrafının d a kendisinden tahs i l ine, temyizi kabil olmak üzere karar verm i ş ve M evl üt'u tevkif etmi şti. Bütün bu olaylardan hiç bir şey anlamayan M ev­ lüt'un b i l ekleri ne kel epçe geçi rıi l i rken, şaşkın şaşk ın bakınd ı :

66


- O ne uşak? -dedi-. Hem param ız doland ı , h e m de mapislere gidiyok. Ne i ş b u . . . Gözleri yaşardı , baş ı n ı kötü kötü sallad ı .

942

67


CAN SlKlNTlSI

Vapur Köprü'ye doğru yol alıyordu. i kinci mevki yolcu salonunun açık pencerelerin­ den tahta sıralara kuwetle vuran güneş, yolcuları gölgeye kaçı rmıştı. Sin i rl eri gevşetip, uyku getiren, rutubetl i , ağır bir hava vard ı . Orta l ı kta yaprak oyna­ mıyor, karasi nekler bile mecbur olmadıkça havalan­ mıyorlard ı . Yolcularsa kol ları kanatları kırık, hemencik uyu­ maya haz ı r bir ağı rl ı k içindeydi ler . . . Bir ara salon kapısı nda mavi puvanlı beyaz bir etek d algalandı, sonra eteğin sahibi küçücük bir anne peydahland ı . B i ri kucağında, dördü peşi nde beş oğ­ l uyle içeri g i rd i . B i rbi rinden bi rer, ikişer yaş farklı beş oğlanın beşi de aynı modeldi ve h ı k demiş an­ nelerinin burnundan düşmüşlerd i : sarı , kıvır kıvır saç­ l a r ı , uçları havaya kal kık mi n i k burunları, duru mavi gözleri . . .

68


Kad ın oturacak yer arandı, yoktu. Gölgedeki sı­ ralar tıklım tıkl ımdı. Güneşin altındaki sı ralarda otur­ mak zorunda kald ı . Dört oğlu da karşısına sıralandı­ lar. Keskin güneşe, uyku getiren havaya fHan aldır­ dıkları yoktu, elma kurtları gibi hareketl iydi l er. Açık pencereden durgun denize, karşı kıyılara bakıyor, bir şeyler, şaşı lmaya değer b i r şeyler görüp, birb i r­ lerine göstererek meraklı merakl ı konuşuyorlar, an­ neleri de onların bu haline hazla bakıyordu. B i rden huysuzlanan en küçük oğlunu bir kolundan öbür ko­ luna geçi rirken, - Acı ktı n değ i l m i ? -dedi-, acı ktın ya ! Ağırlaşmış gözkapaklarıyle uyku lu uykulu ba­ kan yolculara fi lan aldırış etmeden, süt dolu i ri me­ mesini çıkarıp, oğlunun ufacı k ağzına tıktı. Çocuk memeye öyle i ştahl a sarı ldı ki . . . Anne etrafa baktı . Bu kadar iştah l ı , tosun gibi bir oğlan ı n anası ol­ maktan koltukları kabardı adeta . B irden kanı kayna­ yarak, oğlunu bağrına bastı : - Yavrum, Hüseyn im, canım, elmasım! Öptü, öptü, öptü ... Salonda birden serin b i r hava esmeye başlamış­ tı. Yorgun sinekler havaland ı , gözkapaklardaki kur­ şuncuklar düştü , bütün gözler genç anneye çevri l d i . Dayanamayan orta , yaşl ı bir kad ın, - Maşallah -dedi-, maşal lah . . . Hepsi senin mi bunları n ? Genç anne duru mavi gözleriyle orta yaşl ı ka­ d ı na döndü: - Sahibi çı kmazsa . . . - Çıkmaz inşallah. Hevesini alamamışa benziyorsun . - Alamadım teyze, inan olsun ki alamad ı m . - Başka v a r m ı ? - Var, b i r oğlum daha var, i lkim, Ayhan. Altı tane. Altı asker demek. Hani fakir olmasak, bir bu kadar daha doğururdum!

69


H ayret sesleri yükse l d i , gülüşmeler oldu. Fa­ kat onun aldırış ettiği yoktu: - Şunlara bakın, Al lahaşkına bakın şunlara! Kü­ çük küçük insanlar. Her b i ri n i n tadı başka, akıl l arı fi­ kirl eri başka. Evim i n radyoları . . . - Kahı rları ya? - Gülü seven di·keni ne d e katlan ı r teyzeciğim. Şurda s i l er süpürürüm , arkarnı dönmeye kalmaz, bir de bakarı m ki . . . Gözl erini tekrar çocuklarına çevirdi , baktı , bak­ tı . . . Bakarken heyecanlanıyordu. B i rden kend ini tu­ tamadı , açık pencere önünde bıcırd ayıp duran oğlan­ larm dördünü birden kucaklamak istercesine kolları­ n ı açtı. Birini bırakıp birini öpüyor, öperken kendi n­ tlen geçiyor, gözleni hazla yumul uyordu. Öyle hayat dolu, öyl e kudretli b i r şeydi ki bu, romatizmal ılar romatizmaları nı u nuttular, bel ağrı l ı lar bel ağrı ları n ı . Kira derd i , kömürsüzlük, arteryaz kloroz filan unutul­ muş. dünya gai leleri nden s ıyrı l ı nmıştı . - Kocam da benim gib i . Anasını satm ı ş ı z dün­ yanı n . Az bulur az yeriz, çok bulur çok. Çok buldu­ ğumuz yok ya, sözün gelişi . . . Ekmeğimizi tuza ba­ n•p yediğimiz çok olur. Lakin can sı kıntısı, keder, yüz eğri s i , tasa filan g i rmez kapı mızdan içeri . Sokmayız ki g i rs i n ! Arka s ı ralardan b i r kocakarı , - Baş ı n ız, dişiniz de ağrımaz mı kizım? - diye sordu. - Ağrımaz teyze, i nan olsun ağrımaz. - Kocan ne iş başı nda? Genç anneni n gözlerıi parlad ı : - Dokumacı -dedi-. Veşildirek'te. Bugün cu­ martesi , erken çıkar işten. Benim evde olmad ı ğ ı m ı da b i l iyor y a , dur baka l ı m , ne muzipl i k düşünür ge­ n e kim b i l i r? Gözleri daldı.

70


2

Dokumacı Sami paydosta yorgun argın çıkmış, evi n i n yolunu tutmuştu. Yemiş iskelesine vururken, gözüne taze balık i l i şti. M übarekler gümüş pırı ltı lar­ la mavi mavi yatıyorlard ı . Aklına karısı ve çocukları g e i d i . Yorgunluğunu filan unutarak, i ki kilo bal ı k , yeşi l salata, taze soğan, turp aldı. Eve geldiği sıra büyük oğlu arsada arkadaşlanyle çiftkale oynamaktaydı . Babasını görünce koştu: - Vay, babacığım . . . Balık mı aldın? - Balık aldım oğlum. - Lazım mıyım? Gel iym m i ? - Fena olmaz. Annenler gelmeden şunları kızartı p ? Ha? Ne dersin? - Kıyak olur val iaha baba! - Haydi öyleyse! - Şarap? Şarap l azım değil m i ? Cumartesi bu· gün, malum ya! - O halde fırla! Ayhan, veresiye a l ışveriş ettikleri mahal l e bak· !<'alına koştu. Haftada bir gün, cumartesi akşamları babasıy l e annesi küçük bir şişe şarap içerl erd i . Için­ ce de her zamandan başka , öyle b i r neşefenird i ki . . B i r şişe siyah şarapla evden i çeri g i rd i . Yan ya­ na i ki oda, bir mutfaktan i baret ev, derme çatma bir gecekonduydu ama, pekala da yetiyorôu. Şarap ş i şesini yemek odasındaki masanı n üze­ rine koyup mutfağa geçti. Babası kol larını çemi rle­ miş, işe girişmişti b i l e . Tepesine d i k i l d i , e l l eri arka­ sında, bir müddet seyretti. Öyl e can l ı , öyl e yürekten çalışıyordu ki . Tersine 'tersine çaldığı bıçak balığın p u l larını insafsızca söküp atıyordu. B i r ara, - Ayhan! - dedi . - Efendi m ? - Maltıza ateş koy! - Peki babacığım. .

71


Sami neşeli bir ıs lıkla i ş i ne devam etti . Karısı gel i nce masayı hazır bulacaktı . Sokak kapısını gene kim b i l i r nas ı l d e l i deli çalacaktı ! Ya balık kokusunu duyunca? Pırıl pırıl gözlerinde sevinç, soracaktı : •Şa­ rap? Şarap da var m ı ? • u Var. n d iyecekti. O zaman, o zaman işte görmel iydi Fethiye'yi ! Nasıl coşacak, boynun;:ı sarı l ı p onu nasıl da boğacaktı öpücüklere! « Sen -diyecekti-, sen Sam i , sen var ya, sen dün­ yan ı n en iyi, en akı l l ı kocasısını n Gü ldü. El leri daha can l ı , daha kudretli i ş l emeye başlad ı .

3 Bal ıklar kızarm ı ş , yeşi l salata, kırmızı turpla i ş l i salata tabağı masaya konmuş, taze ekmek d i l i ml en­ nı işti . Şc:rap şişesin:n mantarı nı ti rbişonla açan Ayhan, - Bu da. oldu . . . - ded i . - Oldu oğlum. - B i r bardak var m ı s ı n , nas ı l ? - Hayı r, annensiz içmem. - Haklısın. Fakat geeikti ler deği l m i ? Sami gözl eri n i pencereye çevird i . Uzak, çok uzaklardaki s ı rtların genisine güneş batalı hay l i ol­ muştu. Batı nın kız ı l l ı ğ ı gölgelenmekteydi . Saat ol­ sun· olsun yed i , yedi buçuktu. Daha önce dönemez­ lerd i . Dört çocukla da Sarıyer'e gidip gelmek . . . Sa­ bah leyin kendisi izin vermişti. B i r teyzesi , b i ricik teyzesiydi . Ayda, iki ayda bir gid ip görmek de hak­ kıydı kadının. Pencereden çeki l d i . Kitaplarının bulunduğu do­ laba gitti . Dizi dizi kitaplar arası ndan b i r kitap çek­ ti aldı peş in, sonra karısının duvarda ası l ı duran genç kızrık fotoğrafı gözüne i li şti. Durdu, heyecan­ la bakmaya başlad ı : Hey gidi yıl lar! On altı , on altı

72


koca yıl önce . . . Gene böyl e, Yeşi l d i rek'teki dokuma ate lyelerinden bi rinde i şçiyd i . Sabahın erken saat­ lerinde Haliç vapurunu omuz omuza doldu ran i şçi­ lerle birlikte gidip gelirdi. Fethiye de her sabah aynı saatte Kasımpaşa iskelesinden vapura g irer, kıvır kıvır sarı saçları, mazıi gözleri, çoğu S€fer sır­ tından eksik etmediği kırmızı yün ceketiyle i ki nci mevki i n kapısı önünde d i k i l i rd i . Sami onun Yeşi ldi­ rek'teki çorap atelyelerinden b irinde çal ı ştığını b.i­ l i rdi . B i rbi rl eriyle tek kelime konuşmadıkları halde, sözleşm işler g i b i , her sabah aynı vapurun aynı mer­ d iveni başında diki l i rler, göz altından bakışırlardı . Yağmur, fırtına, kar. . . Aynı vapurla g ider, aynı vapurla dönerlerd i . Aynı vapur, aynı saat. Aylarca sürmüştü bu. Ne o, ne ötekıi, b irbi rl erine tek kel ime söylemeye cesaret edememişlerdi . Kızın ışıl ı ş ı l gözl erinde arzu, kudurur, isterdi ki del i kanlı bir şeyler söylesin, sululaşsın, hatta dokunsun . . . Fakat nerde? Nasırlı kocaman e l l erine, bir pehl ivanı hatır­ latan geniş omuzlarına rağmen, sarı saç l ı , ufacık kızdan çekin i rd i beriki . B i r gün hiç hiç beklenmedik b i r şey ol muştu : Yemiş'te vapurdan çıkarlarken, kalabal ı k birden öy­ le dalgalanmıştı k i , sarı saçlı kız az kalsın denize düşecekti . Fakat Sami . . . Şahin, tıpkı tıpkısına şahin gibi, kudretli pençesiyle kızı kolundan sımsıkı tut­ muş, kurtarmı ştı. Yolda omuz omuza yürümüşler, sadece yürümüş­ l e rd i . Ertesi g ü n berbat bir fırtına ortal ı ğ ı kasıp ka· vuruyordu. Haliç',i n kirli suları çamur reng ini alm ış· tı . Gene hep o aynı vapurun aynı merdiveni başında karş ı l ı k l ı dikilmişler, Sami 'nin erkek kuvvetin i kol un­ da duyarak içi gıcı klanan kız, kendini tutamayarak b i rdenbire soruvermişti: - Dokumacısınız gali ba? Kulakmemelerine kadar kıpkırmızı kesilen koca Sam i ,

73


- Evet, -demişti-. Siz de çorapta değ i l m i ? - Ne bil iyorsunuz? . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . ? - Sahi ne b i l iyorsunuz? .. ...................? - Yoksa beni takip m i ettin iz? - Evet! Ertesi gün kız gene aynı vapurun , aynı merdiveni başı nda, sormuştu : - Dün beni n,için takip etmediniz? -.- Takip etmemi m i istiyorsunuz? - Evet! Ve gözleri S am i 'nin e l l erine i l i şi nce kendi ni tutamayarak : - Fakat, -demişti-, e l l eri n i z . . . - Çok kaba değ i l m i ? - Hiç d e b i l e ! Tam erkek e l i ! - Sahi mi? - Gözüm çıksın k i . . . Sami hayatında i l k defa ·el lerine gururla bakmış, o günden sonra elleri ni fena halde sevmeye başla­ m ıştı . Bu e l l er b i r gün sarı saç l ı , mavi . gözlü ufacık i şçi kızın narin parmağ ına içi "Sam i " yaz ı l ı alyansı takmış, n i kah memurunun defterini bu harikulade kudretlıi i şçi el iyle i mzalam ı ştı. içini çekti . Oğl u : -Ne o baba -dedi-, deryada gemi lerin m i b attı ? - Hayır Ayhan, fakat annenler . . . Ayhan babası n ı n boynuna sarı l d ı : - Canım babacığım . . . Annem ler ne zaman b i r yere gitse böyle oluyorsun. - Böyle oluyorum yavrum, e l i mde değ i l . - Gönderme o halde . . . - Nası l ? Onun arzusuna karşı m ı geleyim ? E l i nde kitap, pencereye g itti . Uzakların kızı l ı , ala­ ca karanl ı kta erimi şti .

74


Ayhan usul lacık, - Bugün , -dedi-, öğretmen derse kaldırd ı ba­ bacı ğ ı m . B i r problem sordu bildim, bir daha sordu onu da bildim, kızdı b i r daha sordu, onu da bilmiye­ yim m i ? Ded i ki, « Sen -dedi-, sen mutlaka mühen­ dis ol Ayhan, .. d ed i ! Dokumacı Sami dönüp bakmadı bile. Çocuk ; - N i ç i n bana afenin demiyorsun babacığıın ? - d iye merakla sordu. Sami cevap vermed i . - H işt, baba, babacığım, sana söylüyorum, sana söylüyorum be baba! Sami yanındaki iskem ieye çöktü. Oğ l unu mühendis görmek! Evet, biliyor, Ayhan zek i d i r, b i l hassa matema­ ti kte üstüne yoktur, annesi de oğluyle öğünür ama, Q kadar işte. - Babacığım. - Yavrum? - Benim mühendis olmarnı ,i stemiyor musun? - Ben m i ? - Evet! Tam bu sırada sokak kapısı deli d e l i , yıkı l ı rcas ı­ na çal ı nmaya başlad ı . Karısıyd ı , karısı ve çocukla­ rıyd ı , gelmişlerdi n ihayet, nihayet gelmişlerdi i şte . . . Kurşun gibi fırladılar. Sokak kapısı hala yıkıl ır­ casına çal ı nıyor, çalınıyordu. Açtı lar. B i ri kucağı nda, dördü peşinde beş oğluyle karısı içeri g i rd i , havayı koklayarak, - Balık! -diye bağ ı rd ı-, balık kokuyor! Peşinde çocukları ve kocası , yemek odasına koş­ tu. Kurulu masayı, kızarm ı ş balıkları, salatayı ve şa­ rap şişesini görünce, kendini kocası n ı n koliarına bı­ raktı : - Kocacığım, canım kocacığım ben i m ! - Şeker karıcığım. - Sen dünyanı n en mükemmel e rkeği s i n !

75


- Sen, sen ya? - Ben mi? Ben senin yanında . . . - Sus, iftira etme kendi n e ! Evin içinde pırıl p ı r ı l bir şeyler uçuyor, dört küçük el e l e verm i ş , babalarıyle annelerinin etr'af­ ları nda dönüyorl ard ı . 4

Sonra sofraya oturdular. Bal ıklar ve salata obur bir iştahla yen i l d i , yutuldu. Karnı doyan küçükler bi­ rer, i kişer kalktı lar, e l l eri ni sabunlayıp yataklarına yuvarland ı lar. Sofrada baba, anne ve Ayhan kalmışlard ı . B i r ara Ayhan, - Anneciğ im -dedi-, babam mühendis ol mamı istemiyor. Kadı n kocasına hayretle baktı : - Nası l ? Istemiyor musun? Sami gene cevap vermed i . Bunu tekrar hatırla­ mış ol maktan dolayı üzü lerek, bardağ ındaki şarabı süze süze içti , iri bir ekmek parçasıyle salata taba­ ğ ı n ı sıyırıp l okmayı ağzına attı. Kuwetli azı diş: eri arasında lokma ezi l i p üğünürken, o, gözlerini kısmış, karıs ının bardağı ndaki şarabın kızı lını süzüyordu Annesinin bir işareti üzerine Ayhan usu l l acık kalktı , kardeşl erinin yanına gitti . Sami farkında bile olmad ı . Nası l istemezdi ? Bir baba olarak eviad ı n ı n ken­ disini geçmesini istememeye d i l i nas ı l varabilıird i ? O n u büyük bir mühendis görmek! Tara l ı , pırıl pırıt saçlarıyle masası başında, pergel, gönye, aydinger kağıtları arası nda . . . Saçlarını akşamaya başlayan bir e l i n temasıyle kendine gelerek başını kaldırdı.

76


di.

Karı s ı , - B u gece h e r zamandan çok başkasın . . . - de-

Sami baş ı n ı salladi. - H iç böyle değildin. N i çin canın s ı k ı l ıyor? ...............? - Beni korkutuyarsun ama . . . - Neden? - B i lmem . Oğluna karşı da soğuktun . . . Sam i , Içini çekerek, ' - Çünkü, -dedi-. B ı rak Fethiye, eşeleme . - Demek benden sakl ıyorsun? - Yok canı m. - Ya? Sami son şarabı nı i çmek üzere bardağı n ı kal­ d ı rdı . Karısıyl e tokuşturup, dikti . Bardağı biraz daha öfkeyle masaya koydu . Kad ı n , - Çünkü demişti n? - d iye eşeledi . Sami baş ı n ı sal lad ı : - Çünkü, onun kadarken benıim d e matemati­ ğim onun gibi kuvvetliyd i . Ama attığ ı m taş istediğim kuşu vurmad ı . G ünün birinde her şeyi bir kenara itip babama omuz vermem gerekti . Ve hal ii. . . Kol l arı düştü, başı düştü. A l n ı n ı i ri e l l erine indi­ rip kald ı . Kocasını i l k defa böyle yeni l m i ş gören kad ı n d ehşetle fırlad ı , o n u i ki omuzundan kuvvetle sarstı . - Sami, kend i n e gel kocac ı ğ ı m ! Bir a n l ı k pis bir karamsarl ı ktan sonra, Sami ken· d i ne gelmişti. Düştüğü durumdan utandı. Sinirli b i r h a l a l d ı . Kocaman e l l eriyle masanın kenarı nı sımsıkı tutmuştu . Beş numara gaz l ambas ı n ı n hafif kırmızı­ ya çalan ışığı terl i alnında parl ıyordu. Bu haliyle dağdan kopmuş koskocaman b i r kayaya benziyor, da­ ha doğrusu, patlamak üzere olan b i r yanardağ ı ha­ tırlatıyordu. 1 954

77


ARKA SOKAK

Sokak bir an kadın çığlıklarıyle doldu : - Ne var? Ne olmuş? - Sor:ma kardeş, bir kad ı n . . . - Fak i r bir kad ı n . Altta yok, üstte yok . . . - Eee? - Doğuruyormuş . . . - Nerde? - Arka sokakta! Arka sokağı n alt başındaki ku l ü besine ancak gi­ ren kad ı n ı n gözleri yuvaları ndan fırlamıştı . M üthi ş bir ıstı rap çekmekte olduğunu açı klayan yüzü kıpkır­ m ızıyd ı . Toprağa diz çöktü, karnını avuçlarıyle bastı­ rarak inledi. Dört yaşı ndaki k ızı az i l eride, i r i , mavi gözleriy­ le annesine bakmaktaydı . Kadın tekrar, - Ah ya rabbi ! - ded i .

78


Çocuk iki yanına bakındı . Yüksek yüksek duvar­ l arıyle evler . . . Önde cadde. Caddede iki kedi birbi­ rini kavalayarak geçti. Kad ı n artı k dayanamıyordu. Yere yüzükoyun kapand ı . Çocuk dehşetle döndü : - Anneci ğ i m ! \ Kadın cevap veremedi . Çocuk tekrar etrafı na bakınd ı . Kadı n doğruldu. Sancı birdenbire geçmişti . Yerden kal ktı . Kulübenin içine girdi. incecik mindere kendini b ı raktı. Sancı n ı n tekrar, hem de daha kuv­ vetl e geleceğini bil iyordu. Kapıdan çocuk tekrar, - Anneciğim! - diye seslend i . Kad ı n acı acı gülümsedi. - Yavrum ben i m , orda bekle. Ebanı m teyzen gelecek şimdi. Sancı tekrarlayınca kad ın kıvrı l d ı . Ta il ikl erin­ den kopup gelen bir ini ltiyle mindere devri l d i . Kulübenin içinde uçuşan birtakım karaltı lar fark eden çocuk b i rdenbire korktu. Fareler uçuyor gibi geldi. Yahut kara böcek l e r. . . Ne kadar da çoktular. Kulübenin içinde uçuşuyorl ard ı . - Anneciğim! - diye bağırd ı . Kadın başını kaldırarak çocuğa baktı . - Ord an ayrı lma eviadı m . . . -dedi-, ebanım teyzen nerdeyse gelir! - Eh anneciğim, ayrı lmam. kara Kulübenin içi gittikçe kararıyor, uçuşan böcekler çoğal ıyordu. Kad ı n yeni bir sancıyla al lak bul lak olunca, çocuk tekrar, - Anneciği m ! - diye seslendi. B i r erkek gibi i ri kem i k l i ebanı m sokağın orta­ s ı nda durmuştu : - Kocası mocası yok! --dedi-. Ah re·t sua l l e­ rini bırakın da bi r şeyler verin, yazı k ayo l ! Komisyoncunun karı s ı , - K i m b i l i r kimden peydahlad ı ? - dedi.

79


Eb e, - Kimden peydahiarsa peyda h l asın han ı m . O da b i r can taşıyor, aa . . . - Ben bir şey demedim k i ebanım teyzel - Başkasının gözündeki çöpü görmek kolayd ır evi adı m , marifet . . . Şoförün karısı, - Kendi nde�in i görmekte! - d iye l af attı. Komisyoncununkiyle kaç zamandır d argındı. - Bana bak şırfıntı . .. -dedi komisyoncununki-, Açtırma ağzı mı ha! - Aç bakalım. Açarsan ne varmış? - Açtırma i şte, o kadar. - Bildiğin bir şey varsa söyl e kızım, alnım açık ben i m . - Bell:i. Kavga büyüme i stidadı gösteriyordu. Araya gene ebe gird i : - Kavgayı bırakın ayo l , kadı ncağız y a doğurd u , y a doğuracak. Bezden, e s k i çamaşırdan neyiniz var· sa veri n . H ad i , çabuk! Bunun üzeri ne bezler, küçülmüş zıbınlar, göm­ lekler yağmaya başlad ı . Komi syonucununki şoförün­ kini göz hapsine almıştı. Şoförünki b i rkaç parça bez­ le çocuğunun iyice küçü lmüş çiçekli bir entarisini verince, komisyoncununki , - Al ebanım! -diye pencereden seslendi-. Tut şunları .. Dört tane bez, i k i gömlek, bir fan i l a , b i r de eski popiyle beş l i rayı pencereden göstererek, attı. Şoförünki mosmor olmuştu. Kan tepesine sıçrayarak, - Dur ebanım -dedi-, şimdi gel iyorum. Herkes merakla bekl iyordu. Şoförünki az sonra b i r deste çamaş ırla d ı şarı ç ı ktı . Küçük kızının üç entarislni , iki donunu, dört gömleğini, iki çorab ı n ı . iki popisiyle on lıira parayı ebanıma tes l i m etti.

80


Kom isyoncununkinin aklından da yeni yeni bir şeyler geçtiyse de bu kadarı nın fazla olacağ ına hük­ mederek, aldırış etmez göründü. Ebe sokağın köşesinden çıkı nca, kulübe kapı­ sında bekleyen çocuk: - Ebanım teyze geliyor anne! - dedi . Kadı n hazırdı zaten. R asgele çömeldi. Ebanı m çocuğu oynamaya gönderdi kten sonra kul übe kapısı­ n ı örtüp, içeri g i rd i . Sokakta kavga ve d edikodu dinmiş, antenl e r ge­ sabırsızl ıkla rilmiş, arka sokaktan gelecek haber bekleniyordu. Doğurmuş kadınlar kendi doğumlarını haya l l i yor, karşıdan karşıya gözl eriyle anl aşarak yüz­ lerini buruşturuyorlard ı . Şoförün�i . - Kapıya kanacak şey değ i l ! - dedi . Bakkal ın k i , - Y a ters gel i rse? - diye sordu. Ve rasgele konuşma başlad ı : - Ç o k d a fakirmi ş . Ters gel i rse ne yapar sah i ? - Parası yok k i amel iyat olsun. - Zava l l ı kad ın. Göz göre göre öl ür. - Fakir tıkarayı da hükümet düşünmali kardeş ! Parası yok diye göz göre göre ölmesi revayı hak m ı ? - Doğru. Sezariyen yapmak lazım. B izim akra­ baların gelinine yaptırdı lard ı . . . Ama onlar çok zen­ gin. - Zenginliğe kal ı rsa. . . Bizim de öyl e zengin akrabal arımız var ki . . . - Ya bizim? - Bizimki ler her yaz istanbu l 'a gi derler. Boğaz'da, Ada lar'da köşk k i ralar, avuç dol usu para veri r­ l e r. . . - Herkesi n d e zengin akrabaları var hanı m . Biz.imkiler taaa . . . Avrupa'lara giderler! M ahallel i , akrabalarının zengi n l i ğ iyle övünen iki kadını bırakıp· , fak i r kadına döndü. - Şu kad ı n hiç aklımdan çıkmıyor!

81


- Benim de. - Kazasız belasız doğurur işa l lah. - işal lah ama . . . Hükümetin bir yeri olmal ı , böyl e l erini orda doğurtmalı. - Doğumevi var ya i şte ! - KaN mi? Orda bile i ltimas - Sana doğru bir şey söyleyim m i ? Fakir fıkara kısmı yaramaz l ı k etmemeli Hele kocan yok mu, fa­ kir mi, doğurmamal ı . Hükümet bir kanun ç ı karı p , ya­ sak etmel i ! - Hoppal aa. . . Bir b u eksi.kti. Zava l l ı lar her şeyden mahrum zaten , bir de . . . H em o kanunu çıka­ ranlar düşünmezler m i ? Faki rl ik A l l ah vergisi, günün bıi rinde kendi leri , yahut da çoluk çocukları fakirle­ sirse? . � Doğru, o sebepten . . . - Sonra, nefis kardeş. Zengi n i n nefsi nefis de, fakirinki . . . Genabai lah köpeklere bile vermi ş o net­ si ! Ufak tefek, s ini rli bir 'kad ı n olan eskici ninki , - N efsi vermek marifet değil -dedi-, ya der­ di vermesin, ya da dermanını birlikte halk etsin ! Şı pıd ık terl iklerini bozuk parkalerde sürüye sü­ rüye çekildi gitti . Az sonra ebanı m , el leri n i n kanıyle, sokağa bir kahraman gibi girdi. Nefesler kesilmiş, gözler ala­ bildiğine açı l mıştı . Heyecandan sokağın kalbi dura­ caktı sank i . - Ne oldu? - Ne oldu ebanı m ? Kurtu ldu mu? Ebanım gülen gözleriyle, haber verd i : - N u r topu gibi b i r oğlumuz oldu! Sokak sevinç gözyaşlarıyle çalkandı . Hele şe­ törün karısı ! Çıplak ayaklarıyle fı rl adı , kaç vakitti r küs o lduğu komisyoncununkinin boynuna sarı ldı , ka­ d ı n ı n yanaklarını öptü, öptü , öptü . . . 1 952 82


SÜPÜRGECi

Bir piyade eri n i hatırlatan açık haki elbisesi içinde ufacık, ana caddenıi n kaldırımına d i ki l mişti : Bir elinde uzun sap l ı sokak süpürgesi, öbür elinde gene uzun sap l ı , kocaman küreğ i . Önünden cadde akıyordu: Renk renk taksi ler, i ri l i ufaklı kamyon lar, otobüsler, at . arabaları. . . . Bakıyor, görmüyordu. Altı ay önce gelm i şti is­ tanbu l 'a. Dört aydan beri de bu ,i şteyd i . Belediye te­ mizl i k işleri süpürgeci l i ğinde. Kulaklarına geçmiş kocaman kasketi altında ge­ ceyi düşünüyord u : Seyit Çavuş bir şişe rakı açtı rmıştı . Arkasın­ dan Onbaşı Muzaffer Efend i . Mi l let kafayı iyi bir çek­ m işti . Kendi içmezd i . Günah olduğundan değ i l , say­ gıdan. Çavuşunun, onbaşısının yanında kendi ne adam oluyordu da rakı içsin ! Lakin iyi eğlenmişlerd1. Arnavut Mestan Ağa 'nın, çaldığı bağ lamayı, değ i l radyo, köydeki Topa! Kadir

83


b i l e çalamazd ı . Topa! Kadir'in üstüne yok derl erdi bir de. Gelsinler de Mestan Ağa'yı görsünler! A l l ah izin veri r de köye varırsa, «Topa! Kadi r d e ne ki ? d iyecek Siz gelin de çöpçüler koğuşundaki Arnavut M estan Ağa'yı d i n l eyin. H erit cesetten ruhu çekiyor tekm i l ! Küreğin sapını bı raktı, kasketini düzeltti . Şaka maka, Topal Kadi r'i de yabana atmamalıy­ dı hani . Topa! ayağının üstüne oturdu da bağlamaya yumuldu muydu . . . En bi ri Zeynel Ağa'nın düğünün­ de . . . Lakin ne rakı içmişti m i l let! Burnunun d i reği sızlad ı . Şuraya geleli altı a y ol muştu, dört aydı r d a ş u i şteydi , lakin . . . Hala Zeynel Ağa'nın düğünde giydi­ ği yemen i lerd en alamamıştı . Zeynel Ağa'daysa, ye: meni dedin mi çifte çifte. Kilot pantol , ceket, i ç l i k miçl i k buna keza. Herif atına atladı mı, y a l l a h . iste­ se istanbul 'a b i l e gel ebi l i r. gelebi l i r a, iş tut­ mıya değ i l , para yemiye ! .. içini çekti . Zeynel Ağa'nın iş n esine gerek? Muhtarın oğlu. Çiftl eri , çubukları , öküzleri , i nekleri , tarlaları . .. Herif el lerini ard ı na koyup köy yeri nde şöyle üç aşağı beş yukarı dol aştı mı, bakmayan m ı kal ı rdı ? I l l e avratlar! Lakin Zeynel Ağa 'da da bıyık vardı han i . Sal man Ça­ vuş'unki g i b i . Salman Çavuş fındıkla besliyordu. Zey­ nel Ağa da mı fındıkla bes l iyordu acep? Her halde. Kocabaş ın Murat da bıyık büyütüyordu güya. Kıl kı l . Uyuz gib i . Bıyık dediğin . . . Güldü. Kuvvetli güneş adi teneke d i ş l e ri ni sarı sarı parlattı. Çerezleri değişi rken, Zeynel Ağa 'nın düğünün­ de, Kocabaşın Murad 'ı amma da itelemişti ha! - Ne gülüyon ayı ? Kendine geld i : Amiriyd i . Çöpçü Onbaşı s ı Salman Çavuş. - H eç çavı şım . . . - Adam kendi kendine güler m i ? Medeni yetsiz ? - Aklıma Murat geldi d e . . . D

84


- Hangi Murat? - Bizlm Murat Kocabaş ın . . . Salman Çavuş'un fındıkla bes l i simsiyah bıyı­ ğının uçları sinirli sinirli titredi . - Mazife başında istemem bir daha! G e ç ma­ zifenin başına! Geçmeden önce kasketini düzelttıi . Sonra sü­ pürgesiyle küreğini kaptı, uzakla�tı . On beş, yirmi adım . . . Durdu. Döndü, baktı : Salman Çavuş kaldı­ rımdan aşağı kaz adımlarıyle gidiyordu. Süpürges iyle küreğ ini bıraktı . - Geç mazifeni n başı naymı ş . . . Geçmiyeceğim işte ! Geçmed i . Salman Çavuş'un i nadı na, di ki l di kal­ d ı . B i r ara baktı , karş ı kaldırı mdan Murat geçiyor, Kocabaşın M u rat. Köylüsü. Ses lendi . - Murat lan Murat! - Ne diyon ? - Gel hele . . . - Ne var da? - B i soluk gel hele laan ! Kocabaşı n Murat bu tarafa geçti . - Ne diyon? - Cuvaran var mı? - Yok vallaha. Akşam muhabbette tükettiyd ik. Güneşe karşı, duvarın dibine çömeldi l er. - M uhabbet de muhabbetti ha! - M uhabbetJim ize hiç laf yok a, gün ı şımadan kaldırmnsalar adamı . . . - Kal d ı rmasalar bir, b i r d e ne olsa adamın koy­ nunda bil iyon mu? Kocabaşı n Murad'a süpürgee i l i k yaramıştı . Haki elbisesine sığmıyordu. Kaba kaba güldü: - Zilli m i ? - Zilli. - Şoondan m ı ? Karşı kaldı rımdan sekerek giden sarı saç l ı , kör­ pecik bir kad ını çenesiyleı işaret ettıi .

85


- Ne d iyon kardaş . . . Adam ın canına can katar valiaha o zilliler! - Katar ki katar. - M uraat! - Hı? - Lokman Hekimin y i d id i ğ i bunlar mı ki ? M u rat elini koynuna soktu, keyifl i keyifli kaşı­ n ı rken gözü taa aşağı lardan hızl ı hızlı gelmekte olan Salman Çavuş'a i l i ş i nce, keyfi kaçtı. Davrandı . - Koç bıyı k geliyor! - N i rde? - De ha! Süpürgesiyle küreğini kaptı , uzaklaştı. Beriki d e kalkmıştı ama, kaçamad ı . Onbaşı n ı n aklı başka yerde olmal ıyd ı , görmed i . Hıı;la g eçip gidecekti . Beriki seslend i : - Uğur o l a onbaşı m! Onbaşı durdu: - Ne var da? - N i rye gediyon öyle yel l i ye l l i ? - Nirye gettiğ i m üstüne mazife m i ? Süpürgeci arkasından kıskıs güldü: - Cehennemin dibine g et! Tam bu s ı rada gözü orda, taks i l erin vızır vızı r gelip geçtiği asfaltın üzerindeki bir y ı ğ ı n a t pisliği­ ne i li şti . Salman Çavuş da onbaşıydı güya. Kaş çat­ maynan, adam tersl emeynen, bıyık büyütüp burmay­ nan onbaşı mı olab i l i rdi adam? Fışkıyı görememişti i şte! Süpürgesi , küreğiyle kaldı rımdan i nd i . O n u ordan alacaktı . D em i n göremediyse, dönüş­ te görür, başi ardı gene tatavaya. « Biz sizi n gi biyken şöyle, biz sizin gibiyken böyle . . . " Alacaktı dönmeden ya, taksiler de göz açtırmıyordu ki ! Hamle ett i , olmad ı . Şoförler de bir azg ındı ki . Di şlerini göstere, yumruk saliaya sal iaya geçiyor-

86


lard ı . G eçiyorlarsa ne olacak? Onların yüzünden azar mı işitecek1ıi? Yeni bir hamle! Gene olmad ı . Kızd ı . B i r hamle d aha! Laki n . . . Kafası ndan d ünya �il inmişti. Gözleri ordayd ı, asfaltın üstündekinde. A l m alıyd ı onu, mut­ l aka almalıyd ı . Hem de hiç vakit geçirmeden! - Asfaltın üstündeki beygir fışkısı n ı gormüyon mü ayı ? Döndü: Salman Çavuş! - Görüyom, -dedi-, goruyom a . . . - Dürtmadi n onbaşım disene! - Ne dürtmesi b i re Salman Çavuş . - Al onu ordanı Bastı g itti. Süpürgeci arkasından baktı baktı: - Dürtmadin onbaşımmış . . . - d iye h om urd a n ­ dı-. Senin g ib i hayvan m ı y ı m da . . . Yeni bir davranış. Kırmızı b i r taksi yalayıp geç­ ti . Arkas ından b i r başkas ı . Yüklü b i r kamyon . B i r oto­ büs. B i r hususi. . . Ha bi soluk durun da lşimizi go­ re k! Kafası!Jdan gene Salman Çavuş geçti koca bı­ yığıyle. Davrandı. Mavi bir taksi , sonra, yeşi l , sonra kır­ mızı. " . . . tüüü . . . işimizi goremiyeceğik, ağnaş ı l d ı . Ağnaşı l d ı ya, yüzü yüzüfesice b u sefer sağlama da­ l ımıza biner! , kendi n i Süpürgesi, küreğiyle beyg i r fışkısına tam atarken, kırmızı b i r taksi l Yaş l ı şoför arabayı tamirden yeni çıkarmı ştı . Kafasında kaç gün, nereden nereye kaç sefer dol­ muş yaparsa masrafı nı çıkaracağ ı . . . Aniden önüne çıkıverene çarpmamak içi n d ireksiyonu sağa k ı rd ı , . .

..

87


sola kırd ı , tekrar sağa. Şaşkı n bir korna sesi , b i r homurtu, arkası nd an bir toslama! . . . Taks i n i n farı süpürgeeinin uyluk kemiğ inde parçalanmış, süpürge b i r yana, kürek bir yana, sü­ pürgeci b i r yana gitm i ş , taksi sağ ön tekerleğiyle kaldırı ma çı kıp d u rmuştu. ihtiyar şoför yere atladı . - Sağ yaptı m , sol yaptım, tekrar sağ. Nere­ ye di reksiyon kırd ı rnsa karş ıma çıktı ! - ded i . Nerdeyse ağlayacaktı. iki saat o l madı arabayı tami rden çı­ kara l ı be yahu. Anam avradım olsun siftah ı m yok da­ ha! Bir kenarda kül gibi yüzüyle suçlu suçlu yatan süpürgesiyle, çatlamış uyluk kemi ğ inden habersiz, şoförü dinl iyord u : - . . . . . . ç o l u k çocuk ekmek be.k Hyor evde. Borç dersen g ı rtlakta. Ne yapacağ ı m ben şimdi ? Süpürgeeiyi omuzlardan, hacaklarından tutup taksiye kal d ı rdı lar. Gözleri şoförde, şoförün yaş yaş parlayan ki rpiklerindeydi . Taksi hızla uzaklaştı . Sal man Çavuş'la Kocabaşın Murat kalabal ığın arasındaydı lar. Sal man Çavuş, gülen - Dalgacı . . . -dedi-. Kendi kendine adamdan hayır m ı gel i r devlete m i l lete? Kocabaş ın Murat sinirli si n i rli , - Geceleri koğuşta saz çal d ı rmayı yasak ettir beni dinlersen ? - dedi . - Niye? - N iyesi var m ı çavu�um ? Uykusuz kalıyok bila mecburiyetsiz. Bugün onaysa, yarın bana, bür­ gün de sana! Salman Çavuş'un bıyıkları d i ki l d i . - G e ç mazifenin başına! - N•iye çavuşum, ne oldu da?

88


- Kend inizi bennen bir mi dutuyonuz?

Hastane koğuşundaki karyolasında sırt üstü ya­ tıyordu. Gözlerini pencere cam ı n ı n ötesindeki du­ tun güneşte parlayan yemyeşi l yaprakianna d i kmiş, şoförü düşünüyord u : i k i saat olmadı arabay ı tamirden ç ı karalı be yahu! Anam avradı m olsun sif­ tah ı m yok d aha. Çoluk çocuk evde ekmek bekliyor. Borç dersen g ı rtlakta. Ne yapacağı m ben ş i md i ? » içini çekti . Mapise de atmışlar m ıydı acaba? Mapise artı­ larsa çoluğu çocuğu ne yapard ı ? içeriye b i r beyazl ığ ı n g i rdiğini hissetti. Başını çevird i : Kara kuru bir hastabakıcı . - Ablaa! - Ki m o? - lzıcık gel hele! - lzıcı k m ı ? Azı c ı k desene. istanbul kaldı rımı çiğniyorsun . . . Ne var? - O şoförü mapise attılar mı da? - Ne şoförü ? Ne map i s i ? - D ü n b e n i depelediydi ya! - Ne bileyim ben? Adam çiğniyeni affedecek değiller ya! Bastı gitti. Süpürgeci arkası ndan kayg ı l ı kayg ı l ı baktı. Son­ ra başını pencereye çevi rdi . Cam ı n ötesindeki du­ tun yemyeşi l yaprakları güneşte parl ıyordu. Pek'i ama, şoförü mapise attı larsa, çoluğu çocu­ ğu ne yapacaktı ? Gözleri doldu. « . . .

1955

89


HARiKA ÇOCU K

B i sküvi, çi kolata, kağıtl ı şeker, zeyti nyağı , sa­ bun yapımevl eriyle küçük tam i r atelyeleri n i n yan yana odalarda bulunduğu, safertasına benzeyen han­ lardan birinin genzi tıkayan pis havası içinde ekme­ ğini küçücük pedalıyle kazanmaya çal ışan b i r arka­ daşı görmeye gıitmiştim. Bulamadım. Dönecektim k i , kapı yanında duran büyükçe bir tahta sandığın i çi nde onu gördüm: Peyni r ekmekle domates yiyor­ d u . Kirl i, kıvır kıvır sarı saçları vard ı . Makine yağiy­ le kararmı ş yüzü, içleri nden aydınlanan harikulade yeş i l gözleri . . . - M atbaacı abiyi m i aradınız? � Evet. - Az ewel kaat kestirmiye gitti. Gelecek. Yanındaki boş bir tahta sandığı ters çevi rip i kram etti : - Buyurun, oturun!

90


Öyle tatl ı bakıyordu k i . Oturdum. Ekmeğıni bölerek uzattı. Aç o l madığımı söyledi m . - Yoksa e l leri kirli d iye m i ? - Yok canım. - Bizim işde temiz !<al ı nmıyor ki . . . Tam i r atelyelerinden biri nde çı rakl ık ettiğini sanarak, sordum: - N e i ş görüyorsun? - Torna, tesviye . . . - Ha ? Katıla katı l a güldü. - Kim duysa şaşıyor. Bu eyl ülde on i kiyi bi­ ti riyorum halbukL . . - Yani , torna, tesviyeye ait her işi yapab i l i r misin? - Ne var yapamıyacak? Babam ın atelyesi var­ dı eskiden. Sabahları oku l a g iderd i m , öğl eden son­ ra da atelyeye. - Kaça kadar okudun ? - i l k i n dördün.e kadar. - Sonra? - Sonra annem öldü. iki kardeşimle ortada kald ı k. Babam da kötü bi r kadının peşine takı l ı nca . . . - Okulu bıraktın . Sever miydin okulu? içini çekti : - H em de nas ı l ! - Ne olmak isterd i n ? - Kaptan. Büyük denizlerde, dalga l ı , korkunç denizlerde dolaşmak. Avrupa'ya, Ameri ka'ya gitmek. Üstüvayı geçerken vapurda eğlence g ı rla gidermiş. Doğru m u ? - Doğru ? - Sonra, N evyork l imanındaki hürriyet heykel i . B oyu kaç metre onun? Büyük mü? - Bi lmem. - Robenson Krüzoe'y,i okudunuz mu siz? - Okudum. ·

91


- ıssız adada nas ı l da yaşayabi lmiş. Değ i l mi? Böyle şey olur mu? - Olmasa daha iyi değ i l m i ? - iyi ama, oluyor. Yahut d a yazarı öyl e düşünmüş. Ama iyi düşünmüş . Ne olursa olsun, aferin Roberıson'a. ıssız adada elini kolunu bağlayıp dur­ mamış, hemen işe g i rişmiş. Marifet ölmemek deği l m i ? Yaşamak! Makine yağl arıyle kirlenmiş mend i l ini ç ı karır ken, gözlerim tlllumunun geniş cebindeki cam mis­ ketlere i l i ş ti . O da bunun farkı ndayd ı . Çıkard ı , avu­ cunda ş ı k ı rdatarak, - Ne yapa l ım . . . -dedi-. iş, i ş , i ş . . . Bunal ı­ yor insan. Paydoslarda Ateş Ali 'yle oynuyoruz. - Ateş Ali kim? - Alt kattaki bisküvi yapımevinde çal ışıyor. Bizim maha l l el i . Her sabah işe b i rl ikte gelirıi z. Be­ nim annem yok, onun babası . Maça, sinemaya fi lan da beraber gideriz - Misketi mi çok seviyorsun, sinemayı , yoksa maçı m ı ? - E n çok maçı ama, hava al ıyoruz . . . - Niye? - Numaral ı trıi bün bize göre deği l . Tekl i ğ i toka ettik m i , Teksas'a bırakıyorlar. Teksas 'ta da bo­ yumuz yetişmiyor. Stadyumu yaparken çocukl arı dü­ şünmemişler! - Siz de? - Biz de sinemaya gidiyoruz Al i 'yle çokluk . . . Tabi pazarları. Babam evdeyse, sabahleyin e rken­ den tüyerim. Doğru Şehzadebaş ı 'na. - Deği l se? - Değ i l se tüymek olmaz. Su ısıtmak, yıkanmak kardeşlerıimi yı kamak vazifesi bana düşer. - Kaç para kazanıyorsun tesviyeci l ikten? - On l i ra haftada. - Yetiyor mu? ­

.

,

·

92


- Bu paha l ı l ıkta yeter m i ? Başka atelyelerden yirmi beş l i ra veriyorlar ama, gidemiyorum . . - N iye? - Usta babamın arkadaşı ! - işde b i r dalevere olmasın? - Benim d e akl ı ma gelmiyor değ,i l ama, ne de olsa baba . Kötü şeyler düşünmek istem iyoru m . Dereden, tepeden uzun uzun konuştuk. Bu ara­ da her gün, sabah ın beşi nde çalar saatin sesiy l e uyand ı ğ ı n ı , gazocağına çaydan l ı ğ ı oturttuğunu, bula­ şı kları yı kadı ğ ı n ı , çarşıdan ekmek peyn i r aldığın ı , altıya doğru kardeşlerinin karnı n ı doyurup pek pek altı buçukta omuz omuza i şçi kalabal ığıyle vapura b i nip yedide Köprü'ye geldiğ i n i , yediyi çeyrek geçe de atelyede işbaşı yaptığını öğrendim. - Pek i , ne olacak bunun sonu? - Ne gibi amıca? - Mesela, bir imkan çı ksa karşına. Tekrardan okula g i rip, sonunda da kaptan ol mak ister miydin? Peşin gözl eri sevinçle parlad ı . Sonra sönükle· şerek b i r noktaya tak ı l d ı kaldı . - H a ? ister miyd i n ? - isterdim a m a . . . - Ama? - Kardeşleri m . . . Babama güvenilmez ki. Düşer gene b i r kötü kad ı n ı n peşine . . . içimd e bir damar sızlad ı . -. . . . . . benden geçti . Kardeşi m okuyor. Öteki küçük daha. Büyüyünce onu da okula vereceği m . Hafta l ı ğ ı m e l l i o l u r o zaman h e r halde . . . B i rden sord u : - Amıca. - Ha? - Benim boyum hep böyle kısa m ı kalacak? - Niçin? Büyümüyor mu? - Annem ölmeden ewel duvara' kurşun kale.miyle çizmişti m . Ölçüyoru m . Hala ayn ı yerd e . Yoksa cüce mi kalacağ ı m ?

93


Dudaklarımdan çı kacak cevabı heyecanla bek l i­ yordu ki, n;ıakine şakırtı ları yüklü sıcak koridorun kirli aydınl ığınd a i riyarı b i ri belird i : - Ayhan! Onun da üstü başı, yüzü kir pas içindeydi . Çocuk sandı ktan fı rladı : - Buyur usta! - Hala karn ı n ı doyurarnadı n m ı ? - Doyurdum. - Doyurduysan, git d e o borulara diş aç! - Peki usta . . . Beni unutmuştu bile. Koridorun k iri i aydı n l ı· ğ ı nda koşarak uzaklaştı . Dipteki atelyeden içeri g i r· d i . Peşinden gittim. Atelye penceresinin kenarın· dan heyecanla seyrettim: B oyu yetişmediği için ters çevri lmiş bir tahta sandığın üzerinden idare ediyor· du makineyi. Makineyse, çocuğun emri altında mu­ nis bir hayvan kadar uysal , yere kıvrım kıvrım, pırıl pırıl demi r yongalar döküyordu. ! 95 5

CJ4


HAMAM ANASI

O yoldan ne zaman geçsem, onu orda, onarı l­ makta olan i htiyar camini n rüzgar tutmayan merdi­ venlerinde oturur görürdüm; akl ıma hemen, « Ha­ mam anası » gelir. Hayatı mda bir tek hamam anası görmediğim halde, ş i şirilmişe benzeyen bu yusyu­ varlak Arap karısı bana hamam anasını hatırlatır. Hamam anası nedir? Gerçekten var m ı d ı r? Var­ sa nasıl şeydir? B i l mem. Böyle bir masal ı nerde, ki mden , kaç yaşımda dinlemiş,imdir? Bunu da b i l­ mem. Yazın koyu gölgesini caminin ta merdivenle­ rine salan ulu dutun altında, kışın rüzgar tutmayan merdivenl erdedir. Siyah çarşafına sıkı sı kıya bürün­ müştür. Şişiri l m i ş , sornun g ibi yanakları ve kara göz­ leri n i n akıyle beyaz beyaz bakar. Di lenciye benze­ mediği için, sadaka verip vermemekte tereddüt ed i l i r. Onu ne zaman görsem, yalnız hamam anas ını

Ş

95


hatıriarnakia kalmam. M ıs ı r ehramları ve bu ehram­ ların yapı l masında çal ı ştırılan binler, belki de yüz binl erce emekçinin i şgücüne i nsafsızca el koyan bi l mem kaçıncı sülal eden h ükümdarlar canlan ı r ka­ famda. Sanki o y ı l larda yaşamı ş ı mdır. Ehramların taşlarını yontanlarla ahbap l ı k etmişim, bu taşları çıp­ lak s ı rtlarıyle taşıyan, yerlerine yerleştiren, harcını karıp, taşıyanlarla kızgı n Afrika güneşinde yanmı­ ş ı m d ı r. O kadar ki, bu işçi ler arasında dev yapı l ı . kuzgun karası b i r Habeş i şçi de vard ı . Ehramlara çı­ karı l m akta olan taşlardan b i rinin altında kalarak ezil­ di. iyi d e l i kanlıyd ı , hoş del ikanl ıyd ı . Paydoslarda s ı r­ t ı n ı bir hurma ağacına dayar, yanık Afrika türküle­ ri söylerd i . Hatta s ı rtında, kapanmış kı rbaç i zleri bul unmasına kulak asmaz, ekmeğini beyazlarla payla­ ş ı rd ı . Bu kad ın, cami merd iveninde oturan Arap ka· rı s ı , onun n i kahlısıdır i şte . Beş bin, altı b i n , yedi bin yı ldan beri yaşıyor. Ben de yaşıyorum o zaman­ dan beri ama, birbirimizi' görmeye l i çok oldu. Beni unutmuştu. Ben de onu unutmuştum. Şimdi , şurda cami n i n rüzgar tutmayan taş merdiveninde görünce tanıdım. Ama o beni tanımad ı , görmedi ki tanısın. Yanına gidip kendimi tanıtsam, hele kocasını sor­ sam, başlar ağlamaya. «Ah o Tutankamon, der. Al­ lah ona rahat yüzü göstermesi n ! " Eşelesem, Tutankaman'la n e al ı şveriş•i olduğu­ nu sorsam , ·iki gözü iki çeşme, başlar izis'l i , Ozi ris'­ l i , Api s ' l i b i r şeyler anlatmaya. Binlerce yı l öncenin M ı s ı rcasıyle· konuşur. Ne dediğini anlamam, ama ne demek istediği­ ni b i l i ri m : Ehramlardan birinin tam tepesine iyice yerleş­ tiri lmek istenen zı rıtl ı bir taş yerinden fırlayı p, ko­ casını ezmiş. Kadın o gün bu gün bir daha evlenme­ miş. Gitmiş hükümdar Tutankaman'dan kocaııı n ı n diyetini istemiş. H ükümdar, u Ne ? • dem i ş , u diyet m i ? Ne demek o?•

96


Kadıncağız anlatmaya çal ışsa da, hükümdar bu, dertl inin derdinden ne anlar? Gürlemiş: .. vı kı l karşımdan ! » Çok açık bir haksızlı ktı r bu. Arap karısı yıkılmış karşısından, fakat yılmamış, vazgeçmemiş davasın­ dan. Hükümdarı Al laha havale etmiş. idd iasına gö­ re, Mısır medeniyetinin yıkılması, hükümdarıo bu haksızlığı ndandır. Günün birinde Tutankamon'un anasından emdiği süt burnundan fitil fiti l gelecek. Kadın hep bu yüzden Musa'yı beklemişti r. Musa'­ ya da şikayet etmiştir Tutankamon'u . Kocasının öcü­ nü alabi lmek için peşin Musevi, sonra isevi olmuş­ tur. Muhammed'i beklemesinin sebebi de budur. Bedi r gazvasinde Müslüman askerlere su taşımış, u lı lı l ı ! » diye bağı rarak onları teşci etmiştir. Ali onu uzun uzun di nlemiş, sab ı r tavsiye et­ miş. Eğer şehit edilmeseydi, Tutankaman'dan he­ sap soracağa benziyordu. Muaviye'yi hiç bir zaman sevemed i . Hele Ye­ zid'i, asla! Sonraları Arap ordularıyle köhne Bizans 'ın sağ­ lam surlarına dayandı . Galata'daki Arap camisinin avl usunda askerlere un çorbası kaynatan odur. O gün. bugün i stanbul 'da kaldı. Fatih'in atı nın nallarını öptü. Bizans hamamlarında Fatih'in yorgun askerle­ rinin arkalarını keseledi. buzlu şerbetler ikram etti onlara. Bütün bunlar niçindi? Tutankamon'dan hesap sorabilmek için! Fatih Sultan Mehmet " Boş bir zamanda uğra ! " demişti . Boş zamanı olmadı . Günün birinde göçüp g itti . Ondan sonra gelenler pek ilgi lenmedi ler. Di­ lekçesi Kubbealtı'na havale edi ldi. Hala ordadır. Fakat beklıiyor. Sabırla, kinle, inatla bekliyor. B i l iyor ki , bir gün gelecek, o gün bütün dilekçeler

97


hasır altından çıkacak, asırların tozu altında kalmış haklar sahiplerine iade edi lecek.

