KIRLANGIÇ SAYI:2

Page 1

KIRLANGIÇ ÇAĞDAŞ EĞİTİM GÖNÜLLÜLERİ DERNEĞİ KÜLTÜR, SANAT, EDEBİYAT DERGİSİ SAYI :2

KURBAN

MÜRŞİDE ALTINBAŞ

SANA DAİR

GÜLÇİN TUĞRUL

YAŞLI ÇINAR’A MEKTUP

MERVE ÖZDEMİR

GÜNEŞ DOĞURAN GECELER

SUNA GÖKÇE

İLK AŞKIMI SANA VERİYORUM

MELİKE GÜL MÜRDÜK

YIL : 2014

SIĞINIŞ

ÜMİT KARATAŞ

DÖRTLÜKLER

SELÇUK CAN

İNSANLAR ACİZ

RAMAZAN DEMİRTAŞ

YAŞANAN

ASANSÖR

SUDE KIZMAZ

MUTLU KIZILBUGA

BEYİTLER

RAMAZAN PUSAT

GÖKYÜZÜ TADINDAKİ UMUT

SULTAN YÖRÜK

OKUDUKÇA

ŞİİRİN İŞLEVİ

EKREM GÜNEŞ

KIRLANGIÇ

KIRLANGIÇ


Çağdaş Eğitim Gönüllüleri Derneği ; geleceğimizin teminatı çocuk ve gençlerimizin boş zamanlarını değerlendirebilmek, maddi sıkıntıları nedeniyle yetersizliklerine somut çözümler bulmak, maddi ve manevi yönden gereksinim duyabilecekleri sorunlarına cevap verebilmek için, yasal çerçevenin bu hizmetler için kullanımından en üst düzeyde yararlanabilmek amacıyla, gücünü emekli öğretmenlerden ve çocuklarımızın sorunları için bir araya gelmiş halkımızın işbirliğinden alan bir sivil toplum örgütüdür.

KIRLANGIÇ


KIRLANGIÇ ÇAĞDAŞ EĞİTİM GÖNÜLLÜLERİ DERNEĞİ ÜÇ AYLIK KÜLTÜR, EDEBİYAT VE SANAT DERGİSİ

GENEL, SÜRELİ YAYIN SAY: 2 YIL : 2014 Çağdaş Eğitim Gönüllüleri Derneği Adına Sahibi Yalçın AKTOP Yazı İşleri Müdürü Mahmut ASLAN

EDİTÖR Sabahattin ÇAĞIN

DENETİM KURULU Yalçın AKTOP Hüseyin ALTINPULLUK Hasan Fehmi TURAL

YAYIN KURULU Berkay ŞANDA Mürşide ALTINBAŞ Ramazan DEMİRTAŞ Sultan YÖRÜK Ümit KARAKAŞ Örsan Gürkan APLAK

Grafik Tasarım Hasan Fehmi TURAL

Basım Yeri KANYILMAZ MATBAACILIK KAĞIT VE AMBALAJ SAN. TİC. LTD. ŞTİ. Sanat Cad. 5609 Sk.No:13 Çamdibi-İzmir-TLF:(0232) 4491443

Çağdaş Eğitim Gönüllüleri Derneği Yönetim Kurulu’nun 05/01/2014 tarih ve 1 Nolu kararı ile ücretsiz dağıtılmak üzere 1000 adet basılmıştır.

ADRES : 223. Sokak No: 11 D:1 35280 Hatay / İZMİR TEL & FAKS : 0(232) 243 25 21 CEP : 0 505 600 33 05 WEB SİTESİ : www.cagder.com.tr MAİL : 35kirlangic35@gmail.com

4 8 9 11 12 15 16 20 21 23 25 26 28 29 30

ŞİİRİN İŞLEVİ

KIRLANGIÇ SANA DAİR

Gülçin TUĞRUL GÖKYÜZÜ TADINDAKİ UMUT

Sultan YÖRÜK YAŞANAN

Sude KIZMAZ YAŞLI ÇINAR’A MEKTUP

Merve ÖZDEMİR İNSANLAR ACİZ / SEBEPSİZ

Ramazan DEMİRTAŞ KURBAN

Mürşide ALTINBAŞ GÜNEŞ DOĞURAN GECELER

Suna GÖKÇE İLK AŞKIMI SANA VERİYORUM

Melike Gül MÜRDÜK OKUDUKÇA

Ekrem GÜNEŞ DÜŞÜNÜYORUM O HALDE/DÖRTLÜKLER

Selçuk CAN SIĞINIŞ

Ümit KARAKAŞ BEYİTLER

Ramazan PUSAT GİTMEK

Berkay ŞANDA ASANSÖR

Mutlu KIZILBUGA

KIRLANGIÇ

1


ÖNSÖZ

B

u dergiyi yalnızca yirmi öykü, on anı, birkaç şiir yayınlamak için değil, aynı zamanda gençlerimizin geleceğin edebiyat dünyasında yerlerini alabilecekleri umudu ve onların içindeki yazarlık yeteneğini ortaya çıkarmak amacıyla hazırladık. Bir yandan okuma bilincinin geliştirilmesini ve okuduklarımızın yaşamımıza katkı vermesini amaçlarken öte yandan üniversiteli gençlerimizle lise çağı gençlerimiz ve günümüz İzmirli azarları arasında yazma kültüründe tanışıklığı ve etkileşimi hedefledik. Her şeyden önce içinde yazma yeteneği olmasına rağmen, yazdıklarını yayımlayacakları bir dergi bulamayan gençlerimizi göz önünde bulundurduk. İzmir’in liselerinden mezun olmuş günümüz yazarlarının örnek hayat hikâyelerine ve örnek teşkil edebilecek yapıtlarına da yer verdik. Böylece geleceğin yazarları olmaya aday yetenekli gençlerimizle usta yazarlar arasında bir köprü oluşturmayı ve onlarla en azından eserleri vasıtasıyla iletişim kurmayı amaçladık. Kurulan köprü ile oluşacak iletişim genlerimizin ne okuduğunu, ne kadar okuduğunu ve neyi niçin okuması gerektiği bilincini oluşturmakla kalmaz; gençlerimizin dışsal etmenler tarafından yönlendirilmelerine de fırsat verecektir. Onların geleceğin yazarı olmaya yönelik hedeflerini hızlandıracak, cesaretlendirecek ve güçlendirecektir. Sağduyu her ne kadar gençliğin geleceğini güçlendirmeyi amaçlasa da yaşam ve çevre etkenlerinin belirleyici olması nedeniyle üniversite ve lise gençliğinin yazdıklarını yayımlayan bir dergi çıkarılmasına vesile olmanın mutluluk ve heyecanını yaşıyoruz. Bir sorunun çözümünde yazdıklarının yayımlanması yetmez; üniversiteli gençlerle lise çağı gençlerimiz aralarındaki yazılı ürün ilişkilerini geliştirmek ve bu ilişkiyi İzmirli yazarlarla bütünleştirmek gerekliliği düşüncesini de taşımaktayız. Çok yönlü okuma ile edinilecek yazma kültürünün geliştirilmesinde yaş gruplarının parlak zekâlarında belirişlerini de bulmak gerekir. Yaratma sürecinin kendisiyle ilgili akla yatkın varsayımlar geliştirmesine olanak vermek de gerekir.

KIRLANGIÇ

2


Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı öğrencileri ile İzmir ilinde pilot olarak seçilen Konak, Karabağlar ve Buca İlçelerindeki lise ve dengi okul öğrencilerinin deneme, şiir, anı, hikâye gibi türlerde eserlerinin yayımlanacağı bu derginin İzmir kültür hayatına katkısı olacağına inancını taşımaktayız. Bu dergi bir yandan Eğitim Fakültesi öğrencilerinden seçilmiş edebî yazıların lise öğrencilerine model olarak sunulmasını; diğer taraftan da lise ve dengi okullardaki öğrencilerin okuma yazma seviyesini geliştirmesine katkı sağlamak, onların yazma potansiyellerini geliştirmek ve gerekli yönlendirmeleri yapmak amacındadır. Böylece onların kendini tanıma, sosyal faaliyetlere katılma gibi davranışları kazandırılması sağlanacaktır. Bu derginin hazırlanması ve çıkarılmasında destek veren Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Tür Dili ve Edebiyatı Eğitimi Anabilim Dalı Başkanı Sabahattin ÇAĞIN ve kurullarda yerini alan öğrenci temsilcimiz Berkay Şanda ve tüm öğrenci arkadaşlarımıza teşekkür ederiz. İzmir ili Konak, Karabağlar ve Buca ilçeleri lise ve dengi okulları ile işbirliği yapılması için gerekli izni veren İzmir İl Milli Eğitim Müdürlüğüne, faaliyetlerimizi öğrencilerine duyurarak destek veren edebiyat öğretmenlerine ve tüm emeği geçenlere teşekkürü borç biliriz. Bu teşekkürlerimizi yıl sonunda hazırlanacak teşekkür belgelerimizle yıl boyu emeği geçenlerle paylaşacağız. Attığımız adım gönül dostlarımızın destekleriyle gerçekleşmektedir. Geleceğimizin teminatı çocuk ve gençlerimize destek veren her kişi, kurum ve birimin desteklerinin çok önemli olduğu bilinciyle destek bekliyor, saygı ve sevgilerimizi sunuyoruz.

