İbni Sina Sağlık Dergisi

Page 1

İ b n İ S İ n a s a ğ l ı kd e r g İ s İ İ b n İ s İ n as a ğ l ı kd e r n e ğ İ 3a y l ı kd e r g İ s İ

B e y İ nv eB a ğ ı ş ı k l ı k F İ z İ k s e lA k t İ v İ t ev eE g z e r s İ zF a r k ı

E r g o t e r a p İ : G e l e c e ğ İ nMe s l e ğ İ

Ş E H İ RV ES A Ğ L I K H A S A NS O Y G Ü Z E L

r o p ö r t a j İ b n İ S İ n a ’ n ı nİ z İ n d e p r o f . d r . k a d İ r c a nk e s k İ n b o r a




İbn-i Sina’nın İzinde:

Prof. Dr. Kadircan Keskinbora

A.K: Öncelikle hocam, Prof. Dr. Kadircan Keskinbora’yı kendi gözünden kısaca tanıyabilir miyiz? Prof. : Ben Mardinliyim; atalarımızın bir kısmının Kerkük’ten. Lise tahsilimi de orda tamamladım. Zaten Mardin’de yükseköğretim de yoktu. 1976 yılında Mardin lisesini bitirdim. Aynı yıl Hacettepe tıp fakültesine başladım. İngilizce muafiyet sınavlarını vererek direkt 1.sınıftan başladım. 1982 yılında mezun oldum. Hacettepe Tıp Fakültesinin hocaları genel olarak araştırmacı şahsiyete sahip oldukları için bizleri de bu şekilde motive ediyorlardı. Mecburi hizmette bir köy sağlık ocağı çıktı ilk kurada. Erzurum’un Oltu ilçesinde daha sonra Oltu’nun Verem Savaş Dispanserinde başhekimlik yaptık. Göz hastalıkları ihtisasına 1984’te başladım. Askere gittim, daha sonra 2.mecburi hizmetimi de Batman’da yaptım.

A.K: Hocam Batman’a geçmeden önce oraya geleceğiz. Hekimlik ve akademisyenliğin yanı sıra sizde böyle bir yazar, şair ve solistsiniz aynı zamanda. 4 şiir kitabınız 1 özdeyişler kitabınız 1 kaset çalışmanız var. Yoğun bir

kariyeriniz var ve bunların yanında sanat kariyeriniz devam ediyor. Bunlara vakit ayırmakta zorlanmadınız mı? Bu çalışmalarınızın hayatınıza ve mesleğinize ne gibi katkılar sağladı? Prof.: Hekimlik takdir edersiniz ki hep dert ile meşguliyet. Dolayısıyla o dertler sizi de üzmeye başlıyor. Bir kısmını çok başarılı çözüyorsunuz ama bir kısmını çok başarılı çözemiyorsunuz. Tabi ki bütün bunlar hem heyecan verici hem üzüntü verici… Başardığınız zaman çok büyük sevinç verici. Sevinirken de insan böyle bir sanatsal şeye ihtiyaç duyuyor, üzüldüğü zamanda ihtiyaç duyuyor. Hekimlerin birçoğunun bir sanat meşgalesi oluyor zaten.

A.K.: Yani şu mu aslında hekimlik mesleğimizde yaşadığımız duygusal yükselmeleri biz bu sanat çalışmalarıyla aslında dile de dökmüş oluyoruz. Prof.: Hekimlik de aslında bir sanattır sadece bilim değildir. Dolayısıyla iyi bir bilim insanı tabi sanat bir yetenek olduğu için Allah’ın insana bahşettiği bir yetenektir. O yeteneği bilimin de şekillendirmesiyle çok daha düzgün bir noktaya getirebiliyorsunuz.


AK: Peki hocam biraz daha Mardin’e ve hemen sonrasında Mardin’de ilk ve ortaöğretiminizi tamamladıktan sonra sizi hekimlik mesleğini seçmenizdeki en büyük etki neydi? Hiç hekimlik kariyeriniz boyunca acaba seçmeseydim dediğiniz zamanlar oldu mu? Prof.: Emin olun bu dediğinizi hiç düşünmedim acaba seçmese miydim gibi… Çene kemiğimi tabureye çarpmışım 2 yasında ve 13 yasına kadar senede en az bir kere çenemde apse oluyordu ve ağzımı açmak mümkün olmuyordu. Sabah akşam kalçamdan iğneler, ağzımdan ilaç verilmeye çalışılıyordu. Dolayısıyla hep bir doktorla muhatap oluyordum. Ya doktorla ya hemşireyle muhatap olduğum için tıp bir olguydu. Dolayısıyla muhtemelen hekim olmayı seçenlerin hayatında veya yakınlarının hayatında ciddi bir hastalık yaşamış olma öyküsü vardı. En azından benim vardı.

A.K: Hocam 89 91 yılında batman da bulundunuz ve batman devlet hastanesinin kuruluşunda yer aldınız. O dönemin şartlarını düşündüğünüzde ne gibi zorluklarla karşılaştınız ve hastaneyi kurma fikri nasıl oluştu. Prof.: Kurma fikri değil zaten devletin yatırımıydı hakikaten de gerekiyordu Çünkü Batman çok hızla büyüyen bir ilçeydi ben gittiğimde maalesef terör olayları oldu bizim orada bulunduğumuz dönemlerde Batman’ın il olmasına karar verildi, dört duvar bir hastane vardı. Bir tek alet bile yoktu işçinde sadece bir bina... Batmanda kurucu doktorlardan birisi olduk. Öykümüzün akademik sonucunda da kurucu dekanlık yaptım Namık Kemal Üniversitesinde.

A.K.: Hekimliğin yanı sıra hep böyle öğretim görevlisi olarak devam ettiniz neredeyse kariyeriniz boyunca zannediyorum hiç bırakmadınız. Bu motivasyonunuzu neye borçlusunuz? Bu hususta Genç arkadaşlara da genç sağlıkçılara önerileriniz olur mu? Prof.: Her doktorun hoca olması gerekmez ya da her mühendisin ve yahut her meslek sahibinin bir üniversitede hoca olması gerekmez. Öğretmenlik, idarecilik gibi. Herkes iyi idareci olamaz. Eğer hoca olmak istiyorsanız mutlak surette öğrenciye karşı bir sorumluluk hissetmek zorundasınız. Sorumluluk hissetmiyorsanız bir şeyleri öğretmek, deneyimlerinizi paylaşmak bunu istemiyorsanız lütfen hoca, öğretmen olmayın. Fayda veremezsiniz.

A.K: Peki hocam küçük tıp kanunu

adıyla model niteliği taşıyan kitap çıkardınız. Bu fikir nerden geldi? Bunu yayınlamaya iten sebep neydi sizi? Prof.: 2013 yılı 1013 yılının bin yıl sonrası. 1013 yılındaki en önemli olay neydi… İbni Sina’nın o meşhur El Kanun-i Fil’tıp kitabını yazmaya başladığı tarih. İbn-i Sina’yı kavradıkça İbn-i Sina’yı tanıdıkça onunla ilgili bilgileriniz genişledikçe gem hayranlığınız artıyor. Hem de insanoğlunun evrendeki yeriyle ilgili daha farklı bakmaya başlıyorsunuz. İnsanoğlunun ürettiği bilginin ne kadar kıymetli olduğunu ve bilginin oluşturulması ve özellikle yazıya geçirilmesinin ne kadar önemli olduğunu daha iyi kavrıyorsunuz.

A.K.: Hocam ciddi anlamda İbn-i Sina araştırması yapmışsınız halen yapmaya devam ediyorsunuz. Bu belki de İni Sina’ya olan ilgi ve merakınız ne zaman başladı?

“Çok değişik bir düşünsel sistem getiriyor ve Tıpta da zaten kendini ispat ediyor.”

Prof.:Zaten İbn-i Sina’ya hakim de olamazsınız. İlgim daha tıp fakültesindeyken vardı mezun olduğumda doktor olarak ilk yazdığım makale doğal eczaneler çayırlar. Bilim ve teknik dergisinde yayımlandı.

A.K: Mezuniyetinizin hemen peşine bir merakınız geliştiğini söyleyebiliriz o halde. Prof.: Burada İbni Sina’dan bahsediyoruz, daha evvelden bir incelemelerimiz var tabi.

A.K.: Peki hocam kariyeriniz boyunca öğrencilik zamanınızdan bu zamana kadar İbn-i Sina’yı örnek aldığınız bir çalışma prensibi var mı varsa bunlar nelerdir? Prof.: İbn-i Sina’yı örnek aldığım

çalışma prensibi.. Çok yönlü birisi sadece bir alanda çalışmamıştır. Aynı zamanda ansiklopedik bir kişilik, polimat dediğimiz birçok bilim dalına hâkim. Çok iyi bir filozof aynı zamanda. Yani hem filozoftur hem doktordur. Dolayısıyla onun bu yüksek karakteri ve muazzam yeteneği onu taklit etmek ihtiyacı hissettirdi bana onun gibi olmaya çalışmak.

A.K: Fuat Sezgin hocayla da tanışıklığınız var mı? Prof.: Elini öpmüşlüğümüz var. Bu kitabı ona hediye etmiştim

A.K.: Ne düşünüyor? Prof.: Bunlardan haberdar olduğu için çok mutlu çok memnun olmuştu. “Bu çok büyük bir eksiklikti çok iyi oldu bunu yapman” dedi. Yani eski eserlerin ilenerek değerIendirilerek bu zamana aktarılması hakikaten çok uzunu zaman alıyor. Bir tek bilim insanın ömrüne sığdırabileceği kitap sayısı sınırlı. Ben İbn-i Sina’yı kendime lider almışım hem çalışma arzusu ile yanıp tutuştuğum bir kişi. Küçük modelden başladık iyi ki de böyle bir şeyden başladık. Çünkü diğer kitapları çok geniş.

A.K: Felsefe, matematik, astronomi edebiyat alanlarında ilgilenerek bir çok eser ortaya koymuş. Sizce İbni Sina’nın tıp eserleri bu alandaki eserlerini gölgelemiş midir? Prof.: Şuanda bile İbn-i Sina’nın yazdığı El Kanuni Fil’tıp 5 ciltlik; şu anki yeteneklerimizle tek bir bilim insanı tarafından mümkün değil. . İbn-i Sina’nın 1. 3. Ve 4. Ciltlerini zorunlu ders kitabı olarak konuluyor. Yanı düşünün adam ölmüş yüzlerce yıl sonra kitaplarıyla papayı alt ediyor. İlmiyle alt ediyor diyor ki yani ben dinle değil Allah’ın varlığını dinler üstü bir felsefeyle ortaya koyuyor. Çok değişik bir düşünsel sistem getiriyor ve Tıpta da zaten kendini ispat ediyor. Dolayısıyla her iki konuda da etkin.


Çokta gölgelememiş.

A.K.: Sizce İbn-i Sina ile ilgili çalışmalar ülkemizde eksik mi? Prof.: Eksik. Arttırmamız gerekiyor. Diğer ülkeler ne yapıyor. İbn-i Sina ile ilgili kürsüler var. Vakıflar var.

A.K.: Mesela herhalde Hipokrat İbn-i Sina’dan belki da daha çok tanınıyor ülkemizde. Hipokrat yemini yerine İbn-i Sina yemini çıkmıştı ülkemizde. Prof.:Bu çok da önemli değil yani Hipokrat’ın şu özelliği var: Sihir, uyduruk işlerden kurtarıp gözlem ve bilimsel tıbbı getiren ilk kişi olması gibi bir özelliğe var o nedenle ilk o ilke saygı duymak gerekiyor. Yani bilimsel tıbbın kurucusu. O kurucuya hürmetten dolayıdır bu yemin. Bu yemin ondan sonra oturtulmuş ve oluşturulmuş bir metindir. Kendi metni değil. Güzel bir metin olarak oluşturulmuştur hakikaten sağlıkçı her yerde güven vermek durumunda.

A.K.: Sağlık evrensel olduğu gibi sağlıkçı da evrensel olmak zorunda. Prof.:Sağlıkçı evrensel olmalı. Dolayısıyla biz sağlıkçıların insanoğluna hizmetle mükellefiyetimiz var.

