İlim Dergisi 10. Sayı Nisan 2016

Page 1






6

N襤SAN 2016 Say覺 10


‫‪7‬‬

‫مجادى اآلخر ‪ 1437‬العدد ‪10‬‬


8

N襤SAN 2016 Say覺 10


‫‪9‬‬

‫مجادى اآلخر ‪ 1437‬العدد ‪10‬‬


10

N襤SAN 2016 Say覺 10


‫‪11‬‬

‫مجادى اآلخر ‪ 1437‬العدد ‪10‬‬


12

N襤SAN 2016 Say覺 10


‫‪13‬‬

‫مجادى اآلخر ‪ 1437‬العدد ‪10‬‬


14

N襤SAN 2016 Say覺 10


‫‪15‬‬

‫مجادى اآلخر ‪ 1437‬العدد ‪10‬‬


A. Câhiliye Kavramı Üzerine Câhiliye Araplarının yaşantılarına geçmeden önce, Câhiliye1 kelimesinin anlamları hakkında bilgi vermeye çalışalım: Câhiliye kelimesi sözlükte, ilmin zıddı yani bilgisizlik2 anlamına geldiği gibi sukûnetin3 ve hoşgörünün4 zıddı anlamlarına da gelir. Bazı yazarlar o dönemi, yani İslâm öncesi dönemi, ruhî ve ahlâkî yaşamın az gelişmişliği nedeniyle barbarlık5 diye adlandırırken, bazıları da o dönem Araplarının din ve toplum hayatında görülen bazı sakat âdet ve geleneklerinden dolayı Câhiliye isminin verildiğini söyler.6 Câhiliye kelimesinin, bilgisizlik anlamına geldiği, Mu‘allaka şairlerinden ‘Antere (ö.m. 614)’nin, Mu‘allakasında geçen 7

ِ ْ‫هالَّ سأَل‬ ‫ت اخلَْي َل َي ابـْنَةَ َمالك‬ َ َ ِ ‫إ ْن ُك‬ ‫نت جاَ ِهلَةً مبَا َلْ تـَْعلَمي‬

“Atlılara sorsana bilmediklerini, ey Mâlik’in kızı, eğer bilmiyorsan.”8 şeklindeki beytinde görülmektedir. Hoşgörünün zıddı olan barbarlık anlamında kullanılmasına bir örnek de yine Mu‘allaka şairlerinden ‘Amr b. Kulsûm (ö. m. 600)’un şu beytinde geçmektedir: 9

‫َح ٌد َعلَيـْنَا‬ َ ‫أَال الَ َْي َهلَ ْن أ‬ ‫فـَنَ ْج َه َل فـَْو َق َج ْهل اجلَاهلينَا‬ “Hele bize karşı birileri zorbalık10 göstermeye görsün, biz o zaman onlardan da zorba oluruz.”11 Ancak bu kelimenin bilgisizlik ve barbarlık anlamına kullanılamayacağı, özellikle Yarımadanın güneyinde oturan Arapların, geliştirmiş olduğu kültür ve edebiyatın, kelimenin bu şekilde anlaşılmasına imkân vermediği görüşü de baskın görüşlerden biridir. O görüşe göre bu devre “Yarımadada ilâhî kanunların, Allah’dan vahiy alan bir peygamberin ve vahye dayanan bir mukaddes kitabın bulunmadığı devre” manasına kullanılmaktadır.12 Bundan dolayı

