Havsala Dergi 1. Sayı

Page 1

havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

1

DÜŞTEN GERÇEĞE DÖNÜŞEN MEDENİYETİN MÜHRÜ BİR KÜLLİYE: SÜLEYMANİYE Fatma Sema YÜCEL #20

HD KALİTESİNDE İSLAM KARŞITLIĞI VEYAHUT İSLAM HUKUKU’NUN İLGASI

HER ŞEY Emre ERGİN

#16

Murat ALP #13

NURI PAKDIL ‘BATI NOTLARI’

MECMÛU’L ADAB

Gürsel TANRIVERDİL

M.Taha İNCİ

#23

#25


3 KORNER 1 PENALTI - Ferhat Çağlar MERAL



4

şiir

havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

ŞİİR OLMAK VARMIŞ / Ahmet EGE yapraklardan bile bahseden her mevsim.. dokunmak gözlerden düşene ilk, gözlere gitmek varmış gecelerde bile, şiir olmak varmış. duygusuzca sahip olmak en derinine duyguların her mevsim.. kıta kıta gezmek varmış dilden dile gözden göze... beyit beyit akmak varmış kalpten kalbe... bir et bir kemik değil şiir olmak varmış...


havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

YOKSUL ŞAİR / Ahmed MUSAB

...ece ayhan’a Yalnızlık tüy dikeni gibi saplanıvermiş adını, saçlarını kazıtmış bre dünya yollarında kaplan kesilivermiş çünkü ağırdan olan bir sesten başka omzunda simruğ kuşu, eskiden ötermiş Ey tüy dikeni rahatsız irin zenciden beyazda oluverir ablak yüzlü, öfkeli, cehalet miktarı boynundan kaftan geçirir eskiden omzunda simruğ kuşu, eskiden ötermiş Geçitten martılara selam edermiş mü köprüsü gayrı yalnızlıktır sesi başındaki sual ve hiç yoklaması hörgüçtür artık sesi birden oluvermiş omzunda simruğ kuşu, eskiden ötermiş Bükülmez korkular ve ölümler betimler vurgularını korkunun de cümlesi bir çocuğun yüreğindeki eğridir kanatsızlık ve kuş angut omzunda simruğ kuşu, eskiden ötermiş

şiir

5


6

şiir

havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

LİS / Murat KOPARAN hangi makama iştirak etmek yükümlülüğü beni ağzı yanıklardan kıldı murdar bu at gitsin gibi birşeydi adı o yünsüz sarkık omzun da çürümeli elbet zorlarken kapıları çelimsiz düşüne, gözünün büyük konuşmasıyla alt mı edecek dersin savaşçı eringeç hayatın boşluğu boğdurtan büyülten ve boğdurtan keşfine içime düştüm oysa bir tutam çocuk gülüşü biraz da rayiha beni bahtiyarım sanmayı bilecektim. tüm mavzerlerin çiğnenmiş düşlerini biriktiriyorum gece kötü yola düşmüş gelin gibi koşar adım heyecanlı göğsüme dikilmiş bir kütlenin gölgesinde askerin gönderilmemiş mektubuna ulak ezilmiş çiçekleri -dur patlamasan olmaz mıyaşamayı seçmişken eksik uzuvla toprak sana üşengeç bir saygıyla öpüş yolluyorum cidden şimdi hangi yüreğe girersem gireyim ülken yok mu benim anne karnı heyecanındayım asimetrik vuruşlar uğrattığın aşklı saldırı sonucu ağır yaralıyım lis yağmur çatalını banarak kuru kalmayan yerime balyalanmış engerek locaları ve cumhuriyet tıknaz işçiliğiyle adamım yoğuruyor mayalanmış ağzımı kere gelmişken ben bu çatlamış köpürtüye suyun çıplaklığına dokunuşları giydiriyor lis. bunalım suratımda kusurlu bir makyaj klişeye aykırı kaçan şiir yazılıyor uzak durun şizofreni ağızlamaları şeytanla söyleşi koltukaltı öte bere gel gelelim gece aristokrat Allahın devlet dairelerinde işlendiği zamanlardayız devlet üstünden geçsin senin mağdurum devlet! yanlış anlaşılmalı işçilik teri akar alnın ortasından, daralmış siperime kime düşse raksların çelme payına sahip eksenim kaydı işte bu korkutucu gözlerin lis gözlerin ayaklandı umulmadık


havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

dünyanın farklı coğrafyalarındaki o içe dönük banık diyarlarda etnik grupların ayinlerinde su içirmekti sesin yaramı göstermiyorum bak buyurgan ve baygın olmayarak ben bakışlarını sezdiğimde lis kopmayan kıyametler tarihi gibiyim iç görünümlü içinden ten düğümlerini çözen kuğu lis -yaşasak mı dersem, kült bir aforizma’nın sıkıcı imlasına mı düşeriz atın bu mahcup duruşunu gölgelerin içimdeki çocuklar lis sen gibi bakışın gibi bakıyormuşsun gibi yalınayak parklara koşuşturur atlar ve zencilerin kaderi uzaktan bana benziyor biraz atletik çoğu acısının sağlamasını yaparak çakıyor bu sınavdan es geçilmiş doğruları bırakarak habire bir koşu içe acıtmanın canını acıtıyor kuş bellediğin öteki ölmek bulaşıcıdır seni tutarsız gölgelerin sahibi kılarken ideoloji çatarım yüzüm trajik kıyılarına muerte en todo momento ama fısıltıyla dokunmak kağıdına dokunurcasına kaybolmuş yetimlerin tükenmeyen dalaklanmalarıyla lis.

şiir

7


8

şiir

havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

‘KADIN’ / Mustafa Esat BAL Göğsündeki kan süte kesecekse bensiz Varlığım yetmez göğü hırpalamaya Yetmez kuşandığım hiçbir tılsım seni anmaya Tüm caddeleri arşınladım Etinde izler bırakmak için Ruhum ölü bir bedende esirdi Sabahları dar sokaklardan geçmeyi marifet bildim Marifet bildim aşksız kalmadan yaşamayı Oysa kadınlar tuzak, çocuklar aldatmacaydı Düştü gövdem satırlara Ve o sarı sandıkların ardında Merakla beklenen bir ömrü her gün yeni baştan İnşa etmekle var oldum Mesken tutmuş değilim Ne bir devlet dairesinde Ne de kokuşmuş şirket makamlarında Yalanın ve oyunların içinde olmadım Esirgedim çocukluğumu Binlerce kitap arasında cesetleri kokuşan insanlardan Ah Güzel bir hasletin var Eşlik eder mi yol boyunca sana


havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

şiir

9

BİR GÜZEL ÇOCUK SELMAN / Kadir BUDAK Değersiz yazılar yazmaktan korkuyorum sanırım Belki de bu yüzden kalemi çokça elime alamıyorum Bir “değerli anlar bekleyicisiyim” daha iyi yazmak isteyen O anın belki de bir daha hiç gelmeme ihtimalini göz önünde tutarak Ama “umutsuzlar idam mangasına” dememiş miydi, Hakan Albayrak Umudum var Evet, gerçekten! Yağmurlu bir kış gününde Kabataş’tan Üsküdar’a giden teknenin bir sağa bir sola savrulması gibi hayatım Biraz karışık olmak gibi bir şey, dedim ya geçiş mevsimlerindeki günlerin hayatımıza kattıkları gibiyim Ama yine de huzurluyum sanırım Özellikle huzurluyum Ashabla sohbet kelimesinin aynı kökten geldiğini öğrendiğim ki gün kadar hem de Ve hatta her bir kar tanesinin görevli meleklerce semadan toprağa götürüldüğünü duyduğum andaki kadar Ve hatta ve hatta Bir güzel çocuk olan, güzel gözlü Selman’ın bana hediye ettiği muhabbet kadar huzurluyum Çünkü ancak Selmanlar varsa kalbimiz atmaya devam edebilir Ve en çok Selmanlar semadaki uçurtmaya anlam katabilir Ve yüklemler yine ihanet etmekte cümlelerime Yüklemli cümlelerimin tükendiği anlarda ise devreye ancak suskunluğum girebilir Susmaya vermeliyim kalemimi, sözümü ve daha birçok şeyi Ve sadece tefekkür etmeliyim 5 yaşındaki âmâ bir çocuk olan Selman bayramınızı kutluyor 5 yaşında bir çocuk Âmâlık... Selman… İyi bayramlar… Allah’ım huzurumu hüznümün hatırına bana bağışla ne olur? Nefes alabilmem için bağışla… Tebessüm edebilmem için… Ve belki bir gün adının hakkını veren Selman’ın günahsız yüreğine dokunabilmem hatırına, Ne olur Ama ne olur, Huzurumu bana bağışla… Selman: Barış içinde bulunma, huzur, erinç.


10

şiir

havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

KALBİMİZİ GERİ VERSEN SANA DÖNSEK YENİDEN / M. Taha İNCİ bankalar uzak şehrin büyüsünden sesinden selamından ki ne kadar yabancı kalıyor selamımızı almayan adamlar çünkü çok konforlu kentler tarafından yadırganıyor mazlumlar, yamalılar, yaralılar, kartoncular... aldanmıyorsak, eğilmiyorsak, dik duruyorsak; itilecek ve kovulacağız elbette tüm kokulardan, korkulardan, kullardan, statükoculardan, koltuklardan, gettolardan çünkü diş biliyorlar müflislerin kralları gökdelenlerden eylemlerden devrimlerden! şehrin sırtından okşanıyoruz yaklaştıkça bankalar, avm’ler, reklamlar, kampanyalar bizleri karşılıyor -unutmadılar hiçbir zaman ve her an peşimizde olacaklarbiraz sindirilmiş, biraz susturulmuş, biraz ideolojileştirilmiş sanki prangalara vurulmuş mankafalı köleler... el çırpıyoruz heyecanla! Rabbim! değişiyor ve uzaklaşıyoruz kendimizden yavaşça. Ve rabbim! susan yutkunmuyor artık kinleniyor kirleniyor kentleşiyor vitrinleşiyor uzun uzun -olmaz mıkalbimizi geri versen sana dönsek yeniden bazen bu kara kaos siliniyor bir rahmetle; yenileniyor ruhumuz yağmur ümitle yağıyor yinede şükür! toprak kokusunu kaybetmedi şükür kaybetmedik toprağı kaybediyoruz topraklarımızı! dağlardan derelerden kuzulardan ses geliyor insan, şimdi az orada değilse, bilmiyorsa dokunmamışsa karışmamışsa yeniden doğuyorsa, insan ne kadar anlamıyorsa mırıldanıyorsa ağlıyorsa “uçurumun kenarındaysa...” içi ağrıyan dağlanan dağlara sırtını dayayan ağaçlarla konuşan işte burada insan insan, leb demeden leblebiyi anlamıyorsa, insan


havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

SESSİZLİK / Ebru DEĞE Gittiğinden beri, kalbimde bir sessizlik var. Sanki seninle birlikte gitti, bende değil gibi. Korktuğumda, heyecanlandığımda tepki vermiyor artık. İlaçlar bile iyileştiremiyor kalbimi. Gittiğinden beri, odamda bir sessizlik var. Sanki senin ardından yas tutuyor gibi. Duvarlar, eşyalar karanlıklara büründü artık. Güneş bile aydınlatmıyor odamı. Gittiğinden beri, yaşamımda bir sessizlik var. Sanki seninle birlikte herkes terk ediyor gibi Arkadaşlarım, ailem konuşmuyor artık. Annemi bile göremiyorum yaşamımda. Gittiğinden beri, doğada bir sessizlik var. Sanki giderken yağmuru da götürdün gibi. Rüzgârlarla yapraklar uçuşmuyor artık. Geceler yıllar gibi uzun sürüyor. Ve güneş, hiç doğmak istemediğini söylüyor.