A.K.: Son olarak İbn-i Sinaların çoğalması için meslektaşlarınıza ve genç nesle tavsiyeleriniz neler olabilir? Prof.:Değerli kardeşim şu kitap çok kıymetli. Sayfa aralığını daraltırsanız 50 60 sayfalık bir kitaptır Kanuni Sagir. Dolayısıyla buradan başlanabilir. Tıp fakültesi 3. Ve 4. Sınıf öğrencisi bunu anlayabilir. Çünkü temeli okumuştur. Bunu anlar kafasına yerleştirir üzerine genişletmek isterse bir çok yerden internet sayesinde yapabilir. Bir sağlıkçının İbn-i Sina’yı hayatına yerleştirmesi gerekir. Bunun dışındaki bütün bilim dallarındakilerin Tıbbı değil de Eşşifa’daki konuları yerleştirebilmesi gerekir. kendi konularıyla ilgili merak ettikleri yazma eserler artık kendi kütüphanenizde de kendi elinize alınabilecek konuma geldi Yazma Eserler Kurumu sayesinde. Bu da büyük hizmet.

A.K.: Biz de bu vesileyle çok teşekkür ederiz. Çok keyifli bir sohbet oldu yani bir soru cevaptan ötürü sohbet tadında oldu bizim işçin umarız okuyanlara da faydalı olur. Prof.: Çok teşekkür ederim.


iBNi SiNA DOĞUM VE ÇOCUKLUĞU

İ

bn-i Sina’nın tam adı Ebu Ali el-Hüseyin ibni Abdullah ibn-i Sina el-Belhi’dir. Samanoğulları sarayı maliye kâtiplerinden ve saygın bir bilim adamı Abdullah Bin Sina’nın oğlu olan İbn-i Sina, Batı’da “Avicenna” adıyla tanınır. 980 yılında günümüz Özbekistanında yer alan Buhara yakınlarındaki Afşana kentinde doğdu. Yalnız doğuda değil, ortaçağ Avrupa’sında da en büyük tıp bilgini sayılan İranlı Müslüman bir bilgin ve düşünürdür.

ÖNE ÇIKAN SÖZLERİ

GENÇLİK VE EĞİTİM YILLARI

ki, önce var oImayıp “sonraAçıktır var oIan her şey, kendinden başka bir şeyIe beIirIenir.

ruhu kandiI, biIim “onunİnsanın aydınIığı ve TanrısaI

biIgeIik de kandiIin yağı gibidir. Bu yanar ve ışık saçarsa o zaman sana “diri” deniIir.

T

ıp eğitimini Kuşyar isimli bir hekimin yanında aldı, bunun yanında Buhara’da babasından ve döneminin ünlü bilginlerinden özel dersler alarak iyi bir eğitim gördü. 14 yaşına geldiğinde öğretmenlerini geçmeye başlamıştı. Felsefe, edebiyat, matematik, tıp gibi çeşitli alanlarda engin bir bilgi birikimine ulaştı. 16 yaşında tıbba döndü ve bu konudaki bilgileri öğrenmekle kalmayıp yeni tedaviler de geliştirdi. 19 yaşında doktor ünvanı elde etti ve ücret almaksızın hastaları tedaviye başladı. Samani Hükümdarı Nuh bin Mansur’un hastalığını iyileştirmesi üzerine, Buhara’daki olağanüstü zengin kitaplıktan dilediği gibi yararlanmasına izin verildi. Burada bulup okuduğu kitaplar, bilgisinin daha da derinleşmesine ve düşüncelerinin gelişmesine büyük katkıda bulundu. 21 yaşına geldiğinde dönemin en büyük hekimlerinden biri sayılıyordu.

İbn-i Sina, Avrupa’da “Avicenna” diye bilinir. Dünyada en çok tanınan ve modern tıbbın atası sayılan Müslüman tıp alimidir.


GEZGİN YILLARI

ESERLERİ

22

İ

VEFATI

İbni Sina‘nın belki de en ünlü yapıtı olan el-Kanun fi’t-Tıb (“Hekimlik Yasası”), Yunan hekimlerinin bulgularına olduğu kadar kendi gözlem ve deneylerine de dayanan bir tıp ansiklopedisidir. Bu eser onun adıyla özdeşleşmiş Beş kitaptan oluşan bu ansiklopedik eserin Birinci Kitab’ı, anatomi ve koruyucu hekimlik, İkinci Kitab’ı basit ilaçlar, Üçüncü Kitab’ı patoloji, Dördüncü Kitab’ı ilaçlarla ve cerrâhî yöntemlerle tedavi ve Beşinci Kitab’ı ise çeşitli ilaç terkipleriyle ilgili ayrıntılı bilgiler vermektedir.

yaşına geldiğinde babasını kaybetmiştir. Aynı dönemde emir ölmüş ve Samani Devleti yıkılmıştır. Gazneli Mahmut kendisini davet etmiş, fakat o batıya gitmeyi tercih etmiştir. Bugün ki Özbekistan’da bulunan Harezm’in Urgenç şehrine gitmiştir. Merv, Nişabur ve Horasan şehirlerini dolaşarak buralarda çalışmalar yapmıştır. Bu gezgin yıllarında zaman zaman hekimlik yaptı. Bir süre Hemedan’da Büveyhi Emiri Şemsü’d-Devle’nin vezirliğinde bulundu.Siyasal nedenlerle hapsedildi.

H

apisten sonra düşmanlarının kötülüğünden kurtulmak için kentten kente göç etti. Sonunda İsfahan’da, Kâkûyi Hükümdarı Alaü’d-Devle’nin sarayına girdi. Hükümdarla çıktığı bir sefer sırasında 10 Temmuz 1036 tarihinde mide rahatsızlığından Hemedan’da öldü.

bni Sina‘nın en büyük yapıtlarından biri Kitabu’ş-Şifa‘dır (“Sağlık Kitabı”). İnsanlık tarihinde tek bir kişi tarafından yazılan en kapsamlı yapıt olan Kitabu’ş-Şifa mantık, fizik, geometri, astronomi, matematik, müzik ve metafizik konularında dönemin tüm bilgi¬lerini bir araya getiren bir ansiklopedidir.

İbn’i Sina dönemine kadar bilinmeyenler • Kanın gıdayı taşıyan bir sıvı olduğununu • Şeker hastalığında idrardaki şekerin varlığını • Kızıl ve Şarbon hastalıklarını • Hastalıklara gözle görünmeyen mikropların sebep olduğunu, ilk defa mikrobun varlığını • Suyun filtre ile mikroplardan temizlenmesi gerektiğini • O zamana kadar bilinmeyen kemiklerin ve sert dokuların da iltihaplanabileceğini. • Genetik yolla hastalıkların geçebileceğini • Karaciğer hastalıkları ve Sarılık(Hepatit)’ıkeşfetti. • Ameliyatlarda ilk defa uyuşturucu ilaçlar kullandı.


İBN-İ SİNA’YA DÜNYA’DA VERİLEN DEĞER

D

oktorların doktoru diye anılan İbn-i Sina, dünyanın her yerinde saygı görüyor. Anısına kurulan hastane, fakülte ve üniversiteler var. Dante, 14. yüzyılda yazdığı ünlü “İlahi Komedi” oyununda onun adına yer verdi. Buhara Müzesi önünde, İran’da ve Ankara Üniversitesi’nde heykeli var. Paris Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde portresi asılı. Ay üzerindeki bir kratere “İbn-i Sina Krateri” adı verildi. İran’da “İbn-i Sina Üniversitesi”, Tacikistan’da “İbn-i Sina Tacik Devlet Tıp Üniversitesi”, Hindistan’da “Orta Çağ Tıp Bilimleri İbn-i Sina Akademisi”, Pakistan’da “İbn-i Sina Tıp Fakültesi”, Afganistan’da “İbn-i Sina Belh Tıp Fakültesi” ve Ankara Üniversitesi’nde “İbn-i Sina Hastanesi” yer almaktadır. Çeşitli ülkeler, onun anısına madalyon, para, zarf ve pul bastırdı.

İhtiyarlığın rengi benim sakaI“Iarımın yanında bir ihtar nişanıdır

ki bana yoIsuz davranışIar, kötü işIer yapmaya meydan kaImadığını biIdirir. Bana bu akIarı boya diyenIer oIdu.

O

çağın Fransa’sının en meşhur tıp fakülteleri olan “Montpellier” ve “Lauvain” Üniversiteleri’nin temel kitabı İbni Sînâ’nın yazdığı “el-Kanun fi’t-Tıb” oldu. Durum XVII. yüzyılın ortalarına kadar böyle devam etti ve İbn-i Sina, 700 yıl Avrupa’nın tıp hocası oldu. Altı yüzyıl önce Paris Tıp Fakültesi’nin kütüphanesinde bulunan 9 ana kitabın en başında İbn-i Sina’nın Kanûn’u yer almıştır.

B

ugün hala Paris Üniversitesi’nin tıp fakültesi öğrencileri St. Germain Bulvarı yanındaki büyük konferans salonunda toplandıklarında iki kişinin duvara asılı büyük boy portresiyle karşılaşırlar. Bu iki portre, İbn-i Sina ve er-Razi’ye aittir.

Ben de onIara şöyIe dedim: Ben bu ihtiyarIığı, bu ak saç ve sakaIı diri oIarak üzerimde taşımak istemiyorum. Bir de onIarı siyah boyaIarın aItına gömüp öIü oIarak nasıI taşıyayım.

iBNi SiNA


BEDEN Amacımız bedenlerinizi bilinçli bir zihinle sağlıklı ve huzurlu kılmak, zinde bir zihin ve pozitif bir ruhla neler başarabileceğinizin farkındalığını yaratmaktır. Göreceksiniz ki beden sağlığınızın merkezi, zihniniz ve ruhunuzdur. İşte bizler tam da bu noktada sizleri doğrularla buluşturmak, yanlış bilinenlerin üzerini doğru bilgilerle çizmek istiyoruz. Tüm rahatsızlıkların aslında ruhun derinliklerinden geldiğine inanan biri olarak yazımı İbn-i Sina’nın sözleriyle bitirmek istiyorum. HASAN POLAT KARATAŞ

bir hayal gücü vardır. “Bu Ruhsal güç, hastalıkları oluşturabi-

leceği gibi, var olan rahatsızlıkları da ortadan kaldırabilir. Beden, ruhsal hayal gücünün emirlerine itaat etmek zorundadır.


Geleceğin Mesleği Olabilecek Bir Meslek Alanı

Ergo kelimesi Yunanca kökenli olup ‘iş’ anlamına gelmektedir. Ergoterapi veya diğer adı ile ‘uğraş terapisi (occupational therapy)’, uğraş edindirme yolu ile hastaların sağlık ve iyilik hallerinde ilerleme sağlamayı, bağımsızlığı hedefleyen danışan/hasta odaklı bir meslek uzmanlığıdır.

Ergoterapinin temel amacı, bireylerin akranlarının sıradan olarak sürdürebildiği günlük yaşam aktivitelerine katılımını sağlamaktır. Ergoterapistler bu hedefi; insanlarla ve topluluklarla birlikte çalışmak koşulu ile hastaların isteği, ihtiyaçları veya beklentileri doğrultusunda kabiliyetlerini geliştirerek ya da mesleği ve çevreyi hastaların mesleki uyumunu artıracak şekilde düzenleyerek gerçekleştirirler. Bu sağlık alanı, ruhsal ve fiziksel olarak kısıtlılıklara sahip olan çocuk, ergen ve yetişkin tüm bireyleri, yaşlı ve engelli hizmetlerinden, çocuklarda hastalıklara veya günlük yaşama uyum sağlamaya, sosyolojiden mimariye kadar birçok meslek grubunu kapsayan bir alandır. Ergoterapi, bünyesinde sanat, müzik, resim, el işi, fiziksel aktiviteler, motor-fonksiyon terapisi, duyu bütünleme terapisi, yaşamı idame ettirebilme egzersizleri gibi birçok etkinliği barındırmaktadır.


Ergoterapinin çalışma alanları içinde psikiyatri, nöroloji, ortopedi, romatoloji, pediatri, geriatri, onkoloji, cerrahi bilimler gibi bilim dalları yer almaktadır. Ergoterapi her danışanına birey merkezli yaklaşarak, danışanının sahip olduğu kabiliyetleri, çevresini, imkanlarını değerlendirerek, kişi günlük yaşamında hangi aktivitelerde zorlanıyorsa ona uygun rehabilitasyon programını planlar ve uygular. Bu aktiviteler kişinin sabah yataktan kalkma pozisyonundan, giyinme, saçını tarama, yemeğini hazırlama gibi kişisel bakım aktiviteleri; çalışma, okula gitme gibi üretkenlik aktiviteleri ve kişinin kendini geliştirdiği kitap okuma, sosyal faaliyetlere katılma gibi serbest zaman aktivitelerini içerir. Kısaca ergoterapi bireyin sabah kalkmasından gece yatmasına kadar gün içinde yaptığı tüm faaliyetlere bağımsız katılımını sağlamak için kişiye fiziksel, duyusal, psikolojik ve sosyal birçok alandan destek sunar.