Bu sabah rastladım ona. Bana gene bütün bun­ ları hatırlatarak, oturuyordu. Yanına yaklaştım. Hiç de adetim olmadığı halde, beş kuruş sadaka et­ mek istedim. Yüzüme hınçla baktı, sanki, a Sadakaya ihtiyacım yok. Ben Tutankamon'dan hakkımı söküp almak için bekliyoru m ! demek is­ tedi . K i m ne derse desin, b u sabırlı kadın günün b i ­ rinde Tutankamon'dan hakkını alacak, asırlardır çek­ Ukl erin i onun hükümdar burnundan fitil fitil geti­ recek! Ben buna inanıyorum. •

195 5

98


NERMiN

Sabahleyin kocası gene her günkü g i bi , büyük şehrin apartman, tramvay, otobüs taksi kalabal ığı içinde, evi n i n yitirdiği ekmeğini aramaya gitmişti. Karısını uyandı rmaya kıyamadan, aç acı n a ! işsiz kalalı beri avurtları büsbütün çö�kmüştü adam ı n . Çenesi sivrıi l m iş, tatlı ela gözl eri sönük­ l eşmişti . Düşük omuz l arıyle akşamları evi ne e l leri boş döndükçe, N ermin'in i çi parçalanıyordu. Kocası evi nin ekmeğini olsun gelirememenin kahredici utancı içindeyd i . B i r şey söylemiyor, hiç bir şey söylemiyor. hatta bütün dalgı n l ığına rağmen arada gülümserneye çalışıyordu ama, kahrolduğu bell iydi . H e r gün biraz daha düşen omuzları , çöken avurtla­ rı ndan belliyd i , terini kaybeden e la gözlerinden bel­ l iydi bu. Öyl e anl ıyordu ki N ermi n bunu ! ' Bil iyordu kocası n ı n daha pek çok akşamlar el­ l eri boş döneceği n i . El leri boş dönecek, tek kel ime söyl emeden geçecek bir kenara, başı n ı avuçları i çi-

99


ne almasa bile, gözleri değişmez bir noktaya k ı l ıverecekti.

ta­

içi n i çekti. Çal ıştığı zamanlar ne iyiydi ! içkisi , s igarası vardı ama, hiç bir zaman zulmetmezdi evde. Ela göz­ leri kuwetle parlar, türküler, şarkılar gırla g ider, küçücük kızını tavana atıp atıp tutardı . Y a böyle günlerin g eceleri ! Genç kadın yastığa d i rseğiyle dayan m ı ş , koca­ s ı n ı n eve sarhoş döndüğü geceleri düşünüyord u . Nas ı l şahlan ı r, evl eneli dört yıla yakiaştığı halde, nas ı l balaylarında olduğu gibi kuwetle sarar, her ta­ rafı nı çürük iQinde bırakırd ı . - Anneeee! . . . Döndü; k ız ı Babasını hatırlatan tatlı eli gözl eriyle gülüyordu. Yatağı ndan a l d ı . Öptü. Baba ditti ? - diye sordu . - Gitti yavrum. Marnma getirmlye gitti ! - Mamma? Bana? - Sana ya. Del baba, del, d e l , d e l ! Yuı:nuk avucunu a ç ı p a ç ı p kapayarak babasını çağı rıyordu. .

-

Nermin ıslak kirpikleriyle kızına bakıyor, kaç vakittir karar vermekte tereddüt ett.iği şeyi düşü­ nüyordu. Karar vermeliydi artık. B i r parça da kendi denemel iydi şansı n ı . Sabah ın erken saatlerinde te­ laşlı adımlarla parkeleri çiğneyerek işe koşuşanlar da kendi gibi ana kuzularıyd ı . Tri kolarda, çorap atai­ yelerinde iş olduğunu söylemişti komşunun kızı . Vermel iydi kşrarını , vermel iydi artı k ! Akşam kocası gene düşük omuzlarıyle, elleri boş dönünce, kahırlı olmamasına bilhassa dikkat et­ tiği, yumuşacı k sesiyl e , - Yarın işe gidiyorum. . . ded i . Adam şaştı : - Ne işi? ]()()


- Çorap ataiyesinde çalışacağım. Bir parça da ben denemek istiyorum şansımı ! Adam cevap vermedi . Karısını çalıştırmak zo­ runda kalmanın azabıyle büsbütün kahrolarak, gözle­ rini hep o değişmez noktaya dikti . Karısını çalış­ tırmak! , ayıpların en büyüğüydü onca. Aldığı terbi­ ye, telakkiler. . .. Ertesi sabah adam uyandığı zaman genç karı­ sının yokluğunu dehşetle gördü. Gırtlağına bir şey­ ler takıldı, yüreği kabardı. Yıl lard ı r kemikleri sürme­ denl ik ol muş dedesi , hami nnesi , babası , sonra ya­ kın akrabaları içi nden bakıyor, .. Ayıp, çok ayıp! , diyorlardı . « Karını işe gönderdin ha? Bizim şerefimi­ zi olsun düşünmedin m i ? • Düşünmez olur muydu? Düşünmüştü ama, baş­ ka çare var mıyd ı ? Dünya onların bi ldiği dünya mıy­ dı? Devirler o devirler miydi ? Kızı «Anneee ! . .... diye uyandığı zaman, yanında babasını buldu. Nermin o sıra, komşunun kızıyle bir saatin önünden geçiyordu. Saate baktı , kızını hatırlad ı . Kı­ zı tam da bu saatte uyan ır, .. Anne ! " diye seslenirdi. - Yavru m . . . - dedi . Komşunun kızı tesell i etti. Yanında babası var­ dı. Düşünecek bir şey yoktu ki . Kendilerinin yerin­ de olsa ne yapardı ya? Kaptan babaları setere çı­ kıp bir daha dönmediğ i yıl l ar . . . Birbi rlerinden i kişer yaş farklı, üç kız kardeşmişler. Annelerinden baş­ ka hiç kimseleri yokmuş. Anneleri gün ağarırken işe gider, gece yarı ları dönermiş . . . Nermi n'in işittiği yoktu. - Babası çi ş tutsa bari . . . - diye mırıl dand ı . - Tutar Nermin abla, meraklanmal - Çiş tuttuktan sonra da arkasına bir şey giydirse . . . Şayet ihmal edilirse, çocuğun soğuk alacağı/Ol


nı, önlenemeyen hastalığın i lerleyeceğini, günün bi­ rinde de . . .

Alıştı. Kocasını ve çocuğunu bırakıp , erkenden işinin başına gitmeye, kocaman ütünün ve pencere­ den vuran kızgın hazi ran güneşi nin hamama çevir­ diği daracı k qdada yüzlerce çorabı ütülerken kan ter içinde kalmaya, kan ter içinde kaldığı halde bitişik ataiyedeki Hayganoş'un anlattıklarına kahkahasım basmaya alıştı . Otuz beşlik Hayganoş ömür karıyd ı . Ş e n şakrak, dalgacı . . . Bütün g ü n kafayı çekip, ak­ şamları da sızıveren kocası öldükten sonra Mari teyzesi nin sözüne uyarak bir daha evl enmemiş, tahrikaya girmiş. « Pişman değil i m , ., diyordu. «Ev­ lenip de ne diye bir kıl kuyruğun tahakkümü altına g i reyim ? » Girmiyormuş. Gözüne kimi kestirirse, canı ki­ mi isterse onunla. Bugün mavi gözlü, yarın kara, öbür gün eiC:L i nsan her gün aynı yemeği yemek­ ten bile bıkar! Nermin kahkahalarla gülüyordu ama, Hayganoş gibi kocası için, · Kı l kuyruk • diye düşünemiyordu. Kocası, Hayganoş'ün ölen kocası gibi içip içip sız­ maz, çıldırtırdı karısın ı . Onun için, seve seve çalı şıyordu. Evi nin ekme­ ği, katığı, kocasının içkisi , sigarası içi n . Ah bunl arı kazanabilse de, kocasının içki sofrasını eliyle hazır­ l asa! Asık yüzlü mahalle bakkalından da çekinmiyor­ du artı k. Çalışıyordu. Borçlarını ödeyecekti. Bir sa­ bah geçerken, - Çalış ıyorum. Borçlarımı tamamen ödeyece· ğim! -dedi-. Kocama sigara vermemişsin, ver! Bakkal, - Haftalık kaç? - diye sordu. Attı : 102


- Elli l i ra! Bakkalın yüzü güldü. Ayda iki yüz l i ra kazana· bilecek bir müşteriye sigara da verebil ird i , rakı da. - Peki . . . - dedi . Nermin dükkandan gururla çı ktı ama, haftalı­ ğının kaç lira olduğunu bilmiyordu henüz. i şe baş· layalı dört gün olmuştu . Sormak ayıbına gidiyordu. Ama gördüğü iş d e ağırdı doğrusu. Bütün gün , gü­ neş ve ütünün hamama çevirdiği daracık bir odada tepeden tırnağa kadar çal ışmak karşılığı. . . Belki de altmış, yahut yetmiş lira. Vetmiş lira olsa, bir de radyo alırd ı evine! Radyo . . Pırıl pırı l , şipşirin, ufa­ cık bir radyo! Ayda yirmi beş lira taksitle veriyorlar­ dı. Kocası kim bi lir nasıl sevinirdi l Hafta sonunda paralar veri lme,ye baş landı. En yeni işçi olduğu için, en sonra alacaktı . Çalıştığı atelyenin kapısı ndan şöyle bir baktı : ismi okunan her işçi gidip katibin masası üstündeki bordroyu im­ zal ıyor, sonra da. mavi zarf içindeki parasını al ıyor­ du. Sıra kendisine gelinceye kadar işinin başında kald ı . Aklında küçücük, pırıl pırıl radyo . Radyoyu alıp eve koşuyor. Kocası şaşıyor. Hatta, geçerken b<ıkkaldan bir şişe de rakı alıyor. Yemeklerini güle, söyleye yiyorlar . . . Akşam da . . . - Nermin ! Gitti Bordroyu ötekiler gibi imzalad ı , zarfı aldı atelyeye döndü. Heyecanla açtı . Fakat hayret! Göz­ l eri ne inananı ıyordu. Bir yan lışlık olacaktı , mutlak bir yanl ışlık. Yoksa koskoca bir haftada on iki bu­ çuk lira? Elinde zarf, kati bin yanına koştu. Katip zarfı aldı, bordroda adını buldu. Hesapla­ d ı . Hiç bir yanlışlık yoktu. Koca yapı Nermin'in tepesinde fırı l fırıl dönme­ ye başlad ı . - Altı gün, sabahın altısından akşamın altısı­ na kadar, koca günde . . . Katip bordroları toplarken , 103


- Ne olacaktı ya? -dedi- Elli lira mı vere­ cektik sana? Zarif, pırıl pırıl radyo kafasının içinde korkunç bir hızla gerilere doğru kayarken , asık yüzlü bakkal sarı defterini açmış, hain hain bakıyordu. 1 953

104


BURHAN BEY

Kimya dersinde bir gün kapı sertçe vuruldu. Sertçe, yani herhangi bir amiri n vuruşuyle . . içeriye kerl i ferli bir zat gird i . Adamın kalıbı kapıya vuruş şekl ine uygun düşüyordu. Öyle ki, başta kimyacı, bütün sınıf müfettiş sanmıştık Lacivert elbisesi , ko­ lah yaKası, brinyantinli saçları , eldivenleri . . . Öğretmen, - Di kkaat! - dedi . Sınıf gürr diye ayağa kalktı. Kerl i ferli zat, giyinişinin gerektirdiği soğuk cid­ dilikle sınıfa döndü, müfettiş, işinin ehli bir müfet­ tiş gibi eliyle Oturun! diye işaret ettikten sonra, kendisini öğretmene tanıttı : - Bendeniz okulundan nakl en gel iyorum efendi m ! B aşta öğretmen, bütün sınıf soğuk b i r şok ge­ çirdik. Bu bey, bu beyefendi , bu müfettiş kı lıklı adam bir öğrenciyd i ! .

u

n

.. . . . »

/05


Kimyacı hayretler içinde, sordu : - Demek öğrencisiniz? - Öğrenciyim efendim . . . S_ın ıf müthiş kahkahasıyle top gibi patladı . Kim­ ' yacı, kimyaemın aksiliği, .kahkaha değil, usullacık d a olsa gülünrneğe ifrit oluşu falan unutul­ muş, kasıklar bastıra bastıra gülünüyor, tepiniliyor. hatta bir kısım öğrenciler havlıyorlardı. Kimyacı bile gühJyordu. O, yani sayın bay yapı lı yen i öğrenciyse hep o buz gibi ciddiliği içinde . . . Bir ara sınıfa döndü, iri mahmur gözlerin i öfkey­ le değil, hayretle açarak, - Kahka:haları n ızın sebebini aniayabil iyorum efendim . . . - d ed i . Ta arkadan . b i r ses, - Amma da anlayışı kıtmışsın ha! - ded i . B i r başkası, - Bu kalıp kıyafette öğrenci olur mu Al lahsız? - Eğ itim müfettiş i ne benziyorsun ! Kahkaha, tepirıme, havlamalar sürüp gid iyordu. Ki myacı sonunda kendine geldi : - Kati ! Sınıf ağır ağır sustu. Yeni ogrenciyse, bebek­ leri gri , iri mahmur gözlerini önüne indirmişti. O günden sonra adı aAsı lzade•ye çıktı. Büyük . toprak sa h i b i bir avukatın gak dedikçe et, guk de­ dikçe suyla, binbir naz, niyazla yetişti ri lmiş birici k oğ lu olduğunu çok sonra öğrend ik. iyi giyin i r, bol para harcardı. i l k günlerdeki ciddiliği de erimiş, ye­ rini hain, hoyrat, iğneleyici, patavatsız bir içtenlik almı ştı . Tornistan bir ceket, tabanı del i k postal lar, kol ağızları tifti klenmiş bir pardesü, ipe dönmüş bir kravat onun için dehşetli birer alay konusuydu. Fa­ kir öğrencileri yanına sokmaz, elinin tersiyle ko106


vard ı . Bir gün, neden böyle davrandığını sormuş­ tum. • Elimde değil monşer ! -demişti-, Tabiat me­ selesi, P.islik, yokluk, sefaJetten n efret ediyoru m ! • - u iyi ama --demiştim-, hiç kimse isteye­ rek s efi l olmaz! .. Umursamamıştı bile: - .. işin bu yanı hiç mi hiç ilgilendirmez! is­ teyerek, istemeyerek. Bence önemli olan, sefil ol­ mamak. Sefil olmamak içinse elden gelen yapı lmal ı . Altta kal anın canı çıksın . . . " en Derslerle arası alabildiğine açıktı . Sınıfın arka sıralarından birinde, bütün ders boyunca, ya önünde ayna, elinde tarak, ya da moda dergi lerini karıştı rı rd ı . Bir g ü n h i ç hesapta olmayan b i r şey: Cebirci derse kaldı rmak isted i . Ası lzade zorla sığdrğ ı sıra­ sında ayağa kalktı. - Buyurun efendim . . . - Geç tahtaya! - Ben mi? - Hayı r zatı-aliniz! - Estağfurul lah . . . - Evet evet, zat-ı alin,iz. Tabii zahmet ol maz· sa . . . - Rica ederim . . . Sınıf gine top gibi patiarnıştı müthiş kahkaha­ sıyle. Bu müthiş kahkahalar zaten sınıfı sık sık pat­ latır, sınıf dakikalarca bir kol çengi, bayram yerine dönerd i . Ası lzade b i r türlü tahtaya geçmiyordu. Cebirci gayet ciddiydi: - Neden tahtaya geçmiyorsun? O, gri bebekli mahmur gözleri ni süzerek, - Beni mazur görün bugün efendim . . . - dedi . Öğretmen şaştı : - Sebep? - Hazı rlıklı değilim de .. - Allah Allaaaah? •

107


- Evet, maalesef . . . - Ya ben zat-ı devletl erine not vermek zorundaysam? Asılzadenin de tepesi atmıştı : - Sifırı basarsın birader! Gerçekten de, öğretmene, ·birader• diyecek yaştaydı . Bir kere, sınıfın en yaşlısının bile ağabey­ si durumundaydı. Kalın boynu, kırmızı yanakları, ge­ niş omuzu, yürürken döşeme tahtalarını gıcırdatan ağır gövdes i . . . Öğretmenlerle, hatta öğretmenierin e n öfkel isi, değil sın ıfı, okulu bi le titreten fizikçiyle dahi senli benliyd i . B i r g ü n d e , galiba tarihçi, - Peki -demişti-, ne olacak senin halin? Ası lzade omuz silkmişti : - Val la ben de bilmiyorum. - Sen öğrenci değ.il misin? - Ne sayarsan say birader . . . - Birader m i ? - Ağabeyi m değilsin herhalde . . . - Küstah ! - Bana mı söylüyorsun ? Sınıf donmuştu . Ası lzade sırasından ağır ağır kalkmış, el leri arkası nda, öğretmenin yanına git­ mişti. Soluğumuzu kesmiş, gözlerimizi dört açmış­ tık. Elinden bir kaza çıkacağa benziyordu. Öğret­ men de sapsarı kesilmişti . O, öğretmenin tam karşısında durdu: - Küstah sensi n ! Sınıftan çıktı gitti . Gidiş o gidiş. Aradan yıllar geçti. Galiba onaltı yıl. Güneşli, pırıl pırıl bir nisan günü onu birden kar­ şı mda buldum . Kötü bir kasket altında, makineyle traşlı başı , harap üstü, berbat pabuçlarıyle. Nerde o sağlık fışkıran kıpkırmızı yanaklar, döşemeleri gı­ cı rdatan bes i l i , ağır gövde . . . Yüzünün sarı lığı, avut­ larının çöküklüğü, her şeyiyle zavall ıydı. 108


Beni tanıdı: - Evet beyefend i . .. demek yı llardan sonra si­ zinle . . . - Karşı laşmak varmış kaderde Burhan bey. Fakat siz . . . Hıçkırı r gibi, - Ben -dedi-, evet ben . . . işte gördüğünüz gi­ bi ! - Peki ama . . . Sözümü kesti : - Uzundur. - Çok merak ediyorum . . . Gözleri dald ı. Uzun uzun düşündü, sonra du­ dağını kemirerek başlad ı : - B u kılıktaki birinden nefret ederdim değil mi? Altları delik posta llar, tornistan bir ceket, kol­ ları tifti klenmiş pardesü . . . ben şimdi bu haldeyim . Neden m i ? Basit: Peder sizlere ömür. Valde hakeza . Peder ve va ldeden ne kaldıysa paraya tahvil edip . . . Birden sord u : - Sizin peder bey sıhhat ve afiyetteler m i ? - Sizlere ömür. - Valde ? - O da maalesef . . . Gri gözbebeklerinde sevinç şi mşekleri, - Yaa? Demek siz de benim gibi? Peki ne işle meşgulsünüz? - H iç. Küçük bir memurum . . . Sevinci arttı : - Küçük bir memursunuz demek? Oh oh . . . Neden küçük? - Büyüğü elime geçmediği için Burhan bey! On altı yıl önceki alaycı lığına dönmüştü : - Harika! - Niçin? - Zekanızın kıvılcımı olan esprileriniz . . . - Evet? - Ceketi niz de tornistan gal iba? /09


- Tornistan, evet. Tıpatık onaltı yı l önceki gibi sertleşti : - Torn istan ceket giyrneğe utanmıyor musu· n uz? Tepem atmıştı : - Senin kılığın benden beş beter! Gözlerindeki pırt ltı söndü, kederlend i . Nerdey· se ağlayacaktı : - Bana bunu hatırlatmamal ıydınız? - Siz? Siz ya? - Ben sadece sizden bahsettim. - Ben de sizden ! - Konumuz ben de9il, sizdiniz. - Tuhaf. - Evli misiniz? - Evet. - Çoluk çocuk? - El lerinizi öperler. - Peki , maaş? Maaşınız ne kadar? Söyledim. Gözleri dehşetle büyüdü : - Facia! Buna rezalet derler� felaket derler, felaket-i uzma derler beyefend i . Sorarım, bu rezale­ te neden meydan verdiniz? - Anlamad ı m . Hangi rezalete? - Bu kadarcık maaşla ev bark sahibi olmağa . . . - Ben bunu rezalet telakki etmiyorum ki . . . - Edeceksi niz, mecbursunuz buna beyefend i ! - i y i ama, siz? S i z n e vaziyettesiniz? Mosmor kesildi: - Az önce de bel irtmiştim beyefendi , konu­ muz ben deği l , siz. M amafih, madem ı srarla beni eşel iyorsunuz a n latayı m : Pederden kalanları nak­ de tahvil ve bir fabrika macerası. Sonum hüsran ol­ du. Oldu ama, yaşadım beyefend i , mükemmel , mü­ kel lef yaşadım i l k zamanlar! Gözleri alev alevd i : harikulade kadınlar, vıiski, şampanyalar. . . Hususi arabam, şoförüm. . . şimdi de görüyorl iO


sunuz. Küçük, küçücük bir memuriyat olsun bula­ mıyorum. Çünkü küçük memurluk da bir şeydir. Onun da kendine göre ihtisası vardır. Bense, küçük memurların bilmes.i gereken bilgi lerden mahrumum. Bırakın ben i , size bakalım. Sizin haliniz cidden acıklı . . . Şöyle bir düşündü, sonra , - Size bol maaşlı bir başka iş bulmal ıyı m. Durun, aklıma geldi. . . -iç cebinden çıkardığı kar­ tı n ı uzattı-: Alın bunu. . " şi rketine gidin. Mu­ rat beyi bulun, verin kartı mı. Arkasına yazıyorum . Boş çevrilemeyeceğinizden emin olabilirsiniz . . . Kartının arkasına eski harflerle bir şeyler yazd ı . Laf olsun diye aldım O, " Beni sorarsa, Avrupa ge­ zisine çıktı ğıını söylersin .. dedi. Dedi ya, .. Kel i n merhemi olsa kendi kul lanır» diye düşünüyordum . Üç gün sonra şi rkete, laf olsun diye, gittim. Kartı verdim. Murat bey ald ı , almasıyla da yerinden fırlad ı : - Burhan bey, Burhan beyefendi ? Nerdeler? Nerdeler kendi leri ? Çoktandı r kaybettik. Sohbetle­ ri nden mahrum kaldık . . . Sonra? Sonra da şaşılacak şey: Çalışmakta olduğum yer­ den elime geçen paranın üç katı maaş la, daha ha­ fif bir iş veri l mesin mi ? Haftalarca sonra Burhan beyle gine karşılaştık. An lattım . Sevindi. Sonra da sigara isted i . Paketi uzattım . Bir tek sigara aldı. Paketin kendisinde kal­ masını rica ettimse de almad ı . Kaçareas ma uzakl aş­ tı daha sonra. " · ·

»

lll

. . .


BEYE KAPIYI GÖSTER

Gecenin il eri bir saatı. Genç adam, pantolon ceplerine soku lu elleri . darmadağı n saçlarıyle ilerl emektedi r isti klal cad­ desinde. Kaldırımlar omuz omuza. irili ufakl ı , all ı , yeşi l l i , sarılı morlu ışıklarıyle reklamları dükkanla­ rın . . . Sinema kapıları tıklım tıklımdır ve mavi şim­ şekler çakmaktadır troleybüs tel lerinde. Genç adam görmüyor bütün bunları . Pantolon ceplerine sokulu elleri , darmadağın saçlarıyle ağır ağır yürüyor. Açtı r. Ama kendi açiiğ ı ndan çok ev­ dekilerin açl ığı. Ne diye, ne diye Anadolu şehirle­ rinden biri ndeki ondurmasa da, öldürmeyen işini bı­ rakıp, bu büyük şehre gelmişti r sanki? iyi kötü bir aylığı vardı. Bu aylıkla çocuklarına et, domates, pat­ lıcan getirirdi zaman zaman, ama ekmekleri hiç ek­ sik olmazdı. Hatta ayda bir de olsa çoluk çocuğu­ n u alır, çay bahçesine bile giderlerd i . Şimdi ? Şimdi 112


Kasımpaşa'daki bir arkadaşının evinde, ufacık bir odaya sığınmışlardı. Kira bile veremiyor. işi gücii, m aaşı falan yoktur ki versin! - Uğurlar olsun Nejat. Nereye böyle dalgın dalgın? Durdu. Bir arkadaşı. Sirkeci 'de ayak Işleri yap­ tığını söylemişti. Anadelulu mu olur, turist ml, kim olursa olsun, ellerinden aldığı malları verdiğinin birkaç katına satıp sırasında dünyalar kadar kaza­ nan, işi tıkırında biri . Sarhoş da: - Ha? Nereye? Genç adam s ı kı ntıyla: - Hiç -dedi-. Dolaşıyorum . . . - Hala bir iş bularnadın mı? - Maalesef. . . Genç adamın koluna gird i : - Haydi bir yerlerde i kişer kadeh atalım . . . Evdekilerin sabahtan beri hemen hemen hiç bir şey yemeyişleri, geceyarısı eve gine elleri boş dönmek zorunda kalacağı , içindeki karanlı.klar. . . Arkadaşı çekti kolundan: - Yürü yahu. Kötü kötü düşünceler hiç bir şe­ yi halletmez! Biliyor. Sadece düşünmenin, hem de kara kara düşünmenin hiç bir şeyi çözümlemeyeceğini ondan daha iyi kim bilebil ir? Kimse bi lemez ama, el inde deği l . Bir tortudur işsizl i k düşüncesi içinde, yüre­ ğinin o rtasına gelip oturmuştur. Onu ardan atamaz, el inde değil! B i r sokağa saptı lar, sonra bir başka sokak. Da­ ha sonra da kanatları artlarına kadar açık b i r kapı­ dan daldılar bol , çiğ ışıklı bir meyhane. Eski, çok eski istanbul 'lardan , belki de istanbu l 'a Kastantino­ polis dendiği günlerden, yani eski B izans 'tan kalma bir yer. Genç adam çevresine dalgın dalgın bakınır­ ken, merrnerde parçalanan bir bil lur avizeyi hatır­ latan çığlı klar, kahkahalarla kendine geldi . Zi lzurna 113


bir alay sarhoş, masalardan birinde kaynaşıp duru· yordu. Içlerinden biri seslend i : - Hidayeeetl Genç adamın arkadaşı da görmüştü onları, koş· tu masalarına: - Vaaay doktorcuğum. Siz burada ha? - Tabii yahu. Gelsene! H id ayet, genç adama baktı : - Yalnız değilim ama, arkadaşım da var . . . - O d a bizden m l ? - Tamam ! - Gelsin yahu, başımızın üstünde yeri var! Sonra, - Biz, siz burda . . . onlar nerde? - dedi. Hidayet, - Boşver onlara . . . Sizin ve bizim ayarım ızda olmadıkları için ordalari Kahkahalar hava fişekieri gibi patladı alkol ve cıgara dumanı yüklü eski Bizans meyhanesinde. Genç adam gülmiyordu, gülemiyordu. içinden gel­ mlyordu ki. Sonra ne d emekti •Onlar? .. Onlar'la kimleri anlatmak istemişlerd i ? Sıkını içinde dikilirken, doktor, - Otursanıza kardeşim . . . - dedi. Oturdu. Oturmadı, il işti iskemlenin kıyısına. Hidayet'ten başkasını tanımadığı bu neşeli insanla­ rın arasında ne işi vard ı ? Şu anda evdeki ler kim b i­ lir nasıl bekleşiyorlardı evin reisini. Koynu koltu­ ğu paketlerle gelecek, evden içeri sıcak ekmek ko­ kusu salacaktı. Gün lerdir bunu öylesine beklemişler­ di ki karısı, üç çocuğu. Çocuklardan i kisi sekiz, on yaşlarında. Ama kundaktaki ? Anasının kuru meme· sini hırslı hırslı çekiştirip sonra da çığlığı basan, karnı doyunca da keyifle ağulayan kundaktaki . . . - Hemşerim n e düşünüyorsun kara kara? Kendine geldi. Doktor'du soran. Alttan, üstten i ncelti lmiş kırçıl bıyığı, tulum tulum gözaltlarına ·

1 14


rağmen yerinde duramıyor, kahkahası nı sal ıvermek için bahane arıyordu. H idayet kısaca, - Uzun zamandır ışsız de . . . - dedi . Doktor şaşılacak, hiç duyulmamış bir şey işit­ mişçesine, - Yaa ! -dedi-. Peki, n için işsizsiniz? - Anadolu'dan yeni geldi. Malum ya, arka meselesi. . . - Tahsi liniz delikan l ı ? - Liseden ayrı ldım. Doktor'un sanki birden olanca neşesi uçup g it­ mişti . Sarhoş bakışlarını önüne i ndirdi, dişl er.ini gı­ cırdattı kötü kötü, sonra kadehi n e silme rakı koyup birdeli dikti. Masada ağır bir sessizl i k başlamıştı. Anlaşılıyordu ki kırçıl Doktor, güler, neşelenirse masa da gülüp neşeleniyor, o durgunlaşırsa masa­ da durgunlaşıyordu. N eden sonra gine sordu: - Çoluk çocuk var m ı ? - Var -d eo i genç adam-. Ü ç tane . . . - Ev kira m ı ? - Kiradan da beter. Aniatmağa başladı : Daracık bir odada sığıntıy. dı lar. Ev sahi bi eski bir arkadaşıydı ama, annesi, karısı, çocukları rahat verm iyorlar; vara yoğa karı­ sıyle kavga ediyor, çocukları çocuklarını dövüyorlar­ dı. Tuvalet kil itlenir m i ? Kil itliyeriard ı l Doktor mahvolmuştu sanki. Omuzları düşmüş, gözleri nin altı ndaki tulumlar daha da sarkmış, da· ha da morarmışlard ı . Kadehine gine doldurdu rakı­ yı, dikti tepesine. Zaten sarhoştu, silme iki koca­ man kadeh rakıyla sarsı ldı. Neden sonra başını ağır ağır kaldırdı. Genç adama grileri pörsümüş gözbebekleriyle şeşbeş ba­ karak, - Ve biz, yani ben . . . bu korkunç modern d ra.,

...

115


matlk karşısında eşşekler gibi içip, felekten kam al ıyoruz! Masayı şiddetle sarsarak fırladı. Pantolonunun arka cebinden çıkardığı maroken portföyünden za­ rif kartını uzattı : - Al bu kartı . . . -dedi-. Yarın sabah, onda, on birde falan değil, sekizde, hayır hayır yed ide, altıda, beşte, dörtte adresima gel . Kapım kapalıysa zile bas, uzun uzun bas. Beni, hemcinsi nin korkunç sefaleti karşısında kafa çeken ben Neron bozuntu­ sunu uyandır ve . . . Sendeledi . Tutunmasa yuvarlanabilird i . - V e . . . v e beni e n kutsal vazifeme d avet et! Emretti : - Garson, gel buraya! aaşta meyhane sahibi, üç garson koştular: - Buyrun doktor bey, emredin! - Bu masayı olduğu gibi kaldırın. Yeni masa, yeni takım taklavat, taze, sıcak mezelerle soğuk ra­ kı getirin, marş ! Iskemiesine yeniden oturdu. B i r süre masaya dayalı dirsekieri üzerindeki avuçları içine al � ı başı­ nı, sonra pes perdeden başlad ı ağlamağa. Ağıt git­ tikçe hızlanıyordu. Çok geçmeden zırlama hal ini al­ dı. Bütün meyhanede müzik adın a ne varsa sus­ muş, herkes bu tanınmış d oktora bakıyordu. Nede­ nini açıklamadan ağlıyor, içini çekiyor, zırlıyordu. B i r ara, - Del ikanlım -dedi-. Çok r:ica ederim , yal­ varı rım sana. Yarın sabahı n çok erken saatında mutlaka gel ve ben var ya, şu eşşoğlu eşşek ben. uyandır. Sana mutlaka, mutlaka iyi bir iş . . . Genç adam hayretler içindeydi. Otuz beş yı llık yaşamında değil böylesi, bunun binde birine rast· lamamıştı . Demek doktor çok namus lu, çok vicdanlı bir i nsandı. işsizliği, setalet içinde oluşu fena do­ kunmuştu. 116


Çok geç eve döndüğü zaman dudağınd a neşeli bir ıslık . . . karısını, hala uyanık çocuklarını şaşırtan bir ıslıktı. Her şeyi anlattı . Ağlayarak anlattı. Anla­ tırken ağlamakla kalmıyor, daktorun insanlığını tas­ vi r ederken karısıyle çocuklarını da ağlatıyordu. Genç kadın el lerini havaya açmıştı : - Allahım, sana i nanmayan kafir! Sabaha kadar konuştular: Bu iyi kalpli doktor onlara herhalde bin l i ranın üstünde maaşlı bir iş bulurdu. Belki de bin beş yüz. Kadına göre i ki bin neden olmasındı? Ama baksındı kocası , i ki binin beş yüzünü yeyip, bin beş yüzünü bir kıyıya atsın­ lardı. Sonraa . . . hemen şu daracı k, çeki lmez arkadaş evini de terk edip, iki oda bi r hal, bir mutfaklı ku­ tu gibi bir eve taşınsınlardı . Kış yaklaşıyordu. Odun lazımdı , kömür lazı mdı. Sonra soba. . . soba mese­ lesi çok önem l iydi. Iyi bir soba alsınlardı , evladi­ yel i k, uzun yıl lar onları soba derdinden kurtarsın. Adama kal ırsa, üst başlarıyle, iç çamaşırlarını sağ­ lamlamalıydı lar. Çünkü malum ya? Dost başa ba· kardı, düşman ayağa! Kadın, .. Haklısı n • dedi. •Yal­ nız, hiç eşyamızın olmadığını da unutma. Aslan ya­ tağından beHi olur. Artık taksitte mi olur, peşin pa­ rayla m ı , sti l bir oda takım ı alal ım. Yere koyu karı kırmızısı bir halı, kostüm tayyör yaptırsam yeter şimdilik. Sen de bir kat lacivert kostüm yaptırırsın. Çocuklara gelinceee . . . Yakın camide sabah ezanı okunurkan kendile­ rine geldiler. Demek saat dörttü? Doktor dörtte gel­ mesini sıkı lamıştı ama, ayıp kaçardı . Sekiz, ya da dokuzda gitmeliydi. Giderken herhalde kravat da taksa fena kaçmazdı. Evet, doktor iyi i nsandı , bak­ mazdı kusura ama, iş için göndereceği yerde, Iş ve· recek adamın huyu bilinmlyordu ki . Evet evet, kra­ vat ta.k mahydı! umurunda Bütün geceyi uykusuz geçirmişliğ.i bile değil, dudağında gine akşamki neşeli ıslık tuttu yolu. Sekiz değil, dokuz da değ i l , onda gitti . Beyaz •

117


önlüklü bir genç kadın içeri aldı. Aldı ama, ohoo . . . bekleme odası dopdoluydu. Ayakta dikildi . Doktor odasında, hastaları sırayla çağırıyordu.. Daha önce gitmeyi uygun bulmadı. Bekled l . Ancak öğleyi ya­ rım saat geçe sıra kendisine geldi. Kalbi çarparak gitti. Doktor beyaz önlüğüyle kabinesinde, elinde tansiyon aletı, ayakta. . . Hala akşamın mahmurluğu içinde, her an esnemeğe hazır, akşamı çoktaaan unutmuş, sordu. - Evet. Sizin şi kayetiniz nerenizden? Genç adam yumruk yem işçesine sarsı ldı. Ak­ şamkl doktor muydu bu? Doktorsa şikayetini söyleyeceğine pel pel ba­ kan genç adama kızdı : - Şikayetin nereden d iyorum evladım? Allah Allaaah . . . dilini mi yuttun ? Yoksa akl ından zorun mu var? Zile bastı, beyazlar içindeki genç kadına em­ retti : - Yemeğe çıkıyorum ben. Beye kapıyı gösteri n !

118


BALON

Kadın, a Günüm geçti ! • deyince, adam yumruk yemişçesine sarsıldı. Gene mi, gene ml bu rezalet­ ti ? Bundan önce d e ol muştu, daha, daha önce de. Bir değil, iki değil, üç deği l , dört! Ama o zaman başka. Şimdi parası yoktu. Zaten kazancı neyd i ? H e m o zaman hükümet i ş i p e k sıkı tutmuyor, b u Işi iş edi nmiş doktorlar da ucuz yapıyorlardı. Şimdi ? Şimdi ya? Hükümet işi s ı kı tutuyordu. Sıkı tuttu­ ğu için de doktorlar çekiniyor, çekindiklerinden de anaları nın nikahını .i stiyorlard ı . Gözleri seyiriyor, kulakları vınl ıyordu. Ne se­ yiren göz, ne vınl ıyan kulak, hatta ne de bir kıyıdan babaları na bakan çocukları. Çocukların en büyüğü, kız. ilkin beşine gidi p geliyordu. Babasına hoş gö­ rünmek için geldi, el inden çantasını aldı, öbür oda­ daki çivisine götürüp astı. Kardeşleri de ardından. Uzun sarı saçlarıyle kıza benzeyen en küçük sord u : - Babama ne o luyor abla? 119


Babasına ne olduğu değil de annesının gunu­ nün geçtiği, gün geçmenin anlamını bi l iyordu. Kar­ şı bakkalın karısıyle annesini konuşurlarken dinle­ miş, daha önce de kirl i çamaşırlar arasında görüp şaştığı birtakım kanlı bezler yüzünden tokatı yemiş­ tL Yemişti ama, öğrenmişti de öğreneceğinl. Son­ raları bir gece bakkalın kendi akran kızı, mavi taşlı bir yüzük bulunan ufacık eliyle ağzını kapatarak an­ latmıştı. Uuu . . . neler ani atmıştı! Kardeşine baktı: - Ne diyorsun be? - Babama diyorum, ne oluyor? Olanları Çocuklar na uzun uzun anlatacak de­ ğildi ya! - Bilmiyorum. Ortaca, saçları sıfır numara makineyle tıraşlı, sivri çenel i , ilk'in üçünde, oğlan, güldü. En küçük asıldı: - Niye güldün abi ? Ha? Niye güldün? Abia­ mın bilmiyorum demesine m i ? Abl a d a i ncecik, simsiyah kaşlarıyle şüpheli, sordu: - Niye güldün? - Babama n e olduğunu bil iyorum! - Ne oldu? - Annemin günü geçti diye kızıyor! Abianın ilgisi birden taştı : - Gün geçmenin n e olduğunu biliyor musun sen? - Biliyorum tabii - Tabii mi? Nasıl bil irsin? - Bilirim basbayağı. - Nası l ? - E s e n de b e . Nasıl nası l . Bilir.im işte. - Sahi nasıl? Ortanca göz kırptı: - Hani o gece, bakkal amcanın kızı Nesibe abla bizdeydi de aniatmıştı ya? •

120


- Hangi gece? - O gece işte. Ben yanınızda yatıyordum. Nesibe abla elini ağzına koyup usul usul anlatmıştı . . . - Ay sen uyumuyar muydun o gece? - Uyumuyordum ya. Abla kıpkırmızı kesi ldi. - Terbiyesiz. Niye uyumuyordun? - Terbiyesiz sensin . Uyumuyordum işte! - Ben dinlernedim ki. - Ya? - Siz konuştunuz. - Utanmıyorsun değil mi ? - Sen niye utanmıyorsun? Abla büsbütün kızdı : - Sen benimle bir misin? - Birim ya. - Ben senden üç yaş büyüğüm. - Ben de ·Erol'den üç yaş büyüğürol En küçük Erol çevresine bakınd ı : - Ben kimden büyüğüm ya? Duyulmadı. Abla sinirli sinirli, - Seni annerne söyleyip ağzına biber koydur­ mazsam . . . - ded.i . Ortanca omuz silkti : - Söyle. Ayıp şeyleri ben konuşmadım ki, siz konuştunuz. Doğru söylüyordu ama, gene de öfkeli, bitişik odaya geçti . Babası h ep sinirl i , hep mosmor, bir iskemieye çökmüş, başını avuçları arasına almış. Annesi ayakta, kocası na suçlu bakıyor, bakkalın ka­ rısını düşünüyordu: Suç sende! " demişti . .. insan şeye güvenir mi? Hele parçalandığını da gördükten sonra. Kocana niçin açmadın?» Kadın içini çekti. Hakl ıydı bakkalın karısı. Ko­ casına zamanında açmal ıydı. Umursamayınca böyle o lurdu işte. Umarsamamış da değil, çocukların bo­ ğazı, söküğü dikiği, evin süpürülüp temizlenmesi, çamaşır, çarşı pazar. . . Unutmuştu işte. Kendini öl•

121


dürecek değildi ya! Suçun yarısı kendinde d iyelim, yarısı da kocasındayd ı . O şeyin neden sağlamını al­ mamıştı? Terzininki yeminle söylüyordu, kocası hep sağl amını bulur alırmış. Bir günden bir güne yırtılıp parçalanmazmış! Adam iyice ted i rgin, - Ne yapacağız? - dedi. Omuz silkti : - N e bileyim ben? - Sen bi lmezsin de ben m i biJ.irim Ayşe? - N e bileyim canım, erkek değil i m ki l - Yahu komşulara sor soruştur, bir ilaç, bir çare .. Kadın kesti attı: - Sakat kal maya niyetim yok! - Yaa? lllaki kürtaj! Annen, ninen, ninenin ninesi de kürtaj yaptırırlardı değ.i J m i ? - Bana ne kızıyersun Alahaşkına? - Bu kadarcığına da hakkım yok mu? Ben küçücük bir memurum. Kiraya, boğaza zor yetişiyo­ rum, bir de . . . Kadın, .. Tövbe estağfurul l aaah ! .. diye başını salladı. - N e tövbe estağfurul lahı? - Kızın yanında beni kötü söyleteceksi n i - Söyle, ne söyl iyeceksen söyle! - Çık dışarı kız! -Kocasına döndü-: Şeyin sağlamını alaydın herkes gibi! - Herkes kim? - Kim olacak, şu terziler. Terzininki yemin ediyor, on senedir kullanırlarmış, daha bir günden bir güne . . . Adamın aklına şeyi satın aldığı eczane geldi . Eczaneden çok aktar dükkanına benzeyen, dar, loş, rutubetl i . . . Duvarlarda "Tevekkeltü-alal lah•, .. Bu da geçer yahu• cinsinden sıra sıra taşbasma levhala­ rıyle Nuh nebiden kalmışa benziyordu. Asıl eczacı, bel ağrılı, kambur bir adam , ya evinde bütün gün 122


uyur, ya d a mahalle kahvesinde pişpirik oynamakle vakit öldürürdü. Eczaneye abiası bakardı. Kardeşi gibi kambur, hacakları varisli, hantal bir kadın. Müş­ terilere bağırıp çağırır, hatta erkek gibi söver sa­ yar, birtakım hazır i laçları bakkaleasma satard ı . • Şey•i ne diye o dükkandan almıştı sanki ? o rutubetli yerde şey m i barı nır? Çürümüştür. De­ mek terzi ler on senedir kullanırlarmış da parçalan­ mazm ış? Ş u Allahın işine de akıl sır ermez. Şurda, verdiğine kanaat eder, etiiye sütlüye karışmam, öy· l e olduğu halde şey'in çürüğünü bana, sağlamını terzilere. . . it lik onda, uğursuzluk onda, i çki, zina, haram her şey onda. Öyle olduğu halde Al laha berı· den daha yakın. Onu koruyor da beni korumuyorf• " · · ·

İskemieden kalktı. Karısı m n sinirl i bakışiları önünde köşeden köşeye gidip gelrneğe başlad ı . Ş u kadın da öyle sinirime dakunuyor ki . Vaktiyle keşke bunu değil de teyze m i n kızı nı alsaydı m. Ne di­ ye bunu aldım sanki ? Bir laf söylenmeğe gelmez, it gibi. Sağlamını bulup alaymışım şey'in. Ne bilece­ ğim? Kutunun içinde m iyim? Terzi kutunun içine gi­ rip de mi seçiyor? Pis herif. On senedi r kullanır­ mış da daha bir günden bir güne . . . O gece ne iyi, uykuya geçmişti m . Bir azgınlığı lanet karının. Aldır­ masam -iyiydi ya, olmadı işte. " · · ·

Birden durdu .. söylendi : - Akı l diyor ki.. Kadın merakla sordu: - Ne d iyor? - Ne gel iyorsun üstüme üstüme be? - Üstün batsın sen de. Pusulayı şaşırdın galiba. Ne oluyorsun? - Hiç bir şey olduğum yok. Ağzımın içine gire­ cek gibi._, . - Ağzın batsıni - Bana bak! Suçunla otur, faz l a dırlanmal 123


- Vaay, neden suçlu oluyormuşum? Hem çu rüğünü al, hem de . . . - O gece ben tatl ı tatl ı uyurken köpek gibi sımaştığını unuttun galiba? - Oh ettim. Kocam d eğil misin ? Başkaları gi­ bi elin yabancı erkeklerine sırnaşmıyorum ya ! Odadan çıktı. Adam e l leri arkasında köşeden köşeye gidip gelmesine koyu ldu. Peki ama, terzile­ rinkiler on senedir yırtı lıp parçalanmamışlardı d a kendi nin aldı kları .. yok yoksa b u iş'te usta mıydı? Sağlamını satan bir eczane mi biliyordu? Sorula­ mazdı ki. Birader sen şeyleri hangi eczaneden alıyor­ sun? denmezdi canım. Zaten itoğlu itin biri , şurda burda gevezelik eder, daha şey'in sağlamını satın almayı bilmiyor diye tefe kor, kendi gibilere koy­ durur, mahallede durdurtmazdı . Peki ama, ne yapmalıydı ? Gidip eczacı kadına çatsa? Ne hakla? i leri giderse, kadı h , Buradan al­ dığın ne belli ? • der çıkarsa? Çamurun biri üstelik. Bir gün bir müşteriyle takışmıştı , aman Allah ! Ne­ kesti de herhalde. Nekes o lmasa, neydi o başındaki örtü? Semtin tek eczanesini işletiyordu. Kazancı yerinde. Bir eşarp alıp saramaz m ıydı başına? •

Eczacının abiası kirli başörtüsünü çözdü. Pişik gözleriyle baktı örtüye, • Ki rl enmiş • diye mırı ldan­ dı. Tekrardan başına sardı. Sonra aynayı aldı, yüzü­ ne baktı : Gözlerini her zamanki gibi kızarmış, ça­ paklı buldu. Sonra, daha da derinlere gömülmüşler­ di galiba. Ya yüzündeki çizgi ler? Çoğalmış, derin­ leşmiş. Elindeki aynanın loşluğuna bir ara bir di lim aydınlık düştü. On yıl öncenin b i r öğle üstünü ha­ tırlattı . O zaman karşı kunduracı bakkaldı , dükkan da daha içerlek. Bakkal moruğun biri , ama oğlu! Oğ­ lan kömür karası bıyığı , kan yalamışçasına kırmı· zı dudaklarıyla genç irisi bir delikanlı. Adı Yasin. Darende'den yeni gelmiş, babasının dükkanına ka­ panmıştı. Yerinde duramıyor, kuduruyordu. i kide bir 124


de tezgahı, teraziyi bırakıp haydi dükkan kapısına. i l le de akşam üzerleri, yakın işyerlerinden paydos olan işçi kızların akın akın geçtikleri saatlar, Kos­ koca oğlan, babasından korkard ı . Babasının korku­ su ol masa, dükkan kapısından içeri girmez, müşte­ rileri filan umursamazdı. On yıl önce de semt semtti. Öteki .iktidarın zamanı. Şimdiki gibi her önüne gelenin eczane açabileceğiyle ilgili kanun da çıkmamıştı . Yer yer karpit l ambalarıyla elektrlk­ lerin aydınlığında işçi kızların kıkırtısı, del ikanlıla­ rın laf atma ları, esnafın h aykırı ş ı . . . Böyle günlerden bir gün. Bakkalın oğlu gene babasının yokluğundan faydalanıp, dükkan kapısına çıkmıştı. Göz göze ilk gelmiyorlard ı , tanışıyorlardı. Oğ lan d a babası d a gripin, nevrozi n al ırlardı. Ba­ bası daha çok u şey .. al ır, oğlu henüz böyle şeyler.i bilmez ama, karşıdan karşıya dik dik yiyecek g i bi bakar, utançla gülerd i . O gece, o gece işte, gene kızlar, oğlanlar akın akın geçiyor, elektrik, karpit olan işçi kızların akın akın geçtikleri saatlar. Kos­ oğlu bir tuhaf, her zamandan çok başka bakmıştı . içini de çekmişti galiba, gülüvermlşti. Olsun olsun on sekiz, on dokuzunda. Kendisi o yıl larda otuz se­ kiz, kırk sularında. Kanı kaynamış, kend ini tutamamış­ tı . Karşıya geçmiş, a Ne güldün lan?• diye elinin tersiyle oğlanın pençe pençe kızarmış yanağına şöy­ le bir vurmuştu. Oğlan büsbütün kızarmış, gözlerini indirmişti . Dükkanda kimseler yoktu. Girmişlerdi . Sözde salarnura peynirine bakmak i ç i n tenekelerin bulunduğu arkalara. Oğlan da ardında. Salarnura peyni rieri eski iktidar zamanında daha mı iyi yapı lır­ d ı ? O zamanki iktidar. aaah o zamanki iktidar. O za­ man herkes şimdi kinden daha gençti ! Oğlan, « Peynir mi lazım abla? .. diye sormuştu. Yüz yüze gelmişlerdi. Oğlanın sıcak soluğunu bur­ nunun ucunda duyuyordu. Yok can ı m • demişti. « i lazım değil de ne bakıyon... «Yasak m ı ? • 125


•Ne yasağı abla? Sen i n canın sağ olsun! •, • Senin de Yasin.. • Yasin cesaretlenmiş, elini omuzuna koymuştu. Sözde dikilmişti : • N e o?•, · Sağlığın abla .. Sözde kaşlarını çatmış, sözde ciddiliğini takınmıştı. Ba­ basının yanında kedi kes i len oğlan, dükkan gerisi­ nin alaca Joşluğunda cesaretlenmiş, kolunu tutu­ vermişti : • Etin de amma s ı kı ha abl a ! • . • Öyle m i ? • sıkı değ i l m i ? • , · Dinime i manıma. . •, uSeninki • B i lmem, bak! • , • Demir gibisin maşşal lah . . . .. Yasin gömleğinin kolunu sıvamış, pazısını şi­ şirm işti : · Bak hel e ! • Bakmıştı, bakınca da ne ol­ muşsa olmuştu. içi kabarmış, kabarmış . . . Gözlerinin önünden karaltı lar uçuşmuş . . . ondan sonrası ... yı l­ lar yılı süren ondan sonrasında o andakinden daha tatlısını hatırlamıyordu. Yı llarca önce, yeni evlen­ diği günlerde bile. Artı k varsa Yasin , yoksa Yas.in . Pirinç çuval larının, tahta sandıkların eczane arka­ sındaki karton kutu yığınlarının üzerinde. . . .. Eczacı kadın aynanın ışıklı l oşluğuna dalmış git­ mişti . Birden kendini gördü yeniden. O zaman yü­ zünde böyle derin kırışıklar da yoktu. Aynanı n loşluğu bulandı bir an, ışık dilimi yitti , bir adam, bir adamcağız bel i rdi. Bir müşteri olacak­ tı, döndü: - Buyurun! Düşük omuzları , ipe dönmüş kravatıyle eski pabuçlarından küçük memurluk dökülen , sıkıntı l ı bir adam: - Şey'lerin iz . . . Ardını getiremed i , durdu, gülümsed i , ciddileşti . Kadın yaklaşarak sord u : - Evet, şey'lerimiz. . . Şey m i lazım ? - Hayır. - Va? - Çok çürük d e . . . Kadın ayrıayı duvara astı : Bizim şey'ler mi çürük? •

""'T'

126


- Evet. - Tuhaf. Şimdiye kadar hiç kimse şikayetçi olmamıştı ! Sonra birden hatırladı, ki bu • şey•ler, yeni ik­ tidarın yeni • ithal rejimi•nden sonra gelen •şey•­ lerden olabil i rdi. Yeni i ktidar, her şeyde olduğu gibi, •şey•lerin getirilmesinde de bilgisizlik göstermesin­ di sakın ? Adam, - Başıma dert açtı . . . - dedi. - Ne gibi? - Ne gibi olacak, malum işte. Kadın içini ç ekti : - Eskiden böyle değildi. Her şeyde olduğu gibi, bunda da yeni iktidar suçlu. Neden derseniz . . . Hangi partidensiniz? Adam omuz si lkti : - Hiç bir partiden. - O halde sözlerime kulak verin: Yeni iktidardan sonra bütün ithal malları gibi, cc şey•ler de bo­ zuldu . Eski i ktidar zamanında böyle miydi? Nah şu karş ıki kunduracı var ya, o zaman bakkaldı. Saniye hanım derd i , senin • şey• lerin kadar sağiarnı yok. Doğru söylerd i . Neden? Çünkü her şeyde olduğu gibi, bu u şey» işinde de i nce eler sık dokurdu. 0yunuzu hangi partiye vereceksiniz? - Henüz bilmiyorum. - Niçi n ? Niçin bilmiyorsunuz? Oy vermenin milli, vatani bir ödev olduğunda şüpheniz mi var? - Yoo, hayır. - Peki ? - Hele seçim günü gelsin de . . . - Gelsin ama, yumurta kapıya gelmeden düşünmelisiniz. Sözlerime kulak verin : Eski iktidar za­ manında her şey doğru , dosdoğruydu . Şimdi? Şim­ di berbat. Ben n efsima eski iktidarı arıyorum . Ne­ den? Çünkü eski iktidar zamanında gençti m, daha dinçtim . Sonra , eski iktidar meml ekete iyi mal it127


hal ederd i . Benim gibi bütün esnaf da müşteriye karşı mahcup olmazdı. - Bizim orda bir terzi var, on senedir şey kul lanır, daha bir günden b i r güne . . . - Eski i ktidar zamanında ithal edi lmiş şey'leri kullanıyordur da ondan. Sonra başka bir sebep daha var bu şey'lerin parçalanmasında . . . - Ne? Kadın eski günlerden kalma bir çapkınlıkla göz kırparak şahadet parmağını tehdit eder gibi sal la­ dı: - Siz! - Ben m i ? - Evet, siz! - Nası l ? - Şey'i parçalayan i ktidarı nız! Adamı, hep o eski günlerden kal m a çapkınlık­ la süzmeğe koyuldu. Adam yıllar yılı unuttuğu bir gurur, bir erkeklik gururuyle gül ümsed i , koltukları kabard ı . Kadın, - Doğru mu? - ded i . Adam başını önüne eğd i , gülümsed i . B u gülümseyiş kadına başka bir şey hatırlattı: - Yoksa bir kaza mı oldu? - Evet. - Günü mü geçti hanımın? - Evet. Kadın, istanbul 'un epeyce sapa semtlerinden bi rindeki harap bir konağın alt katında, sımsıkı per­ deler ardında boyuna esneyen, avurtları çökük, es­ mer akrabasını hatı rladı. Yeğeni n i n kocasıydı. Göz­ leri döne döne, · Ben de doktorum, Beyoğlu'ndaki­ ler de! " diye dert yanmıştı . «Onlar da Tıp Fakültesi mezunu, ben de. Onların bildiğini ben de biliyorum. Ben de onlar kadar zekiyim . Öyle olduğu halde on­ lar neden Beyoğ lu'nda, niçin apartmanlardalar da ben bu pis semtte, harap konağın altı ndayım ? Ni­ çin? Neden? • 128


Kadın eczacı değildi ama, kardeşi hastalığı yü­ zünden çokluk evine kapanalı beri eczacı sayı l abile­ cek kadar meslekte pişmişti. Yeğeninin kocasına, - Gözünü aç! - demişti . - Nası l ? - Başkalarının ardından atıp tutmak I nsana kazanç sağlamaz. Kazanmanın yollarını öğren ! Genç daktorun ağzı pek de süt kokmadığı için, - Bil iyorum . . . - demişti. - Bil iyorsan ne duruyorsun ? .........? - Burunladığın bu semtte, fakir insanlarla birlikte çürüyüp gitmek mi istiyorsun? - Allah göstermes.i n . - O halde gözünü aç! Al laha mal iaha inanmazdı ama, kudretierin taa üstünde, en büyük bir kudretin bulunması gerekti­ ğini de sanıyordu. Eski lerin « Kudreti küll iyye •, · I l­ leti üla•, Volter'i n deyi miyle şuurlu, her şeyi çok önceden hesaplamış bir o Muhaslp• değil, kör bir kuwet belki . Kabi nesinde köşeden köşeye gidip gel irken kapı vuruldu. - Geel! Üstü başı kir pas içinde, eli yüzü karalı biri çe­ kinerek girdi. Çekingen, pısırı k bir hali vardı . Bir ara sırrttı hatta. Doktor, - Em ret. . . - dedi . Beri k_i boyun kırdı: - Estağfurul l ah. Doktora az daha sokuldu, durdu, hafifçe öksür­ dü ama niçin geldiğini söyleyemed i . Azarianmaktan çekinen bir hali vardı. - Muayene ml olacaksın? - Hayır beyim . - Va ? Adam yeniden öksürdü. 129


- Altı ay önce zatımza çocuğumu muayene et­ tirmiştim. Bir reçete vermişti niz . . . - Evet. - O reçetedeki ilaçları yaptırıp kul lanmıştı k. Çok iyi gelmişti. Hani dua üstüne dua etmiştik o zaman . . . Doktor birden hatırlad ı : - Çocuğun diş çıkarıyordu değil mi ? Adamın gözleri parlad ı : - Evet beyim, tamam. - Diş çı karıyordu d a amel olmuştu. Sancılanıyor demiştin . Sen değil karın demişti . - Evet beyim. - Dur bakayım, karının başında da mavi bir tü lbent vardı değil m i ? B u yakın ilgi karşısında adam heyecaniandı : - Zekanıza pardon doktor beyl - Pardon ya. Yarın tutsam, adayfığımı koysam da, oyunuzu bana verin desem, yançizer, gider kim­ bilir hangi zırtapoza veri rsi nizi Ben senin ne - Töbe beyim, töbe val laha. adam olduğunu bi lmem mi? Biz.im atölyede bir Mu­ rat var, tornacı. Biz ona Keçi deriz, inatçı . Ben za­ tınızın doktorluğundan ne zaman söz açacak olsam, o tutar Türkan hanım der. Güya Türkan hanımın üs­ tüne doktor yokmuş! Doktor sapsarı kesildi: - Hangi Türkan hanım bu be? - Şey beyim, tramvay yolu üstündeki sarı apartman yok mu? - Var. - Orda muayenehanesi.. - Bildim bildim .. pisöz Türkan. Biz ona fakültede pisöz Türkan derdik. Pisöz ne demektir bi­ lir misin? - Bilmem beyim. - Pisöz sidikli demektir, u nutma. Sen o torna130


cı M ura'dı bul , getir bana. Ben ona Türkan ın ne mal olduğunu anlatayım. Alt tarafı kadın be! - Doğru beyim. - Erkeklik öldü mü? Bir kadın, saçı uzun aklı kısa nerden baksan, ağzıyle kuş tutsa ne lazım ge· lir? - H iç beyim. - Peki o Murat, o tornacı Murat bilmiyor mu bunu? - Senin anlayacağın, Türkan hanımın simsarı o beyi m! - Ha anlaşıldı. . . Köşeden köşeye sinirli sinirli gitti geldi , gitti geldi. Sonra adamın tam karşısında durdu: - Ewela şunu öğren: Bir doktor beye u Senin anlayacağın• denmez. Sizin anlayacağınız denir. Bu bir. Ikincisi.. Hangi partidensin? - Ben mi beyim? - Karşımda senden başka kimse var m ı ? - Yok. O halde? - Hani bilmez değilsin ya . . . - Değilsin, değil, deği lsiniz ya , denir. Evet? - Biz cahi l insanlarız, parti marti bi lmeyi z pek. Bizimkisi ekmek partisi . . . Doktor parladı: - Ekmek partisi ne demek! Memleketin s iya­ sal durumu hakkında bilgin olmalı! Pis bir koku almış gibi, yüzü buruştu. Köşeden köşeye gene gitti geldi. Sonra adam ı n karşısında durdu: - Buraya niçin geld in? M uayene mi olacak­ sın? - Hayır beyim. - Ya? B i r saattır beni ne diye meşgul ediyorsun? Adam yutkundu. - Cevap versene bel -

131


- Reçetenizi kaybettik beyim . - Peki ? - Yenisini veremez misiniz diyecektim . . . - Altı ay önce alınıp kul lanılmış bir reçetenin yenisini ne yapacaksın? Çocuğun dişl eri hala çık­ madı m ı ? - Çıktı beyim , çürümeğe başladı bile. - Peki ? - Ş imdi de küçüğü. M alum ya, gözü çıksın yokl uğun. Aldığım ücret boğazımıza bile yetmiyor. Küçük de hastalandı üstelik. O da öteki gibi, amel oldu, diş çıkaracak her halde . . . - Ha, anlaşıldı. Biriinci çocuğun reçetesini i kincisi için kullanıp dektorun vizite parasından kur­ tulacaksın değil m i ? Seni gidi tatlı su kurnazı sen i . Elinizden gelse b i r kaşık suda boğacaksınız doktor­ ları. Bas bakalım haydi, bas! Adam bunun böyle olacağını bil iyordu. Karısı­ na, « Gidip minnet etmeyelim. Onlar yaralı parmağa işemez, beni kovar movar .. demişti de, karısı, « Kovarsa telin dökülmez ya. isteyenin bir yüzü, ver­ meyenin i ki yüzü kara h> diye dayatmıştı . Kıpkırmızı kesi lmişti . Doktor, - Ne dikiliyorsun? -dedi-. Basıp gitsene! Canını dişine takarak fısıldadı : - Hani, günün birinde biz de sana lazım oluruz belki beyim . . . - Mesela? - Adayl ığınızı, madaylığınızı koyarsanız da . . . Bu devre geçmişti . Bir dahaya Al l ah kerim. Hem alıştırmaya da gelmezdL Adamın kurnazlığına da fena tutulmuştu. - Çık hadi çık . . . - dedi. Adam çıktı . Doktor gene köşeden köşeye gidip gel rneğe başladı. Fakir tıkaradan ona neydi ? .. . vatandaş, yurttaş, fal an, filan. Ben yurttaş değil mi­ yim? Benim de bir evim, kaynaması gereken bir tencerem yok mu? Evet, tencerem düdüklü, sü•

" · .