şiir

11


12

deneme

havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

ANLATILDIĞI GİBİ ANLIYOR MUYUZ? / Berda AKSOY

Kız-erkek ilişkilerinin normalleştiği, haramların göz ardı edildiği, günah mevhumunun ortadan kaldırılmaya amaçlandığı günümüzde, anlaşılmakta bir hayli güçleşti. Avucumuzun içine sığacak kadar küçülen Dünya’nın diğer ucunda neler olup bittiğini anında bilmenin mümkün olduğu bu zamanda, medya ve türevleri tarafından önümüze sunulan her anlayışı, her yanlış hareketi kabul eder, sindirir olduk. Gerçeği olduğu gibi yansıtmama, olayları işlerine geldiği gibi anlama ve anlatmaya çalışma, aynı zamanda bir takım çıkarlar uğruna yalan yanlış haber arayışı içinde olma konuları ile her zaman göz önünde olan önce medya, sonrasında toplum ve sanal ortamlar insanlığı etkileyerek, zihinleri hapis altına almış durumda. Bu durum hem şu an için hem de gelecek nesil için bir tehdit olmaya ve gün geçtikçe büyümeye devam ediyor. Ne yazık ki hipnoz edilen birçok beyin olaylara tek bir çerçeveden bakarak bir kukla gibi hareket ediyor ve çevresini etkiliyor. Aynı dili konuşmak yeterli mi? Bir ülkede yaşayan toplumun bireyleri çoğunluk olarak görünürde aynı dili konuşuyorlar. Doğru, fakat bu konuşulan din anlaşılıyor mu? Asıl mesele bu. Geçmişe baktığımız da Allah aşkı ile yanmış nice gönüller, yazılmış nice eserler ve bunları günümüze kadar taşıyan nice kahramanlar var. Allah onlardan razı olsun. Peki, bugünlere kadar ulaşan eserler okunuyor mu? Belki de ne derece anlaşılıyor diye düşünmedik birçoğumuz. Bu konuda özellikle Şems Hazretleri, Mevlana Hazretleri ve daha nice gönül dostlarının işlediği Aşk kavramı ile günümüzde kendini bilmezler tarafından yorumlanan Aşk kavramına dikkat çekmek istiyorum. Aslında asıl soru da şu: Bugünlere kadar ulaşan eserler nasıl okunuyor? Ne derece anlaşılıyor? Bu soruları yanıtını belki de hep göz ardı ettik, anlayışımız doğrultusunda anladık. Şu da bir gerçek ki her insanın algılama kapasitesi, yazılanlara anlam biçme kapasitesi elbette farklıdır. Bu kesinlikle yargılanamaz. Fakat benim bahsettiğim; işlenen konuların hakikatte ki değişmez temasının yıkılarak, yerine bambaşka, kalitesiz anlamlar katma çabasının amaçlanmasıdır. Hak ve Hakikat teması ile işlenen konular, yürek dağlayan güzelim sözler; üç günlük beşeri aşklar çerçevesinde hiç umulmadık anlarda ve ortamlarda konuşulmaktadır. Hayatında bir kez olsun Mesnevi-i Şerif okumamış, Mevlana Hazretleri hakkında sağlıklı bir bilgiye sahip olmayan kendini bilmez biri kalkıyor, kendi nefsani arzuları için muhataplarına o güzelim sözleri sarf ediyor. Sanki Mübarek zatlar o eserleri bugünün gençlerine flört malzemesi olsun diye kaleme almışlar! Nitekim Mevlana Hazretleri bu gerçeği; ‘’ Benim nefesim âlemde ne canlar yakmıştır. Benim fâni sözlerimden ne bakalar coşup zuhur etmiştir. Kulaklar benim sözlerimin ancak dışını anlıyor, özümden kopup gelen feryatları kim anlayacak! ‘’ ‘’ Benden asırlarca sonra bu sözler Yusuf (as) kıssası gibi meşhur olacaktır. Çünkü gönül toprak altında çürümez. Ben bunu gönülden söyledim bir et parçası olan ciğerimden değil. ‘’ sözleri ile açıklık getirmiştir.

Sonuç itibari ile günümüzde alıp başını giden bu yanlış anlayışa bir son verilmelidir. Yapılması gereken en güzel şey, gençleri bilinçlendirerek, hakikatleri gözler önüne sermektir. Günümüzde gerek medya aracılığı ile televizyon ve gazetelerde, gerekse sanal ortamlarda, caddelerde, sokaklarda kopuk zihniyetli bireyleri görmek mümkün. Gün geçtikçe daha çok kesimi içine çeken bu yanlış zihniyeti durdurmak için önlemler alınmalı. Neslimizin bu akıntıya kapılmaması için başta aileler gayret göstermelidir. Unutulmamalıdır ki, İslamiyet’in ışığı ile aydınlatılmış bir gönle, gönül dostlarının söylediği nadide sözler rota değiştirmeden aksedecektir. Her şeyi değiştirecek olan anahtar kalptir. Kalbi nefsin eline bıraktığımız sürece, hem hayatımız anlamsızlaşır hem de anlatılanlar zihnimizde anlamsız anlayışların oluşmasına sebebiyet vererek farklı olaylara, büyük hatalara zemin hazırlar. Ne zaman ki bir kalp Allah’a teslim olur, işte o zaman Hak ve Hakikat ortaya çıkar. Ve tüm olumsuzluklar hayatımızdan kendiliğinden yok olur. Sözlerime değerli Muzaffer Yalçın Hoca Efendi’nin sözleri ile son vermek istiyorum; ‘’Dünyayı kendisine yegâne maksat edinmiş olan bir kalpte dillerden dökülen esmalar, sert kayalardan yansıyan sözler gibi kalbe nüfuz etmez, ancak yankılanarak ses çıkartır, fakat sahibine fayda etmez.‘’


havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

deneme

13

HD KALİTESİNDE İSLAM KARŞITLIĞI VE YAHUT İSLAM HUKUKU’NUN İLGASI / Murat ALP

Bir süredir kafama takılan bir mesele var: Türkiye’de ve dünyada İslam karşıtı işleri organize etmekle meşgul grupların işlerini kolay eden hususlardan birisi de müslümanların (özellikle de 80 ve 90 kuşağı müslüman gençlerin) İslam Hukukunu yeterince bil(e)memesi ve fıkıhtan bir hayli uzak oluşu (ya da bırakılışı) olabilir mi? Bence olabilir. İslam karşıtlığının beslendiği temel dayanak noktasının yine İslam’ın hakkıyla bilinmemesi olduğunu düşünürsek, Türkiye’de ve dünyada insanların uzak kaldığı fıkıh ve tarihte adaleti birçok kere tesis etmiş İslam hukukundan uzaklaşılması İslam karşıtlığının zeminin oluşmasını kolay hâle getiren meseleler. Bunun Türkiye ayağında, özellikle Osmanlı’nın yıkılışı akabinde İslam hukuk müesseselerinin ilgasıyla beraber ortaya çıkan kaotik durumu ve bu durumun devamında Batı’dan ithal edilen Avrupai hukuk tarzını görmek gerekiyor. Osmanlı döneminde hayatın her alanını kapsayan Şer’i hukuktan geriye hemen hemen hiç bir şey kalmaması insanların İslam’daki hukuk düzeniyle ilgili bir bilgi sahibi olmalarını da ortadan kaldırmış oldu. Merakı olanlar için bir araştırma alanı yahut akademik bir mesele halini aldı İslam hukuku. Öte taraftan yine Osmanlı modernleşmesiyle halkın daha seküler bir çizgiye getirilmesi ve sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla beraber gelişen seküler ideolojinin halkı fıkhi meselelerden uzaklaştırması büyük bir tahribata sebep oldu. Evvelde insanlar ilmihal düzeyinde de olsa bir İslam tedrisatından geçiyorlardı ve bu onlar için hayatın her alanını kapsayan bir meşgale idi. Bu meşgale İslam’ın ne idüğünü bilmek noktasında her müslünmana asgari bir analiz derinliği kazandırıyordu. Fakat daha sonra nesillerin İslam hukukundan ve fıkhından uzaklaşmasıyla beraber cehaletin her tarafı kapladığı bir dönem geldi çattı. Uzun yılları kapsayan bu dönemin belki de en mühim kırılma noktalarından birisi 90 yılların sonuna gelinince gerçekleşti. Dünyada insanlar artık bilgi çağı denilen bir döneme girdi ve İslam aleyhtarı grupların propaganda araçları da bu noktaya doğru kaymaya başladı. İnternet yaygınlaşıp bilgi artık daha hızlı yayılmaya başlayınca bu alana doğru inanılmaz bir hücum oldu. Şimdi artık internetin hükümran olduğu bir zamandayız. Bu zaman diliminde bilgi en hızlı bir şekilde yayılırken kendisine çoğu zaman düstur edindiği tek bir amaç var: Zihinleri allak bullak etmek! Bilgiyi hızlı bir şekilde servis eden merkezler, insanları nasıl avlayacaklarını çok iyi bildikleri için özellikle de görüntülü bilgi paylaşımı alanına çok daha fazla eğildiler, eğiliyorlar. İnsanlar izledikleri bir videonun etkisinden bir müddet çıkamıyor. Bu, bilgiyi herhangi bir amaç için servis eden çevreler tarafından çok etkin bir şekilde kullanılabiliyor. Nitekim, özellikle Youtube ve diğer paylaşım siteleri incelediğinde görülecektir ki, birçok video kafaları karıştırmak ve zihinleri allak bullak etmek üzerine kurulu. Bu söylediklerimin yazımızın konusuyla şöyle bir alakası var ki, günümüzde müslümanların, özellikle de müslüman gençlerin dini hususlarda bilgi edindikleri mecralardan birisi ve belki de en yaygını olan internet dünyası, İslam karşıtlığını körükleyen çevreler tarafından işgale tabi tutulmuş vaziyette. Bu işgalci İslam aleyhtarı zihniyet, interneti müslümanları karalamak, İslam’ı kanla ve şiddetle birlikte göstermek için bin türlü takla atıyor. Bunu yaparken eline geçen her malzemeyi

üstünü bin tane yalan ve yanlış koyarak servis edip İslam›a karşı insanları nefretle dolduruyor. Hatta müslümanları da kendi dinleriyle ilgili pejoratif bir sorgulamaya zorluyor. İşin hazin tarafı bu zokayı yutmamakta inad edecek ve bu işin gerçeğini anlatacak halihazırda müslüman sayısı çok fazla gibi gözükmüyor. En azından İslam hukuku nedir ne değildir diye bilen, İslam fıkhını duymuş, İslam fıkhının inceliklerini öğrenmiş müslümanlar ya da hiç değilse ilmihal bilgisini sağlam edinmiş müslümanlar geleneksel bir hale gelmiş bu küffar propagandasına gelmiyorlar ve antitezlerini öne sürüp mücadele edebiliyorlar. Diğer türlü İslam hukukundan, İslam fıkhından haberi olmayan insanlar, internette gördükleriyle İslami bir bilgi edinme sürecine giriyorlar ki küffarın da beklediği tam olarak bu. Antonio Negri ve M. Hardt’ın birlikte çıkardıkları ‘Duyuru’ isimli kitabı bir yazısında analiz eden Elyesa Koytak, mevcut neoliberal düzenin dört yeni antropolojik figürü peyda ettiğini söyleyen Negri ve Hardt’ın bahsettiği dört figürden birisi olan ‘medyalaştırılanlar’ı şöyle özetliyor: ‘’İletişim teknolojilerinin yaygınlaşmasıyla herkesin birbiriyle iletişim imkanı artmış gibi görünse de, aslında nitelik olarak paylaşılan hiçbir şey yok. Dahası, artık hayatın her anında bilincimiz sanal ağlara tabi


14

kılınmış durumda; iphone sayesinde medya bizi sürekli olarak dünyanın akışına katılmaya, neyi istiyorsak seçmeye ve ifade etmeye çağırıyor. Medya dikkatimizi ele geçiriyor, sahici duygu ve düşünce üretme ve paylaşma yollarını unutturarak gözlerimizi ve kulaklarımızı facebook, twitter, youtube vs. gibi kanallarla kendine zincirliyor. bilgi üretme ve iletişime geçme kapasitelerimiz, zihinlerimiz ve kalplerimiz bu sözde iletişim kananllarına bağımlı kılınarak felce uğratılıyor.’’ Bu bir paragraflık özetin bize anlattığı şeyin bize bakan tarafı, müslüman zihinlerin medya kontrolü sebebiyle nasıl iğdiş edildiği. Buradan hareketle, İslam fıkhının, ‘Kafirin yüzüne karşı kafir denilmez. Çünkü o kendi dinini hak bilir. Bu bakımdan kalbini incitmemek için yüzüne karşı kafir denilmemelidir.’, ilkesinin inceliğini dünyadaki tüm insanlardan saklayan, müslümanların da bilmemesi için bir hayli gayret sarf eden küffar medya merkezleri, Youtube’daki recm videolarını allayıp pullayıp servis edebiliyor ama. HD kalitesinde Suriye’de kafa kesen mücahid görüntülerini paylaşabiliyor yahut da El Kaide’nin bombalı saldırılarını defalarca gösterebiliyorlar. Usame bin Ladin’in keleşle ateş ettiği görüntüleri hatırlamayanımız var mı? Zannetmiyorum. Çünkü 11 Eylül sonrasında defalarca televizyonlarda gösterdiler. Buna benzer pek çok şiddet ve nefreti körükleyen imajı internette binlerce video ve fotoğrafla desteklediler,

havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

desteklemeye de devam ediyorlar. Ondan sonra İslam şiddet dini, müslümanlar cani, cihad savaşın en şedid ve kötü usulü. Bunu böyle göstermek isteyenlerin nasıl bir karanlık geçmişi olduklarını da unutmamak lazım. Bu geçmişi unutmamak için hem İslam’ın her canlıya adaletle hükmeden hukukunu bilmemiz hem de küffara buğz edilmesinin itikadımızdaki hayati yerini bilmemiz gerekiyor. Aksi takdirde dinlerarası diyalog gibi fikri altyapısı bozuk organizayonların içerisinde kendimizi bulabiliriz. Bir başka ifadeyle; müslüman olmayanlara zulüm etmemek kaidesinin İslam hukukundaki mahiyetini kavradığımız kadar müslüman olmayanlara buğz etmemizin ne denli elzem olduğunu da kavramamız gerekiyor. Tarihinde Mevkufat isimli bir fıkıh kitabıyla idare edilmiş koca bir imparatorluk tecrübesi olan bizlere empoze edilmeye çalışılan bu kanlı, işkenceci, katledici din imajını yutmamızı; kan ve şiddetle bir araya getirdikleri dinden uzak durmamızı bekleyen bir ton insan var. İslam’ın cihada bakışını yahut Ukubat denen ceza müessesini farklı algılamamızı ve kendilerinin dine baktığı bir şekilde dine bakmamızı istiyorlar. Mecelle’den bihaber, onların sunduğu katliam imajlarını benimsememiz için can atıyorlar. Bu hücumlara karşı koymanın tek yolu var, o da İslam’ı ehli sünnet kaynaklardan sağlam bir şekilde öğrenmek. İslam Hukuku alanında daha fazla çalışmak .


havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

deneme

15

BİZİ NASIL UYUTUYORLAR?-I / Mustafa Nezihi PESEN

Bizi nasıl uyutuyorlar? sorusu üstünde şöyle bir düşündüm ve bunu nasıl derli toplu ifade edebileceğimi tam bilemedim. Lakin derli toplu veya efradını cami, ağyarını mani bir söyleyiş tarzına ulaşmış olamasam da zaman çok geç olmadan uya/ndı/rma vazifemi yapmak gayesiyle şöyle bir şeyler söylemek icap ettiğine karar verdim. Nitekim ‘emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker’ hüşyara vaciptir. Çok söz söyleyenlerin uyanık olduğunu zannetmeyin siz. Onlar gereksiz sözün boğumunda ve kesretinde boğulayazanlardır. Allah’ın rahmeti olmasa, lakırdıları kemend olup nefessiz bırakırdı onları. Hafazanallah. Öyleyse mevzuyu şöyle hülasa edelim ki öze ulaşalım. Kafir demekten vazgeçmemenin önemi Bize küfrü, kafirliği ve kafiri unutturup müminle kafir arasındaki su geçirmez ilahi sınırın farkında olmanın bizi nasıl her anlamda diri tutacağını da unutturdular. Yanlış konumlanmadan, mevzilenmeden dolayı en derin gaflet uykusuna daldık ki bunda ısrar, mümin kimesneyi zamanla dalalete bile götürür. Elbet malumunuzdur: Dalalet cehenneme delalettir. ( Kısa açıklama: Dalalet Fatiha suresinde geçen ve istenmeyen ‘veleddalin’le aynı köktendir. Delalet ise işaret, iz anlamına gelen ‘delil’ kelimesinden yol alıp yürür. ) Yetim ve öksüz ümmet çocuklarıyız biz Filmelerini, kitaplarını, müziklerini, sanatlarını, yaşam biçimlerini, kültürlerini bebeliğimizden itibaren biz yetim ve öksüzlere öyle boca ettiler ki onlardan etkilenmememiz neredeyse mümkün değildi. İnsanın bir ortama doğduğunu siz de bilirsiniz. Medreselerimiz, dergahlarımız, asude ailelerimiz, mümin anne-babalarımızla, kardeşlerimizle, büyüklerimizle başbaşa kalıp onları emebileceğimiz has ortamlarımız berheva edilmişti. Yıkılmıştı. Gizlenmişti. Köksüzlüktü bizi karşılayıp sarmalayan. Aceleci ve kızgın ve bencil ve doyumsuz ve nobran ve dümbelek yaptılar bizi. Sen bunca bilimle, bunca güçle, bunca yakışıklılıkla, bunca şuhlukla neler neler yaparsın dediler. Dediler de dediler ama biz bunların öğrettiklerinin, gösterdiklerinin, sevdirdiklerinin yalan ve sahte ve ucuz ve bayağı olduğunu kabule yanaşacak saflıktan ve hikmetten uzaklaşmıştık. Şimdi bazılarımız bu çok komplike çalışan mekanizmadan uzaklaşamadığı için bilimin, sosyolojinin, değerlendirmelerin, stratejilerin, görsellerin, istatistiklerin içinde uyuduğunun farkında değil. Üstelik ‘ne sizin uykunuz uyku, ne de uyanıklığınız sabah olduğuna delil.’ dediğimizde sözümüzü işitmezler ve uyanmazlar. Böyle kendimizi ve kardeşlerimizi uyandırmak cennetle barışma ve O’nun rızasına yaklaşma duasıdır ve ebedi sükunete kapı aralamaktır. İnsan insanın neyidir? Birinci maddeyle ilgisi bulunan bu anlatacağım da şöyledir: Kafirler ve onlardan etkilenen ve nerdeyse onlara dönüşen kişiler kendilerinin dürüstlüğüne ve samimiyetine bizi inandırdı. Oysa onların en meşhur darb-ı meseli ‘insan insanın kurdudur.’ Yani kimse kimseye güvenemez. Hz. İsa belki de bunu yıkmak

için gelmiştir. Çünkü Yahudi öyle bir b-askı durumundaydı ki ayaklarının basacağı bir yer yoktu. Roma zaten nerdeyse sadece mermere inanıyordu. Ama çok güvendiği mermerlerden yapılmış senato binasının mermer sütunları arasında Sezar katledilince artık en güvenilmesi gereken cümle dostlar da Brütüs olmuştu. Kapitalizmin ortaya çıkışı ve semirmesi Bu evreden sonra sözü ve şeriatı büyük oranda geçersiz kılınan Hz. İsa adına St. Paul’un icad eylediği din üzere yürüyen devletler hakim olmaya kalkıştılar. Mesele şuydu ki en başarılı yalan söyleyen ve niyetlerini açık etmeyen yaşayabiliyor ve güçleniyordu. İsmini de koydular sistemlerinin: Kapitalizm. Her şey mübah sayılıyordu bu semirme ve zenginleşme yolunda. Vahşi hayvanlar gibi sinsice yaklaş ve ye, yut. Gücün yetmiyorsa tatlı dille, güzel sözle aklını başından al. Tam sevinç ve vecd anının zirvesinde geçir. Dişlerini. Zannettirdiler ki düşünce ve felsefe ve sanat ve bilim ve teknoloji azadedir bütün o berbat niyetlerden, açlıklardan, acımasızlıklardan, tanrısızlıklardan, fuhşiyattan, belalardan, hastalıklardan. Oysa kaç yüzyıldır yaşayarak gördük ki öyle değil. Bir yerden paçasını kurtaranımız başka bir şeylerine yakalanıyordu. Ah ağa yakalanan entelektel müslüman! Şimdi thank-think kuruluşları, sosyolojik değerlendirmeler, medyadaki bilimsel analizler acaip dolambaçlı bir şekilde koca koca kalemleri yakalayıp bir büyüyle; kardeşlerine düşman ediyor. Kendisinin çok bilme merak ve açlığının kendisini bir tuzağa çektiğini göremiyor. Oysa gidip yakalanmış ağa. Söylediklerinin kendisine has olduğunu iddia ediyor o, başkalarının inşa ettiği kafesin içinde. Çünkü kafesin parmaklıkları sanal ve bu yüzden görünmüyorlar. Orada o yorum kalabalığı içinde hiç bir müminin işine yaramayan ve onu selamete çıkarmayacak olan sayıklamalarına devam ediyor. Ne yazık bereketsiz ve faydasız sabuklamaların sahibine. Uyanması en güç olanlardan biri de bu ve bunun benzeri olanlardır.


16

hikaye

havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

HER ŞEY / Emre ERGİN

Birler ve sıfırlar. Bununla alakalı. Ya hep ya hiç. Bununla da. Boğuluyorsun. Yarıda bırakma. Elbette bununla da. Madem ki tüm zihnim. Hepsi birden verilmiş bana. Öyleyse kaçarı yok. Saçmalarımın bir sınırı var. Her şey birbiriyle alakalı. Ne söylesem onunla. Kurguya gerek yok. Başıma gelen şeyleri yazsam bu bir öykü olur. Başıma gelmeyenleri düşünsem. O da bir öykü olur. Olaylardan olay beğenerek. Fikirlerden fikir. Aklımdan geçenleri yazsam. Aklımdan geçmeyenleri arayıp bulsam. Kendini ısırır bir yılan. Kafasına taşı vurmazsanız. Sonsuza kadar aynı şekilde tıslar. Aynı baldan çalınır kendi kuyruğuna. İki yana yaslarsam nesir olur yavaş akar. Aralıkları bol tutarsam sese bol gelir, mısralanır okurken. Ama ne anlatsam. Ne anlatsam inanılsa anlaşılmadan. Anlaşılmaya gerek yok. Aynı değil miyiz. Birer birer paydalar. Hangi bir diğerinden daha birdir. İnanın bana. Eriyen merdivenlerle çıkarım göğe. Eğer çıkılacaksa. Uçulacaksa İkarus›un cesedine bakarım. Gerçek bir Güneş. Milyarlarcasından biri. Peki hangisi? Bana doğru yol gösterilmişti. Kanatlarıma saplanan ipleri, peşin bir aydınlık için yaktım. Çıkarcılığım isli parmak eklemlerinde belli eder kendini. Dur. Uzaklaşarak nereye varabilirsin. Dibi var mı karanlığın? Aydınlık için yaratılsak bu zamana mı gönderilirdik peki? Hangi ayaklarımı seçip takmalıyım bedenime, ki yürüyeceğim sanılsın. Yürümek kozmetik bir şey artık. Nereye gideceğim. Ne isteyeceğim. Dua etmek kozmetik. Göktaşları. Hangi filmdeyim. Ne yaparsam kanal değiştirmezsiniz. Issız sokaklar. Aynı adamı seven iki sevgili. Patlayan bir silah. Patlamayan afyon. Bond tipi bir çanta. Yeşil otlar, çimenler. Kapatılmamış hamur. İçindeki maydanoz. Ne gerek var insanı anlatmaya artık. İnsan dediğin nedir. Türevi geleceğinin. İntegrali geçmişin. Yani eklenmeler toplanmalar, yıpranmalar. Ağrı eşiği. Eşiğe tırmanma hızı. Birtakım rakamlar. “Dikkatim yirmi üç dakikada dağılır.” Bedenini anlatayım. Yemyeşil gözleri vardı. Kurbağa sırtlarına benzer. Çantasını. Ayakkabılarının markasını. Bıyığını. Kol kaslarını. Odasını. Dizdiği kitapları. Bindiği otobüsü. Seçtiği koltuğu. Düşmeden önce açılan parmaklarını. Mekanik hareketler. Dizgiler. Sabah 8’e kurduğu saatin on dakika ertelenmesini. Sabahları duyulmayan bir ezan sesi. Duyularla algılanabilir. Dikizleyerek şahit olunabilir şeyleri. Ama hepsini. Hiçbirini atlamadan anlatayım. Geriye anlatacak ne kalır? Determinizmse kabul birader. Benim yerimde olmak ister miydin birader? Yani benim aynım olmak ister miydin demek istiyorum. Dikizleyerek, kulaklığı yerinde ve zamanında takarak anlaşılabilecek tüm yönlerimle. Başka neyim vardır bana özgü. Bütün bütün bir dünyanın küçük küçük küçük zerreleri değil miyiz? Bir zerrenin diğerinden. Farkı görecek bir mikroskop yok. Yani bana öyle dik dik bakmayın birader. Fark yok. Hangi zerre diğerinden daha özgün olabilir? Adam geldi ve yüzüme tükürdü. Cebren mahvetti zihnimi. Titreyerek kendini ısıran bir köpeğe döndü. İçime döndüm. Aynımdı. Bacakları var kafası. Saç kökleri. Acı çekince timusu çırpınır onun da. Ağlanacaksa aynı yerden ağlanır. Ona kızıyordum. İçimde bir ulvilik vardı. Kibrin birazı şeytandandır. Birazı içimizdeki Allah’ın parçalarının yerini yadırgamasından. İçimiz diyince


havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

farkettim ki. Zıttım gördüğüm. Aşağılıkladığım. Dizlerinde yara izi var. Kirpikleri dökülür ateşe tutarsanız. Ruhunun tahtında, aynısı vardır. Allah onun da Allah’ıdır. Bir parça da orada durur. Yani kime kızıyorsun. Beyaz piyon siyah piyondan daha açık renklidir. Ama işte o kadar. Aynaya bakarsanız. Beni görürsünüz. Ama sizin eşyalarınız, sizin bedeniniz, sizin şartlarınız ve sizin geçmişinizle. Algılanabilecek, anlatılabilecek, anlaşılabilecek tüm öğelerinizi üzerime giydirmişsiniz gibi. Aynen ben dururum orada. Gülümsediğinizde gülümserim yüzünüze. İçimizdeki ruhlar tanışır. Anlaşıldığı kadarıyla anlarım. Algılandığı kadarıyla öğrenirim. Algılanmıyorsa dayanağı nedir zaten özgünlüğün. Her şey birbiriyle alakalı. Ben burada durup nefes almazsam. İnsan derisi ve kemikleri verili bir sandalye olurum. Yürümesini unutmuş bir robot olurum. Yaşamasını bilmeyen bir ruh. Duaları kabul olmayan bir müslüman. Çok şükür ki müslüman olurum. Kendim seçmiş gibi sevinirim buna da. Nereden bilebilirim? Çizgileri birleştirelim. Şunu şunu yaşayıp, şunu şunu düşün. Boğulacaksan boğul. Güleceksen gül. Çirkinleş. Elinden gelenler kaderinde yazılı. Neleri yapmayacağını da kendin seçiyor gibi yap. İnan bana. Başıma gelmeyenler sıkıcı bir öykü olurdu. Başıma gelenleri sana anlattım. Daha eğlenceli değildi. Ama dünyanın gerçeği bu. Kaçarak yaşayan ölüyor da kaçmayınca seviniyor musun. Birader. Ne yaparsam kanal değiştirmezsiniz? Bir çeklist sunarak daha üstün bir insan olmak için bana şunlar bahşedilmeliydiyi yazın. Birler ve sıfırlar. Her şeyin her şeyle alakası var. Öbür türlüsü çıldırtırdı insanı. Aynı zihinden çıkarak farklı yönlere savrulan öğeler. Aynı zihine temassız uzaylardan dökülen nehirler. Öldürürdü ruhu bu gibi ikilikler. Şükretmeli. Saçmalamanın bu keskin kısıtını veren Rabbe hamdolsun. İkarus eriyen balmumlarına küfretmişti aşağı düşerken. Oradaydım varsayın ve duymuştum varsayın. Mumlar da ona küfrediyordu. Daha yükseğe çıkamamak kimin suçudur? İstemediğimiz kadar soru var. Buradan başlayın. Her cevap ayrı bir kâğıda. Kişiliğinizi zora düşürmemek ve farklılaştırmamak adına. Hepinize aynı kitapçıkları, kalemleri silgileri vermemizin yanısıra. Sizden ricamız sınava aynı bedenle, aynı yaşanmışlıklarla. Yani işte gözlenebilir tüm aynılıklarla geçin karşımıza. Anlatmak anlaşmak. Anlaşmak aynılaşmak. Aynılaşmak gerek bırakmaz edebiyata. Bir yaranın kabuğudur bu kadar kelime. Amaç iz bırakmak değil, izlerin silinmesidir. Daha fazla anlatmak olamaz tüm bunların amacı. Susmama müsaade etmenizdir. Susmadan önce tüm diyeceklerimi yazacağım bu kâğıda. Farkları iyice öğrendikten sonra. Anlatılabilir ve anlaşılabilir farkları. Beni böyle kabul edin zırvalığı değil bu. Minik minik şalterlerden bahsediyorum. Sıfırlar ve birlerden. Her şeyi aynı alalım. Sizi böyle kabul edeyim zırvalığı. Zırvalık hep baki. Ne demek istiyorum. Her şey birbiriyle alakalıdır. Bu akıl sağlığının gereğidir. Her şey şalterlerle. Birler ve sıfırlarla ayarlanan şartlara bağlıdır. Özgünlük, giderilmesi gereken bir pürüzdür. Kusurlarımız farklı farklı da olsa, kusursuz kulun tanımı keskince bellidir. Bu kadar.

17


18

hikaye

havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

3 KORNER 1 PENALTI / Ferhat Çağlar MERAL Bu işin bir şiiri yok anlıyor musun? Şehir boğazına kadar insana gömülmüşken bir kenara oturup ıslık çalan çocuğun yüzündeki kir, mendil satan çocuğun yalan sözleri, çiçek satan sevgili uzmanı çingeneler, pek muhterem -sigara dumanında dünya kurtaran- sayın abiler; hepiniz öleceksiniz, son duanızı edin! Aklımdan böyle şeyler geçiyor bazen. Canım sıkkın, gücümün yettiğine kafa tutuyorum. En çok da sigaraya gücüm yetiyor, abandıkça abanıyorum. Gerçi pis burun yasaktı mahalle maçlarında. 3 korner de bir penaltıydı. Yemin ederken esneklik payı bıraktığımız da çok olmuştur zamanında, çünkü Allah’ın hakkı üçtür. Zamanla sayıların dilinden anlamaya da başlamıştık; üçgenler, üç yanlış bir doğru, üç taksitle alınan hediyeler, üç aylık kalan ömür, üçler, beşler, yediler ve kırklar. “Benim kalbim dumanlı odalarda büyüdü madam, yalan yok!” Benden ve senden çok önceleri söylenmiş sözleri hayretler içerisinde okurken kendimi Üsküdar’da eski bankın üstünde bulmak paha biçilmez bir yalnızlıktır. Aklımdan geçenler bir kâğıda dökülecek olsa çok satan şiir olacaktır, şiir ölecektir. Sevmek; üstümüze biraz eğretidir. Şimdi bir kedi fırlasa çöp tenekesinden, yakalayıp başını okşasam sever misin beni üç vakte kadar? Gerçi sen kedi sevmezsin ama barışa biraz şans versek, anarşist yüzümüz duvara dönse hep birlikte gülsek. Çünkü ağlama duvarı diyorlar, söz dinleyen çocuklarız biz. Allah lafzını büyük harfle yazmazsak çarpılırız. Bir de sana çarpılırız günün belli saatlerinde. Yeşil eski mürekkeple isminin baş harfini yazıyorum mütemadiyen, kediden de vazgeçtim. Bence beni biraz sevebiliriz eğer istersen… Bir başımayken böyle sevmeler de geçiyor aklımdan sadece sayılar değil. Bunca kalabalığın arasında delirmemiş olmak bir mucize. Mucize sadece eski Türk Filmlerinde ve hikâyelerde oluyor gerçi. Gözlerinin açılma şansı %3 olan fakir bir genç kızın başarılı ve pahalı bir ameliyattan sonra dünya gözüyle çiçekleri sulaması, beyaz prensli atın rahvan yürüyüşü. İşte bunların tüm suçlusu mendil satan çocuklar, biraz da çiçek satan ablalar, pek muhterem sayın abileri saymıyorum bile. Konu bütünlüğü çocukluk döneminde geçerli bir kural değildir. Geçerli olan tek kural annedir. Anne sadece babamızın müstakbel eşi olmaktan ziyade tarihi yeniden yazacak adamların, dünyayı işgale sürükleyen beynamazların ilhamıdır. Çiçek satan çingeneler, size kızmaktan vazgeçtim çünkü annelerin eli öpülür. Züleyha’nın bile beli büküldü ya annelerin de bükülürse? Tanıdık bir Yusuf yok mu Tanrım? Acele dua etmesi lazım. Ölüm anneleri de vuruyor alnının çatısından hem artık kızlar da sevmiyor kendi ayakkabılarını bağlayan vasat adamları. İşler yolunda gitmiyor anlayacağın, bana bir yol göster, biraz önce önümden geçen kadını annem sandım. Bir şiir yakıp nefeslenecek insanlar için bir dakika ihtiyaç molası; Çok sevilecek bir şeysin sen mesela bir halı saha maçında, Uzun pas atarken bile insanın aklına geliyor yüzün. Afrika’da aşklar nasıl bilmem ama En çok bizim yüzümüze yakışıyor hüzün. İnsansız hava sahası görünce gözüm açılıyor Benim buralar diyorum, hepsi benim. Bir sigara ilişiveriyor elime, hiç yabancılık çekmiyorum. Ahh! Bir ateş veren olsa yakarım buraları yakarım! Mahallenin yedek golcüsü görücüye çıkmış, pas atan yok. Oysa şimdi gelişine bir vuruşla 90’ları sallardım Kapılıp siyasi rüzgârlara bir köşede Ülke kurtardığımız çok olmuştur ama 90’larda olsam kesin sallardım. Dar alanda kısa laflaşmalar sadece pazarda olur Kurulu pazar, beli bükülü anneler, organik pembe elmalar Hepsi senin için sıraya girmiş, ekonomiye can veriyor. Çok sevilen bir şeysin sen mesela eski bir dikiş masasında...” Bu işin bir şiiri yok anlıyor musun? Şehir boğazına kadar insana gömülmüşken bir kenara oturup ıslık çalan çocuğun yüzündeki kir, mendil satan çocuğun yalan sözleri, çiçek satan sevgili uzmanı çingeneler, pek muhterem -sigara dumanında dünya kurtaran- sayın abiler; hepiniz öleceksiniz, son duanızı edin! Aklımdan hala böyle şeyler geçiyor, bir başlangıç arıyor gözlerim. Yeni bir cümle, yeni bir mezarlık, belli mi olur ilk sayısını çıkartacak yeni bir dergi. Çünkü seni sevmemin tek yolu devrimden geçiyor evrimden değil. Bir başımayken aklımdan geçenleri yazsam bile bunun bir şiiri yok anlıyor musun?


havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

inceleme

TARİH YAZIMI HAKKINDA / Nazım DAĞLI Hayata gözlerini ilk açtığında Allah’ın ‘’oku’’ emrine muhatap olup, kıtalar dolaşan ilme Çin’de bile olsa pervane olan, bir kelime uğruna kırk yıl köle olarak çalışmayı göze alabilen, bilimin kilometre taşlarını oluşturan ‘’Asım’ın Nesli’’ yerini, ilim sahibi olmadan fikir sahibi olan kuşaklara bıraktı. ‘’Asırlar geçti, birer birer söndü meşaleler. İrfan asaletini kaybetti. Hafızaya çakıl taşı gibi saplanan bilgi kırıntılarını ve karanlık kelimeleri kendisine düstur edinen Müslüman şuuru, taşıdıkları hiçbir değer olmayan kimse tarafından anlaşılamayan ama yinede herkesin dilinde olan hayalimizin dahi rengine bürünen ‘’batılı yaşam tarzı’’ soframızın ortasında yerini almıştır’’ der üstat Cemil Meriç. Bu minvalde yaklaşık üç asırdır batılı tarih yazımını okuyan hatta okumaktan ziyade aşinası, müptelası olan Müslüman nesiller kendi kültürlerine dahi Avrupai bir pencereden bakmayı öğrenmiş, tetkik ve tenkidi de bu minvalde değerlendirmeye almıştır. Geride kalmanın sebebi her ne olursa olsun amacımız tarihin ‘’yapılacağına’’ olan inancımızı kaybetmemekle beraber tarih yazımının da bir o kadar belki de daha fazla önem arz ettiğini dünden, bugüne ve geleceğe baktığımız nazardan ortaya koyabilmektir. Müslüman bir hocanın; ‘’tarih ne zaman başlar?’’ sorusuna, müslüman bir öğrencinin’’ Hz. İsa ile başlar’’ ifadesi yaşadığımız anaforların en ironik örneklerinden biridir. Tarihteki karakterleri ve olayları ideolojiye göre ayırmamak gerekir. Her araştırmacı kendi zaviyesinden değerlendirmelerini yapabilmeli ancak kendi mefkûresine yakın olana ‘’kıyak’’ geçmemelidir. Elbette ki objektiflik denen batı müsveddesi doldurma kelimeleri savunacak değilim. Filhakika;’’ objektiflik namussuzluktur ben tarafım ‘’hakikatin’’ tarafıyım.’’ Elbette ‘’özdil’’le konuşma yahut yazma gibi dumura uğramış bir hafızanın ağzıyla’ da mukabele edecek değilim. Kelimeler; medeniyetlerin birbirleriyle olan ilişkiler süzgecinden geçerek günümüze kadar ulaşabilmiştir. Ancak ‘’biz’’; bizi anlayan, bizi anlatabilen kelimelerle düşünebilmeli bu sayede kendimizi kendimizce ifade edebiliriz.

19


20

inceleme

havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

DÜŞTEN GERÇEĞE DÖNÜŞEN -MEDENİYETİN MÜHRÜ- BİR KÜLLİYE: SÜLEYMANİYE / Fatma Sema YÜCEL

Bu çalışmada anlatılacak olanlar, taştan yapılar ve onları inşa eden topraktan insanlar gibi görünse de aslında hepsi mekân ya da insan olması fark etmeksizin cismin değil, ruhun varlığını ve cisme yansımasını vurgulamaktadır. Bu vurgu, Süleymaniye’yi inşa eden inancın yani İslam’ın “Cisimden evvel ruh yaratılmıştı” kabulünden kaynaklanmaktadır. Hem Süleymaniye’nin, hem de onu inşa eden medeniyetin hikâyesi yalnızca bir rüyayla başladı. Osman Gazi ‘çınar ağacı’ rüyasından uyanırken, Kanuni ‘Süleymaniye’ rüyasını görmek için uykuya yatıyordu belki de. İnsanın cisminden evvel nasıl ruhu yaratıldıysa, bir medeniyetin ya da bir külliyenin de cisminden önce ruhu tasarlanmış ve öylece, bir rüyada anımsatılmıştır bu tasarı.