Yalçın AKTOP Çağdaş Eğitim Gönüllüleri Derneği Yönetim Kurulu Başkanı

KIRLANGIÇ

3


MAKALE

ŞİİRİN İŞLEVİ KIRLANGIÇ

B

aşlangıçta dinsel törenlerle birlikte anılan ve belli bir görevi üstlenen şiir, sonraki dönemlerde üzerinde yapılan tartışmalara paralel olarak değişikliklere uğramıştır. Bilindiği gibi başlangıçta bütün dünyada din adamları ve onların merkezde olduğu dinsel törenler toplum hayatında çok önemli yer tutmuşlardır. Ancak bu törenlerin zaman içinde işlevini kaybetmesi iki temel türü ortaya çıkarmıştır: Duygu ve düşüncelerin aktarılması bakımından şiir, hareketleri ve davranışları öne çıkarması bakımından tiyatro… Bizim konumuz olan şiir bu açıdan bütün edebî türlerin kaynağı olarak düşünülmektedir.

‘‘...bildiğimiz şeyleri farklı bir şekilde hayalde canlandırmamızı sağlamak amacını taşır şiir. ‘‘

Bu yazımızda yüzyıllardır tartışılagelen “şiirin işlevi” konusundaki görüşlerimizi ortaya koymaya çalışacağız. Bir “şiirin nasıl olması gerektiği”nden tutun, “şiirden neler beklenilir”e kadar birçok soru çeşitli makale ve kitapların konusu olmuş, bunların etrafında çok ciddi tartışmalar meydana gelmiştir. Bu tartışmalar sadece yazar ve şairleri değil, zaman zaman fikir adamlarını da ilgilendirmiş ve onlar da bu tartışmaların içinde yer almıştır. Dolayısıyla şiirin ne olduğu konusunda hem Batı’da hem de bizde çeşitli fikirler ortaya atılmış, bunlara karşı geliştirilen yeni fikirler sürekli bir tartışma ortamını canlı tutmuştur. Son devirlerde şiir hakkında ortaya konulan görüşlerde şiirin estetik yanı öne çıkarılmıştır. Buna göre önemli olan gördüğümüz ya da daha önceden bildiğimiz şeyleri farklı bir şekilde hayalde canlandırmamızı sağlamak amacını taşır şiir. Başka bir deyişle şair artık unuttuğumuz bir şeyi hatırlatır ya da karşımızda duran bir şeyi sıradan insandan farklı görmeyi sağlar. Sözgelimi şair sıradan insanın sevgilisine “seni hiç aklımdan çıkaramıyorum” sözünü şair, “adını mıh gibi aklımda tutuyorum” diyerek bizim algıladığımız bir şeyi daha farklı bir şekilde algıladığını gösterir. Ya da yine aynı şiirde şair aşkı “ustura ağzında yaşamaya” benzetir:

KIRLANGIÇ

4


ŞİİR

sevmek kimi zaman rezilce korkuludur insan bir akşam üstü ansızın yorulur tutsak ustura ağzında yaşamaktan kimi zaman ellerini kırar tutkusu birkaç hayat çıkarır yaşamasından hangi kapıyı çalsam kimi zaman arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu Görüldüğü gibi, şair, aşk acısına uğramış şairin kırıklığını değişik şekillerde veriyor bize. Onun bazen rezilce korkulu olduğunu, ustura ağzında yaşamak kadar zor olduğunu, yaşadıklarının birden fazla insanın yaşayacaklarına bedel olduğunu vurgular. Şiiri okuyan insanlar yaşadıkları tecrübeleri gözönüne getirerek bu şiirleri okuduklarında “işte bu, işte bu, benim yaşadıklarım da bu” derler. Ama bunu, ancak şairin yazdıklarından sonra algılayabilirler. Uzun yıllardan beri edebiyat tarihlerinde ve edebiyat ders kitaplarında hiç de doğru olmayan bir tekerleme söylenir durur: “Sanat toplum içindir/ Sanat sanat içindir.” Bu kitaplara giren hemen her yazar ve şair genellikle bu kalıplardan biri içine sokulur ve hakkında verilen hüküm de bu tekerlemeye bağlı olarak verilir. Bu kadarla kalsa iyi. Bundan daha vahim olanı, “sanat toplum içindir” kategorisi içine girenler baştacı edilirken, diğerleri için söylenmedik söz bırakılmaz. Bu insafsız yaklaşım, birçok şair ve yazarı derinden yaralamıştır. Kendisinin şair olmadığını itiraf eden Ziya Gökalp, Yeni Hayat adlı şiir kitabının önsözünde şunları söyler: “Şuur devrinde şiir susar, şiir devrinde şuur seyirci kalır. İçinde bulunduğumuz zaman, galiba birinci devreye aittir: Şairler müzlerinden uzak düşmüş, vezinle kafiye şuurlu müteşairler eline geçmiştir...” İşte bizim toplumumuzda “sanat toplum için olmalıdır” yargısı bu hüküm içinde gizli gibidir. Tanzimat’tan bu yana Türk toplumu devamlı olarak savaşlar, karışıklıklar ve sıkıntılar içinde yaşamıştır. Bu durum, daima şuuru, yani düşünceyi ön plana çıkarmış ve çoğu zaman şiiri susturmuştur. Arada bir yukarıda bahsettiğimiz tekerlemenin hiçbir cümlesine uymaksızın şiir yazmaya çalışanlar nelerle suçlanmadılar ki... Sözgelimi, Abdülhak Hamit, toplum meselelerine yabancı kaldığı için “Putları Yıkıyoruz” saldırısına maruz kalır. Saf şiiri esas alan Ahmet Haşim’e yalnız sanatçı kalmak istediği ve sosyalist olmadığı için kızanları, Abdülhak Şinasi Hisar’ın kaleminden okuruz. Yine Ahmet Haşim’in şiirleri Emile Verhaeren’in şiirlerine benzetildiğinde, bir eleştirmen hemen karşı çıkıyor ve E. Verhaeren’in 20. asrın canlı sahnelerini, işçi hayatının bütün safhalarını tasvir ettiğini, bu yüzden de aralarında bir benzerlik bulunmasının mümkün olmadığını söylüyor. Bu benzetmenin, söyleyiş ve teknik bakımından olabileceğini aklına bile getiremiyor. Çünkü ona göre şiirin muhtevası, topluma iletmek istediği mesaj önemlidir.

KIRLANGIÇ

5


Bu düşüncenin temeli Eski Yunan filozoflarından Platon’a dayanır. Platon, kendi “ideal devleti” içinde sanata sosyal ve politik bir görev vermiştir. Platon’un ta milattan önceye dayanan bu görüşü daha sonra çeşitli şekillerde taraftar bulmuştur. Bazen ahlakçılar, şiiri ve genel olarak sanatı, ahlakî gayeye ulaşmada bir araç saymışlardır. Bizde bu görüşün ilk temsilcisi Namık Kemal olmuştur. Daha sonraları, Rus ihtilalinden sonra, Platon’un bu görüşü ilk dönem Sovyet edebiyatının resmi tezi halini almıştır. Bu defa şiir ve sanat belli bir ideolojinin aracı haline getirilmek istenmiştir. Sadece bu zihniyet yüzünden Tanpınar’ın değeri yıllar sonra anlaşılabildi. Tanpınar bir yana, Bu zihniyetin temsilcilerinin çevresinden (arasından değil) çıkan Oğuz Atay’ın sanattaki kudretinin anlaşılabilmesi için on yıllık bir sürenin geçmesi gerekti. Bütün bunları söylemekle sanat eserinin “fayda” unsurunu reddettiğimiz sanılmasın. Bize göre, sanat eserinde “güzel” ve “fayda” unsurları at başı gitmekle beraber, güzel biraz daha ön plânda yer alır. Bu artık günümüz edebiyat teorisyenlerince de kabul edilen bir gerçektir. Bizim karşı olduğumuz, şiirin bütünüyle ve sadece bir düşüncenin emrine verilmesi hadisesidir. Şiir bir düşüncenin ya da ideolojinin esiri olmamalıdır. Çünkü şiir bireyseldir. Tanpınar’ın da belirttiği gibi “Hakiki şiirin, asıl sanat eserinin kendi varlığından başka bir hedefi yoktur.” Şiir, şairin kendi duygulanımlarından ortaya çıkardığı bir eserdir. Dolayısıyla bu duygulanmanın eseri, her şeyden ve herkesten önce kendisini ilgilendirir. Bu yüzden şiiri konusu için okumak, konusuna göre değerlendirmek yapılacak en büyük yanlıştır. Yeri gelmişken hemen şunu da belirtelim. Sanat eseri ne sadece şekilden ne de sadece muhtevadan ibarettir. Sanat eserini sanat eseri yapan; şekil, muhteva ve üslup arasındaki münasebettir. Bir başka söyleyişle bunların meydana getirdiği birliktir. Bu yüzden gerçek bir sanat eserinde bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir. Bu durumu Nazım Hikmet’in “Bahr-ı Hazer”i ve Necip Fazıl’ın “Kaldırımlar” şiiri ile örneklendirebiliriz: ufuklardan ufuklara ordu ordu köpüklü mor dalgalar koşuyordu; Hazer rüzgarların dilini konuşuyor balam, konuşup coşuyordu! Kim demiş “çört vazmi!” Hazer ölü bir göle benzer! Uçsuz bucaksız başı boş tuzlu sudur Hazer! Hazer’de dost gezer, e.....y!.. Düşman gezer!