132

.


pürgerp elektrikli. Elbette olacak. Koskoca bir dok­ torum. Bırak doktorluğu, medeni bir insanım her şeyden önce. Karıma ruj, oje. Elbette ruj, oje. Lüks mü? Lüks olsun, bir doktor karısı .. canım doktor karısı olmasın isterse, medeni insan karısı. Elbette medeniyiz. Ben de, karım da, çocuklarım da.. Baş­ kaları da benim gibi olabil ir. Bir çöpçü de benim duyduğum ihtiyaçları duyabi lir pekala. Duymuyorsa, istemesini bilmlyorsa suç benim m i ? Herkesi ben mi düşüneceği m ? Hükümetin işi bu. Okutsun yurt­ taşı nı, düşünmesini, daha iyi yaşama istemesini öğ­ retsi n . . . • Kapı vuruldu. - G�el ! Ufak tefek, esmer, zayıf biri gird i . - Buyurun! Adam pek de mahcup görünüyordu. Kahveren­ gi ceketinin yakası kirden muşambalaşmıştı. Mah­ cup hastaları çok severdi . Ne söylerse söylesin, ki· barca dinlerler, vizite paralarını önceden avuçları n· da hazırlayıp kabineye girdiklerinde, hep o sıkıl gan halleriyle veriverirlerdi. Böyle saygılı hastalarının karşısında insan üstünlüğünü de duyard ı . Adam, - Estağfurul l ah . . . - dedi . Yaklaştı, sır verircesine, - Beni hanımınızın teyzesi yol ladı efend im . . . Daktorun gözleri parladı : - H a , öyl e m i ? - Evet, Eczacı. - Karınıza kürtaj m ı yapılacak? Ufak tefek adam boyun büktü: - Maalesef evet doktor bey. Üç çocuğum var, onları bile geçindirm ekten acizim. Dördüncüyü is· temiyorum. Doktor güldü: - Demek nüfusumuzun artmasını istemiyorsu· nuz? 133


- Aman efendim, benim gayretim l e artacaksa . . . - Neden korunmadın? - Korundum efendim. - N asıl korundun, anlat bakal ım. - .. şey•le. Doktor başını salladı: - Yüzde altmış garanti. - Kudretli olmak da başa bela değil mi doktor bey? - Ne kudretl isi ? - H anımınızın teyzesi, sizde rı şeyaleri parçalayacak bir iktidar var dedi de .. Doktor kahkahayla güld ü : - Kocakarının gözleri dönmüş olacak. Yoksa seni gözüne mi kestird i ? Ufak tefek adam aldırmadı ama, aklından d a kocakarı nın pişik gözleri , etleri sarkık boynu geç­ medi değil. Doktor ciddileşerek kesti attı : - Pekala, getir karını, muayene edelim! Adam, - Hemen mi ? - dedi. - Yarın, öbür gün. Bu işin gecikmeğe tahammülü yoktur. Haa gebel iği i l eri m i ? - Değil beyim. Bir hafta kadar.. - Ondan önce de on beş gün olsa .. - Zannetmem. - Öyl edir o. On beş, yedi daha, yirmi I ki . Şöyle böyle bir ay. Vakit geçirme. Vakit geçerse ha­ m i lelik i l erler, kürtaj imkanları kaybolur! Ufak tefek adam karşı duvardaki • Insanın Iç organları • levhasına baktı. Bunları birtakım bitkisel sandı. Bitkl lerin turuncusu havucu hatırlattı. Ha­ vucu çok severdi . Ya da hayır, sevmezdl de, haw­ cun erkekliğl artırdığını lşitmlşti. Havuç rendelene­ cek, petekli balla karıştırılacak, sabahları aç karnı­ na bir tatlı kaşığı . . . 134


- Ne düşündün? Kendine geldi: - Ben m i ? H iç. - Bu işin günahını mı düşünüyorsun? - Ne günahı beyim ? - Ücretini mi demek istedim. - Evet. Doktor adamı tekrar gözden geçirdi. Yakası yağ bağlamış ceketi, ütüsüz pantolonu, üst üste yama vurulmaktan çift kösele halini almış, beyaz lskarpin­ leri . . . i ki yüz l i radan kapı açsa ürkütebilirdi. Peki, ama, zenginlere bu işi üç beş yüz liraya yapanlar. Onlar da aynı şeyi yaptı kları halde . . . Onlardan nesi eksikti ? - Fiyatlar pahalı laştı . Hükümetin bu işi nasıl sıkı tutmağa başladığını bil iyorsun. Gazete okuyor­ san, mahkemelik olan meslektaşlardan haberin var­ dır. Eskiden ucuza yapıyorduk, idare ediyordu. Otuz, kırk liraya çok yaptık. Ama şimdi öyle değil. Hükü­ met işi çok sıkı tutuyor, i kincisi, para günden güne düşüyor, her şey pahal ılaşıyor. Yalnız kırk lira klinik al ıyor. Beş lira narkos, kırk beş . Bir elli l ira da ba­ na kalsa en azdan, yüz lira! Ufak adamın gözleri karard ı . seni karımın teyzesl gönderdi diye böy­ le. Yoksa. . . Beyoğl undaki ler aynı işi birkaç yüze yapıyor! Doktoru duymuyordu. Bu dördüncü olacaktı . i l kinde otuz vermişti , ikincide kırk, üçüncüde elli. Şimdi yüz istiyordu. Elli lira binmişti demek? Aaah eski doktorlar! Eczanedeki kadın, cı Eski iktidar zama­ o zaman nında her şey buna kezaydı • demişti. dört yaş daha gençtlk. Şimdi dört yaş ihtiyarladık. Sebep hep· yeni i ktidar. . . • Hastasının yüzlüğü çoksunduğunu sanan dok­ tor: - Eski I ktidar zamanında altın otuz altı l iray..

135


dı . . . -diye perkiştirdi-. Şimdi elli altı l ira. Her­ şey buna keza. Hangi partidensin? Adam birden kavrayamadı. Doktor tekrar sordu: - Hangi partidensin diyorum? .. - Hiç bir partiden. - Olur mu öyle şey? Hiç olmazsa oy verirken fikrin o l mal ı . Eski i ktidar zamanında altın otuz altı l i raydı, şimdi ? . . . ....? - Altının şimdi kaç l ira olduğunu bilmiyor musun? - Farkında deği l im doktor bey. - Elli altı lira be! - Farkında değilim, ayıp değil ya. - Ayıp. Ne demek ayıp değil ya? Altı nın günlük hayatımızia yakın ilgisinden haberdar değ i l m l­ sin? - Yooo . . . . . . - Olmam lazım, ol mamak suçtur. Hiç olmazsa manevi suç. Yoksa böyle şeyler vız mı gelir? - Bir parça i kram edemez misiniz? - Ben nerdeyim, ağam nerde. . . N içi.n i kram edeyim? Ha? Aynı işi B eyoğlu'ndakiler i ki yüz elli, üç yüz dört yüze yapıyorlar. Onlar da Tıp Fakültesi mezunu ben de. Onların bildiğini ben de bil irim. Bütün farkımız, benim bu kör semtte muayeneha­ ne açmış olmamdan ibaret. Neyse, son söz; doksan l i ranı alırımı Adam içini çekti. Bir ara, kürtaja mürtaja boş­ verip, keçenin dört ucunu bırakmayı düşündüysa de, uygun bulmadı. Bu defa yeni bir boğaz çıkıyor­ du başına. Sonra, akşam üzerieri eşi dostuyla tav­ la, pişpirik oynamaya çıktığı kahve setalarma has­ ret kalacaktı. Ewelki çocuklarından ağzı yanmıştı. Çocuk bezi yı kamıyordu ama, bitmez tükenmez san­ cılar içinde vızırdayıp duran çocuğun salıncağını 136


sallamak, gerekecekti . Hele tatlı gece uykuları ! Bir başladı mı, susturabi l i rsen sustur. Ani bir kararla, - Peki . . . - dedi . - Yarın, yahut öbür gün saat tam birde beni bu adreste bul . Haa, adettir. Bir miktar kapara ver! .. Adam, doktorun uzattığı kart adresi aldı, iç cebindeki tahsi lat parasından i ki onluk çekip uzattı. Parayı beyaz gömleğinin cebine sokan doktor, - Yarın tam birde! - diye tekrarlad ı . Adam çı ktı . Hava günlük güneşiikti ama, ne diye tahsi lat parasına el sürmüştü sanki? Acelesi neyd i ? Ne pis huyu vardı. Doktor, eczacı , avukat, hakim, milletve­ ki l i filan falanın karşısında ufalır, her şöyledikleri kerametmiş gibi kabul lenir, sonra da pişman olur­ du. Onlukları nas ı l kapriııştı herif! Caddeye çıktı. Cansıkıntı lı gıcırtı larla tramvaylar geçiyordu. Birisine atladı. Keşke karısıyla konuşup, ölçüp biçtikten sonra karar verseydi . Daha yetmiş lira denkleştirmesi ge­ rekiyordu. Nerden? Ayın yirmisiydi. Ay başına on gün. Yeni ayın beşinde de kira, elli lira. Demek ki ev kirasına, on burdan, beş de ordan, onbeş gün vardı . On beş gün sonra elli lira da ki raya denkleş­ ti rrnek gerekecekti . Doksan, elli daha yüz kırk. Ka­ rısının elbise taksitine de on, yüzellL Eline geçen temiz, yüz altmış. On l i ra kalacaktı ki, bu hesaba bakkal , kasap, manav, sütçü dah i l değildi. - Bi let! Çıkardı, uzattı bileti aldı, cebine koydJJ. Borç bulmalıydı. Nerden? Yakın dostlarını aklın­ dan geçirdi. Birden bir gazeteci arkadaşını hatırla­ dı. Sahi .ondan yirm i lira da alacağı vardı. Nasıl da unutmuştu? Şaştı. Sırtından sanki dağ d evrildi. Öy­ l e ya, önceki ay gene böyle, doktora verdiği kapa137


ro gibi, gazeteci arkadaşına yirmi l i ra borç vermişti . Sevinçten dudaklarını yaladı . Dünyanın günlük güneşl ik Ölduğunu yeni seçmişti . Ferahl adı. «Oh be, oh be. . . Kim ne derse desin, Al lah da var, kader de . . . Eğer Allah bana acımasaydı.• Gökyüzüne baktı. Derin mavi liklerde cenabıal­ lahı görür gibi oldu. iş, kal ıyordu yetmiş liraya! Şimdi gazeteye gidip arkadaşını bulmal ı , usu­ lünce istemeliydi yirmi lirayı . lstemellydl ama Pa­ rası yoksa ya? Yahut var da vermek istemezse? Gerçi hiç de fena i nsan değildi, vermek i sterdi bel­ ki de. Bununla beraber, herhangi bir aksili k . . . Canı sıkıldı. B i r şey deği l , tahsilat parasını dün teslim et­ memişti , bugün de. . . Yarına kadar denkleştirmeliy­ di ki . bir aksi lik çıkmasın. Içini çekti. Yeniden mavi göklere başını kaldı­ rırken, önünden geçmekte oldukları yüksek apart­ manın üst kattaki geniş penceresine gözü takı ldı. Her şeyi unuttu bir an. Tramvay, camları silon ka­ dının tam altından geçiyordu. Bir an iki tombul ba­ cağın çıldırtan çıplaklığıyle kürtajı, tahsilat parası­ nı gazeteci arkadaşından alacağı yirmi l i rayı filan unuttu. Ne hacaklardı ya! Tramvay akıp gitmiş, hacaklar uzaklarda kalmış­ l ardı ama, ne olursa olsun, nefis bacaklardı. Tram­ vaydan atladı. Gerisin geriye çıplak hacakların bu­ lunduğu apartmanın önüne geldi. Kendi gibi birkaç merakl ı , aşağıdan yukarıya bakıyor, çevreden çe­ kinmiyorlardı. Tam aralarına karışacağı sıra, kadın işi aniayarak pencereden çekildi. Ne olursa olsun iş vardı daha. Doktorun kah­ kahayı basması önemli değ i l , ası l eczacı kadının teşhisi doğruydu: •Şeyleri parçalayan I ktidari • Gazetenin bulunduğu sokağın başına kadar ya­ yan geldi. Sokağa girdi. Gazeteye yaklaştıkça üzün...

138


tüsü artıyordu. Ya arkadaşı yoksa? Ya, param yok, derse? Bir de gazete idarehanesinin kapıcısı . . . Genç, aksi bi riydi. Üstüne vazifeymiş gibi , ivid ivid so­ rardı: cı Kimi arıyorsun? Niçin arıyorsun? Ne yapa­ caksın? .. Genç kapıcı, el inde ters tuttuğu gazete, uykulu gözlerini gazeteye dikmiş, az önce yazı işleri mü­ düründen yediği azarı düşünüyordu. Bundan sonra kim olursa olsun, isterse babas ı , sal ıvermeyecekti sormadan. içeri birisinin girdiğini görünce, kaşları çatıldı: Kimi istiyorsun? Ufak tefek adam, - Yazar Nüsret beyi ! - ded i . - Ne yapacaksın? - Lazım . - Neye lazım? - Bir işi m var da . . . - Ne Işi ? Dayanarnadı : - Sana ne yahu? Ne işiyse ne işi ! Kapıcı elind eki gazeteyi sinirli sinirli sallad ı : - Senin bizim başyazardan, yazı işleri müdü· ründen azar işittiğin var mı? Isterse buban olsun, içeri sormadan sal ıverme diyor. Sen benim yerimde ol da sal. Yazı işl eri M üdürünün bana ne dediğini bil iyon mu? - Ne dedi? - Ne dedi ya. Dedi ki , Lomen dedi, gözünü dört aç ded i . Neden dedi b i l bakalım! - Neden ded i ? - B i l işte. Ne b i l eylm ben? - Benim yeri md e ol da bileme. . . Yazı Işleri m üdürü diyor ki, karşı partinin adamları gazeteml· ze, o deği lden, bomba koyar diyor! Yazar Nüsret'in numarasını çevirdi . �

·-

139


- Aloo. . . Nüsret bey! Yazar Nüsret sinirli sinirl i : - Ne var? ......? - Kimmiş? Sarı çizmeli Memed ağa. Adını sor. Ali Rıza efendi m i ? Atlat! Kulaklığı yerine koydu, bir cigara yaktı : Aynı masada karşılıklı çal ıştıkları arkadaşı , - Kirndi o atlattığın? diye sordu. - Hırtın biri. Yirmi l ira alacağı vardı, dam l amış hemen. Tam da zamanı . . . Teletona sarıldı, sıfır üçü buldu. - Aloo. . . Ankara'yı rica etmiştim hanfendl.. Yarım saat oluyor. Evet yarım saat. Hayır, mübala­ ğa etmiyorum. Peki efendim, bekliyorum. Çok te­ şekkür ederim. Kulakl ığı yerine koydu, ağzından çıplak bir kü­ für kaçtı. - . . . el lerinde ayna, tarak, ruj . . . Dır dır dır, dır dır dır, dır dır dır . . . Şu iktidar değişse de şunlardan kurtul sak! - Yeni iktidarın işba�ıı n a getirecekleri başka türlü mü hareket edecek? - Hiç olmazsa birkaç ay durum değişir ya ! Ne yazıyorsun sen? - Başbakanın nutkunu makaslıyorum, münasip şekilde .. - Benim de bir şeyler yapmam lazım ama, gel gör ki katamın içi çıfıt çarşısı bi rader. Karıyı iki ay­ dır işinden çıkardılar, maaşını verseler bari . Yok. M aaşı içerde kalacakmış, tahkikat sonunda. . . Şu bankalar saltanatından da gına geldi hani. Ben asıl bunun için istiyorum iktidarın değişmesini. Bankalar saltanatından kurtuluruz . . . Kapı sertçe açıldı . Odacı - Nüsret bey -dedi-. Sizi başyazar çağırı­ yor! - Ne yapacakmış? 140


- B i lmiyorum. - Seni n de bir bok bildiğini görmedik ki . . . -Arkadaşına-. Ş u teletona göz kulak oluver, Ankara'yı istemiştim. Bu başyazar da birader . . . Umur larında m ı heriflerin senin meteliksiz olduğun? Odacı i htar etti : - Acele gelsin dedi N üsret bey! - Kes u lan, sen de. . . Başiarım şimdi başya-zarından ha! Ceketinin önünü i l ikleyip fırladı. Başyazarın odası, b aşta yazı işleri müdürüyle gazete ortakları ol mak üzere, iri l i ufaklı yazarlarla doluydu. Başyazarın her zamanki ağırbaşlılığı, yeri­ ni telaşa bırakmıştı. Seçimler dolayısıyle yazarlar­ dan kimlerin nerelere gideceği kararlaştırıl ıyordu. Nüsret içeri girdi, kimse far.k ına varmadı Bir kenara çeki lip bekledi. Bekleeli ama beklemekle ol­ mazdı ki. Her kafadan bir ses çıkıyor, herkes konu­ şuyordu. Nüsret, ufak yazarlardan kendine en ya-­ kın bulduğu, her zaman paldır küldür şakalaştığı bi­ rine usul lacık, - Ankaradan telefon bekliyorum. Benim yeri­ me de göz kulak oluveri - dedi . Odadan sıvıştı. Başbakanın nutkunu makaslamakla meşgul yazar arkadaşı sordu: - Hayrola? Nüsret yeni bir küfürle, - Hiç -ded i-. Her kafadan bir ses çı kıyor birader. Koyun can derdinde, kasap et. iki aydır yüz elli liracıkla idare olunmak nedir bilmezler, ondan sonra da kalkarlar seçimmiş, meçimmiş .. Bana ne seç i mden? Herkes mil letvekili olacak diye . . . Telefon çalciL Nüsret kul aklığı kaptı. - Alooo . . . Şehi rlerarasındaki kadının ses i , - Ankara! - ded i . 141


Nüsret heyecaril ıydı. - Aloo . . . Ankara mı efendim? Kimsiniz? Ha· luk beyefendi mi? Bendeniz yazar Nüsret, Nüsret Ertürk efendim. istanbul şubeniz memurlarından Le­ man hanımın eşi. Teşekkür ederim efendim. Le· man'ın işinden usulsüz olarak çıkarı ldığını zatıali­ nize arz etmek zarureti hasıl oldu. Rahatsız etmek lstemezdim efendim, sadece bir haksızlığı önle­ mek . . . Zatıallnizin haksızlıklara göz yum m az karak­ terde bir zat olduğunuzu . . . -Başbakanın nutkunu makaslamakta olan arkadaşına göz kırptı-. Telefonun öbür ucundaki Haluk beyefendi ise, yüz yirmi kiloluk tonton biri, son Amerika gez.isin­ den dönüşte getirdiği lacivert ipek kı ravatı nın ucuy­ le oynayarak, yazar Nüsret'in tıraşına b ıyıkaltından gülüyordu. Tıraş bir ara öyle azıttı ki , o anda yanın­ da başka kimse olmadığından, masasının bir kena­ rında duran Hormobi.n kutusuna göz kırptı. Sonra, - Nüsret bey -dedi-, Nüsret beyciğim . . . Hakkımda gösterdiğiniz teveccühe çok teşekkürler. Eşinizin bir haksızlığa uğramış olabileceği keyfiya­ tine ancak şimdi mutta li oldum . . . Eşinizin dayısı bizim bankanın mer'iyyülhatır şeflerinden birisidir filvaki amma, bu devri demokraside, hiç kimse bir başkasının keyfi için. Değil mi ya. Ben şimdi ken­ disini çağı rtır, usulü veçh ile . . . Bütün bunları, umum müdürün yanı ndaki büro­ sunda işiten dayı , masasından öfkeyle kalktı . Uzun boylu, dar omuzlu, sinirli bir zattı . Bilhassa kambi­ yo işl erinde kendini üstat farz ederd i . Ama şu an­ da ne kambiyo, ne de hatta çok fena kaşınan ema­ rolti . . . U mu m müdürün odasına kı rpkırmızı girdi. Umum müdür kulakliğı yerine koyunca, - Geçen gün de arz etmiştim beyefe ndi . . . -diye başladı-. Bu Nüsret denilen herif. . . Umum müdür, yanındaki maroken koltuğu işa­ ret etti . 142


Bay Burhan Çokbilgin kıçının yarısıyle i l i şti . beni m k ı z kardeşimin damadı olur be­ yefendi . . . Umum müdür Hormobin kutusunu eline ald ı : - Biliyorum, geçen gün uzun uzun konuşmuş­ tuk . . . - Evet, fakat. . . Bir parça burnu sürtülsün is­ tiyorum efendim. Yalnız damadın deği l , yeğenim ola­ cak be1Mhın da! - Bu Hormobinler hakkında bilginiz var mı Burhan bey? - Bendeniz Seksülini tercih ederim beyefen· di. Leman'ın annesi , hani kız kardeşi m d iye deği l , cidCifen hamfendidir. Öyle b i r hamfendiye karşı. . . - Emaroitleri niz n e alemde? - Emarol diye bir i laç keşfetti m beyefendi . . . Fakat asıl beni üzen nedir b i l i r m isiniz? Size kadar telefon edip, zatıa linizi rahatsız etmesi ! - Neyse bırakın bütün bunları . . . Şu i l ler ban· kasının dekontlarını . . . - Dekontlarla, Şeref bey meşgul beyefendl. - Lütfen yollar mısınız? - Başüstüne, şimdi. Fakat beyefendi son bir maruzat: Bu Nüsret den ilen herife, tabirimi mazur görün, yüz vermeyin lütfen! . . . - Merak etmeyin merak etmeyin . . . - Benden�in niyeti, Leman'ı vazifesinden temamıyle mahrum etmek değ i l , sadece ötekini mad­ di muzayaka içinde bırakıp . . . - Anl ıyorum Burhan bey. - Teşekkür ederim . Ş imdi derhal Şeref beyi . . . Çıktı. Şeref beyin çalıştığı kısma giderken ya­ zar Nüsret'i nefretle düşündü. Demek taa Umum Müdüre kadar ha? Şeref bey cımbızla burnunun kıl larını yolmak­ taydı . Kambiyo üstadı Burhan bey içeri g i ııince, cımbızı, el aynasını çekmecasine atıp, ayağa kalktı. - Buyrun Burhan bey . . . 143


- S izi Hal Ok bey çağ ırıyor . . . - Sinirli görünüyorsunuz? - . Nasıl olmazsın birader? Sen tut, taa Umum M üdüre telefon et. Fakat bilirim ben yapacağımı. . . Muhal if bir gazetede küçücük bir muharrir, d e değil muhbir. Muhalif bir gazete. . . Sanki seçimleri ka­ zanacaklar.. Kazansalar bile. . . Şeref bey, farzedin seçimleri kazandı muhalefet.. - Evet beyefendi? - Basit, küçücük bir muhbir nihayet değil mi? Odacı geldi: - Umum müdür bey çağırıyorlar . . . Şeref bey fırladı. Burhan bey çıktı. Gösterseekti ona. Gazeteci di­ ye kendini bir şey sanıyordu. Gazeteciysa Allah ol­ mad ı lar ya. Hele şu Nüsret ! M uharri r bile değ i l , muhbir. Odasına girdi, yerine geçti . Sumenin üzerinde duran tomarla kambiyo evrakını şöyle bir karıştırdı . . . Muhalefetin seçimleri kazanmasına i htimal ver­ miyordu. Kazansa bile. . . Fakat i mkan yoktu. iktidar, muhalefetin vaktiyle düştüğü hataya düşer miydi hiç? Zile bastı. Odacıya o günkü gazeteleri getirmesi­ ni söyledi . Gazeteler gelinceye kadar gözlüğünün camiarına hoh layıp sildi, tekrardan taktı . i l k eline geçen ga­ zete, muvafakatin de, muhalefetin de pek güvenme­ ınesi gereken fırıldak mizaçl ı bir gazeteydi . Bir müd­ detten beri süregelen anket sonuçlarını açıkl ıyordu. Bu sonuçl ara göre iktidar, muhalefetin üç misli mil­ letveki l i çıkarabi leceğini belirtiyordu. Burıhan bey büyük bir ferahlıkla koltuğunda doğruldu. Gazeteleri kenara itti . i ktidarın d evri lmesi­ ne i mkan yoktu! Bi naenaleyh, muhalif bir gazetede çalışan had-naşinas birine haddini bifdirmekte asla mahzur olamazd ı . Ku lakl ığı ald ı , numaraları çevirdi . 144


- Alooo . . . istanbul 'u rica ediyorum efendim . Kulakl ığı yerine bıraktı . Kız kardeşiyle dün gene böyle tel efonla konuş­ muş kadın, • Nüsret'i d iz e getirmek için leman'ın bi rkaç ay daha çalışmaması lazım. Aman kardeşim ihmal etme. HalCik beyefendi nezdinde teşebbüse geç ! " demişti. Geçmişti Işte. Önündeki evrakları sinirli sinirl i karıştırıyor, el­ leri titriyordu. Evraklardan gerekenleri de imzalarken akl ında Nüsret, hep Nüsret. . . Kalın siyah kaşları, pı­ rıl pırıl kara gözleri, küstah bıyığı . . . Umum müdüre kadar telefon etmek cesaretini göstermenin ne de­ mek olduğunu aniatacaktı ona. . P.i s, bıyığıyle mağ­ rur mendebur! Sanki hiç kimsenin onunki gibi bıyığı yok! Sanki . . . .. Telefon çaldı . - Aloo. . . istanbul m u ? - Istanbul efendim. - Mersl, Aloo.. Kimsiniz? leyla hamfendiyi rica ediyorum efendim. lstanbul 'da, Kadıköy'ündeki apartamanın tel efo­ nunda apartarnan sahibinin kızı, hizmetçiye seslen­ di: - Perraan ! - Efendim küçük hanım ? - leyla hanımı teletona çağır. Çevreleri çürümüş, ama yeşil leri harikulade göz­ leriyl e leyla hanım, ipek meşlahının eteği ni kibarca tutup, salma salma yürüyen bir eski istanbul hanfen­ disi edasıyle geldi. Apartman sahibinin kızı haber verd i : - Ankara'dan arıyorlar efendim . . . - Öyle m i efendim . . . Teşekkür ederi m. Apartman sahibinin kızının da ne aşifte oldu­ ğunu düşünmenin sırası değildi, kulakl iğı aldı. - Aloo .. Ha, sen misin Burhan? İyiyi m . Nası l nası l ? Telefon mu etmiş? Hallik beyefendiye ha? Bak a

145

. .


sen, bak sen küstaha! Bak, bak bak. . . Ne ayıp, ne ayıp ya rabbi! Ha . . . Demek, demek, demek Haluk beyefendi . .. HaiOk beyefendiye teşekkürlerimi bi lhas­ sa . . . Bilmem m i ? Nur içinde yatsın, anneleri ne ka­ dındı ne kadın! Ya ablaları? Bilirsin tabi, b i lmez olur­ musun? Demek sen . . . Güzel, güzel Burhan. Elbette. Ona haddini bildirmek lazım, lazım l azım. Leyla ham­ fendinin kim olduğunu . . . Paşa dedemden de bah­ setseydin. Ettin m i ? iyi. M uhalif gazete mi dedin? Anket m i ? Demek gazetenin anketine göre ... Tabi ta­ bi. . . Düşmezler elbette. Böyle pespaye birini kul la­ nan muhalif bir gazetenin dayandığı i ktidardan ne olacak? Mimle mimler. Sakla samanı gelir zamanı derler. M uhalif bir gazetede çalışmak küstahlığında bulunan bir gazeteci parçasına haddini bi ldirmek. . . Başkaca sağlık, güzellik. Tanslyonum hep öyle. B u üzüntü varken bende. Elde deği l , elde değil karde­ şim. Ne yapayı m? Peki , hoşça kal . Haaa, Burhan, ha­ berin var m ı ? Mehlika'lar M alatyaya tayin olmuş. Mehlika canım, Şefkati 'nin ablası. Melahat'a selam. Erol'le Serpi l 'i n gözlerinden öp benim yerime. Hay­ di güle güle. Kul aklığı yerine koydu. H ep o eski istanbul han­ fendisi edasıyle eteğini tutarak merdivenlere yürü­ yecekti ki, gözüne apartman sahibinin kızı il işti, kı­ zın aşifteliğini hatırlardı. Ama damadının haddini bil­ dirmek hususunda Halük beyefendiye yapılan son­ dajlar sinirlerini yatıştı rdığı için, kızı iğnel amekten vazgeçerek, sadece, - Kardeşim -dedi-. Sağ olsun. Tansiyonu­ mu merak etmiş de. . . - Öyle mi efend im? Demek, önceki gün Köprü'de rastlaştı kları za­ man, yanındaki oğ lanı, Vedat' ı görmemişti. bunak ! . Leyla hanfendi süzül erek koridoru geçti . Mer­ mer merdivenleri ağır ağı r çıktı . Üst kattaki odasına geldi. . .

146


Kızı Leman ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözleriyle annesini beklemekteydl . Odaya sinirli sinirli girdi: - Kocanın yaptığını beğendin ml? Yumruklarını beline dayadı. Annesini bu haliyle ızgara maşa satıcı ianna ben­ zaten Leman, üzüldü. - Ne yapmış? - Daha ne yapacak? Umum müdüre, Haluk beyefendiye telefon etmiş! - Ne yapsın anne? - N e yapsın n e demek? Koskoca bir umum müdürü rahatsız etmeğe ne hakkı var? Bu ne saygı sız­ lıktı r? Halük beyefendi kim, o kim? Leman isyan etti : - Fazla ileri gidiyorsunuz ama. Kocama bu ka­ dar hakarete hakkı nız yok. O Halük beyefendiyse. be­ riki de muharrir Nüsret bey! - Yaaa! Demek muharrir Nüsret bey? Demek onunla birl i k oluyorsun? Demek . . . - Kocama hiç kimseni n hakarete hakkı yok! - Ben senin anneni m ama! - Neyim o lursanız olun . . . Leyla hamfendi kireç kesilmişti. Ell eri titriyor­ du. Tansiyon, kabız, kalı n bağırsak ataleti , apandisit şüphesi, arter sckloroz . . . Patlamak üzere olan bir vol­ kanı hatırlatarak, - Derhal evimi terk et! -diye bağırdı-. Der­ hal! .. Leman'ın birden aklı başına geldi. Tansiyon, ka­ bız, kal ın bağ ırsak ataleti , apandisit şüphesi , arter sckloroz . . . Ya günün biri nde ölüverirse? Bir roman­ da buna benzer bir şeyler okumuş, bütün gece an­ nesi gözünün önünden gitmemiş, sahaba kadar ağla­ mıştı. Yelkenl eri indirdi. - Anneciğim, şeker anneciğim . . . - Evimi terk et diyorum sana! 147


- Fakat anneciğ('im . . . - Fakatı makatı yok. Derhal terk et evım ı , sevgili kocanın yanına g i t v e b i r daha d a gözüme görünme. Leman i sminde eviadım yok benim, marş! Ojesi dökülmüş parmağıyla kapıyı gösterdi. Leman mavi eşarpını başına sirıirli sinirli al ıp, siyah mantosu, siyah çantası , siyah iskarpinleriyle annesinin evin i terk etti. Caddeye çıktı . Kocası na bu kadar hakaret edilmesine göz yu­ mamazdı. Nihayet, son derece . genç, toy bir çocuk­ tu. Zekiydi de. Kayınvaldesiyle burun buruna olmak­ tan nefret ediyorsa . . . Evet, biraz i leri gitmiyor de· ğ i ldi ama, kavgaya çoğu sefer annesinin sebep oldu­ ğunu da bil iyordu. Tramvaya atladı . - Bilet! Çantasını açtı, biletçiye para verdi. Damadının evi elbetteki eski Mahkemei temyiz · azası merhum kocasının evi gibi olamazdı. Annesi her bakımdan mükemmel , mükel lef olsunlar istiyor­ du. Perdeler, korn işler, koltuk kanep·e, taban halı­ ları . . . Nüsret ne diyordu ki : ayağımızı yorganı­ mıza göre uzatalım karıcığım! Şimdilik basit, alelade bir yazarım ama, .gün gelecek, harnlemi yapıp birinci plana geçeceğim! . .. Kocasının hamle yapacağına, çok, çok yüksele­ ceğine i nanıyordu Leman. Kocasının fermede, fı rsat kolladığını bil iyor, yorgana göre ayak uzatmağa inanı­ yordu. Annesi ise: " . . . kabahat sende Leman -diyor­ du-. Çok uysal , çok yumuşak başlısın. Babanı ha­ tırlasana! N as ı l didiklerdim, nasıl yerdim başının eti­ ni.. Sen halalarma çekmişsin. Aptallığın alemi yok. Dayat. Erkek deği l mi? Bulsun, buluştursun, ne ya­ parsa yapsın . . Hayır. . . Annesi gibi düşünmüyordu, düşünme­ yecekti . Annesi, dayısı yoluyla işlerini bozmakta de" · · ·

.

D

148


vam etse bile, dayanmaya karar vermişti . Kocasının hamle yapacağı ndan emindi. Gerekirse istifa edip, bir başka yerde, bir başka iş bulurdu. Bütün işler dayısı Burhan beyle, U mum Müdür HalCık beyefendi­ nin emirleri altında deği ldi ya! Kocasını seviyordu, seviyordu işte. Annesine, dayısına, Halük beyefendiye, Başbakana, hatta Cum­ hurbaşkanına, Allahütaalaya rağmen seviyordu ko­ casını. Tramvaydan atladı. Vapur hareket etmek üzereydi, zil çalıyordu. Koşarak gişeye geldi, bilet aldı , vapura tam zama­ nında atlad ı . Evet, h e r şeye rağmen seviyordu Nüsret'i . . . Annesine d e büsbütün acımıyor deği ldi ama. . . En iyisi kocasına annesinden söz açmamak, hele az önceki hakareti asla duyurmamaktı . Bileti birinci olduğu halde, tenha diye ikincinin dışarı sı na oturd u . Hava epeyce sert diye kimseler yoktu. Yalnız, göğsünü rüzgara vermiş, ateşl i bir deniz eri taa karşıya yanl amış, gözleri ni Selimiye'ye dikmişti. Deniz erini birden b i risine benzetti . Çok i yi tanıdığı b i risine o kadar benziyordu ki . Kime benzerse benzesin sırtını döndü. Rüzgarın uçurup da­ ğıttığı sarı saçlarını m avi eşarpının altına sokmaya çal ıştı . Deniz eri bir Karadeni z havası tuturmuş, hır­ çın sulara karşı hazin hazin söyleniyor. . . Döndü. •Aman ya rabbi! Çok iyi tanıdığım birisine ne kadar da benziyor! • Annesini filan unutmuştu. Dayısı, HalCık beyefen­ d i , Başbakan, daha yukardaki, daha, daha aşağıdaki­ ler. . . Deniz erinin kime benzediği fena takı lmıştı kafası na. Tekrar baktı. Deniz eri, söylediği türküye kendini kaptırmış, bi l m em ne denizaltısıyla son gittikleri Amerika'yı düşünüyordu. Ne binalardı ya! 149


Türküsünü bitirip doğruldu. Bir cigara yakmak geçti içinden .. Pantolonunun cebine el atarken, gözü Leman'a i l işti . Deminden beri oturuyor muydu bu kadın burda? Cigarasını yaktı, çöpü morlaşan h ı rçın sulara fır­ lattı. Kadın da gözucuyla bakıyordu ona. Sert rüz­ gar sarı saçlarını uçuruyordu . . . Kadın mı, kız mıydı acaba? Kadı n olmalıydı . Kırmızı yanaklar, gerdan, bacaklar . . . Deniz erini hafif bir ürperme dolaştı . . . Cigarasından aldığı ağız dolusu dumanı , burnundan bıraktı. Leman deniz eriyle tekrar göz göze gel ince, i rkildi. Ne sanmıştı adam acaba? Gülümsüyordu. Kaşları çatı ldı, yüzü asıldı. Sinirli sinirli kalktı. Bi­ rinci mevkie yürüdü. Tam içeri girerken, eşikte hatır­ l adı deniz erinin kime benzed iğini: Robert M itchum'e benziyordu. Tıpkı tıpkısına Robert M itchum. Burnu, saçları, gözleri, bakışı, Jean Russel'le çevirdikleri bir filimden hatırında kalmıştı. Rahatlayarak boş bir yere oturdu ve artık deniz erini de, Robert M itchum'u da unuttu. Köprü'ye çıktığı zaman ortalık kararıyordu. B i­ l ek saatına bakt ı : Beşi geçiyor! Hava da büsbütün ayaza kesmişti. Evde kömür vardı ama, yiyecek hiç bir şey yoktu. Kocası para bul muş muydu birinden acaba? • Eğer bulduysa, yemeğimizi küçük bir lokan­ tada yeriz! diye düşündü. Kıvırcık, siyah saçlı, uzun s iyah kirpikl i , kara gözleri ışıl ışıl kocasını çok sem­ patik buluyor, seviyordu. H ele küçücük, bir lokantada, karşılıklı yemek yemek. . . Karaköy'de böyle bir lo­ kanta vardı. Küçücük, zarif, temiz. Epeyce önce bir akşam kocasıyle gitmişlerdi. Sıcacık havasında yu­ muşak Viyana müziğinin uçuştuğu lokantayı birden­ bire Paris'te, bilmem ne sokağındaki bir lokantaya benzetmişti. Paris'e hiç gitmediği, bugünkü şartlar içinde de gitmeyi düşünmediği halde, Paris'te bil­ mem ne sokağında böyle bir lokanta olup olmadığını nereden bildiğine şaştı. Niçin Londra, New-Yor� •

150


Viyana değil de, Paris? Bir Fransız romanından mı kafasında ka lmıştı ? Yoksa bir filmden mi? Nerden ol ursa olsun, böyle bir lokanta ihtiyacını duyuyorrlu şu anda. Eğer kocası para buldu da, yemeklerini lokantada yemeyi teklif ederse, onu her zamandan çok daha sempatik bulacağını, çok daha fazla seve­ ceğini sanıyordu. Bankada bir arkadaşı vardı . Sevim. Uzun boyu, ince bel iyl e zarif bir Gaskonya kade­ hini hatırlatırdı. Bu Gaskonya kadehini de nerden çı­ karmıştı ? Gaskonya kadehi ne demek? Gaskonya'da bu tip kadeh ler çıkar mıydı ? Böyle bir deyimi nerden bi liyordu? Nerden bildiğini hatırlamıyorrlu ama, Se­ vim"i ne zaman görse aklına hemen bu gelird i : Gas­ konya kadehi ! işte bu Sevim, kocası için • Çok yakışıklı adam ! • demişti. Diyeli aylar olmuştu, o zaman di kkat edip kızmamıştı da şimdi niye kafasına takıl ıvermişti sanki ? Şaştı. Ama, şaşacak bir şey yoktu. Nasıl da di kkat etmemişti o gün? a Kocan güzel adam ! • derken göğüs g eçirmiş, ertesi gün kocası bankaya gelince de, hiç lüzum yokken koşmuş, adamı lafa tutmuştu. Hatta otobüsü kaçırmışlardı bu yüzden. Gazeteden içeri öfkeyle girdi. Ters tuttuğu gazetesinin gerisinde uyuklayan kapıcının önünden geçerken, adam birden dikkat ede­ rek, gazeteyi Indirdi. - Kimi istiyon abla? Genç kadın kızdı: - Ayol her gel işirnde sorarsıni Kapıcı pel pel bakıyordu. - Ben muharrir Nüsret beyin bayanı değil miyim? Kapıcının sert yüzü yer yer çatladı, kırıldı. Ha­ tırlamıştı , gülümsüyordu. Kızardı. - Kusura kalma abla. .. -dedi-. Akil değe! ki , duz kabağı. Nüsret beğe telefun gıvradiym m l ? Cevap beklemeden numaraları çevirdi . ·

151


- Alooo .. N us rat beeğ . . . Nüsret, - Teletona ne l üzum var be? - dedi . Odada yalnızdı o sıra. Canı sıkı l ıyordu hatta. Ka­ rısının işini halletmeden, seçmenierin nabzını yoklat­ mak için gazete tarafı ndan yurdun her yanına gön­ deri lecek arkadaşlarıyle birlikte o da gidecekti . Do­ ğu'da bir yerlere. Bununla beraber, karısı odaya gi­ rince, - Haluk beye telefon ettim ! - dedi. Kara gözleri gülüyordu. Genç kadın bozuntuya vermedi. - Yaa .. Ettin mi? - Ettim. Açtım ağzı m ı , yumdum gözümü. M uhalif gazetede çal ışmak bu bakımdan çok iyi. Herkes it gibi korkuyor. Görsen, koskoca Haluk beyin sesi titr:iyordu be. Beyefendi , Nüsret beyefendiciğim . . . Tabi yahu, sıkı mı? Parmağıma dolarım diye ödü ko­ puyor enayinin . . . -Birden başka birşey hatırladı-: Gid iyorum! leman hayretle, - Nereye? - Doğuda bir yere. Diyarbakır mı, Bitlis mi , Van m ı ? Ama bu sefer dönüşte bir romanla da ben gel eceğim, göreceksin. Önüne gelen roman yazıyor. O, bu değ i l , senin işi Haluk bey bizzat takip edece­ ğini vaat etti . Çekinilen insan ol mak güzel şey! leman içini çekti: - Para bulabiidin mi? Nüsret. roman ve çekinilen insan olmanın gururunu unutarak, kendine geldi. Leman tekrarladı: - Ha? Bulabiidin mi? - Bulamadım. - Niçin? - Avans istihkakımı tamamen çekmişim. - Gelecek avansa mahsuben bir şeyler yaparım demiştin ya? 152


- Demiştim amma .. - Patronu görmedin mi? - Gördüm, şeytan görsün yüzleri ni . . . Herifler nabız yoklama telaşesinde. Senin dalganı düşü­ nen kim? Mamafih, gitmem iyi olacak. N asıl olsa har­ cırahımı, yiyecek içecek, yatacak masrafları mı ve­ rirler. Maaşım da gene maaş. Sen annenin orda idare edersin. Sonra, bir de romanla döneceg i m .. Hatta ismini bile buldum . ......? - Ne o? Ne düşünüyorsun? - Hiç bir şey yok. - Var. - Yok Nüsret, ne olacak? - Romanım hakkındaki mütalaanı söylemedin? - Tarihi roman m ı ? - Yok canım. Dünyam ızın, h i ç olmazsa bizim kendi dünyamızın hali. Annem, kimkiminnan değir­ menci suyuynan, derdi. Sahiden de öyle. R ivayE;t ederler ki, Babil 'de meşhur bir kule yapı l ı rken yetmiş iki buçuk milletten işçi çal ışmış. Öyle bir zaman gelmiş ki , kimse kimsenin dilinden anlamaz olmuş. Dünyamızın, insanların hali , Babil kulesinin inşası sırasındaki Babil 'in haline benzemiyor mu? - Doğru. - Kimse kimsenin derdini anlamıyor, Siyasi parti ier iktıciar derdinde, i ktidardaki ler sandalyelerini kaybetmemek derdinde, sen bankaya tekrardan gir­ mek derdind esin . . . - A . . . Çıkmış değilim ki ? - Neyse, çıkmış değilsin ama, girmek derdindesin. Ben para derdindeyim, başyazar nabız yokla­ ma derdinde. Başyazar deyince aklıma geldi.. H er ne kadar tarafsızsak da, siz gene de i ktidara çatar tarz­ da ağız kul lanın, gazeteni n tirajı bakımından bu la­ zım diyor. Bizim hı;ılk nedense muhalefeti tutarmış .. Neyi tutarsa tutsun. . . Genç kadın, 153


di.

- Akşama yiyecek hiç bir şey yok evde! - de-

- Biliyorum. - Yarın sabahleyin de . . . - Biliyorum bil iyorum .. Şu senin i ş bir haftaya kadar neticelenirse, içerdeki iki aylık maaşı birden alırız, ve. . . Genç kadın cevap vermemeyi uygun buldu. Adam bi lek saatına baktı . - Haydi tüyelim! - Nereye? Ensesini kaşıdı. - Muhasebeciyi fi lan görmek kabi l değ i l m i ? - Boşver. Lafı ağzında, aksinin biri . . . Pardesüsünü aldı, çıktı lar. Asık yüzlü kapıcı gazeteyi bırakmıştı . Nüsret, - Ulan -dedi-, çok dalgacısın be Numan! - Doğru beğem .. Abiayı bu sefer de unuttum. - Demi nki hırtı atiattın m ı ? - Bak hele bak Nusrat beğ. Ben kaçın kurrasıyım? " H ı rt•sa atlamamıştı. Telefon konuşmasından hu;ıenmış, işi çakmıştı. Inen akşama, ayaza dönen havaya aldırmadan, kapıda bekliyordu. Tam da düşündüğü gibi, yazar Nüsret'le karısı kolkola çıktılar. Çıktılar ama, yanında karısı vardı , yirmi liradan söz açmak çok ayıp olurdu, sırası de­ ğildi . . . Nüsret, - Vay -dedi-, vay canım kardeşim. . . Sen burda ha? Hayrola? - Hayır. - Ne bekl iyorsun? - Seni bekliyorum. Fısıldadı : - Yirmi papel Için mi? 154


- Yok canım. Göreceğim geldi, iki laf atalım diye . . . - Yukarı n iye çıkmadın? - Çıkacaktım, kapıcı, • yok• ded i . Nüsret başını salladı, cık cık yaptı : - Namussuz. Bu kapıcı milleti yok mu . . . Demek « yok• dedi ha? - aYok• dedi. - Ben ona sorarım yarın . . . Yanyana yürürneğe başladılar. - Bir daha kapıcıya filan boşver, doğru geli Adam, - Başyazarla yazıişleri müdürünün sıkı emri varmış. . . - dedi . Nüsret hayretle durakladı : - Ne emri ? - • Içeri kimseyi sokma. Karşı partinin adamları matbaamıza bomba karlar• demiş. Nüsret güldü. - Yalandır, Keşanlı. Köylü kurnazlığıyle kendisi uydurmuştur. Dur yahu, sana karımı tanıtmadım. Tanıttı, el sıkıştı lar. Rüzgar gittikçe sertleşiyordu. - Bu gece kar var galiba . . . - dedi adam. Leman 'ın gözleri büyüdü : - Aman ağzınızı hayra açın Allahaşkınal - Ağzını hayra aç birader. Bu meteliksizlikte başı mıza bir de kar çıkarma! Köşeyi döndüler. Nüsret, - O, bu değ i l ya -dedi-, paramız olsa da bir lokantaya gitseki Adamın yür.eği hop etti . Demek parası yoktu? Leman, - O günkü lokantaya. . . - dedi . - Hangi? - Galata'daki. Hani bir gün gitmiştik? Nüsret hatırlamıştı . 155


- Sa h i . . . Mamafih a l acağınız olsun. Halkın nab­ zını yoklamaktan koca bir romanla dönünce, size o l okantada mükel lef bir ziyafet çekeceğim! Adam duymadı. Nüsret'se, « N e romanı?" d iye sormasını bekledi. Sormayınca, yan gözle baktı. - Ne düşünüyorsun ? Adam silkindi: - Ben mi? - Sen. - Hiç, yok bir şey. Hava soğuk da . . . Caddeye çıktı lar. Kitapçı vitrinierine bakarak iniyorlardı. Birden Nüsret'in bir arkadaşı , kitabevle­ rinden birinden çıktı . Bu öyle ani oluvermişti ki. - Vay -dedi-, Nüsret; merhaba Leman? Nasılsınız yahu ? Nüsret arkadaşının paralı olduğunu anlamıştı. - iyiyiz. Sen ? - Ben m i ? Hadi söyleyeyim: Çok iyiyi m! - Yani ? Nüsret'le karısının arasına girdi. - Haydi sizi bir yerlere götüreyi m ! Ufaktefek adam arkada kalmıştı . Nüsret, - Dur yahu . . . -dedi-. Arkadaşa veda edelim bari ! Ağzı hafifçe rakı kokan romancı, - O da gelsin . . . - teklifinde bulundu. - Gelsin mi ? - Gelsin ya. Nüsret döndü. - Niye geride kaldın yahu? Gel sizi tanıştı ra­ yım: Romancı Cihat Dedir. Bu d a yakın arkadaşla­ rımdan, kötü gün dostu, vefakar bir . . Romancıyle kötü gün dostu e l sı kıştılar. Yanlarından boş bir taksi geçiyordu. Romancı, - Taksi ! Araba kuwetli bir frenle durdu. .