Medeniyet ve Mekân

Sultanın rüyasının aynısını gören mimarın tasarısında, görülen rüyanın, hayrın sahibi sultanın ve mimarın donanımının etkisi olduğu kadar devrin, devletin, medeniyetin etkisi de göz ardı edilemeyecek kadar güçlüdür. Yapıları tasarlama ve kurma sanatı olarak tanımlanan mimarlık, medeniyetin tasviridir ki bugün Süleymaniye’yi Süleymaniye yapan ne varsa hepsi medeniyetin sağladığı kaynaklardan beslenmiştir. Devlet en geniş coğrafi sınırlara ulaşmış, devrin sultanı Muhteşem Süleyman olarak adlandırılmış, teknik ve sanatın etkin kullanımı zirveye ulaşmışken, mimar tüm imkânları yerinde ve zamanında kullanmış, bugün şah eser Sinan’ın, Osmanlı Medeniyeti’ni inşa eden mimar olarak tanımlanması her ne kadar doğru olsa da eksik kalmaktadır. Burada atlanılan nokta, (m)imara ihtiyaç duyan ve Sinan’ı mimarlaştıran bir medeniyetin varlığıdır. Bu medeniyet, geçmiş Türk devletlerinin, İslam inancının, yerleşilen topraklardaki eski uygarlıkların izlerini ayrıştırmak yerine birleştirmiş ve bir mabedin inşasında okunabilir hale getirmiştir. Süleymaniye’de kullanılan teknik detaylar ve uygulanan sanatlar, mimarın düşündüğü kadarı değil çok daha ötesidir. Çünkü medeniyetin ona sundukları, düşün gücünü artırırken gerçek kılmaya maddi ve manevi olarak imkân sağlamaktadır. Geçmişten gelen birikim ve yapım kültürünün yanı sıra imparatorun seferlerinde ordunun istihkâm sınıfında yer alan -derin sezgisi, kavrayış yeteneği, tasarım gücü inkâr edilemez- bir devşirmenin, gittiği seferlerde, gördüğü diyarlarda yapıları gözlemlemesi, yapım tekniklerini incelemesi ve devletin mimar olmasını dilemesi ancak bir medeniyetin sağlayabileceği imkânlardandır. Yine aynı medeniyet, caminin mimarını destekleyecek teknik adamlara, alanında zirve sanatçılara, türlü türlü yapım malzemelerine ve bunları organize edebilecek bir sisteme sahiptir. Bu medeniyet tasavvuru, insanı ölçek olarak almasına rağmen ‘cüzi’den öte ‘külli’ye doğru bir yönelim içindedir. Cami içinde duyulan sükûnet, medresede verilen eğitim, hastanede sarılan bir yara, hamamda akan su, imarethanede uzatılan bir kap yemek insana dair ve hep insani gözükse de aslında hep ilahidir, hepsi BİR ilaha ulaşmak içindir.

Süleymaniye nazlıdır, kırılgandır, bir dua gibi camdandır. Aynı ilaha ulaşmak için adanan Ayasofya ise monoton ve hantaldır. Oysa her ikisi de monoteist bir inancın mührüdür, oysa her ikisi de köklü bir medeniyetin ürünüdür. Birini görünce banisinin ilk tepkisi “Süleyman, seni geçtim! “ demektir, bir diğeri ‘Muhteşem’ namını unutup mütevazı bir edayla ‘Süleymaniye’ diye seslenmiştir. İki mabet, iki mimar, iki sultan ve iki medeniyet... Medeniyetlerdir mekânları kuran aslında, okunanlar kitabeler değil de medeniyet tasavvurlarıdır taşlarda. Ve bir yolcu, Süleymaniye’ye medeniyet kapısından girdiyse eğer güvenli bir beldeye geldiğini, köklü bir medeniyete ulaştığını hisseder.

Mimar ve Mekân

Yolcunun hissettikleri mekânı geçer de mimara ulaşır, Süleymaniye’ye mimar kapısından girmeye çalışır. Anadolu’daki küçük bir kasabadan devşirilmiş, beş sultan görmüş, beşine de hizmet etmiş, gençliği çoktan gelip geçmiş ama mesleğinin baharında bir dehanın hikâyesini mi anlatmaktadır Süleymaniye? Yoksa bir medeniyete mimari kimlik kazandırmalıyım diye yola çıkan bir taşralının öyküsünü mü yansıtmaktadır? Süleymaniye nasıl bir yapıdır ki bize neyi fısıldar mimarı hakkında ya da nasıl bir mimarı vardır ki ne sırlar söylettirir yapının taşlarına? Tüm bu soruların cevabı, yapılarında adının geçmediği kitabelerde, Süleymaniye’nin -kıbleye göre- en arka köşesinde, solda mahzun duran kabrinde, ‘Mutlu padişahın baş mimarı’ diye tanıtan tezkiresinde, caminin açılışını yapması için sultan adını andığında geri çekilişindeki edebinde, emredilmesiyle “El emri fevkal edep” diyerek itaatkârlığında ve tabii adında saklıdır: “Abdülmennan oğlu Sinan”. Adı Josef diye Abdullah oğlu Yusuf koymak yerine “Abdülmennan oğlu Sinan” konmasında saklıdır, bütün sırrı Süleymaniye’nin: “Hakkın sancağını taşıyan mızrak”. Mimar kapısından giren bu yolcu, Sinan’ın bütün bunları gördüklerinden öte görmediklerinden keşfettiğine inanmaktadır. Işık, ses, hava ve Süleymaniye… Doğduğu evin karanlık dehlizlerinde saklanmaktadır, Süleymaniye’nin aydınlığı. Ve mimar, akustiği bilgece tavrıyla fokurdattığı nargilenin suyundan hesaplamakta, iklimlendirmeyi, is odalarını, kubbede saklı küpleri,


havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

deve kuşu yumurtalarını yolcunun hiç bilmediği detaylardan çıkarmaktadır. Derin sezgisi, engin bilgisiyle Süleymaniye’yi ete kemiğe büründüren her ne varsa taş, temel, ahşap, metal, çini ve diğerlerinin vaktinin gelmesini beklemektedir. Sinan’ın temel mimarlık anlayışı tevhidi inanca dayandığı için malzeme onun için varlığının ötesinde Allah’ın yolunda bir araçtır, tıpkı kendisi ve sultanı gibi. Bu tevhid inancı kendisini, Michelangelo’dan, Leonardo Da Vinci’den, Alberti’den yani Avrupalı çağdaşlarından farklı kılmaktadır. Ehl-i kitap olan bu sanat adamları, eserleriyle dönemlerinde çığır açmış olsalar ve eserlerinin çoğunluğunu dini otorite olan kiliseye hizmet için yapsalar da artık nuru sönmüş bir inancın ışığını aramaktadırlar. Eserleri de bu ruhu hakkıyla yansıtmaktadır. Paraklit’in geleceğini müjdeleyen bir kitabın sadece adını koruyabilmiş bir medeniyet algısı bu aşamadan sonra kalple değil, akıl ve tecrübeyle yoğrulmuştur. Oysa Süleymaniye’yi aydınlatsın diye astığı kandillerin islerini, oluşturduğu hava akımıyla is odasına yönlendiren Sinan bunu yalnızca akılla kurgulamamıştır. O, bu detayları kubbede asılı olan kandilleri düşünerek bulmamış, Süleymaniye’yi kandilsiz de aydınlık kılan ve kubbede adı Nur diye yazılanı hissederek keşfetmiştir. Tasarımcı olarak keşif ve tasarılarını kendi zihninde çözmüş olmasına rağmen, 3 boyutlu olarak maketle çalışması mekân kurgusunu oturtmasını, başkalarının da yapıyı bütünüyle algılamasını kolaylaştırmaktadır. Tezkiretü’l Bünyan’da kendisini pergel misali tanımlayan mimar, sabit ayağıyla merkezi, sanatı, çevreyi gözlerken yay çizen ayağıyla da dünyayı gezip saray kubbesinden harabe köşesine dek her yerden bir şey kaparak görgüsünü artırdığını söylemiştir. Süleymaniye’de iklimlendirme, aydınlatma ve akustik sorunlarına çözüm üreten bu pergelin yay çizen ucu ne kadar genişlerse genişlesin, sabit ucu Osmanlı Medeniyeti’ne bastığı açıkça anlaşılmaktadır. O gün Süleymaniye’nin kapısını açarken pergelin sahibine “Ya fettah! Ey kapıları açan, bu kapıyı hayırla aç” diye seslendiğini, bu gün mimar kapısından giren bu yolcu da işitmektedir.

21

Alan ve Mekân

Fetihle birlikte kapıları Osmanlı’ya açılan İstanbul’un, en güzel yerleşim yerlerinden biridir Süleymaniye’nin taçlandırdığı Haliç sırtları. Eski Saray’ın bulunduğu alana yapılan bu cami ve külliyesi, çevresindeki mahalle dokusuna şekil vermekle de kalmamış, bu durum bir fermanla kesin bir uygulamaya dönüştürülmüştür. Fermanda evlerin küçük ölçüler ve yalın çizgiler içinde yapılması, ahşap gibi geçici malzemelerin kullanılması, boyasız bırakılarak Süleymaniye’nin farklılığının ortaya çıkarılması konularına değinilmiştir. Böylece her konutun bir kula, caminin ise Allah’a ait olduğu anımsatılmıştır. 1900’lü yılların başına kadar devam ettirilen bu uygulama değişen anlayışla birlikte ortadan kalkmıştır. Bir cami yani Süleymaniye bile bulunduğu alanda, haşmetli yapısına rağmen yamaca sakin ve uyum içinde konumlanırken, çevresini saran yapıların da dil birliğinde bulunması beklenmektedir. Oysa evrende her şey Allah’ta cem olmakta ve yine Allah için varlığını sürdürmektedir. Herhangi bir cami bile bu anlam üzerine kurgulanırken cami, külliyesi ve çevresini saran mahalle dokusunda bu anlam kaymasını görmek hem dokunun hem de dokuyu oluşturan kültürün bozulduğunun en temel göstergesidir. Süleymaniye, yalnızca bir ibadet mekânı değil, ibadetle sosyalleşmenin sağlanabildiği bir yapılar topluluğudur. Osmanlı’da sosyal yaşamın dinden bağımsız olmayan yapısı bu farklı işlevdeki yapıları bir araya toplamış ve cem olunan bir mekândan sosyal bir alana dönüştürmüştür. Külliyenin merkezini caminin oluşturması, Allah’ın küll kavramıyla ilişkisi, Süleymaniye Külliyesi’ndeki yapılardaki çeşitlilik hepsi mimari bir kurgudan öte kurgulanmış bir kurgunun eseri olduğunu vurgulamaktadır. Bu vurguyla bir mekân (Süleymaniye cami) koca bir alanın (Süleymaniye Külliyesi ve mahallesinin), o alan da koca bir medeniyetin kilit taşını oluşturmakta ve yapısını şekillendirmektedir.


22

Sultan ve Mekân

Mimarın, yapılarındaki şekillenmelerde topografya kadar yaptıran kişinin mizacının da etkili olduğu Rüstem Paşa’dan Mihrimah Sultan’a, Sokullu’dan Şehzadebaşı’na dek açıkça gözlenmektedir. Her ne kadar tezkiresinde kırgınlık içeren cümlelere ve aralarında geçen gergin diyaloglara yer verse de mimar, veli nimeti Sultan Süleyman’ı sevmektedir. Dünyaya ‘Muhteşem Süleyman’ diye nam salan, ancak kendini ‘Muhibbi’ mahlasının ardına saklayan bilge bir sultan, sanatkâr ruhlu bir cengâver olduğunu bilmektedir. Mimar, sultanı mekânla anlatmıştır ve azameti, ‘başkasını küçümsemeyen ve büyüklenmeyen’ büyüklüğün ardına saklamıştır. İnsanı ezmeden, kontrol altına almadan kuşatan, saran, sahiplenen ve dinginliğe ulaştıran etkinin altında belki de sultanın karakteri yer almaktadır ve böylece sultan da kul olduğunu anımsamaktadır.