16

NİSAN 2016 Sayı 10


da daha önce belirttiğimiz gibi Arapların din ve toplum hayatında bazı sakat âdet ve gelenekler ortaya çıkmıştır. Bir başka tarifte ise “özel olarak Arapların İslâm’dan önceki dinî ve sosyal hayat telakkilerini, genel olarak da kişilerin ve toplumların günah ve isyanlarını ifade eden bir terim” olarak geçmektedir. İslâmî dönemde ortaya çıkmış olan Câhiliye kelimesi, gerek Kur’ân-ı Kerîm’de gerekse hadislerde, Arapların İslâm’dan önceki tutum ve davranışlarını, İslâmî devirden ayırt etmek için kullanılmıştır.13 Elimizde Arapların, İslâmiyetten önceki yaşantılarına dair, İslâm döneminde yaşamış olan râvilerin aktardıkları, Câhiliye şiirlerinde anlatılanlar, Tevrat, Kur’ân-ı Kerîm ve bazı Yunan ve Bizans kitaplarında geçen bilgilerin dışında pek fazla bir bilgi yoktur. Arap edebiyatı tarihçisi Hannâ el-Fâhûrî’ye göre Arapların ortaya çıkışından, Hz. Peygamberin hicret tarihi olan 622 senesine kadar uzanan zaman dilimi Câhiliye olarak isimlendirilir. Bu dönem de kendi arasında Birinci ve İkinci Câhiliye olmak üzere iki kısma ayrılır. Birinci Câhiliye, tarihten önce M. V. asra kadar olan zamanı, İkinci Câhiliye ise, V. asırdan M. 622 senesine kadar olan zamanı kapsar.14 Bir başka görüşe göre ise Câhiliye dönemi Hz. Peygamber’e vahiy gelmesiyle birlikte sona emiştir. Ancak bu dönemin, Câhiliye zihniyetini merkezi hâline gelen Mekke’nin fethiyle (8/630) son bulduğu da ileri sürülür.15 B. Câhiliye Dönemi Araplarında Sosyal Hayat İsmini, sakinlerinin bizzat kendi verdiği16 ve Arapların vatanı olan Arap Yarımadası, batıda Kızıldeniz, güneyde Hint Okyanusu, doğuda Basra Körfezi, kuzeyde Irak ve Şam beldelerini içine alan bir bölgedir. Yaklaşık üç milyon kilometrekarelik bir alanı kapsayan bu yarımada, kendi arasında Tihâme, Necd, Hicâz, Yemen ve el-‘Aruz olmak üzere beş bölgeye ayrılır.17 Sâmi ırkdan olan ‘Arapların, İbrânîler, Finikeliler, Arâmîler, Süryânîler, Bâbilliler ve Âsûrlularla bir bağı vardır. Hepsi aynı köktendir ve dilleri arasında bir benzerliğin yanı sıra yaratılış olarak da birbirlerine yakındırlar.18

Câhiliye Arapları, yerleşik ve göçebe19 olmak üzere iki topluluktan oluşur. Yerleşik hayat sürenler, köylerde ve şehirlerde otururlar, saraylarını ve tapınaklarını, Acem ve Rumlardan mübadele yoluyla almış oldukları harikulâde taşlarla süslerler. Bedevî hayatı sürenlere gelince, bunlar kıyafet, mesken gibi zarurî ihtiyaçlardan ancak kendilerine yetecek ölçüde sınırlı bir varlığa sahiptirler. Kıldan yapılmış çadırlarda otururlar.20 Kısacası bedevî hayatı ile yerleşik hayat sürenler arasında tamamen bir zıtlık vardır. İslâm öncesinde yaşayan Arapların bu şekilde yaşamasında tabiat şartlarının önemli bir rolü vardır. Zira tabiat şartları Arap beldelerini iki kısma ayırır ve ayrılan kısımlar yaşadıkları hayat tarzıyla birbirlerinden farklıdırlar. Hicaz ve Necd bölgelerinin yer aldığı kuzey bölgesindeki Araplar, şartlara göre bir yerden bir yere göçerek hayatlarını sürdürürler.21 Buna sebep memleketin büyük bir kısmının çöllerle kaplı olmasıdır.22 Bunlar ne başkalarından etkilenirler ne de yaşantılarında bir değişiklik yaparlar.23 Bedevî hayatı yaşayan bu Araplar, başka milletlerle karışmamış, halis Arap ırkı olarak kabul edilirler24 ve konuştukları dil de bugünkü anlamıyla Kur’ân dili yani fasîh Arapçadır.25 İçinde bulundukları çöl hayatı tarımla ve sanatla uğraşmalarına imkân vermez.26 Bu nedenle başlıca geçim ve beslenme kaynakları, hayvan yetiştiriciliğidir.27 Hayvanlardan elde ettikleri ürünlerle geçinirler, hayvanlardan elde edemedikleri ihtiyaçlarını da mübadele yolu ile yerleşik kabilelerden temin ederler. Yine baskın ve yağmalar da, çölde yaşayan bedevî Arapların bir diğer geçim kaynağıdır. Bu nedenle aralarında düşmanlık hiç eksik olmaz. Baskın ve yağmalardan dolayı kabileler, kendilerini koruyacak kuvvetli bir kabilenin himayesine girmek mecburiyetinde kalsa da bu durum çok fazla sürmez. Kabile üyeleri birbirlerine her zaman kefildiler. Örneğin biri suç işlese, kabile bu suçu üzerine alır, ganimet ele geçirilse, bütün kabilenin sayılır. Cömertlik ve konukseverlik, bedevî Arapların güzel hasletlerindendir. Ancak bunun yanında bazı kabilelerde kız çocuklarını diri diri toprağa gömme gibi tamamıyla insanlık dışı âdetler de vardır. Yine aynı şekilde kana, kan ile karşılık verilir, intikam alma, kutsal bir görev olarak addedilir.28 Örneğin saf ve ferdiyetçi bir ruha sahip olan bedevîler, “Allah bana ve Muhammed’e merhamet etsin, bizden başka da hiç kimseye” şeklinde dua ederler.29 Bedevî