156


Bindi ler. Leman, - O günkü yere gitsek! -dedi kocasına. - Galata'dakine mi? Romancı i lgilend i : - Boşver Galata'ya. Beyoğlu 'na çıkalım, güzel bir yere oturalım. Çek del ikanlı Galatasaray'a ! Araba yağ gibi kaydı. Bankalar caddesini homurtuyla çıktılar. Araba­ nın Şişhane asfaltından Tepebaşı'na çı kması trafik gereği olmasına rağmen, araba tersten yoluna de­ vam etti . Nüsret güldü: - Polislere boşveriyorsunuz görüyorum şoför efendi ! Romancı , - Ü ç mayısa kadar mühür onlarda. . . -dedi. Şoför, - Vaşa! -diye yarım sağ yaptı-. Şu seçiml er her yıl olsa da, mühür böyle arasıra bize geçse abi. Ne pol is, ne de şeytan şimdi. Kasap eti istediği fi­ yata satıyor, bakkal ona keza . . . - Et satanın oy'unu düşünüyorlar da ondan. - Va et satın alanın oyu? - Kör tuttuğunu derler ya hani ? Kimsenin aldrrdığı yok. Nüsret, - Babil kulesi! -diye mırı ldand ı . Romancı , - Nası l? dedi. - Babil kulesi diyorum . - Ne Babil kulesi? Nüsret anlattı . Romancı konuyu çok enteresan buldu. - Mükemmel yakalamışsın. - Şu nabız yoklamadan bir romanla da ben döneceğim! - Romanla mı? 157


- Öyle ya. Önüne gelen roman yazıyor bi rader. leman, romancının alı nabi leceğini aklederek, - Nüsret! - dedi. - Ne var? Romancı işi anlamıştı . - Beni kasdetmi'Yor hanfendi, onun kasdettiği başka. Öyle değil m i ? Nüsret başını salladı: - Söz gitti sahibini buldu bile, aldırma. Gülüştüler. Nüsret'in kimi kasdettiğini bilen romancı, - Oğlana fena taktın ... - dedi . - Kızıyorum birader. . - Niye? - Dalga m ı geçiyorsun sen de? Niyeymiş. B i lm iyor musun niye olduğunu? Şurda burda seni bile geçtiğini söylememiş mi? Araba kuwetl i bir frenle duruverince, sarsıld ı­ lar. Konu l arını unuttular. Araba tekrardan yürüdü. Ama artık o konuya dönmeeli ler. Romancı bi rden ufak tefek adama d i kkat ederek, yanında oturan. Nüsret'i dürttü. Nüsret romancının ne demek istediğini anlayarak, - Bilmem . . . - diye fısı ldadı. Romancı yüksek sesle, - Kardeş -dedi-, kara kara n e düşünüyorsu­ nuz? Bir derdiniz mi var? Uykusundan uyanır gibi kendine gelen ufak te­ fek adam, - Yoo, hayır .. - diye silkindi. Sonra, bu türlü cevap verdiğine pişman oldu. Keşke bir yalan uydursaydı . Uydursaydı da ayrılma­ nın bir yolunu bulsaydı . Ne diye bir şey bahane ede­ rek özür dilememişti sanki ? Hiç tanımadığı birinin peşine takı larak. . . Ama şu Nüsret'in Babi l Kulesi sözü . . . Akl ına adamakı l l ı yatmıştı . Gerçekten de, hiç kimse kimsenin derdiyle ilgili de9ildi . En biri ken158


disi ! Şu cenabı kürtaj işi için para bulacaktı güya. Araba durdu. Pırıl pırıl bir içki l i lokantanın önündeydiler. indiler. Romancı taksi ücretini verdi. Sigara dumanı yüklü ı l ı k b i r l okantaydı. Durakladı. Nüsret, - Ne o ? -dedi-. Niye gi rmiyorsun ? Romancıyla Leman girmişlerdi bi le. Ufak tefek adam, - Canım sıkıl ıyor. . . - dedi-. Bana müsaade etseniz de . . . - N e müsaadesi? Buraya kadar geldikten son­ ra . . . Ayıp olur girmemek. Hadi. Niçin? Niçin çekini­ yorsun? Tanımadığın birisine yük olmamak için m i ? Boş ver. S e n benim m isafirimsin. Ben o n u arkadaş­ larıyle çoook davet etmiştim. Aldırma! Koluna girdi, sürükledi. Ufak tefek adam, •Şu bizim yirmiyi versen de beni savsan daha iyi edersin! diye geçird i . Leman'la Romancı zarif b i r masaya geçmişl erdi b i l e. Garson, l i ste, gerekli şeyleri n ısmarlanması . Flo­ resans lambalarının yumuşak ışığı, sıcak hava, hafif Viyana melodileri . . . Leman, - Bu lokanta, Paris'te herhangi bir lokantayı hatı rlatmıyor mu? - diye sordu. - Paris'e gitmş miydi niz? Leman kulaklarına kadar ·kızard ı : - Voo. . . Ama y a romanda okumuş olacağım, ya da si nemadan. Hiç yabancı gel miyor. Londra, Ber· lin, Viyana değil de, Paris nedense. Garson, - Koç yumurtası kalmam ış . . . - dedi. Ufaktefek adam utandı. Romancı Leman'a baktı gözucuyle. Sonra, •

159


- Beyin salatası öyleyse . . . -dedi-. N e der­ siniz çocuklar? - iyi ya. - Fakat Nüsret, şu senin Babi l Ku lesi katama fena takıldı. Hani ayıp olmasa, bu konuyu bana bırak diyeceğ im! - Bı rakabil irim, s en daha iyi işlersin! - Yok canı m. Yalnız, anlat bakayım nasıl işleyeceksin? - Ben mi? Henüz tam manasıyle planlamadım . Fakat Doğu'da halkın nabzını yoklarken toplayaca­ ğım notlardan taydalanmak suretiyle bir şeyler yap­ mak mümkün olabil ir. Belki de boşveririm. Bu sırada hafif Viyana müziği kesildi, parti tem­ silci lerinin onar dakikalık konuşması başladı. Romancı radyodaki çatallı sesi dinlemiyor, başka şeyler düşünüyordu. Bu arada, hepsinden önemli, · Babi l Ku lesi .. ni. Fena yerleşmişti şuuraltına. Göz­ lerinn önünde geçmişin muhteşem Roma'sı canlandı. Beyaz harmaniyeleriyle Romalı vatandaşlar. Agora'­ da toplanmış, şu çatallı s esi dinliyorlardı. Gözleri ni hafifçe yumdu . Oy'unu bana ver vatandaş! Ben seni sen­ den çok düşünürüm, inan bana! Sen , mentaatının nerde olduğunu bilmezsin, Seni bizim idare etmemiz lazım. Aksi halde, yurt elden g ider, mahvolursun! Gözlerini açtı. Nüsret'in gülümseyen pırıl pırı l gözleriyle karşılaştı . - Dal d ın gene. . . - dedi Nüsret. - Evet. Şu Babil Kul esi . . . - Fena sardı seni. - Çok. - işle! - Belki d e işlerim, ama bambaşka bir teknik, bambaşka bir. . . Nasıl söyleyeyim, üslup ve galiba felsefe i l e. Yani romanın tekniği hem şeki l, hem muh­ teve . . . Yahut p·ardon, hem öz, h em biçim . . . 160


- Öz'le biçi m ' i , şeki l' l e muhteva'ya deği şmez misin? - Kim demiş değişmem diye? Ben uydurumen­ toniye al eyhtarı m. Yoksa aslı Türkçe olan, halkın kul­ lanageldiği ke limeler . . . Garson içki lerle mezeleri getirmişti . Masa donandı . Ufak tefek adcım hi'Mı a l ı şamamı ştı , iğreti oturu­ yordu. Ne diye gelmişti sanki tanımadığı birinin ma­ sas ına? Gözlerini romancıya kaldırd ı . - Soda! - dedi romancı . Saçları ı ş ı l ışıl garson koştu . Romancı soda ş işesini bardağına boşaltırken, - Rakıyı sadayla içmenizi tavsiye ed erim . . . -ded i . Nüsret, - Nası l ? - Rakıyı diyorum, sadayla içi n ! - Faydası ?. - Bir defa, böbreklerin daha iyi çal ışmasına yard ım eder. Sonra . . . - Doğru . . . - l�edi . Rakılar kadehl ere konu ldu, sulandırıld ı , şerefe ka ldırılıp içi l d i . Nüsret, - O, bu değ i l de, -d iye elleri ni uğuşturdu-, muhalif bir gazetede çalışmak hayli kıyak i ş ! - N iye? - Bugün bizim Leman 'ın umum müdürüne bir ç ı k ı ştı m, � · : cmeliyd i n ! - U rn u rn müdüre h a ? - Evet. « Nüsret bey, Nüsret beyci ğim . . . " Görmeliydin. Tel efonda neler konuştuğunu, adamı nasıl haşla­ dığını anlatmaya baş lad ı . Ufak tefek adam, « Bu kadar m ü h i m adamsın da, bizi m yirminin lafını niye etmiyorsun? u diye ge-

161


çirdi. Sonra gözü Leman'a kaydı. O, lokantanın sıcak havasında kızaran yanakları, lüle lüle sarı saç ları, yeşil gözleriyle sahiden güzeldi. Nüsret'e baktı .. Mesuttu . .. şey• filan düşünmeyecek kadar mesut! Romancı, - Bir umum müdür nedir bilir misin? -diye sordu. Nüsret, - Pöh . . . -dedi-. B i lmeyecek ne var? - Anlat bakalım! - Londra, Paris, Berl in, Viyana, şimdide Vaşington, New-York seyahatları yapan . . . - Tetkik seyahatları , yahut gezi leri .. Devam et! Zarif kıravatlar, ipek gömlekler, ingiliz ku­ pon kumaşları kul lanan, ağzı purolu biri. Buna, ne­ dense muhal efetten çok korktuklarını da i lave edebi­ l i rsin ! Romancı güldü. - Niçin hala bir romana başlamadığına şaşı­ yorum .. Nüsret kulaklarını dikti. - Sahi mi söylüyorsun? - Sahi tabi. Ama bu, bir umum müdürü, yani her hangi bir tipi mükemmel anladığından dolayı değ i l ! Nüsret'in kulakları düştü. - Ya? - Umum müdürü ustaca çizdin. Ama roman için bu dış çizgiler yetmez! Leman ufak tefek adama döndü: - Siz içmiyorsunuz? Ufak tefek adam gene kulakmemelerine kadar kızararak, sil kindl. - içiyorum efendim. Hiç :istemediği halde, akl ına ·gene de a şey .. gel erek, utandı. Hey gidi u şeysiz�· günler hey! Bir zamanlar o da böyle , bunlar gib-i , tıpkı tıpkısına bun162


lar gi biydi. Bunlar ne zaman başlıyacaklardı u şey• kullanmaya acaba? - Ne düşünüyorsun ya h u ? -diye kadehini kaldırdı. Tekrar içtiler. - Garson! - Buyurun paşaml - Ekmek, ızgara köfte, bir şişe soda! - Emredersiniz. Ufak tefek adam ; romancının rahat halini düşü­ nüyordu. Acaba bu, o işi nasıl yapıyordu? Her hal­ de • şey» kul lanmaz, gerekirse kürtaj yaptırırdı. Öy­ le ya, bu kadar insana Beyoğlu'nda içki li ziyafet çeken bir insan . . . Ayda birkaç bin kazanıyordu her­ halde. Ayda bi rkaç bin! Rom8ncının gözü ufak tefek adama takı l mış, ken­ disine baktığını görünce, adam ın müthiş b i r hayran­ l ı k .içinde olduğunu sanmıştı. Herhalde kendisinin yerinde olmaya can atardı . Bir cigara yakmadan önce, Yeniharman paketi­ ni uzattı . Ufak tefek adam gene kafasının içi ndeki lerden sıyrı lıp kulaklarına kadar kızararak, bir clgara aldı, kibritini işinin ehli bir garson değil de, herhangi bir dairede, amirinin cigarasını yakmaktan özel fay· dalar uman bir küçük memur hal iyl e çaktı, roman· cının cigaras ını yaktı. - Mersi. .. - dedi. - Estağfurullah. Ötekiler de yaktı lar. - Evet, nerde kalm ıştık? Nüsret, - Eksistansiyal istlerin karamsarl ığından bah· sediyordunuz .. Romancı , tekrar ufak tefek adama baktı . Hala aynı hayranl ı k içi nde görünüyordu. Eksistansiyaliz­ min karamsarl ığını anlatı rken, bir başkası tarafın163


dan imrenilerek seyredi lmenin gururu ve h&zzı nı du­ yuyord u . Leman'a baktı . O d a gözlerini kendisine dik­ m işti . Eh, al kol a l mı ştı, tavı ndaydı da. Balzak'tan başlad ı , Standal , F l ober, Zol a , Tolstoy, Gorki , Şolo­ hot, Staynbek, Kaldve l , Dos pasos, hatta daha sal­ I a ra kadar saydı döktü . Bu arada radyo her an daki kada bi r müziği ke­ siyor, l okantadaki ler, parti leri adına konuşanların propagandalarını d i n l emek zorunda kalıyorlard ı . Ufak tefek adam içi nde birden dehşetl i b i r ne­ şe h issetti . Utanıp·, s ı k ı l madan eser kalmamıştı . Ar­ tık, tan ımadığ ı , yabancısı bir i nsan ın masasında de­ ğ i l , k ı rk y ı l d ı r tan ı ş , ahbap b i ri n i n sofrasındaydı . Bu neşeyi a l kolün verdiğini düşünmüyordu b i l e . iskemiesini Leman'a a z daha yaklaştırd ı . .. ş e y .. kul lanıp kul lanmadıklarını b i l e sorabi l i rd i . Kad ı n : - S i z i hasta sanm ıştım peş i n . . . - dedi . - Demek o kadar? - Hayır, nas ı l söyleyeyi m , dehşetli bir can sıkıntısı içinde gibiydiniz. Yahut da, katanızı kemi ren bir derdiniz var gi biydi . . . - Şimdi artık dünya vızgel i r hanfend i , açı l d ı m . Kadehini kal d ı rd ı , Leman'la tokuşturdular. Kadeh i n i bırakırken, - Beni siz açtı nız! - dedi . Sonra bunun bir çeş it kur olabi leceğini aklederek, ekled i . -: Yani sizler demek isted i m . Bu meclis, bu sofra. Paris 'te bir yerl ere benziyor demiştiniz. Çok doğru. Ben de öyle san ıyorum. Gerçekten de Paris 'te bir yerlere . . - Halbuki ne tuhaf değil m i ? N e siz, ne d e ben ömrüm üzde Pari s 'e g i tm i ş değ i l iz . . . - Değiliz. - Bazen; akl ı ma tarih kitapları n d a k i resimler gel i r. Sanırım k i , ben o y ı l larda da yaşam ı ş ı m . Sizde de olur mu böyle şey? - Olur ya. •

164


- Niçin olmasın değil mi? Belki de yaşad ık. Mesela, çok eski devirlerde yaşamış, gene böyle bir kadın olamazmıyım? - Pekala da o l abil irsiniz. - Ama öğünmeyi hiç sevmeyen, kendi halinde bir kadı n ! - Bravo. Ben de tıpkı s izin gibiyim .. - Olduğum gibi görünmeyi çok severim. Ama ol muyor. Bazı insanlar vardır, olmadıkları, olamaya­ cakları gibi görünmekten zevk a l ı rlar. Bu onlarda huy hal ine gelm iştir. N üsret aniden karıştı . - Yani ben im gibi ! Leman'ın kırmızı yanakları az daha kızard ı . - Ne münasebet? Bu söz koydukça koymuştu. Şertçe, - Nüsret! -dedi-. Ne demek istedin? - Ben mi? H i i iç . . . - Hayır, hiç deği l . Olduğun gibi görün. Maksadın neyse açı k söyle! Romancı piposunu çıkarmıştı . Lüle lüle saçl arı , taşbebek renkl i l iğiyle Leman harikuladeydi . Nüsret, - Mesel e çı karmıya lüzum yok ! - ded i . - Var. - Yok. - Var, niçin olmasın? - Var belki, fakat yeri değil . - Yeri , tam d a yeri . Benim hiç ki mseden korkum yok. Korkmak için sebep de yok zaten. - Peki ama , karıcığım . . . Leman sert bir hareketle kocasının sözünü kes­ ti. Romancıya, - Olduğu gibi görünmeyenlerden nefret ede­ rim beyefend i . Mesela N üsret. iyidir, hastır, zeki­ dir filan falan. Fakat. . . Nüsret cigarasını sinirli sinirli çı rptı . Olduğundan fazla görünmeye bayı lır! Bu165


gün, umum müdür Haluk beyefendiyi haşladığını, muhalif gazetede çalışıyor diye adamın ödü kop­ tuğunu, kekelediğini . . . - Leman yetişir! kekelediğini söyledi . Halbuki meseleden haberim var benim ! Nüsret'in kulakları gene dikildi. -. . . adamın umurunda bile değil. Nüsret, müs­ ret vızgel iyor. Dayım b i ldiğini okuyacak, ben daha kimbilir ne kadar açı kta kalacağım! Gözleri doldu. Nüsretin cigara tutan eli zangı r zangır titriyordu. - Sonra? - dedi. - Sonra . . . Sen kalkıp halkın nabzını yoklamaya, gazetene havadisler yetiştirmeye gideceksin. Ben burada . . . - Sen de annenin yanında kalacaksın Leman! Leman hıçkırdı . - Annenin yanı nda kalamayacak mısın? Öyle konuşmadık mı? Leman yaşlı gözlerini kocasına çevird i : - Kalmayacağı m, kalamayacağ ım! - diye ba­ ğırdı-. - N için? - Çünkü . , . -Tekrar hıçkırdı-. Annem beni kovdu! Masaya dayadığı koluna kapandı , hüngür hüngür boşandı. Masa, üzerindeki içkiler, Rus salatalan, bif­ tekler, böbrek ızgaralarıyle filan hüzün içindeydi . Lo­ kanta tepesinde fırıl fırıl dönen Nüsret ayı lmıştı . Ro­ mancı piposunun külünü tabiaya çırpıyor, .. Babil Ku­ lesi .,ni düşünüyordu. Herkesin kendine göre derdi var­ dı, herkes dertliydi . Radyoda konuşan çatlak sesl i , kal ın sesl i , öksürüklü aksırıklı, yahut ispenç horozunu hatırlatarak konuşan genç, dinç insanlar bile dertliy­ di ler. Sokaklarda izmarit toplayan yalı nayaklı serseri kadar bir fabrikanın yüzbinlik gel i rini cebine atan, ya­ hut muhteşem mağazasında, 'puro dumanları nın tüllen166


diği yazıhaned e kara kara düşünen ithalatçı, Ihracatçı ; traktörü geniş tarlalarını mazot koku lu homurtusuy­ le altüst eden büyük çiftçi, •dinamik ziraat•a rağmen hala karasapan ve öküzle toprağını eşeleyen küçük çiftçi, yarıcı, üçte biri ; el i nden ekmeği maki ne tara· fından alınmış ·işsiz ı rgat. . . Herkes dertl iydi. Hiç kimse kimsenin derdiyle ilgi l.i değil, herkes .bi ldiği· n i okuyor, yani ayrı bir dille konuşuyordu. Tıpkı ku­ lenin yapıldığı eski Babil şehrindeki gibi. Masada uzun bir sessizl ik oldu. Romancı, a Buraya kadar böyle, diye düşündü. Kimse kimsen i n derdiyle i lgili değil. Herkes kendi dalgasında. Peki , ne yapmal ı ? Ya, bütün dertleri s i l ip atacak, her ki lide uyan bir anahtar bulmal ı, yahut . . . Bir anahtar mı? Ne anahtarı ? Saadetimizin anahta­ rı mı? Kayıp mı oldu bu anahtar? Böyle bir anahtar var mıydı ?Yı llar yılı, yüzyı l lar boyu Babil kul esi örn· rü sürmüş insanoğlu. Kimse kimsenin derdinden anlamamış, herkes kendi çıkarını düşünmüş, derdini düşünmüş. Artık düşünarniyecek hale gelenlerse, dertleriyle bırl ı kte göçüp gitmişler. i nsanoğlu ne kadar çok fire vermiş, veriyorl Evet evet, b i r anahtar l azım, bütün i nsanl!ğı mut­ luluğa götürecek bir anahtar. Böyle şey o lmayacağını düşündü sonra. Mutlu­ l uğa götüren anahtar, sihirbaz değneği, yahut bom­ boş göklere avuç açıp bitmez tükenmez dualara giriş­ rnek. Arada ne fark vardı? Radyo gene o n dakikalık nutuklardan birine başl amıştı . Leman içini çekti, gözlerini sildi. Kocasına bak­ tı, gül ümsed i . Nüsret'in şakası yoktu. Çatık kaşlarıyle, sert çe­ l i k gibi sertti. Leman ürktü. - Niçin öyle bakıyorsun bana? ,

·

167


............? - Kadehime rakı koy! Nüsret karısının kadeh ine rakı koydu, ama ba­ kışiarındaki vahşi l i k değişmedi. - Soda da koy! Romancı daha önce davrand ı . Leman teşekkür et­ t i . Sonra kadehini kald ı rd ı . Kocasına, - Hayd i ! - ded i . Ad8m i ç i n i çekti , kadehini a l d ı . isteksizce kaldı­ rıp içti . Bırakırken, - Demek -dedi-, benim yüzümden annen seni kovdu? - Kapa bu bahsi şimdi burda! - Hayır! -Nüsret dönmüş gözleri, vahşileşmiş yüzüyle yumruğunu masaya vurdu-. Kapamayaca­ ğ ı m ! Demin sen nas ı l b i r i htiyaçl a susmad ıysaıı , şi m­ di d e s ı ra bende! Söyle, niçin kovdu annen? Leman bunları evde konuşmak tavsiyesinde bu­ lundu. - Burda konuşacağ ı z ! Herkesi n önünde! Kirl i çamaş ı rları mı başkalarına göstermekten korkmuyo­ rum ! - Bunun cesaretle alakası yok. Kirli kirlidir ve başkalarına göstermek ayıptı r ! - Başkaları n ı n sebep olduğu k i r değ i l m i ? - Öyle b i l e olsa . . . Nüsret radyoyu işaret ederek, garsona bağ ı rd ı : Sustur şu herifi b e ! Yapacakm ıs. edecek miş . . . Ne yapacakm ış? Ne edecekmiş? Benim gibi­ leri hiç ol mazsa kaynana hareketi nden kurtarabi lecek misiniz? Bütün l okanta kulak kesi lm işti . Ta köşede b i r i htiyar, gülümseyen gözleriyle teş­ vik edici biçimde bakıyordu. Leman kocası n ı n kol una g i rm işti . Öbür kol una romancı g i rdi . Nüsret'i zaptedemiyorlard ı . . . - Niçin? Beni niçin ç ı kartmak istiyorsunuz bur­ dan ? Ben de konuşmak istiyorum. Hali mden, d i rl iğim-·

168


den, esaretimden söz açmak istiyorum . Niçin mani oluyorsunuz? Lokanta kapısına doğru sürükled i ler. Müşteriler, garson lar toplanmıştı. Müşterilerden çoğu hak vermişlerdi Nüsret'e. Bir kısmı ise, · Böy­ l e aifevi meseleler umumi yerlerde konuşulmaz! " diyorlard ı . Nüsret'in çıkarılıp, karı sıyle birlikte taksiye bin­ diril mesi hiç bir şeyi değiştirmemişti . Lokanta halkı i kiye bölünmüş, yarısı Nüsret'i tutuyor, yarısı hala, «Ai levi meselelerin umumi yerlerde konuşulrnaması lazımgeldiği »ni savunuyordu. Nüsret başını taksiden çıkarıp , romancıya seslend i : - Ci hat, heeey Ci hat! ! ! Romancı lokanta kapısı ndan döndü. - Ne var? - Beni taksiye bindirmekle iş bitmez! - N için? - Eve gidince taksi ücretini ödeyecek paramız yok! Leman utançtan yerlere geçti. Bunu anlayan Nüsret, - Hani -dedi-, hani olduğun gibi görünmekten hoşlan ırdın? Niye kulaklarına kadar kızardın? - Nüsret, Nüsret'çiğim! Romancı taksi ücretin i ödedi . - - Gene iş hal lolmadı Cihat! - Neden? - Yarı n sabah kahvaltısı .i çin para, gazeteye dönebilmek için dolmuş parası , öğle, ondan sonra ak­ şam yemekleri için . . . Ertesi, daha ertesi günler de . . . Leman kahrolarak kocasının ağzını kapamaya çal ışıyordu. Şoföre, - Çek -dedi-, çabuk çek! Araba yürüdü. N üsret basbas bağı rıyordu hala: - Babil kulesi Cihat, Bab i l kules i ! Babil Kulesi169


ne yaz bütün bunları ! Küçük adamın küçük dertlerini , bi lhassa komikliklerini mutlaka yaz e mi? Sesi , istiklal caddesinde kendini yerden yere çarpan fırtınanın uğultusunda kayboldu. Cihat, ağzında pipo taksinin arkasından bakıyor, kulaklarında Nüsret sesi çınl ıyordu: · Babil kulesi Ci­ hat Babil kulesi! Babil ·kulesine yaz bütün bunları! Küçük adamın küçük dertlerini, bilhassa komiklikl eri­ ni yaz e m i ? .. Ci·hat başını sal ladı, sonra, - · Küçük i nsanın küçük derdi, büyük i nsanın büyü k derdi. Fakat dert, küçük, büyük dert, dertleri­ m iz. . . Sonra, kom ikliklerimiz. . . Muhakkak ki iş var bu oğlanda. Belki de günün b i rinde iyi b i r romancı olur. Çünkü yaşıyor, duyuyor, duyduklarını değerlen­ diriyor . . . " diye düşündü. Günün birinde kendisine ra­ kip olabi leceğini aklından geçirince, yüzü buruştu. Lokantaya g i rdi. Her şey eski haline dönmüştü. Radyodakinin pro­ pagandası susmuş, yerini çlğan müziği almıştı . Pipo­ sunu yeniden doldururken, Babil Kulesinde nel erden bahsetmesi gerektiğini tasariarnaya çalıştı. Her şeye rağmen Bab i l kulesinin yapıldığı günlerden bu güne i nsanoğlunun dişiyle, tırnaklarıyle söküp . kopardığı büyük kazançlar vardı. Roma senatosunda konuşan larla, modern zamanlar senatolarında konuşanlar ay­ nı bencil menfaatin itmesiyle müşterek laflar etseler ' bile, Spartaküs zencirlerini kopa rmıştır artık . . . Ufak tefek adam birden sordu : - « Şeyler» hakkında bilginiz var m ı ? Romancı isterse soruyu manasız bulabil irdL Hat· ta mesele çıkarır, böyle, a B anal .. şeylerin sırası ol­ madığını söyler, hesabı görüp basar giderdi. Ama ro­ mancı, manasız şeyleri zamansız soranları n da çoğu sefer haklı olduklarını bi ldiği için, a şeyler .. hakkında istenen bilginin gerisinde gizl i bir şeyler bulunması gerektiğini göz önünde tutarak, - Herkes kadar . . . - dedi . 1 70


- Siz kullanı r mısınız? - Verine göre, Evde kul lanırım, dışarda kullanmam. - « Şeylerin » i ktidarla alakası olabilir m i ? - Bulmak istedikten sonra baş ağrı larımızın bile olabil ir. Mesela cebinizdeki parayı M i l l etlerarası bankayla, yahut Klering anlaşması veya beyneimiJel dolar fonuyle i lg ili kılabilirsiniz. - Bence bütün bunlar mühim değil. Ne çekilen nutuklar, ne mevcut i ktidarın tekrar seçilmesi , ne de muhafeletin işbaşına gelmesi veya gelmemesi . . . Romanc ı , - Sizin olduğu kadar, gelecek veya gelmiyecek­ lerinden başkasının da umurunda deği l . Yani bu iş, hiç birim iz için mühim değil, yahut çok . mühim. İçeJim! Tokuşturup içtiler. Romancı ciddileşmişti. Herkes kendi derdiyle meşgul, hiç kimse ötekini anlamıyor, çoğu sefer de anlamak istemiyor. Mesela Nüsret'in karısı . . . - a Şey» kullanıyorlar m ı acaba? Romancının tepesi attı : - Saçmalama. Bu o kadar hususi bir şeydir ki , dedi kodu edilmesi ayıp değilse b) le, lüzumsuz. Siz kullanıyor musunuz? Ufak tefek adam elinden çatalı bırakıp iskemiesi­ nin arkalığına yaslandı. - Kullanmaz olaydım. Kul landım , patladı , başım derde gird i ! - Ne oldu? - Ne olabi leceğini tahmin edersiniz. - Gebe m i kaldı ? - Gebe kaldı, kalmaz olaydı . . . Romancı, - Kürtaj . . . -dedi-. Derhal kürtaj . . . Çocuk is­ temiyorsanız tabii. . . - istemiyorum kardeşim, başı mdaki lerden bık­ tım usandım. i 71 ___,


- O halde hiç vakit geç i rmeden . . . - Bil iyorum kürtaj. M esele, derhal kürtaj zaten. Kürtaj fiyatları hakkında fikriniz var m ı ? - Yok. Kimin, nerde yaptı ğ ı n ı bile b i l m iyorum. Herhalde bi rkaç yüz l i radan aşağı yapmazlar. Bir dalgam var, güzel bir kad ı n . Korunurum, korkma d i­ ye temi n etmişti . Halbuki korunamadı : Gebe şimdi. Ağlayıp duruyor. Rezil rüsva olacağı m d iyor. Koca­ s ı ndan ayrı lalı üç ay o l madı daha. Hani bi lsem böyl e biri n i , paraya acımayacağım amma, nerde! Ufak tefek adamı n kafas_ı nda ş imşek çaktı. - Ben sizi böyle birine tavsiye edeb i l i ri m isterseniz. Kaç l i ra vereb i l i rsiniz? Romancının gözleri ümitle parlad ı : - Kaç l ira .isterse. - Mesela? - Mesela . . . Üç yüz l i ra verebi l i m ! Ufak. tefek adam sevinçten ç ı l d ı rmamak i ç i n ken­ dini zor tuttu . - Benim -dedi-, bi ldiğim böyle bir doktor var. Mükemmel kürtaj yapıyor. isters eniz sizin için görüşeyim ! - Adamı siz denediniz m i ? - Şahsen ben deği l , benim han ı m . E l i çok hafif diyor. Pek pek yarım saat . . . Sonra geldiğiniz gibi çıkıp gidiyorsunuz f - Hay Allah razı olsun sizden . . . Ne zaman gidelim? - Ne zaman isterseniz. - H emen yarı n? - Hay hay . . . Demek üç yüz l i ra verebi l irsiniz? - Tereddütsüz. Size kaça yapmı ştı? - Benim hanıma, üç yüz elli almıştı ama, sizin için yabancı değ i l derim . . . - Hay ağzı n ı öpeyim. Beni tasawur edemeye­ ceğ i n kadar büyük bir dertte n kurtard ı n ! Düşünüp duruyordum, çalışamıyordum bund_aıı dolayı . Kafaını kemi riyor� u . . . -El leri n i memnunlukla oğuşturdu-. 172


Oooh , bugünüm iyi g eçti . Param da var. Aman ihmal etmeye l i m kardeş. Sizin bu hizmeti nizi de ayrıca de­ ğerlend i rmek isterim : Yok canım -dedi beriki-, hi zmet olup da . . . Kal ktı lar. Romanc ı , b i rdenbi re müthiş sevd i ğ i , yakınl ı k d uyduğu ufak tefek adamın boynuna sarilmak iste­ yen bi r sevinç içindeydi . . . Hesabı gördü . Lokantadan kolkala çıktı lar. Galatasaraydan Taksi m 'e kadar istiklal Caddesi hala kuru, dondurucu rüzgarın emrindeyd i . Üşümüyorlard ı . Hatta sağuğu duymuyorlardı bile. Adres verip aldı lar. Ertesi gün bul uşmak üzere ayr ı l d ı lar. Romancı Taks i m 'e doğru yürümüştü. Ufak tef� k adam geri döndü. Gal atasaray l i sesi nin kapısı önüne gel ince durdu. işernek gelmişti aklına. Helaya g i rip ç ı ktı . Hayatında bu kadar sevi ndiğini hatırlamıyordu. Üç yüz l i ra ! Yüzünü Romancı nın aftosu, yüzünü ken­ di baş belası için, geriye kalan yüzle de . . . Akl ı ndan neler geçmiyord u l Nüsret'teki yirmi papel l e birlikte, açı ktan yüz yi rmi l i rası olacaktı. Bu parayla bakkal borcunu mu kapasa? Kasaba olan takıntıyı mı kesse? Elbiselik kumaş mı alsa? Yahut iskarpin . . . Ne ol ursa olsun, bu hayı rlı bir tesadüf, daha doğrusu kırk yı lda i l k kendisinin vurmuş b i r piyangoydu. Şans el bette şansıyd ı . Karısı da kim o l uyordu? Belki de şu anda vurmuş kafayı yatıyordu? Kad ı n , yatmıyordu. Karşı bakka l ı n karısıyle bu işi indirip kal d ı rmaktaydı l ar. Bir ara ikisinin gözü de masa üzerindeki çalar saata H i şti : On'u geç i yord u . O n 'u geçiyordu ne demek? O n bire çeyrek vard i . Bakkal ınki sord u : - Üzerinde para var mıyd ı ? - Vard ı . Tahsi lat parası vard ı . �

1 73


iki kadın anlayışlı anlayışl ı bakıştılar. - Fakat, zannetmem. Hiç öyle huyu yoktur. - Güvenilmez. Erkek değil m i ? En moruğu, en pinponu bile, denk getirdi mi . . . - Doğru kardeş. Şeyin parçalandığı gece . . . Sen bakma onun öyle ufak tefek, cılız olduğuna. Onun ne olduğunu ben bil·irim bir de . . . - Parçalanan uşey .. değil m i ? Gülüştüler. Üç çocuğun en büyüğü, kız, w şey)) kel imesini ezberlemeğe çalışıyordu. Kardeşini düşündü. Gün geçmenin ne olduğunu bil iyorsa, u şey .. i bilmiyordu ya ! - .. şey deyince . . . Terzininki anlatıyor, on se­ nE.dir kul lanırlarmış, daha bi r günden bir güQe. . . - Hadi had i . . . dedi bakkal inki-, « On senedir kullanı larmış da daha bir günden bir güneymiş... Laf. - Bilmem, yeminle söyled i . - Tabii söyler. Kullanılmayan aşeyue ne olur? - Allah aşkına? - Gözüm çıksın ki. . . Alt katta oturan kiracı anlatıyor, terzi içer içer gel i rmiş eve, ·kadın sırnaşır­ mış, adam, hadi hadi dermiş, sen de kadı n mısın? - Niye? - Niyesi var m ı ? Beğenmezmiş! - N esini beğenecek? Pasaklının. çorabı düşüğün biri. - Adamın başkasıyle mi alakası var yoksa? - Kim bilir? Günahı vebal i boynuna . . . - Va başkasıyle alakası varsa? Bakkalı nki i lkin aldırış etmez göründüyse de, sonra fiti li aldı. Bir gün kendinin ki de böyle bir laf kaçı rmıştı : u Sen de kadın m ısın, postal ! • Dün g i bi hatı rl ıyordu bunu. Sen de kadın mısın postal demişti . Ama komşusuna bundan söz açacak değildi ya ! - Çok şükür bizim kocalarımız öylesi deği l . . . - dedi . 1 74


Beriki de aynı şeyi düşünmekteyd i . Kocasıyle şu kürtaj meselesini konuşurlarken, adam kızmış, • N e oluyorsun yahu? Ostüme üstüme gelmekte n e mana var? -demişti-. Ağzı m ın içine girecek gibi . . . Bütün bunlardan çıkan anlam neydi? Terzinin, karı­ sına dediği gibi, " Sen de kadın mısın postal l de· rnek değ i l m i ? Bununla beraber, - Çok şükürü -bastı-. Daha bir günden bir güne. . . -- Ya biz? Bizimki Enise der, ağzından bi rkaç Enise birden dökülür! . - Benim de, Ayşe'ciğim, demez m i . . . Sokak kapısı çalındı. Kadın fırlad ı . Kocasıydı. Sordu : - Kim var? -Karşı komşu, bakkalınki . - Bu saate kadar? - Seni bekledik, bana arkadaş oldu. Ne yaptı;ı şu meseleyi ? Adam müjdeyi verd i : - Öbür g ü n gidiyoruz! Kadın içeri koştu . Bakkalınki kalkmıştı. Merakla sordu: - Ne olmuş? - Olmuş şükür. Ne yapmış yapmış, işi uydurmuş. « Canım karıcığımın hayatını tehlikeye düşürür müyüm hiç! diyor. Bakkalınkinin kaşları çatıldı. Herkesin kocası ka­ rısına neler diyordu bak. Kendininki? Daha bir gün­ den bir güne karıcığım bile dememişti. Allahtan ot­ larla, çöplerle idare etti rmiştl işi. Soğukça, - Hadi hoşça kal ! - dedi kapıya yürüdü. Komşusunun kıskandığını anlayan beri ki , dünyalar kadar sevinçli, 'üsteled i : - Paranın n e kıymeti var, diyor. Bana sen la­ zımsın, senin sı hhatin lazım diyor. Sağ olsun . . . •

1 75


Bakkal ınki nerdeyse ağlayacaktı. Çıktı . Köşe başındaki el ektri k d i reğ i n i n dibine uyuz bir köpek kıvrı l m ı ş , uyuyordu. Uzaklarda, ta uzaklarda bekçi düdükleri . . . Eve gitmek istemiyor. G i d i p d e n e o l acak san­ ki ? Herkesin kocası , « Paranı n ne kıymeti var, bana sen lazımsı n , senin s ı hhati n lazım. Canın sağ olsun karıcı ğ ı m ! " diyor. Herkes kocası n ı n yanında böyle kıymetl i . Hatırı d i rhem dirh em sayı l ı r. üstüne titre­ nir Kend i n i n ? Kendi ni n ya? H iç. Belki de ölmesini ister kocası . ister ister . . . B i lmiyor mu? Bugün ölse, yarın eve genç karıyı sokar! Birden kocasının kaba öksürüğü . . . Adam b i r yandan bir yana dönerken gıcığı tut­ muştu , öksürmeğe başladı Uyand ı . Oda kara n l ı l<tı . Yatağ ı n ı n yanındaki tükürük hakkas ını arad ı . Bula­ mad ı . Öyle de fena tutmuştu ki öksürük. Niye yoktu sanki ? Karısı ? Hala mı karşıki lerdeyd i ? Birden ağız dolusu b i r balgam ! Peki ama, kutu ? Yok. Karısı da yok. Yataktan fırlad ı . Elektri k düğmesini aranı rken, sokak kapısında çevri len anahtarın sesini duydu. An­ ladı. Geliyordu. Bu s ı rada düğ meyi de bul muştu, çe­ vi rd i . Oda ayd ı n land ı . Ama kutu yoktu meydanlarda. Sıkı sıkı tembih ettiği halde . . . Tembih ettiği halde boş mu vermişti yan i ? Anas ı , babas ı n ı n karşı sında lahavi e diyemezd i . Ya nines i ? N i nesi de dedesinin karşısında. B i r gün, sıcak diye koca bir kap yemeği suratı na fı rlatm ış da. kad ı n ı n ağzı ndan tek kel ime çık­ mamış! Yumrukları belinde, don paça bekled i . Kadı n a s ı k yüzle içeri g i rd i . - A. . . Uyumuyar muydu n sen? Kan tepesine ç ı ktı . Ağzındaki olmasa bil iyordu vereceği cevabı ama . . . - D i l i n i m i yuttun ? Cevap versene !

1 76


Adam işaret etti . Kadın aniayarak koştu kutuyu geti rdi. Adam çı kardı ve rahatlad ı . - Çok izansız karı s ı n yani . . . - Ben mi? Ben mi izansızım? Bana m ı söylüyorsun? Senin gibi vurdum duymaz adamın, benim gibi izansız karısı olur! - Ne demek istiyorsun gene akşam akşam? - Zıkkımın dibini d emek .istiyorum, aniadın m ı ? - Ulhavle v ela kuwete ill a b i l la. . . - Lahavle de batsın, velakuweten de. Herkesin kocası koca. Şu karşıki en biri . Küçücük bir me­ mur parçası alt tarafı . Bak da utan. Kömüre işer, gazyağma su karıştırır, eksik dirhem kullanır, ma­ hallel iye kan kusturursun da kırk yılda bir işim düş­ se, o�la çöple idare et dersin! Adam şaşkın şaşkın bakıyordu. Karşıkınınki i le gene bi r şeyler konuştuklarını anlamıştı . - Onun kocası ne diyormuş? --'- Ne diyecek, paranın ne kıymeti var d iyormuş, bana sen lazımsın, senin sıhhatin lazım, canım karı­ cığım diyormuş. Herkes karıcığım demiyor mu, ağ­ zından bi rkaç karıcığım birden dökülüyor! . . . - Anlaşıldı anlaşıldı. Ben o türlü kocalardan de­ ğ i l i m . Benim annem babam ı n karşısı nda lahavle di· yemezdi be! - Annen başucuna otursun! - Ağzından çıksın koynuna girsin, lanet karı Sen i n annen başucuna otursun ! - Evet. Otursun d a meydan sana kal sın! - Kal ır tabii . . . - Kal ı r, gözle. Sen benim ölmemi bekl iyorsur ama, ölmeyeceğipı . Seni önüme katmadan Allah gös termesi n ! - Kend ini d e fasulye gibi n imetten sayıyor. Ser de karı mısın be, posta l ! Oda kadının tepesinde fırıl fırıl dönmeye başladı Gene, gene o l af! 177


- Posta!, posta! ha? Demek posta! diyorsun ba­ na? Ben postal ı m öyle m i ? Birden kızıica kıyamet koptu . O ona, o ona. Der­ ken bakkal , damarlarında dolaşan ecdadını n kanını ha­ tırladı . Erkeklik ölmemişti ya. Çat çut. Tokatlar. Ka­ dının çığlığı. Gecenin bu ileri saatinde avaz avaz haykıran ses, mahalleyi yerinden oynattı . Pencereler açıldı, meraklı başlar uzandı_ Terzininki de uyanmış, pencereye koşmuştu. Ses bakka l lardan geliyordu. Bakkal, karısını dövüyordu. Ah ne iyi, ne bulunmaz şeydi . Sevinçten içi içine sığmıyordu. Pencereyi kaldırdı. KarŞı pencerede ka­ tibinki n i fark eder gibi oldu. - Ayşe hanım, huuu ! - Efendim canım ? - Ne var, n e oluyor? - Dur gel iyorum, dur! Kocası na filan kulak asmadan, fırlad ı . Etekleri zil çalıyordu. Merdiveni bir koşuda indi. Ayaklarına kızının eski papuçlarını geç i rip, fı rladı. Terzini nki de i nmiş, sevinçli heyecandan yırtılır­ cas ına, bekl iyordu. Ayşe hanım koşarak gel ince, ne­ fes nefese sordu: Ne var? Ne oluyor? - Ne olacak, bakkal ı nki karı sını dövüyor! - Niçin? Sebep ne? Beriki de nefes nefeseydi . - N e olacak, gecenin b u saatına kadar komşu­ da dedi kodu yapıyor diye. Adam haklı. Ben olsam yerinde, benim de yapacağım o. Huyunu bi lmez mi­ s.in? Adam çekiştirmeden edebilir m i ? Terzininki ciddileşti. - Kimleri çekiştirdi gayri ? Kavgayı, tokat seslerini unutmuşlardı. - Seni . . . - dedi katibin ki. - Beni mi? - Seni ya. Ne istiyor senden bu kadın? Terzininkinin i nce dudakları titremeye başladı . •

-

1 78


- Bi lmem. Ne ded i ? - Çok şıeyler dedi ama, bilirsin dedikoduyu sevrnem ben. Hem canım ne diye başkasının kuyusu­ nu kazmal ı ? Ayıp deği l m i ? - Ne dedi al lah a�kına? - Ne demedi ki kardeş? En bi ri şu şey. . . On senedir kullanırlarmış, daha bir günden bir güne yır­ tı l mamış dedim, yalan dedi. Kul lanı lmayan şeye ne olur, dedi. Ama bak, benden duymuş olma, ben sev­ rnem dedikoduyu! - Kul lanı lmadığını ne bi liyormuş? - Sen şu senin altında oturandan sakın kendini! - O mu söylemiş? - Söylemiş. Bakkal ınkine her şeyleri bi r bir anlatm ış. - Ne demiş? - Güya kocan içer içer gel i rmiş de, sen sı rnaşirmışsın. Kocan, Hadi hadi --dermiş-, sen de kadın mısın . . . .. Terzininkinin iki gözü bi rden seyirrneğe başladı. - Haltetmiş! -diye bağırdı-. Haltatmiş sür­ tük! Bizim alttaki bir çift mum alsın da derdine yan­ sın! - Niye? - Niye olacak, kadın ateşl i , adam moruk! - Adamın el inden iş gelmiyor mu? - Gelmiyor tabii. - Ne b i l iyorsun?. · - Kilimin ucunu kaldırır, her gece seyrederim. Ama bundan sonra alacağı olsun onun. Madem beni herkese rezi l ediyor, ben de bil i ri m . . . - Demek, adamda hiç iş yok? Halbuki kadın genç, tıkır fıkır . . . - Alacağı olsun onun da, bakkal ınkinin de. Ko­ cam bana, hadi hadi dermiş ha? - Hem hadi hadi dermiş, hem de. . . Benden •

1 79


duymuş olma, bakkalınki dedi ki, çorabr düşük, pasak­ Ir dedi! - Çorabr düşük de kendi, pasakl ı da. Kendi çorabına sahip olsun o! Katibin sesi geldi . Karısını çağırıyordu. - Geldim geldim . . . Övünüverd i : - Beni h i ç yanından ayırmak istemez, sağ ol­ sun . . . Kızın ı n papuçlarıyle şipidik şipidik koşup gitti . Terzininki kapıya dayanmış, arkasından bakıyor­ du. Kadın evinin kapısından içeri girip, kapıyı örttü­ ğü halde bile, bakmaya devam etti . Demek alt kattaki gevezel i k etmişti ? Doğru olmaya doğruydu, kocası akşamları zi lzur­ na gel i r, yüzüne bile bakm�zd r . Sr rnaşacak olsa. " H adi had ı. . . Sen de kadın mısı n ? » derdi, doğruydu ama, ne diye yayı lm ıştı sanki ? Sonra o şey . . . Kul lanmadıkları da doğruydu. Kul­ lanılmayan şey, değil on, elli yıl bile yırtr lmadan du­ rurdu. Bunu bilmeyecek ne vard ı ? Ama niçin yayrl­ sındr? Ne diye küçük düşsündü? içini çekti . Zaten çok tali hsiz olduğu doğuşundan bel liyd i . Kendisi doğarken, babaannesi ölmüştü. Arkası ndan d ed esi , sonra babası. Bütün hayatı boyunca, " Uğur­ s uz,. diye burunlanmrştr . iki abiası kend i gibi talihsiz olmadı kları içi n , büyük büyük memurlara varm rşlard ı . Kendisininki pek pek terzi. O d a , şr rnaşacak olsa, · Hadi be sen de, kadın mısın?• diyordu. N için diyordu sanki? Kadın değil miydi ? M a­ hal lede kimin karısı ndan çirkin, kimin karısından daha az evcimentti? Kaba bir erkek öksürüğü. Kendine geldi. Alt kat­ taki komşusunun kocası. Kaprdan çeki ldi. Adam don paça, tuvalete gidiyordu. Merdivenleri ağır ağır çıkan kadın, odasına gel180


di. Kocası karyolada, sı rtüstü uzanmış, horl uyor, oda ılık ı l ı k rakı kokuyordu. Kocasına hırsla baktı. Hep onun yüzünden. Eğer böyle olmasaydı, hiç kimse dedikodu edemezdi. Ama bundan sonra alacağı olsundu alt kattaki nin! u Zehra ab la, ah Zehra ab la . . . Gençliği m mahvaluyor bu mo­ ru ğu n yüzünden . .. diye dert yandığı günleri unutmuş­ tu. Odanın bir köşesindeki ceviz sandığına gitti . Ka­ pağı usulcacık kaldırdı. Bohçaların arasından o şeyin kutusunu buldu. Bir tane çıkardı. Kullanılmış hissini vermek için, parmağıyle genişletti , örseledi. Sonra pencereden sokağa attı . Elektriği söndürdü. Katipierin aydınlık penceresi. Hala oturuyorlar­ dı. Ne iyi kocalar vardı yarabbi ! Adam bir an yanın­ dan ayırmazmış. B irden başka birşey hatırlayarak, mı­ rıldand ı : - Sormayı unuttum. Kürtaj işini ne yaptı lar acaba? Tam da onu konuşuyorlardı. Kadın, - Sonra? - dedi . Adam geceliğini giydikten sonra, devam etti : - Sonra, sağlık. Herif romancı. Havadan para kazanıyor. Roman dediğin ne ? Deli saçması . Uydur uydur yaz. Kendi lerini de bilgiç sanırlar. Dangalak, pip·o içiyor. Beş yüz desem peki diyecekti ! - Keşke deseydin. - Bu kadar dangalak olduğunu ne bilirdim? Üç yüzün, beş yüzün hiç kıymeti yok yanında. Bir de bahşiş diyor. . . - Almamazlık etme ha! - Ayıp olmasa . . . - Hadi hadi sen de. Niye ayıp olacakmış? Babanın oğlu değ i l ya! ......? - Avantadan para kazanıyormuş nıadem. 181


- Kazanmasına kazanıyor, muhakkak. Bu gece bize bir 2iyafet çekti Beyoğlu'nda, eh . . . Kadın kırıttı : - Bensiz nasıl geçti boğazından? Adam eliyle • Nah » yaptı. - Nasıl geçtiymiş, Tereyağı gibi geçti nasıl ge­ çecek? - Sen zaten hep böylesin. Beni küçültmek için eli nden geleni geri komazsın. - Fazla gevezellk etme de . . . Yer yatağına g i rd i , yorganı tepesine çekti. Kadın bir zaman dikildi kaldı. Sonra, - Yarın gidiyoruz doktora değil m i ? - diye sordu. Adam, - Hayır . . . - dedi . - Niye? - Niyesi var m ı ? Romancıyla gideceğiz ya. Kadının gözlerinde kocaman bir pipo ve kal ın dudaklı olarak düşünmüştü. Lambayı söndürüp kocasının yanına gird i . - Bu romancı kal ın dudaklı m ı ? - Yok canım. Hırtın biri . Romancı gözlerini metresinin yatak odasındaki duvar saatına kaldırdı. - Bire geliyor. . . - dedi . Permanatlı sarı saçlarını başının bir hareketiyle geriye atan kadın, dudaklarını uzattı. - Öp beni ! Romancı öptü. - Bana izin verecek misin? - Çok erken daha. - Deği l . Yanımda anahtar da yok. - Her zaman bir bahane. Niçin sanki ? Benimle birlikte neden kalmıyorsun? Buna hakkım yok mu? Hiç olmazsa haftada bir gece? - Haklısın ama . . . 182


- Ama. Ne amas ı ? - Fakat b i l iyorsun ki . . - Hiç bir şey bilmiyorum, bil mek de istemiyorum. Ama gene de sana teşekkür borçluyum. Beni büyük bir dertten kurtardın. - Teşekküre değer bir şey değ i l , vazifemdi . - Sar ben i ! Kendini adamın koli arına bıraktı. Romancı sımsıkı kavradı . . . - Öp! Öptü. - Sevgilim, de, bana. - Sevgi lim. - Canım, de! - Canım . . . - Yarın demek? -Evet. . . Aşağıda buluşuruz, on birde. O h ı rt da gelecek . . . - Hırt deme adama. - Niçin? - lşimizi görüyor ayol , bizi büyük bir dertten kurtarıyor. . . - lşimizi görmesi hırt ol masına mani m i ? M asanın üzerindeki tabladan piposunu aldı, sön­ memişti hala. - Sana iyi l i k eden biri hakkında bu türlü dü­ şünmeni istemiyorum ! - Öyle olsun. A m a gene de enayi . Elinde ma­ dem böyle bir Imkan var, ne diye beş yüz, hatta altı yüz istemezsin? - l steseydi ne olurdu? Ne olacak? Pekiyi bastı racaktım. Seni öyle üzgün gördükçe. . . Piposundan aldığı dumanı tavana üfledi. Kadın : Evet? Gördükçe? Ben de üzülüyordum! .