KIRLANGIÇ 6


Bu şiirin başında şairin Hazer denizinin geniş açıdan bir tasvirini yapıyor. “Ufuklardan ufuklara” ifadesi hem anlam olarak hem de söyleyiş olarak denizin genişliğini bize aynı zamanda hissettiriyor. İkinci mısrada ise ardarda kullanılan o, u ünlüleri ile d ünsüzü denizdeki dalgaların sesini adeta kulağımıza getiriyor. Sonraki mısralarda ise z sesinin tekrarıyla rüzgârın sesini getirliiyor kulağımızın dibine. Ve bunu şiir boyunca sürdürüyor şair. İşte burada bu şiiri güçlü yapan esas unsur, şiirin şeklinin, içeriğinin ve üslubunun birliğinde yatmaktadır. Yani şiirdeki söyleyiş ve şekil, içeriği destekleyen unsurlar olmaktadır. Yine Necip Fazıl’ın “Kaldırımlar” şiirindeki bir dörtlüğü şöyledir: Ben gideyim yol gitsin, ben gideyim yol gitsin; İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler. Tak Tak ayak sesimi aç köpekler işitsin; Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler. Bu şiire baktığımızda şairin ilk mısrada “ben gideyim yol gitsin ibaresini iki defa tekrarlaması boşuna değildir. Böyle yaparak şair o yolun adeta hiç bitmemesini istediğini göstermektedir. Yine “tak tak ayak sesimi aç köpekler işitsin” derken adeta gecenin karanlığında tek başına koşarcasına giden bir adamın ayak seslerini duyurur bize. Burada da görüleceği üzere şiiri güzelleştiren sadece içeriği değil, onun söyleniş tarzıdır aynı zamanda. Şiiri sadece muhtevasına göre değerlendirmenin yanlışlığını şiir tercümelerinde de görebiliriz. Çok güzel bir şiiri başka bir dile tercüme ettiğimizde çoğu zaman daha ilk mısradan itibaren şiirin güzelliğinin, o insanı saran havasının birdenbire yok olduğunu görebiliriz. Oysa şiirin konusu, aynen bu tercümede de vardır, fakat nedense şiirin etrafını saran güzelim sırlar adeta kabuk kabuk dökülmüştür. Buradan da anlıyoruz ki bir şiiri şiir yapan onun taşıdığı anlam veya muhtevası değil, şairin kendine has söyleyişi, bunun doğurduğu hava ve şiirde konunun ustaca işlenmesidir. Edebiyat teorisyenlerinden R. Wellek’e göre şiiri sosyal yapan iki şey vardır. Birincisi geleneğe bağlı olabilmesi, ikincisi de okuyuculara ulaşmasıdır. Bunun dışında şiirden başkaca beklediğimiz olmamalıdır. Dolayısıyla şiirin işlevi geçmişten bu yana iki ana damar etrafında gelişir: Kimine göre şiirin varlık sebebi sadecer kendisidir, bazılarına göre de şiirde fayda unsuru öne çıkarılır. İkinci gruptakiler daha çok ecdebiyatın dışında yer alan ideologlar, kimi felsefeciler ve ahlakçılardır. Bunlar için önemli olan şiirin insana vereceği estetik hazdan ziyade okura sağlayacağı faydadır. Şiire illa bir misyon yüklemek istiyorsak, “şiir güzeli aramalı, güzeli bulmalıdır” demek yerinde olacaktır. Ancak hepimizin de bildiği gibi -bu güzel, dünyayı toz pembe gösteren güzellik değil, şekil, muhteva ve üslup birliğini sağlayan, şairin kendine has buluşları ve söyleyişleridir. Sanatın, dolayısıyla şiirin, ne için olması gerektiği sorusunu da göz önünde bulundurarak sözlerimizi Bradley’in sözleriyle bitirelim: “Şiir, şiir içindir.”

KIRLANGIÇ

7


ŞİİR

SANA DAİR Gülçin TUĞRUL

Yalnızlık, Kalemimin mürekkep Benim kan kustuğum andı. Yokluğun, Bıçak sırtlarından çicek toplamaktı. Baktığım aynalara ruhumu yansıtmaktı Varlığın. Sanaydı, Çığırtkan kalbimin bütün suskunlukları. Ellerin, Cihan sandığının anahtarı. Gözlerin, Güneşi buzkestiren mavilik. Saçların, Mor düşlerimin zindanı Sen aşk-ı ızdırap, Özgürlüğe koşan ayaklarımsın prangalı.

KIRLANGIÇ

8


HİKAYE ŞİİR

GÖKYÜZÜ TADINDAKİ UMUT Sultan YÖRÜK “Babasız çocuk büyütmek” diye başlıyor annem sözlerine yine. Avaz avaz çığlıklarına göz yaşları eşlik ediyor. Evin her köşesi soğuk bir yalnızlığı işliyor en derinlere nereye baksam buz gibi bir yalnızlık hücrelerime kadar işliyor. Annemin sesi kulaklarımda yankılanıyor. Ömer’in korku dolu bakışları ile annemin gözyaşları arasında gidip geliyor bakışlarım. Şimdi çocuk olsam diyorum kendi kendime yine kulaklarımı tıkayıp babasızlığımı sessiz çığlıklarla birkaç damla gözyaşına mı sığdırırdım acaba. Acı bir tebessüm durumun tüm zıtlığına rağmen gelip konuveriyor dudaklarıma. Ömer şaşkın bakışlarını benden alamıyor. “Sahi diyorum Ömer’e dudaklarımda yine acının tebessüme dökülmüş hali annemin sesine tıkasak kulaklarımızı kaderin sesine ne yapmalı”. “Abi kader ne demek?” diyor Ömer üzüm karası gözlerinde sorgulayıcı bakışlar. İç sesimin istemeden de olsa dile gelmiş olduğunu Ömer’in sorusu ile fark ediyorum. “-Hiç diyorum sen düşünme bunları” “ -gel bakalım aslan parçası” diye oturtuyorum kucağıma. Usulca okşuyorum saçlarını. Yıllardır susturmaya çalıştığım düşünceler dile gelmek için ısrarcı. Hayır diyorum hayır olmaz! Dilimin ucuna kadar gelen sözleri beynimin en derinlerine gömmek istiyorum. Bahçedeki ıhlamur ağacı takılıyor gözlerime. Keşke diyorum. Keşke bir günde yok olan ıhlamur çiçekleri gibi yok olsa dile gelmemesi gereken düşünceler. Ömer ‘e bakıyorum altın sarısı saçları daha bir güzel görünüyor gözlerime. Abi olmakla gurur duymak istiyorum. Annem “yüz verme şuna “ diye bağırmaya devam ediyor. Hınzır düşüncelere yenilmemek için dudaklarımı ısırdığımın farkına anca o zaman varabiliyorum. Olmuyor! Yeniliyorum… -“Sıra bende değil mi? diyorum anneme” alt tarafı erik bu” hem bunun babasız olmakla ne ilgisi var yalnız babasız çocuklar mı komşunun ağacından izinsiz erik alıyorlarmış? Kapının çürük tıkırtısına Ömer’in ayak sesleri karışıyor.