10 ‫ العدد‬1437 ‫مجادى اآلخر‬

17


Araplarda var olan intikam alma duygusu, yıllar süren savaşların başlamasına neden olmuştur. Örneğin Dâhis ve’l-Ğabrâ Savaşı, Besûs Harbi ve Yevmu’lBu‘âs vakaları bu savaşlardandır ve bunlar Arapların tarihinde Eyyâmu’l-‘Arab diye adlandırılır.30 Güneyde yaşayan Araplar ise kuzey bölgesindekilere nazaran medenîdirler31 ve idarî işlerde daha tecrübelidirler.32 Bunlar Yemen, Hadramevt ve bunlara komşu sahillerde otururlar ve Afrika’daki Habeş dili ile çok yakın bir ilişiği bulunan Sebe’ ya da Himyer dili diye adlandırılabilecek kendilerine has eski bir Sâmi dili konuşurlar.33 Yerleşik bir hayat süren bu Araplar, herhangi bir zorunluluk olmadığı sürece yurtlarından ayrılmazlar.34 Geçim kaynakları ise ziraat ve ticarettir.35 Çölde yaşayan bedevî Araplara nazaran Asya ve Afrika ırklarıyla karışmışlardır.36 İklimi ziraat için elverişli olan Yarımadanın güneyinde gelişen ziraat ve ticaret kültürü sayesinde, akarsuları emniyet altına almak için yapılmış bendler, mabedler, kalıntılarıyla günümüzde dahi dikkatleri çekmekte ve beğeni toplamaktadır.37 Câhiliye döneminde Araplar sosyal yapı olarak hürler, esirler ve mevâlî olmak üzere üç sınıftan oluşur. 1. Hürler; aile topluluğunun veya kabilenin ortak adını taşıyan ve aynı haklara sahip olan kimselerdir. Bunlar birlikte göç eder ve birlikte savaşırlar. Aralarından çıkan şairler, kâhinler ve savaşlarda cesaretleriyle ün kazananlar, diğerlerine nazaran üstün kabul edilseler de hak ve yaşayış bakımından bir farkları yoktur.38 2. Esirler; bu sınıf köle ve cariyelerden oluşur ve hürlerin sahip olduğu şeref ve haklardan mahrumdurlar. Bunlar ya savaşta yakalanırlar ya da esir pazarlarından satın alınırlar. Câhiliye döneminde köle ve cariyelere acımasızca muamele edilir hatta efendisi tarafından öldürülebilirdi.39 3. Mevâlîler; azad edilmiş köle ve cariyelerden oluşan bu sınıf, azad edenin kabilesine mensup sayılır ve mevki olarak hürlerin altında, esirlerin üstündedir. Bunlar hür bir kadın veya kızla evlenemezler ve kısaslarda, hürlerin cezasının yarısı ile cezalandırılırlar.40