Ergoterapistlerin çalışma alanları başlıca olarak hastaneler, özel dal merkezleri, terapi merkezleri, özel okullar, bakım merkezleri, toplum ruh sağlığı merkezleri, huzurevleri, sivil toplum kuruluşları, mesleki rehabilitasyon ve ev hizmetleri olarak sayılabilir. ABD’de ergoterapi en iyi sağlık meslekleri arasında 17. sırada yer alırken, tüm meslekler içinde en iyi meslekler sıralamasında 23. sırada yer almaktadır. %27 gelişme oranı ile ortalamanın üzerinde gelişme göstermektedir. En az stresli meslekler arasında yer alan ergoterapistlik, geleceğin meslekleri arasında ilk sıralarda gösterilmektedir.

Demirci, Onur Okan (drl.) (2017). Ergoterapi: Geleceğin Mesleği Olabilecek Bir Meslek Alanı. Ankara


ANTİBİYOTİKLER HAKKINDA DOĞRU BİLİNEN YANLIŞLAR

01 03 05 07 09

Antibiyotikler yalnızca bakteriler için etkilidir, virüslere bağlı enfeksiyonları tedavi edemez.

Soğuk algınlığı ve grip çoğunlukla kendi kendine iyileşebilen hastalıklardır. Antibiyotik alımı gerekmez.

Antibiyotik ağrıyı dindirmez, burun akıntısını ve öksürüğü hafifletmez.

Hekim önerisi olmadan kullandığımız antibiyotiğin etkisi olmayacağı gibi, yaygın ve yanlış kullanıldığında hızla direnç gelişir.

İlaç dışı gıda takviyesi, bitkisel ürün gibi tedaviye yönelik diğer ürünlerin bilinçsiz kullanımından kaçınılmalıdır.

02

Antibiyotik ateş düşürmez, sadece uygun doz ve şekillerde kullanılan antibiyotik, hastalığın kaynağı olan enfeksiyonu ortadan kaldırdığı için ateş düşer.

04

Antibiyotik, sizin grip ve soğuk algınlığını atlatmanıza yardımcı olmaz.

06

Antibiyotik, grip ve soğuk algınlığının başkalarına geçişine engel olmaz.

08 10

Antibiyotiklere karşı direnç geliştiğinde, esas etki beklediğimiz bakterilerin neden olduğu enfeksiyonların tedavisinde bu antibiyotikler etkili olamaz.

Kesilmiş veya açılmış ambalajlar satın alınmamalı, son kullanma tarihi geçmiş olan ilaçlar kesinlikle kullanılmamalıdır.


FİZİKSEL AKTİVİTE VE EGZERSİZ FARKI Fiziksel aktivite günlük yaşam içerisinde kas ve eklemlerimizi kullanarak enerji tüketimi ile gerçekleşen, kalp ve solunum hızını arttıran aktiviteler olarak tanımlanabilir. Yürüme, koşma, sıçrama, yüzme, bisiklete binme, çömelme kalkma, kol ve bacak hareketleri, baş ve gövde hareketleri gibi temel vücut hareketlerinin tümünü ya da bir kısmını içeren çeşitli spor dalları, dans, egzersiz, oyun ve gün içerisindeki aktiviteler fiziksel aktivite olarak kabul edilebilirler.

3 FARKLI TİP EGZERSİZ VARDIR; AEROBIK EGZERSİZ Kalp ve akciğerleri kuvvetlendirir. Bolca oksijen kullanır ve kalori yaktırır. (yürüyüş, bisiklet, yüzme, tenis). DENGE VE GERME EGZERSİZLERİ Daha az kalori yakar, kas boyunu artırır ve uzanma-germe ve eğilmeye yönelik eklemlerin hareketlerini artırır, kas gerginliğini azaltır ve yaralanmaları önler (yoga, hafif germe gibi).

DİRENÇ, KUVVETLENDİRME VE AĞIRLIK EGZERSİZLERİ Bacaklar, kollar, göğüs ve karın bölgesindeki geniş kas gruplarını çalıştıran aktivitelerdir (hızlı yürüyüz, çocuk taşıma, serbest ağırlıklar kullanma, ağırlık aletleri). Kaldırma, hareket ettirme ve taşımaya yönelik bu tip egzersizler vücudunuzdaki kas yüzdesini artırır.


AZALTIN

YOGA GERME-ESNEME

Y†ZME

Y†R†MEK

HAFTADA 2-3 KEZ

HAFTADA 3-7 KEZ

HER G†N

30 DKÕDAN DAHA UZUN S†RE OTURMAK

GOLF OYNAMAK

TIRMANMA


KEGEL EGZERSİZİ Kegel egzersizi ilk kez 1948 yılında jinekolog Dr. Arnold Kegel tarafından tanımlamış ve kendi ismiyle anılmaktadır. Kegel egzersizi pelvik taban kaslarını geliştirmek için yapılmaktadır. Pelvik taban kasları, üretral kapanma basıncını sağlayan ve pelvik organlara (üretra, vagina ve rektum) yapısal ve fonksiyonel destek veren kas gruplarıdır. Pelvik taban adı verilen bölgede yani leğen kemiği (pelvis) dediğimiz kemik çatının alt kısmında bulunan bu boşluğu hamak gibi destekleyen kas, bağ ve fasya yapılarına pelvik taban kasları denir.

Pelvik Taban Gebelikte; • Sağlam bir pelvik destek sağlama, • Mesane, uterus ve rektumun pozisyonu ile fonksiyonunu sürdürmeye yardım etme, • Üriner inkontinansı (idrar tutmayı) sağlamada gibi önemli rollere sahiptir.

Pelvik taban kas gücünde gebeliğin 20. haftasından postpartum 6.haftaya kadar bir düşüş vardır. Relaksin hormonu pelvik tabandaki konnektif dokuyu (yağ-bağ dokusu) doğuma hazırlamak üzere yumuşatır. Ayrıca büyüyen uterusun pelvik organları aşağıya doğru itmesi, pelvik tabanı sürekli stres ve baskıya maruz bırakmaktadır. Gebelikte yaşanan bu değişiklikler sonucunda pelvik tabanın kas gücü ve kalınlığı azalır.

KEGEL EGZERSİZİNİN ŞİDDETİ VE SIKLIĞI Antenatal dönemde Kegel egzersizleri 8’er kas kasılmasından oluşan 3 set, her bir kasılması 6 saniye, setler arasında 2 dakika istirahat şeklinde olmalıdır. Setlerin tekrar sayısı günde 2 ile başlayıp kademeli olarak 34.gebelik haftasında tekrar sayısı 12’e ulaşmalıdır.


NEDEN KEGEL EGZERSİZLERİ?

01 03

Egzersizler, pelvik taban ve anal sfinkter kas gücünü, üretral kapanma basıncını ve direncini artırırlar. Vaginal doğum sırasında annenin daha iyi ıkınmasını sağlayarak doğumu kolaylaştırır.

02 04

Perinenin tonüs ve elastikiyeti arttığı için vaginal doğumlarda yırtık oluşma olasılığı azalır. Gebelik döneminde ve doğum sonrasında üriner inkontinansı önler.

KEGEL EGZERSİZLERİNİN UYGULAMA PRENSİPLERİ

01

Kegel egzersizlerine 20.gebelik haftasında başlanır.

02

03

Egzersizlere başlamadan önce mesane boşaltılır.

04

Pelvik taban kasları kasılırken nefes alınır.

06

Pelvik kaslar yukarı çekilir, ıkınılmaz.

05

Egzersizde can alıcı nokta çalıştıracağınız kas grubunu doğru seçmektir. Yanlış yapılan Kegel egzersizi ile istediğiniz sonucu almanız mümkün değildir.

Olumlu etkiler 4-6 haftada görülmeye başlar. İstenilen sonuçlar 3-6 ayda alınır.


STRES

STRES

Çevrede oluşan önemli değişimlere karşı bedenin uyum sağlayıcı tepkiler vermesi gerekir. İşte bu uyum sağlayıcı tepkiler esnasında yaşanan duyumsal ve duygusal hale stres denir. Aşırı gerginlik halidir.

Evrim basamağında üst basamak olan sınıflandırılan memelilerde yaşanır. İnsan her stres altında olumsuz hal yaşamaz, örneğin; spor aktiviteleri, eğlenceli bir parti, dans vb. gibi durumlarda yaşanan stres zevk bile verebilir kişiyi rahatsız eden stres rahatsız edici, nahoş duygulara yol açan strestir.

Bazı araştırmacılar stresi şöyle tanımlar: Stres; kişinin sağlığının, hayatının, şerefinin, çıkarlarının tehdit edildiği veya tehlikeye girdiği durumlarda kendini korumak için tüm enerjisini seferber etmesi gerektiği sezdiği halidir.(P.Wingate, 1960)

Oysa stres en basit haliyle organizmanın doğal dengesini bozan herhangi bir etkidir. Ve bu erkiler çok geniş kapsamlıdır. Stresin insanda işleyiş sürecini araştıran psikologlardan biri olan Selye’ye göre insan strese 3 aşamada tepki verir. Ve bu tepkileri yeni duruma adapte olmak için yapar.

İlk aşamada yani stres veren uyaranla ilk karşılaştığımızda organizmamız alarm tepkisi vermeye yani canlanmaya genel bir teyakkuz haline girmeye başlar. Organizma adrenalin salgılar, adrenalin kana karıştıkça kalp atışları hızlanır, solunum sıklaşır, mide bağırsak faaliyetleri yavaşlar, karaciğer glikozu kana salmaya başlar, gözbebekleri genişler, tükürük azalır. Bu duruma alarm tepkisi denir ki süresi birkaç dakikadan birkaç saate kadar uzayabilir. Bu süre zarfında stres uyandıran durum ortadan kalkmışsa organizma normale dönmeye başlar ve sonunda normalleşir. Eğer stres veren durum devam ediyorsa 2. aşamaya geçilir. Bu devrede organizmada alarm tepkisi normale döner ve organizma tüm dikkatini kendisinde tehdit oluşturan şeye yönelterek stres uyarıcısıyla baş edecek sistemleri yeniden aktive ederek tüm enerjisini stresle baş etmeye yöneltir. Bu aşamaya direnç aşaması denir. Eğer kişi stres uyaranıyla baş edememişse 3. aşama tükenme aşamasına girer. Bu aşamada organizma elindeki tüm kalan kaynakları kullanır. Eğer stres oluşturan durumu ortadan kaldırabilirse normale döner. Stres devam ediyorsa kişi tükenmeye, hatta en son aşamada ölüme kadar gitmeye başlar. Görüldüğü üzere stres, insan yaşamını tehdit eden hal alabilmektedir. Bu sebeple kişi ancak bireysel farklılık dediğimiz yönlerini geliştirerek stresle baş edebilir.


STRESLE BAŞ ETME Stres kişinin baş edebilme gücünü aşan ya da zorlayan durumlarla karşılaştığında kendini koruyabilmek ve hayata devam edebilmek adına verdiği otomatik tepkilerdir. Çoğu zaman kişi stres altındayken üç farklı tepkiden birini verir. Eğer var olan durumla mücadele edecek kadar gücünün olduğuna inanıyorsa “savaşma”, baş edemeyeceğine inanıyorsa “kaçma”, eğer kaçacak kadar dahi gücünün olmadığına inanıyorsa “donup kalma” tepkisini verir.Genelde bu tepkiler kişinin kendine karşı olan temel inançlarından beslenir. UZM. PSK. TUĞBA DEMIRÖZ PSK. İLKTEN ÇETİN

Savaşma tepkisini otomatik olarak veren ve içinde bulunduğu sorunlarla mücadele etmeye çalışan kişinin kendine ilişkin temel inançları (güçlüyüm, yapabilirim, başarabilirim) şeklinde iken, kaçma tepkisini otomatik olarak veren kişinin temel inançları (zayıfım, beceremem, yetersizim) şeklinde olur. Donup kalan kişinin temel inançları ise (zayıfım, acizim, çaresizim) şeklindedir. Kişinin bu tepkilerden hangisine daha yatkın olduğu içinde bulunduğu anda değil, geçmiş yaşantıların duygusal izlerinden oluşan kendilik yapısı tarafından belirlenir.


SU

Su, insan yaşamı için oksijenden sonra gelen en önemli ögedir. İnsan, besin almadan haftalarca canlılığını sürdürmesine karşın, susuz ancak birkaç gün yaşayabilir. İnsan, vücudundaki karbonhidratlar ve yağın tümünü, proteinlerin yarısını, vücut suyunun ise %10’unu yitirdiğinde yaşamı tehlikeye girer. Vücut suyunun %20 oranında eksilmesi ölümle sonuçlanır.