KIRLANGIÇ

9


Bir telaş sarıyor yüreğimi. Zavallı çocuk korkup kaçıyor. Derin bir sessizlik içinde annem hak veren gözlerle bana bakıyor. Annemin sessizliğinden cesaret bulup “Hep böyleydin anne öfken bırakıp gidenden çok geride kalanlara” diye devam ediyorum sözlerime. Sözlerim bıçak kadar keskin! Sesimin perde perde yükseldiğini ve pişmanlığımın ilk belirtilerinin tüm hecelerimi kapladığını hissediyorum. Annem korkusuz hüzün dolu gözlerle hem ana hem baba olarak büyüttüğü çocuğuna acı dolu bakıyor. Boğazımda düğüm düğüm bir acı “özür dilerim anne” demekten alıkoyuyor beni. Ağır adımlarla yanıma kadar yaklaşıyor hep olduğu gibi yine sessiz yine düşünceli. Her zaman başı dik olan bu kadının yürürken ilk kez onca yılın ağırlığı altında ezildiğini hissediyorum. Yavaşça doğruluyorum oturduğum yerden. Cesaretsizce çeviriyorum gözlerimi gözlerinden. Cesaretsizce saklıyorum yine hüznü. Ana oğul gibi değil yıllar sonra hesaplaşmak için sözleşmiş iki düşman gibi karşı karşıya geliyoruz. Yalnızca sokak lambasının aydınlattığı bu oda da karanlık olan sadece odanın ışık almayan köşeleri değil. Annemin karşısında pişmanlıktan silik bir gölge kadar belli belirsiz kalan bedenim karanlıkla bütünleşip yok olmaya o kadar yakın ki…”sen el kapılarında çalışmak nedir bilir misin? diye başlıyor sözlerine yeniden. Göz bebeklerinde yıllardır alıştığım kederle öfkenin buluşması var yine. Hem kadın hem erkek olmak ne demek bilir misin? El kapısı derken gösterdiği sokağın tozlu yolları kadar yıpranmış elleri titriyor. Başından bir hışımla çektiği eşarbının altından yılların acımasızlığı okunuyor. Hüznün son perdesi laf dinlemez birkaç damla bırakıyor gözlerimden. Susuyorum! Gereksiz bir gururun altına yaramaz birkaç damla gözyaşımla saklanıyorum. Birkaç damla gözyaşının hınzırlığına yeniliyorum, babasız olmaya yenildiğim gibi. Kapının çürük tıkırtısına bu sefer annemin ayak sesleri eşlik ediyor. Bir yabancıdan farksız son bir bakışla uzaklaşıyor yanımdan. Sokak lambasının aydınlattığı bu oda şimdi pişmanlığın avaz avaz çığlıklarına sahne oluyor. Sanki ilk kez görüyormuş gibi etrafıma bakıyorum. Çocukluğumdan beri odanın en köşesinde duran gökyüzü mavisi masaya takılıyor gözlerim. Ve bir türlü dile getiremediğin umutlarını bu masada dökmüştün satırlara diyor alaycı bir ses. Saçma diyorum! Bu dünyanın en saçma işi. Kapının çürük tıkırtısı bu sefer acele acele atılmış birkaç adıma eşlik ediyor. Babamdan kalan son eşyayı alıyorum ellerime. Hınzır göz yaşları bu sefer oymalı bir kutunun üzerine birkaç damla göz yaşı bırakıveriyor. Ilık ılık birkaç damlanın canımı bu kadar yakması, hüznün son sözü söylemesi son perde oluyor. Usulca açıyorum kutuyu. Eski bir defteri alıp çıkarıyorum tek tek açıyorum her bir sayfayı tek tek dokunuyorum her bir satıra. Her bir satır gökyüzü tadında her bir satır umut kokuyor her bir satır masum bir çocuğun ümidini saklıyor. Kutuyu ve defteri elime alıp bahçeye çıkıyorum. O çok sevdiğim ıhlamur ağacının altında yakıyorum umudu, özlemi, masum bir geçmişi. Her bir kıvılcım pişmanlık kokuyor her bir kıvılcım babam için akıttığım son birkaç damla gözyaşına zafer şarkısını mırıldanıyor.

KIRLANGIÇ

10


ANI ŞİİR

YAŞANAN Sude KIZMAZ

Şimdi yaşıyorum Bugün anda yaşıyorum Yaşanan defterleri kapatıyorum. Hedeflerime ilerliyorum.

Baştan almıyorum, Düşünüyorum… Ne geçmişi ne geleceği… Unutuyorum tekrardan Anı yaşamak şimdi olan Bir bakmışsın ki ileriye Yoksun… Anda yoksun.

KIRLANGIÇ11


HİKAYE

YAŞLI ÇINAR’A MEKTUP Merve ÖZDEMİR

S

evgilim, kabarık saçlım, ince bacaklım, aşkım, kalbimin sultanı, derin bakışlım, alev gözlüm, sert mizaçlım, yufka yüreklim, güneş yüzlüm, tatlı sözlüm, Sana bugüne dek birçok şey için mektup yazdım. Hatta bazen sebepsiz yere yazdıklarım oldu. Ne çok şey anlatmaya çalıştım sana o mektuplarda.Kalbimin ta derinliklerindeki o en küçük ama aslında en muazzam pırıltılarımı... Tıpkı güneşi buradan küçücük görsek de aslında varlığında yok olmak, eriyip bitmek gibi.Her mektubumda o küçücük pırıltıların kocaman umutlara, hayallere, kalp seslerine neden olduğunu zihnimdeki sihirli kelime haznemin elverdiğince büyük emekle döktüm senin ellerine değeceğini düşündükçe öpüp kokladığım bu sayfalara.Uzunca bir ömrün her gününü dantel gibi işliyormuşçasına...Yüce bir dağın bir köşesinde karı delip çıkan kardelenin baharı hasretle bekleyen umuduyla, baharın gelişiyle gelin gibi yüzünü nazlı nazlı gösteren papatyanın doğallığıyla... Oysa bu kez söyleyecek, yazacak olduklarımı aklımda toparlasam da sana beğendirebileceğim şekilde kalemimin ucunda yaratıp da bu şanslı kâğıtla buluşturamıyorum. Affet beni… Seni özlüyorum diyebilme lüksüne sahibim yine de. Bunu söylerken kalbimde coşan, çarpışan ırmaklar ile nehirler sel olmuş tüm benliğimi aşarken boğulduğumu hissetmiyorum. Bir kere boğulmuşum ben, hatırla sevgili,

KIRLANGIÇ

12


Mevsimlerden bahar, baharlardan en güzeli, aylardan en özeli... Yumuşacık kışın bitişinin kurda kuşa habercisi olan o mum ışığı kadar adına destanlar yazılacak olan gün... Başlangıcı olan sonsuz hikâyemin en kıymeti bilinesi günü. Tıpkı sürmekte olan ışıkların hiç sönmediği, kadife perdelerin hiç birleşmediği bir tiyatro oyunu gibi hayal sahnemde her gece kapalı gişe oynuyor. Anlattıkça tazelenen bir masal... Kalıcı ve büyülü... Ilık bir süt gibi boğazından aşağı inen… İçini ısıtarak. Hafızamın bana oyunlar oynamasına elvermediğim ölçüde anımsıyorum. Saat 17.20. Günlerden perşembe. Tatlı bir rüzgâr esiyordu sahilde. Ayakkabımı çıkardım. Bütün o kumların ayaklarımın altında dans edişini izledim. Sakince başlayıp bir şelaleyi andırırcasına coşan sonra usulca duran, durup sarılırken sımsıkı oradan oraya rüzgârla savrulan minik kum tanelerinin çığlıklarını duydum. Bir bütün olup o koca sahili oluşturan muazzam güçlerini hissettim. Rüzgâr… Ama ne rüzgâr... Yüzünü yalamaya çalışan küçük bir köpek yavrusu gibi. ‘’Yeni Dünya’yı’’ yerle bir bir eden kasırga gibi. Van’ın depremi, kuzeyin balığı, Akdeniz’in yaz kalabalığı gibi... Ege’nin incisi gibi. Ve bahar ‘’Ben geldim!’’ diyordu. Telaşlı, yerinde duramaz hâlde. Tıpkı seni gördüğümde ellerimin titrediği gibi telaşlı, yerinde duramaz hâlde, titrek. Güneş çoktan doğmuş olabilir. Önemi yoktu. Seni gördüğümde gerçek güneşim tepelerin ardından süzülüyordu. Senin ışığın yanında güneşin ışığı ancak gölge olabilirdi. O seni ancak kıskanabilirdi. Bu akşamüstünde sahilde otururken insanın bütün dertlerini götüren sessiz mavilikteki denizin mi, güneşin batışıyla kırmızının ve pembenin en güzel tonlarıyla boyanmış, hayallere davet eden gökyüzünün mü yoksa en güzel mücevherlerle bezeliymişçesine parlayan şehir ışıklarının mı daha güzel olduğuna karar vermeye çalışmıştım. Düşünüyorum da, sen o deniz kadar sessiz ve dertlerimi yok edensin. Gökyüzü gibi hakkında saatlerce hayal kurabileceğim ve ışıklardan daha parlak, geceleri ateşböceklerinin ışığa uçtuğu gibi yöneldiğim ışığımsın. Sabahları gülümseyerek uyanma sebebim, güzel rüyalarımın eşlikçisi, sebepsiz mutluluğum, bütün günlerimi anlamlı kılan kişi... Gözlerimle, telaşla seni arıyordum. Sahil uçsuz bucaksız gibiydi. Fakat bir anda ortalık turuncuya boyandı. Efsanevi Kızıldeniz gibi ikiye ayrıldı dünya. Tıpkı bir Tanrı asaletinde, tüm bedenimi karıncalaştıran bakışınla, güven veren omuzlarınla, gücü temsil eden ve huzuru yaşatan ellerinle, o muhteşem masalsı kokunla bir efsane gibi geldin yanıma sevgilim. Uzun boyun daha da uzundu sanki o an. Küçük bir çocuğun yetişememekten korkup bir yandan da iştahla seyrettiği şeftalileri seyreder gibi seyrediyordum seni. Şeftaliler... Telaşla yerken tüm suyu ağzımın içine dolar hatta taşar, ağzından boynuna ellerine akar ya sakince... Öyle sessizce birleşip bu yapay dünyadan akıp gidelim istedim.