183


Kadın bir an sevinçten çıldırır gibi oldu. Adama heyecanla sarıldı : - Can ım, sevgilim, b i r tanem! Romancının piposu yerdeki halının üstüne düş­ tü. Kadın öyle canlı, öyle hareketliydi ki . Evine geç kalmayı fi lan unutarak, kadını kucakladı , götürüp di­ vcına sırtüstü yatırd ı . Dışarda �y vardı. Saat ikiye geliyordu. Romancı , - Vay anasını ! - dedi. - Ne var? - Saat ikiye gel iyor. .:...._ Korkak! - Ben mi? Niçi n? - Karından ödün kopuyor! Adam karyo ladan atlad ı . Bacağına pantolonunu çekerken, - Değ i l . . . -dedi-. Ödüm filan kopmuyor. Sadece . . . - Evet? - Beni bekler de . . . Yarım saat sonra evine geldiği zaman, karısını gerçekten de pencerede, kendisini bekler buldu. Canı sıkıldı. Üstüne bu kadar düşülsün istemiyordu. Pencereden atı lan anahtar ayaklarının dibine düşmüştü. Elyordamıyle aranırken, öfkesi büsbütün arttı. Ne demek istiyordu yani ? Kontrol mu ediyordu? Anahtarı buldu. Kontrol etmekle ne geçecekti eline? Kafasını kızdı rırsa. . . Fakat hayır. Bu böyle sürüp gidecekti. Kafası istediği kadar kızsın. Çocukları vardı. Sonra, karısı hiç de haksız değ i ldi, bi liyordu. Kocasını seven bir kadındı . Sokak kapısını açtı. Fakat istemiyordu üstüne bu kadar düşü lmesini. Girdi, kapıyı örttü. 184


istemiyordu, çünkü . . . Çünküsü yok, istemiyordu işte. Aç değildi, çıplak değildi . . . Merdivenleri ağı r ağır çıktı. Sofa karanlıktı. Geçti. Oda. Oda da karanlıktı . Gird i , düğmeyi çevi rdi : Karısı. B i r a n göz göze geldi ler. Kadının gÖzleri ma­ sanın üzerindeki çalar saata gitti. Romancınınki de: ikiyi yirmi beş geçiyordu. Romancı, - Beklemeseydin! - dedi . Kadın, b u saata kadar nerede olduğunu sordu. Romancı inadına cevap vermedi . Cevap vermek bir çeşit küçüklük gibisine gel iyordu. Hem bağımsız bir insandı, yahut da öyle olmalıydı . Romancıydı çün­ kü. Ona hiç kimse karışmamal ı , hiç bir şey sorulma­ malıydı. Birden Nüsret'i hatırl ayarak, kafasında şimşek çaktı . - Sorma . . . - dedi . Kadın bu kadar yumuşak cevap beklemiyordu. O kadar bekl emiyordu ki, bir kavga, evet bir kav­ ga bile hazırdı. Haftada ·ikiden aşağı olmamak üze­ re tekrarlanan böyle i kiden sonra gelişlerin manası­ nı anlamak istiyordu. Ama adam yumuşayıvermişti , masumdu demek? - Hayrola? - dedi . - Şu Nüsret'in karısı. . . - N e olmuş? - Hiç. Bi r arkadaş Beyoğlu'nda bir ziyafet çekti. Karı koca öyle bir tutuştular ki. . . - Sebep neydi? - Hiç. incir çekirdeğini doldurmaz. Fakat biliyor musun, öyle şirret bir karım olsa . . . Kadın memnun, - Ne yaparsın? - Ne mi yaparım? Bir gün tutmam evimde, Ak185


lıma hemen sen geldin. Dedim ki, karı mın kıymetini bilmeliyim ded i m ! Kadın çocuk g i b i sevindi . Kocasının boynuna atıldı. - O senin iyi liği nden kocacığım. Bir koca iyi olursa, kadın da . . . - Evet ama, kaide değ i l , Nüsret fena çocuk mu? - Değil ama, kimbi lir? - Bütün mesele kadında. Kadın iyi olursa, erkek ister istemez . . . Kadın güldü. - B izim gibi. - Evet, geç kaldığım geceler ahret suali sormasan? - Bu kadarını her kadın sorar kocacığım. - Her kadın romancı karısı değildir. . . - Doğru . . . Nüsret'in karısı sormaz m ı sanki ? - N üsret romancı değil! - Ya? - Gazeteci. Alelade bir gazeteci. Fakat karısı berbat etti. Büyük söylemeyeyim ama, benim karım öyle herkesin önünde sı rtarsa . . . - N e yaparsın? - Şu anda bilmem. Fakat . . . Kadın kocasının boynuna sarıldı: - ı;Jen kocacığımı herkesin önünde küçük dü· şürür müyüm hiç! - Doğru . . . - dedi adam -. Zaten bakma ca­ nım, fasaryanın biri . . . • Fasaryanın biri »nden hiç bir zaman haberi ol­ mayacak yazar Nüsret de, elleri arkasında, yarı çıp­ lak uzanmış, kocasını hayranlıkla seyretmekte olan karısının önünde tur atıp duruyordu. - B ok. . . -dedi romancıdan ötürü-. Kendini öyle büyük görüyor ki! Kadın Içini çekti: 186


- Hem de nasıl. R oman yazmayı kendinden başkasının başarabileceğine -inanmak istemiyor ade­ ta . . . Nüsret d e sezmişti bunu: - Hırt . . . - dedi . - Sonra bir şey daha . . . Karısı boyuna yokluktan bahseder, bu tuttu bize ziyafet çekti. Ne der­ sin? - Ne diyeceğim, fiyaka. Hele şu, halkın nabzı­ nı yoklamaktan döneyim de görsün. Koca bir Bab i l Kulesi ile çıkacağım karşısına. Romanın özü, biçimi, felsefesi melsefesi . . . Hep böyle konuşur bu ukala­ lar! - Aynı lokantada bir ziyafet de biz çekeriz ona! - Daha muhteşemin i hatta. - Altta kalmayalım da. . . Fakat, no lursun unu· tal ım bu gece olanları olmaz mı? Sonra annem, da­ yım . . . hiç de fena insanlar değiller değil m i ? Nüsret esnedi, - M üsaade et de işin bu yanını yarın düşü­ nelim . . . - Yatağa girdi, arkasını döndü karısına. Ertesi gün istanbu l 'd a başlayan rüzgarsız terte­ miz bir sabahın i l k ışıkları, akşam terzininkinin, • kullanılmış .. hissini vermek için eliyle buruşturup attığı • şey•i de aydınlattı. Hemen kapı önünde, ifti­ racıları yalaniayarak beyaz beyaz yatıyordu. Evin önünden geçip sabah narnazına gidenlerden bi rka­ çının gözüne çarptı. Görmezlikten gelenler olduysa, da, kara sakallı biri lahavle çekerek, üzerine basıp geçti . Az sonra, mahal lenin erkenci çocuklarından bi­ rinin çıplak ayağı geldi yanında durdu. Topaç gibi bir ağlandı. Eği ldi, ald ı . Evirdi çevirdi. .. Balon sandı ilkin. Balon muydu acaba? Üfleyerek şişirmek Istedi . 187


Balon değildi. Balon deği lse, neydi? Daha kuwetle üfledi . Balon olmadığ ını yüzde yüz anlamıştı , anlamıştı ama, ne olduğunu da öğren­ mesi lazı mdı . Çevresine b akınırken, yanına bir baş­ ka çocuk sokuldu. Uzun boyunlu, çarpık çenel i , sıs­ ka bir oğlan : - O n e lan? Erol gururla, - Balon . . . - dedi. - Şişir baki m ! Şişirdi. - Daha şişir. - Fazla şişmiyor ki. - Balon olsa şişer. Ver bakim. - Niye vereyim ? - Yemiyeceğiz ya? - Ye, yeme. Vermem. - Verme. Balon değil ya. - Olmasın, sana ne? Bakkalın kızı, sonra bir başka çocuk. Erol eli ndekiyle az açı ldı. Bakkalın kızı çarpık çenel i oğlana sordu: - Erol'un el indeki ne? - Balon diyor ama, değil. - Ne ya? - Ne bi leyim ben? Bakkal ı n kızıyle öteki çocuk, Erol'a yaklaştı lar. Erol şişebi ldiği kadar şişirip söndürüyor, arada par­ mağına takıyor, havada sallanıyordu. Ne bakkalın kı· zı, ne de öteki ler ne olduğunu anlayamamışlard ı . Merakları gittikçe artıyordu k i , b i r kapı açı lıp kaı­ pandı. ilkin, elinde siyah çantasıyle katip az sonra da katibin üç çocuğu çıktılar. Katip düşüneeli görünüyordu. Romancıdan ala· cağı üç yüzden başka, bundan sonra bu fiyata bu· lacağı müşteri leri tasarlıyordu. Ayda iki müşteri dü188


şerse, ikişer yüzden ederdi dört yüz, net. Şi rkette eline geçen neydi ki? Yüz altmış sağlam . Sokak boyunca dalgın yürüdü, köşeyi döndü, caddeye çıktı . Dolu bir otobüs gelmişti, atladı . Ne otobüsün omuz omuza oluşu, ne de zehir gibi sarmı· sak kokusu. Belki de üç tane bulabiiirdi ayda. O zaman, altı yüz net. Altı yüz netle neler yapılmazdı! Daireye yüz metre kala indi . Erkenci şef gelmişti. aBu heritin de kimbi lir ne dalaveresi var ki böyle erken erken dam l ıyor! , d iye akl ı ndan geçirerek, sokuldu. Şef işlere gömülmü Ştü gene. Başını kaldırd ı : - Hayrola? - Hayırlar şefim. - işlerini bitirdin mi dün? Katip yutkunduktan sonra, durumu kısaca anla· tırken , şefin kaşları çatı ldı. Sözün gidişine göre, adam bugün de izin isteyeceğe benziyordu. Fakat, « Neyse ki iyi bir doktor buldum . . . deyince, asık yüz yumuşadı. - Hükümetin bu kadar sıkı tutmasına rağmen, hala demek? - Hala şefim, vızgeliyor heriflere. Yalnız fiyat meselesi . . . - N e var fiyatlarda? - Adamakı llı artmış! Şef elindeki sigarayı tabiaya bıraktı . - Kaça mesela? Şefe de aynı numarayı yapsa mıydı acaba? Ba· basının oğlu deği ldi ya. Eksik laf etse, kulaktan ku· !ağa yayı lır, daha sonraki işlerinin bozu lmasına se­ bep olabi li rdi . - Üçyüz . . . - dedi. - Çok! - Çok ama, ne yapayı m. Doğsa daha mı iyi? Şefin kafası ndan bacanağı geçti. Ağzı sıkı, ma· hir bir doktor bulsam, beş altı yüze razıyım demişti. »

·

189


Cigarasını tabladan aldı. - Bana bak. . . -dedi-. Benim karım gibi zen­ gin bir bacanağım var, hurda demir ihracatçısı. M i l· yoner. Bana, bu iş için iyi bir doktor bulsam , beş altı yüze razıyım demişti Katibin gözleri parladı. - Hay hay şefi m. Beş altı yüz çok, üç yüze . . . - EnayiUğl bırak da, dediğimi dinle. Altıyüz sızd ırırsak enayiden, üçyüzünü doktora veririz, geri­ ye kalanını da paylaşı rız! Katip beklemiyordu, kabil değ i l beklemlyordu bunu . Az kalsın şefinin boynuna sarılacak, yanakla­ rını öpecekti . Kendini tuttu. Zihninden, i lkin iki yüz, sonra da şefle kı rışacakları fiyat farkından h issesi­ ne dOşen yüz elli geçti. Demek ki bu işte sağlam üç yüz eliisi vardı. - Emrederslniz şeflm ! -dedi-. Ne zaman emredersiniz . . . - Ben saı:ıa müşteri bulsam . . . - Hay hay. . . - Her müşteriden bana yüz lira verir misin? - Teklif mi var şefim? Senin canı n sağ olsun. Ben hiç almasam da olur. Yeter ki sen beni idare et! - idaresi kolay. Ben izin verdim, yahut filan yerdeki tahsilat için ben yol ladım derim. - Mesele yok. - Bugün, yahut yarın sabah bir haber geti rir misin? - inşallah. Çantasını kap·ıp çıktı. Gözleri birbirine çok yakın, sivri burunlu şef si­ garasını tazelerken, kendi kendine göz kırptı. Her ay, bir, iki müşteri bulsa, yüzerden i kiyüz lira eder­ d i . Bu para maaşından ayrı, Beyoğl u aleml eri için, nefsi nefsine ait bir gel i rdi ki , elbette evdekilerin hakkı olamazdı. Bilek saatına baktı. Sekiz buçuğa geliyordu. Ba•••

190


canağı da kendisi gibi erkenci olduğundan, gelmiş ol ması lazımdı. Numaraları çevirdi. - Aioo . . . Genç bir kızın körpe sesi cevapladı: - Buyurun. - Sen misin Necla? - Benim hacanak bey. . . Dakti lo Necla, b i r altmış beş boy, elli yedi kilo Uzun bacaklar, dolgun göğüs, çekici iri siyah göz­ ler . . . Patranuna baktı. B.ir masa ötede, rasgele açıl­ mış bir dosyada aradığı evraktan başını kaldırdı, daktilosuyle göz göze geldi. Necla, - Sizi istiyor. . . - dedi. - Ne varmış gene sabah sabah? Ya para ister, ya da . . . Söylenerek tel etona gitti, kulakl ığı dakti losundan aldı : - Al o . . . Sen misin ? Ne var gene? Doktor mu? -Daktilosuna göz kırptı-. Sahi mi? Hükümetin bu kadar yasağına rağmen. . . Sağlam bir şeyse, paranın ne ehemmiyeti var? Peki , peki , derhal. Derhal ru­ hum. Beni nası l bir dertten kurtaracağını tahmin edemezsin. Bugün bir cevap alabilir miyiz? Hay ya­ şayasın. Ziyafet m i ? Ne kıymeti var ziyafetin i Ner­ de istersen. Istanbul 'un neresinde emredersen ba­ canak. Haydi eyvallah. Kulaklığı yerine koydu. - Gözün aydın! - dedi. Konuşmadan her şeyi anlamış Necla, gene de: - Hayrola? - B izim bacanak. Şu iş için Iyi bir doktor bulmuş. Fakat. kim ne derse desin, şu hacanak iyi oğ­ landır vesselam. Senin meseleyi söyledlmdi, iki haf­ ta ewel , oğlan yememiş, içmemiş peşinde koşmuş. Aferin . . . Necla'nın bir hareket göstermesi lazı mdı . Koştu . 191


omuzunda kalan, ufak tefek, sıska patronun boynuna sarıldı. - Sana nasıl teşekkür edeceği mi. . . - Dur dur, deli kız. Sen m i bana, yoksa ben mi sana? - Demek bu dertten kurtuluyorum artık? - Kurtuluyorum deme, kurtuluyoruz, de! - Peki , ne zaman? - Bir katibi varmış, sevketmiş, bugün akşama doğru bir haber getirecekmiş. Dakti lo Necla sevinçten del iye dönmüştü. Şu anda bu hissini paylaşacağı bir arkadaşı . . . Aklına Melahat geld i . Bankalardan birinde, muamelatta ça­ lı şan, sarı Melahat. i ki hafta önce o da bir gece b i r saz dönüşü komşunun oğluyle şeytana uyduğunu söyl emişti . Teletona sarı ldı. - Aloo. . . M el ahat hanımı . . . Sen mısın Me la­ hat? Ben Necla! Gözün aydın. Sen de aydınlık içinde ol. Şu meseleye bir çare buldum. Şu canım, doktor işi hani ? M.ı;amelattaki sarı Melahat'ın mavi gözleri yeşil yeşil parl adı . - Sahi m i ? Aman Necla gözünü seveyim kar· deş. Akşam seni bekleyeceğim. iyi haberlerle gel. Paranın ehemmiyeti yok. . . Aynı serviste çalıştıkları Aysel bir şeyler seze­ rek, kalemi elinden bıraktı . Melahat gene sevinçli bir haber almıştı gal.iba. Saçlarını şöyle taramasa, onu daha çok sevecek ama. Sonra . . . Yeşil manisi m i var n e , tayyörü yeşi l , iskarpi nleri yeşil, çantası , el· divenleri yeşil. Halbuki Aysel yeşili hiç sevmez. Melahat konuşmasını bitirmişti . Aysel 'in yanı na gitti . Sevinç içindeydi. Aysel, kumral kaşlarını çatarak, - Ne var gene? - diye sordu. Melahat saklayacak olduysa da, imkanı yok, için· 192


de tutamayacaktı . Kabil deği l, kabil değil. Yem i n ve' rip aldıktan sonra, - Hani o gece . . . -diye başladı-. Saz dönüşü . . . Anlatmamış mıydım? - Yoo . . . Melahat şaştı : - Sahi anlatmamış mıydım? - Aniatmadın kardeş, yalan mı söyleyeceğ im? Kısaca anlattı . Aysel'in gözleri büyüdü . Renksiz yanaklarını hafif bir pembelik dolaşıp geçti? - Bir ayl ık kardeş. - Ne yapacaksın? - Demin daktil o Nec la telefon etti . . . - Necla mıydı o? Gücenme kardeş, çok samimisiniz ama, ben o kızın dudak boyayış şekl ini hiç beğenmiyorum. Bir insan kendisine yakışanı yap­ mal ı ! - Doğru . Benim i ş i m i görsün d e . . . - Gene d e dikkatli o l . Hükümetin işi çok sıkı tutuğunu unutma. Gazeteler neler yazıyor, görmü­ yor musun? - Başka çare var m ı kardeş? Her şeye rağmen. nıecburum. - Doğru. Kaça yapacakmış? - Beş, altı yüzden aşağı deği l ama . . . Ne yapayım? Bu yılkı ikramiyemle, bileziğime güveniyorum . Amaaan, can ı m sağ olsun. Sırtı mdan dağ devri ldi adeta. Aysel gözlerini önüne indirerek, ablasını düşün­ dü. Dört çocuğu vardı. Dördü de şu kadar şu kadar. Eniştesinin aldığı maaş üçyüz. Bu parayla bu za­ manda altı nüfusun geçinmesi . . . Abiası ağlayarak dert yanmışt ı . Beşinci çocuğu düşürmek için neler yapmamıştı neler. Tutkal la yapıştırılmıştı sanki mü­ barek. - Belki benim de senden bir ricam olur . . . - dedi. 193


Sarı M el ahat'ın gözleri parladı. Yoksa o da . . . - Kim için? - Abiarn ·için. M erahat'ın gözlerindeki sevinç söndü. beşinciyi düşürmek Istiyordu, olmadı . Rlcamı kırmazsın değil ml ? - A . . . Kardeş. 6mretl - Estafurullah. Sadece rica. Masalarına geçtiler. Duvar saatı on buçuğu gös­ terineeye kadar kafa kaldırmadan çal ıştılar. Tam on buçukta, Sarı Melahat başını kaldı rdı, saata baktı. Arkası saata dönük o l an Aysel sordu. - Kaç? M elahat: - On buçuk! - dedi . Doktorun bilek saatı da tam o n buçuğu göster­ mekteydi . Esneyerek masasından kalktı. Sarı taneli tespi­ hini cebinden çıkardı. Elleri arkasında, köşeden kö­ şeye gidip gelrneğe başladı. O da doktordu, Beyoğlu 'ndakiler de. Onlar da tıp fakültesini bitirm işlerdi , kendisi de. Onların bil­ diğin en az o da onlar kadar biliyordu. Demek ki, o da onlar kadar zeki, çalışkan ilm ü irfan sahibiydi . Öyle olduğu halde, niçin sanki kendisi b u kenar mahal lede de, onlar. . . Durdu. Gözlerini duvardaki paftanın kadın te­ nasül organı turuncusuna dikti . Bakıyor, görmüyor­ du. Kader mi ? Takdiri ilahi mi? Alın yazısı mı? Ka­ derse de, takdiri ilahi, yahut alın yazısı veyahut Vol­ ter'in dediği gibi, her şeyi ezelde inceden ineeye hesaplayan muhasebeciysa de, lanet olsundu. Jevhanın turuncusundan Gözlerini duvardaki çekti, dolaşmasına koyuldu. Volter'in muhasebecisi ona düşman mıydı yani? Kapı vuruldu. 194


- Gel! Dün yirmi l ira kaparo aldığı katip girdi . Kaderi , kudreti kül liye, alın yazısı, yahut Volter'in muhase­ becisini filan unutarak, adamı buyur etti. Adamın gözleri gülüyordu. Dünkü uyuşukluk, pısırıkl ı ktan eser yoktu . - Ne haber? --dedi-. Paranı n gerisini denk­ leştirdin mi? Adam dostça, - Size bir d e yeni müşter.i getirdim . . . - ceva­ bını verdi. - Yeni müşteri m i ? - Bundan sonra getireceklerimden başka doktor beyl Doktor memnun, fakat gene de ihtiyatı elden bırakmamalıydı. Rakip doktor arkadaşları, yahut po­ lis veyahut da Etibba odasının herhangi bir oyunu olabilirdi. - Ağzı sıkı m ı ? - dedi . - O tarafını hiç merak etmeyin doktor bey. Ben nasılsam, geti receklerim de . . . Doktor güldü: - Seni henüz tecrübe etmedi m ki . . . - Edeceksiniz ve benden çok memnun kalacaksınız! - inşal l ah. Para hazır m ı ? - Hazır. Bayan d a dışarda bekl iyor. Gelsin mi? Doktor ne olursa olsun hala kuşkulu: - Gelsin . . . - dedi . Katip kapıyı açtı, romancının sarışı n metresine başıyle işaret etti. Kadın zarif rugan iskarpinleri , asorti rugan çantası, dalgalı sarı saçları, i ri siyah küpeleri ve harikulade parfüm kokusuyle içeri b i r bahar havası tazef iğiyle girdi. Doktor kabi nesini aç­ tı açalı bu kadar güzel , bu kadar zar.if, bu kadar taze bir kadını muayene şerefi ne erememişti . Fakir bir aileden geldiği, kibar muhitlerde boy göstereme-­ diği için, kadın başinı döndürmüş, ne söyleyeceğini, 195


ne söyl emesi, ne türlü davranması g erektiğini şa­ şırmıştı . Kekeledi: - Buyurun, buyurun efendim. Şöyle buyurun! Kadın gösteri l en yere bir serçe ürkekliğiyle geçti, oturdu. Bazı doktorca sorulardan sonra doktor, katibe, - Siz -dedi-, bi raz dışarı çıkar mısınız? Katip hemen s i l indi. işi anlamıştı . Kapının önünde, tırnaklarını kemi rerek dikilirken romancının zarif metresi kafasının içinde soyunuyordu. Dayanamad ı . Etrafı iyice kol layıp, görülmediğine kanaat getirdik­ ten sonra, gözünü anahtar deliğine yaklaştırd ı . Fakat ol muyordu, göremiyordu. Kadının sırtüstü yattığı ma­ sa sağda kaldığı için, ancak hacağının teki dizkapa­ ğına kadar gözükebi l iyord u . Bu bile katibi çıldırtma­ ğa yetti. Sini rleri geri ldi. zangı r zangır titrerneğe balad ı . Her yanı çözü lmüştü ki, bir an anahtar deliğin­ de kör bir beyazlık. Anladı. Tam zamanında çeki lmiş­ ti. Doktor lastik eld ivenleriyle çıktı . Onun da el leri titriyordu, yüzü kireç kesi lmişti . iri, mosmor dudak­ lariyle, - Kadın değ i l , afet - dedi. Hemen laübalileştiler. - Ne söylüyorstııı bi rader, afet ki afet. - Nerden buldun bunu? - Bende bunun gibi daha neler var! - Sahi m i ? - Namussuzum ki. Doktor: - Hele otur. Seninle anlaşacağımıza akl ım kesrneğe başlad ı . Sen çok iyi bir insana benzi­ yorsun! - Teveccühünüz. - Boşver beyl i k laflara da, açık konuşal ım. - Konuşalım. - Dinle ben i : Ne ·iş yapıyorsun sen? - Ben mi? Hiç, hava, Bir şi rkette tahsidarl ık. - Eline kaç para geçiyor? !96


- Hiç, hava. - Beni mle çalışır mısın? - Nasıl yani? - Bana müşteri bul , Yağl ı müşteri. Çakıyorsun ya , hükümet şu sıra işleri adamakı llı sıkı tutuyor, fi­ yatlar yükseldi. Sen bana yüz liradan müşteri bul , yirmi lirası senin, Enayi l i k etmez, yüz e l l i , hatta iki yüz de isteyebilirsin. O zaman, gene seksenden yu­ karısı senin. Oldu mu? Katip hemen cevap vermarneyi uygun buldu. - Senin karıyı d a bedava temizleriz . . . - Bedava mı? - Öyle ya. Bu işin, bi lemedin beş kaat narkos masrafı var. . . Oldu mu? Katip biraz geç, - Peki . .. - ded i . - Sonra . . . Tam bu sırada kapı açı lmış, romancının metresi görünmüştü. Yanakları utançtan al al. Sözü kesti ler. Kadın, - Demek doktor bey, öbür gün geleceğim? - Evet hanfendl. Saat tam ikide! - Orvar. - Orvaar hanfedi . Kapıyn kadrır götürüp yolcu etti, döndü. Katip para çıkardı. Romancıdan aldığı üç tane yüzlükten bi­ rini önceden on parça ettirmişti . - Ne bu? - Haa .. Dün yirmi lira vermiştin. Seksen daha ver, tamam. - Katip iki onluk ayı rıp, üst yanını verd i . Ikisi de memnundular. Kader, kudretikül l iye, alınyazı sı, ya­ hut. Volter'in muhasebecisi.. Her ne olursa olsun, umurunda değildi. Katip, daktorun kabinesinden çıkarken, bir ço­ cuk ihtiyar bir adamdan saatı sormuştu. Kulak ver­ d i . Adam, 197


- Onbir buçuğa beş var . . . - dedi . Cebinde yirmi i·kl onluk! Oooooh .. Dünya ne güzel, insanlar ne Iyiydi. Demek bundan sonra tallhl gülecektl, Rahmetli ba­ basının hakkı olmalıyd ı . Adam, · Kı rkından sonra se­ nin talihln gülecek, zengin olacaksın oğlum ! • demiş­ ti . Öbür gQ·n kırkını bitirecekti. - Babacığım, -dedi-, zavall ı babacığım. Öl· mesen de oğlunun mürüwetini görsen olmaz mıy­ dı? Bununla beraber, hızla karşıya geçti ve babasını unuttu. O sıra tramvay da gelip durmuştu önünde. Atlayacakken, caydı. Ceblnd e yirmi I ki onluk var­ dı. Tramvaya binilir m iydi hiç? Tangır tungur, kap­ l umbağa yürüşülü şeye! H em sanki niçin kaldırmı­ yorlardı şu arabaları? Yol ları tıkarnaktan başka ne işe yarıyorlardı sanki? Bir dolmuşa atladı. Atlad ı , pişman oldu. Keş­ ke hususi bir taksi çevirseydi! Peki ama, ne yapmalıydı şimdi ? Aklına Muharrir Nüsret geldi. Onda iki onluk alacağı vardı ama, bunu düşünmenin zamanı değil­ di . Yirmi iki onluk vardı cebinde. Arkadaşından I ki onluğu al masa ne kaybederdi sanki? Hatta daha ver­ mel iydi. Iki üç, beş on luk . . . - Dur oğlum, şöfor. - Buyurun beyim ? - l neceğim. Dolmuş ücretini tam ödedi. Gazetenin yolunu tuttu. Evet evet. . . Mademki dardaydı arkadaşı. Yar­ dım etmeliydl. Artık çok kazanan biriydi. Yokluk Için­ deki arkadaşlarına . . . Aksi kapıcı. Fakat Nüsret, •Aidırma, çık, gel i • d emişti . Tam merdivenlere yürürken, yakasından bir el yapıştı: - Nlrye gediyon? 198


- Nüsret beyin yanına. - Dingonun ahırı mı bura? Haber etmeden gidilir m i ? - Terbiyel i konuş! - N iye? Sen bizi m başyazar değelsin ki . . . - N e demek Istiyorsun? - N e demek istediğlme boşver. Bura Dingonun ahırı değel. Habarsız kuş uçurtmaml - Pişman olursun ama sonra? - B en mi? Töbe dlmen mi? Tel efona sarıldı, Nüsret'l buldu. - Aloo. . . Nüsret beğ . . . Nüsret masas ı nda, yüzünü avuçl arı ıçıne almış, gece romancı üzerine söylediklerinden m üthiş bir pişmanlık içinde, düşünüyordu. Adamın hakkında kötü şeyler düşündüğü için yerlere geçiyordu. Çün·kü adam sabahleyin erkenden evlerine gelmiş, tereyağı reçel, tıraneala filan getirmiş, beş de onluk sıkıştır­ mıştı avucuna. Kapıcıya çıkıştı : - Ne varmış? N e istiyormuş? Eeeh herif! Yir­ mi lira alacağı var, eşik aşındırdı be! Kulaklığı yerine hırsla bırakt ı. Dün Başbakanın nutkunu, bugün de Içişleri ha­ kanının demecini makaslamakla meşgul arkadaşının, «Ne olmuş?• diye soruşuna c evap vermeden fırladı. Koridoru geçerken, sabahleyin romancının verdiği beş onluktan ikisini ayırıp, merdivenlerl rüzgar gibi indi . Kati bin karşısına dikildi: - Al şu yirmi l i ranı birader, kafa şlşirdin ar­ tık! Paraları suratm a fırlatıp, I ndiği merdivenlerl ko­ şarak çıktı gitti . Katip donakalmıştı. Kapıcı memnun, paraları yerden aldı, katibin avucuna tutuşturdu. Katip tek kel ime söylemeden, donmuş gibi. çıktı. Sokak boyunca, kahrola�ak yü­ rüdü. Köşeyi dönerken i ki yüz kırk l i rası olduğunu 199


hatırlayınca, sıkı ntı dağıldı. On beş, yirmi adım son­ ra, « Adnacım sen de ! " diye düşündü. qAit tarafı basit bir gazeteci parçası . Unuturum gider. . . • Ve bir daha hatı riamamak üzere, unuttu. Cebi nde yirmi dört onluk vardı , mahal leye ca­ knyla girmeliydi. Herkes parmak ısırmasa bile, i m­ renerek, kıskanarak bakmalıydı. - Taks i ! - Dol muş değil beyim . - Daha iyi y a l .. - Emrederslniz. Mahal leye geldi . Taksi ücretini verip, indi. Evi­ ne yaklaşı rken, başta büyük kızı, iki oğluyle tekmi l malın lle çocukları çevresini heyecanla aldılar, haber verdi ler: Karısı, bakkalınkl, terzininki, terzi lerin altında oturan filan saç saça başbaşa kavga etmişler. Sonra polisler gelmiş karakala götürmüşler hepsini ! - Karakala m ı ? Karakolun önü mahal le kadı nlarıyle bayram ye­ ri gibiydi. Her kafadan bir ses çıkm ıyor, ortakl ı k arı kovanı g i b i uğulduyordu. i ki taraflı olunmuş, bak­ kalınkiyle terzininki savunuluyordu. Birden arı ko­ vanı uğultusu dindi. Başları merakla çevri ldi: Katip geliyordu! Hemen çevresi alındı, mesele anlatılıverdi : Şoförün oğ lu Erol, terzilerin evi önünde, söyle­ mesi ayıp bir u şey .. bulmuş, balon sanmış. Derken çocuklar çevresini nlm ışlar. Balondu, değildi derken iş büyümüş. Bakknlın kızı , « Babama sora l ı m ! .. diye o « Ş ey ..i kapm ış, namazdan dönmekte olan baba· sına koşmuş. Adam ın nevri dönmüş. Zaten akşam­ dan karı sına doluymuş. Bu da tuz bi ber, kızı bayıltın­ cayn kadar dövmüş. Kadın durur mu? Ned i r bu se­ n i n etti ğin herif, diye araya girmiş. Meseleyi öğre­ ni nce, koşmuş terzi lere, terzininkine açmış ağzını, yummuş gözünü. Katip: 200


- Peki , bizimkinin suçu ne? - diye sordu. - Şahit. . . - dedi ler. Katibin karısı Allah için tanıklık ediyordu. Be­ yu.z başörtüsünü kim bilir kaçıncı sefer çözüp yen! baştan bağ ladıktan sonra, - Benim i şim bittiyse gideyim komser bey . . . - ded i . iriyarı komiser bitip bitmediğini, kimin suçlu, kimin suçsuz, kimin dnval ı , kimin davacı olduğunu kestirememişti ki. - Babll kulesi ! -dedi-. Her kafadan bir ses çı kıyor? Durun bakayım.. -Katibinkine döndü-: Ne balonu hanım? Ne olmuş? Niçin dövüşmüşler an­ layamadım ki ! Yazı makinesi baş ındaki memurun yanına gitti : - Yaz oğlum . . . -dedi-. Rıza efendi. . . Üzeri fazlaca alınmış bıyığıyl e Rıza: - N e yazayım? -dedi-. Söyleyin de yazayım! Komiser kanter içinde, - Bilir miyim n e yazacağ ı n ı ? Ben anladım mı k ı" ?.

Ani bir kararla kadınlara döndü: - Bana bakın, ben bu işten hiç bir şey anla� madım, sittin sene aniatsanız bile anlayacağım yok. En iyisi, barıştırayım sizi de, sulh olun gidin . . . Kadınlar önlerine baktılar. Babacan kom iser bak­ kalı nki i l e terzininkini barıstırırken , katibinki sıvıştı . Kocası n ı görünce, heyecan iandı : - Allah aşkına bu pis mahalleden çıkalımı -dedi-. Bu mahal le gibi terbiyesiz, bu mahal l e gibi dedikoducu, b u mahalle gibi . . . - Ne var? N e oldu? - Daha ne olacak kocacı ğım? Birbirlerinin aleyhinde söylenmedik söz bırakm ı yorlar. Araya fit sokmak bunlarda, birb irlerinin kuyusunu kazmak bunlarda . . . Ben dedikodudan kaçtıkça , dedikodu ge­ lip beni buluyor! 201


dı.

Katip c ebind ekl yirm i üç küsür onluğu hatırla-

- Kurtu l acağız karıcığım, yakında kurtulaca­ ğız Inşal lah! - dedi. - Nasıl? M aaşı bol bir başka Jş ml buldun yok­ sa? Adam durdu. GÖzlerinin içi gülüyordu: - Ter dökmeden kazanmanın yolunu buldum karıcığım! Artlarında mahal l e çocukları , mahalleye doğru yürüdüler. 1 954

202


ABLA

Kömür pazarının karanl ık , ahşap kalabalığına hışı ltıyla yağmur yağıyordu. Tepe gibi yüklü bir kömür arabası, hışı ltıyla yağmakta olan yağmurun altı nda, ıslak ahşap kalabalığının arasından ağır ağır geçip, kömürcünün dükkanı önünde durdu. Arabacı tepe gibi yığılı kömür çuval larının üzerinden yere atladı . Elindeki kırbacın sapıyle dük· kan kepenklerine vurdu, · Ablaa! diye seslendi. Içerde, kısık gaz l ambası nın sarı ışığında kendi kendine s igara içmekte olan i riyarı kömürcü kadın kömür geldiğini anladığı. halde işi ağırdan aldı, he­ men karşılık vermedi. Dışardakıl aceleciydl: - Abla heeyl Lambanın sarı ışığında tombu l yüzü yağl ı yağ l ı parlayan kadın yerinden kımı ldamadan karşı l ı k ver­ •

di: Ohaa ohal

- Ben geldim ablal 203


- Kel l e mi getirdin ibne, acelen ne? Odanın karşı köşesi nde, kömür tozu içindeki ke­ peneğine sarınmış, harfayarak uyumakta olan adama seslend i : u Hasan ! u Kepeneğin altı ndaki Hasan, sese kulak verirce­ sine horultusunu kesti. ikinci , ama daha sert, Ha­ san ! »da , kepeneğinin altından doğruldu. Eli yuzu kömür tozu içinde ama, kara kaş , kara gözleri , geniş omuzu, kocaman elleriyle yakışıklı bir deli kanl ıydı. Uykusu çok ağır olduğu halde, öfkeli abiayı hiç bir zaman üçletmezdi . - Buyur abla! - Kömür geldi . . . Hasan, uykulu gözlerini kocaman yumruklarıyle ova layıp esniyordu ki , dışardan gene sabırsız araba­ cının sesi : bekl iyel im mi yağmurun - Hani abla, daha altında? Abla iri, patlak gözleriyle Hasan'a bir baktı, sonra atacak bir şey arand ı , daha sonra da: · Göz­ lerini oğalayıp durma, başiarım uykundan ha ine k! dedi. Hasan fırla.dı Abla da sırtı ndaki kaba gocuğu düzelterek kalktı, kı sılı lambayı açtı , aldı, kapıya çıktı. Arahacı gerçekten de hayl i ıslanmıştı . Abla sordu: .. Kaç çuval?» Abianın el indeki gaz lambasının sarı ışığıyla ay­ dınlanan arahacı nın sakal l ı , �uru yüzü, ufacık gözle­ ri, sivri çe nes i . . . - Yirmi beş . . . - dedi . - Yağbasan'dan gel iyor bunlar değil m i ? - Ayıp ettin abla. Başka yerden g e l i r m i ? - Bel li olmaz . . . - Niye? - Arahacı mil leti değil mi, hepiniz ibne olursunuz! Arahacı sivri çenesiyle kıs kıs gülerken, ıslak •

D

204


ceketinin ıiç cebinden pusulayı çıkard ı : " Doğru ama. sana da mı lolo abla? Sen kaçı n kurrasısın?• Kalın kaşlarıyle hırslı abla, pusulayı aldı. Lamba­ nın sarı ışığında inceledikten sonra, kapının iç tah­ tasındaki ipe bağl ı kurşun kalemiyle imzalamak için lambayı bir kıyıya bıraktı. - Al bakalım erkek, sovan erkeği ! Arabacı pusulayı gene gülerek ald ı . - Yalan mı lan? - dedi abla. - Ne? - Sovan erkeği olduğun? Hasan yanlarındaydı. gülüverdi . Abla sertçe döndü: - Orospu karı gibi güleceğine girişsene çuval­ lara ! Hasan, tekme yemişçesine davranıp, arabadaki tepeleme yüklü kömür çuvallarını sırtiayıp arkaya, kömür deposuna koşturup boşaltma işine koyu ldu. Arabaemın yukardan verdiği çuval ları aşağ ıdan s ı r­ tına al ıyor, depodaki kömürlerin üzerine boşaltır­ ken kalkan kömür tozu içi nde siliniyordu. Abla, elinde gaz lambası, yatıp kalktıkları ba­ rakanın ardından depoya açı l an ara kapıda durmuş, boşaltılan kömürleri seyrediyordu. u Oğla n • ı n hala uyku sersemliği içinde olduğunu anlamıştı . Bütün çabasına karşı l ık, bel l i bi r isteksizlik içi ndeydi. Ne zaman kömür gelse de uykudan yarı buçuk uyandı rıl­ sa böyle Allah canını alır, el leri g itse ayakları geri çekerd i . Kömür karalı yüzü yaş yaş parlamağa başlayan ağiana takı ldı : - Ne o !<aşık düşmanı? Yoru ldun mu? Hasan karşılık vermed i . Arabacı araban ın üstünde. - Kolay mı abla? -dedi-. Yetmiş, seksen kiloluk çuvallar . . . Abla, boş çuvalla önünden geçmekte olan Ha­ san'a gene takı ldı: - Yazık yazık . . . Bıyığın da var! Hasan buna da karşı l ı k vermedi ama hem yo205


rulmuş, hem de hışı ltıyla yağmurdan ·iyice ıslan­ mıştı. Arabaya hırsla yanaştı, arabaemın kaydırdığı çuvallardan bir yenisini öfkeyle sırtiayıp depoya gird i . Boşalttı. Bundan önceki ler g ibi, boşalan kömü­ rün tozu kapkara bir bulut gibi yükseldi , Hasan kö­ mür tozu bulutunun içinde bir an silinip, yüze çıktı. Abla, oğlanın isteksiz, hırslı halini görüyor, acıyor mı, kızıyor muydu? Lambayı yüksekçe bir yere ko­ yup, sırtından gocuğunu attı, daldı depoya: - Sizıin gibi erkekler benim ceplerimde! Arabaya yanaştı, kocaman ·kömür çuvalını kuv­ vetli eller.i yle kaptı, d epoya götürdü, boşalttı, boş çuvalla çı ktı depodan. Hasan bir sefer yapıncaya ka­ dar o, i.kl sefer yapıyordu. Arabacı hayran hayran seyretti b i r süre. Sonra, - Val iaha bacı aşk o lsun . . . -dedi-. At da sana, avrat da! Abla yeni bir çuvalı hep aynı kolaylıkla depoya uçurdu. Dönüşte Hasan'a mahsustan omuz vurdu: •Sovan erkeği ! Kömürler boşalıp, arabacı boş çuval larıyle çe­ kip gitti kten sonra kapı larını dışarının ıslak karan­ lığına kapadılar. Ikisi de kömür tozu ıiçinde, kapka­ raydı . Abla sabunu aldı , Hasan ibriğini ; barakanın arkasındaki gusü lhaneye geçtiler. · Dök bakalım Kapı aralığındaki lambanı n donuk ışığıyle yuzu hafifçe aydınlanan genç adama aşağıdan baktı : « So­ van erkeği dedi i l kin. Hasan hala hrslı görünüyordu. Bunu anlayan ab­ la dalına mahsustan bindi : - Bıyığa hele bıyığa. Gören de sahiden erkek bellerı Hasan gene aldırmad ı . - B ıyık ked ide de var oğlum. Kı lda keramet olsa, tabakhaneye nur yağardı . . . Hasan'ın kıiç karşılık vermeyip , boyuna susuşu­ na içeriemiyor değildi ama, renk vermerneğe çalı­ şıyor, tombul, kocaman avuçları içinde ufacık kalan •

. . . •

206


sabunu köpürtmeğe çalışıyordu. Zor köpüren sabun, ellerdeki kömür tozunun karartısıyla kirleniyor, çuku­ ra kapkara sabunlu su akıyordu. Kadın yerinde kımı ldandı. Seksen altı kilo geli­ yordu. Değil kömür pazarında, bütün bir çarşıda her­ kese postasını koymuştu. Erkek gibi bağırır çağırır, nara atar, s över s ayar, güzel kadınlara erkek gibi laf atar, erkek gibi rakı, erkek gibi, erkeklerle birlik­ te cigara içerdi. Işlerin kesildiği günler dükkanın önüne iskemiesini atıp, pöstekisinin üzerine bağdaş kurduğunu gören esnaf birer ikıişer çevresini al ı r, başlanırdı yarenliğe. Varan lik bazen öyle sarardı ki, yer yerinden oynasa abianın kı l ı kıpıdamaz, Hasan evin genç kızı gibi ortalarda dolanır durur, çay dem­ l er, kahve pişirir, sigara ikram eder, sigaraları ya­ kardı. Neler konuşul mazd ı ! Eski kerhane a l emleri , sarı lirayla oynayan namlı patronalar, ci nayetler, baskınlar . . . Sakız'dan gelme Rum bir ailenin küçük kızı ol­ duğunu, iğtişaşta anasını babasını, kardeşlerini yiti· rip, on altı yaşında tiyatroya düştüğünü ancak yet­ mişine varmışlar bilirdi. Eski istasyon'da, Kazma'nın tiyatrosunda kantoya çı·ktığı geceler . . . Tiyatro al kış­ tan yı kı lırdı. Bir yanda Fel lahlar, bir yanda Rum'lar Ermeni'ler, öte yanda Türk'ler. . . Hepsi de z'ifir gibi sarhoş, hepsinin d e kanı yanıyor. Bıçaklar, kamalar, altıpatlar alesta . . . Kabil miydi ufak, ufacık bir fal so; yani, Rum kızı şu saatte çıkacakken, bu saate kalsın? Lahzada ortalık karışır, Türkçe, Rumca, Arapça, Er­ menice küfürler, naralar geceyi allak bul l ak eder, sahneye rakı şişel eri, hasır iskemieler yağmağa baş­ lardı. Patı rtının aşırı laştığı sıra Klara sahneye rüz­ gar gibi fırlar, beline dayalı ufacık, bembeyaz yum­ rukları , ufacık ağzı , kırmızı dudakları , incecik kaş­ larıyle başlard ı : " Ne bağırıyorsunuz u lan hergele ler! Arpanız mı fazla ged i ? • 207


i ltifatların en büyüğüdür bu. Göğüsler yumrukla­ nır, ahlar oflar çeki l i r, kanl ı sarhoş gözler mestlikle yumulurdu . .. Of anam babam Klara oof ! ! ! .. « Üüüüüş ! " .. Heye Allahının horozunu gı dıkladığım he­ yeee ! ! ! " Sonraları Fransız işgalinde Klara'nın çılgınları arasına sulu Fransız askerleriyle kavgacı Senegal li· ler de karıştı . Kız yüzlü Fransız oğlanları iyiyd i , hoştu ama, kal ın dudaklı Senegalli l erin şakası yoktu . Herifler o rtal ığı al lak bullak ediveriyor, tiyatronun altını üstüne getiriveriyorlardı. Bıçak, saldırma, hat­ ta altıpatlar'dan korkmayan Kl ara'nın onl ardan ödü kopUyordu. Bir gece tiyatro gene al lak bul lak ol­ muş, l üks lambası bir kurşunla parçalanmıştı . Dört beş Senegai l i Klara'yı omuzladıkları gibi yali ah . . . Feryat, figan, çırpınma, boş . Alman fabri kas ının ağ­ lması , yalvarması , ka lın dudaklı Arapları akşaması fi lan para etmemişti . Klara usulcacık karanlıklara karışıp Salvador'un kul übesine kapağı atmıştı . Sal­ vador, yakın gölde kurbağa tutan, insan lardan kaçan kendi kendine konuşan bir i talyan serserisiyd i . Tut­ tuğu kurbağaları domuz salarncısı Fernando'ya sa­ tar. parasıyle kantocu kızlara viski ısmarlard ı . işte bu Salvador, Klara'yı o gece kulübesi nde saklamış­ tı . Senegallilerin dövüştükleri yandan silah sesleri gelmiş, feryatlar yükse lmişti . Kl ara ile Salvador sa­ baha kadar lamba yakmadan oturmuşlardı . Kaç Senegal l i , kaç Fransız, kaç Rum. kaç Arap kurşunlamamıştı onun yüzünden ! Hele .bir Ermeni oğlu vardı, Pastıı·macıyan Vartan. Zeng in delikan l ı , para tonla. Klara'ya da tutkun m u tutkun. Sonunda bir Fransız subayının kurşu nuyle yuvarlanıp gltnıişti . Ama Klara ası l bir kişiyi sevdi çılgınlar gibi : Kara Hacı 'yı Kara Hacı 'yı öyle sevd i , öyle sevdi ki, onun yüzünden din değişti rci i , Hatice oldu, onun yüzünden tiyatrolarda kantoya çıkıp, göbek atmaktan vazgeçti . 208


Onun yüzünden ,iyi bir ev kadını olacaktı ki , bı rakma­ dı lar. Gene onun yüzünden Kara Hacı 'yı da temizleyi­ verdiler b i r gün. Temizleyiverdiler ama, Hatice b i r daha Klara olmadı. Tiyatrol arın semtine uğramad ı , hiç .k imseyi d e sevmedi. H i ç kimseyle yatmadı dene­ mez. Yattı. O kadar. Yoksa Kara Hacı 'yı hiç bir za­ man unutamadı . Bu yanındaki Hasan, kara bıyığı, kara kaş, kara gözleriyle Kara Hacı'yı andırıyor. Ha­ san'ı yanından ayırmaması bundandır. Ama nerde Kara Hacı, nerde Hasan ! Kara Hacı'nın, cep ağızları sırma iş lemel i lacivert şalvarını savura savura yü­ rümesi, doru atının üstünde gümüş saplı kırhacını şaklatarak geçmesi otuz tane Hasan'a değer eski Klara'nın yanında. Abla elini yüzünü iyice sabunlamıştı , kalktı . ibriği bırakan Hasan fırl adı, gitti çividen havl uyu alıp geldi. - Bu kömürler Yağbasan'dan m ı gel iyor abla? - D emin duymadın mı nerden geldiği ni? - Duymad ım. Havluyu Hasan'ın suratma şakadan attı . Neden­ se onu hırpalamak geliyordu içind en bugün. Hasan aldırış etmed i. Abianın karşı duvara vuran dev göl­ gesine baktı, sonra el lerini yıkamağa g itti . Evet, abianın içinden ona takılmak gel iyordu bu­ gün. Yanına gitti , tepesine d ikildi. Hasan döndü, baktı. Göz göze geldi ler. Hasan gülüverdi . Abla, - Ne sırttın lan? - dedi. Hasan omuz si lkti. Işine koyuldu. Abla onun el­ lerini sabunlamasını bekledi. Hasan uzun uzun sa­ bunladı el lerini, sonra yüzünü. Kalkarken abla gitti . h avluyu aldı, geldi, tuttu. Hasan çekindiysa de abla artık i l iklerine kadar tam bir d işiydl. Hasan havluyu tam bir erkek çalımıyle çekip aldı. El lerini, yüzünü uzun uzun kuruladı . Tamı tamına bir erkek gibi uzattı Ab la aldı, hanım hanımcık, götürdü çivisine astı . Hasan yatacaktı. Kep·eneğine giderken, abla. - Hasancığım . . . - ded i . 209


Hasan döndü, sertçe. - Ne var? - Dur yatma! Yüklükten yatağı, yorganı, yastığı I ndi rdi . Yere güzelce, �raz da �ştahla serdri. Örtülerini yaydıt. Sonra soyundu. Saçlarını ı;ıçıp döktü, dekolte gece­ liğini giydi. Sonra Hasan'a iştahla baktı. Hasan emretti : - Tenekeye su koy, gazocağına oturt! - Peki. Koştu . Gazocağını yaktı , titreyen elleriyle ace­ leci, tenekeyi doldurdu, hışı ltıyla yanmaya başlayan gazocağ ına oturttu . Dışarda fırtına çıkmıştı. Hasan yatağa girdi. Abl a da girecekti, Hasan gene emretti : - Lambayı söndürl Abla bir hamlede l ambaya gitti , üfledi. Oda bir an kaprakanlık kesildiyse de, barakanı n ta üst pen­ ceresinden vuran dışarının hafif elektiriği, barakanın karanl ığını ölgün sarısıyle kal ı n bir çizgi gibi aydın­ lattı.

210


EL KAPISI

Akşam yemeği yenmiş, salona geÇiilmişti . Ev sahibi. - Onu bunu bilmem . . . - diye sözü­ nün ardını getirdi-. Her şeyin başı ahlaktır! Mal­ sız, mülksüz, parasız, hatta aç yaşanabilir, fakat ah­ laksız? - Geğ i rdi. Misafirlerden bir avukat, - Ahlakı sukut etmiş bir m i l letin payidar olduğunu tarih kaydetmemi� tir. . . - ded i . Öteki davetli ler -bir doktor, b i r eczacı, b i r de mül kiye müfettişi- avukatın sözünü ciddi ciddi doğ­ ruladılar. Çok büyük bir ihracatçı olan ev sahibi kocaman göbeğini tuta tuta öksürdükten sonra: « H aa. . . diye sözünün ardını geti rmek i stediyse de, aksi gıcık bı­ rakmadı . Uzun uzun öksürdü. Gözleri yaşardı, kıpkır­ mızı kesi ldi. Bir eski bronşit• dedi, " Bronş it kro­ nik.... Ufat tefek doktor bronşit kroniğln bilimsel açı k•

21 1


lamasını yaptı. Mül kiye müfetti şi kaşla göz arasında, ispanyol nezlesi üzerine bilgi rica etti. Konuşma döndü d olaştı, tüberkülozun en yeni tedavi şekil l eri üzerinde durdu. Doktor tavındayd ı . Rujlu dudakları, ojeli tırnaklarıyle birer kıyıda oturan sayın bayanları gözden geçi rerek konuşuyordu. Avukatınki mül kiye müfettişinıi nkine fısı l dad ı : .. N e kültürlü adam değil m i ? • Dektorun sarı saçları permanatlı karısı duydu, gerdan kırarak, - Tahsi lini ve ihtisasını Avrupa'da yaptım - ded i . B u sırada ev sahibinin oğul larıyle misafirlerin kızları ve oğulları , yan odalardan birinde raspa yap­ maktaydılar. Pikabm sesi kısı l abildiğince kısılmıştı. Yarı .karanl ı k odadan arada ·k, sık bir «Ay Vedaat! ya da ihtiraslı bir fıkırtı yükseliyorsa da, tıbbın son harikaları üzerinde açıklamalarda bulunan doktorla eczaemın Batı 'dan yeni ithal edi l en çeşitli i laçları sayıp dökmeleri i lgiyle dinl endiği nden hiç bir şey duyulmuyordu. Bir ara ev sahibinin tombul bayanı bir şey baha­ ne ederek kal ktı . Yan odaya geçti . Pikaptakl raspa ağır ağır çal ıyor, karanlık odada yalnız bir çift dans ediyordu. Bayan elektrik düğmesini çevi ri nce, güneş görmüş kara böcekler gibi, odada bir kaynaşma oldu. Büyük oğlu Vedat yanağındaki ruju silerek atlad ı . Eczaemın kızı s ı rt üstü uzandığı yerden doğruldu, doktorun kızı kopuk kolyesiyl e suçlu suçlu dikildi, ev sahibinin iki nci oğlu mülkiye müfettişinin ·kızıyla gir­ dikleri kanepe altından başını uzattı . Vedat pişkin pişkin sordu: - Evet anneciğim . . . emret! - Estafurul lah yavrum. . . -dedi anne-. Eğleniyor musunuz? Kızlarla oğlanlar hep birden cevapladılar,- Eğ­ leniyoruz anneciğim. - Eğleniyoruz teyze. - Eğleniyoruz eğleniyoruz . . . »,

212


Yanına yaklaşan Vedat'a gülümseyen enne, - Ya­ n ağını s i l ! -dedi-. Baban görmesin . . . Vedat, - Boşveeer. . . - diye elini salladı. - Gö­ rürse görsün . . . - A a .. o ne biçim söz, Vedat? - Basbayağı söz, Duymazlıktan gel erek, Pekala çocuklar, eğlen i n ! -dedi-. Yalnız, biraz yavaş olun. Sesiniz salona gel iyor. . . Vedat annesini dışarı itti : - Peki peki, tüy ba­ kalı m sen haydi . . . -Kapıyı arkasından öte rken-. U lan amma d a matrak bizim kocakarı ha, - dedi . Elektrik düğmesini çevirdi , oda gene karardı . Hamfendi salona döndüğü sıra gene kocası ko­ nuşmaktaydı . Son zamanların modasına uyarak o da • sünnet-i şerif• üzere kapkara bir saka! bırakmış bı­ yık koyuverm işti . Akşam işinden döndü mü, a Sı k­ tım şu ka�ir .icadı ndan da! • diye kaldırıp bir kıyıya fırlattığı halis Borsalina şapkasının yerine ince sı­ rınmış takkesini, ipek pijamasının yerine yandan yı rt­ maçlı patiska geceliğ.i ni geçiri r, Şark üslubunca dö­ şeli odasının köşe m i nderine kendini bırakı r, eline doksan dokuzluk tespıihini alır, pıtı rdıyan dudakları , yarı örtük gözleriyle mürakabeye varırdı. Ne kadar zorlarsa zorlasın, günlük işlerini kabul değil kafası n­ dan atamazdı . Ihraç malları , ihraç nsanları hasılı ih­ racatla i lgi l i ıvı r zıvırla zihni, dudakları da • kelime­ tullah• işini görürdü. Allah vermeye Konuşmuyor, köpürüyordu « Gençliğin yüreğinden Allah korkusunu söküp attıl ar! Zındıklar! Dini esasta istinat etmeyen, temel inde Al l ah korkusu bulunmayan ahi akın Sayın bayanlardan biri usul lacık e·s nedi. Doktor, ev sahibinin özel doktoruydu, • Çok doğ­ ru , " dedi. Zerrece inanmadığı halde. Mülkiye müfettişi, sıkışınca borç para aldığın­ dan, doktordan geri kalmak istemedi : Elbetteee el­ bette beyefendi ! " . . . •

213


Eczacıyla öteki ler de başlarını önemle salladı· l ar.