DR. ERDAL DUMAN

Vücuttaki su oranının yeterli düzeyde tutulması yaşamsal önem taşıdığından vücuttan kaybolan miktarlarda su alınması zorunludur. İdeal vücut su oranları; metabolizmayı tetikler, hücrelerin kendilerini yenilenmesini sağlar, yaşlanmaya karşı etki gösterir, besinlerin sindirim, emilim ve hücrelere taşınması; besin ögelerinin hücrelerde metabolizmaları sonucu oluşan ögelerin atılmak üzere akciğer ve böbreklere taşınıp dışarı atılmaları, vücut ısısının denetimi, eklemlerin kayganlığının sağlanması ve elektrolitlerin taşınmasıdır. İnsan bedeninin kemik, deri, bağ dokuları ve lipitler dışındaki tüm ögeleri su içinde çözelti olarak bulunur. Kanın akışkanlığını sağlar, böylelikle kalp ve damarların yükünü azaltır. Omurga dâhil bütün organlar bundan faydalanır; su oranının bel fıtığına karşı bile büyük bir katkısı olduğu düşünülmektedir. Ayrıca cildin dolgun, pürüzsüz ve genç kalmasını sağlamaktadır. İnsan vücudunun su içeriği yaş, cinsiyet, boy uzunluğu, vücut ağırlığı ve fiziksel aktiviteye göre değişir. Çocukların vücudunun su oranı yüksektir(%70, yeni doğan bebekte ise %90). Yaş ilerledikçe suyun yerini yağ dokusu almaya başlar. Dolayısıyla yaş ilerledikçe suyu daha çok tüketmek gerekir. Yetişkinlerde vücut su oranı %60, yaşlılarda ise %50’dir. Sporcuların su oranı ise standart kişilerden %5 daha yüksek seviyede olması gerekir. Yapılan egzersize bağlı olarak su içimi artırılmalıdır. Su tüketimi egzersiz sonrasında olabileceği gibi vücudu su kaybına hazırlamak adına egzersiz öncesinde hatta egzersiz esnasında da olabilir.


SUYUN GEREKSİNMESİ VE KAYNAKLARI

SUYUN ZAYIFLAMA ÜZERİNE ETKİSİ

Vücuttaki su oranının yeterli düzeyde tutulması yaşamsal önem taşıdığından vücuttan kaybolan miktarlarda su alınması zorunludur. Normal koşullarda atılan ortalama 2,5 litre su besinler, içecekler ve metabolik olarak karşılanır. Vücut suyunun azalması kanın iyot yoğunluğunu artırır. Yoğunluğun %1 artışı hipotalamustaki susama merkezini uyararak susuzluk duygusunu geliştirir. Aşırı kusma ve ishalde olduğu gibi su ile birlikte tuz kaybı olursa susuzluk duygusu gelişmeyebilir. Vücut suyunun %3 kaybında kan hacmi ve fiziksel performans azalır, %5 kayıpta birey konsantre olamaz,%8 kayıpta baş dönmesi, aşırı yorgunluk, soluma güçlüğü, %10 kayıpta kas spazmı, aşırı yorgunluk dolaşım ve böbrek yetmezliği görülür. Su kaybı, özellikle çocuklarda çok tehlikelidir. Hemen sodyum, potasyum ve glikoz içeren sıvı verilirse çocuğun yaşamı kurtarılır. Böyle bir çözeltinin bir litresinde 3,5 g tuz 2,5 g karbonat, 1,5 g potasyum kloroid, 20 g glikoz bulunur. UNICEF tarafından ağızdan sıvı tedavisi (AST) adıyla, bu ögelerden kuru olarak hazırlanan karışım bir litre kaynamış suda eriterek gastro-enterit tedavisinde kullanılabilmektedir.

Suyun zayıflama üzerine etkisi göz ardı edilemeyecek kadar fazladır. Gerek midede yarattığı hacimden dolayı alınan besinlerle kısıtlama yapması, gerekse metabolizmayı çalıştırıp günlük harcanan enerjiyi artırması ve bir de sindirime olan katkısı. Tüm bunlar düşünüldüğünde su içmenin faydalarını düşünüp suyu keyifli bir hale getirerek içebiliriz. Faydaları bununla da sınırlı değil elbette: Ağız, göz ve burun dokularının nemlenmesini sağlar. Vücutta kan, gastrik sıvı, tükürük, amniyotik sıvı(gebelikte) ve idrar gibi vücut sıvılarının büyük kısmı sudur. Tükürük ve mide salgısında besinlerin sindirilmesinde görev alır. Kilo alıp vermekten dolayı oluşan sarkmaları sporla birlikte önler. Soğuk algınlığı idrar yolu enfeksiyonları böbrek taşları ve mesane kanseri riskini düşürür. Zayıflama diyetlerinde metabolizmayı çalıştıran yanında midede hacim oluşturarak tokluk hissi vermede işe yarar.


BEYİNDE “ANKSİYETE HÜCRELERİ” KEŞFEDİLDİ

Neuron’da yayımlanan araştırmada, anksiyeteyi kontrol eden hücreler, beynin; yön bulma ve hafızada önemli rolü olan hipokampus bölgesinde keşfedildi.

Anksiyete yani kaygı bozukluğu, Türkiye’de görülen en yaygın beş zihinsel

(mental) bozukluktan biri. Uluslararası çapta bakıldığında ise, mental sağlık muayenesinden geçmiş her 13 kişiden birisine anksiyete bozukluğu teşhisi

konuluyor. Anksiyete bozukluğu kısaca, sürekli endişeli olma hâlidir. Yaygın

anksiyete bozukluğu, sosyal anksiyete bozukluğu ve panik bozukluk çeşitleri bulunan anksiyete bozukluğuna sahip hastalara çeşitli tedaviler uygulanıyor ancak daha avantajlı ve verimli tedavilerin yolları da araştırılmaya devam ediyor.

Kaliforniya ve Kolombiya Üniversiteleri’nden araştırmacıların ortaklaşa

yürüttüğü, fareler üzerinde yapılan bir çalışmada, anksiyete düzeyini kontrol eden beyin hücreleri keşfedildi. Çalışma henüz emekleme aşamasında ve hayvanlarla yapılan çalışmalar, insanlarda her daim başarıya ulaşamıyor ancak ilerleme kaydedildiği takdirde anksiyete bozuklukları tedavisinde büyük bir atılım yapılabilir.


ANKSİYETE HÜCRELERİ HİPOKAMPÜSTE 31 Ocak’ta (2018) Neuron‘da

yayımlanan araştırmada, anksiyeteyi

kontrol eden hücreler, beynin yön bulma

ve hafızada önemli rolü olan hipokampüs bölgesinde keşfedildi. Yapılan çalışmada,

açık havada olmaktan kaygı duyan anksiyetesi yüksek laboratuvar fareleri kullanıldı. Bazı yolları açık havaya çıkan bir labirente konulan farelerin, hipokampüslerinin

fonksiyonları gözlemlendi. Anksiyetesi artan farelerin, hipokampüsünün alt kısmında bulunan belirli hücrelerinin daha aktif olduğu görüldü.

Ancak bu aktiflik tek başına belirlenen hücrelerin anksiyöz davranışa neden olduğu

anlamına gelmiyor. Bu nedenle araştırma ekibi, nöronların ışık etkisiyle açık veya kapalı hale getirilebildiği optogenetik tekniğini de kullandı. Böylelikle eğer ki bu hücrelerin aktivitesi azaltılırsa, farelerin anksiyeteleri azalacak mı sorusunun cevabı araştırıldı. Ekip, optogenetik yöntemiyle aktif bölgenin fonksiyonunu azalttığında, farelerin

anksiyetesinin de azaldığını gözlemledi. Anksiyetesi azalan fareler, sonu açık havaya

çıkan yolları aramaya daha yatkın hale gelmişlerdi. Aynı yöntemle hücrelerin aktivitesi arttırıldığında ise farelerin daha da endişeli hale geldikleri ve artık herhangi bir yolu keşfetme eğilimi göstermedikleri görüldü.

Sözünü ettiğimiz çalışma gibi, birbirini tamamlayan nitelikte çok sayıda çalışma

yürütülüyor. Kayda değer bir sonuç almak ancak çalışmaların bütünlüğü sağlanırsa olanaklı olacak gibi görünüyor.

•Researchers Discover ‘Anxiety Cells’ In The Brain. Npr.org (accessed March 19, 2018). https://www.npr.org/sections/healthshots/2018/01/31/582112597/researchers-discover-anxiety-cells-in-the-brain •Anxiety Cells in a Hippocampal-Hypothalamic Circuit. Neuron, (January, 2018). http://www.cell.com/neuron/abstract/S08966273(18)30019-9 •Globally, 1 in 13 suffers from anxiety. Futurity.org. (accessed March 19, 2018). https://www.futurity.org/globally-1-in-13-suffersfrom-anxiety/


ÇİFT DİL KONUŞMAK ALZHEIMER’DAN KORUNMAYA YARDIMCI

A

merikan tıp dergisi PNAS’ta yayımlanan araştırma, İtalya’nın kuzeyinde, Avusturya sınırındaki Alto Adige bölgesinde yaşayan ve hem Almanca hem de İtalyanca konuşan bir grup denek ile tek dil konuşan deneklerin karşılaştırılması yoluyla yapıldı. Alzheimer belirtileri gösteren 85 denekten 45’i çift dil, 40’ı ise tek dil konuşuyordu. Bu deneklerin beyinlerindeki sinirsel bağlantılar ve hücrelerin aktivitesi FDG ve PET görüntüleme yöntemleriyle incelendi. Çift dilli grubun yaş ortalaması tek dil konuşan grubunkinden 5 yaş daha yüksek olsa ve beyinlerindeki bazı hasar belirtileri daha belirgin olsa da çift dilli deneklerin sinirlerinin daha iyi korunmuş olduğu belirlendi.

Beyinde daha fazla işlevsel bağlantı Çift dil konuşan deneklerin beyinlerindeki bazı hassas bölgeler arasında daha fazla işlevsel bağlantı bulunduğu tespit edildi. Araştırmacılar bunun, iki dil konuşmak ve bu iki dil arasında geçiş yapmanın etkisi olduğunu belirtti. Araştırma ekibinin başkanı Profesör Daniela Perani, “Her iki dil de ne kadar uzun süre kullanılırsa beyin üzerindeki etkisi o kadar artar. Yani mesele iki dil bilmek değil, ömür boyu sürekli ve aktif olarak her iki dili de kullanmak” dedi. Araştırma sonucunda, “Demansın başlangıcının geciktirilmesi modern toplumların önceliklerinden biridir” denilerek Alzheimer’a karşı mücadelede çok dilliliği teşvik edici sosyal programların devreye sokulması çağrısı yapıldı.

http://www.bbc.com/turkce/haberler-38867877


ELEKTROENSEFALOGRAFİ İLE BEYİNDEKİ GÖRÜNTÜLER OKUNDU Belki Black Mirror dizisinin 4. Sezonu gibi gelebilir ama yeni geliştirilen teknik sayesinde zihin okuma gerçekleştirilebiliyor. Toronto Üniversitesi’nden nöro bilimciler, elektroensefalografi (EEG) ile insan beyninde oluşan imajları yeniden yaratmak için bir yöntem geliştirdi. Test sübjeleri EEG makinesine bağlanarak, onlara yüz resimleri gösterildi. Sonrasında bu resim kişinin beynine bağlanan cihaz ve makine öğrenme teknikleri ile dijital olarak yeniden yaratıldı.