KIRLANGIÇ

13


Senden önce hızlı yaşar çabuk taşardım. Ben bir nehirdim. Gelen her misafir ise gönlüme düşen bir taş. Etkisi yok. Akıntımda yitip gidiyor. Ben bile bulamıyorum nereye koyduğumu, nerde durduğunu. Senden sonra bir göl oldum ben. Sakin, duru, asil bir göl. Sen ise göle düşen taş. Çarşaf gibi, bebek yüzü gibi pürüzsüz yüzeyim o taşla tam kalbinden vuruldu. Taş gibi halka yarattı gönlümde. O halka diğerini ve diğerini... Gönlümden kalbime, boğazıma, mideme, beynime ulaştı. Islah etti beni. Efsanevi durgunluğun nefesimi kafese koydu, bünyemi sarstı, en küçük zerrelerime dek bütün bedenimi ele geçirdi. Şimdi mektubumda yine başladığım yerdeyim. Kalemim tükendi. Boğazım kurudu. Aklım darmaduman. Yokluğuna alışamıyorum. Ama sana söz verdiğim gibi yaşıyorum(!) her saat, her gün. Yokluğunu madden bilerek, varlığını ruhen hissederek... Yan yana...

Sonsuzuma Kadın kâğıtları birleştirip yavaşça ikiye katladı. Zarfı açtı. İçine koymadan önce kâğıtları, hafifçe her zamanki kokusundan damlattı zarfa. Kapatıp göğsüne bastırdı. Bir damla gözyaşı aktı suratından, yaşlı ellerinin titrekçe tuttuğu zarfa. İtinayla giyinip hayat arkadaşı, eşi, ruh ikizi olan bu yaşlı çınarın toprağına gitti. Azıcık eşeyelip sararmış diğer zarfların yanına koydu mektubu. Ve gitti. Çok uzaklara gitti.

KIRLANGIÇ

14


ŞİİR

iNSANLAR ACİZ Ramazan DEMİRTAŞ

Uçmasın kuşlar Gökyüzü Zeus’un Yüzmesin balıklar Denizler Poseidon’un Promet! Yardım et Ölmesin insanlar Yer altı Hades’in

SEBEPSİZ Giden ben Kalan sen Sevinen o Ayrılan biz Sebep siz Konuşan onlar

KIRLANGIÇ

15


HİKAYE

KURBAN Mürşide ALTINBAŞ

Ak tüylü kuzu sesleri kapıdaydı. Bin bir pazarlıkla alınan kunduralar kapıdaydı. Kurban Bayramı kapıdaydı. Aslına bakılırsa bu bayramın neden kutlandığını da evimize yalnızca yılda bir kez giren ve adına et denen o kırmızı şeylerin neden dağıtıldığını da anlayamıyordum. Bir yanım salyalar akıtırken diğer yanımsa yaklaşan bayramdan ürküyordu. Çünkü bayram halamın elleri demekti; halamın damarları fırlak buruşuk elleri… Üstelik bunca eziyete karşın bayram harçlığı vermemek için yine bahaneler uyduracaktı: “bozuk para yok Ömer, olunca veririm.” Üzülecektim; fakat yılmayıp şansımı bir de komşularda deneyecektim. Aynı bahaneler geçidi… “Ellerim etli Ömer, sonra Mıstıkla gönderirim harçlığını.” Yine yılmayıp köyün en zengini Hasan emmilerin evinde alacaktım soluğu: “Neee! Bi de para mı istiyon? Bi tabak et neyine yetmiyo? Koca koç kestik, koç. Siz ke…” Ömer! Salonda yankılanıp tüm evi karışlayan cırlak sesle uyandım geçmiş bayramlardan. Hayal deryam dökülüverdi yerlere. “Ömer hazırlanmadın mı daha? Geç kalcaz bak Arif Dedelere.” Panikle geçirdim ayağıma eski (bayramlık!) pantolonumu. Hazırdım artık. Minicik ellerimle annemin kuru, nasırlı ellerini kavradım. Babam hızlı adımlarla önümüzden yürüyordu. Arif Dede’nin iki göz evine girince birbirine karışmış insan nefesi ve sigara dumanını gördüm. Hasan Emminin oğlu Kenan’ı gördüm bir de, onca yüz arasında. Tombul adımlarla yaklaşıverdi çömeldiğim köşeye. Nedense bu çocuktan çok ürküyordum. Ömer, dedi; yüzü bana dönüktü fakat şaşı gözleri başka yerlerde geziniyordu.

15

KIRLANGIÇ

16


-Hani baban yüz kiloluk bi koç alcaktı. Nerede koç? -Şey, dedim; Şey, kesecek ama… O kadar büyüğünü bulamadı. Bi dahaki sefere inşallah. Yanımdan uzaklaşırken pek de inanmış görünmüyordu söylediklerime. Derken Arif Dede başladı hikâyesini anlatmaya. Bu oğlunu Allah’a kurban etmeyi kabullenen Hz. İbrahim’in hikâyesiydi. Tüm duyularımla dinliyordum. Arif Dede gözlerini aça aça söylediklerinin dehşetinden kendisi de titreyerek anlatıyordu. -“Ve bir kez daha denemiş Hz. İbrahim” diye devam ediyordu. “Ama olmamış, başaramamış oğlunu kurban etmeyi. Allah büyük işte olmamış.” Diye haykırdı dişsiz ağzıyla. “Dağlara vurmuş dağlar yarılmış, taşlara vurmuş dağılmış taşlar; ama Hz. İsmail’i kesmiyormuş işte.” diye haykırdı tekrar. O anın dehşetiyle ihtiyarlar titriyor, çocuklar ağlaşıyorlardı. “Derken gökten bir melek eşliğinde karagözlü bir koyun inmiş. İşte o gün bu gündür koyunlar kurban edilir yüce Allah’a!” Korkunç bir titreme gelip konuvermişti ihtiyar dudaklarına, süzülen gaz lambası ışığında. Hikâye sona erip de daracık oda nefes alınamayacak hale geldiği sırada bir gaz lambası da benim zihnimde şavkıdı. Acaba çok istersem bana da bir koyun gönderir miydi Allah. Bu düşüncelerle ayrıldım Arif Dede’nin evinden, Yine bu düşüncelerle girdim yatağa;çocuk ellerimi havaya kaldırarak yakardım. “N’olur bana da bir koyun gönder. Yok, yok koç. Hem de yüz kilo olsun.” dedim ve Âmin’i de unutmadım. O gece küçükbaşlar cennetine götürdü düşlerim beni. Sabah ezanıyla açtım gözlerimi. Babam bayram namazı için çoktan çıkmıştı evden. Eski pantolonumu giyip evden çıkarken aklımda titreyerek dinlediğim hikâye vardı hala. Ve hala mucizevî bir şekilde gökten inecek bir koç bekliyordum. Komşulara uğradıktan sonra Hasan Emminin evinin yolunu tuttum. Kesinlikle bir tabak et verecekti. Koşar adam girdiğim bahçedeki vahşet sahnesi kanımı dondurdu. Zavallı koçun gözüne beyaz bir mendil bağlanmıştı. Önce bir dua mırıldanıp sonra “Ya Bismillah” diyerek kurbanın başını gövdesinden ayırdılar. Can verirken bağlanmayan tek ayağıyla son kez çırpınmıştı zavallıcık. Dehşete düşmüştüm. Yani soframızdaki o lezzetli o kırmızı şey böyle mi elde ediliyordu. Eğer Allah bana bir koç gönderirse onun kesilmesine izin vermeyecektim ve vakti gelince de Arif Dede’nin anlattığı gibi kıldan ince Sırat Köprüsünden beraberce geçecektik. O gece kendimi yatağa dar attım. Koyunların koca bir sapanla gökten fırlatıldığı bir kâbus ile lekelendi uykum. Ertesi sabah uyku kuyusundan pek geç çıkabildim. Bayramın üçüncü günü ise çok daha geç…