Mekân ve Anlam

Medeniyet, mimar, sultan ve alan tek başlarına mekân için ne kadar elzemse de mekânı oluşturan, onların kendi başlarına varlıkları değil sağladıkları birlikteliktir. Bu yapı taşları kemeri oluşturur ki bu kemer de kubbeyi ve hulasa kubbe ise anlamı taşır. Anlam, mimarın zira çubuğunda, sultanın fermanında, medeniyetin ruhunda ve ille de kubbelerde saklıdır. İster Süleymaniye Cami olsun, isterse külliyesi hepsi vahdetten kesrete, kesretten ise vahdete varmanın cisimleşmiş halleridir. Her ne kadar mimarın tercih ettiği taşıyıcı sistem ve kubbe düzeni 4 fil ayağını gerektirmiş olsa da, inanç sembolizmiyle ayaklara ‘çeharyar-ı güzin’in (Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali) temsili yüklenmesi gibi her fizik kanunu, her yapı unsuru bir temsili yüklenmiştir. Bu temsiller ise bir anlamı [Bir olan Allah’ı] sırlamaktadır. Tıpkı bir mimar veya sultan rüyasında anımsatılmış tasarıda olduğu gibi modern yapılardan antik dönem yerleşmelerine, Avrupa meydanlarından Asya’nın sokaklarına,

havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

mabetlerden konutlara, bahçe düzenlerinden kapı tokmaklarına dek her tasarım, her mekân sahip olduğu ruhu yansıtmakta ve bu yansıma, bir anlam saklamaktadır. Bu saklı anlam, Süleymaniye’de İslam’ın ruhu ve inancın yansıması olarak ortaya çıkmaktadır. Ne mimar vardır bu yapıda, ne de sultan yalnızca mabedin sahibi okunur duvarlarında ve anlamı şudur ki: “Süleymaniye, Allah’ın evi” “Allah’ın evi nasıl yapılmalı? “ Mimar bunu tasarlamış mıdır yoksa bu ona tasarlatılmış mıdır? Sultan kendi şanına yaraşır bir yapımı istedi mimardan yoksa Allah’ın şanına yaraşır yapıyı yaptıran sevgili kulu olmayı mı diledi Allah’tan? Her şeyin Allah’a ait ve Allah’tan olduğu bir inanç dünyasında ne sultan kalır, ne mimar, ne taş kalır, ne de geometri. Bu farkındalığa ermiş bir yapıdır, Süleymaniye. Cisminden sıyrılmış ve Allah’a adanmış bir şiir gibidir. ***** Düşten gerçeğe dönüşen -medeniyetin mührü- bir külliye: Süleymaniye isimli yazı, Medeniyet ve Mekân, Mimar ve Mekân, Alan ve Mekân, Sultan ve Mekân, Mekân ve Anlam başlıkları altında 5 bölüm olarak hazırlanmıştır. Yazıda mimardan kasıt Mimar Sinan, mekândan ve yapıdan kasıt Süleymaniye, sultandan kasıt Kanuni Sultan Süleyman’dır. Bir mimar olarak, Süleymaniye’nin hissettirdikleri metin içerisinde koyu renkle ifade edilmiştir. Bu yazı, Osmanlı Mimarlık Kültürü dersi kapsamında, Süleymaniye okumaları ve gözlemi sonrasında kaleme alınmıştır. Oysa bilinmelidir ki, Süleymaniye’yi gördükten sonra onun için ne tek kelime kifayetli bir söz bulunabilir, ne de onu tanımlayan bir çizgi çizilebilir. Çünkü Süleymaniye, inanç kalemiyle tevhid şiirinin taşa kazınması, taşla şiir yazılmasıdır ve medeniyetin bir başka yansıması şiirde usta olsa da muhtemelen taşla şiir yazmayı bilmediğindendir, Yahya Kemal’in Süleymaniye’ye bu denli hayran kalması.


havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

inceleme

BATI NOTLARI* OKUMASI / Gürsel TANRIVERDİ

Kuşluk vakti Ankara’dan kalkan uçakla batıya doğru seyr halindeyken ülke topraklarımızın nasıl da elden çıktığının acısını duyarak sorar Pakdil: “Trakya’yı nasıl yitirdik.” Öz uygarlığımızı gözden çıkarıp Batı uygarlığına öykündüğümüzden ve onlarsız bir şey yapamayız yanılgısından bahseder. Uçakla yaptığı yolculuk ona Miracı ve Kudusü düşündürür. Birliğimizin dağılmasıyla Rusya’da Kafkasya’da ve Trakya’da kalan müslümanların durumu ile yetmişlli yıllarda okuyan üniversite gençliğini özleştirir ve makinanın insan üzerindeki egemenliğinden bahsederek insan kişiliğinin makinanın gerisinde kalmasına değinir ve dengesizliğin sebebi olarak bunu görür Usta. Makineleşmeyle birlikte Almanlar’ın makineyle bütünleştiğini söyler ve bunu Alman karakterinin şekillendiğinin tesbitini yapar. Frankfurt – Paris arası coğrafyayı dört başı bayındır Anadolu’ya benzetir. Kimi yerde toros dağları gibi dik ve hırçın kimi yerde muş ovası gibi yamyassı kimi yerde Sakarya gibi uzun kimi yerde boğaziçi gibi girintili/çıkıntılı diye betimleyerek… Paris’in hatıralarımızdaki olumsuzluklarından bahseder ki ülke neslini aydınlatsınlar diye gönderdiğimiz yazarların orda kalarak çıkardığı dergilerle batıya öykündüklerinden uygarlığımıza düşman olup neslimizi yabancılaştırmaya çalıştıklarından bahseder. Paris metrosunda kendilerine el açan bir çocuğa kuvvetli giyimli ellerinde dolu bavulları ile geçerkenki duyarsızlıklarına dikkat kesilir uygar(!) Paris insanının… Batı notlarında bizim kuşağın 2010’lu yıllarda dahi neredeyse hiçbir bilgi sahibi olmadığı Kamboçya’dan, Laos’tan, Dahomil’den, Madagaskar’dan, Fildişi kıyı’larından ve oranın insanlarından bahseder hemde 70’li yıllarda ve onların Türkiye’ye olan ilgi ve alakalarına değinir. Tıpkı çağdaşı Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun şiirinde ele aldığı gibi… “Sen Eritre’desin çocuk Sen Moro’da Sen yıllarca zulmedilensin Türkistan’da, Azerbaycan’da Kırım’da Kan denizinde boğulansın Ortadoğu’da Terkedilensin Trakya’da Mahzunsun Kosova’da “Çığlık içimde düğüm Çığlık gözümde yaş Yitik bir manadır, yanağımdaki damla Sen kuyrukçu düzen de parya Bekle çocuğum Uzanıyor namluya öpülesi eller Geliyor başı dik, kan pahası, can pahası İnsanca yaşatmak isteyenler “Çığlık içimde düğüm Çığlık gözümde yaş Bekle çocuğum Yeni bir dünya için Verdiğim savaş…”

23


havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

24

Onlara umut besleyerek Paris’te düzenlenen seminerden iki güzel olan insandan oldukça manidar notlar aktarır ve seminer için Afrika’dan gelen aydınlara çağın sorununun uygarlık sorunu olduğunu sunar ve onlara uygarlığın eşiği Medine ve Mekke’den bahseder, onlara umut aşılayarak ve umut besleyerek…

Emperyalistlerin cürümlerini vicdanlarda mahkûm etme gereği üzerinde durur. Ortadoğu haklarının yabancılaşmaya karşı sağlam kaleleri olduğundan; saldırılara, baskılara ve işgallere karşı dayanıklılıklarına değinir, Ortadoğu’nun birliğine vurgu yapar.

Temiz bir havası olduğunu söylemesine karşın ancak biz Doğuluların fark edebileceğini ifade ederek “yükselen batı isinin güneşle Paris’in arasında kalın bir duvar” ördüğünü beyan ederek sorar Pakdil: “Niçin güneşi plastik Paris’in?”

Yabancılaşmanın zincirlerini kırıp yeniden uygarlığımıza döneceğini ve bunun önüne hiç kimsenin geçemeyeceğini anlatır. Evrensel sorumluluk bilincini hatırlatarak: “Türkiye umuttur” der. Ve Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleri içinde var olması gereğinden bahseder.

Yürüdüğü Barbés Bulvarını İstanbul-Bakırköy’e benzetir; çarşılı caddesiyle, Bakırköy’ümsü ceviz kabuğu kokusuyla, metrosuyla… Metroda gördüğü Doğululara içinin kaynadığından bahseder. Batı Notlarında ülke insanımızın Paris’e duyduğu hayranlığın getirdiği ezinçliğe değinir. Tutumunu “biz doğuluyuz ve gözlerimizde doğuludur” diyerek belirtir. Batı insanının saygıyı heykele indirgemesiyle yüreğinin de taşlaşmasından bahsederek: “heykel saçmalığın taşlaşmasıdır, ilkelliğinin de simgesidir” der Pakdil hoca. Gezdiği yerlerin sokaklarına vâkıftır, inançsızlığın batı insanını ne hale getirdiğini görür ve bu boşluktan faydalanmaya çalışan misyonerlerin putçulukla lekeledikleri ve bir avuç tutarsızlığı nasıl da din diye sunmaya çalıştıklarını görür. Misyonerlerle girdiği bir diyaloğu yansıtır notlarına: - Afrika’da işler nasıl? (Ve beslediği umudun karşılıksız olmadığını görür.) - Çok güç, zenciler Müslümanlığı seçiyor. Afrikalılarla yaptığı toplantılarda sömürgeye karşı birlik çağrısında bulunur ve ulus bilincinden bahseder: “Edebiyatla başlayan değişim; düşünsel, politik ve eylemsel düzleme ulaşır” der. Ulus bilincine karşın ırkçı olmadığından bahsederek uygarlığımızın özündeki inanç, ırkçılığı kesinlikle reddeder.

Batıcı aydın tiplerinin çehresini çizer. Kendimizi öz eleştiriye tabi tutmamız gereğini vurgular. İstanbul – Paris cami kilise karşılaştırmaları yapar. Konformizme değinir, yabancılaşmadan bahseder ve devamında asli hüviyetimize atfen “yüreğimizin yarısı Mekke’dir, geri kalanı Medine’dir. Üstünde bir tül gibi Kudüs vardır.” der. Batı’nın çöküş içinde olduğunu ve onların kuracağı hiçbir birliğin bunu engelleyemeyeceğini ifade eder. Usta, Büyük Doğu dergisiyle ilk tanışıklığını yazar. Kitabın sayfalarında Batılı insan tipine dair çözümlemelerde bulunur. Batı’ya dair şu sözler Usta’nın kaleminden sadır olur yine: “Batı dedikleri kapı, çökmüştür ve gömülmüştür.” Ve büyük bir şaşkınlıkla sorar: “nasıl yönümüz hep burası olur.” Batı’ya dair malum tanımlamalarına karşın Afrika’yı bir akşam çiçeğine benzetir ve “biz çok severiz siyah rengi” der. Paris’te eylemcilerin maddi isteklerinin dışında ruhsal isteklerinin olmaması Pakdil’in dikkatini çeker: “Asıl, ruhları aç batılıların.” der. Gerektiğinde boşaltılmak üzere depolanması gereken kutsal öfkeden bahseder, sözü Batı medeniyetinin kalbi olan Roma’ya getirerek bitirir: “Roma: put kuyusu” *Nuri Pakdil - Batı Notları


havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

inceleme

MECMÛU’L ADAB* / M. Taha İNCİ Yirmi üçüncü bab. Anaya Babaya ihsan etmenin adabı beyanındadır. Anaya babaya ihsan etmek farzdır. Nitekim Kur’an-ı Azimde: “Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya... iyilik edin.” buyurulmuştur. Hatta Beyazıd-ı Bestami hazretlerinin sabavat (çocukluk) hallerinde mektebde Kur’an okurken dersi “Bana ve anne babana şükret.” ayeti kerimesine geldiğinde manasını havacesinden (kendisinden) sual eyledi. Ol dahi Cenab-ı Hak evvela kendine ve sonra anasına babasına ibadet ve hizmet ile emir buyurdular dedi. Hemen deragab (arkasından, ardından) hanesine (evine) gelip validesine böylece ifade eyledi: “Ey validem bugün Kur’an-ı Azimde bir ayet okudum bana gayet dehşet iras eyledi (dehşete sebeb verdi) . Cenab-ı Mevlayı Müteal hazretleri hem Kendine ve hem dahi anaya babaya hizmet ile emir buyurmuşlar. Şahsım her iki haneye de (hem Allah yoluna hem de anne-babaya) hizmette gayet müşkildir (zordur). Zira bir tarafa noksan iras eder (sebebiyet vermek) Cenab-ı Vacibul Vücud’dan beni rica eyle keffe-i hizmetimi (tüm hizmetimi) sana hazır sarf edeyim. Ve yahut beni af eyle ve hakkını helal eyle keffe-i hizmetimi Rabbime hasr edeyim (ayırayım)” dedi. Validesi dahi bu hamiyyet ve mehabbeti (hassas gayretini ve sevgisini) görünce, şefkat edip: “Ey oğlum ben seni af eyledim ve hakkımı helal ettim. Cümle-i hizmetini (tüm hizmetini) Rabbine hasr eyle” deyu ruhsat (izin) verdi. Ve dahi anaya babaya ihsan etmek, fisebilillah (Allah yolunda) namaz, oruç, hac, sadaka ve gaza etmekten efdaldir (daha faziletlidir). Nitekim Hadis-i Şerifde “birrul valideyni efdalü minessalati vessavmi velhacci velumrati velcihadi fisebilillahi; Anne babaya iyilikte bulunmak namaz, sadaka, oruç, hac ve Allah yolunda cihattan daha efdaldir.” buyurulmuştur. Ve dahi bir kimse anası ve babası kendisinden razı oldukları halde sabaha dahil (sabaha kavuşmuş) olsa, ol kimse için cennete iki kapı açılır. Ve eğer yalnız validesi var iken babası sıhhatde olub razı ise bir kapı açılır, akşamda dahi bu aynıdır. Bunun aksi olarak sabahda ve akşamda bir kimse anasını ve babasını gazablandırmaya... Onun için cehenneme iki kapı açılır. Birisi hayatda ise bir kapı açılır. Her ne kadar anası ve babası zalim olsalar dahi yine hizmet ve ihsan lazımdır. Adem-i itaatde (itaatsizlik de) evlat mazur olmaz. Nitekim Hadis-i Şerifde: “Anne-babasını razı ederek sabahlayan, kimse için cennette iki kapı açılır. Aynı şekilde onları razı ederek akşamlayan kimse için de böylesi vardır. Eğer birini razı ederse, bir kapı açılır. Kendisine zulmetseler de, zulmetseler de, zulmetseler de (onları razı etmeye çalışmalıdır). Kim ebeveynini kızdırdığı halde sabahlarsa ona da cehennemde iki kapı açılır. Onları kızdırarak akşamladığı zaman da yine kendisi için cehennemde iki kapı açılır. Eğer birini kızdırırsa bir kapı açılır. Kendisine zulmetseler de, zulmetseler de, zulmetseler de durum değişmez.” (Beyhâkî) *** Sufî-zade Seyyid Hulusi Efendinin Mecmûu’l Adab kitabının yirmiüçüncü babının ilk sahifesini acizane osmanlıcadan tercüme eyledim. Tercüme ederken çoğu kelimeleri osmanlıca kavramlarıyla/şivesiyle yazdım ki okurken osmanlıca diline de vakıf ve aşina olalım. Kitabın orjinal baskısını da dergimize koyduk ki osmanlıcayı tercümeye bakarak öğrenmiş olasınız. Efendi Zade’nin yazılarını nesih usûlüyle yazmış olması ve harekelendirmiş olması okumayı kolaylaştırıyor. Bêrakâllâhu lenâ... *Mecmu’ul Adab kitabının orjinal metnini ikinci sayıdan itibaren yayımlamaya başlayacağız.