18

NİSAN 2016 Sayı 10

C. Câhiliye Dönemi Araplarında Dinî Hayat Câhiliye döneminde Araplarda Yahudilik, Hristiyanlık ve Putperestlik olmak üzere üç din yaygındır. İçlerinden en yaygın olanı putperestliktir.41 Yahudilik, Arap Yarımadasında İslâmiyetten asırlar önce yayılmıştır. Yahudilerin yoğun olarak bulunduğu yer, bugün Medine diye anılan Yesrib’di. Ancak Yarımadada yerleşen Yahudilerin, aslen Yahudi mi yoksa Yahudileşmiş Araplar mı olduğu konusunda ihtilaflar vardır. Bu durum, konumuz dışında olduğu için detaylı bir şekilde anlatmıyoruz. Yahudiler, Yarımadada dinlerini yaymaya çalışmışlar ve Yemen kabilelerinden42 pek çoğu Yahudiliği kabul etmişlerdir. Yahudiler, Tevrat’ın öğretilerini ve bazı hurafeleri halk arasında yayarken, Arap dilini de etkilemişler ve daha önce Arapların bilmedikleri Cehennem, Şeytan ve İblis gibi bazı kelimeleri Arap diline katmışlardır. Yahudilerin, Araplara olan bir diğer etkisi Yunan kültürünün yaygınlaşmasıydı. Zira Yahudiler, YunanRoma hâkimiyeti altında çok uzun süre yaşamışlar ve Yunan terbiye ve edebiyatı ile yetişmişlerdir.43 Arap Yarımadasında varlığını sürdüren bir diğer din Hristiyanlıktır. O çağlarda birkaç fırkaya bölünmüş olan Hristiyanlıktan, Nastûrîler ve Ya‘kûbîler fırkası Arap Yarımadasına sokulmuştur. Hristiyanlığın, Araplar arasında yayılması sonucu, bazıları manastır inşâ edip rahipliğe meyletmişlerdir. Papaz ve rahipler, Arapların pazarlarına gelerek va’z etmişler, ölümden sonra dirilmekten, hesap gününden ve cennet ve cehennemden bahsetmişlerdir. Ancak daha sonra gelen Kur’ân-ı Kerîm, Hristiyanların bu sözlerini ve inançlarını tekzip ve reddetmiştir.44 Puta tapan Araplarda ise her kabilenin ayrı bir putu vardır ve put hangi kabileye aitse o kabile mensuplarının hamisi kabul edilir. Bu nedenle Mekke’nin fethinde Kâbe içerisinde çok fazla put bulunmuştur.45 Her kabilenin kendi putu olmasına rağmen, kabileler, diğer kabilenin putlarının üstünlüğünü de kabul ederlerdi. Ancak putlardan üç tanesi diğerlerine nazaran daha üstün kabul edilmiştir. Bunlar el-Menât, el-Lât ve el-Uzzâ’dır. Putlardan başka Araplarda dünyanın yaratıcısı olan bir Allah inancı da vardı ve ilk ibadet Allah’tan daha yakın ve müşahhas kabul edilen putlara yapılıyordu. Ancak zamanla puta tapma inancı, Yarımadada yayılan ve tek Allah’a inanan başka dinlerin tesiriyle zayıflamıştır.46


D. Câhiliye Dönemi Araplarınıda Kültürel Hayat Câhiliye dönemi Arapları, Keldânîler ve Sâbiîlerle var olan bağları sayesinde astronomi ve doğa ilminde başarılıdırlar. Yedi gezegenden haberdardırlar. Bir yılı 12 kamerî aya bölmüşlerdi. Artık aylar sayesinde üç yılda bir ay kazanıldığını biliyorlardı. Bunların dışında aylara bugün dahi kullanılan isimlerini vermişlerdi. Tıp alanında da bilgileri vardı. Bu alanda tedavi yöntemlerinde kenevirden faydalanıyorlar ve onun inceliklerini biliyorlardı. Dağlama ve damardan kan alma da, kullandıkları diğer tıbbî yöntemlerdi. Bu alandaki bilgilerinin kaynağı, tecrübelerinin yanı sıra Farslılar, Yahudiler ve Süryanilerden nakledilen bilgilerdir. Kehanette bulunma ve bilinmeyen olaylar hakkında haber verme kabiliyeti, Câhiliye Araplarının ilgilendiği bir diğer konudur. Eğer bir kişi gayb hakkında bilgi edinmek ya da gelecekte ne olacağını bilmek isterse bir kâhine giderdi. O dönemde her kâhinin, ona bilgiler getiren bir cini olduğuna inanılıyordu ve kâhinlerin, kâhinliğe özgü kullandığı özel bir dili vardı. Neseb ilmi de o dönemde çok yaygındı. 47 Öte yandan Araplar, fesahat ve belâgata düşkün idiler ve edebiyata çok önem veriyorlardı. Seçkin şairlerin eserlerini hafızalarında tutarak nesilden nesile aktarırlardı. Belâgat ve fesahatleriyle şöhret kazanan şairler, halk arasında özel bir yer edinir ve mensubu oldukları kabilenin övünç kaynağı olurlardı. Senenin belirli mevsimlerinde kurulan Pazar ve panayırlarda okunan ve beğenilen şiirler, Câhiliye döneminde de önemini koruyan Kâbe’nin duvarına asılırdı. Mu‘allakât-ı Seb‘a adıyla bilinen ve günümüzde dahi meşhur olan kasideler, Câhiliye döneminin ürünleri idi.48 Yine aynı şekilde Arapların, Câhiliye döneminde kullanmış oldukları dil, sahip oldukları medeniyetin en büyük göstergesiydi. Arapça, Orta Çağ boyunca, medeniyet dünyasının öğrenim, kültür ve tefekkür dili olmuş, dokuzuncu ve onikinci asırlar arasında felsefe, tıp, tarih, astronomi ve coğrafya alanlarında yazılan kitaplar bu dili kullanmışlardı.49 Arapların söylemiş olduğu Atasözleri ve hikmetli sözler de tarihlerinde önemli bir yer işgal ediyordu. Hatta kullanılan bu sözler için Abbasî döneminde hacimli kitaplar te’lif edilmiştir.50