KIRLANGIÇ 17


Yataktan çıkmamla kendimi babamın kucağında bulmam bir oldu. Ondan umulmayan bir neşeyle öpüyordu beni. Tahta çerçeveli pencereye uzattı parmağını; “Oğlum, bak” dedi. “Allahın bir lütfu bize.” Parmağın doğrulduğu yöne baktım. Kapkara gözleriyle yüz kiloluk bir koç duruyordu bahçede! Demek bunu Allah’ın gönderdiğini babam da biliyordu. “Alamanyadaki ağam göndermiş parayı, onun adına kesiverelim diye.” Bir meleğin kucağında indi demek. Sırat köprüsü… “Cennetlik adam valla şu ağam.” Kapkara gözleri var, Hz. İbrahim’in ki gibi… “Kasab gelip kessin diye haber vermek lazım amma…” Kesmek lafı kulaklarımdaki perdeyi kaldırıverdi. “Tarlaya gitmek de farz bugün. İyisi mi yarın halledelim bu işi.” Annem mutluluktan uçarcasına, emme-basma tulumba gibi baş sallıyordu. Hayır, onun kesilmesine izin veremezdim. Küçük kardeşim paçama yapıştı. “Koyunlar kesildikten sonra meler mi abi?” Onu bana Allah gönderdi. Ben tüm gece bu düşüncelerle boğuşurken eve bayram nihayet gelmişti. Derken karagöz’ün tüyleri karardı. Tüm ev, tüm sokak, tüm kasaba uykudaydı. Yatağımdan çıkarken hiç tereddüt etmedim, Karagöz’ün ipini çözerken de. Özgür kalan koç sanki uyandırmak istemiyordu sokağı, sessizce uzaklaştı oradan. Koçumu kurtarmanın huzuruyla çektiğim uykuyu annemin sessiz hıçkırıkları böldü “Evleri barkları yıkılsın kim çaldıysa. Garibanın kurbanına mı göz koydunuz?” Babamsa her şeyini kaybetmiş gibi annemin yanına çökmüş: “Olan oldu hanım, Kim çaldıysa kesip dağıtmıştır çoktan.” Eve ölüm sessizliği çökmüştü. Bayramın son gününü annemin gözyaşları getirdi. Durumu çoktan kabullenen babam, hırsızları aramamıştı bile. Sebebini bilemediğim bir üzüntü içindeydim. O benim koçumdu; ama annemi gözyaşları… Kenan’ın beni evlerine çağırması üzüntümü unutturdu. Hasan Emminin vereceği harçlığın cazibesine kapıldım. Evlerine vardığımızda gördüm ki bütün komşu çocukları orda. Nefis bir et kokusu ayaklarımızı yerden kesti. Hasan Emmi’nin başköşeye kurulduğu yer sofrasına tereddütsüz çöktük. Nazife Yenge’nin sıska oğlu Mıstık iki lokma arasında “Allah razı olsun Hasan Emmi” diyebildi. Serçe parmağıyla dişini kurcalayan Hasan Emmi “Yok, bana teşekkür etme; sabah ezanla beraber bahçede bulduk bu koçu. Kalkıp baktık. Bembeyaz tüylü sıska bir koç. Kurban kesecek kim var kim yok soruşturduk. Kimse çıkıp benim demedi. Son çare Arif Dedeye danıştık. “Size helaldir bu koç, kesip fakir fukara çocuklarına yedirin” dedi. Ben sanki son söylediklerini duymamış gibi sordum:

15

KIRLANGIÇ

18


-Tüyleri bembeyaz mıydı? -Evet, dedi. -Gözlerinin çevresinde siyah çemberler de var mıydı? -He, dedi şaşkın şaşkın. Ağzımda dağ kadar büyüyen lokmayla kalakaldım. -Büyük sevaba girdik doğrusu, Allah yolladı bunu Allah, dedi dolu ağzıyla Hasan Emmi. Ve bir lokma daha tıkıştırdı.

KIRLANGIÇ

19


ŞİİR

GÜNEŞ DOĞURAN GECELER Suna GÖKÇE

Ateşten gömlektir, Bir giyseler; Sönmek için yanmak gerek Dönmek için bir yol gerek Bilseler! Eşref-i mahlûkattır. İnsanoğlu deseler de Yaratılanların en acizidir Fakat bilmezler Cinler, zebaniler ve hatta Melekler! Gökten inip aşk şarabın içseler. Bir de güzel vücutlara Boyun eğseler Ruhlar! Beden çarmıhına gerilmiş Ruhlar derbeder. Ruhumdan geridir Bir adım seneler Zamanın hırsızları Ah şu isyankâr şükürler Ateş bile üşüdüğünü Kılım kılım hisseder

KIRLANGIÇ KIRLANGIÇ

20


HİKAYE

İLK AŞKIMI SANA VERİYORUM Melike Gül MÜRDÜK İki farklı dünyaydı onlar, ama ortak bir noktada buluşmuşlardı: Hastane odasında. Cam kenarındaki yatakta yatıyordu Ayşegül. Gün boyunca gökyüzüne bakardı. Geçirdiği ağır kalp ameliyatı onu yormuştu, ama o pes etmiyordu. Her gün inadına hayata savaş açarcasına gülerek uyanıyordu. Bembeyaz dişlerini hayata göstererek dayanmaya devam ediyordu. Tam o sırada yan tarafına baktı. Yeni biri vardı yanında, heyecanlandı. İçinden düşündü, kimdi, kaç yaşındaydı, aklında milyonlarca soru varken yatakta doğruldu ve konuşmaya başladı. “Buraya ne zaman geldin?” Bunu sorarken heyecanlıydı, ama biraz bekledikten sonra cevap alamadığını fark etti. Pes etmedi, o hayata direniyordu yanındaki çocukla mı baş edemeyecekti. “Galiba konuşmak istemiyorsun, ama eğer tanışırsak belki de burada yalnız vakit geçirmemiş oluruz.” Bunları söylerken o hasta kalbindeki bütün sevgi sesindeydi. Çocuk şaşırarak baktı “Yalnız olmayı tercih ederim, ama eğer bu kadar merak ettiysen dün geldim.” Bu cevap onu mutlu etmişti. Derin bir nefes verdikten sonra tekrar yatağa yattı. Odaya büyük bir sessizlik hakimdi, sıkıcıydı, ama o yine de gülümsüyordu. Yanakları al al olmuş gökyüzüne bakıyordu. Günler yavaş yavaş geçmeye başlamıştı. Tam canı sıkılacak gibi olduğunda kendine yeni bir uğraş buluyordu, yeniden tutunuyordu hayata gülümseyerek. Yanındaki arkadaşının ailesi gelmişti. Ona yeni kitaplar getirmişlerdi sıkılmaması için, ama o tepki bile vermiyordu. Ailesi de üzülmüştü, bunu anlamıştı. Herkes gitmişti ve gene o sessizlik başlamıştı. Yatağında doğruldu. Ona sormak istediği sorular vardı. “Niye bu kadar sessizsin, ailen geldiğinde bile hiç konuşmadın?” Bunları sorarken hiç düşünmemişti bir anda ağzında dökülüvermişti kelimeler. Cevap kocaman bir sessizlikti sadece. “Bence hayattan zevk almalısın. Her şeye inat gülümseyebilirsin. Hiçbir şey son değildir.” “Senin yaptığın gibi mi? Aptal aptal sırıtınca her şey son bulacak mı? Hem sen benim neler yaşadığımı biliyor musun ki bana akıl veriyorsun.” Bunları söylerken sinirliydi. Ayşegül çok üzülmüştü, ama belli etmedi.