“Bir şey gördüğümüzde, beynimizi zihinsel bir algılama olur, esasında bu algının mental etkisinden kaynaklanır. Biz bu algıyı elektroensefalografi kullanarak, yakalayarak beyinde ne olduğuna ilişkin beyinde doğrudan bir illüstrasyon oluşturabiliyoruz” diyor tekniği geliştiren doktora sonrası araştırmacı Dan Nemrodov. Daha öncesinde fonksiyonel manyetik rezonans kullanarak beyindeki görüntüler alınabilmişti, fakat EEG, fMRI’ye pek çok pratik avantajı da bünyesinde barındırıyor. EEG makinesi beyne bağlanan birkaç elektrot içeren portatif ve MR’a göre daha ucuz bir makine. Ayrıca temporal çözünürlüğü de daha yüksek olduğundan MR’a göre görüntüleri birkaç mili saniye içinde oluşturabiliyor. EEG’nin bu gibi uygulamalarda uyumla ilgili bazı şüpheler olsa da, Nemrodov sonuçlardan oldukça emin. Akıl okuma sayesinde konuşma özürlü veya işaret dili kullanan kişiler için hayat değiştiren teknolojiler oluşturabilirler. Ayrıca suç bilim açısından tanıkların olayı nasıl hatırladığı incelenebilir. Ayrıca kişilerin gördüğü ve ifadeleri karşılaştırılabilir, zanlının robot resmi karşılaştırılabilir. Bu sayede kriminal bilimler önemli ölçüde değişebilir.

https://futurism.com/


İÇ SESİ YAZIYA DÖNÜŞTÜREBİLEN AYGIT GELİŞTİRİLDİ Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nün (MIT) internet sayfasındaki açıklamaya göre, MIT’e ait Media Lab’ta geliştirilen ve “AlterEgo” adı verilen giyilebilir aygıtta, yanağa ve çeneye değen elektrotlar bulunuyor. Düşüncenin zihinde oluşturduğu ses olarak bilinen iç ses, gırtlakta insan gözüyle saptanamayan kas hareketlerine ve titreşime neden oluyor. Bu elektrotlar, iç sesin tetiklediği nöromüsküler (sinirkas) sinyalleri bir yapay zeka sistemine aktarıyor. Bu sistem de sinyalleri kelimelerle ilişkilendirerek yazıya dönüştüyor. Araştırma kapsamında, 10 kişide

denenen AlterEgo’nun doğruluk oranı ortalama %92’yi buldu. Araştırmacılar bu

oranın zamanla artacağını belirtiyor. Google’un sesi yazıya çevirme uygulamasının doğruluk oranı ise %95 civarında .Araştırmacılar, AlterEgo’nun saptayabildiği ve tanıyabildiği kelime sayısını artırma çalışmalarını sürdürüyor. AlterEgo’nun geliştirilmesiyle, insanlar Google’un Assistant, Apple’ın Siri’si gibi yapay zeka yardımcılarıyla sessiz şekilde iletişim kurabilecek. Araştırmayla ilgili makale Tokyo’da düzenlenecek bir teknoloji konferansında sunulacak.

https://aa.com.tr/tr/bilim-teknoloji/ic-sesi-yaziya-donusturebilen-aygit-gelistirildi/1110576


TÜRK BİLİM İNSANINDAN DENTAL İMPLANT TEDAVİSİNDE YENİ BULUŞ Prof. Dr. Tolga Fikret Tözüm ve ekibi, kendi alanında oldukça başarılı bir tekniği dünya literatürüne kazandırdı. Yeni buluş, dental implant tedavilerinde tedavi süresini kısaltırken cerrahi operasyonun üç boyutlu olarak ayarlanabilmesini de mümkün hale geliyor. Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Periodontoloji Ana Bilim Dalı Öğretim üyelerinden olan ve çalışmalarına Chicago Illinois Üniversitesi’nde de devam Prof. Dr. Tolga Fikret Tözüm, ekibiyle birlikte yeni bir dental implant yöntemi olan “Diş İmplant Fideleme Tekniği”ni 13 Mart 2018’de Kraniyofasiyal Cerrahi Dergisi’nde yayımlayarak dünya literatürüne kazandırmış oldular. Dental implant uygulamaları için hastaların ideal bir kemik genişliği ve yüksekliğine sahip olması gerekiyor. Ancak hastaların büyük çoğunluğunda kemik genişliği ve kalınlığı yetersiz olduğundan öncelikle hastaların kemiklerinin genişletilmesi gerekiyor. Bu durum, hastaların uzun süre dişsiz gezmesine ve birçok cerrahi uygulamaya maruz kalmasına neden oluyor. Bu sorunu çözmek isteyen Prof. Dr. Tolga Fikret Tözüm, Yrd. Doç. Dr. Burak Kutlu, Dr. Samir Göyüşhov ve Dr. Bünyamin Çalışan ile birlikte yeni bir implant yöntemi olan “Diş İmplant Fideleme Tekniği”ni geliştirdi. İki farklı cerrahi yöntemi, tek bir uygulamada birleştiren ekip, implantı ağızın kullanılmayan başka bir bölgesine tohumlanır gibi yerleştirerek büyümesini sağladı. Sonrasında aynı implantı kemik yetersizliği ve eksikliği olan çene bölgesine hızlı bir sürede naklederek, hastanın diş eksikliği sorununu kısa sürede ortadan kaldırmayı başardılar. Yeni yöntem, yetersiz çene kemiği olan bireylerin implant tedavilerinden daha hızlı sonuç almasına olanak sağlarken implantın işlem sırasında üç boyutlu olarak istenilen şekilde ayarlayabilmesine da avantaj sağlıyor.

https://www.dentiss.com/Turk-Bilim-Insanindan-Dental-Implant-Tedavisinde-Yeni-Bulus-y2514.html


Kişiselleştirilmiş Tıp Yolunda Büyük Adımlar Kök hücreler,

önceki yazımızda da

bahsettiğimiz gibi bir görevi yapmak üzere

özelleşmemiş, çeşitli doku ve hücre tiplerine bölünüp farklılaşma kapasitesi olan olgunlaşmamış hücrelerdir.

Yüksek farklılaşma kapasitesi nedeniyle biyoloji araştırmalarının ve yenileyici tıp çalışmalarının gözdesi haline gelen kök hücreler, farklılaşma yeteneklerine göre sırasıyla “totipotent”, “pluripotent”, “multipotent” ve “unipotent” olarak isimlendirilir. Totipotent hücreler tüm organizmayı oluşturma kapasitesine sahipken unipotent hücreler tek bir hücre tipini elde etme potansiyeline sahiptir. Vücudumuzdaki hücrelerin oluşumuna sebep olmuş olan kök hücreler farklılaştıktan sonra farklı tipte hücreler üretme kapasitelerini kaybederler. Bu nedenle kişiselleştirilmiş tıp çalışmalarında, tüp bebek merkezlerinde kullanılmayan insan embriyolarından alınan pluripotent özelliğe sahip embriyonik kök hücreler ön planda tutuluyordu.

Klonlama Çalışmaları Hücresel programlanmanın geri dönüştürülebilir olduğunu gösteren ilk çalışmalar yarım asırdan öncesine dayanıyor. 1952’de kurbağalar üzerinde yürütülmüş olan klonlama deneyleri ilk defa 1997’de memeliler üzerinde gerçekleştirilebildi ve dünyaca ünlü koyun olan Dolly dünyaya geldi.


Dolly, çekirdeği çıkarılmış bir yumurta hücresine yetişkin bir koyundan alınan vücut hücresinin çekirdeğinin transfer edilmesi ve elde edilen bu yumurtanın bir dişi koyuna yerleştirilmesiyle oluşturuldu. Bu deneyle farklılaşmış memeli hücrelerinin genomunun tüm organizmayı oluşturabilme kapasitesine sahip olan totipotent durumda kaldığı ve bir vücut hücresinin embriyonik duruma döndürülebileceği gösterilmiş oldu. Bu yöntem, insanda uygulanmayla ilgili sorunlardan dolayı kök hücre eldesinde kullanılmıyor.

Kök hücreler nasıl yönlendiriliyor? Günümüzde kök hücre çalışmalarında en çok umut vaat eden hücre tipi, “indüklenmiş pluripotent kök hücreler”dir. 2006 yılında Yamanaka ve arkadaşları, klonlama yönteminden bağımsız olarak erişkin tipteki kök hücreleri embriyonik kök hücre durumuna getirmenin bir yolunu bulduklarını açıkladılar. Fare fibroblast hücrelerine transkripsiyon faktörü olan dört proteinin (Oct4, Sox2, Klf4, c-myc) ifadesi artırıldığında bu hücrelerin embriyonik kök hücre gibi davrandığını tespit ettiler. Elde edilen bu indüklenmiş pluripotent hücreler, embriyonik kök hücrelerinin karakteristik özelliklerine sahipti. Aynı ekip bu uygulamanın insan hücrelerinde de uygulanabileceğini gösterdi ve embriyonik kök hücre gibi davranan hücreleri elde etmenin devrimsel bir yolu keşfedilmiş oldu. Yamanaka’nın ardından bu yöntemi geliştirmek için yapılan çalışmalar devam ediyor. Önceden sanıldığının aksine kanser riskini artırmadığı gösterilmesine rağmen güvenilir olduğu henüz kanıtlanamadığı için “indüklenmiş pluripotent kök hücre” teknolojisinin insanlar üzerinde tedavi amaçlı kullanımı risk taşımaktadır. Ancak hastalıklarının mekanizmasının daha iyi anlaşılması için modelleme yapmada vazgeçilmez bir öneme sahip. Verimini artıracak çalışmaların da hız kazanmasıyla yakın gelecekte bu teknolojinin kullanımıyla ilgili sorunlar çözüldüğünde erişkin kök hücrelerin yönlendirilmesiyle elde edilmiş “indüklenmiş pluripotent kök hücreler” kişiselleştirilmiş tıbbın vazgeçilmezi olup birçok hastalığa tedavi şansı sağlayacaktır.

Lanza, R., Gearhart, J., Hogan, B., Melton, D., Pedersen, R., Thomas, E. D., … & West, M. (Eds.). (2009). Essentials of stem cell biology. Elsevier.


Bağımlı olmaya bağımlı olduğumuz bir dönemde yaşıyoruz. Bağımlılık deyince akla ilk olarak madde, alkol, uyuşturucu, belki daha güncel dijital oyun bağımlılığı geliyor ama onun dışındaki şeyleri ayrı tutuyoruz. Bağımlılık dendiğinde literatürde de bahsedilen, teşhis konulabilen durumlar bu tarz madde kullanımı üzerinden ama günümüz dünyasında bizim bağımlılıklarımız bunlarla sınırlı değil. O bağımlılıklarımız, bağımlı teşhisi almasa da bir çok psikolojik rahatsızlığın temelini oluşturuyor. Bu nedenle bağımlı olmayı daha geniş çerçeveden incelemek gerekiyor. İlk olarak bağımlılığın biyolojisinden bahsedelim. Şimdiye kadar yapılan çalışmalardan çıkan en kabul görmüş sonuç bağımlılığın beynimizdeki ödül merkezlerinin uyarılması sonucu ortaya çıktığı. Beynimizde salgılanan dopamin maddesi (nörotransmitter) yaptığı uyarımla kişinin kendisini tatmin olmuş ve ödüllendirilmiş hissetmesini sağlıyor. Dopamin günlük hayatta rutinimiz içerisinde biri bize gülümsediğinde, teşekkür edildiğinde bile salgılanabiliyor. Çok büyük şeyler beklememize gerek yok aslında. Salgılanmasında problemin oluştuğu

diğer durumlar da biyolojik ve psikolojik rahatsızlıklara sebep olabiliyor. Örneğin, algı bozuluyor, sağlıklı ruh hali zarar görüyor. Bu durumda kişi “iyilik” halinin oluştuğu ama aslında dopaminin salgılandığını hissettiği durum ve maddeleri, kişileri aramaya başlıyor. Önceki paragrafta bahsettiğimiz bağımlılık yapan maddeler dopamin salgılamasına destek olduğu gibi çeşitlerine göre farklılık gösterip beyinde üst sistemin uyarı düzeyini azaltarak kişiyi uyuşmuş ve biraz daha duyarsız hissettirdiği için kişiler tarafından arzu edilip kullanılmaya başlanıyor. Bu şekilde aslında kişi maddeye değil onun sağladığı duygulara bağımlı oluyor. O duygusal uyarımı kendi çabasıyla günlük yaşamdan elde etmektense hazır bir şeylerden elde etmek daha kolay geliyor ve kişi çevresel olarak bunu sağlayan şeylere muhtaç ve bağımlı oluyor. Bağımlılığı her ne kadar geniş çerçevede ele almak gerekse de literatürde madde bağımlılığı üzerinden istatistik tutulduğu için bu özelde rakamlara bakmakta fayda var. Örneğin Birleşmiş Milletler Madde ve Suç örgütünün yayınladığı istatistiğe göre 2015 yılında dünyada (15-64) yaş aralığında, yaklaşık