Beyefendi gene havasını adamakıl l ı bulmuştu. Soluğunu toplayıp söze yeniden başlayacaktı ki , salon kapısı açı ldı, altı f.incan kahveyle hizmetçi kız girdi. Zarif önlüğü, ince çizgi leri, mermer kadar sıkı, memer kadar beyaz bacakları, görmesini bilen erkek yüreklerini ökseye yakalanmış kuş gibi çarptırarak, misafirlere doğru yürüdü. Kızı her zamandan çok da· ha güzel bulan beyefendl, gençliğin, içinden Allah korkusunu söküp atan zındıkları unuttu. Doktor göz· ucuyle kıza baktıysa da saklamaya çal ıştı bunu. Ec­ zacı çekinmeden bakmaktaydı. Hatta kızın boynunda· ki morartıyı sezince, gözü ev sahibi bayana gitti : Bu morartı d i kkatiniz·i çekmedi mi hamfendi ? Hamfendi 'yse yanındaki doktorunkine b i r şeyler anl attığından, eczaemın ne bakışını görmüştü, ne de bakışındaki sorguyu: Avukatınki somurtmuş, kızın ince bel i , geniş kalçalanndan ötürü kahrolmuştu bayağı. Gözü koca­ sına gitti. Adam öyle bakıyordu ki kıza . . . Sinirlendi , dikkatini çekecek biçi mde kımı ldayıp, öksürdükten sonra onu büsbütün göz hapsine aldı. Eve g idince görürdü o! Bir kadın, kız görm esin. Iğrenç gözlerini yiyecek gibi dikiverirdi hemen . . . Dürtüldü. Döndü. M üfettişin han ımıydı. H izmet­ çi kızın arkadan görünen zarif çizgileri ni işaret ede­ rek.- Harikulade değil m i ? - dedi. Avukatmki kocasına yeniden öfkeyle baktı , du­ dak büktü: - N ihayet hizmetçi parçası şekerim Kız kahveleri vermişti, salondan çıkınca, beye­ fendi, - Mesela bu kızcağız . . . - dedi . Bütün gözler ev sahibine çevri ldi. - Biliyorsunuz himayeme al mıştım onu. Şayet içinde bul unduğu mezbeleden çekip çıkarmasaydım, zaval l ı kimbi l i r . . . efendim?» Sağdan soldan: - Ona ne şüphe? - Doğrusu gece gündüz dua etmel i size! .. •

214


- Değil mi ya? - Bence fevkalade hayırlı bi r müdahale! Son sözler avukatın ağzından çıkmıştı. Karısıy­ le göz göze geld i l er. Kadın nerdeyse patlayacaktı . Kırdığı potu anlayan avukat önüne baktı, parmakla­ rıyle oynamağa başladı. Misafirf.e r yarıma doğru kaf,ktı lar. Vedat'la Sedat odalarına çeki ldiler. Beyefend·i takkesiyle geceliğini giyerken, ha­ nımefendi tuvafetten dönmüştü. Sordu : - Doktor çok kültürlü değil m i ? Beyefendi alınd ı : - Ben? Ben ya? O sadece ken­ di mesleği üzerinde konuştu . Beni nasıl bir ilgiyle dinledikler.i ni görmed i n mi ? Sen zaten kocanı gör­ mezsini - Görmez olur muyum kocacığım? Sen de fevkaladeydin ama . . . - Ama? - Doktor da iyiydi. - Mesleki bilgi kati değ i l . M arifet . . . Hanımefendi « Marifetin" n e olduğunu dinleme­ den elektriği söndürüp kırmızı gece lambasını yaktı. Karyolaya kocasıyle yanyana uzandı l ar. iki ağır göv­ denin esnettiği yaylar birkaç sefer pasl ı pasl ı baş­ kaldırıp gıcırdadı larsa da, çaresiz, sustular. Gecenin çok i leııi bir saatinde hiçmetçi kızın oda kapısı fiskelendi. Bütün gün koş oraya, koş bu­ raya dehşetli yorgun olduğundan fiskeyi duymadı mı, duydu uykudan mı sıyrı lamadı. . . Bir yandan bir yana dönmekle yetindiyse de, yorgan bacaklarından kaydı . Kapı yeniden biraz d a öfkeyle fiskelendi. H izmetçi duymuştu, uyan d ı , uyku sersemliği içi ndeydi , aldırmadı. Aldırmadı ama, kapıdaki ses de sabırsızdı : 215


- Pervi n ! Pervin deri n bir iç geçirdi. Gelmiyor· du, bu gece içinden gelmiyordu işte ! - Ulan başiarım ıstavrozundan ha, inek! Elinde olmayarak gülüverdi ama, gerçekten iş· temiyordu bu gece. Bıkmış usanmıştı . Çaresiz, git­ meli, açmalı , d ayatmalıydı. Gitti, açtı. Numara m ı yapıyorsun lan? - Vedat bey, valiahi bu gece . . . - B i tane atarsam ! - Val iahi çok yorgunum, bil lahi çok yorgunum ha ! - Gürültü etme! - Hem hanım gel iverir, valiahi hanım gel iverir. Hanım gel iverir d iyorum işte, hanım . . . Azgın delikanlı odaya kaymış, kapıyı kapayıp sürgülemişti bile. Odada küçücük bir kovalamaca, sert bi rkaç çekiş, kaçış, iti l iş, sonra karyolanın tatlı tatlı gıcırdamağa başlayı şı . . . �

Beyefendi gözlerini açtığı zaman karşı duvardaki yuvarlak fosforlu saati gördü. Gecenin üçünü geçiyor­ du. Karısına bakt ı. Yan üstü uzanmış, kalı n çıplak kol u yüzünü kapamıştı. Tıraşl ı koltuk altı gözükmek­ teyd i . Beyefendi yüzünü buruşturarak takkesini dü­ zeltti . Sonra karyoladan yavaşca indi. Bol gecellği, rugan terl ikleriyle odadan çı.ktı. Tuvalete gitmek için Pervin'in odası önünden geçmesi gerekiyordu. Dönüşte kızın kapısı önünde durdu. Kulağına bi rtakım mırı ltılar gelmişti. Pencereye soku ldu, oda­ nın içi ni görrneğe çal ıştı . Karanl ıkta pek bir şeyler seçemed i . Seçemedi ama birden topuzu çevri lince, sıçradı. Tam zamanında sotadaki orta masasının ar­ dına kaçıp çömelmişti. Yüreği çırpıyordu. Gözlerini kapıya dikti. Az sonra odadan pijamalı bir gölge çık­ tı . Ürkek adımlarla salona geçti. Beyefendi küçük oğlunu tanımıştı . Pervin'in kapısı kapandı . 216


Peki bu azg ı n kız utanm ıyor muydu? Henüz bir l ise öğrencisi olan toy bir çocuktu . Ne diye baştan çı·karıyordu? Böyle şeylerle meşgul olan bir çocuk derslerini serer, alılai<ı bozulur, işi haylazlığa vurur· du! Masanı n ardından öfkeyle kalktı, gitti, Pervin'in kapısını vurdu. Kapı hemen açı ld ı . Beyefendi öfkeyle gird i : - Sedat n e geziyordu burda? Pervin başını suçlu suçlu eğdi . K ı z gene karşılık vermed i. Beyefendi çenesin­ den tutup' başını kaldırd ı : - Ha? Ne geziyordu? .........? - Utanmıyor musun? O daha çocuk, mektep çocuğu! Perv.i n hıçkırdı. - Cevap ver, utanmıyor musun? - Ben ben ne yapayım? Başa çıkarnıyorum ki. Gelmeyi n diyorum gel iyorlar . . . - Gel.iyorlar m ı ? Vedat d a m ı gel iyor yoksa? - Gel iyor elbet . . . - Neden bırakıyorsun? Niçin bağırıp çağ ırmıyorsun? - Fazla konuşma d iye dövüyorlar beni , anne­ me söyler seni kovdururuz diyorlar. Ne yapayım ben? Beyefendi siııirlendi. - Haltetmişler, itler, kovdururlarmış. Bu ev be­ nim evim, bu evin girdisi çıktısı benden soru lur. Ben asıl sana acıyorum. Kimsesiz, zavallı bir kızcağız­ sın . . . Pervin'in çıplak omuzları sarsılıyordu. Beyefendinin sesi titrerneğe başlamıştı . Yarı açık kapıdan dışarı bakti. Sonra kızın çıplak kolunu tuttu. - Öyle değil m i ? Kimses·iz, zavallı bir yavru­ cak değilmisin? Kızı kendine çekti. Kız direnmeden beye doğru gitti. Beyin, üzeri kı l l ı kocaman eli kızın beline do217


l andr. Öteki el koltukaltından geçip kızı kendine çekti . Pervin gene -Yapmayın.- d iye lnledi. Beyefendinin duyacak hal i yoktu. Bacaklarr tit­ riyordu: -Hi iişt, -dedi-. Hiç de yalnız değilsin, karı m , çocuklarım, dünya bi r yana, sen bir yanasını Pervin bir anda kocaman gecelik antarisinin kolları arasında kayboldu. Kocası hizmetçi kızın yatak odasından çıkarken yakalayan hamfendi, safada d imdik duruyordu. Beyefendi bir anlık şaşkınirktan sonra kendini toplayarak, - Kaltak! -dedi- Edepsiz .. Hamfendi şaştı : - Kimden bahsediyorsun? - Şu, şu hizmetçi krzdan. Gel odaya, anlata­ caklarrm var! Yatak odasına girdiler. - Ya bu kızı evden çabucak defet, ya da bu itleri yatr l r m ektebe vereceği m , o kadar! Hamfendi hayretler içi ndeyd i : - Peki ama, ne var? Ne olmuş? - Sedat'r Pervin'in odasından çıkarken gördüm! - Sedatı m r ? Evet, Sedat'r ! Vedat d a gelip gidiyormuş ya . . . - Ne arıyorlarmrş Pervin'in odasında? - Ne arıyacaklar, m alum! - Kızın odasında kita pları filan kalmış olmasın? - Gecenin bu saatinde kitabı ne yapacakmrş? Onu öyle, bir hizmetçi parçasının odasından çı kar­ ken görünce elim ayağrm çözüldü, gebertecektim iti de, o kaltağr da� Bu işıi çabucak hallet hanım. Aksi halde elimden bir kaza çıkacak! Şu elimin ayağırnın titremesine bak! Hamfendi -Acayip dedi-. Ne Vedat'a, ne de Sedat'a yakrştr ramad rm doğrusu. insan bir hizmetçi parçasına tenezzül eder mi. 218


- Efendim m emleketin ahlakını bu kaltaklar bozuyor. Bize gelinceye kadar kim bi l ir kaç kapı do­ laştı. Benim gül gibi çocuklarımı baştan çıkarıyor. Bu ne demektir? Ahlaksız bir neslin, efend im? Ah� !aksız bir nesl in türernesine meydan veriyor demek­ tir. Ahlakı sukuta uğramış bir milletse payidar ola­ maz! Hanım -efendi iç geçirdi :- Ben onu çoktan defaderdi m ama, sen tutuyorsun . . . - Bilir m iyim hanım? Zaval lı dedik, ortalarda kalıp ziyan olmasın ded i k . . . Bilir m iyim? Ya oğlanlardan gebe falan kaldıysa? Bak ben bunu düşünmemiştim . . . - Mahkemeye müracaat eder d e. . . - O zaman ayıkla pirincin taşını. Ama zannetmem. Çünkü hizmetQi kızlar, malum ya? - Yarın yarın --dedi hamfendi- Yarın olsun biliri m ben. Beyefendi felaket şimşeklerini kendinden uzak­ laştırmıştı : - Şu elimin ayağırnın titremesine bak Al lahaşkınal Nereden de kalkıp gittim tuvaletel - iyi ki gittin bey. Ya gitmeseydin? Demek bu hal sü rüp gidecekti . Ertesi gün öğleyi n okuldan daha önce dönen Vedat aşağıdan seslend i : - Pervin! Annesi koştu: - Ne var Vedat? - Terl iklerimi ! Annesi terl iklerini götürdü. - Pervin n erde? - H iç. H ı rsızlığını yakaladım da. - Yol mu verdin? M erdivenleri düşüneeli düşüneeli çıktı. - Yemek hazır m ı ? Karnım zil çalıyor!

219


NUMARA

işsiz figüranların çokça girip çıktığı küçücük lo­ kantanın kapısı önünde dikil iyordu. Kirli pardösüsü, harap fötrü, camlarından biri çatlak gözlüğe; niçin takmakta ısrar ettiğine akıl erdiremediğim, kirden yağlı bir ipe dönmüş kravatıyla kaç vakittir dikkati­ mi çekip duruyordu. Bir gün o lokantamn, işsiz figüranlarla duvar iş. çi lerinin çokluk veresiye karın doyurdukları o küçü­ cük lokantanın kirl i masalarından birinde karşılıklı yemek yemiştik. i nsanın dikkatini çekecek kadar cid­ diyd i . Bakmıyordu, h i ç kimseye bakmıyordu. Herkesl e dargındı sanki; ya da b u fokantada bakılmağa değer hiç bir şey yoktu. Ne ben, ne de yemek yerken gü­ lüp söyleyen yorgun işçiler. Garson yanına gelince - Kuru fasulye ve kırmı­ zı bi beri - ded i . Korkunç bir açlık içindeymişe benziyordu. Aç220


lığı, kal ın kemikli, enl i yüzünün çürük yeşilinden bel­ l iydi . Bu yeşi l , tulum tulum göz altl arına kadar ya­ yı lmıştı . Az sonra önüne sürülen kuru fasulyenin sı­ cak dumanı, yüzündeki çürük yeşili dağıttı. Kal ın kemikli, enli yüzü pembeleşti, gözleri hakla kısıldı. Hele garson bir avuç kuru kırmızı biberi fasulye ta­ bağ ının yanına bırakınca heyecaniandı bayağı. Göz­ leri güldü, ciddi ciddi geri l i yüzünün asıklığı yumu­ şad ı , çöp tanekesind e dişe dokunur bir şey bulmuş aç köpek gibi bayağı homurdand ı . O gün dikkatimi böyle çekmişti. N e olur b i r ke­ re gözlerini kaldırıp baksın! Bakmamıştı Çünkü o ay­ lar benim de ondan farkım yoktu. Onunkinin hemen hemen tıpkısı kirli pardüsüm, i pe dönmüş kravatım­ la dikkatini çekemezdim. Bugünse iş değişmişti . Fi lm şi rketlerine girip çıkışıyla işsiz figüranlara umut veren koltuğu çantalı bir.iydim. Dikkatini çekmiş olacağım ki, f okantanın kapısı yanı ndan beni yaşlı bir ti lki, bir sansar gibi kolla­ maktaydı . Önüme ç ıkıp, kibar bir eğilişten sonra bi rtakım acıklı kel imelerle benden de hasta kızı .için yardım isteyecekti. Bunu seziyordum. Lokantada bir kap kuru fasulye boyunca gözlerini bir kerecik olsun kaldırıp bakmağa l üzum görmemesine karşılık, bu­ gün öneml i kişiyd im mutlaka, yanıma sokulacaktı . Çünkü ko ku sezmişti . - Dümeni budur. . . -demişlerdi-. Veremin üçüncü devresindeki ·kızı için para i ster! Bir başka gün de yumrukla adam öldürmüş biri olduğunu öğrenmiştim. · Evet, lokantanın kapısı önünde, beni kol luyordu. Konuşmak için yalnız kalmamı bekledi'ğ ine hiç şüp­ hem yoktu. Bir ara uzaktan uzağa, göz göze geldik. Yüzünün asıkl ığı yumuşadı, el lerini ovuşturmağa baş­ lad ı . Yanından geçerken de, iyi günlerinden kalma, son derece kibar bir eği l işle şapkasını çıkarıp, bir sayın baym ışım gibi, beni selamladı. Köftehor, beni kafese koymak için numara yapıyordu. Bunu bildiğim 221


halde gene de ondan geri kalmayan bir kibarlıkla selamını aldım. Sevind i . Beni de kafese koymuştu sonunda, aviarı arasında sayılabilirdim, çantada kek­ lik! Başkalarına yaptığınca sesını yumuşatarak: - Bir istirhamda bulunabilir miyim? Hiç bozmadım: - Rica eder·i m , buyurun . . . Başladı : Veremin üçüncü devresindeki kızım i çin yard ımınızı rica ederim beyefendi l Tam tamına böyle sokulur, böyle istermiş. Fi l m şirketine girdim. Prodüktörle konuşurken bi­ l e gözlerimin önündeydi . Acı mıyordum. Veremin üçüncü devresindeki kızına da acımıyordum. Acımak gelmlyordu içimden . Üzmek istiyordum. Yanıma umutla sokulmuştu, şirketten çıkmamı gene umut­ la bei<lemel iydi. Ne çıkacaktı bundan? Hiç belki ama , içimden öyle geliyordu. Çantasında kekHk sanma­ sına mı içerlemişti m ? Belki . N e olursa olsun, bir yumrukta adam öldürmüş, bir ocak sönmüş, bir cana kıymıştı. Haklı d a olabilirdi ama, hiç bir hak­ lı bir cana kıyacak kadar haklı olamazdı. Kaldı ki bu adamın, « hakl ı » olabi leceğine de kanamıyordum. Taş kalpli biriydi mutlaka. Belki d e hacizler yapmış, da-­ yaklar atmış, küfürler etmiş, sefaletiere karşı bacak bacak üstüne cigara fosurdatmıştı . Çünkü o ufacık lokantada kirli pardösüm, ipe dönmüş kravatım, çe­ kingen halimle önemsiz karşısında saygıyla eğilin­ rneğe değmez biriydim. Onun ·için, karşılıklı yemek yediğimiz halde bakmamıştı bile. Kuru fasulye taba­ ğına nasıl abanmıştı ? Ya atmaca pençesini andıran elleri ? Ekmeğe nasıl geçirmişti tırnaklarını ! Kuru fa­ sulyesinden bir kaşık almağa yeltensem, beni d e belki öldürdüğü adam g i b i bir yumrukta mahvede­ bi l irdi . Bunun için üzmek istiyordum onu işte! _ Film şirketinden çıktım. Gene oradaydı . Beni bekl iyordu. Kapıdan çıkmıştım ki , albayı, generali 222


değil, bel·ki de mareşalini selamiayan bir er gibi sı­ kı bir esas vaziyete geçti . Bakmadım bi l e. inadıma. Önemli, çok, ama ger­ çe.kten çok öneml i biriydim de kafam alabi ldiğine meşguldü sanki. Köşeyi döndüm. Duvarlardaki büyük boy afişlere memnunlukla bakıyordum. Bir numara­ cının tavına düşmem iştim! Çok sürmedi memnunluğum. Birden sol ger·imde bir •karaltı . Çarpan bir kal­ bin sesini duymaya başladım adeta. Döndüm : O! camı çatlak gözlüğü ardında yaşile çalan yüzü, kı­ sılı gözleri, kirli pardesüsü, ipe dönmüş yağ lı kra­ vatı . . - Efendim? Ellerini oval ıyordu. Acı acı güldü, sonra ıçını çekti. Parmaklarıyla oynarken söze neresinden baş­ lıyacağını kestirememişe benziyordu. Belki de acıma duygumu gıdıklamak için numara yapıyordu. Belki değ i l , elbette öyleydi. Öyleydi ama, pek pek bir ta­ bak kuru fasu lyeye kavuşmak için elli, belki de alt­ mış yaşındaki bir i nsanın numara yapmak zorunda kalışı acı değil m iydi ? Kuru fasulye değil de koltuk meyhanelerinden bi rinde şarap içebi lmek için bile olsa! Yumrukla adam öldürmesi, taş kalpl i l iği, şu­ su busu . . . Bütün bunlar yalnız onun suçu muydu? Bir insan, ekmeğiyle şarabı bulabi lmek, onlara kavu­ şabi lmek için neden n numara» yapmak zorunda kal­ malıydı? Topluma karşı olan ödevi ni yerine getir­ miş bir insan huzuruyle hiç kimsenin karşısında küçülmeden sıcak yemek, zevkle lçi len içki , rahat bir döşek bulmak, insanlığının hakkı olmamalı mıy­ dı? Birden di kkat ettim, ağl ıyordu. - Ölü mevsim -diye kekeledi- öiO mevsim dolayısıyle işsizim beyefendl. Işsiz ve açım? Elimd e o lmayarak soruverdim: - Hasta kızınız ne oldu? Şaşaladı - Beni tanıyor musunuz? 223


- Eh,, şöyle böyle. - Ya . . Şaşılacak şey, gözyaşları kuruyuvermişti. Kaş­ l arı çatı lmış, yüzü belki de bir yumrukta adam öl­ d ürdüğü günkü gibi sertleşmiş, korkunçlaşmış, o gün fasulye tabağına abandığı halini al ıvermişti . Kocaman burnunun etl i kanatları hırsl ı hırslı titri­ yordu. Dudaklarını yiyerek gözlerini kıstı . Bir şeyler söylemeğe, belki de bağırıp çağı rınağa hazırlanıyor, kendini zor tutuyordu. Belki de bana karşı takındı­ ğı tavı rlarında içten olmadığını, beni s ırf taviayıp kafese koymak için öyle davrandığını haykırdıktan sonra basıp gidecekti . Öyl e olmadı. - Size -<ledi-, hasta kızı mdan bahsettim mi? - Niçin etmediniz? - Lüzum yoktu. - Anlamad ım? - Veremli ·kızımdan taş kalpiii ere bahsetmeyi tercih ederim ! .........? - Ne olursa olsun, bu yaştan sonra, bu türlü numaralarla karnımı doyurmak zorunda kal ışım acı değil m i ? .

224


SITMA

Dokuma fabrikasıyle ünlü bu Orta Anadolu i li­ nin şehri ikiye bölerek tahrikaya uzanan ağaçl ı k­ lı caddeslinde \her gün küme küme insanlara rastlanır. Bu insanlar paramparça üst başları , yalı­ nayak ya da sarı , yeşi l, turuncu işlemeli yün çorap­ larıyla beton kaldırımları çiğnerler. Fabrika yeni. kurulduğu yıllar böyle değ i l . Fab­ rikaya " gavur icadı· gözüyle ibakı ldığı, •neuzubil� lah • l a söz edi ldiği için pek yanaşılmıyor, işçi sı kın­ tısı çekil iyordu. Sonraları, köy yerlerindek düşük üc­ retlere bakarak ne de ·olsa dolgun ücret a gavur i ca­ dı nnı da sildi, R Neuzubi llah .. ları da. Şimdi artık kim­ se ne " gavur icadı»nı umursuyor, ne " n euzubi.l lah • ı . Tersine, fabrikanın üniformal ı kapıcı ları, Iş için bi­ rikenleri d üzene sokup personele bel l i saatlerde bı rakırken hayli ter döküyorl ar. Bu i lgi , bu bi rikme ücretierin düşmesine sebep olduysa da, pek aldı­ rıldığı yok. Köylerden şehire akın dinmiyor. 225


Kocası zehirli sıtmadan geçen yıl ölmüş Emeti de başkaları gibi ile göçüp göçmemek arasında çok düşündü. Şehir pazarına yumurta, süt, yapağı götü­ rüp satma hariç, l l 'e pek inmemişti . inmek zorunda kaldığı sıralardaysa işini çabucak bitirip köyüne dön­ müş, şehrin hay-ı huyundan korkmuş, çekinmlştl . Kendi kendine giden arabal ar en çok . . . Geliver.iyor­ lar, canavar sesine benzeyen böğürtülerle adamın aklını başından al ıveriyorlard ı . Alıveriyorlardı ya, fabrika şehrin içinde değil, bir kıyısında diyorlardı bilenler. Hooş o da görmüştü yüksek, upuzun baca­ ları. Doğruydu, şehrin dışında. Hele Muhtar fi lan da, .. sat anam şu avuç içi kadar toprağını, var git fab­ ri kaya. Allah gecinden versin, dost istemez ama, hasta musta olur, yatağa matağa düşersen öksüzle­ rine ·kim bakar? Şehirde doktorlar var. Iğne m lğne yaparlar, hap' map yuttururlar . . • deyince, Emetl'nl n akl ına yattı . Tarlasını muhtara, sığırı sıpayı , kırığı sırığı da komşulara ucuz pahalı demeyip elden çı­ kard ı , tuttu fabrikanın yolunu: • Palike iraisinin ya­ nına varıp, yalvarır yakarı r, ayaklarına mayaklarına kapanırım, gavır d eel al , diye düşünüyordu. Ta­ bit gavır deel. O da benim, onun, ötekinin g i bi müslüman. Kocca palike, ne diye benim yetimimi de barındırmasın? 'Tarlayı murlayı, sığırı mığırı sat­ tım dimem. Ağiarım bir iki , acındırırım .. Evendi kıs­ mı avanak olur, kanıverir. . . Gün geldi, işlemeli yün çoraplarıyle şehrin be­ ton kald ırımlarını tapenierin arasına katıldı iki ço­ cuğuyl a. Sabahın beşi, altısında çı·kıyordu han köşe­ sinden, akşamın altı , yedisine kadar ayaküstü, çö­ melerek bekleyenierin arasına eyleşip yatıyordu. Üçüne bastığı halde bir türlü ayakta duramayan, konuşmak şöyle dursun, doğru dürüst ağlamasını bile becererneyen kızı ; insana kocaman kulaklarıy­ l e bakan oğlu, tamam yirmi gün taban tepti hanla fabrika arasında. Nerdeyse, .. içine ötürürüm palike­ lerinin de, şehirlerinin de! ., deyip cayacak, tutacak.

.,

226


tı yeni baştan köyünün yolunu. Derken bi·r gün na· sılsa girebiidi •personel •e. Nevri dönmüştü. Önüne gelen kıravatlıya yandı yakı ldı, ef.inde avucunda ne­ si var nesi yoksa hana, boğaza verdiğini, ümidi şu oğlanın bir Işe yerleştirilmesinde olduğunu, baba­ larının giden kış sıtmadan mefat ettiğini, şunun şurasında hepoiğinin şükür Müslüman olduğunu, Müslümanın Müslümanla kardaşlığını falan saydı döktü. Memurlar onu k ravatlarıyle dinlediler. Içle­ rinden biri, - Peki peki -dedi-, Ver oğlunun nüfusunu! Emeti, kurşunla vurulmuşçasına sağa baktı, sola baktı. M emur sin irlenmişti : - Ne bakıyorsun aval aval be? Versene nüfusunu oğlunun? - Nüfus mu? Nüfus ne ki?, Kıs kıs gülen b i r başkası, -Kafa kaad ı ! dedi. Anlamıştı, anlamıştı ya . . . - Hani bi lmez deelsiniz a , köy yeri, malum. imam nikahıyBöyle şeyler adet olmadığından. . . nandık bizimkiynen, izinnamemiz ne yoktu da . . . Sinirli memur, - Yani oğlunun nüfusu yok ha? Acı acı güldü bir an: - Sen daha eyi bilin ya hani . . . M emur omuz s i l kti: - Ben bilmem, kanun bilir. · Kanun gereği nce nüfus kağıdı lazım oğlunun, o .kadar! Elindeki kalemi masası üzerindeki kağıt kala­ balığına bırakıp yan odaya geçti. Emeti dikilekalmıştı : - Ganun, ganun ne ki ? Mıhtar bilmez miydi ganunu ? Tööbe, heç duyma­ dım. O da m ı bilmeyordu Ganun. Ganun diye oğ­ lan işe giremezse . . . Ta dipteki bir memurun sorusu Emeti 'nin kafa­ sındakileri dağıttı : - Türkçe bil miyor musun ·kadın? ·

227


Şaşkın, baktı esmer kuru kati be. - Ben m i ? - Kanun -dedi-, kanun! Anlamıyor musun? - Annıyorum a . . . - E. . ? Bir başkası: - Kanun ned i r kanun. Bil iyor musun? Daha yandan ,kalın bir ses, - Çalg ı - dedi gü ldü. Kanunun ne olduğunu soran da güldü: - Öyle ya çalgı. M i l let bahçesi nd e her gece çal ınıyor. . . .Emeti 'nin ç evııesinde bi r gırgırd ı r başlamıştı . Ama duymuyordu o. Rahmetl ikle izinnamesiz evl i olduklarından oğluna kafa kağıdı çıkarmamışlardı. Ne yapacaktı şımdi ? Akşi şeytana lanet okuyarak, başörtüsünü çözüp çenesinin altında üst üste, si­ nirl i sinirli bağlayarak çıktı , şehrin yolunu tuttu. Şehirde, tilkiden kurnaz istidacılara paralar kaptı­ ra, dilekçeler yazdıra, pullar yapıştıra, i lmühaberler çı karta mahkemeye dayandı . Mahkeme şahit iste­ mişti. istidacıların yardı mıyla iki yalancı tanık. Güç­ bela a kafa kağıdı ·nı eline aldı, vardı fabrikaya. Ge­ n e günlerce sıra bekledi kten sonra « Personel •e gir­ di. Kan tere batmıştı . · Kanun kanun• diyen kati­ bin masasına sokuldu. aAha gafa kaıdı, al ! • Kimlik cüzdanını memurun masasına bıraktı . Onca paralardan olmuş, taban tepmiş, mahkemeler­ de dolanmıştı. Daha bir diyeceği var mıydı katibln? Ne diyeceği olabi lird i ? Belki hiç b i r diyeceği olamazdı ama, o sıra ka­ tibin hali hal değildi. Fabrika müdürünün sıkı ten­ b-i hine rağmen, sskerl ikle i lg.i l i b i rini yanl ışlıkla kayda geçti diye aske rl i k şubesince_ azarlanan fab­ rika müdürü tarafından adamakıllı haşlanmıştı. Eme­ ti memeti, kafa kağıdı mafa kağıdı. Sıras ı mıydı? « Hayvan! .. d iye bağ ı rmıştı müdür. aHayvanoğlu hay.

228


van! diye bağırmıştı. Belki haksız deği ldi ama, gerçekten hayvan mıydı? Hayvanoğlu hayvanmıydı hele? Kendisi neyse, l iseyi bi l e bitirememiş, boş gezenin boş kalfası , babası . Babası ya? Müdür g i bi nice nicelerine karşısında el ovatatmış bir mi lyo­ nerdi. Evet sonunda alavere dalavereye gelmiş, ha­ tır belası ketaletiere girişmiş, bu yüzden top at­ mıştı ya, gene de . . . Emeti 'nin kimlik cüzdanını kulağından tuttuğu gibi karşı duvara fırlattı : · Pis, laübali, iğrenç ! . Korktu Emeti . Gitti , fırlatı ldığı yerden oğlunun kimlik cüzdanını aldı . •

Aradan dört gün geçti . Beşinci gün sonunda el inde personel i n giriş kartı , fabrika revı rının, gü­ neşlensinler diye bahçeye çı karı lmış sıra s ı ra dizi­ li kirl i yataklarının yanındaki tahta sı raya i l işti . Ter­ l iydi, yorgundu, bezgindi daha çok. Ne diye gelmiş­ ti şuraya da itin kurdun ağız kokusunu çekiyordu? Evdeki avratlarına kafa tutamayanlar karşısında « muzmahi l » olmuştu be. Bunların Müslümanlıkların­ dan da şüpheleniyord u artık. Müslüman Müslüma­ nın din kardaşıydı . Bunlarsa, yaralı parmağa işeme­ yen bunlarsa, aman Allah! Dalıp gitmişti . Oğluna revlr doktorundan ala­ cağı sağlık kağıdı gibi belge alacak yığınla uşa­ ğın pis çoraplarından yayı lan kokunun farkında bl­ le değildi. Pis çoraplarından leş gibi bir koku ya­ yılan uşaklarsa yan yatmış, birer kıyıya çömelmlş, oturmuş, ya da birbirlerine tutunmuş, az ötede gö­ reşen iki uşağı kışkırtıyorlardı habire: - Sarmaya al sarmaya! - Lan boyunduruğu vur, vur boyunduruğu lan! - Tuh, vurarnadı kl . .. Lampasaymış te km i l . . . Birden revirin beyazlar .içindeki h l zmetçilerinL den biri, - Hadi bakal ı m iheey, toplanın, soyunun ! 229


Güreşenlerle, güreşeniere dalmış uşaklar geç kalmışçasına toplandılar. Şalvarlar, ·i çlik denilen gömlekler, kıl donlar, kedi l eşi gibi kokan işlemeli, yırtık, pis çoraplar atı ldı, eğri , kuru, çarpık gövde­ ler, paçaları b i lekten düğmeli ya da ipli uzun paça­ lı beyaz donlar üzerinde revire .koşuldu. Revir ko­ ridoruna sıralanan genç, yaşlı, çocuk büy ük göv­ deleri, beyazlı hizmetçiyle hastabakıcı, mankenmiş­ leroesine i leri iter, geri, yana çekerken, her an es­ nemeğe hazır bezgin doktor odasından çıktı. Bu işlere iyice kanıksadığı her halinden bel l iydi : O da başladı itip kakmağa: - Şunlara bak. lnsansınız siz de ha? Koca kafalı bir delikanlının alnını dürttü : - Askerlik yaptın mı sen? - Yaptım beem. - Yaptınsa bu ne biçim esas vaziyetl böyle? Sok içeri şu partını! Del ikanl ı çalıştı . olmadı . Sızlandı: - Girmiyor beem .. Doktorun hiç şakası yoktu: - Gi rmlyorsa yaz Afif efendi, sıtma! - Aman doktor bey .. Amanı zamanı yok, marş! Kiminin gözkapağını kaldı rıp baktı, trahom bul­ du, kiminde gene sıtma . . . Sıra Emeti 'nin koca ku­ l aklı oğluna gelmişti. Emeti 'nin yüreği pır pır. Doktor, Emeti 'nin oğlunu fırlak kemi,k li omu­ zundan tuttu : « Di k dur u lan, dik dursanal • ince, sarı derisinin altındaki fırlak kaburgala­ rıyle oğlan d i k durmağa çalıştı . Doktor sağ elinin dört parmağını böğrüne kürek gibi daldırdı ktan sonra güldü: - Sen ömründe namaz kı lmadın mı hiç? Oğlan ·Cık• yaptı. Eme�i.ni:n ak�ı g itti. Kı lıp il<ılmadığını hatırlam1,

·

230


yordu ama, daktorun önünde uCık•ın alemi var mıydı? - Ne cık'ı, ne cık'ı 7 Gıldı tohtor bey gı l maz olur mu? Doktor duymadı. - Sende de dalak var. Yaz Afif efendi : Sıtma! Yal lah . . . Emeti telaşla doktora koştu : - Aman tahtar bey, gu!'bannarın oluyum. Ba­ bası giden kış m efat etti de. . . Sığ ı rı sıpayı satıp geldik tüm . . . den Elimizde avucumuzda ne varsa bir yıldır yedik tükettik tekmiL Bura bizim için son bir hac et gapısı vali aha . . . Doktor kesti attı : - Aniamami - Elini ayağını öpüyüm tahtar bey . . . - Aniamam ded i k ya! - Kurbannarın oluyum, yolunda ölüyüm, Allah çoluğuna çocuğuna bağ ışlasın tahtar bey . . . Kölen o luyum! - Gapında itin oluyum, yollarında ölüyüm! - Pohunu ylyeyim tahtur bey! Daktorun küçük b i r işareti üzerine hizmetçi� ler, kucağında sarı kırış kırış muşambaya benzeyen ihtiyar yüzlü kızıyla Emeti'yi çeke çeke revirden çı­ karırlarken hala söyleniyordu - Gurbannarı n olu­ yum, atın, itin ol uyum, eşşeğin ol uyum . . . Baktı ki , • herif imana gelmiyor•, i ri kulaklarıyle ecza dolabı nın yanında dikil mekte olan oğlunu bi­ leğinden sertçe çekti : - Yörü lan yörü . . . Pal ikelerine ötürüyüm . . . i n gel had i ! Kapı önünde doktora ters ters baktı : - Yalvardıklarımı essah bel l eyip de şlşme tü­ yü bozuk, dini eğrl l Ardında koca kulakl ı oğlu, çekti gitti. 231


DOGUM

Göz alabi ldiğine uzanan pamuk tarlasında çapa ı rgatları onar, on beşer kişi l i k saflar halinde pamuk fide lerinin zararlı otlarını dövüyor, yani çapalıyor­ lardı. Güneşin altında ısı altmış beş dereceyi bul­ muştu. Tozlu bir g rilikle uzanan gökyüzünden tek kuş uçmuyor, güneş sallanıyordu. Terden sırılsık­ lam ırgatların kazmaları ölçülü bir tempoyla hep birlikte Inip, hep birl i kte kal kıyor, kazmaların kes­ kin ağızları kupkuru toprağa değdikçe, H aş, h aş, haş . . . .. diye ses veriyor, yorgun ırgatların hep bir ağızdan söyledikleri , kazmaların beli rl i bir ölçü için­ de inip kalkmasını sağ layan türkü, güneşin sarı sı­ cağına yorgun yorgun yayılıyordu: •

«Kalanın ardına ekerler dari Ekerler, biçerler, sarartar yari

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Nasırlı avuçlarının terini kara şalvarına 232

silen


Ferho Üzeyir, yanıbaşında çapa çapalamakta olan karısına akları kıpkırmızı gözleriyle bektı, kürtçe, - Ne o? d edi-, n 'oluyorsun? Geniş omuzlu, i riyarı bir kadın o lan Gülizar'ın terden ışı ldayan kara, kuru yüzü , büyük bir sanemın dayanı lmaz ağrısını bel irten derin kırışıklar içindey­ di. Kocasının sorusuna karşılık vermed i . Öfkelenen Ferho Üzeyir, kadının böğürünü dir­ seğiyle dürttü: - Ne oluyorsun kız? Kocasına halsizce bakan Gü lizar'ın gözleri çukurla­ rına alabi ldiğine gümülmüştü. Eli nden sıyrılan kaz­ ması yere düştü. Kocaman karnını avuçlarıyle bas­ tırarak çömeldi , sonra, güneşte yer yer çatlamış kırmızı toprağa diz verdi. Az ötede, kara şemsiyesinin gölgesinde diki l­ mekte olan elçi gördü bunu. Gülizar! -diye sesl endi-. Öyle mi? Bı rak işi, bırak hayd i ! Sancı kadını öyle buruyordu k i . . . Kuru, güçlü parmaklarını toprağın çatiağına sokmuş, sıkıyor, sı­ karken de acıdan bağırmamak için insanüstü bir da­ yanıyla kendini tutmağa çalışıyor, gözlerinde karal­ tı lar uçuşuyordu. Sancı bi rden öyle arttı ki , elınde olmayarak " ı ııııh . . . .. diye ini edi . G ebe kadının, sesi ni namahreme duyurması hem çok ayıptı , hem de günah. Karısının böğrüne okkalı bir tekme atan Ferho Üzeyir, korkunç bir kü­ für savurdu. diye Şemsiyesinin altından elçi., " Ferhooo! .. seslendi. Yere yüzükoyun kapanan kadın sinmişti . Koca­ sının bunu yani sesini namahreme duyurmasını ya­ nına komayacağını biliyordu. Sıcak toprağa avuçla­ rıyla dayanarak kalkmağa çal ışırken, elçi gene, - Gülizar- . . . dedi . . . . Bırak, bırak işi b acı, bırak hadi . . . _-

233


Sancı birden kesi lmişti. Kesilmişti ama, Güli­ zar bil iyordu ki gene, hem de deminki nden çok da­ ha güçlü gelecek! Tarlanın bi rkaç yüz metre ötesi ndeKI kesi mba­ şı 'na seyirtti . Karısının ardından homurdanarak giden Ferho Üzeyir'se, elcinin yanında dikilmekte olan dokuz yaşındaki yalınayak kızına adeta çıkıştı : - Geç ananın yeri ne! Kız hazırdı zaten. Sapında anasının terli avuç­ larının izi bulanan, boyu kadar kazmayı yerden al­ dı, safa, anasından boşalmış yere geçti . Olağan işlerden. Türkü ve zararlı otların ça­ pası yeniden başladı. Kesimbaşındaki hendeğe güneş tam tepeden vuruyordu. Yer yer pislenmişti, yeşil kertenkeleler kırmızı toprakta ordan oraya akıyorlardı. Gül izar di mdfkti hendekte, çevreyi kol luyordu. Günün ağuştosböceği cırıltı larıyla yüklü sarı sıca­ ğını uzun uzun dinledi Yakınlarında hiç kimseler yoktu. Karadonunun cebindeki leri boşalttı l i k önce. Doğumunun yakın olduğunu bildiği için kaç vakittir derlediği öteberileri toprağa yayd ı : Bir karton par· çasına sarı lmış iki sap iplik, demiri paslı bir ji let, renk renk bez parçaları, birtakım paçavralar, tuz, kurumuş limon . . . Bunları, tarlasında çapa çapal a­ dıkları çiftl iğin çöplüğünde bulmuştu. Tuzla, doğa­ cak çocuğu tuzlayacak, J imonu da gözlerine sıka­ caktı. Karadonunu çıkardı, dürdü, büktü, i ri bir taşın altına koydu. Paçavral arı yere yaydı, kartona sarı lı ipliği açtı, limonu ortadan ikiye kesti . . Tam çömele­ cektl ki, arkasında bir kımı ltı. Çıplak belden aşağı­ sını sakınarak döndü: Iri b i r köpek! Yerden bir taş aldı, köpeğe attı. Ü rkerek ka­ çan köpek büsbütün uzaklaşmadı. Islak burnuyle ha­ vayı koklayarak bekledl. 234


Gülizar kuşku lanmıştı. Ya şimdi doğurur da, baygınlık geçirirse . . . bu köpek, çocuğunu yemez m iydi ? Kürt kızı Farice'yi hatırladı: O da böyle, hendek· te doğurmuş, çocuğunu çaputlara şöyle bir sarıp yanına bırakmış, kendinden geçmiş. . . Ayı lı nca bir de bakmış ·ki çocuk ortalarda yok! Aramış, tara­ mış. . . taa uzaklarda, bir çalının d i binde, koca bir köpek çocuğunu yeyip durmuyor mu? Gül izar köpeğe gene baktı , uzun uzun gözden geçirdi onu. Köpek de ona bakmaktaydı . Ama bakı­ şı bakış değildi hayvanın! - Sarı -dedi-, bakışı n bakış değil sarı ! Nasıl etse de taa karşılardaki kızım Çağırsa . . . Köpek ağır ağır yaklaşıyordu. - Oşt! -diye bağırdı- Pis cenabet! On metre öteye isteksizce giden köpek durdu, art ayakları üzerine çöktü, mavi ışıltı lı gözleriyle be·kledi. Birden gene öncekilerden daha güçlü bir sancı. Gülizar çıplak dizler·i üzerinde inleyerek çöktü, top­ rağa avuçlarıyle kapandı. Boynundaki kalın damar mavi mavi kabarmıştı. Artık sancı sancıyı kovalı­ yor, her sancı bir öncekinden daha güçlü gel iyordu. Birden ı l ı k bir kan. Gül izar'ın yüzü korkunçlaştı, gözlerinden dünya s i l i ndi. . . Elci, - Ulo Ferho -dedi-. G et bak hele av­ rada. Ölür mölür de . . . Karısının doğum yapmakta olduğu h endekten yana öfkeyle bakan Ferho Üzeyir, başını salladı, söğdü, işine koyuldu. Karısına gitikçe içerliyordu, alnından boşanan soğuk ter, kal ın, püskül püskül kaşlarından sızıyordu. - Ulo oğlum -dedi yeniden- get bak şu av­ rada! Ferho kazmasını attı, yürüdü. Şimdi varıp bir tekme, bir tekme daha. . . Avrat elinde oyuncak mı olmuştu yani ? 235


Hendeği n başında durdu: Gül izar yanüstü dev­ ri lmlşti . Kan lı paçavraların arasında mosmor bir ço­ cuk kımı ldıyor, çocuğun bir kıyıya atı lmış eşini ise iri bir köpek çekiştirip duruyordu. H endeğe atladı. Köpek kanlı ağzını yalayarak kaçtı . Ferho, yumuk gözleriyle kımı ldayan çocuğunun si nekleri kovdu, yüzüne inip kalkan yeşil kanatlı bezleri açtı : Çocuğu oğlandı; Bir oğlaaan l Birdenbire değişti . Göğe baktı , köseleye dön­ müş kara, kuru, terden ışıl ışıl yüzüyle güldü, çocu­ ğunu kanlı paçavralarıyle yerden aldı : Dört - Oğlum! - diye bağırdı. Çıldıracaktı. kızın üstüne bir oğlandı ha! Erkeğini yanıbaşında duyan kadınsa gözlerini açmış, doğrulmağa çal ışıyordu. Ferho, - Eferim -dedi- Eferim ulo avrat! Kucağında oğlu, hendekten fırladı. Yer yer çat­ lamış kırmızı topraklarda koşmağa başladı. Ferho'nun koşarak geldiğini gören elçi, -Ah o . . . -dedi-, Aho . . Ferho'dur yekindi gelir! Herkes kazmasına dayanmış, koşarak gelmekte olan Ferho'ya bakıyordu. Soluk soluğa gelen Ferho, · Oğlum ! " diye bağı rdı, «oğlum oldu ! • Mosmor oğlunu kanlı paçavralarıyle bağrına basmıştı . - Aman deyim -dedi elci- Aman deyim ha. Sıkma öldürür möldürürsün de . . . G et çütlüğe, evde­ ciye selam et benden, yağla pekmez versin de ba­ cıya içirek! Artık ne yorgunlu·k, ne sıcak, ne de sesini na­ mahreme duyurmuş karıya öfke, kin. Ferho Üzeyir yirmisinde bir delikanlıydı, kuş kadar hafif. Çiftliğin saz örtü lü damları görünen kerpiç huğ­ larından yana seğirtti . •

236


KIRMIZI MANTOLU KADl N

I ş kanunundan faydalanınca, ben d e Necati lerin postas ıyle çı kmaya başlamıştım. Gelir müdürlüğü­ nün evrak mahzenl er.inde çalışıyorduk. Dışardan ba­ kılınca kocaman bir beton kutuya benzeyen yapı­ nın on basamakla ini len mahzenlerindeki koca ko­ ca d efterleri, bağları kopmuş evrak tomarlarını yu­ karıda bir başka odaya taşıyorduk Bütün d efterler­ le evraklar rutubetten nemli bez yığınlarına dön­ müştü. Kaldırıverdiğimiz ağır defterlerin altından ya bir fare fı rlıyor, yahut ta ışıktan ürken karabö­ cekler sağa sola kaçışıyorlardı. Sabahın erken saatlerinden akşama kadar on iki saat çalışıyorduk. El lerimiz, yüzlerimiz, ille saç­ larımız tozdan çamur içinde kal ıyordu a ma, seviyor­ duk bu türlü çalışmayı. Öylesine ki, yaptığımız I ş karşılığı para bile almayabilirdik Çünkü bıkmış usanmıştık yıllar yı lı, taşı, toprağı , duvarları ezber· lenmiş hapishaneden. 237


Başımızdaki candarmalar Orta Anadolu 'muzun kocaman kocaman elli, tekerlek yüzlü delikanlı ları, mahzenin bir köşesine tüfeklerini bırakır, bol bol karbon gazı yayıniayan mangalın başına geçer, az sonra d a başlariardı horlamaya. Iş sırasında dalga geçmemiz, hatta kaçmamızdan sorumlu deği l l erdi . Arkadaşlarla i ş v e gezip dalaşma bölümü yap­ mıştık. H er iki saatte bir, i ki arkadaş işi bırakıp giderd i . Parası olan yemek yer, hamam yapar, hat­ ta birkaç kadeh atabilir, I ki saat dolunca da işye­ rine dönerek gezme nöbetini başka çifte devreder­ dl . Necati 'yle çıkıyorduk. Sıramız geldi m i , gözü­ müz dünyayı görmezdi. Koşardık musluklara. Elleri­ mizi, yüzlerimizi, tozdan keçeye dönen saçlarımızı bol su, sabunla öyle müthiş bir heyecanla yıkardık ki Necati'nin koyu yeşi l gözleri alev almış g i bi par­ lar, yanakları al al olur, - Çabuk -derdi-, çabuk kardeş ! Bütün bu Işler üç dakikayı geçmemeiii Yıkanır, arınır sonra icandarmasız, kelepçesiz, gardiyansız dolaşmak üzere, fırlardık. Böyle zaman­ larda hava daha mı temizdi gerçekten, yoksa bize mi öyle gelirdi? Ciğerlerimizi şişiri r, yumrukları­ mızia boşluğu döverek bağı rırdık: - Ooooh, hürüz! Bir şarapçı keşfetmiştik. Bir memur gibi giyinen, güler yüzlü, otuz beşlik biri. Eskiden tah­ si ldarmış. Boyuna içtiği için her zaman sarhoş, ağ­ zi da çok kalabalıktı . Bizi dil ler dökerek karşı lar, dukkanının arkasındaki loş mahzene buyur ederd i . Mahzen ekşi ekşi şarap kokardı. Bir bacağı sakat hantal masasının etrafına çevrelenirdik. Masanın dört köşesine dört mum diker, mumları yakardı. Bayılırdı bütün bunlara. - Kendimi SEFiLLER'deki Janvel Jan sanıyo­ rum, -derdi- Sonra, biliyor musunuz, bu titrek 238


ışıklar gündüzün çiy aydınlığından çok daha roman­ Uk! O ı:ıün nası lsa, hükümlü olduğumuzu öğrenince, Ilgisi birdenbire arttı. Zaten sarhoştu, büsbütün coştu. Bardağını şerefimize kaldırdı. Sonra da baş­ ladı hapishane ve hükümlü ler üzerine sorular sor­ maya: Kaçar yıla hükümlüydük? Ne kadar yatmış­ tık? Ne zaman çıkacaktık? I lle, .kadınsız nasıl dura­ biliyorduk? Necati , - Bu kadar i ncelediğine göre, içeri düşrneğe niyeti n var gal i ba? - diye sordu. Acı acı güldü. iri bardağını şarap doldurup geldi. Gözü boş bardaklarımıza i lişmişti : - Niçin? Niçin içmiyorsunuz? Necati 'yle bakıştık, anladı. - Şu mesele -dedi-. Aldırmayın. Bu sefer ben ısmarlamış olayım! Bardakları usulünce tokuşturup içtik . O , sendeledi. Masaya tutundu. Güldü. Anlaşıla­ mayan bir şeyler mırıldandı. Sonra kendine gele­ rek, peltek peltek başlad ı : - O sıra işleri m nası l , ekspres. Avantam der­ seniz, yerihde. Ben yirmi beşindeyim, karı yirmisin­ de. Lakin kimin gözü karı görüyor? Görmüyorum serefsizim. Görmüyorum ama, benim karı da Os­ m anl ı ha! Sapına kadar. Düşünün yahu, yirmi gün­ lük evl isiniz, evi nize nasıl sokarsınız çifte orospu­ yu? Soktunuz d iyel im, arespuları nasıl soyarsınız nikahl ı karınızın önünde anadan doğma? Soydunuz diyel im, birini bi r yanınıza, birini öbür yanınıza na­ sıl yatı rırsınız? Yatırdınız d iyel im, ni·kahlı ·karınıza: rakı ver bize, nasıl d ersi niz? Derdim. Neden? Çün­ kü erkekl iğin şartı bu. Karıyı ezeceksin, kıracaksın gözünün ·k irişini. Babasının evinde ejderha olsun isterse. Senin evinde köpek olacak köpek! Geyird i : 239


hiç unutmam, bir gün yüklüyüm, tahsi­ lat yapmışım, çanta bankanot dolu. Akı l kükmetti , bastım yürüdüm istanbul 'a. O meyhane seni n , bu meyhane benim derken, akl ı mda kalan bir çift mavi gözle, sarı bir kucak saç. Ertesi gün ,kendime gel­ dim. Daracık bir odadayım. Yerlerde kadı n çama­ şırları, bez parçaları . . . Peki ama, neresi burası ? Be­ nim burada ne işim var? Nasıl geldim? Kim ge­ ti rdi? Kafa dersen kazan g i bi , güm güm güm. Çe­ şitli içkiyi karıştırıp içmek insanı mahvediyor. Uzaıt:­ mıyal ım, kapı aralandı . Şef garsonun kafası uzandı . P i s pis sırıtıyor. Derken masraf pusulası. Ohuuu . . . Yüzleri aşmış. Ödememek olmaz. Erkekliğin şartı­ nı yapacaksı n. Tahsilat paralarıyle namusu t emiz­ leyip, bastık memlekete. Bastık ama, açığı neyle kapatacaksı n ? Küçücük bir memursun. Kimden borç ister de alabil irsin? Ertesi gün paraların yat­ ması lazım . D emin hapishaneyi Ince ince soruşu­ mun sebebi buydu. Haydi birer daha ·i çelim. Bardaklar tekrar doldu, tokuştu, son damlasına kadar içild L Necati sabırsızlık içi ndeyd i : - Sonra -dedi- Parayı nasıl yatırdın? Başını dertl i dertli sallad ı : - Eve geldim. Surat i ki karış bende. Bizim karı hem sapı na kadar Osmanlıdır, hem de zeki köpoğlu. Dikildi karşıma, dedi nedir bu surat, söy­ le! Burnumu tutsalar canım çıkacak. Bas ulan ·i nek d edim, başiarım şimdi ıstavrozundan ! H ava. Bizim kurusıkı lara boşveriyor. Alamad ı n veremedi n der­ ken, buna bir bir daha iki miralay patiattım ama, ben de beğendi m. Vanaklar oldu al al. Bir şey değ i l , huyum kötü. Elimi bulaştırdım m ı , Allah yarattı de· mem. it can l ı , ald ı rdığı yok. Hani karım diye değil, marifetli karıdır. Göçmen. i ki d i l bilir, piyano çalar, keman çalar. Dansın dersen çeşidi onda. lii k in hep· sini bı rak, Osmanlılığı bütün bir meml eket değer! Necati 240


- işte şimdi sarhoş oldum . . . - d iye fısı ldad ı . - Niye? - Keman çalarmış be! Necati 'nin hayatta belki de tek arzusu güzel bir kemana sahip almaktı . Gecel eri rüyalarına gir­ diğini söylerdi. Zaten bir Stradivaryüs satın alabil­ mek için banka soymaya kalkışmaktan yatıyordu. - Sonra: - Anlatbk. Dinledi.. Birden tak, gitti . Kocca bir torbayla geldi. Torbanın içi silme gümüş tek­ l i k dolu. Önüme bir boşalttı, çağğğğ ! ! ! Vay anasını! Bir saydım, dairenin açığını kapadıktan başka artı­ yor bile. Hemen götürüp yatırdık paraları . Devlet mangırı , malum. Dinlemezler efendi babanın M ızi­ kayı-Hümayun'da davul çaldığını ! Necati tekrar içini ç ekti : - Üstelik keman da çalarmış ha? -- Gel gelel i m bir kurttur düştü içime: Bu karı bu paraları nerden aldı? Karıyı paraya alıştırmak doğru değildir diye meteliği sektirmezdim. Peki? Pekisi mekisi , adam akı llı bozuldum. Babamdan na­ si hatl iyimdir, karı mil letine güven ol maz diye. Os­ man l ı mosmanl ı derken ,hani olur a! Kaparım bir odun, yer misin yemez misin? Morartmadık yerini komam, söyle nerden aldın bu paraları ? Hazreti so­ pa, cennetten çıkmış. Söyledi. Meğer benden ça­ lar çalar saklarmış. Ben öyle çifte orospularla zil zurna geldiğim, para saçtığım geceleri karı da usul usul yürütür, saklarmışi Sendel iyerek mahzenden çıktığı bir ara, Necati uzun siyah kirpikli gözleriyle yüzüme yaş yaş bak­ tı : - Beğend in m i ? ded i . Ha? Beğendin m i ? Beğenmed iğimi söyledim. Masaya kuwetl i bir yumruk attı : - Verin dibine geçsin böyle dünya! iri bir d amla hafifçe sakallı güzel yüzünden aşağılara yuvarlandı . 241


- Değil böyle isterse hasta, belden aşağısı felç bir karım olsa, ama şu hergelenin hırpaladığı cinsten, kalbi olan, fedakar bir kadın . . . Ve bana ke­ man çalsa . . . Necati o geeeki sarhoşluktan uzun zaman kur­ tulamamıştı. Hapishane arkadaşlarım ,içinde öyleleri vardı ki, açık gözün şahı geçindikleri halde, beton üze­ rinde yatan Adem babalardan çok daha zavallıydı­ lar. Bun lardan birisi: Bobi Asıl ismi Şinasiydi ama, herkes Bobi derdi. Bobilik Şinasiliği si lmişti . Kaçak çakmak taşıyla esrar yakalatmaktan ya­ tıyordu. Kaz kanadı taralı saçları, pırıl pırıl kara gözleriyle ateş gibi b i r ağland ı . Müdürün odasını temizler, kal em l e Başgardiyan odası arasında me­ kik dokur, ziyaretçi lerden aldığı bahşyşlerle geçi­ nirdi. Bukadar değ i l , hali vakti yerinde mahpusla­ rın can sı kıntılarını gidermek karşılığı koparacağı üç beş kuruşu da kazancına eklerd i . Ama bu kazanç, ne ağır şakalar karşı lığı elde edi lird i l Üç beş kuru­ şun hatırı için dünyada çok az insan onun katlan­ dığı şeylere katlanabllir! On kuruşa künyesini sayardı: - Etyemez dokuz kocadan arta kalmış don­ suz. Binnazın kırk babalı oğlu Bobi Şinasi. I stanbul üç yüz otuz. Tosl a bakalım onluğu! Yirm i beş kuruşa kucağa oturur, elli kuruşay­ sa anadan doğma soyunup koşuğun ortasında çif­ tetei li oynardı - Ben derdi, dünyanın yüz karasıyım. Ama suç benim m i ? Orospu anamın karnında Babbilale­ min alnıma böyle yazmış! Birinde şu asl a unutamıyacağı m konuşma geç­ mişti aramızda: - Peki Ş inasi, annen, kız kardeııl erin hayat­ ta olsa. . . Böyle konuşabi l i r miydin? Umursamamıştı bi le. 242