KIRLANGIÇ

21


““Benim ne derdim olabilir ki zaten.” Bunları söylerken gözleri dolmuştu, ama ağlamamaya kararlıydı. Saatler geçmek bilmiyordu, artık Ayşegül’ün göz kapakları direnememişti ve tatlı bir uykuya daldı. Tam o sırada doktorlar geldi kontrole, ama uyduğunu görünce bir şey yapamadılar. Kendi aralarında konuşmaya başladılar. “Kalbi çok zayıf, ancak birkaç gün daha dayanır. Zavallı kız o kadar zorlu ameliyattan sonra yine de tutunmaya çalışıyordu hayata. Son bir isteği vardı, ama onu da yapamayacak.” Bunlar doktorların gözünde gerçekti, ama Ayşegül böyle düşünmüyordu o daha uzun süre yaşayacaktı. O da bunları duydu. Söylediklerine o kadar pişman olmuştu ki… Onu çok yanlış tanıdığını düşünüyordu. O küçücük dertleri gözünde o kadar büyütmüştü… Oysa Ayşegül kocaman dertlerini küçültmüş, hatta yok etmişti. Aradan tam tamına bir hafta geçmişti, doktorlar şaşkındı. Ayşegül daha sıkı tutunmuştu hatta bazı değerleri iyiye işaretti. Bunun tek bir nedeni vardı yan yataktaki arkadaşı. Pardon artık onun bir adı vardı Fırat. Şu küçücük ömrüne bir de sevgi girmişti. Belki de bu onu hayata bağlamıştı. Yataklarını birbirine yaklaştırmış ve uyurken el ele tutuşup yatıyorlardı. Artık Fırat’ın kırık ayağı iyileşmişti, ama o gitmemek için direniyordu. Ayşegül’ü iyileştirecek ve birlikte çıkacaklardı. Ailesi Fırat’ı götürmek istiyordu, ama o direnince üzülüyorlardı. Ayşegül razı olmadı ve gitmesini istedi. Zor da olsa ayrıldılar. Her gün ziyaret edecekti, söz vermişti. Fırat’ın gitmesinin üzerinden saatler geçmemişti ki Ayşegül fenalaştı. Saatler ilerledikçe daha kötü oluyordu. Doktorlar şaşırmıştı. Doktorlardan biri hemen Fırat’ı aradı iyi geleceğini düşünerek. Fırat kısa zaman sonra uçarcasına odadan içeriye girdi. Hemen Ayşegül’e sarıldı. “İyi misin canım? Yapmak istediğin bir şey var mı?” Derken gözleri dolmuştu. Ayşegül çok kötüydü. O canlı gülümsemenin yerini solgun bir gülüş almıştı. Yine de gülümseyerek cevap vermişti. “Hava almak istiyorum ve yapmak istediğim bir şey daha var.” Fırat onu tekerlekli sandalyeye bindirip dışarıya çıkardı. Bahçede biraz tur attıktan sonra Ayşegül durmasını istedi. “Biliyor musun benim hiç ailem olmadı. Ben uzun zamandır buradayım, bu hastane aslında benim ailem. Sen geldiğinde bir umut olmuştun, bir arkadaş gibi gördüm seni. Sen karşılık vermedikçe çabaladım, ama olmadı. Sonra sen değiştin ne olduğunu anlamadım, ama hoşuma gitti. Hayatım boyunca tatmadığım duyguları ilk defa tatmıştım. Ben seni sevdim biliyor musun koşulsuzca.” Bunları söylerken gülümsüyordu, Fırat ise ilk defa ağlıyordu. Cevap veremez haldeydi. “İstediğim bir şey daha var demiştim hatırlıyorsan. Ben hayatımda hiç koşmadım ve bugün seninle koşmak istiyorum. İsterse kalbim buna dayanmasın, ama ben zaten öleceğimi biliyorum. Sadece seninle el ele tutuşup koşmak istiyorum. Kabul eder misin?” Fırat gülümseyerek başını salladı. El ele tutuştuklarında Fırat; “Bende seni seviyorum” dedi. Bunu duyunca Ayşegül hayatında ona en güzel duyguları tattıran insanla sonsuzluğa doğru koştu, koştu koştu…

KIRLANGIÇ

22


ANI

OKUDUKÇA Ekrem GÜNEŞ

Yoksul

bir ailenin on çocuğundan biriyim. Okula dört yıl geç başladığım için hiçbir yatılı okulda okuma şansım olmadı. Öğrenimimi bin bir zorlukla sürdürdüm, hiç yıl kaybım olmadı, üniversiteyi bitirip öğretmen oldum. En çok sevdiğim ders ortaokul yıllarında Türkçe, lise yıllarında edebiyattı. Bu derslerden hep en iyi notları aldım, ama okuma alışkanlığı verilmedi. Hastalıklar, kötü alışkanlıklar gibi güzel alışkanlıklar da bulaşıcıdır. Bir bulaştırıcı olmadan kendiliğinden başlamaz. Öğütlerle, söylevlerle bulaştırılmaz. Bulaştırmadığı gibi başlayacak olanları da uzaklaştırır. Petekte bal yoksa bal tadı nasıl verilir? Başarılı geçen öğrencilik yıllarında öğretmenlerim bu alışkanlığı ne yazık ki kazandırmadılar, kuru öğütlerle yetindikler. Özendirici, yönlendirici olmayınca kendiliğinden olmuyor. Üniversite bitirip öğretmenliğe başlamıştım, ama bomboş biriydim, gazete bile okumuyordum. İlk görev yerim olan Van Kâzım Karabekir Ortaokulundan Tire Ş.Alb.İ.Karaoğlanoğlu Lisesi’ne atandığımda otuz yaşındaydım. Orası benim bir dönüm noktası oldu. Kendimi okuyup yazan bir arkadaş grubunun içinde, buldum. Onlardan bana da bulaştı. Okudukça düş gücüm zenginleşti. Okudukça sevmeyi, paylaşmayı öğrendim. Okudukça görmediğimi görür, farkına varmadıklarımın farkına varır oldum. Okudukça gözümün önü silimmiş cam gibi oldu. Okudukça özgürleştim, insanlaştım, sürüde koyun olmaktan kurtuldum. Sözüm özü okumaya başlama tarihi benim yeni doğum tarihim oldu. Okuyarak yazar oldum. Yazmaya önce büyükler için yazarak başladım. İlk yazdıklarım öykülerdi. Bazıları çeşitli sanat ve yazın dergilerinden çıktı. Bunları sonra kitaplaştırdım, ama bu beni düş kırıklığına uğrattı. İyi ki çocuklar var. Büyüklere ulaşamayacağımı anlayınca çocuklara yöneldim. Hiç çocuk kitabı okumadan onlar için yazmaya, başladım. İlk denemem kısa bir radyo oyunuydu. Beğeniyle yayına uygun bulunup seslendirildi. Bu durum beni yüreklendirdi, arkasından uzun soluklu Çocuk Bahçesi oyunları ve büyükler için radyo tiyatroları geldi. Yirmi kadarı yayınlandı. Özgeçmişimde belirttiğim gibi iki Çocuk Bahçesi oyunum da ödüle değer bulundu.

KIRLANGIÇ

23


Söz uçup gittiği ve geriye pek bir şey kalmadığı için oyunlarla gerçek anlamda yazar olunmuyor. Bununun farkına vardığımda çocuk öykü ve romanları yazmaya yöneldim. İlk denemem olan Gökkuşağı Sitesi Çocukları, adlı romanım 1997 de Bu Yayınevi’nin ödüllü romanları arasında çıktı, arkasından başka kitaplar geldi. Bugüne dek beş yayınevinde yirmi sekiz kitabım çıktı. Kitaplaşmayı bekleyen çok sayıda dosyam var. 2002 den beri ağırlıklı olarak İzmir’de bulunan Tudem Yayınevi ile çalışıyorum. Orada dokuz kitabım çıktı. 2004 ten beri Tudem’in düzenlediği çok sayıda okul etkinliklerine katıldım. İzmir’den Van’a, Adıyaman’a kadar birçok yere gidip çocuklarla söyleştim. Nerede olursa olsun şunu gördüm: Okumaya en çok istekli olan ilkokul 2 ve 3. sınıflar. Yukarı doğru çıktıkça azalıyor, 7 ve 8. sınıflarda bitiyor. Son söz… Son yıllarda okulların kapsı yazarlara ve kitaplara kapandı. Her gün daha da kötüleşiyor. Bunun nedeni belli.

Ekrem GÜNEŞ; 1943’de Gülşehir’in (Nevşehir) Yeşilyurt köyünde doğdu. İlkokula on bir yaşında köyünde başladı. İ.Ü.Edebiyat Fakültesi coğrafya bölümünü bitirdikten sonra sırasıyla Van Kâzım Karabekir Ortaokula, Tire Ş.Alb.İ. Karaoğlanoğlu Lisesi, Tire Kız Meslek Lisesi, İzmir Karataş Lisesinde öğretmenlik yaptı. 1995’de emekli oldu.

Öykü, roman ve oyun yazıyor. TRT radyolarında çok sayıda oyunu yayımlandı. Çeşitli yayınevlerince kitapları basıldı. Kimi yapıtları ödüle değer bulundu. TRT’nin 2001 yılında düzenlediği oyun yarışmasında çocuklar için yazdığı Okuma Tutkusu adlı on bölümlük oyunu ikincilik, 2003 yılında düzenlediği oyun yarışmasında Sevginin Kuş Kanatları adlı beş bölümlük çocuk oyunuyla birincililik ödülü aldı. İzmir’de oturan yazar evli ve iki kızı var. Yazmayı sürdürüyor.