25


26

anı

havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

YOL YORDAMI – ASIRLIK ( Günlük-Anı )

Kare 1: Oyuncaklarla kitapların bir arada olduğu ve dokunulmasından mutluluk duyulduğu bir ailenin içinde büyüdüm. Muhterem validemin hafızlık yaptığı gençlik zamanlarında harçlıklarıyla peyderpey aldığı fıkıh, akaid, kelam, siyer, Arapça, Osmanlıca ansiklopedi, hadis ve roman kitapları önüme kitaba alışmam için oyuncak mahiyetinde konuluyordu. Daha sonraları pederim tarafından eve okumamız için “Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Battal Gazi Destanı, Kelile ve Dimne ve Hasan Nail Canat’ın kitapları getirildi. Evimizde televizyon olmaması bu kitaplara doğru yolculuk yapmamız ve bu yoldan hiç geri dönmeyeceğimizin göstergesiydi. Öyle de oldu. Yırtarak, karalayarak oynadığım kitapları hafızlık dönemimde her birini ciltleyip, düzenleyip yeniden okumuştum. Validemin ve Pederimin bizlere kadim bir geleneği yansıttıklarını ve anneannemizi, örfümüzü, kültürümüzü unutmamamızı sağladıklarını hissediyorduk. Her ne kadar okulda Fuzuli’yle, Yunus Emre’yle, Şeyh Galip’le, Sezai Karakoç’la, Necip Fazıl Kısakürek’le, Nuri Pakdil’le, Neşet Ertaş’la ve Hüsrev Hatemi’yle tanıştırılmamış olsam da Validemin bizlere öğrettikleri ve okuttuğu kitaplar mezkûr isimlerdeki hakşinas ve mümtaz şahsiyetlerin kapısına çıkarıyordu. Teessürle ifade etmem gerekir ki yeni neslin gençlerine sunulan kadim geleneğin kitapları yok artık. Teknolojinin sunduğu her şeyi çocuklarına has kılan aileler hem kendi hem de çocuklarının dillerini dinlerini fikirlerini kültürlerini yok ettiklerinin farkına varmaları gerekir. Çocuğu çizgi filme, genci twitter ve facebook’a, büyüğü ise televizyona bağlı ve köklerinden uzaklaşan bir nesilden ne bekleyeceğiz! 04.09.2012 - Kare 2: Şimdi siz jüriler, senatörler, sokağın kadınları, süs köpekleri, törenler, vitrinler, okullar, avmler, caddeler, reklamlar; bana bir toy kuşu ve öksüz bir çocuğu nasıl anlatasınız! Nasıl! 05.09.2012 - Kare 3: Mülteciler üzerinden provoke yapılıyor. Sizi temin ederim ki ahirette Arasat meydanında da bizler onlar Allah resulünün sancağı altında iken sizler mülteci bile olamayacaksınız. 22.08.2012 - Kare 3: Google arama motorunda Filistin yazıyorum, hiçbir şey çıkmıyor fakat İsrail yazıyorum Filistin’in gasp edilen toprakları çıkıyor. Ne acı ama!

17.09.2012 - Kare 4: Tüm ajandalarımı, tüm defterlerimi yırttım; insan değiştirmeli kendini, yoksa önyargılarıyla oracıkta boğulacak. 2012 - Eylül Kare 5: Bursa’da 8 yaşında hafız olan yusuf, alkollü sürücünün kurbanı oldu. Küçük hafızın son sözü herkesi ağlattı: “Hz Yusuf’a komşu olacağım”. Kimi Yusufların nasibidir güzel kuyular… Ocak - 2013 - Kare 6: Derdi olan neylesin diyor âşık. Derdini derman bilsin!

M. Taha İNCİ


havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

02.03.2000 Kare 1: Alibeyköy’de işe başladığım ilk günlerde tanımıştım Mustafa’yı. Şirketin temizlik işlerini yapar, depoya bakar hesap kitap işleriyle ilgilenir, sağa sola gider, çay yapardı. İlk şaşkınlığımı onda yaşamıştım. O da ben de yaşamıştı. Mutfağa çay almaya gittiğimde bir çay da onun için doldurmuş ve kendisine ikram etmiştim. Bana hayretle bakarak şunu söylemişti: «abi, çalıştığım şirketlerde ilk defa kendimden büyük olan birinin bana çay verdiğini görüyorum.» Ve ben ne zaman onunla karşılaşsam bana hep o anı anlatır büyük bir sevinçle. 1979 - Kare 2: Kitap okuma serüvenime başladığım yıllar henüz ilkokul üçüncü sınıfta okuduğum zamanlara tekabül eder. Hırka-ı Şerifte alıp bir çırpıda okuyup verdiğim o iki kitap, ardından gelecek kitaplara bir yörüngeydi. Ateş Yakmayınca - Allah’ı Arayan Çocuk... Ve gençlik yıllarımda arayışlarımın öncüsü yine bu kitaplarımın kahramanı olan İbrahim Peygamber olacaktı... 4 beş yıllık - Kare 3: Sedef hastalığıma ne zaman yakalandım bilmiyorum fakat bunu bana fark ettiren her zaman her şeye boş merak içerisinde olan insanlar olmuştur. - bulaşıcı mı - hayır biraz sevip terk ediyor. Kadim dostlarımdan bazılarının bile bir öcü gibi kaçmaları artık zoruma gitmiyor. Çünkü biz birbirimizi anlıyoruz ki ben sedefimden memnunum. O da benden memnun! 1990lı yıllar - Kare 4: Abdi İpekçi spor salonunda düzenlenen şehitler gecesi programlarından birinde, Çeçenistan’ın milli marşını besteleyen ve yorumlayan Şehit İmam Âlim Sultan ve yanı başındaki Gazi Albayla aynı safta namaz kılıp ve ardından Albayın omuzuna güreş için kulaç atınca kendimi yerde buldum. Ve Albayımı daha da unutamıyorum. Hatta itiraf etmem gerekirse Albayımın bir kolu yoktu.

Gürsel TANRIVERDİ Hayatımızda mihenk taşı ya da dönüm noktası dediğimiz olaylar, vakalar vardır. Bazen de darb ı mesel dediğimiz güzel, veciz sözler vardır. Bu veciz ve latif bir söz de her işin başında aklımıza gelmesi gerektiğini düşündüğüm sözler varıdr ki bunlardan biri”

27

bidayetler nihayetlerin tecelli ettiği yerlerdir, kimin bidayeti O nlan O na doğru olursa nihayeti de O nlan O na doğru olur” diyen İmam Gazali nin veciz , mümtaz sözü gibi. Bidayetimiz O nlan O na doğru olursa, nihayet ve bidayet arası bir gölgelikten ibaret olan dünya da hayırlı bereketli huzurlu olur. “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz “ diyen Alemlerin Sultanı nın hadis-i şerif i. Biz de mübarek bir başlangıç ilen ateşlerin ateşleri kovaladığı, her türlü fitneü fesadın kol gezdiği , Kur an şairi Akif in devrimizi müthiş bir şekilde göstererek bina ettiği “vefa yok ahde hürmet hiç lafe i bi medlul yalan rayiç, hıyanet mültezem, hak meçhul” mısraların daki hakikatlerin yaşandığı devir de, dergimizin değişmez çizgisini şimdiden belirleyeceğiz. Allah mübarek etsin.

Mahmud Esad ÖÇAL


28

inceleme

havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

SAN’ATLARIN SULTANI HAT / M.Taha İNCİ Hat bir lale gibidir, rengi çok güzeldir kokusu yoktur. [1]

Arapça bir kelime olan ‘hat’ ince, uzun, doğru, çizgi gibi anlamalara gelir. Mastar manasında ‘yazı yazmak’ anlamına gelir. “Batıda ise calligraphy olarak geçer fakat calligraphy, Hüsn-ü hat’ın tam karşılığı değildir. Hüsn-ü hat, estetik kurallara bağlı kalarak, ölçülü, güzel yazma sanatıdır. Yalnız islam yazıları için kullanılan bir tabirdir.” [2] 4. asırdan sonra hat yazanlara hattat denilmeye başlanmıştır. Cürcani, et-Tarifât kitabında hat yazısını şöyle tarif etmiştir: “Hat sözün veya ruhta cereyan eden fikir ve duyguların alfabe ve yazı vasıtaları ile resmedilmesidir.” Hat, yazıdaki mananın da dışarıya aksettiren bir ifadesidir. Ta’lik’teki sessizlik, sülüs’teki dizayn, nesihteki incelik ve kibarlık, divan’daki ihtişam ve sıklık gözlere sunulan bir iltifat gibidir hatta. Hattatın elinden dökülen her hat ayrı bir şiirdir adeta. es-Sûlî, Edebü-l küttab eserinde hat’ı ruhun inceliklerinden sayarak şöyle söyler: “Hat, her ne kadar maddi âletlerle meydana gelirse de o, rûha ait bir hendesedir.” Ona baktığınızda mürekkebi ve kağıdı unutursunuz. Harfler sanki uzun bir vadiye güzellik temaşa etmişlerdir ve ayrı alemlere kapı aralamışlardır. İslamın insana durgunluk, iç huzuru, hassasiyet ve tefekkür veren tarafı, müslümanların sanatında da çarpıcı bir biçimde ortaya çıkarmıştır. Hat’tın inceliği, letafeti, sessiz şaşası “Louis Massignon’nun şu mütaalasında da gösterilmiştir: Müslüman, san’atının tuzağına düşmek istemez; onun için san’at eserlerinden daha güzel olan bu alem bile, Allah’ın iplerini çekip işlettiği bir makinedir. Bundan dolayı islam san’atlarında dram, facia ve vahşet yoktur.” [3] Hat yazısı sadece kağıtta kalıcı değildir. İnsanın gözüne şifa, ruhuna terbiye, bedenine incelik ve zariflik katar. Hatta güzel yazı yazmak insanın karakterini de yansıtır. “Hat, sanat olduğu gibi bir ilimdir de. “İlmi yazıyla bağlayın”

hikmeti de bunun ifadesidir.” [4] Feyzü’l- Kadir eserinde Münâvî, “çocuğun annesi ve babası üzeride üç hakkı vardır: Güzel yazmayı, yüzme ve ok atmayı öğretmek ve ona helal rızık yedirmektir” derken ilmin kalıcı ve nesillere aktarılmasını da işaretlemiştir. İstiklâl mahkemelerinin binlerce alimi yargısız bir şekilde astığı zamanlarda Hattat Hasan Çelebi Hoca, Üstadı Hamid Aytaç Hocadan naklen yıllarca bu san’atın unutulduğunu, sahip çıkılmadığını üzüntüyle


havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

bildirir ve harf inkılabının başlamasıyla “Harf inkılâbı günü gecesi Cağaloğlu’ndan Bâbıâli’ye kadar, Sirkeci caddesi üzerinde zorunlu olarak 350 hattatın dükkan kapattığını söyler” Cumhuriyetin kuruluşu ve sonrasında binlerce eserlerin batıya satıldığı, kendi milletimiz tarafından dahi tahrif ve tahrip edildiği ilmi eserlerin, mütefekkire, muharrire, muallime, müderrise değer verilmediği, aşağılandığı ve kur’an-ı kerimlerin, ilmihâllerin, elif cüzlerinin toprağa ve gübrelerin içine gömüldüğü bir zaman yaşamıştır insanımız. Hat sanatı da bu düşmanlıktan nasibini almıştır. İslam düşmanlığına soyunan bu güruh, harf inkılâbiyle birlikte hem osmanlıcaya hem de hat yazısına yasak getirmiştir. Osmanlı’nın tüm zamanlarında padişahlar, vezirler, sadrazamlar, alimler hat’a ve hattatlara değer vermiştir. Sultan İkinci Mustafa büyük bir hürmet içinde hocası Hattat Hafız Osman’ın hokkasını tutmuş ve ona iltifatlar etmiştir. [5] Osmanlı padişahlarının hat san’atıyla birlikte vakıflara ve diğer san’at dallarına da önem göstermesi günümüze kadar geldiğinin göstergesidir. Cumhuriyet devrinde bu san’atlara hoyratça bakılıp, kıymetsizleştirmeye çalışılması milletimizde de kadim geleneğimize ve kültürümüze karşı bir kompleks oluşturmuştur. Hat yazısında ilk büyük ıslahatı Abbasi veziri hattat İbn Mukle (m.886-940) gerçekleştirmiştir. Harflerdeki sertlikleri gidermiş, yumuşak bir görünüm kazandırmıştır. İkinci hat ıslahatçısı İbn Bevvab’dır. Harflere canlılık ve uslüb katmıştır. Üçüncü Islahatı 16. yüzyıla kadar devam eden Yâkut el- Mustasım (1298) gerçekleştirmiştir. Sonrasında