- Öte bile geçerdim. Onlar hayatta olsaydı sırtım yere mi gelirdi benim be? - Niçin? Nas ı l ? - Niçin mi? Nasıl mı? He�birine bulurdum birer zanpara, ben de aralarında mis gibi geçinird i m ! - Karın olsaydı ya? - O zaman iş daha da kolay olurdu: lanparayı elimle götürürdüm! - Namus? Şeref? Insanlık? insanlık- Tok karnma namustan, şereften, için tan bahsetmek kolay! Karnımı doyurabi irnek lnsanl ığımı harcıyorum, görmüyor musun? O hafta Necati nin yerine bizim postayla Şinasi çı kmıştı . Paydosta: - Mangırın var m ı ? -diye sordu. - Ne olacak? - Varsa ziyanlı çıkmazsı n ! - Var birkaç kuruşum, dedim. - Bekle, şimdi gel iyorum! Diye, parka daldı. Az sonra yanında kırmızı manto lu, akça pakça bir kadın, geldi. Karagözleri gül üyordu. Ellerini keyifli keyifli sürüştürerek göz kırptı . - Hayd i ! istasyonun arkasındaki bahçelerin yolunu tut­ tuk. Onlar az önden, yanyana gidiyorlardı. Kadının kırmızı mantosu yer yer erimişti. iskarpiQierinin topukları yamulmuş, çoraplarının telleri kaçmıştı . Yanında besiN bir kedi yavrusu gibi koşareasma yürüyen Sinasi omuzunda kal ıyordu. Nereye, niçin gittiğimizin farkındaydım . Bütün bunların yüz kızartıcı. şeyler olduğuna şüphem yok­ tu ama, yirmi beş yaşındaydım, tki yıldır yatıyor­ dum. Sonra, yüz kızartıcı bir şeyi yüz kızartıcı bir şey olduğunu bile bile yaptıran şartları kendim ha­ zırlamamıştım . Şinasi birdenbire durdu. ·

243


- E kızım, dedi. Ben Marko paşa değilim! - Affedersiniz. B i r daha ağzımı aÇmam . . . - Aferin . Bu meslekte ekmek yemek istiyorsan, şen olmalısın . Orospuluğun şartı budur. Ho­ varda senden neşe almak ister, dert di nlemek de­ ğil! - Bundan sonra tavsiyelerinize uymıya çal ı­ şacağ ım . . . Yan gözle, küçümsiyerek baktı. Şi nasi farkında bile değildi, pis pis sı rıtıyordu. Onun herhangi . bir .. orospu .. olmadığını anlamıştım. Çok akı l l ı , çok his­ l i bir hali vardı. lzdıraplarını saklamasını bil iyor gi' biydi. Boy atmış tütünlerin sarıya çalan yeşi l i arasın­ daki dar yola saptık. Yukarıda kızgın güneş, aşağıda fırın kü lüne benziyen toz. Sonra kal ın bedenli ağaç­ lık başladı . Yakın bir yerlerden berrak , kahkahalar, kadı n kahkahaları geliyordu ama görünürlerde kimsel e r yoktu. . Ş inasi gene bir ara durdu , kadını üstüme itiverdi: - G i rsene koluna enayi , mangizi ondan ala­ caksın! Kadının sabrı taşıyordu. Böyle şeyleri sevme­ d i ğ i n i anlamıştım. Koluma girmesini önledim. Ağaçlık gittikçe sıklaşıyordu. Yerlere kadar eği Imiş toz lu dalların altından iki kat geçiyordu k. Dal ların birden hamam kubbesi hal ini aldığı kapalı bir yerde durduk. Şinasi'nin anlatlığına göre burası . polis, yahut candarmanın gözünden kaçan bir •Aşk yuvası ..ydı. Gerçekten de, şuraya buraya atılmış boş rakı şişeleri , örselenmlş gazete ,kağıtları, boş sardalya kutuları göze çarpıyordu. Şinasi gene birden parladı : - Ne dikil iyersun kız 'kandil gibi? - Ne yapmamı emrediyorsunuz? - Otur! Eteklerini toplıyarak derl i toplu oturdu. Hı rstan 244


sapsarı kesllmiştl . Bu mesleğe yatkın olmadığı her hal inden bel liyd l . Şinasi bir göz işaretiyle bizi yal­ nız bırakıp uzaklaşınca, kadın ayağa kalktı . - Size bir ricada bulunabilir miyim? - Hay hay, dedim. Buyurun! - Işiniz bittikten sonra beni o hergeleye bırakmayın olmaz m ı ? Kaabi l miydi? O bulmuş, o konuşmuş, bizi buraya o getirmişti. Ü steledi : - Olmaz mı? Bana niçin bukadar güvendiğini sordum. Şaşaladı. Sonra bütün ümitleri kırılmışçasına içini çekti : - S ahi . . . Amma aptalım ben de. Hiç tanıma­ dığım birisinden himaye bekledim. (Elimden tutup çekti). Haydi, vakit geçirmiyellm. Malüm ya, oros­ puluğun şartları varmış . . . Beni hırsla çekti. S ı k ağaçların arasında, suyu kurumuş bir arkın içindeki paslı yaprakların üzerin­ de durduk. - Burası iyi m l ? - S i z bili rsiniz. - Ben mi bilirim? Ben sizi deği l, siz beni an gaje ettiniz. Ne tuhaf! Utangaç bir haliniz de va r . Benden önce kadın tanımamış m ıydınız yoksa? ......? - Fakat şaşılacak şey. Onunla nasıl arkadaş­ l ı k ediyorsunuz? Hiç te bir zamparaya benzemiyor­ sunuzl - Siz de herhangi bir orospuya benzemiyorsu­ nuz, dedim. Arkın kenarına oturdu. Sı rtı nı arkası ndaki erik ağacına dayadı . - Demek herhangi bir orospuya benzem iyo­ rum? - Benzemiyorsunuz. - Ama , pekala da orospuyum işte ! -

245


Sonra, çurumuş yaprakların üzerine sırtüstü uzandı. El lerini başının altında kenetledi. Yanına çömeldim, siyah bi rer tireyle yer yer büzülmüş gül kurusu iplik buiCızunu kuwetle geren i ri memelerinden birini tuttum ve sıktı m. Öyle bek­ l emediğim, öylesine korkunç bir çığlık attı ki . . . Şa­ şırdım. Doğruldu. Mememasini oğuştururken sordu : - Korktun mu? Cevap vermedim. - Allah beni kahretsin, diye söylendi . Hiç za­ man bu işin ehli olamıyacağım. Gel, çekinme yanıma gel , otur şöyle. Tut istediğin gibi ama, fazla sı.k­ ma. Içieri süt dolu da, ağrıyor! Gitme, ne olursun gitme! Bağırmam bir daha val iahi bağırmam ! Ücretini vermiyeceğimden mi korkmuştu? Oysa ben, bir annenin içieri süt dolu memesini şehvet hissiyle sıkmanın utancı içindeydim. Vizite ücretini çıkarıp uzattım. Almadı: - Elim ayağım tutuyor, sadakaya Ihtiyacı m yok! - Ben size sadaka vermiyorum. - Ya? Neyimsiniz siz benim ? Niçin veriyorsunuz? - Arkadaşı nıi olamaz mıyım? Yüz çizgi leri yumuşadı. - Arkadaş ha? Niçin olmasın? Yanyana yürürneğe başladık. - Demek beş aylık. Emmiyor kafir. . . - Kocanız? O da var. - Ne. Ne iş yapıyor? Ism i ? - Yoo. . . Bukada_rı fazla. Kocarnı teşhir edernem i - Haklısınız. Gidelim m i ? - O? - Şinası m i ? Boşverin. Gideli m . . . -

246


Yolda ayrı ldık. Çocuğunun süt şişesini almıya gitti. Bu Işe Şinası öyle ·lçerlemişti ki, benimle gün­ lerce konuşmadı. diyormuş. Bir orospuyu - Alttarafı orospu, benden kıskandı! Bir daha benimle çıkmadı. Gene Necatiyle çıkıyorduk. Bir gün gene yolu­ muz şarapçıya uğramıştı. Fiti l gibi sarhoştu. Bizi aşırı i ltifatlarla karşıladı: - Gelin size karımı tanıtayım ! G i rdik. KI R M IZI MANTOLU KADlN, kucağında beş aylık çocuğuyla alçak bir iskemlede oturuyor­ du. Beni görünce kıpkırmızı kesi ldi. Ama ben ne o gün, ne de o günden sonra hiç kimseye Kırm ızı mantolu kadın 'dan söz açmadım.

247


KOR KU

H astanelerden biri nde eline nasılsa bir ayniyat mutemetliği geçirmişti . Uzun zamandır işsiz do­ laştığı içi n , yüz yirmi lira ücretle ambar katipliğini d e gördüğü bu işe dört elle sarı lmış, işini elinden alacaklar d iye ödü kopuyordu. Kapı hızla açılsa, ya­ hut Baştabip hastahaneni n herhangi bir yerinde öf­ kel i bağırsa eli ayağı çözülür, dönüp dolaşıp kaba­ ğın kendi başında patlamasından korkardı. i şsiz bir baba o lmanın acı sını tatmıştı . Fırtı­ nal ı , sırılsı klam gecelerin içinden evine dönüşü! Kapıyı suçlu çalar, kapı ümitle açı lı r, fakat usul­ cacık kapanırdı. Atları del i k postallarını çıkarıp, yaş çoraplariyle odaya geçerken karısr bir şey sormazdı . Annesin i n yanıbaşında d i z çöker, bakışları baba­ sınınkiyle karşılaşmasın diye parmaklariyle oynarnı­ ya başlar, gözlerini parmaklarından ayırmazdı . Adam­ sa, oğluna küçücük bir çi kolata olsun getlrememenin azabı içinde, oğlunun her zamandan çok daha i ncel248


miş gibi gelen boynuna gözucu i l e bakarken, onun verem oluvermesi ihtimalini d üş ü n d ü . Ya böyle bir şey olursa? Çocuğunu kurtarmak için parası yoktu. Verem Savaş Derneğ inin kapısında toplanan fakir tıkara ara­ sından oğluna yardım koparabi lmek zorluğunu işlti­ yordu. Kadınsa, kocasının neler düşünerek azap çekti­ ğini bilmese bile, hissederek, oğlunun yumuşak sarı saçlarını okşaya okşaya -uyutmaya çalışırdı. Dışarda yağmurun şakı rtısı, yahut kendini yer­ den yere çalan fırtı nanın uğultusu. Adam, böyle günlerden korkuyordu. Parti dalavereleri, göze girmek, maaşının artma­ sı, yahut hastahane baştabibi olacakmış gibi yırtın­ ması filan yoktu. Ayakları lğri masa, çatlak mürek­ kep hokkası, demiri pas l ı tampon, 'külüstür iskemie­ siyle şu ufacı k odaya iki aydır gidegele al ıştığı ka­ ranlık sokaklara, uzak çok uzaklardaki evine yayan gidip gelmiye, yorulmıya, terlemiye, yağmurda ısla­ nıp nezle olmıya razıydı. Her şeye razıydı. Yeter ki, evinin ekmeğini, çocuğunun çikoiatasını elinden al­ masınlar! Bir gün akşam yapdosuna yakın, hiç tanımadığı, kısa boylu, kupkuru bir adam içeriye teklifsizce gir­ di. - Merhaba Muammer! Masası başında, aylık cetvel leri dolduruyordu. Muammer kendisiydi ama, hiç tanımadığı biri ken­ dini nereden tanıyordu? Çok eski bir mahalle, yahut okul arkadaşı m ıydı ? - insan buyur eder, iskemle verir. kahve söyl er be Muammer! - Peki ama .. nereden tanışıyoruz? - Mühim değ i l . Mühim olan nedir bilir misin? - ......? - Aynı bütçeden maaş al ışımız? - Tuhaf. 249


- Daha tuhafını söyliyeyim m i ? Geçen seneden bu seneye, bu şehir müthiş pahalılaşmış. Hele An­ kara i le mukayeseye imkan yok. - Peki ? Kısa boyl u, kupkuru adam çekip oturduğu is­ kemlede bacak bacak üstOne attı . - Git bir kahve söyle peşin! Muammer hayretler içinde, gitti kahveyi söy­ leyip döndü. Sigara da ver! Paket önüne konuldu. Bir sigara aldıktan sonra paketi cebine indiren yabancı: - Sigara almayı da unutmuşum, dedi. Haaa . . . n e diyordum? Evet . . . Geçen seneden bu seneye bu şehir müthiş pahalı laşmış. Hele Ankara i l e kabili kıyas değil. Eee... Çoluk çocukla da gelmiş bulun­ duk. Gerçi çok bir şey değil, iznim bir ay, bir ay ka­ lacağız ama, evdi r, şeker, pirinç, ne bileyim sabun, un, bulgur lazım. Öğrendiğime göre ayniyat mute­ metl iğiyle ambar katipliğini birlikte yapıyormuşsun. Yani Işlerin keka! Kimseye pay verdiğin de yokmuş . . . Ufacık gözleri yeşil yeşil parlıyor şaşkınlık için­ deki Muammeri tetkik ediyordu. Muammerse hayret­ ler içindeydi. N e payından söz açmıştı ? Kime pay verecekti ? Ayniyat mutemetliğiyle anbar katipliğini yapması neden keka olsundu? Yoksa adet böyle miy­ d i ? Peki ama - kirndi bu? Beriki kesinlikle: - Bana bak Muammer, dedi. Uzun lafın kısas ı : Bir aylık i znimi burada geçireceğim. Çoluk çocuk da yanımda. Bizi idare edeceksin! - Nası l ? - Nasıl m ı ? Yağ, pirinç, nohut, mercimek, un, bulgur. . . N ası l ı var m ı ? Muammer'in yüreği kötü çarpmıya başlamıştı. Yoksa müfettiş miydi? M üfettişi de yokluyor muydu? - Fazla düşündün Muammer bey! - Kim olduğuma boşver. Aynı bütçeden maaş �

250


al ıyoruz dedim. Nası l olacağına gelince, kendi evi ne yürüttüğün gibi! Ayniyat mutemetliğl lle ambar ka­ t!pl iği bir arada . . . Boru m u bu? Sus payı d a m ı yok? - Sus payı m ı ? - Tabii Kaynağın gözündesin. - Ben m i ? - Sen. - Bir yanl ışlık olması n ? Adam göz kırptı. - Senden önceki de yanlışlıktan bahsetmişti l Muammer adama boş gözlerle bakıyordu. Iri bir burnu vardı, gözlerin i n altları çi ll i. . . - Sen bil irsin Muammer bey, paşa keyfin bi lir. ......? - Ben şimdi gider senden öncekine geçen yaz yaptığım gibi, icap edenlere icabettiği şekilde . . . - Inanırlar m ı ? - i nanmıya m ecburdurlar. Malum a , deveden büyük til var! Muammerin cevap vermemesı uzerine kalktı. Demek ki , yutmamıştı Muammer. i htimal evine öte­ beri falan d a taşıdığı yoktu. Daha uzatı lırsa, başına bela açabi lir, iş sarpa sara bilirdi. - Haydi hoşça kal ! Çıktı gitti . Muammer buz gibi kalakalmıştı. Kulakları uğul­ duyordu. Adam gider de lcabedenlere : "Ayniyat mu­ temedi evine öteberi aşırıyor haberiniz olsun" der­ se? Yahut iki satırla Bakanl ığa birdirirse? işini elin­ den al ırlarsa. Va yine işsiz kal ırsa? Fırtı nal ı , sırılsık­ lam gece ler. . . Evine dönüşü . . . Kapıyı suçlu suçlu çalışı . . . Kapının ümitle açılıp, usulcacık kapanışı . alt­ ları delik postal larını çıkarışı, yaş çoraplariyle odaya geçişi , oğlunun derinl ere çökmüş kara gözlerin i çı­ karışı . . . B i r şeyler yapmalı mıydı acaba? Belki. Ama ne? 251


Adamın peşisıra fırlad ı . Adam, elektri k lambalarının birdenbire yandığı sokak boyunca yürül'ken, "Yutmadı, diye düşünüyor­ du. Bu da Ankarada'ki Hüsnü gibi. Ama Hü.s nü zile bastı, patırdı ettiydi . Bu mazlum çıktı Allahtan. Çık­ tı ama, ayniyat mutemedi, üstelik anbar katibi de. Kaynağın gözünde. Avantası olmaz olur mu? Olur amma . . . Köşeyi dönerken, arkasına baktı ! Hayret! Muam­ mer koşarak gelmekteydl . Kafasındakiler sil ind l . Demek işin bombası pat­ lamıştı? Kimbilir, belki de gerekeniere haber vermiş, yahut polise telefon . . . Köşeyi döndü, adımlarını açtı. Koşuyordu. G ittik­ çe artan bir heyecanla koşuyor, yakalanmaktan kur­ tulmak Için bacaklarının olanca kuwetiyle koşuyor­ du. Iki yanında yıkık, kerpiç duvarlar. Birden su do­ lu bir hendek çıktı önüne, atladı. Ayak bi leği i ncin· mişti l Felaket! Yakalanıp ele geçmek, şantajdan tev­ kif edi l i p cezaevine düşmek. işi nden olacağı da ca­ ba. Sevmiyordu, sevmiyordu bu pis işi. Ama· al ışmış­ tı bir defa. O kadarcık maaşla idare edemiyordu ki. Yıllar yı lı pekala da söktürmüştü. Bu ikinci falso. La­ kin inei nen ayak bileğ i . Ağırlaşmıştı da. Sağursa büs­ bütün tutulur, koşamaz, hatta yürüyemezdi . Sola saptı. Terkedi lmiş harap b i r ahırın açık ka­ pısından daldı. . . l l ı k ı l ı k gübre kokuyordu. Kanatları kopmuş pencerelerden birinin yanına sindi. Başı dö­ nüyordu, nefes nefeseydi . Az sonra Muammerin so· kak boyunca caddeye doğru koşarak g ittiğini ferah­ lıkla gördü. Muammer caddeye gel ince durdu. O da nefes nefeseydi . Pek pek elli metre i lerisindeki adamı na­ sıl da kaybed ivermişti . Ne diye koşmuştu peşinden sanki? Koşmasa da sesiense olmaz mıydı? Ürkütmüş müydü adamı yoksa? Gökyüzüne baktı. Yıldızlar, incecik bir ay. Allah "

252


oradaydı, bil iyordu. Sabunun verdiği normal fireyi bile alıp götürmezdi . Ismini olsun sormamıştı. Sorsa bi le, doğruyu söyler miydi bakalım? Aynı bütçeden maaş alı rlarmış. Demek ki, Ankarada, Bakanl ı ktaydı . Demek kendinden öncekini bu attırmıştı ? Ya şimdi gider Baştabibe de, mutemediniz böyle böyle derse? Va patlak gözlü Baş­ tahip de i nanırsa? Va iŞine son verirse? Va yine iş­ siz kal ıp, evine el leri boş dönmeye mecbur olursa ? Evinin kapısını çaldı . Kadın akşam yemeği i ç i n ekmek, çocuk çikola­ ta, yahut karamela bekliyordu. Fakat kadın beğenme­ di kapının çalınışını. 2 aydır alıştıkları kudretli çalı­ nış değildi . Kışı n, işsiz dolaştığı zamanları hatı rla­ tıyordu. Yüreği hop ettiyse de, açtı . Adam, gözlerini kaçı rarak girdi: i şsiz günlerdeki gibi pabuçlarını çıkarıp odaya süzü ldü, işsiz günler­ deki gibi ne oğlan çikolata sordu ne de kadın ekmek. Akşam yemeği bile unutuldu. Tıpkı tıpkı işsiz gün­ lerde olduğu gibi. Herkes, her şey düşüneeye daldı. Sonra çocuk anasının dizine koydu yumuşak sarı saçlı başı n ı , gözlerin i yumdu. Ana, oğulun ufacık ba­ şını avucuyla sıvaziamaya başladı. i şine çok erken geldi . Bütün geceyi hemen he­ men uyanık geçirmişti . Baştabip geldikten sonra kı­ yametlerin kopacağ ını sanıyordu. Baştabibin Al laha filan inanmadığı n ı , hele yemin edenlerden ifrit oldu­ ğunu bil iyordu. "Yalan , Iftira. i nanmazsanız eviıni arayı n ! ! " dese, inandı ramazdı ki . Bakkala devretmiş olamaz mıydı ? Böyle şey yoktu şüphesiz ama, onlar böyle sanmazlar mıyd ı ? - Hayrola Muammer bey. Pek düşüncelisiniz bugün. i rki ldi. Baş hemşireydi. Yanıbaşına gelmiş, gü­ lümsüyordu. "Ne düşündüğünü bi lmiyorum. Her şey­ den haberi m var! " demek istiyor gibi geld i . - Düşünmeyin canım. Kara kara düşünmek hiç bir şeyi halletmez! 253


Yani olanlar oldu, ne yapsa nafi l e m i ? - Hastasınız galiba Muammer bey? - Yoo, hayır. - O halde düşünmeyi n. Val i ahi hiç bir şeyi halletmiyor düşünmek, insan canına yapıyor. işi olaca­ ğa bırakmak en .iyisi. . . i ri kıçıyla çamaşırhaneye doğru yürüdü . Muammer sadece bakıyordu . Deme·k haberi var­ d ı ? Peki ama, Baştabibin yanında mıydı ki . . . Herhal­ de yanındaydı. Baştabibin bekar olduğunu bil iyordu. Başhemşireyle de düşüp kalktığı söyleniyordu. Her­ halde akşam yine beraberd i ler. Adam geldi. Böyle böyl e, anbar katibiniz evin e öteberi aşı rıyar dedi . Baş hemşire de . . . Odasına g i rd i , masasına çöktü. Baştabi p, i riyarı , göbekli biri , hastahane kapı­ sından bomba g i bi g i rdi. Başhemşire, idare memuru filan koştul ar. H ep birl i kte merdivenlere yürüdüler. Ağı r ağır, tane tane çıktı lar. Muşambaları l izol la g ı­ cır gıcır ovulmuş sofayı geçerıken, kalın çerçeveli gözlüğünün gerisinde, bağırıp çağırmıya yarıyacak bir şeyler arandı, bulamadı. ikinci kata çıkı lan merdivenin son basamağı n­ da buldu nihayet. Muşambanın ucu çivisi nden kur­ tulup hafifçe kalkmıştı . H ı rsla: - Burayı çakı n! dedi. Üçüncü .kat, odası. Başhemşirenin tuttuğu beyaz gömleği ceketinin üstüne giyip, hasta koğuşlarına gitti. Hastalar sabah çarbaları nı iç·i yorlard ı . Baştahip hastalardan bi risin e yaklaştı , yiyeceklerden memnun olup olmad ı klarını sordu : Memnundular, Allah razı ol sundu lakin . . . Bir ihtiyar: - Daymuyoruz bey.i m , diye inledi, doymuyoruz. lli.k lerimiz bi rbi rine g eçti ! Baştabip emrindeki lere karşı baruttu ama, has­ talarına d eğil. Yemeği n artırı lacağını temin etti . Bir saat sonra, dalaşı lması gerekli 'her tarafı do254


!aşmış, odasına dönmüştü. Masasındaki evraklarla meşgul olmıya başlamadan ewe l : - Bana ambar memurunu çağırtın d a hastaların isti hkakları hakkında talimat vereyim, - dedi . Başhemşire odacıya emretti . Odacı, Muammeri kara kara düşünür buldu. Başı­ nı yumruklari arasına almıştı . - Seni Baştabip bey acele istiyor dedi. Muammer'in ciğeri ateş düşmüş gibi yandı . Ça­ ğırılıyordu. işte, tamam. Kıyametler kopacak, Işine son verilecek, yine ,işsiz kalacaktı. - Baştahip bey öfkeli mi? Öfkel i olmadığı zamanı bilmlyordu ki odacı. Attı : - Öfkel i . - Öfkel i demek? - Öfkel·i . - Yandık desene, şap gibi yandı k d esene Bay. ram e·f endi . . . - Niye, ne var k i ? - Bayram efendi ? - Buyur. - Benden önceki ambarcı neye koğulmuştu? - Evin e öteberi taşıdığı için - Taşır mıydı sahiden ? - Ben gözümnen görmedim, Al lah var, Amma elin adamı öyle dediydi. - Baştabip· bey hemen kovdu muydu? - Şakası yok, bilader! - Bird e ha? - Birde ya. Bizim Baştahip gibi var m ı ? Bir bakışta her ş ey.i adamın gözlerinden okur! - Fakat Bayram efendi. Şuraya gel-e li iki ay dol­ mak üzere. Hepi niz görüyorsunuz. Evime bir şey gö­ türdüm mü? Her akşam paydosunda durur, kapıcıy­ la konuşurum ki, bir şey çıkarmadığımı görsün diye. - Ne o lmuş? Durumu anlattı . Fakat odacı Bayram, « Ateş ol­ mıyan yerde duman tütmez ! " d iye, hastahane kapıcı­ sının yanına geldi.· 255


- Haberin var m ı , dedi, senin yeni anbarcının da ipliği pazara çıkmış ! Kapıcının gözleri büyüdü: - Ne gibi? - Evi ne öteberi taşıyor diyesiymişler! - Essahdan mı lan Bayram? - l rzıma nikahıma. Seni de şahit tutuyor. Her akşam paydosta durur, sennen konuşurmuş. Doğru mu? Kapıcı telaşlandı : - Konuşur, konuşmaz. Bennen ne alıp vereceği varmış? Herkesin suç ortı:ığı mıyım? Bana ne? Ui­ kin, dur hele Bayram . . . Bu var ya bu ambarcı? Dün akşam kapıdan ·koşarak çıktı , yel gibi. Tamam tamam, yel gibi. Baştabip çağı rır sorarsa, derim. Babamı n oğlu değel al Baştabibin odacısı ambar katibi M uammeri Baş­ tabibin oda kapısı önünde tırnağını kemi rirken bul­ du. - Niye girmiyorsun? - Demek çok öfkel i ? Bıyık altı ndan gülümsiyen odacı : - Çok, dedi. Senden önceki de tıpkı senin gibi korktuydu . Mayişinize şükretseniz de, harama el at­ masanız olmaz m ı ? Muammer baygın l ı klar geçi riyordu. - Yalan, diye inledi. Val iahi yalan, billahi yalan. Kur'an çarpsın ki yalan! - Dün kapıdan niye yıldırım gibi çıktın öyleyse? - Ben m i ? Kim söyl edi ? - Kapıcı Hi dayet . ......? - Baştahip sorarsa derim dedi. Hidayet namus­ lu adamd ır. Hemşerim diye değ i l , lakin Hidayet gibi harbici var mı? Baştabibin odasına girdi. - Ambarcı, geldi dedi. Geldi ya, tirtir titriyor. Bu da kendinden evvelki gibi. Hain hoyflü olur der256


ler. Cenab-ı Allah ayıplarını yüzlerine vuruver,i yor. Kurban olduğum . . . Baştabip gözlüğünü çıkarıp sordu : - Ne demek istiyorsun? - i ç yani, h em yapıyor ediyorlar, hem de . . . - H em de! - Kapıcı Hidayet d iyor ki, baştabip çağırırsa derim diyor. Dün akşam kapıdan yıldırım gib i çıkıp gitmiş! - Yaaa! - Evet. Hidayet namuslu oğl andır. Hani hemşerim d iye değH . Hidayet gibi yok! - Demek bu da öteki gibi? - Kendin daha ·i yisini bilirsin b eyim. - Çağır onu bana! M uammer ölü g i bi gird i . içinde fı rtınal ı , sırıl­ sıkl am gecel erin ürperti si, çocuğunun derinlere kaç­ mış kara gözleri . . . Baştabibin masasına yaklaştı, durdu. Titreyen elleri , bacakları. Seyiren kaşları , göz­ leri . . . - N e yapacağız sizin elinizden katip? Sizin bu hırsızlığınızla nasıl başa çıkacağız? Aldığınız maaşla niçin yetinmiyorsunuz? Aniden odun yemiş gibi o ld u peşin. Sonra ken­ dini toplad ı . Bir ç ı rpıda bir sürü şey söyledi . Fakat Baştabip: - Senden önceki de tıpkı senin gibi konuşmuş­ tu ! dedL Masasından kal ktı . içeri giren Başhemşi reye emretti : - idare m emuruna haber veri n, vazifesine el koysun ! - BaŞüstüne efendim. - Had i , bas bakalım! Fırtı nalı, sırı lsıklam geceler, altları delik pos­ talları, d erinlere gömülü i ri siyah gözler, karanlık sokaklar, uğultu vesaire . . . Çıktı . 257


BABALAR VE OGU LLAR

Tam i kindi üstü. Arsada küçük futbolcular fut­ bol topların ı n başına üşüşmüşler kaptan Cahit'i seyrediyorlar. Bi r komser oğlu o l an Cahit'in terli yü­ zü kıpkırmızıdır, topun memesini yerleştirrneğe ça­ l ışıyor. Altan • Beşiktaş'a gireceğim,, diye kabard ı . Necdet sin i rl i sinirli • Parayı neııeden bulup d a

istanbul 'a gideceksiniz?• ded i . « Baban n e iş yapacak ord a ? »

.. Qrda halası var babam ı n , apartmanda oturuyorlar. B i r satsalar üçyüz, dörtyüzbin l i ra eder! " • Ne b i l iyorsun? Gördün m ü ? ıo " Babam görmüş, biliyor, o söyledi . " M ıstık söze karıştı : Halanın apartmanından size ne? Satıp parasını size vermiyecel< ya! " •

Necdet, aTab i , , dedi a N.iye vers i n ? •

258


· Halamız değ i l mi oğlum? H em babamın istanbul 'd a öyle büyük tanıdıkları var ki . . . Necdet dayanamad ı : « U ian amma da atıyorsun . Senin baban biz·i m şi rkette katip! " · Olsun . . . .. Necdet, .. çocuklar, " d ed i « Bunun babası var ya , yolda nas ı l yürür? Kambur ,kambur. Sanki s ı rtında küfe varmış gibi . U l an senin baban hamala benzi­ yor. Öyle babam olsa lafını etmeğe utanırı m ! " "

Altan'ın d a tepesi attı : •Senin baban da cennet öküzü ! • Necdet"·in tombul yanakları a l al oldu: " Benim babam m ı cennet öküzü ? » • Cennet öküzü tabii! • " U ian sen i n baban öküz ası l . Bunun babası var ya, bizim şirkette Mtip, babam ded i ki, dalgacı tere­ sin biri ded i , kuyruğundan tutup atacağ ı m , acıyorum ded i . » Kaptan Cahit topun memesini bırakmış, çekişmeyi dinl iyor, terl·i terl i gülüyordu. Altan : · Benim babam i ç i n m i diyor? " ·Tabii ya. » u Senin baban d i yor ha? ­ "Tabii ben i m babam diyor! , · Demek baban d iyor? •

di.

Necdet nerdeyse ağlayacaktı, aŞ işe kafal ı ! , de· Çocuklar ç ı l gı nca güldüler. Altan: •Ne var boynuzlu 'nun oğ l u ? » Necdet tokat yemişeesine sarsı ldı .

M ı stık, u Vuuu,• dedi • Ben olsam yemezd i m o lafı ! · Necdet g e n e : .. ş i ş e kafalı ! • u N e var ·kavun kafalı ? • · Surata bak ! • · Benim babam senin baban gibi boynuzıu değil ya. •

259


n Peki , akşam

gelsin beybam,

eğer . .. söyle ulan avel, . .

söylemezsem

senin babandan

var?• .. Babamı n karşısında

korkan

böyle duruyor ama

ba-

ban ! • Altan heyecan l a sokuldu. • Şoförünüzü niye kovdu beyhan şoförünüzü ? Ha? Söyle bakalın, niye kovd u ? • Arkadaşları n a dön­ dü: • Çocuklar, bunun annesi var ya? • Necdet :kıpkırmızı: a Niye kovdu ? " .. Annene sor da söylesi n ! « Benim l e konuşma bundan sonra, .. d ed i . Çekti gitti . · Konuşmazsan konuşma be, ölmüyorum ya se­ ni nle konuşmak için . . . M ı stık: • Babası niye kovdu şoförü ? Aitan göz kırparak, n O biçim işte , • dedi . ça­ kıyorsun ya ? • .. sahi m i be?• .. şerefsizim ki ha. Kalkmış bi r de fiyaka sökü­ yor burda. Babam dedi ki, herifte mide d eğ i l , çöp tenekesi dedi . " Futbol topu hazı rdı . Kaptan Cahit ayağa kalktı . •

,.

..

Haydi çocuklar! Aşağı kaleye kuwetl i bir d egaj yaptı . H avada geniş bir eğri çizen top uzaklara düştü. n

Sofrada Necdet beybabasına darg ı n dargın ,bak­ tı . Yusyuvarlak iri başı elektriğin altında parlayan Bay Ethem Kadri Savaşcan, fildişinden dökülmüş gibi ağır, pırıl pırıldı. Boyuna şarap içiyor, arada gamsız kahkahalar atıyordu. Annesinin sofradan kalktığı bir ara Necdet: « B eyba,• ded i yavaşça. Bay Ethem Kadri oğluna baktı. Boynuzlu ne demek?. Adam ipek pijama içindeki tombul göbeğini hop•

260


lata hoplata güldükten sonra, yaşaran gözlerini tom­ bul, bembeyaz yumruklarıyla sildi . Durup durup· gü­ lüyordu.

• H a beyba? · • Annene s o r yavrum ! .. Sarıya boyal ı kumral saçları bigudi ler içi nde Selma hanım, • N e var ? • diye mutfaktan çı·ktı. •An­ neden sorulacak o lan n edir?• Ethem Kadri bey hala durup durup gülüyordu. a Bak ne soruyor oğlun . . . • a Ne var? Ne soruyorsun N·ecdet?• • Boynuzlu ne demek anneciğim ? • Selma h an ı m ı n yüzü ası ldı : ·Aşk olsun Etıhem . Böyle şeyler öğretiyorsun çocuğa deği l m i ? • • Yok hammcı ğ ı m yok, bana sord u , b e n d e . . . • • Sen de bana ha . . . • Kocasını nefretle süzdük­ ten sonra oğluna döndü: • Necdet, bir daha Jşitme­ yeyi m b u kaka !atları , valiahi ağzına biber korum ! .. •Demek kötü bir şey bu ?• · Elbette. Çok köyü hem de! • Peki, benim beybam boynuzl u m u ? • Ethem Kadri beyin e l i nden çatal düştü. •

Selma hanı m beklemiyord u : Ne demek? Ne de­ mek oluyor bu Necdet? �<!imden öğreniyorsun bun­ ları ? Ayıp deği l mi senin gibi terbiy.el i , güzel çocu­ ğa? Aaa . . . •

Kocasına döndü. O hala şaşkın şaşkın bakıyordu. Ne kahkaha, ne de hatta hafifçe gülümsayişten iz. i nce damarların kıl kıl kı rmızısı içindeki pelte yüz h ı rstan sararmıştı. Yoksa oğlu b i r şeyler ml bil iyor­ du? iskem i esini oğlunun yanı n a çekti. · Kimden duydun bunu yavru m ? • Necdet kinle, a Aitan'dan ! " d ed i . · Hangi Altan? Şu, katip Rıza'nı n o ğ l u m u ? • • Evet• • Ne ded i ? • Seni n baban boynuzlu ded i , şoförünüzü beyha­ n ı n n i ç i n kovduğun u bil iyor musun dedi . .

261

. •


Selma hanım ıkıpkırmızı kesildi. Necdet sinirli sinirli bakıyordu. Ethem Kadr.ı bey tıkanmıştı . Peçeteslyle ağzını s i lerek masadan yavaşça kalktı, odasına geçti . ·O terbiyesizle konuşma bir daha yavru m , • de­ d i . Selma hanım, · On l ar alçak ruh l u , adi çocuklar­ d ı r. Oynama da onlarla . . . Olmaz m ı evi adım?'• • Peki anneciğ·im. Benim beybam boynuzlu değ i l , deği l mi ? •

• Değil tabii yavnım, şüphe mi var? " · Beybam şoförü n için kovmuştu? • a H lç, benzin çalımıştı d a . . . • ·Yoksa b enim beybam . . . • « Senin beyban büyük adam ! • Altan'ın babas ı ? • .. H i ç , katip parças ı . . • • Biz istesek hemen yarın gideriz istanbul 'a de­ ğil m i ? • • N e var istanbul'a gidemeyecek? Her yaz git· miyor muyuz ? • «Aitan'lar?• u Pis, adi çocuk O , Alma ağzına onun adını ! · .

a Onlar gidemezle r deği l m i ? • u Gidemezler tabii . . . • u Paraları yok Id gitsinler değil mi anneciğim?• « Olsa bile, beyban Izin vermez ki . . . • «Yaşas ı n ! Ben i m beybam, onun kambur baba­ s ı ndan çok büyük. H em onların otomob i lleri de y ok! • Bay Şthem Kadl"i Savaşcan karyolaya yan gel­ miş apartman penceresinden dışariara bakıyordu. Karanl ıklar i nmiş, şehrin e l ektrikleri yanmıştı. Rad· yo ağır ağır klas i k müzik parçaları çalmaktaydı . Selma han ı m odaya koyu bir gölge gibi gılrdL Ethem Kadri bey, karısının gi rişini anladı ama dönüp bakmad ı . D ışarda aysız ğögün altında şehir .ı:urıl p ı rı l d ı . Kad ı n yavaşça sokuldu. Kocasının tüysüz başı262


nı yumuşak avucuyla okşadı . Ama adam hala hare­ ketsiz, dışariara bakıyordu. Kadın, • Niçin liimbayı yakm ad ı n ? " dedi. Adam karşı l ı k vermed i . ·Yakayım m ı ? • · Istemez. • « Niçin ? • · Böyle daha iyi . • ·Ama böyle . . . • «Böyle daha iyi diyorum . •

• Peki . • Kocasına a z daha sokuldu, yan ı n a uzand ı , çenesini yastığa koydu, dışariara bakmağa başladı kocası gl­ bl. Bir ara, • N e düşünüyorsun ? • diye sordu. Adam m ı rı ldand ı : • Kestirebil i rs l n . .. o adamı kovı . · Rıza'yı m ı ? • • Evet.• •Ne suçu var?• .. var, yok. Kov. Ben öyle istiyoru m ! • • Neyi değiştirir bu? • " Değiştirir, değiştirmez. Kov:manı istiyorum! • Adam karş ı l ı k vermarneyi uygun buldu. • Pis, utanmaz. terbiyesiz. adi . . . « Belki , • dedi Ethem bey. • Ne belki s i ? • a Utanmaz, terbiyesiz belki ama . . . .. ..

"

• Evet?• Içini ç ekti : · Boynuzlu deği l ! • Kadın h ı rs l a doğruldu . .. Başlama gene. Gelmiş geçmiş bir şey Için . . . Adam kah ı rl ı : ·Yak ş u lambayı yak . . • • Ne o? Ne diye kah.ı rlı kahırlı 'konuşuyorsun ? • · Buna d a m ı hakkım yok Salm a ? Boynuzlu bir koca olarak, bu karların a da hakkım yok m u ? • Kad ı n gitti , düğmeyl çevirdi. Oda aydınlandı. •Yokh diye bağırd ı . •Yok demek?• .

263


Yok Çünkü gelmiş geçmiş bir şey i • Adam karyoladan atlad ı : • Pekala, öyle olsun . . . • Kadın radyonun düğmesini ç ev;irdi . Müzik sustu. • Duyuyor musun, o adi adamı yarın mutlaka •

kov! D Adam ne şöyle dedi , ne böyle.

Katip Rıza düşük omuzlarıyla şarapçıdan içeri gird i . Ağ layacak kadar hı·rs l ı , tezgaha sokuldu. • Doldur bakalım, doidur! D Şarapçı, bir eski öğretmen, i lg i lend i : a N e o ? Deryada gemilerin batmış gib i ? . . . .. Katip Rıza, a B ı rak,• dedi, • Camm sıkılıyor. .. • Hayrola ? D • Bugün birdenbi re i ş i m e son verdiler.• · Sebep? •

a H iiç, Sebep, mebep yok. Durup d u ruken . . " · O l maz öyl e saçma şey. Mutlaka bir sebebi vard ı r. Güneşe karşı filan işemiş olmıyasın?• .

Yok canım. Akşam, paydosta, Personel şefi ça­ ğ ı rd ı , yarın dedi hesabını a lacaks ı n , işine son veri­ yoruz . . . • •

• Neden, niçin sormadı n m ı ? · · Sorduum . • • •

Neymiş ?ı> Müdürün emri ! D

Önüne sürülen dolu şarap bardağını s i n i rl i sini r­ li kavrıyan katip R ıza bir nefeste dikti. Şarapçı : · M üdürle aranızda gelmiş geçmiş bir

şey var m ı ? • •Yok birader. lnek gibi herif. Karısını şoförüyle

yakaladı d a boşverd i . D • Sen olsan ne yapard ı n ? -

B e n olsam n e mi yapardı m ? Ci ğerini sökerd im anam avradım olsun! d ed i . Tezgaha b i r yumruk attı. Şarapçı kızd ı : a Naluyorsun lan, i nek? Başiarım üsküfünden ha! U mum müdürün değiilm beni • •

264


·Bı rak yahu Mahmut be, tepem

attı . Akı_l

di-

yor . . . • • Var mı ki desin ? u • Ne ? • • Ananı n hörekesl ! • Doldur şunu yahu . . . • Bardak doldu, tezgahta önüne sürüldü. Katlp Rı­ za aldı, yarısını dikti , bir cigara yaktı . · Içim yanıyer yahu. O kadar çocuk ekmek bekl ·i ­ yor. B i l iyorsun, e�mek aslan ı n ağzında. Bundan sonra ne �halt edeceğim ben? Iş nerede? A l l ah seni inandır­ s ı n , bugünden yarına yiyeceğimiz; yok şerefsizi m ! • a Şeref m l ded i n ? · u

· Bı rak şakayı yahu. B i r maaş tazminat verdikle­ rini farzet. Sağa sola dünya �kadar' borcum var. K a­ pat borçları, sonra ? • • Sonra . . . sonrası yok. Git yalvar herife. Herhal­ de bir s ebebi vardı r . . . • · Kafayı Iyice bulup' gideceğim.• • G it ama, biçim li. Kabadayı lığa boşver. Nerd e n baksan beş para l ı k b i r katip parçasısın. Kendine acındır . . . • • Doldur şunu . .. • Hayır, yeter. Dört hardak içtin, b i r şişe Te­ keJ ',in Marmara'sı demek; Yeter! · Sen şunu da dotdur da . . •

. •

· Uian zaten yumruk kadar şeysin. Yeter dört bardak. Şimdi gider akım derken bokum der, bir çu­ val Ineiri berbat edersin . . · Gözünü seveyim M ahmut dotdur şunu, akl ım başıma gelsin ! • Katip Rıza beşincJ. bardağı da d i kip çıktı. .

»

Saat akşamın sekizine geliyordu. U mum Müdür Ethem Kadri Savaşcan masasın­ dan kalktı. Daha yığınla l ş.i olduğu halde, çal ışmak gelmiyordu içinden. Tam şapkas ı n ı a lacakkan kapı

265


vuruldu. Şapkasını alma ktan vazgeçti, masasına döndü. Katip Rıza içeri pald ı r küldür girdi. Ufak tefek, kendi halinde biri olan R ıza'yı sarhoş, paldı r küldür

görrneğe a l ışkın olmayan Umum Müdür, ürktü. Akl ı n­ dan, müdürünü çekip vuran ofis katibi geçmişti. • Buyurun, buyurun R ı za bey! • d ed i . Yer gösterdi. Katip Rıza'nın gözleri dönmüştü, • Istemez,• de­ di . • işi m e n içi n son veri ldiğini öğrenmek istiyo­ ·rum ! • E l i ni pantolon cebine sokal"ken, gözlerini , müdü­ rün Çin mavisi gözlerin e d i kti . Müdür, a Öyle m i ? • dedi, a işinize son mu ve­ ril d i ? B i l miyorum . . . .. • Nası l bilmezsiniz? Sizin emriniz olmadan bu şirkette sinek bile uçamaz! .. • Evet ama, şerefsizim ki haberim yok Rıza bey ! •

Katip R ıza birden davrandı . O g ü n eline tutuş­ turulan bonser.:islni çeketinin Iç cebinden çıkara­ caktı. Bunu başka şey sanan müdür telaşlandı . .. Rıza bey, yavrum, Rıza bey . . . kendinize g e l i n ! diyerek •

yan ı na koştu, e l i n i tuttu : •Sizi hiç kimse işinizden çıkaramaz. Zaten se­ bep de yok. Yahut varsa bi l e benim haberim yok. Yarın i nceler, neticeyi size bildiri ri m . N etice aleyhi­ nizde bil e olsa hiç ehemmi yeti yok, yeniden başlar­ sınız işe ! •

Katip Rıza d a durumu kavramıştı . • B eni kovar­ sanız, çoluk çocuğumla birlikte mahvolduğumuzun resmidir,• d ed i . • Dört çocuğum var biliyorsunuz, hiç bir yerden d e on para gelirim yok. Bana gelince ben, bu candan vazgeçtim zaten! • • Merak etmeyin R ıza bey, müsterlh olun . • · Bu şi rkete on yıldır emek veriyorum. Size, öte­ ki amirierime karşı şaygıda kusur etmedim. Hele sizi her zaman saygıyla andım . . . • • Eksik olma Rıza bey. Ben de senden, çalış.

266

.


mandan memnunum. Yarı n işini hal lederi m , hemen başlars ı n . • • Bekliyorum müdür bey. Aks i halde . . . · Merak etmeyin, merak etmey·i n . . . • •Teşekkür ederim efendim . • • Bi r ş e y değ i l evladım. G it isti rahatına b a k . . . • Katip R ıza memnun, çıktı. Arsada gene futbol oynanacaktı. Kaptan Cahit topu gene d izleri arasına almış, m emeyl yerleştir­ meye çalışıyord u . M ı stık, a Sonra ? • ded i . de­ • Sonra h i ç . Babam bir d i ki lmiş karşısına, miş k i , beni işimden çıkar d a gör demiş• .. o ne dem i ş ? .. Boynuzlu mu? Ne d iyeb i l i r yahu? Yalvarmış Öyle ödle!< herif ki d iyor babam . . . .. a Baban vuracak diye mi korkmuş?• "Tabi yahu. Ödü kopmuş enayini n . Dan dun et­ sin d e bak! • • N 'olur?•

n Sabam diyor ki, koca göbeğini barut dumamy­ la daldururum diyor! • cı Benim babama d es i n de görsün . . . Benim babam seni n baban gibi dört tanesine boş verir! •

· Senin baban başka Mıstık.• M ı stık horoz gibi kabard ı . Altan, • Ama o ? • d ed i . a Deği l m i ? • · Ona boş ver, i neğin biri . . . • Top gene hazırd ı . Kaptan Cahit gene a�ağı ka-­ l eye doğru sıkı b i r d egaj yaptı. Top gene bir eğriyle uzaklara düştü.

267


YAN DA N ÇARKLI

Istanbul 'un çok büyük, çok süslü yap ı l ar l a ün­ lü semtlerinden bi rinin kıyısındaydı gittiğim ev. Eski istanbul ahşap evleri biçimind e , şahnis l i cum­ bal ı , kireınitl i , saçakları dantela gibi oyma l ı . K i m bHir, belki d e yaşamak, ferace devrinden kalmış, Hala a l ım l ı , hala çevresin e o devir hanımefendi leri kadar azametli bakıyordu. Bakıyordu ya, benim an­ l atacağım • ev»in bu alıml ı çal ı m l ı konakla -i lgisi, bu çok eski devirlerden kalma konağı n alt katında olu­

şundan. Kim bi l i r hangi padişah, hangi bendesi için, ne biçim b i r ubudiyetln e karşılık ya ptırıp hediye etmiş! Tahtaları kurt yeni•k leriyle yer yer delik d eşik olsa bile, gene d e özene bezene yapılmışiiğı i lk ba­ kışta belli kocaman kapının üç beş metre alt başında, ufacık, pek gelişigüzel , son derece yal ınkat bir baş­ ka kapıdan aldılar bizi içeriye. Kurt yenikleriyle del·i k deşik kocaman kap ı , ·konağ ın a s ı l •kapısı. Bizim buyur

268


güm edi ldiğıimizse, zamanı nda, yani konağın güm güm l ediği mutlu günlerde uşakların işlediği kapı ola­ cak. Bu ,kapıdan girdik işte. Daracık b i r deh l iz. Loş, dört, beş metre uzunlu­ ğunda. Sonda, sağlı sollu ufacık ufacık i ki oda. Her­ halde o mutlu uşaklar oturdu bu odalarda. Şimd i , rahmet-i rahmana kavuşmuş Hk karısın­ dan dokuz, i ki ncisinden d e dört olmak üzere on üç çocuğuyla karı s ı , kendisi , güveysi on altı kişi lik ufaktefek bir sıvacı barınıyor, Bana bu sıvacıyla başı ndaki leri nden söz açtıkları zaman şaşıp kalmış, pek d e i nanmamıştım, H i ç vakit geçi rmeden gittim . gördüm. Hani i nsan görmezse d e ezbere düşünse ilk akla gelen, bu ufacık aile babası n ı n bu kadar bo­ ğazı beslemek zorunda kalmaktan gelen korkunç sı­ kı ntı içind e belki de zaman zaman kendine kıyma­ yı düşünebileceğ i n i sanır. Hayır. Adam ufaktefek, bir muşmula kadar da kuru, kötü yaşamağa dayanmakta sıfırı tüketmiş ya,

neşesine diyecek yok. Hani şu eski l erin •mihneti kendine zevk etmed i r a l emde hüner,• sözü var ya, o hesap. Mihneti kendi n e zevk ediyor: · B izde gramofon yok, radyo hiç yok. Yok diye

bir kenarda küsüp kararacak değ i l iz ya! Aptal ça­ lar, Çingene oynar hesab ı , ben tepsiyi a l ıyorum, as­

kerken yeni gelen büyük oğlan dayanıyor şarkın ı n , türkünün en oynağı na, e n kahpesine, kızlar da şıkı­ d ı k şıkıdık başlad ı lar mı göbek atmağa, ooooh ! Kaç para eder sen i n Hilton'un, Ta�s i m ' i n , Tepebaşı 'n , Ka­ zablanka'n ! "

Beşinci çocuğuna gebe karısı söze karışıyor: a Ü stümüzdeki ler rahat bıraksa Soruyorum, Kim oturuyor üstte ? " " Kiracı . » Sözü kocası al ıyor: Ki racı ya, ev sahibinden i leri . Kend i l eri çalıp çağırıp hora teper, tahtalarını yıkayıp s i lerken ya. . . •

a

269


taklarımızı sel sele verirler, laf yok. Biz burada gam dağıtalım dedik mi, tavan güm güm vurulur. Ne o ? Kesin bak:alım, sizi mi din l iyeceğiz? B i z sizi di ni iyo­ ruz ya. . . Radyo n uz var, içkin iz, misafirleriniz, dan­ sınız mansınız tamam . Haftada en azından dört, beş gün mahal leyi ·i nletirsiniz. Dinleyen kim ? Beğenmi­ yorsan çık. B i r tutuluyorum ki heriflerin mal sahibi g i bi cart curt etmelerine! " Bunları, yılbaşını nasıl geçird i klerini anlatırken, rutubetten neml i , karmakarışık yataklarının hala se­ ri l i d u rıciuğu odalarında söylemişti. Bir buçuk metre eninde, bi r buçuk' metre bo­ yunda, basık tavanl ı , içeri içeri kamburlaşmış, sıva­ ları dökük duvarlarıyla kutuyu h atı rlatan bir oda. So­ kağa açı l an yanyana ·iki pencerenin dörderden sekiz camından yedisi kartonlarla ·kapatı lmış. Yama yama üstüne yorganlar, yatak, yastıklar .. Yataklar s ı ra s ı ra seri l i . incecik incecik. • Kaç .kişi yatıyorsunuz burada ? • Kucağında bir, bir buçuk yaşlarındaki kızından başka karnı burnunda karısına bakıyor gülerek. « Kaç kişi yatıyoruz?• diye soruyor. Kadın da gül üyor. ·Bilmem ki. . . Ben. sen iki, Ayşe, Fatma, Zel iha, Meryem, Erdal, Can, Ne$e Ay­ nur da sekiz m i ? • • Sekiz.• • Etti o n . On kişi yatıyoruz galib a . . . Ufak tefek adam, odanı n rutubetli loşluğunda gülüyor. • Ürkütmeden sayı l maz ki ! • ,

Soruyorum, · Öbür odada kaç kişi yatıyor? • Gene hemen karş ı l ı ğ ı n ı veremiyor. Düşüyor önümüze, geçiyoruz öbür odaya. Burası daha ayd ı n­ hk ama, daha da küçük. Sedirde, yerde seri l i yatak­ lar u Sedirde kızımla güvey yatıyorlar. Şu yerdekin­ de büyük oğlum, bunda benim yamak . . . " Hayretle soruyoru m : .. Nası l ! Siz.in yamak m ı ? · .