KIRLANGIÇ

24


ŞİİR

DÜŞÜNÜYORUM O HALDE Selçuk CAN

Toroslar Akdeniz’e ayaklarını sokmuş Susayan deniz ırmakları içmekte Yağmur masal bu diyarda hiç varmış hep yokmuş Alevden bir rüzgar kavruk otları biçmekte Gündüzde güneş hain gecede yıldız çorak Her an vücutlardan buharlaşmak üzre canlar Sıcak, ruhların sırtına vurulur bir orak Kuyuları teker teker yoklayan susuzluk Günlerdir bir türlü yürümeyen su dallara Düşündüm seni ve beni çöktü uykusuzluk

DÖRTLÜKLER Hayal inceliği bir tül ardındadır yüzün Sisler içinde bakıp gördüğüm güneş gibi Mahzunluğunu taşır her daim bir öksüzün Sen öksüzlükle öksüzlük senle kardeş gibi

***

Ey gençliğim can verdin gün-be-gün aşk aşk diye Sorarım er geç bitecekse bu feryat niye Zaman ölüm denizine sürüklerken seni Yıkan arındır balçığa bulanmış bu teni

KIRLANGIÇ

25


HİKAYE

SIĞINIŞ KAĞIDA KALEME ÜMİT KARAKAŞ

Artık saymıyordu, bu kaçıncı sigaraydı? Ne ara kül tablası ağzına kadar cesetlerle dolmuştu? Karanlık odada küllenmiş bir kor gibi nefes verdikçe parıldayan sıcaklık, yolunu kaybetmiş ilham perilerini arıyordu. Boğum boğum sert dumanı içine çektikçe elleri ayakları boşalıyor, düşünceleri zonkluyordu. Bir küllenmiş karanlığa bir de çatlak kızıllıklarla aydınlanan öte saman sarısı kağıda bakıyordu. Her şey zihninin kara deliklerine çekiliyor, boğazına kadar uçsuz bucaksız karanlığa gömülüyordu. Sessizlik ve karanlık kafasına oturmuş bir karabasan gibi sinsi ve haindi. Gözleri ve elleri bu durumu kabullenmenin ağır utancı altında eziliyor; kendilerini teselli etmeye çalışanlara mahsus bir edayla yeni duruma uyum sağlıyorlardı. Kafasının içi en az odası kadar zifiriydi. Yeni bir cinayet ile birlikte gelen kesif kokular gırtlağına çöküyor; yutkundukça elem ve keder göğsünü sıkıştırıyor; koca bir yumruk gibi boğazına düğümler atıyor ve yutkunamıyordu. Avuç içleri ansızın terliyor, alnına düşen kara perçemlere tomur tomur tuzlar dökülüyordu. Kafasından sızan fikirler hep kara kara girdapların esareti altında can veriyordu. Fikri bulanıyor, düşüncesi geliyordu. Haykırmak, sade haykırmak istiyordu. Yalnız kara girdaplı fırtınaların ertesi görülen bir demet ışık huzmesi, tuzlu alnına düşünce eli iştahla varabildi, artık öte olmayan saman sarısı ovalara. Kabuğundan yeni sıyrılmış, ötesini berisini kestiremeyen geniş ovaların acemi seyyahı, meraklı ve ürkek bir gözle ağır, temkinli el sürüdü çatal dilli kaleme. Çatal dilli kalem ovanın rahmine mai ve siyah mürekkebi akıttıkça sarı sıcak mevsimler değişiveriyordu.

KIRLANGIÇ

26


Bu mevsimlerin eşiğinde, bazı bazı saçlarını dört renkli rüzgârda savuruyor; bazen de ekinleri saçları gibi topluyordu. Bazen yüreği yumruğunda kavgaya tutuşuyor; çoğunlukla yüreği yerinde seviyordu. Bazı zaman acımasız bir yönetici oluveriyor; çoğu zaman da o yöneticiye kafa tutan kırmızı atkılı bir genç. Aslında ne oydu ne de bu; bilindik bir çizikle ovanın rahmine düşen bir dolunaydı. Bir iki bilindik çiziğin ardından beliriveren aşina sözcükler, gönül heybesinden saman sarısı ovalara dökülüverince daha bir değere biniyordu; nefes almak. Her düşüveren sözcük, bir arpa boyu kadar yükseliyor; her düşüveren sözcük, arzın perdelerini yırtarak arşa kadar yüceliyordu. Çalakalem elleri, arşınladıkça ovayı kafası, yüreği berraklaşıyordu. Bir ara temiz havayı özlediğini fark etti. Hemen sol yanı başındaki pencereyi açtı. Temiz, kızıl havayı ciğerlerinin en ücra köşelerine ulaştırdıktan sonra yarım bıraktığı seyahatini tamamlamak istedi. Eli iştahla işliyordu ovayı. İşte ben, yani bu seyr u seferin acemi seyyahı, eli bilindik ovanın yüreğinde yazdıkça yazılası gelen bu yazma mevsiminde içimdeki kalabalığın ateşi dinmiyordu.

KIRLANGIÇ

27


ŞİİR

BEYİTLER Ramazan PUSAT

Başladığım şiirde ne şair belli ne müellif.. Birbirine karıştı birçok telif, rivayetse muhtelif.. Derunumdaki ahsas neden başkalarıyla edilir kıyas? Afitabım da, gözyaşım da, sevdam da bana has.. Yar ve diyardan bana esmiyor hiçbir umut dolu yel.. Yar yoksa çalmaz sevdalı sazım, inlemez hiçbir tel.. Ey gönül biz de olduk derd-i yâre mübtela.. O günden beri, beni es geçmedi hiçbir bela.. Bana ettiğin zulümden mi utanıp kızardı laleler? Bir devr-i sükuta mı sebep oldu acılı naleler? Kulağında mı acep seninle guş ettiğim nağmeler? Ya da hatırında mı, gönlümde bıraktığın rahneler? Ne kadar söylesem tesiri yok, artık susmam lazım.. Ey Pusat, sen de bırak beni yalnız ağlayayım..

KIRLANGIÇ

28


ŞİİR

GİTMEK Berkay ŞANDA

Tren gelir. Sen, Gidersin. Arkanda Raylarla uzanan bir keder… Otobüs gelir Ve Ben gidiveririm. Arkamda -benim gibiBir başka seferi bekleyenler…

KIRLANGIÇ

29


ANI

ASANSÖR Mutlu KIZILBUGA

İ

zmir, Karataş semtinin Dario Moreno Sokağı’ndadır Asansör. Bulunduğu sokak adını dünyaca ünlü şarkıcı Dario Moreno ‘dan alır. Sokağın girişinde Dario Moreno Enrico Macias’ın büstleri karşılar ziyaretçilerini. Klasik rengarenk İzmir evleri arasında bir sokak...İnsanı bir bakışta büyüleyebilecek bir sokak yani. İşte bu sokağın sonunda Asansör,yalnız ve kızıl saçlı bir kadınmışcasına ( herkesin içinde en çok dikkati çekenler vadır ya ,işte öyle ) yükselir gökyüzüne. Asansör kulesinin alt girişinde yazan levhaya göre bina 1907 yılında, Musevi hayırsever Nesim Levi Bayraklıoğlu tarafından çocuklar, hamileler ve yaşlılar için inşa ettirilmiştir. Bugün ulaşımdan ziyade eğlence ve fotoğraf çekme amaçlı ziyaret ediliyor gibi. Her geçişimde evlilik albümleri için fotoğraf çektiren gelindamat çiftleriyle birlikte pahalı makineleri olduğu için kendini profesyonel fotoğrafçı zanneden ergenleri ve gençleri binanın etrafında dört dönerken görürüm. Birazdan Bostanlı Açık Hava Tiyatrosu’nda , Dostlar Tiyatrosu’nun Ben Bertolt Brecht oyununu izlemek için yola çıktığımda asansörle Karataş’a ineceğim. Eğer vaktim olursa tüm kıyı İzmir’e hakim olan asansörün balkonuında şöyle bir etrafı izlerim.

KIRLANGIÇ

30


.

Geceleri daha bir güzel olur Asansör’ün balkonu. Karşı yakanın ve bu yakanın ışıkları salınır durur karanlığın içinde. Bu ışıkları izlemek keyif verir bana. Bunu da oyun bittiğinde eve dönerken yaparım sanırım. Asansör’ün içinde Dario Moreno’nun Deniz ve Mehtap , Her Akşam ve Canım İzmir şarkıları çalar. Deniz ve Mehtap ya da Her Akşam şarkısı çalıyorsa şansıma eşlik ederim Dario Ağabey’ime. Asansörde benden başkaları da varsa genelde önce bir an bana bakarlar, ( ben hiç kendimi bozmadan devam ederim ) sonra Asansör’ün çelik duvarlarına bakarlar.Sesim ya çok kötü ya da çok güzel . Bunu bilmiyorum ama ilk ihtimal daha kuvvetli gibi... Nasıl olsa kabindeki insanları bir daha görmeyeceğim için fazla üstünde durmuyorum bu konunun. Bu yazıyı aslında üzerinde daha çok durarak yazmak isterdim ama barista olarak çalıştığım kafe bana haftada bir gün izin veriyor ve yazılarımı genelde bu izin gününde ayaküstü denebilecek bir vaziyette yazıyorum. Diyeceğim son şey şu ki ; İzmir’deyseniz gelin, görün burayı . Isırmaz, korkmayın ! İzmir’i çok sevdiğini iddia eden tanıdıklarımdan çoğu hiç görmemiş bu binayı. Bir de şu Asansör’ün balkonundan görseler şehirlerini... Hey yavrum hey ! Ben öyle şehirlere ve binalara aşık olan tiplerden değilimdir. Fakat ilginç ki Asansör bana aşık olunacak bir bina gibi gelir. Yazının başındaki tasvirden de anlamışsınızdır zaten...

KIRLANGIÇ

31


ÇAĞDAŞ EĞİTİM GÖNÜLLÜLERİ DERNEĞİ ADRES: 223. SOKAK NO: 11 D: 1 35280 Hatay / İZMİR TEL & FAKS : 0( 232.) 243 25 21 CEP: 0 505 600 33 05 WEB SİTESİ : www.cagder.com.tr MAİL : 35kirlangic35@gmail.com

KIRLANGIÇ


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.