29

2.Bayezid’din de hocası olan Şeyh Hamidullah (1520) gelmiştir. 17. yüzyıla kadar Hamidullah usulü devam ederken Yâkut usulü de Hattat Ahmet Karahisari (1468-1556) ve talebeleri sayesinde Hafız Osman ekolüne kadar devam etmiştir. Hat’ta en yüksek seviye Hafız Osman (1642-1698) sayesinde olmuştur. Devamında Mahmud Celaleddin Efendi (1829). 18. yüzyıl Mustafa Rakım Efendi (1757-1826) sülüs, nesih ve celi sülüsde de uslüb mükkemmeliyetini yakalamıştır. “Hafız Osman anlayışını sülüsden celîye aktarmasını bildi”. 19. Yüzyıl M. Şevki Efendi (1829-1887). Kazasker Mustafa İzzet (1876). 20. yüzyıl Sami Efendi (1838-1912) Celî üstadı Sami Efendi de sülüs harflerini celîye tatbik ederek Rakım yoluna yeni bir estetik ve şive kazandırmıştır. Onun devamında Hacı Arif Bey, Nazif Bey, Ömer Vasfi, Emin Yazıcı, İsmail Hakkı Altunbezer, Halim Özyazıcı, Mâcid Ayral, Hâmid Aytaç gibi üstadlar, celî’de bu uslübe sadık kalmışlardır. MAKTA, KALEMTIRAŞ, KAMIŞ KALEMİ VE AÇILIŞI Adına Divit’de denilen kamış kalemi, Hokkadaki mürekkebe batırılarak yazı yazmaya yarayan ve yazı çeşitlerine göre değişik uçlara meyillenen bir alettir. Makta, kamışın ucu yontulduktan veya düzeltme kıvamına getirildikten sonra ucunu düzeltmek için kamışın altına koyduğumuz bir araçtır. Makta kullanılmadan kamışın ucunun düzeltilmesi genel olarak zordur. Makta kemik, fildişi, bağâ, sedef veya boynuzdan yapıldığı için kamışı üzerine koyduğumuz zaman içine çökme durumu imkansızlaşır, kamışın ucunu ince ve pürüssüz keser. Maharet isteyen bir iştir kamışın ucunu yazı çeşidinin kıvamına getirebilmek. En ufak bir yanlış eğim yazıya da sirayet eder. Serçe parmağının baş tarafındaki genişlik kadar açılıp muntazam bir şekilde resimde gösterilen şekilde kalem tıraşla kesilmektedir. Kalemtraş, baş kısmı kemik, abanoz, pelesenk, hünnab, akik veya mercanağacından yapılan bıçak veya çakı türünde bir alettir. “Meşrutiyetin ilanına kadar, İstanbul’da kalemtraş yapanlar vardı. Sıtkı, Rûhî, Zeki, Şeref ve Muhyi gibi zatlar bu san’atın son temsilcileri idi. 19. Asırda, Sâfî, Kemâlî, Sıtkı, Bursalı Hüsnü gibi meşhur kalemtraşçılar yetişmiştir” [6] Resimde de gösterildiği gibi kamışın kesilecek olan ucu sol avuca yatırılıp yukarıdan aşağıya eğik olarak yontulur. Kesilen ucuna dikey olarak bir santimlik şak (yarık) bırakılır ki yazarken mürekkebi emerek uzun yazmayı sağlasın. Yassı ve ses çıkartan bu kendine


havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

30

Hat’ta genellikle beş türde kamış kullanılır: 1.Kamış Kalemi: Ekseri İran ve Irak’tan getirilen tabii rengi sarı olan kamışlar, renginin kararıp sertleşmesi yani terbiye edilmesi için bir yıl boyunca at gübresinin içine yatırılır ve sertleşerek, koyu kahve rengini alır. Bu işlem sıcak ülkelerde güneşe karşı serilerek de yapılmaktadır. 2.Cava Kalemi: Mushaf yazımında tercih edilir. Sert olan bu kalemler uzun süre yazmakla bozulmazlar. Kamışların en serti Endonezya’nın başkentinde bulunan Cava adasında bulunan cava kamışıdır. Tropikal bir bitki olan bambu kamışı “Arundinoideae alt familyasından sulak yerlerde; göl ya da nehir kenarında yetişen uzunca ve içi boş bitki türüdür.” 3.Menevişli kalemi: Uzun, boğumlu ve (menevişli) olan bu kamışlar hem içi dar hem de serttir. Bu kamışlar Hindistan’da yetişmektedir. 4.Kargı Kalemi: Celi yazılar için ideal kalemdir. 5.Tahta Kalem: İri ve büyük yazılar için kullanılır. YAZI ÇEŞİTLERİ Rik’a: 15. asırda (Kanuni devrinde)Osmanlıların geliştirdiği seri yazma ihtiyacından doğmuş pratik bir yazıdır. Devlet dairelerinde de kullanılmış divani üslubunda bir yazıdır. Süratli ve kolay yazılabirliği Osmanlıcada da kendisini göstermiş; mecmua, gazete gibi yerlerde sık kullanılır olmuştur. Fe, kaf, mim, vav gibi harflerin başları küçültülmüş, elif, lam gibi uzun çubuklu harfler sola doğru meyillenmiştir. Celi Divani: Divanı Hümayunda ferman vb. mühim yazışmalarda istimal edilmiş olan celi divanı, kelimeleri yer yer istiflenmiş, harf araları hareke ve diğer tezyini unsurlar ve küçük noktalarla doldurulmuş bir yazı şeklidir. [7] Sülüs: Sûre başları, beyit ve kaside için kullanılır. Kamış ucu 3-4 mm. genişlikle yazılır. Nesih: Kamış ağzı bir mm. olan nesih yazısının kalınlığı sülüsün üçte biri kadardır. özgü kalemin yazarken çıkardığı cızırtı hiç bir kalemde yoktur. Bir şiir gibi akarken kağıdın üzerinde kamış, çıkardığı ses de ayrı bir temaşa uyandırır kulağa ve kalbe... Hokkanın içine mürekkeb koymadan önce kabartılmış, saçaklanmış halde lika (ham ipek) yerleştirilir. Böylece kamışın ağzı hokkanın sert yerlerine değmez ve mürekkebi kamışın ucuna göre ayarlamış oluruz. Hat kamışlarına ayrı bir hürmet gösterilir. Hattatlar kamışın ucundan kestikleri yongaları yere ve çöpe atmazlar, ya cenaze sularının bunlarla yakılıp ısıtılmasını veya mezar topraklarına karıştırılmasını vasiyet ederler. Sadece alimler ve bu zatlar değil Osmanlı halkından hiçbiri kaleme saygısızlık etmez yerde buldukları kalemi ya duvar aralarına sıkıştırırlar ya da saklarlar.

Ta’lik: 15. asrın ikinci yarısından beri kullanılanılmış ve İran’da nesta’lik adıyla anılan ta’lik, İran’ın nesta’lik üstadı İmâdü’lHasenî (ö.1615) ve Azerbaycan’da Mir Ali gibi üstadlar ile ortaya çıkmıştır. Ta’likten önce İran’da pehlevi hat’tı kullanılıyordu. Daha sonra has bir karakterle ta’liki geliştirdiler. İran ta’lik’ine Osmanlı ta’lik’inin üslubunu kazandıranların başında Hekim Başı Mehmet Refi gelir. Ta’lik harfleri köşeli, yer yer incelen kalınlaşan, ahenkli, eğimli ve kıvrımlıdır. Asmak, bağlanmak manalarına gelen ta’lik, harekeden ve şekillerden soyutlanmış sade harfler, son derece ölçülü çanaklar, uzayıp giden çizgiler de ta’lik meşkinin ayrı bir şiiridir. Harflerin birbirlerine bağlanıp asılmış gibi durması da ta’lik’in üslubudur. Celi Divani’deki gibi süs unsurları yer almaz. Harflerin ayrı bir vakarı vardır. Harflerin


havsala aksiyon fikir edebiyat dergisi

sade duruşu ta’likin ayrı bir özelliğidir. Ta’lik harflerinde “elif ve lamlar soldan sağa doğru meyletmiş; vav, fe, kaf, mim, nun harflerinin ise gözleri kapalı tutulmuştur. Be, fe, sin ve kaf harflerinin kolları ise uzatılmıştır. Nesih kalemi ile yazılan ince ta’lik, daha incesiyle yazılan gubarî, nesihle süratli yazılan ta’lik kırması veya Şikeste Ta’lik diye üç şekilde ta’lik yazısı vardır. ***** Yazımı Hafız Osman’ın hikayesiyle sonlandırıyorum: O vav her zaman yazılmaz Hattat Hafız Osman, hat yazısı değer bulan ve aranan hatta duyulduğunda artırmalı satışlarda çok rağbet gören hatların sahibidir. Hat yazılarında Hafız Osman’ın yazıları en üst seviyeye ulaşmıştır. (1642-1648) Birgün Beşiktaş’dan bir kayığa binip Üsküdar’a geçmek istiyordu. Kayık Üsküdar’a yaklaşınca kayıkçı müşterilerden kayık parasını toplamaya başlar. Sıra Hafız Osman’a gelir. Hafız Osman ceblerine bakar, parasını yanına almadığını farkeder ve kayıkçıya dönerek: “-Hemşerim yanıma paramı almamışım, sana bir vav çizeyim bunu satarsın” der. Kayıkçı homurdanarak gönülsüz razı olur. Hafız Osman hemen Hafız Osman imzalı bir vav çizip kayıkçıya verir. Günün birinde kayıkçının yolu sahaflara düşer. Aklına Hafız Osman’ın çizmiş olduğu vav gelir. Çıkarır ve sahafın birine uzatır. Sahaf “Hafız Osman vavı” diye bağırdıkça vavın fiyatı artar. Kayıkçı ummadığı kadar parayla oradan çıkar. Birgün yine Hafız Osman karşıya geçmek ister. Tevafuken aynı kayıkçıya denk gelir. Karşıya geçtiğinde parasını uzatır. Kayıkçı: “-Para istemez hoca, sen yie bir vav yazıver yeter” deyince Hafız Osman: “-Hemşeri, o vav her zaman yazılmaz, sen al paranı” der.

31

NOT: Hat yazanlar veya yazacak olanlar, hat için kullandıkları elini ağır işlerde kullanmamalarını, hocanız hangisi ise hem size geçen emeğine saygı hem de hocanıza saygı olarak hocanızı bırakmamanızı ve (ismek kurslarında hocalara yapılan saygısızlıklara şahid olarak söylüyorum) son derece saygıda kusur etmemenizi tavsiye ve raca ederim. [1] Hattat Hasan Çelebi Hoca [2] Hat Sanatı ve Meşhur Hattatları Prof. Dr. Muhittin Serin [3] Rıfkı Melül Meriç, Türk Tezyini Sanatları, Güzel Sanatlar Akademisi Neşriyatı. 1937, s.29,30. [4] aclûni, Keşfu’l Hafâ, c.1. s. 130; c.2. s. 13b. [5] Ergun Göze, Soruşturma, Türk Dünyası Araşt. Vakf. Yay. İst./1987, s.231 [6] M. Zeki Pakalın, Tarih Deyimleri ve Terimler Sözlüğü, s.147 [7] Rika, s.17. celi divanı, s.16. Doç. Dr. M. Hüsrev Subaşı Yazıya Giriş


Abdullah GÜN - Celi Ta’lik

And olsun kaleme ve satır satır yazdıklarına… (Kalem Sûresi 1-2.ayetler)


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.