255 milyon kişi madde kullanıyor ve bunların 29.5’i madde bağımlısı teşhisi konmuş kişiler. Dünya sağlık örgütünün araştırmalarına göre 2015 yılında Amerika’da en az 190 milyon kişi madde sebebiyle hayatını kaybetmiş. Dünya Sağlık örgütünün yayımladığı bir diğer rapora göre de Doğu Avrupa yetişkinlerin %30’nun tütün kullandığı en çok tütün tiryakisini barındıran bölge. Türkiye’de ise madde bağımlılığı, 2011 yılından beri, 6 yılda 17 kat arttı. Bu rakamlar gittikçe artan ürkütücü bir tablo çiziyor. Bizim bağımlılığı biyolojik yönüyle birlikte psikolojik ve sosyolojik açıdan da anlayıp ona karşı mücadele etmemiz gerekiyor. Psikolojik açıdan ele alırsak bağımlılıklar ve onların yarattığı geçici duygular var olanı/ dağınıklığı halının altına süpürmeye, üzerini örtmeye benziyor. Kişinin kendi iyi oluş haline emek vermekten kaçınması, kolayı seçmesi olarak düşünülebilir. Problemle, zorlukla, muhatap olmayı kendini tanımayı, geliştirmeyi, düşünmeyi, gerçeği hissetmeyi ve yüzleşmeyi ertelemeyi sağlayan gelişim sürecine ket vuran ve donduran şeylerdir bağımlılıklar. Çünkü insanların psikolojik olarak da bir bağışıklık sistemleri var diyebiliriz. Bir şeyler canınızı sıkmaya başladıysa hoşnutsuzluk yaşıyorsanız bu aslında size iç alarm sisteminizin çalıştığınızın işaretidir. Mesaj ise “Kendin için bir şey yap şu durumdan çık, keşfet, değiştir

düzelt, harekete geç çünkü sisteminde sana ait olmayan bir şey var” demektedir. Bu içten gelen sıkılmalara, bunalmalara, tatmin olamamalara, huzursuzluklara ses vermemiz gerekir, onlar bizim kurtarıcımız olabilir. Ama maalesef kolayı seçen kişi her sesi susturmak için bir bastırıcı yüzey temizleyici, örtücü kullanabilir. Daha fazla haz arzusuyla da yapay “iyi” haller yaratmaya çabalar. Kişinin içindeki baskı arttıkça üsteki makyajı da artırmak gerekir ve bağımlılıklar çoğalır. Clarissa Estes der ki bağımlılık hayatı iyi “gösteren” her şeydir. Dışarıdan beklediğimiz ve olmaması halinde sıkıntı yaşadığımız her şeye bağımlı olabiliriz. Övgüye, statüye, rollerimize, sevgiye, ilgiye, saygıya… Bütün bunlar da kişinin kendisine hissedemediği, elde edemeyip dışarıdan bağımlı olduğu unsurlar haline gelebilir. Birileri tarafından sevilmeyi beklemek hoş bir şeydir ama o sevgiye bağımlı olup sadece ondan beslenmek kendini sevemeyen çoğu kişi için başka bir bağımlılıktır. Yüzleşmekte, katlanmakta zorlandığımız şeyler olduğu ve kendimiz için harekete geçmediğimiz müddetçe saklama kutularına, baskılayan, gizleyen örtülere ve o işlevi gören maddelere bağımlı olmaktan kurtulmak pek olası gözükmüyor.

Nursena Balatekin


Beyin ve Bağışıklık: Beyin İmmünolojisi Beyin ve Bağışıklık: Beyin İmmünolojisi Eğer kış öksürüklerinden ya da burun çekmelerinden muzdaripseniz, yorgun ve huysuz hissetme duygusunun nasıl olduğunu bilirsiniz. İşte bu noktada da her şey biraz daha incitici olabilir ve herkesin sizi yalnız bırakmasını istersiniz. Hatta en sevdiğiniz yemek ve dinlemekten en çok keyif aldığınız müzik de sizi neşelendirmeye yetmez. Peki hasta olmak hislerinizi ve davranışlarınızı nasıl etkileyebilir? Öncelikle, hissettiğiniz ve olduğunu düşündüğünüz her şey beyninizde gerçekleşir. O halde, hastalığa neden olan mikrop ya da bağışıklık sistemimiz ve beynimiz arasında bir bağlantı bulunmalıdır. Esasında, bağışıklık sistemimiz beynimizle düzenli olarak iletişimdedir ve bu iletişim de sağlığımızdaki herhangi bir değişimi sürekli güncel tutar. Yani eğer bir enfeksiyon kaparsak, beynimiz; hastalıkla mücadele edebilmemiz için dinlenme moduna geçmemiz konusunda yorgun hissetmemize neden olabilir ve davranışlarımızı değiştirebilir. Fakat beynimiz, nörotransmitterler şeklinde kimyasal bir dile sahiptir. Peki, bağışıklık sistemimiz de beynimizle aynı dilde mi “konuşur”? Yaygın kanının aksine beynimizde yalnızca nöronal bağlantılar bulunmaz. Hatta, nöronal bağlantılardan çok daha fazla sayıda gliya isimli bağışıklık hücresi bulunur. Bu bağışıklık hücreleri, beyin sağlığımız için son derece kritik hücrelerdir. Şöyle ki; bu hücreleri birer tercümana benzetebiliriz çünkü bağışıklık sistemimizden gelen hasta olduğumuz mesajları beynimize bu hücreler yardımıyla tercüme edilir.

Öte yandan beynin bağışıklık biliminin, davranış ve bilişe bir çok açıdan katkısının bulunduğunu fark etmek, psikiyatri ve mental sağlık alanlarında bilim felsefecisi Tomas Kuhn’un ifadesiyle “paradigma kaymalarına” neden olmuştur. Beyin immünolojisindeki değişimler üzerine yapılan keşifler, alanda da heyecan verici gelişmelere sahne olmuştur. Bunlardan birisi de uyuşturucu bağımlılığına dairdir. Uyuşturucunun beynin ödül merkezlerini uyardığını ve beynimizin kilit önemdeki ödül nörotransmitterinin de dopamin olduğunu hemen hemen hepimiz biliyoruz. Fakat, pek bilinmeyen ise beyindeki dopamin sistemlerini çevreleyen bağışıklık sisteminin de uyuşturucu bağımlılığına yönelik son derece hassas oluşudur. Hatta öyle ki; klinik öncesi araştırmalarda, fare beyinlerindeki spesifik bölgelerde bulunan bağışıklık hücreleri uyarılarak farelerin; alkol, opiod ve metamfetaminler gibi uyuşturucuları sevmelerinin mümkün olduğu ortaya konuldu. Bu durum, uyuşturucu bağı mlılığı tedavilerilerinde önemli gelişmeler sağlayabilir. Yani, uyuşturucu bağımlılılarını “beyin” perspektifiyle tedavi etmek, sorunu kısmen çözebilir. Bu noktada, beyin bağışıklık hücrelerinin biraz daha fazla ilgiye ihtiyaçları olabileceğini söyleyebiliriz. Birleşik Devletler’deki National Institute on Drug Addiction (NIDA) desteğiyle alışmalarda, opioid ve metamfetamin bağımlılığı beyin bağışıklık hücreleri temelli tedavilerle önemli gelişmeler sağladı. Beyin immünolojisine ilişkin bu yeni kavrayış, bir gün uyuşturucu bağımlılığının tamamen sonunu getirecek tedavilerin gelişmesini mümkün kılacağına dair umudumuz var.

•Mark Hutchinson, Addiction and the brain: how the immune system takes over. TheConversation. (accessed November 19, 2017). https://theconversation.com/addiction-and-the-brain-how-theimmune-system-takes-over-18837 •Trial of Ibudilast for Methamphetamine Dependence (IBUD ph II). (accessed November 19, 2017). https://clinicaltrials.gov/ct2/show/NCT01860807 •Phase IIa Study of AV411, a Glial Activation Inhibitor, for Opioid Withdrawal (AV411). (accessed November 19, 2017). https://clinicaltrials.gov/ct2/show/NCT00723177 •Implication of activated astrocytes in the development of drug dependence: differences between methamphetamine and morphine. Annals of the New York Academy of Sciences, (2008). https:// www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/18991953 •Activation of inflammatory signaling by lipopolysaccharide produces a prolonged increase of voluntary alcohol intake in mice. Brain, behavior, and immunity, (2011). https://www.ncbi.nlm.nih. gov/pubmed/21266194


DUYULARIMIZ NELER ANLATIYOR? İnsana biraz uzaklaşarak baktığımızı düşünün. Karşımızda dünyayla sürekli bir alışveriş halinde olan, dünyayı sürekli bir süzgeç gibi süzerek aldığı bilgilere cevap oluşturmaya çalışan bir canlı görürüz. Bu sürekli alışveriş durumunda, çevremizden bize gelen onlarca uyarıyı almamızı sağlayan duyu sistemlerimiz bulunur. Dokunma, görme, işitme, tatma ve koklama özelleşmiş duyu organları ile bu duyu sistemlerinden en çok bildiklerimizdir. Bunlarla beraber denge kurmamızda önemli rol oynayan vestibuler, vücut pozisyonumuzu algılamamızda iç algı olarak bildiğimiz proprioseptif gibi pek çok duyu sistemi vardır. Duyu sistemlerimiz daha biz anne karnındayken oluşmaya başlar. Örneğin, bebeğin annesinin kalp atışını işitmesiyle işitme duyusu, etrafından gelen basıncı hissetmesi ile dokunma duyusu gelişir. Doğumdan sonra da çok farklı duyusal uyaranlara maruz kalırız ve duyu sistemleri hızla gelişmeye devam eder. Duyularımız dış dünyayla iletişimimizi sağlarken aslında biz farkında olmadan isteklerimiz, kaçınmalarımız kısaca davranışlarımız üzerinde de çok etki oluştururlar. Örneğin:

Dokunsal

Sarılmaktan, insanlarla tensel temas kurmaktan hoşlanmıyorsanız yada kıyafetlerinizin kumaşlarının dokusu sizin için çok önemliyse, bedeni size uygun olsa da kıyafetleriniz sizi sıkıp rahatsızlık veriyorsa, sünger-kadife gibi materyallere dokunmaktan kaçınıyorsanız bu duygu ve davranışlarınızda dokunsal hassasiyetinizin rolü olabilir. Tam tersi sarılmayı, insanlarla dokunarak iletişim kurmayı seviyorsanız, bir eşya alırken önce mutlaka ona dokunma isteği duyuyorsanız dokunsal arayışınızın bir göstergesi olabilir.

İşitsel Yüksek seslerden rahatsız oluyorsanız, yanınızdan bir ambulans geçerken yada zil çaldığında hızlıca ellerinizle kulaklarınızı kapatmaya çalışıyorsanız, gürültülü ortamlarda odaklanamıyorsanız işitsel hassasiyetiniz; tam tersi sürekli ıslık çalmak, bir şeyler mırıldanmak gibi ses çıkarmaya yöneliminiz varsa, yüksek ve hızlı ritimlerde ki müzikleri seviyorsanız, ders çalışırken arkada ses istiyorum müzik açıyorum diyorsanız işitsel arayışınız olabilir.

Görsel

Sabit bir görsele bakarken gözleriniz yoruluyorsa, ışıklı, fazla renkli, kalabalık ortamlarda bulunmaktan rahatsız oluyorsanız, makyajı, fosforlu renkleri sevmiyorsanız görsel hassasiyetiniz; ben ayna karşısında saatler geçiririm, makyajı, fosforlu renkleri severim, bence her yer rengarenk olmalı diyorsanız, dağınıklık görsel olarak sizi rahatsız etmiyorsa görsel arayışınız olabilir.

Koku Yüksek seslerden rahatsız oluyorsanız, yanınızdan bir ambulans geçerken yada zil çaldığında hızlıca ellerinizle kulaklarınızı kapatmaya çalışıyorsanız, gürültülü ortamlarda odaklanamıyorsanız işitsel hassasiyetiniz; tam tersi sürekli ıslık çalmak, bir şeyler mırıldanmak gibi ses çıkarmaya yöneliminiz varsa, yüksek ve hızlı ritimlerde ki müzikleri seviyorsanız, ders çalışırken arkada ses istiyorum müzik açıyorum diyorsanız işitsel arayışınız olabilir.


Tat

Baharatlı, acı, tuzlu, ekşi yiyeceklerden kaçınıyorsanız, yemekleri sade ve karıştırmadan yiyorsanız, çok yemek seçiyorsanız tat duyunuzda hassasiyet; ben baharata bayılırım, tatlı ve tuzluyu aynı anda yiyebilirim, yiyecekleri küçük küçük bölerek ağzımda iyice ezerim, sürekli ağzıma bir şeyler atmak istiyorum diyorsanız tat duyunuzda arayış olabilir.

Proprioseptif

Eklemlerimizden pozisyon, basınç, hareket bilgisini algılamamızı sağlayan proprioseptif duyunuzda hassasiyetiniz varsa uzun süre oturmaktan, sıkı sıkı sarılmaktan, gıdıklanmaktan, zıplamaktan hoşlanmıyor olabilirsiniz. Tam tersi kötü niyetli olmadan sürekli bir yerlere vurmak, tepmek istiyorsanız, sert yürümeyi, zıplamayı, koşmayı seviyorsanız, yatarken üstünüze ağır bir battaniye örtülmesi hoşunuza gidiyorsa proprioseptif arayışınız olabilir.