270


·Yamak ama, yad ı rgı değ i l . O da oğlum ! • · Iyi ama, oğlunuz b i l e olsa, kızınızla güveyi nizin yattığı odada yatma ları . .. • Dertl i dertl i içini çekiyor: • Eihaya minel iyman değil m i ? Doğru. Ben de b i l i �im hayanın iymandan geldiğini ama, yoktan ne çıkar. Aslına bakarsanız, ev benim üstüme. Güveyle kızımı n başlarının çaresine bakmaları lazım. Nas ı l bakacaklar? O d a benim g i bi bir işçi, badanacı. Ev kiralarıysa, b i liyorsunuz, ateş pahası . Nereye gidecek­ ler? Nerde ev bulacaklar? Buldular d iyel im, avuç .do­ lusu parayı nas ı l verecekler? Avuç dolusu harcamak i ç i n avuç dolusu kazanmak lazım. Bize malum, ser­ best mes l ek erbabı, üç gün iş, on üç gün o kahve senin bu kahve beni m . Keyfimizden değ i l ha. Hele mevsim de kışa döndü döneli ber·i , bı ra.k ! " « Buraya n e kira veriyorsun? .. Gülerek başını sal ladı. a O n yı l önceki mukaveteye göre doksan ... « Mukavele dışı ? • ·. Iki yüz elli ! . . . «Yani yüz altmış l i ra açıktan? H er ay m ı ? » aTabi. u Niçi n ? " "

u

u Niçini var m ı ? Ç ıkaramasa M l e tedirgin eder. Etti de. Doksanken, yüz yirmi yap ded i . Yapmadım

başfadı hır güre. Yaptım. Bir zaman rahat. iki yıl son­ ra tutturdu e l l i l i ra daha koy. Koymadık, yukardan su döktürdü, camları m ı kırd ı rd ı . Çaresiz ell i daha ekie­ dik Etti mi yüz yetmiş? Aradan geçti gene birkaç y ı l , haydi baka l ı m e l l i daha. H ı k , mık. Veremem, edemem, kazançlar kesi•k filan fıstık . . . başladı h ı r gür, gene. Ulan aman yapmayı n , etmeyin . . . Kim d i nler? Çare­ siz kabul . Etti iki yüz yü·ımi . Bu yakınlarda gene tut­ turmuş, otuzia razı ettik güç bela. Şimdi i ki yüz e l l i­ den oturuyor, d o ksandan mukavele i mzalatıyoruz An­ layacağın, yüz altmış l ira h araç veriyoruz her ay! O halim sel im, o yumuşacı·k, o mihnetl kendi•

271


sine zevk eden adam öfkeden şahlanarak, •Şu Kıb­ rıs dalgasından bir harp de patlamıyor ki , • ded i . Genab-ı Allah hakkımızda hayırl ısını versin ! " Karısı b i r ana kaııtal gibi d i k i l d i . • Başlama gene d e l i del i l • Adam soluyordu ama, karısından çekinmişti bes­ bel l i , yere bakıyordu. Kad ın · bana dönd ü . n Ev, kıira, ev sahibi lafı oldu mu gözü dünyayı görmez. Harp olsunmuş. U nuttun mu harp şayiaları çıktı ğı günleri ? » Gene bana döndü. « G ece leri uyku tutmaz ol duydu. Vay yavrularım, vay eviati arım . . . Adam gözleri ni yerden bana kaldırd ı . · Doğru söylüyor, doğru söylüyor y a , ne yapaca9ımı da şaşırd ı m kardeş. Gözünü toprak doyurasıca­ n ı n kocca b i r apartınanı var ŞişH 'd e ; Heybel i 'd e köş­ kü var. Dükkanlar, konaklar da caba. U l a n , Al lah ver­ miş. Bizi de şu kör haneye tıkm ı ş . Görüyorsun d i r­ l i ğ i m i z i ! Devletin kanununa, konturatma razı olsan da insana dünyayı zehir zıkkım etmesen ol maz m ı ? Fi ra­ vun'un adı çıkmış. Firavun bunlar kadar zal.im miy­ d i ? H i ç sanmıyoru m ! Doksan l i ra l ı k ki raya, tut her ay açıktan yüz altmış l i ra avanta a l ! .. i rili ufaklı çocukları bi rer i kişer gel iyor, yanla­ rı patlak ayakkapları , yam a l ı , kirl i üst başlarıyla bize •

"

meraklı meraklı bakıyorlard ı . Sevi mli , zeki şeyi erdi hepsi de. Babaları onlara di kkat edince, " Harp, » dedi . « Al lah göstermesi n . insan canından beziyor da za­ man zaman . . . Yoksa kapıya kanacak şey mi ? » Karnı burnunda hanım ı n ı işaret ederek, Hala •

yeni yeni canlar peşindesi niz,, dedim. Baktı, gördü, gü ldü. • Ne yapayım ? " · Bi l mem, ama, tedbirB davranamaz mısınız?» Gene adeta şah l a nd ı : ·Yani n e yapmal ıyım ? • Düşürmek gibi , hami le bı rakmamak g i b i . . .

272


Allahın binasını yıkamam! • dedi. Arka cebinden kırış kırış sigara paketini çıka­ rıp uzattı . Bir tane aldım. O da aldı. Çaktığ ı ki britten yaktık. Kaldığı yerden ardını getirdi. .. Yıkamam . Çünkü, isterse mi lyonların olsun, vermediğine vermiyor. işte, nah şu karşı sokaktaki apartman ı n genç sahibi Herifte böyle dört apartman daha var. Parası sayısız. Çocuk diye mermere sap­ lanıyorlar, hava Kurban olduğurnun Zat-i kibriya's ı . Beni layık görüp vermiş d e ben o n a isyan edip dü­ şürecek miyim?" En küçüklerden yırtık pantolonlu bir toramanı kucağına aldı . «Yavrum ben im, yavru larım,,. dedi. « Evi min, viran yuvamın bülbülleri ! Ben onlardan bir teki nin bile tırnağının taşa değmesini i stemem. Be­ nim derdi m ev, üst baş, yeme içme . . . iş versinler efendi, bana hiç bitip tükenmeyecek iş versinler. Ka­ na kana, terieye terieye çalışırım. Yeter ki çal ıştık­ tan sonra hakkı mı alayım , evime, çoluk çocuğuma koynum koltuğum dolu geleyim, onları kurt gibi yer­ le�ken seyredey·i m ! , Karısına döndü: "Yahu bir saatir dikil iyoruz, i nsan misafirine kahveden geç­ ti m , bir bardak çay i kram etmez m i ? O kadar mı öl­ dük ? n « H iç zahmet etmeyi n , ben hemen g ideceğim . . . dedim. uOimaaaz,• ded i . aYahut dur. Haydi kahveye çı­ kalı m ! .. Evlerin i n bulunduğu sokağı n iki yanı ndaki koca­ man apartmanların arasından ağır ağır yürürken bo­ yuna anlatıyordu: .. Yavrularımı okutmak, adam etmek .i stemem m i ? El leri nde çantalarıyla okul larına temiz pak gidip ge­ len halli vakitli çocukları gördükçe kendimden uta­ n ıyorum şerefsizim. Ben de babayım ha? Niye baş­ kaları gibi yavrularımı okutamıyorum? Neden giydi­ rip kuşatamıyorum? Benim evimde de niye başkaları gibi radyom yok, buzdol abım, yok, elektrik süpüru

273


gem yok? Ben böyl e dedikçe kahvede arkadaşlar ba­ sıyorlar kahkahayı. Eşşekler d iyorum, gülün baka­ l ı m . istemesini bilmezseniz A l l ah ne d iye vers i n ? Öyle d e ğ i l m i a m a ? K u l istemezse Genab-ı Al lah ve­ rır m i ? n Güldüm. « Sen istemesini bi l iyor, istiyorsun. Ve­ riyor m u ? • Şöyle b i r duruyor, düşünüyor, sonra yüzüme bakıyor. • Doğru . .. « Doğru ya.• « Öyle ya, onlar i stemesini bi lmiyorlar vermiyor, ben bi liyorum, bana da vermiyor. Neden? Siz b i l i­

yor musunuz ? • H emen ekliyor, ·Yoksa az mı çalışı­ yoru m ? •

G e n e şahlan ıyor, · Deği l bu memleket, bütün bu kürre-i arz'da benden daha çalışkan varsa yuh erva­ hıma! •

• Peki ? • a Va i l a gal iba işin içinde b i r bit yeniği var, be­ nim akl ı m ermiyor. Haşa haşa, Al lah-ü taala verme­ mezl i k etmez. Çalış kulum vereyim demiş. E . . . kul çalışmıyor mu? Kim demiş çalışmıyor diye? Tarlalar dolusu, fabrikalar dolusu hem d e , işyerleri dolusu Kend ini hatırlad ı : « Ben m esela . . . iş oldu mu saba­ h ı n seherinde kalkarım şerefsizim. Badana fırçamı , sıva malarnı filan alır, düşerim yol lara. K ı ş , yaz. H i ç tarketmez. Yeter ki iş olsun ! • « B aşka işler denemedin m i ? • a N e gibi yani h aTicaret gibi falan. Üçe a l ı p beşe, on beşe sat­ mak gibi. . . • Gü ldü . .. çocuklarımı n kuru ekmeğ i n e katık katabilmek için ne işlere girip· çı kmadım ki? Sıvac ı l ı ktan bir ta­ rihte bi rkaç yüz l i ra g eçtiydi e l ime, toplu b i r para. Kış birden bastırıp da işler d u runca, hadi dedim, şu bi rkaç yüzle iyi, kötü bir ticaret yapayım. Vurdum . . . •

274


işi sebzeci l iğ e . Ama hemen anlad ı m k i , ticaret bana göre d eğ i l !>· « N için? a Niçin olacak? n

Kazanmak için müşteriye kaz ı k atmak, mal ı satın a l ı rken de madik oynamak lazım . Böyle şeylerse o ldu bitti el imden gelmez. B i z i m b i r­ kaç yüz, deve oluverd i ! K ı rış kırı ş Birinci sigara paketini çı karıp uza­ tıyor. B i rer tane yakıyoruz. « Deve oluverdi evet. Lakin öyle pis bir zaman ki. Elde on para yok. Yer d em i r, gök bakır. Kar der­ sen diz boyu. Sobamız oldu bitt·i yok. Kömürü kö­ m ürcüden k i loyla a l ı rız. Sermayeyi ked iye yüklayince onu da alamaz olduk. Vay anam vay! Açl ı k bir yan­ dan, soğuk b i r yandan. Çocuklar sızlanırlar. Karı , fı­ kara karı öteye döner ağlar . . Baktım olacak gibi de­ ğ i l , ben de boynumu büküp ağ layacak değ i l im ya ! Fı rlarlım sokağa. B i r tipi , b i r tip i . Sulusepken. i çim kararmış kış havası gibi. H ı rsızlık edemem, para içi n her kalıba g i rip, adam boğazlayamam. Pe.ki ne yapa­ cağı m bu havada? Kös kös giderken, sokağın nihaye­ tinde, şoo aparturnan yok mu? Krem renk boya l ı ? Ermeni 'ler oturur arda. Bizim b i r madam var, sizden iyi olmasın, çok iyi insandır. Al lah son nefesinde hak dinine getirsi n, o sulusepken'de beni aramaya ç ı k­ m ı ş meğer. Tesadüf ·işte. Aman usta ded i , yolumu satın aldın, var ol, yaşa. Hayrola madam dedim. Dedi hayı r Bizim Kad ı köy'deki tanıdıkların sıva, ba­ .

.

.

dana i ş l eri var, seni arıyordum. Gider mis i n ? Gider misin ne demek mad amcığım? Sen işcien haber ver. Cehenneme b i l e giderim, d ed i m . Adres verd i , aldım,

ver e l i n i Kadıköy . . . Buldum adres i . Bastım z i l e . Aç­ tı lar. G i rd i m , beni sa lona ald ı l ar. Ç i ni soba gürül gü­ rül yanıyor. i nsanı n gavuru, müslümanı olmuyor arka­ daş. i nsanı n i nsanı insan o luyor! Evlerinin duvarları

sıva, badana yap ı l acakmış. N e istersi n d ed i le r. Ben istedim üç, onlar verdi l er dört, beş. B i r el l i l i k avansı al ı nca, evden n ası l çıkıyoru m yani topun ağzından ,

275


fırlamış mermi gibi ! Kar·mış, sulusepken'miş . . . Haydi b i r vapur, doğru bizim semte. U lan kömürcü tart on kilo kömür. Bakkal , ver ardan pastırma, su­ cuk, ekmek. Kasap tart b i r kilo et. B i r şişe de şarap uydurdum mu? O gece görmeliydin b izim evi. Man­ galda ateş nar mı nar, duvarlar gü lüyor mu gülüyor, çocukların yüzüne kan mı geldi kan ! Ver kız şu tep­ siyi, alamadın, veremed i n gece yarısına kadar! " Sokağ ın tam dönüp ana caddeye çı kacaktık, he­ men sağda durdu, " işte bizim kahve! • ded i . G i rdik. Kendisi gibi, üstleri başları harç, kire ç bulaşı kları içinde insanlar. O n u görünce sanki kah­ vede bayram havası esmeğe başlad ı . V aa y Yandan Çark l ı geldi ! , « Nerelerdesin u lan Yandan Çarki ı ? • « Yandan Çark l ı be, radyoların televizyonlusu çı­ kacakmış yakında, duydun m u ? » B i r iskem l e kap ı p bana ikram ediyor, sonra da kendi altına b i r başkasın ı . Beni arkadaşlarına tanı­ tıyor, selamlaş ıyoruz. Daha sonra garsona sesleniyor: • H ey . . . Fidanakii i ! ! ! " Garson ta gerilerden karş ı l ı k veriyor: " Hooop ! " « Gel buraya ! » « Emret! • •

« Bize çay getir . . . » « Kaç tane? .. « Kaç kişiyiz ulan, saysana ! • Garson gözlerini üzerlerimizde dolaştırıveriyor : « Bi r, i k i , üç, dört, beş, sekiz . . . Yaşa ! n

276


PIAIL PIRIL

l<,ş ortasında p ı r ı l pırı l güneş kan ı m ı mı cos­ turdu ne, çoktand ı r yitirdiğim harika iç alemi baş­ lad ı . Otuz beş y ı l önceki gibi, havaya sabun balon­ ları üfliyebi l i r, kırlarda doludizgin çember çevirebi­ lirim. içim i ç i m e sıymıyor. Oturduğum mahal l e n i n çı:ımurunu, ortanca çocuğumun altları d e l i k pabuçla­ rını düşünmek istemiyorum. Ne al lerj i , ne arteryozk­

loroz, hatta ne de idareyle harcarsam üç beş gün fazla dayanacağı n ı hesapladığım cebimdeki para. H içbir şey umurumda değ i l . Dal ıyorum Muhsi n ' i n meyhanesine. Sabahın onu.

Dükkande ki mseler' yok. Ama herşeyler terli tertip­

l i : Muşamba örtü leri sabun lu bezlerle henüz s i l i n­

miş masalar, tozları a l ı nmış sıra sıra şişeler, şarap, konyak, rakı, votka şişeleri, badanalı duvarlar . . . Önünden dolmuşların , yüklü kamyonlarla at ara­ baları n ı n , insanl arın akıp durduğu pencere önündeki masaya geçiyorum. Güneş, kanı m ı kaynatan, içime

277


on sekiz yaşın tazeliğini veren p ı r ı l pırıl güneş m a­ samda. B i r sıra altın dişiyle sarı sarı gülerek gelen Muhsin piyangodan büyük i kramiyeyi kazanı p kazan­ madığımı soruyor. Ne ikramiyesi ? Hangi ikramiye? Sen bana şarap getir be M uhsin! Şarahım kırmızı, . kıpkırmı zı o l su n . Köfte getir, sıcak sıcak, yeş i l sala­ ta getir, piyaz getir, lakerda getir ne getirirsen ge­ tir. Rakıdan şaşmadığıma da boşver. Su getir be, su b i l e beni coşturab i l i r bugün ! Verimde duramıyorum. Kırlara koşmak, çimenle­ rin üstüne sırtüstü yatıp çivit mavisi göklerden sü­ zülüp geçen parçalanmış beyaz bulutlara dal mak, çi­ çek, yaprak, m eyve yüklü dallardaki incir kuşların ı sapan la avlamak, kırmızı topraklarda su gibi akan yeş i l kertenkeleleri kova l amak, kuyrukkaldıranları , üveyikleri taşlamak istiyorum. Futbol oynamak isti­ yorum be fulbol ! Muhsin masarnı donatmıştır. Şişesine vuran gü­ neşle yakut kızı l ı nı alan şarab ı m , daha çok Rum meyhanecilerinin usta e l i nden ç ı kma küçük küçük k ı rm ızı turplarla i ş l i yeşi l salatam, has ekmeğlm . . . ilk, ikinci bardaklar . . .

Büsbütün coşuyorum. Hani aşı k olur muyum, olurum. Sevg i l i m i n laf anlamaz, aski mi aksi baba­ sına, önden cepli bol paçaları, i ncecik bıyığ ıyla it mi it abisine postarnı koyar, evlerine dinarnit gibi da­

labi l irim . Kayalara yumruk atmak geçiyor içimden ! Her zaman böyle o l abilseki Herkes, hepi miz, bütün dünya, dünyanın bütün i nsanları her an böyle cıvıl cıvı l , güneş vurmuş kalaylı kaplar gibi pırıl pı­ rı l olabilseki Gamdan, kederden, tasadan kurtulsak, yunsak, arınsak! i ki bardağı içiimiş şarap şişesine uzanan e l i m birden öylece kalıyor. Tuhaf. O muydu? Geçen o muydu sahiden? Y ı l larca öncenin etekleri hava l ı komşu kızı m ı ? Hani onun i ç i n okuldan kaçar­ d ı m da beni ayıplard ı ? Başka maha l lelerle yap­ tığımız futbol maçlarından kıpkırmızı döndüğümüz 278


akşam üstleri maha l l e kahvesi nd e bize beyaz çarçe­ veli gözlüğünün üstünden bakan tahsildar lhsan efen­ d i n i n kızı m ı ? ' Peki ama, yanındaki koç bıyıklı külhan bey kim­ d i ? Kocası mı? Nasıl olur? Doktor olacaktı hani? Doktor olacaktı da faki r tı karaya parasız bakacaktı ? Keşke peşine takılsayd ı m . Hatta çevi rip konuşsay­ d ı m . Yanındaki içerler miyd i ? Söğer sayar mıyd ı ? Dö­ ğüşecek olsak zararlı mı ç ı kard ı m ? Çeyrek saat sonra koç bıyığıyla içeri g i riyor. Çeketi omzunda. Sarhoş galiba. Cıvık, sulu. Pişmiş köftel eri tabağa almakta olan Muhsine adepsizce şa­ kalarla y aklaşıyor. sulunun kim Muhsin köftelerimi getirince, bu olduğunu soruyorum . ineğin b i riymiş. Karısını i ş l e­ tiyormuş. Beş tekl iğim varsa eliyle götürürmüş be­ ni karısına!

Yok, böyle şeylere harcıyacak beş d eğ i l , yarım tek l i ğ i m b i l e yok ama, denkleştirrnek lazı m . Denk­ leştiriyorum. Razı. Peşinden gelmemi söylüyor, çı­ kıyoruz. B i rtakı m sokaklardan geçiyor, küçük futbol­

cuların çiftkale aynadıkları geniş bir meyda n l ı ğ ı n kanarından daracı k b i r sokağa sapıyoruz. Yeş i l ka­ p ı l ı , önce kayk ı l m ı ş b i r evden içeri gi riyorum . Be­ ni sekiz, dokuz yaşlarındaki bir kız çocuğuna tes l i m e d i p çıkıyor. Basıldıkça paslı paslı gıcırdıyan köhne bir merdiveni ç ı ktı ktan sonra, misafir odasına buyur edil iyorum. Adi beyaz perdeler, sedi rin örtüsü, yer­ deki turuncu i ş l emeli lacivert ki l i m , b i r köşede du­ ran tahta sandık, bacakları çarpık masa, masanın üs­ tündeki albüm. Atatürk'ün alçıdan küçük boy büstü, şu bu . . . Herşey alelade, zevksiz ama pis değ i l . Be­ ceri ki i b i r ev kad ı n ı n ı n sihirli eli ve sabun kokusu duyu luyor. Birden o. Sürmüş sürüştürmi.iş. . . Ama bu işe istekl i o l m adığı bel l i . Gözgöze geliyoruz. l nanamıyor. Sonra ufacık e l l eriyle yüzünü pkaatıp basıyor ç ı ğ l ı ­ ğ ı . Yan ı n a gidip bi leğinden çekiyorum. Sedire yan-

279


yana oturuyoruz. H ıçkı rıyor. Böyle bi r • Koca• n ı n peşinden sürüklenmek zorunda o l u p o l madığını soru­ yorum, Başka çaresi yokmuş. Daha « Namusluca• ça­ l ışmanın çeşidini denemiş. Kasiyerl i k l e başlamış işe olmamış, rahat bı rakmamışlar. Trikolara g i rmiş aynı şey. Fabrika, tütün, tekrar kasiyerl i k . . . Buna l ı p ras­ gele evlenmiş. Adamı n kumarbaz olduğunu nereden bi lecek? Bir gece kumar postu başında bıçakla öl­ dürünce iki yaşındaki kızıyla tekrar düşmüş ortaya : Kasiyerl i k , trikolar, tütün . Yapayalnızmış, yokmuş Al lahtan başka kimses i . Sarı l m ı ş bu adama « Koca» d iye . . .

ne Evden düşük omuzlarımla çıkıyorum. Artık otuz beş yıl önceki gibi havaya sabun balonları üf­ J iyebi l i ri m , ne de komşu kızı n ı gizli deliklerden gö­ zetl iyebiliri m ! Güneş vurmuş şarab ı m ı , ufacık turplar­ la i ş l i yeşil salatamı , sıcak köftemi , çivit mavısı gökl erdeki beyaz bulutları , çiçek, yaprak, meyve yüklü dul lardaki incir kuşları n ı , kırmızı topraklarda su gibi akan yeş i l kertenkeleleri, kuyrukkaldıran, üveyikleri yiti rd i m . Sanki güneşle aramda yükseli­ veren kal ın duvarın gölgesi düştü içime. Tekrardan Muhsine dönmekten ne çıkar? Yaklaşan ev kirasıyla del i k pabuçların mosmor sıkıntısı başladı şimdi. Ne yapmal ıyım? Nereye g itmeliyim? Nasıl kurtu lmalı­ yım bu mosmor sı kıntıdan? Dur, eğri , çamurlu sokaklardan ağır ağır dönü­ yorum. Meydan l ı k. Hala çiftkale oynıyan küçük fut­ bolcular . . . Yeni b i r sokakta, çürümeğe terkedilmiş b i r kam­ yon enkazının yanıbaşındaki küçük öğrenci l e r d i k­ kati mi çekiyor. Yere diklamesine koyduğu tahta çan­ tasına oturmuş kısa pantolonlll bir öğrencinin etra­ fına h a l ka olmuş, onu d i kkatle dinliyorlar. Çocuğun gözünde gözlük, yüzünde bi r b i l i m adam ı n ı n ağırbaşlı ciddi l i ğ i var. « Proton, pozitron, nötro n » lardan bah­ sediyor. Az daha sokuluyorum. « Konferans .. ı n ı kes-

280


miyor: Atom, p·roton , nötron, pozitron, maddenin ya­ p ı s ı , atom çekirdeği . . . Elindeki pas l ı j i l et l e u Atomun nas ı l parçalana­ cağı n ı » göstermiye çalışıyor. Dizleri üzerinde bir mermer parçası, mermerin üstünde d e j i l etin boyu­ na parçalanıp ufalttığı btr kurşun çubuk! Merakım hayranlık derecesine yükseliyor. Adi bir j i letle atomu parçalayıp çekirdeğin içindeki gü­ cün çıkarı lmıya çal ı ş ı l ması hiç te kom i k gelmiyor. Tersine. Sevi ncimden hüngür hüngür ağlamak, barı­ g ı r bangı r nutuklar çekmek istiyorum. Orospusuz, pezevenksiz, gamsız, kedersiz pırıl pırıl yarınlara olan inancım şahlanıyor. Mosmor sıkıntı n ı n anasını satmışımdır artık. Artık sabun balonları üfliyebilir, kırlarda doludizgin çember çevirebi l irim. Futbol oynıyabi l i ri m b e futbol !

281


iSTiDACI

Rüzgar tutmayan, yahut da tutmadığını sandığı bir köşeye yerleştirmişti masas ı n ı . Masa gerisinde küçücük, kaiObeladan kalma, markası filan s i l inmiş, kül üstür yazı makinesinin harflerini temizliyordu.

Gelip geçerken görürdüm. Pek öyl e müşterisi de yoktu. Ufacık yüzü, içieri daima gülen mavi gözle­ ri, kırp ı k bıy ı ğ ı , düşmüş omuziariyle sakin bir adam­ cağızd ı .

Kimdi ? Neciyd i ? Hayatı h e p istidac ı l ı kl a m ı geç­ mişti ? Yoksa bir yerlerde memurdu da emekliye -'mi ayrı lmıştı ? Çaluğu çocuğu var mıyd ı ? Kaç para ka­ zanıyordu? Nasıl geçiniyordu.

Onu görünce aklıma hep bunlar gelird i . O g ü n , acele dakti lo edi lmesi gereken b i r iş Için, akl ıma geldi. Gittim . Tesadüfen başı boş değildi. Kısa bacakl ı , hasır i skemlelere oturmuş fakir bi r karı ko­ cayı d i n liyordu. Bir iskemle çekip yanlarına oturdum. 282


Dertlerini ağız b i rliğiyle anlatmaya çal ışan karı, kocadan erkek, yirmi sekizle otuz arası , avurtları çökmüş, göz kenarları kırışıklar içinde biriyd i . Türk­ çayi çok bozuk bir Urumeli şivesiyle zorla kıvırmaya çalışırken, eski püsküleri içindeki karısı imdada ye­ tişiyor, ama o da pek .işin içinden ç ı kamıyordu . ...! Biz geldik, burda, Sivas. G i rdi l ş 'te koca, benim, favr.ika. Bir gün, bir gün, bi r gün Nasıl derler, temizlik. Yaparken temizlik . . . sırada acı b i r çocuk feryadı ! Az. i lerideki kaldırırnın önünde, sarı püskül saç­ l ı küçücük bi r kız, kendinden epeyce büyük b i r ağ­ lanı göstererek ağl ıyordu. Oğlan ya vurmuştu, ya d a e l i nden b i r şeyini almıştı. Yanımızdaki işçi kadın kalktı, kızını kucaklayıp Bu

..•

geldi. Hala meydan okurcası na bakan oğlana d ikkat b i l e etmedi. Akl ı fikri, yaz ı l masını .istediği d i lekçe­ deydi. Kocasının hala kapanmamış, feci bir yara h a­ l i ndeki el ini yakalayıp istidacıya gösterd i : - işte, b u . Yaparken temizlik . . . . - Kapı makina! istidacı ele dikkatle, uzun uzun baktı. ikisi birden : - Tazminat! - dediler. - Vermiyorlar m ı ?

- Sayıyorlar di kkatsizi ik . . . Adam, sancıdığı anlaşılan e l i n i b i l eğinden s ı m­ sıkı tutmuştu . Kadını n yüz çizgi leri sertleşmişti. Her ikisi de, ·istidacı n ı n ağzından çıkacak sözü he­ yecanla bekliyorlard ı . lstidac ı : - Peki , yazalım . . . - dedi.

Feraıh ladı lar. Ama iş bitmemişti b esbell i . işin bu kısmı ihtimal daha önemliydi. Kad ı n başındaki soluk bez parçasını çözüp çene283


s i n i n altında sinirli sinirli bağlarken, istidacıya dön­ dü: - A z para al bizden amma! . . . Erkek başı n ı salladı : - Doğru. Az. . . , Elini gösterd i , boynunu büktü, içini ç e kti . istidac ı n ı n o her zamanki yumuşak yüzü karışmış, çizgileri sertleşmişti . Çok düşünce l i , hatta ke­ derli bir hali vard ı . Birden kendini toplayarak, üzeri­ ne Arap hatleriyle · Donanma cemiyeti • yaz ı l ı bir kitap kapağ ı n ı n içinde bir tabaka parşömen kaadı çekti, makinaya taktı . Tuşlara vurdukça, ince kol lar ters türs gidiyor, harfler kaada iyi vurmuyordu oma, aldırdığı yoktu. G ittikçe artan bir h ı ncın heyecanı içindeydi. Belki de, şu zava l l ı lara tazminat vermek istemeyeniere kızı­ yordu. Ne olursa olsun, coşmuştu. Omuzları düşük, ufacık adam deği l d i . ihtimal çoluk çocuğu etrafını almış, borcu gırtlağını aşmış, pusulayı şaşırmışt ı . Belki de h a l a e v kirasını verememişti, kimbi lir?

Büyük bi r sanatçıf1ın kendi kendisiyle barışık olduğu andaki heyacanı içindeyd i . Bana öyle geliyor­ du ki markası aşınmış külüstür makinası n ı n başında, hakları el lerinden alı nmak üzere olan i nsanları ko­ rumağa mecbur sayıyordu kend i n i l Yazdı , yazdı , yazd ı . Sonra kaadı hı rsl a çekti. Ceketin i n i ç cebi nden karton kapağı yer yer kırı l m ı ş , yaprakları l i m e l i m e bir defter çıkard ı . Açtı . Kirli bir ikibuçukluğun yanın­ da duran on altı kuruşluk dilekçe pulunu a l d ı , yaz­ dığı kaadın altına yapıştırdı.

- At şuraya imzanı ! Adamın ezi lmiş e l i kalem tutacak halde değ i ldi . Kad ı n ıns<ı okum<ı, yazması olmadığı anl aşıl ıyordu. istidacı : - Yok zarar dedi . Ver şu parmağını haki m . Halı. Bas şuraya. Oldu . . .

284


Adamı n parmağını ı starnpaya basmış, puluıı üzerinde mühür gibi kullanmıştı. D i l ekçeyi i kiye katiayıp uzattı : - A l ı n bunu. Derhal Savcıl ığa gidin. Ben içine ne istediğinizi fazlasıyla yazd ı m . Arayın hakkınız ı . N a s ı l vermezlerm i ş ? B e n her gün buradayım. Netice­ yi bana bildiri n ! Bana döndü: - Siz? Dakti lo edi lecek nıüsveddeyi uzattı m .

Deminki işçiyle karısı, tereddüt içinde d i ki l iyor, anlamadığım d i l l e bir şeyi tartışıyorlard ı . Kad ı n avucunda s ı msıkı tuttuğu paraların hepsini vermek istemiyor, adamsa Ayıp olur. Ver! " d em e k istiyor gibi geldi bana. n

Kad ı n ağlayacak kadar hırs l ı , ama çaresiz, avu­ cundaki paraları istemeye istemeye uzattı . istidacı on ları unutmuştu bi le. Başını iş inden kaldırıp baktı : B i r yirm i beş l i k, iki onluk, bir de beş l i k. Yalnız beşliği a l d ı . Kadının kucağında, sarı saç­ larıyle mahzun mahzun bakan çocuğa uzattı :

- Al bakal ı m yavrum . Ben para istemem . G ide­ ceğiniz yerde kayıt için filan lazım olur . . . Beriki l e r şaş ı rm ışlard ı . Biribirierine sevinçle baktılar. Sonra, mi nnet dolu çevirdiler.

O,

bakışlarını istidacıya

bütün bun ların farkında bile deği l d i .

285


MOTÖRDE

Gecenin i leri bir saatı. Deniz çarşaf gibi . Tem­ muz gecesinin açık lacivert göğüyle ay testekerlek, pırıl p ı rı l . Karşıda, taa karşıda, şehrin karanlık çiz­ gisi üstünde dev müesseseleri reklam eden k ı rm ızı, yeşıi l , mavi ele·ktri kler, göz k ı rpar gibi yanıp sönü­ yorlar.

M otördeyiz. Kadıköyden istanbu l 'a dönüyoruz. Yanımda tombalak biri pipo içiyor. Arada, kes i k ke­ sik hıçkıran bir ıkadın karaltısı n a öfkeyl e bakıp ho­ murdanıyor. Ay o kadar parlak k i , tombalak adamın etli , geniş yüzü apaydı n l ı k. H ıçkıran kadına ters ters baktığı bir an gözlerimiz karş ı l aşıveriyor: - lanet! - diyor. Omuz başımda bir ses: - Kimbi l i r ne derdi vard ı r? Dönüyoru m : Kıravatl ı , ufaktefek biri. Tombalak adam :

286


- Bana ne derdinden? - diyor. - Müteahhitsiniz galiba? - Ne d emek istiyorsunuz? - istiyorsun değ i l , istiyorsunuz deyin de, kibarl ığınız piponuza uysun ! Sakin hava b i r anda poyraza dönmüş g i b i , karı­ şıyor. Ne p ı rı l pırı l ay, ne sakin deniz, ne de ağı r yaklaşan mavi , ·kı rmızı, yeş i l ışıklar. Tombalak adamın e l i nde pipo titriyor: - Müteahhit filan deği l i m ama, olsam b i l e , başkaları n ı n dertleriyle alakalanmaya mecbur mu­ yum? Bütün gün koş oraya, koş buraya. . . Gece, sa­ kin deniz, ay. . . Katarnı d i nlerneğe hakkım yok mu? - Olmalı şüphesiz ama, olamıyor işte. Muztariplerin arasında saadete imkan var m ı ? Ekliyor: - Kalb i , vicdanı olan için . . . - idealistsiniz gal iba? - Öyle bile olsam . . . Suç mu?

- Yoo..

- Enayi l i k değil m i ?

Tombalak adam cevap· vermed i . Piposunu çe­ kiştirip duruyordu. Ufaktefek adam el leri arkasında, hafif hafif

hıçkı rmakta olan kadın karaltısına doğru gidince, i rıi p i po gene ağız dolusu bir duman b ı raktı .

- Müteahh itsiniz galiha'ymış, sanki müteah­ hitlerde kalp yok, vicdan yok. Sanki vurdum duy­

maz olmaları kaide. Öyl e müteahhitler tan ı rı m k i , Şoper'i , List' i , n e b i l eyim M enoh i n ',i dinlerken, şiir okur.ken, b i r setalet tablosunu seyrederken dünya­ n ı n en hassas -insanı oluverirler. Bir gün, hiç u nut­ mam, hayır derneklerinden birin i n yönetim toplantısı nda. . .

kurulu

- Siz d e idare heyetinde misiniz? - Evet, hem d e üç derneğin . Burası lazım değ i l , bunun müteahhit diye tükürür gibi konuştuğu,

287


kalpsiz, vurdum duymaz sandığı b i r üye arkadaş, bir vereml i n i n acıklı h a l i n e ağladı be! Şehrin karanl ı k çizgisi üstünde kı rmızı kırmızı, yeş i l yeş i l , mavi mavi kırpışıp duran ışı kların geri­ sinde boydan boya bir yıldız aktı . Bu bana, çocuk­ luğurnun Çukurova göklerini hatırlattı. Çukurovada gökle r mi yakı ndı , yoksa Çukurova l ı l a r göklere m i yakındı lar? Geceleri evlerinin dam larında yattıkları i ç i n , yıldız dolu göklere daha yakı ndılar galiba. Ufak tefek adam, el leri arkas ında, döndü. - Evlenmek vaadiyle iğfal edi lmiş, sonra da bırakılmış . . . Pipo cevaplad ı : - Bi r k ı z m ı ? - Hayır, kadın. niz?

- Bu dünyaya Merih'ten filan yeni m i geldi-

- N için? - Her gün göre göre, duya duya g ı k ded iğ imiş şeyler deği l m i ? Şaşmak, acımak başkaların ı n dertleriyle i l g i lenmek hassalarınızı kaybetmemişsi­ niz de . . .

- Etmed i m . -Öyleyse, ateşe devam! - Sizi d e birl ikte çağıracak deği l i m , korkmayın . . .

- Korktuğum filan yok. - Va? - iki kadeh atıp kahraman kesi l meniz tuhafıma gitti d e ! - Kahraman m ı ? Estağfurul lah. Ama şu kadı n , kızınız, yahut hemşeriniz o lsaydı . . . - Olmaz ki ! - N için? - Meydan vermem! - Belki . Fakat şu kad ı n . Şu haliyle bir, ne bileyim, m i l li ayıbı mız sayılmaz m ı ? iri pipo h ı rs l a kal ktı :

288


- Beni tahrik mi ediyorsun ? - Ediyorsun değ i l , ediyorsunuz, dey i n ! - Ne türlü konuşmak gerekti ğ i n i senden öğrenecek değ i l i m ! - Benden veya b i r başkas ından. A m a i htiyacınız var!

- Fazla konuşma! Motörün öbür ucuna gitti. Ufaktefek adamın ağzı rakı kokuyordu gerçek­ ten de. - H ı rt, ded i . Bana nec i , neme lazımcı. Bana ne, sana ne, bize ne. Sonra? Nerde kaldı yurt se­ verl ik? M ı rı ldandı : - Karaboraacı mı ned i r? Pırıl pırıl ayın altında sakin deniz, motörün ha­ fif hafif pat patı, kad ı n karaltısının hıçkırdığı , ş ehrin karanlık çizgisi üstünde yanıp sönen yeş i l , mavi, kır­ mızı ışı klar . . .

289


KENAR MAHALLE

Ahşap evlerin arasındaki bozuk parke l i , dara­ c ı k sokağa gölgeler i nmişti . Sarı saç l ı , mavi gözl� bakkal ı nk i , çiçekli mor terl i kler.i , patl ıcan moru pa­

zen sabah l ığ ı , ondü leli saçları , yalancı ,i nci gerdan­ l ığiyle sebze komisyosyoncusununkilere geçti. Şeri­

fe de oradaydı ; Kese kağıt toptancısın ı n iri siyah gözlü, abanoz saç l ı Şerife'si. Bakkal ınki de geli nce, kıyametler kopab i l i r, hele radyoda oyun havaları var­ sa, atı lan göbeklerl e kahkahalar mahal leyi ayağa kal­ d ı rabi l i rd i . Radyoda b i r şeyler yoktu . Bakkal ı nki i l e kese kağıt toptancısınınki , dar sokağa bakan geniş pencereye abanırlarken, ev sa­ hibi Afet yüzüne düşen bi r tutarn kumral saçını ba­ g el d i . ş ı n ı n bir hareketiyle geriye atarak, mutfağa Ewelki gün tabakçı Davit'ten haftada 'iki buçuk l i ra taksitl e aldığı çiçekli yemiş tabaklarını i nd irdi . El­ ma, Portakal , Mandal i n a doldurup tepsiye dizd i . Kü-

290


çük zarif bıçaklar da satın almıştı, yem iş bıçakla­ rı .. Onları da tabakların kenarına koydu, Yüzü n e dü­ şen kumral saçı n ı gene baş ı n ı n b i r hareketiyle ar­ kaya atarak, tepsiyi ald ı . M emnund u . Yeni tabakla-­ riyle bıçaklarını gösterecekti . Aralarından su sız­ mıyor, onları can ı gibi seviyorsa da, göstermeliy­ di . imrendir:mel iydi . . . M i safir odası n a g e ld i . iki kadın hala pencerede, başbaşa vermiş g ü l ü­ şerek b i r şeyler fısı ldaşıyorlard ı . Yemiş tepsisini iskemlenin üzerine b ı rakıp·, aralarına g.ird i . - N e fısı ldaşıyorsunuz kız? Sarı, 'k umral, siyah üç baş, üç genç kad ı n ba­ şı bi rleşti . Uzun boylu, l event yoğurtçuya bakıyorlard ı . So­ kağın altbaşında durmuştu . Yoğurtçu moğurtçu ama. aslan gibi delikanl ıydı. Bakka l ı nki dün ifadesi­ ni alm ıştı . Baharda memleketine gidip evleneceğini söylemiş. Sebze komisyoncusununki de b i l iyor bu­ nu. Alacağı kızın anasından dert yanmış adam. Çok cadıymış. Elinden gelse, kızı başkasına, daha pa­ ralı birine vermek isterm i ş . Ama kızın gözü . . . Kese kağıt toptancısın ı n abanoz saçlı Şerıife's i :

- Madem işi yokuşa sürüyor kad ı n , s e n d e k ı z ı kaçınver bitsin gitsin ded i m . . . Diye en sonra, ama arkadaşlarından daha az

b i l g i l.i o l m adığını belirtti . Adam gülüvermiş. uYüreğimdekini bildin abl a ! • demiş. Tam b u sı rada yoğurtçuyu unutturuveren bir

başka olay: Öğretmenin kırmızı h orozu, ebenin süt beyaz tavuğunu koval ı yarak geçti, sokağın altbaşın­ da kayboldular. Üç kadın tıkır tıkır gülüşerek, ho­ rozla tavuğa d ai r ayıp şeyler konuştular. Kan l ı , can­ l ı , arzuyla dolu şeylerdi. Kapiarına sığamıyorlard ı . Hel e bakka l ı n sarı ş ı n Fatması ! E v sahibini sed i re ltiverdi. Alt alta, üst üste baş ladı lar. Derken yere, k ı r­ m ızı yol l u lacivert Sivas .kiHminin üstüne yuvarlan-

291


dı lar. Katı l ıyorlardı gülme·kten . Etekler savruluyor, dolgun beyaz hacaklar kilotlara kadar görünüyordu. Ayıp, günah . . . Vız gel iyord u . Bakkalınkinin göğsü açılmış, henüz emziril memiş d i ri memelerden biri fırlamıştı . Katıl ıyordu. Salıverımişti kend i n i . Öyle gülüyor, öyle katıl ıyordu ki, laf söylemeğe, pes et­ tiğ·i ni b e l i rtrneğe gücü yetmiyord u . Ev sahibe·siyse hafifçe terl emiş, kıpkırmızı yanakl arı , kumral saçla­ rıyle, eziyordu bakka l ı n ki n i . Bir erkek gibi altına almış, kol larını sımsıkı kavramıştı. Bakka l ı nki nefes nefese : - Yeter, dedi A l l ah aşkına yeter kız. Bayıl a­ cağ ı m ! Kese kağıt toptancıs ı n ı n abanoz saç l ı Şerifesiy­ le, bi r taraftan kahkahalarla gülüyor, bir taraftan d a bakkal ınkinin savru l an etekleri altından görünen kl­ kesti rrneğe lotunun jarse m i , naylon mu olduğunu çalışıyordu. çe­ Sedirden atlad ı , araya girdi. Bakkalı nkini kip kurtardı . - Azgın karı. H em kaşı n ı rs ı n , hem de yeter Allah aşkına bayı lacağ ı m ! Pencereye geçti. Bakkal ınki saçların ı düzeltirken, hala gülüyordu. Evsahibi de ondan geri ·ka l ı r halde değildi. G ü lüyor­ lardı hala. Kese kağıt toptancısınmki şoförün ka­ rısı ve sırtındaki sabah l ı ktan söz aç ı nca, ciddi leşe­ rek pencereye koştular. Sarı , kumra l , siyah üç baş gene birleşti. Şoförünkini , · Dedikoducu o diye sev­ mezlerd i . Asıl sebep, kadını n kocasına her i stedi­ ğini yaptı rıp, mahalleliye de ·kocas ı n ı n kendisini ne kadar sevdiği n i , bir d ed i ğ i n i iki etmediğini söyleye­ rek öğünmesiyd i . ltrit o luyorlardı . Bakkalınki, göğsünü

geren iri memelerini el iy­

le yerl eşti rerek: - Hayatında ilk d efa sabah l ı k giyiyor! dedi . Ev sahibi dudak büktü:

292


- Adi, kı rmızı basma . . .

Rasgele konuşmaya başladı l ar. - Kuşağını da yeni bağ l ı yor. Sokakta

bağtanır m ı ? - Bağtanır mı hiç kardeş? - Ayıp·. - N e bi l i r o ayı b ı ! - Zevksiz kad ı n . Başka renk

kuşak

bulamam ı ş . . . Alev kız ı l ı . . . - Sümerbanktan a l mıştır, adi basma. - Tabii adi . . . - B i r d e kendisine sor! Kese kağıdı toptancısınınkl i ri siyah gözünü k ı r­ parak: - Durun sora l ım ! dedi (Ses l endi). Naciye kız. Hayı rlı olsun sabah l ı ğ ı n i Şoförün ·karısı sokak ·kapısının önünde d i ki l i­ yordu. Başını kaldırd ı , pencereye baktı. Memnun. - Mers i , dedi. Bizimki almış ta . . . Bakkalınki, « Bak sen . . diye m ı rı ldand ı . Kese ka­ ğıt toptancısı n ı n-ki bakka l ınkini d i rseğiyle dürtüp susturduktan sonra, d evam etti: - Çok yak ışmış. H ay ı rl ı olsun! .

»

Şoförünki kırıttı : - Teşekkür ederim.

Ev sahibi usullacık: " �im e diktirdiğini ded i . - Ç o k güzel diki lmiş. Kime diMi rdin ?

Şoförünkini memnun etmek ·i ç i n bundan güzel b i r fı rsat verilemezdl .

sor!

daha

- Beyoğl u nd a diktirdim kardeş. i ngiliz s arayı­ n ı n arkasında Rum b i r terzi var. Ama çok pahalı dikiyor! Üç kad ı n hasetten çatlıyacaklard ı . Gene baş­ l amıştı, gene başlamıştı adi kad ı n !

Bakka l ınki kireç kes i lerek, pencereden a z çe­ k i ld i . Dudaktan morarmış, titriyordu : «Yalan, yalan

293


namussuz

kar ı ! Ne ingiliz sarayı n ı n arkasındaki Rum terz i , ne birşey! • Kağı t toptancı s ını nk,i gene dürttü . - Kaça d i ktird i n ? - Onbeş l i ra! Bu sefer sebze .komisyoncusunun kumralı da bakkalı nkine katıl d ı . Hakarete uğramış gibiyd i ler. Cımbızla incelti l m i ş kaşlar çatı lmış, neredeyse ağ· l ıyacaklard ı . Kese kağıt toptanc ı s ı nınkini pencerede şoförünkiyle konuşur bırakarak, başlad ı l ar: Deme­ mişl er miyd i ? Yalancı karı , Beyoğlu terz is i ne diktir­ dim d iye öğünür dememişler m iydi ? Bi lmiyorlar mıydı onun ne yalanc ı , ne adi, gösteriş i ne kadar seven bir pespaye olduğunu? iyi bir yemek, yahut tatlı piş i rirse, komşulara göstermek için çocuğuna kapı önünde yedirirdi . Dün de bal ık yedirmişti, ko­ ca bir l üfer. Sanki bu mahal lede onlardan başkası lüfer yiyemezd i ! Tekrar pencereye yaklaştı lar. Bakkalınk i : - Sabahlığın basması n ı nerden aldığını sor bakal ım ! dedi. Kese kağıt toptancısının�i sordu. Şoförünki : Beyoğlunda - Düvetin paze n ! ded i . Benimki görmüş, beğenmiş, almış . . . Bakkalı nki ç ı ldırdı : « Demed i m m i ? Beyoğ lun­ dan der d emedim mi ? Yalancı, namussuz adi ka­ d ı n , pes paye kadın . . . •

Kese kağıt toptancısını nki gene dürttü . Sonra üç baş, şoförünkini a l ev kızı l ı edalı geç i p , köşede kaybol uncaya kadar, tek kel ime söylemeden, gözle­ riy l e takip etti l er. Şimdi ne o lacaktı ? Ne diye ağzının payı n ı ver­ memiş, yalanını yüzüne vurmamışlardı ? Bakkalın�i : - Adi basmaya düvetin d iyor utanmadan, de·

di .

- Ya Beyoğlu terzisi?

294


- Çok şükür hiç böyle huyum yoktur. söylemeyi hiç sevmem !

Yalan

- A . . . Ben d e kardeş. - Ben ya? Hem yalan söylemem, hem de söy-

l iyenden. - Yalan yalan.. Çarşamba'da eltisi var, ona diktirmiştir. - Tabii kardeş. Beyoğlu terzisi kim , o kim? - Babası n ı görmedin mi ? - Görmez o l ur muyum? Ayağındaki postal ları d i leno.i giymez!

- Annesi babasından geri mi kal ır sank i ? - Insana b ö n b ö n bakıyor, köylü gibi ! Ev sahibi aklederek yemiş tepsisini geti rip, önlerine koydu. Kese kağıt toptancı s ı n ınkin i n gözü dalmıştı. N e diye yalanını yüzüne vurmamıştı sanki ?

- Çay elbisesiyle spor ayakkabı giyiyor, ded i . Parlak fay e l b i s e gündüz giyi l i r mi ? - Başına da eşarp a l mıyor artık . . . - Tabii. Permanatın ı gösterecek ! B i rden b i r çocuk ses i : - Fatma ablaa!

Bakka l ı nki pencereden baktı : Ev sahibinin oğlu . - Ne var Erol? - Hasan abi geldi, seni çağ ı rıyor!

Kadı n ı n merdivenleri telaşla inişini , sokak ka· pısının çarpılarak kapanışını d i nled i l er. Sonra göz göze geldi ler. Ev s ahi bi .ne düşündüğünü sordu. Kes e - kağıt toptancı s ı n ı nki hala bakkalı nkinin kilo­ tunu düşünüyordu: Jarse mi, naylon mu? Nayloon­ saaa . . . Kocasın a öyl e yalvarmıştı ki. Aksi adam al­ mamıştı . Aimıyacaktı da. ·Yerl i malı dururken, ga­ . vurun tuzağına ne diye para verecekmi şi n ? » diyor­ du. Demek bakkal karısını çok seviyordu? - H i ç kardeş, ded i , ne düşüneceğ i m ? için i çekti . Sorsa mıyd ı ? Sebze komisyoncusu-

295


nunki bil iyor muydu acaba? Naylonsa ya? En iyisi sormamak. Ama o l muyord u . Öğrenmel,iydi . Rahat­ sız oluyordu . . . Dayanamadı, başka tarzda sordu: - Öyle güzel naylon ,ki lotlar gelmiş ki . . . Sebze komisyoncusununki : -Ya, dedi. Fatma almış. Benimkine okadar söy­ ledim, a l m ıyor kardeş. Kese kağıdı toptancısınmkinin tepesinden kay­ nar sular döküldü. - Benimki de, diye m ı rı ldand ı . Gavur tuzağı­ na para vermem diyor! - Benimki de kardeş. Bu erkekler söz_ bir!Jğl mi ediyorlar, nedir. Tutturmuşlar bir gavur tuzağı . . .

- Fatmanınki almış ama! içini Kese kağıt toptancısınınki dargın dargın çekti. - Herkesin karısı kıymetl i.. Meyve tapsisi sedirin üstünde, ortalarında du­ ruyor, görmüyorlard ı . Ba,k ıyorlardı da halbuki . . .

Adamı n karısını sevdiğine şüphe yoktu. Sevi­ yordu, çok seviyordu hem de. Peki ama, ondan çir­ ki n miydiler? Hiç te bile. Onlar da onun kadar genç, onun kadar güzel, onun gibi doğurmamış . . . Kocala­ rı ne diye onun kocası gibi sevmiyor? Onda kendi­ lerine üstün taraflar mı vardı ki, kocası el üstünde tutuyor, naylon kilot bile al ıyordu? Kese kağıt toptancısı nınki başını isyanla kaldı r­ d ı . Kara gözleri alev a l evdi . Gözgöze geldiler. Öteki­ n i n gözleri de alev alev. Ayni şeyleri düşünmüş, ay­ ni öfkenin içindeydi ler. Kese kağıt toptancısınınki : - Şoförünkinin babas ı n ı , annes i n i beğenm iyor! dedi.

Beriki ald ı : - Kendininkiler ondan geri kalırınış sanki. - D i l i m i n ucuna gelmişti , haydi dedim kör şey-

tana lanet . . .

296


- Ya boynundaki yalancı inciler·? - Sana bir şey söyleyim mi? Bu erkeklerin bir çoğu kör mü oluyor ned i r. Bakkal mesela. Neresine tapıyor onuri? - Bilmem ki kardeş? Kocası bir dediğin i iki et­ miyor. Temiz bir mahallede iyi bir apartman katı bu­ lup da bu pis mahalleden kurtulal ım diyormuş! Kese kağtt toptancısı nınkinin yüreğine lnecekti az kal s ı n . Kocası ne diye farketmiyordu bu mahal l e­ nin pis olduğunu? Bir apartmana taşınmaktan ne di­ ye söz açmıyordu sanki? Bakkalı nkinden nesi eksik­ ti ? Çirkin miydi? Yaş l ı mıyd ı ? Yoksa apartman katın­ da oturmaya layık mı d eğ i l d i ? Akşam kocasından zapartayı yiyince, bakkalı nki­ ne öfkesi artt ı . Değ i l d i , çirkin değildi işte ondan. Güzeldi, hatta. Çok daha güzeldi hem de. Sarı saç, mavi göz makbul muydu sanki? Kara kaş, kara göz çok daha makbuldü. Elbette makbu ldü. Peki, madem ki makbuldü kocası ne d iye . . . Mutfakta kabak kızartırken yumruklarını sıka sı­ ka ağladı. Sonra gözlerini kuru l ad ı . Ne diye ağl ıyordu deli gibi ? Gözlerine yazık. . .

Şoförünki nin sesi. Gitti baktı . Kevgi ri istemiye gelmiş. Merdiven başında çene çeneye verdi ler. O da duymuştu bakkalınkinin bu mahalleden çıkacak­ ları n ı . Kese kağıt toptancısinınki : - Cehennemin dibine kadar! ded i . Benimki de çıka l ı m , diyor, ben razı olmuyorum. Şurada eş, dost, ahbap . . . Al ıştık birbirim ize. Ben bakkalın ki gibi, şu pis mahalleden çıka l ı m demiyorum ! Şoförünki ilgiyle sord u : - P i s mahalle mi demiş, - Tabii ya . . . Sonra . . . Çok kabahati var onun. Senin için bile neier söylemedi l - Benim için ha? N e gibi ? Anlattı, her şeyi anlattı. Sabah l ı ğ ı n ı ingiliz sa-

297


rayı n ı n arkasındaki Rum terziye değ i l , Çarşamba'da eltisine d i kti rdiğini , düvetin pazen deği l , adi Sü­ merbank basması olduğunu, iyi b i r yemek, tatlı yap­ tı m ı , mahallel iye gösteriş ol sun diye çocuğuna kapı önünde yedirdiğini, babasiyle annesinin köylüye ben­ zed i ğ i n i , her şeyi b i r bi r anlattı . Şoförünki fiti l·i al­ m ı ştı. Hop kalktı hop oturdu. Gidip hesaplaşsa m ı ? Yoksa saçlarından tutup yerlerde sürüklese mi ? H i ç birini yapmadı . Maşa varken ateşi ne diye eliyle tutacaktı ? - Demek bu mahalleye pis maha l l e d iyor? - Diyor ya kardeş. - Bu mahal le pisse, bizler de adi i n sanlarız öyleyse? - Bu laftan bu mana çıkar!

Şoförünki işi gücü bırakmış, o rtaya düşmüştü. S ı r­ t ı nd a a l ev kızı l ı sabah l ı k, ayağında terl i kler, kapı ka­ pı dolaşıyor, tetiğine dokunulmuş, yeni yağ lı h afif ınakineli g i bi ver yansın ediyordu. Herkes :

- Ya! diyordu, pis mahal lenin adi insanları di­ yor bize deme.k? « Pis mahal lenin adi i nsanları n sözü şişti, geniş­ l ed i , büyüdü. Erkeklere ulaştı . Demek mahal l eye, mahal leliye hakaret edilmişti ? Al ışverişi kestiler bakkaldan. Bakkal h ayretler içi ndeydi . B i r şeyler seziyor, fakat anl ıyamıyordu. Ne d iye tuhaf tuhaf, aksi aksi bakıyorlar, yanından g.eçerken yere tükürüyorlard ı ? N e yapmıştı onlara? Şeker filan sakladığı yoktu. Peyni r kurtlu çıkıyorsa, suç kendinde deği ldi ya. Nasıl alıyorsa öyle satıyor­ du. Nohut, mercimek, fasulya, s.ovan . . . Akıl erd i remiyord u .

o pazar, hiç adeti değil·ken, mahalle kahvesine çıktı . Ne selam, ne aleykümsetam. Hiç kimse yüzüne bakmıyordu. Kahveci bi le ne iskemle verdi , ne d e

298


selamını a l d ı . Fena halde bozulmuştu. Sormayı da haysiyetine yedi remiyordu. E n iyisi ç ı k ı p gltmektl. Tam çıkarken, şoför bel i rd i kahve kapısında. Fitll gi­ bi sarhoştu. Yalpalıyordu. Bakkah görünce, dertleri

depreşerek. u Bu mahalleye pis, insaniarına adi di­ yeni n • anasına avradına söğdü. Anlamadı peşin. Etrafına şaşkın şaşkın baktı . Herkes gözleri n i ona d i kmişti. Kinle, nefretle bakı­ yorlard ı . Küfür kendisi neydi demek? Çevik bir hareketle şoförün karşısına dikildi : - Bana mı söylüyorsun ? - Sana söylüyorum u lan ,Jnek! Dedi şoför, göğsünden itti . O ona, o ona. Yum­ ruk yumruğa sıkı b i r kavga başladı. Masalar devrili­ yor, iskemieler uçuyor, ·kahvenin sigara dumanı yük l ü havas ı nda küfürler şimşek gibi çakıyordu. ­



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.