Vestibuler Denge sistemimizde rol oynayan vestibuler duyunuzda hassasiyet varsa salıncakta sallanmayı, uzun süreli yolculukları sevmiyor, sallanan cisimlere bakmak sizi rahatsız edip başınızı döndürüyor, yürüyen merdiven, asansör, uçak gibi araçları kullanırken rahatsızlık duyuyor olabilirsiniz; tam tersi otururken bile sürekli sallanma isteği duyuyorsanız, yüksek yerlere tırmanmak sizi mutlu ediyorsa vestibuler duyu arayışınız olabilir.

Duyu bütünleme sürecinde oluşan problemler öğrenme, dikkat, hafıza, uykuuyanıklık düzeni gibi pek çok konuda sorun oluşturabilir. Bu sistemlerde ki işlemleme sürecinde meydana gelen bozukluklar günlük hayatımızı zora sokuyorsa duyu bütünleme terapisi uzmanları tarafından terapi alınabilir. Duyu bütünleme terapisi merkezi sinir sisteminin çevresel uyaranlara uyum gösterebilme yeteneği olarak tanımlanan nöroplastisite temel alınarak kişiye özel olarak uygulanır. Yukarıda ki örneklerde de olduğu gibi bizim irademizle tercih ettiğimizi sandığımız pek çok davranışımızın altında duyu sistemlerimizin etkisi büyüktür. İnsanı anlama, kişiliğimizi tanımlama sürecinde işin fizyolojik kısmında bulunan duyularımızı göz ardı etmemeli bize neler anlatmak istediklerini dinlemeli, davranışlarımızın üzerinde ki etkilerini fark etmeliyiz.

http://www.turkiyeklinikleri.com/article/en-duyu-butunleme-terapisi-79566.html


Estetik deyip geçmeyin… Toplumsal dramların perde arkası

B

undan iki hafta önce bir seyahat esnasında okuduğum Genç Bir Doktorun Anıları’nda (Mihail Bulgakov) özellikle bir nokta dikkatimi çekmişti. Henüz yeni mezun olmuş ve saha deneyimi olmayan genç bir doktor (Bulgakov’un kendisi), Moskova’dan oldukça uzak, en yakın demiryolunun 40-50 km uzaktan geçtiği ve ancak kızak ve kağnıyla gidilebilen ücra bir kasabaya atanır. Doktorun ilk dikkatini çeken şey, selefinin (Dr. Leopold) hastaneyi oldukça iyi düzenlemiş ve sonra onun da çok işine yaracak olan ciddi bir kütüphaneyle donatmış olmasıdır. Kütüphanede yer alan tıp kitaplarının büyük bir çoğunluğu Alman hekimleri tarafından yazılmış eserlerden oluşmaktadır. Kitaptaki bu ayrıntı çok önemliydi, ama doğrusu beni çok şaşırtmadı. Neden? Çünkü Alman bilimciler, özellikle de doğa bilimleri alanında çalışanlar, insanlığın ilerlemesinde ve uygarlaşma serüvenimizde çok büyük katkıda bulunmuşlardır. Konumuz sağlık ve tıp olduğu için bu alanla ilgili önemli başarılardan birine, estetik cerrahi alanına dikkat çekeceğiz. Rus doktor, başı her sıkıştığında ameliyathaneden kütüphaneye koşar ve hızlıca Almanca yazılmış kitaplar arasında birkaç cümle veya çizime bakarak üstlendiği zorlu işin altından kalkmasını bilir.

iş, sadece onun hayatta kalmasını sağlamakla sınırlı kalmış. Mustafa Teğmen konuşamadığı gibi, yemek de yiyemiyor ve görünümü nedeniyle insan içine de çıkamıyor. Alman Kızıl Haç’ın yardımıyla Ocak 1918’de Almanya’ya gönderiliyor ve Prof. Josef’in denetiminde çalışan bir cerrahi klinikte her biri birkaç saat süren, çok sayıda ameliyat geçiriyor. Birkaç ay sonra da Mustafa Teğmen yeni bir yüz kazanmış (ne yazık ki diş protezi bir türlü başarıyla yapılamıyor) olarak Türkiye’ye geri dönüyor. Aslında ameliyatın ayrıntıları da ilginç, çünkü fotoğraflarda da görüleceği gibi Mustafa Teğmen yeni yüzünü, kafatası derisinin aşağıya doğru uzatılmasıyla, baldırlarından alınan derilerin yüz kısmına implante edilmesiyle ve ayrıca sedeften yapılma birçok küçük protezin (elmacık kemiği, çene, damak vs.) yerleştirilmesi sayesinde ediniyor. Bizi ilgilendiren esas konu ameliyatı yapan doktorun kimliği. Adı Yakop Josef olan cerrah, Yahudi kökenli bir Alman (Türkçede Yakup Yusuf denirdi). Ancak ön adını, Fransızca bir isim olan Jacques ile değiştirmiş. Almanya’nın en ünlü ortopedistlerinden Prof. Julius Wolf’ün yönettiği klinikte yardımcı hekim. Prof. Wolf de “Kemikçi Wolf” olarak anılan ünlü bir ortopedist.

Aslında twitterda paylaşılan kısa bir mesajdı bu ve doğrusu gelişmenin sonucunu ve doktorun kim olduğunu çok merak etmiştim. İşin izini sürünce konuyla ve estetik cerrahi bilimle doğrudan alakalı olmayan ama doktorun hayatına dair birçok bilgiye de ulaştım. Şimdi size bunları kısaca aktarıyorum.

Neticede kliniğe bir gün bir kadın, elinden tuttuğu çocuğuyla birlikte gelir ve doktorlardan kulak kepçesi hem aşırı iri hem de Almancada “yelken kulak” olarak tabir edilen dışa dönük kulak kepçelerine sahip olan oğlunun kulaklarının küçültülmesini ve düzeltilmesini ister. Mutsuz annenin anlattığına göre çocuk, okulda kendisiyle alay edilmesinden dolayı hem okulu terk etmiş hem de dışarı çıkmayarak eve kapanmıştır. Böylece çocuk, hayatına henüz başlamadan onu mahvetmek üzeredir. Buna benzer bir ameliyat o güne kadar yapılmadığı için doktorlar bu isteği tereddüt etmeden geri çevirirler ve kadını çocuğuyla birlikte eve gönderirler. Ancak iki gün sonra yardımcı hekim Bay Josef, kadını arar ve onunla konuyu yeniden baş başa görüşür. Doktor Josef sohbet esnasında yeni bir insani durum keşfeder: bedensel görünüme bağlı olarak psikolojinin aşırı derecede bozulması ve bundan kaynaklanan depresyon ve insani hayatın normal bir şekilde devam ettirilememesi durumu… Doktora göre bu durum tıpta yeni bir vakadır.

1915 Çanakkale savaşında yaralanan teğmenimiz önce Türkiye’de ameliyat edilmiş, ancak görünen o ki yapılan

Doktor Josef, başhekime haber vermeden çocuğu ameliyata alır ve her aşamayı da fotoğraflayarak kayda

Okuduğum bu kitabın etkisinden henüz kurtulamamışken, geçen hafta sosyal medyada bir mesaj gördüm. Çanakkale savaşında bir İngiliz gemisinden atılan bir merminin yüzüne isabet etmesi sonucunda suratının ön kısmını (gözün biri, burnun tamamı, yanakların ikisi, üst çenenin tamamı, dilin yarısı, üst damağın tamamı ve alt çenenin büyük bir kısmı yoktu) bütünüyle kaybeden teğmen Mustafa İpar’ın, 1918 yılında Almanya’ya götürülerek yeniden bir yüz kazanmasına ilişkin cerrahi bir başarının haberiydi bu.


geçer. Ameliyat başarılı olur ve çocuk normal hayatına devam eder. Bu arada Doktor Josef, tuttuğu kayıtları bir makale haline getirerek Berlin Hekimler Odası’nın dikkatine sununca hekimlerden büyük bir takdir toplar, ancak bu işi kendisinden gizli yaptığı için başhekimi tarafından azarlanmakla kalmaz anında işten de atılır ve böylece hekimlik-akademik kariyeri bir anda sekteye uğrar. Doktor Josef pes etmez, sağlık bakanlığından aldığı özel izinle bir estetik cerrahi kliniği açar. Bir anda yüzlerce insanın başvurusuyla karşılaşır. Başarılı ameliyatları bütün Avrupa’da ve Amerika’da duyulur. Basında haber olur ve Almanya’da “Nasen Josef (Buruncu Josef) olarak şöhret kazanır. Bu arada 1. Dünya Savaşı patlak vermiş ve binlerce genç asker, yüzleri ve uzuvları parçalanmış olarak ülkeye geri dönmüştür. Savaşın sonuçları cerrahi alanda yeni bir durum ve alan yaratır: Estetik cerrahi. Bizzat Kayser II. Wilhelm Doktor Josef’e, açtıkları yeni kliniğin başına profesör olarak atanacağını, profesörlük prosedürünü yerine getirmemiş olmasının önemsiz olduğunu, ama önce Hıristiyan olmasını ister. Doktor bunu reddeder ve çalışmalarını özel kliniğinde devam ettirir. Fakat sonunda devlet pes eder, Savaş ve Sağlık Bakanlığı Doktor Josef’i akademik prosedürleri yerine getirmediği halde yeni kliniğin başına profesör olarak atar ve savaş sonrasında da onu yaptıklarından dolayı devlet nişanıyla şereflendirilir. Profesör Josef yüzlerce savaş gazisini tedavi eder. Bu arada Fransa’da Marie Curie’nin de, geliştirdiği hareketli röntgen aleti sayesinde binlerce askerin hayatını kurtardığını, ama herkesi zorunlu tuttuğu kurşun önlükle korunma tedbirini kendi ihmal ettiği için sağlığını mahvettiğini de belirtmiş olalım. Bunu bir başka yazımızda dile getirmiştik. Prof. Josef, yüzlerce özel hastasına yeni yüz, burun, kulak, çene, göz vs. kazandırır. Hatta kitabında Nasenplastik und Sonstige Gesichtsplastik (Burun Estetiği ve Yüzde Başka Estetikler) okuduğumuza göre ameliyatlarını sadece yüzle sınırlı tutmaz, “psikolojik depresyona neden olması nedeniyle insan yaşamını zorlaştıran” başka uzuvlar üzerinde de gerçekleştirir. Doğumdan gelen ucube görünümlerin yanı sıra aşırı büyük kadın memeleri de buna dahildir. Profesör Josef, 40 yıl içinde bütün Avrupa’da estetik ameliyat alanında bir numara olarak ünlenir. Hatta estetik ameliyatta kullanılan bir alet onun adıyla anılır: “Der Josef”. Ancak Prof. Josef’in sadece bir kusuru vardır: ameliyat ettiği zenginlerden neredeyse bir servet talep ettiği halde yoksullardan para almaz. Ameliyatını izlemeye gelen Batılı hekimlerden o günün parasıyla 100 Mark alırken,

Doğu Avrupa’dan gelenlerden sadece 10 Mark alır. Varlıklı hastalardan kazandığı paralarla lüks bir hayat kurar. Ama gel gör ki 30’lu yıllardan itibaren Almanya’da faşizm yükselmekte ve toplumun yanı sıra adım adım bütün devlet kademelerinde etkin olmaktadır. 1933’te Hitler’in başbakan atanmasıyla birlikte Yahudi bilimadamların akademik ve bilimsel çalışmalarını sürdürmeleri imkansız hale gelir ki Profesör Josef de bu durumdan etkilenenlerin başında gelir. Profesör Josef’in birçok yakın arkadaşı ülkeden kaçmayı tercih ederken o kalır ve bütün zorluklara rağmen çalışmalarını oldukça kısıtlandığı halde devam ettirir. Hatta asistanı Gestapo’nun ajanı çıkar; hapse atılır, tehdit edilir. Ne zamana kadar? 1934 yılında bir kalp krizinden ölene kadar. Öldürülen binlerce Yahudi bilimadamını düşününce, kaderin Profesör Josef’in yüzüne güldüğünü ve onu bütün bunları yaşamaktan ve görmekten koruduğunu da düşünebiliriz. 1938’de karısı ve kızı Yahudilerin evlerinin ve işyerlerinin tahrip edildiği “Kristalnacht”tan (Kristal gecesi) birkaç hafta önce Amerika’ya kaçmayı başarırlar. Ardından Doktor Josef’in işyeri, evi ve mezarı tahrip edilir. Siyah bir granit taşından yapılmış mezar taşı, 2004 yılında büyük bir uğraşın sonunda bulunur ve yeniden yazılarak ve parlatılarak yerine dikilir. Almanya’da bunlar olurken 1933’te Atatürk’ün emriyle Almanya’dan kovulan yüzlerce Yahudi bilimadamı Türkiye’ye getirtilir. Bunlardan biri de bir başka Alman cerrahtır: Profesör Rudolf Nissen. Cerrahpaşa’da cerrahi bölümünü kuran profesör. Rudolf Nissen Helle Blaetter, Dunkle Blaetter(Aydınlık Sayfalar, Karanlık Sayfalar) başlıklı anılarında şunları yazmaktadır: “1935 senesinde Atatürk, o tarihlerde tedavi etmekte olduğum kızkardeşi Makbule Atadan’ı ziyarete gelmişti. Benden hasta hakkında bilgi aldıktan sonra, Hitler hakkında ne düşündüğümü sordu. Ben de kendisinin seçimlerle filan iktidara geldiğini söylemeye başlayınca, beni susturdu ve şöyle devam etti: ‘Bakın Herr Profesör, dünya tarihi, Hitler gibi kendisini bütün tarihlerin en güçlü adamı ve komutanı sanan megalomanlarla doludur. O da göreceksiniz ülkesini ve dünyayı büyük bir felakete sürükleyecektir. Ve tarih de onu öyle anacaktır. Devlet adamı deneyimi olmayanlara devlet idaresini teslim etmek büyük bir hatadır.’”

https://bilimvegelecek.com.tr/index.php/2018/08/23/ estetik-deyip-gecmeyin-toplumsal-dramlarin-perde-arkasi/


Helikopter Anne Baba Olmak “Helikopter Ebeveyn” ifadesi ilk olarak 1969 yılında Dr. Haim Ginott Anne Baba ve Çocuk Arasında (Between Parents&Teenagers) adlı kitapta bahsedilmiştir. Bu benzetme anne ve babalarının çocuklarını sürekli takip etmesi, sürekli bir adım ötesinde olmaları adeta helikopter gibi tepelerinde uçmaları sebebiyle kullanılmıştır.

Aşırı müdahaleci ebeveynler, çocuğun seçimi, davranışları, başarıları ve yenilgileri konusunda fazla sorumluluk alırlar. Akademik başarı kaygısı yoğun olan bu ebeveynler, çocuklarının mükemmel bir hayat yaşaması için sürekli kontrol halindedirler.

· Çocuğun kendi başına yapabileceği şeyleri yapan · Çocuğu kendi düşünce ve hırslarına göre hareket ettiren · Çocuğa karşı aşırı ilgi ve yakınlık gösteren · Çocuğun karşılaştığı olası problemleri çocuğun yerine çözen · Çocuğun ihtiyacı olup olmasına bakmadan sürekli yanında olan · Çocuğun sosyal ilişkilerine aşırı müdahale eden · Başarı ve yenilgi kavramlarını abartarak sürekli başarı için çaba harcayan, yenilgiye tahammül edemeyen kısacası çocuğun hayatını kendi planladığı ve hedeflediği hayat doğrultusunda yöneten anne ve babalar “Helikopter Anne Baba” özelliği taşırlar.

Helikopter Anne Babalar 2000’li yılların başından itibaren artmaya başlamış olup tüm toplumlarda görülen bir sorundur. Medical Research Council(MRC)’e göre psikolojik kontrol çocuğun özgürlüğünü sınırlandırabilir ve çocuğu kendi davranışını düzenleme konusunda geride bırakabilir. Ayrıca yapılan çalışmalarda helikopter anne babaların çocuklarının düşük benlik saygısına sahip olduğu, karar vermede zorlandıklarını, daha iyisini yapma çabalarından yoksun olduklarını ve problem çözme becerilerinin zayıf olduğunu ortaya koymuştur.


DİĞERLERİNİN YANINDA KENARA İTİLEN DUYU

“KOKU”

Koku Alma Duyumuz Nasıl Evrimleşti? Koku duyusu, insan topluluğunda belirleyici bir rol oynamaktadır; gıda hoşnutluğumuzla bağlantılı olduğu gibi hoş ve tatsız maddelerin belirlenmesiyle de bağlantılıdır. Bilim adamları, bilinen en eski iki memeli türün kafataslarını incelemek için çok yüksek çözünürlüklü tarama kullandılar. Beyin durumlarının şeklini biraz daha erken yaştaki hayvanlarla veya memeliler öncesi ile karşılaştırarak, aşırı gelişim gösteren ilk beyin bölgelerinin koku alma ile ilişkili olduğunu ortaya çıkarıldı. Araştırmacılar en eski bilgisayarlı tomografi veya CT tarama yöntemlerini kullanarak tarih öncesi hayvanların beyinlerinin 3D görüntülerini oluşturdular. Memeliler ve özellikle insanlar, hayvan krallığında vücutlarının büyüklüğüne göre en büyük beyinlerine sahiptirler. Bilim adamları, memelilerin beyinlerinin neden bu kadar büyük ve kompleks hale geldiğini öğrenmek istiyorlardı.Bunu yapmak için, bilinen en eski memelileri; 190 milyon yıllık Morganucodon oehleri ve Hadrocodium wui’nin Çin’de keşfedilen küçük fosilleşmiş kafatalarını inceledi.Bu kafataslarını daha ilkel hayvanlarınkilerle ve canlı memelilere kıyasla, memelilerin beyinlerinin evriminde bir dizi olay oluşturabildiler. Ekip, erken memelilerde, kokuyla ilişkili beyin bölgelerinin daha ilkel veya memeli öncesi atalarından çok daha büyük olduğunu buldu. Kokunun ilk proto memeliler de ve yaşayan memeli türlerin son ortak atasında beynin erken genişlemesinin çoğunu sürdüğü sonucuna varıldı.


Farklı Popülasyonların Reseptör Evrimi Burunlarımızda yaklaşık 400 farklı tipte bölünmüş yaklaşık 4 milyon koku hücresi vardır. Koku algılama yeteneğimiz için popülasyonlar arasında ve arasında muazzam bir genetik değişkenlik var. Her koku hücresi, sadece bir tür reseptör veya kilit taşır; koku havada yüzer, “kilit” e uyarak hücreyi harekete geçirir. Çoğu reseptörler birden fazla koku tespit edebilir, ancak OR7D4 denilen biri, domuzlar tarafından üretilir ve domuzu eti bulunan androstenone denilen çok özel bir koku tespit etmemizi sağlar. Bu koku farklı şekilde OR7D4 reseptör cevap üreten gendeki farklı DNA dizileri olan kişiler bazı insanlar kötü, bazı tatlı bulur ve diğer insanlar kokuyu algılayamaz. İnsanlara androstenone karşı verilen yanıtlar OR7D4 DNA sekansı ile tahmin edilebilir ve bunun tersi de geçerlidir. Manchester Üniversitesi Yaşam Bilimleri Fakültesi’nden Profesör Cobb ve diğer araştırmacılar OR7D4’ü kodlayan DNA’yı dünyanın dört bir yanındaki 43 popülasyondan, çoğunluğu yerli gruplardan olmak üzere 2200’den fazla insan üzerinde çalıştılar. Farklı popülasyonların farklı gen dizilerine sahip olma eğiliminde olduklarını ve bu nedenle bu bileşiğin koku alma kabiliyetlerinde farklılık gösterdiklerini bulmuşlardır. Örneğin, insanlar Afrika’dan gelen nüfusun kokusunu alabildiklerini, kuzey yarımküredeki hayvanların ise bu kokuyu almadıklarını keşfettiler. Bu, insanlar Afrika’da ilk kez evrimleştiğinde, bu kokuyu algılayabildiklerini gösteriyor. Dünyadaki OR7D4 geninin farklı formlarının frekanslarının istatistiksel analizi, bu genin farklı biçimlerinin doğal seleksiyona tabi olabileceğini düşündürdü. Bu seçimin olası açıklaması, androstenonun kokusunun bulunamaması atalarımız tarafından domuzların evcilleştirilmesidir. Andostroneone domuz eti, domuz eti küpünü domuz eti kokusunu algılardan hoş olmayan insanlara duyurmaktadır. Domuzlar başlangıçta androstenone’da duyarlılığın azalmasına neden olan genlerin yüksek frekansa sahip olduğu Asya’da evcilleştirildi. Grup aynı zamanda iki nesli tükenmiş insan popülasyonu olan Neandertaller ve Denisovans’tan gelen antik DNA’daki OR7D4 genini inceledi ve kalıntıları Sibirya’da aynı yerde bulundu, ancak on binlerce yıl yaşadı. Grup, Neandertal OR7D4 DNA’sının kendi androstenone kokusunu alabildiklerini buldu. Denisovalılar soyu tükenmiş akrabalarımızın esrarengiz bir grubudur.neye benzediği bilinmemekle birlikte ve farklı bireyleri sadece bir diş ve bir parmak kemiğinden biliniyor.Onların DNA’sı, OR7D4 reseptörünün yapısını değiştiren, insanlarda veya Neandertallerde görülmeyen benzersiz bir mutasyon gösterdi. ABD’deki Duke Üniversitesi’nden ekip üyesi Hiroaki Matsunami, Denisovan OR7D4’ü yeniden yapılandırdı ve uzun sürmeden tükenmiş bir burun bu küçük parçasının androstenone’a nasıl tepki verdiğini inceledi. Mutasyona rağmen, Denisovan burnunun kendi gibi çalıştığımız ortaya çıktı.Yakın akrabalarımızın ikisi de, erken insan atalarımız gibi, bu tuhaf kokuyu algılayabiliyordu.

http://www.bbc.co.uk/nature/13448202 http://www.manchester.ac.uk/discover/news/article/?id=14799


T ür ki ye’ dei mkâ nıol a nbi r ç oki ns a n,– pkıt a r i ht eveba da nka ç a ni ns a nl a rgi bi -bui kiha s t a l ı kt a nkur t ul ma ki ç i nç a r eyiş ehil er denöz el l i kl edebüyükş ehi r l er den-ka ç ma kt abul uyor .Ba z ı l a r ıbununi ç i nAk deni zveyaEge’ debi rs a hi lka s a ba s ı nayer l eş meyi ;ki mi l er ideKa zDa ğl a r ıet ekl er i ndeküç ükbi rk öyet a ş ı nma yı düş ünüy İ bni Si na ’ yagör e p, i ns a nvüc udununha ngi a r a ç l a r l ai yi l eş ği niveha ngimüt eha r r i ki ni ns a nvüc udunu s a ğl ı kt a nuz a kl a şr dı ğı nıa r a şr ı r .Ya nis a dec ena s ı l i yi l eş ec eği mi z edeği l , bi z i neyi nvenedenha s t ae ği ne de oda kl a nma k dur umunda yı z .Bi r bi r i nit a ki p edenmoder nl eş me, s a na yi l eş mevek ent l eş mes ür eç l er i yl ebi r l i kt eor t a yaç ı ka nps i k ol oj i kr a ha t s ı z l ı kl a rz a ma nl ai ns a nvüc udundaf i z i ks elet ki l erdeya pma ya ba ş l ı yor . Pr of . Dr . Nevz a tT a r ha n’ ı ndadedi ği gi bi hı z l ı ş ehi rha ya , ka l a ba l ı k, r eka betor t a mı , s ür ekl i bi ryer l er ek oş t ur mavet r a f i ki ns a nl a r ı nps i k ol oj i s i niet ki l i yor .T üm bunl a r a met r opol l er dekiyüks ek bi na l a r , bet onya pı l a r , yeş i l a l a nl a r ı na z l ı ğı daekl eni nc er uhve beden s a ğl ı ğı mı zyı kı c ıet ki l er e ma r uzka l ı yor .21. yüz yı l ı ni l kç eyr eği neya kl a ş ğı mı zş ugünl er de; bomba l a na nş ehi r l er den,evl er i nit er k et mek z or unda ka l a nmi l yonl a r da n, va t a nı nda nuz a kt amül t ec i ol a r a k doğa nyadaebeveynl er ibi rba ş kaül k eyeka ç a kyol l a r da ngi t meyeç a l ı ş ı r k ena i l es i yl ebi r l i kt edeni z deboğul a nç oc ukl a r da n ve t üm bu ol ums uzk oş ul l a r da ya ş a mat ut unma yaç a l ı ş a nka dı nl a r da nba hs et mi y r uzbi l e!Hergünt el evi z yonl a r ı mı z ı a ç ğı mı z daka r ş ı l a ş ğı mı zi ns a nidr a ml a rveha ya t ada i rt r a j edi l erde buya z ı nı nk onus udeği l .




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.