E. Câhiliye Dönemi Araplarında Siyasî Durum Câhiliye Araplarında özellikle Hicaz bölgesinde kuvvetli bir merkezî hükümet yoktu. Diğerlerine göre üstün kabul edilen bir kabileden olmak övünç kaynağı idi. Yine Yemen, Basra Körfezi ve Suriye’nin güney bölgelerinde kurulan emirliklerde, hâkim sülaleye ya da hükümdarın soyuna mensup olmak, kişiyi imtiyazlı kılıyordu. Bu nedenle daha önce de belirttiğimiz gibi Câhiliye Araplarında soy kütüğü ilmi, önem taşıyordu.51 Çölde yaşayan bedevîlerde ne bir kitap ne de yazılı bir kanun vardı. Sadece kabile düzeni esastı. Kabileyi kan ve topluluk bağı bir araya getiriyordu. Ancak bunun yanı sıra herhangi bir nedenden dolayı kabileye sığınan köle ve zayıf kimseler de kan bağı olmasa bile kabile fertlerinden sayılırdı. Örf ve âdetlerle belirlenen kabile düzeninde sorumluluk hissi kuvvetliydi. Bir kişi suç işlediği zaman bütün kabile o suçu sahiplenirdi. Kabileyi, cömertlik, cesaret ve ağırbaşlılık vasıflarının toplandığı bir reis yönetirdi. Seçimle iş başına gelen reiste, kabile fertlerini itaate zorlayacak tek şey örf ve âdetlerdi. Özgürlüklerine son derece düşkün olan bedevîler, kabile reisinin aldığı bir karara isyan edebilirdi. Araplarda aşırı derecede var olan bu ferdiyetçilik ruhu, çölde bir devlet kurmayı imkânsız hale getiriyordu.52 Kabile reisi, hukukî, askerî ve toplumla ilgili konularda tek başına karar veremez ve kabile meclisi ile istişare ederdi.53

F. Câhiliye Dönemi Araplarında İktisadî Durum Câhiliye dönemi Arapları –bedevî hayat tarzı sürenlerin dışında- zannedilenin aksine medeniyetten uzak değillerdi. Özellikle milâttan önce doğuda yaşayanlar, eski medeniyetin beşiği olarak kabul edilirlerdi. Bunlar ticaret yoluyla diğer dünya medeniyetleriyle tanışmışlar ve bir bağ kurmuşlardı. Yine kervan yolları, yarımadayı dört tarafından sarmış, güneyliler, ticaret sayesinde Hindistan, Mısır ve Rum devletleri arasında imtiyazlı hâle gelmişlerdi. Yine Arap ülkeleri, ticârî konumu itibariyle başka ülkelerin hedefi haline gelmişti. Örneğin güneyden Habeş ve Hintliler, kuzeyden Mısır, Rum, Ârâmî 10 ‫ العدد‬1437 ‫مجادى اآلخر‬

19


ve Farslılar ve doğuda hükümranlığını tamamlamış pek çok devlet, Arap yarımadasını egemenliği altına almaya çalışmıştı. O dönemde yarımada, kervan yolları sebebiyle doğu ile deniz arasındaki tek ulaşım yoluydu ve bu nedenle, medenî ülkelerle Arap ülkeleri arasında daima yakın bir temas vardı. 54 Arap Yarımadasının büyük bir ticaret yolu üzerinde olması, Araplara büyük faydalar sağlamış ve onlara kazanç kapılarını açmıştı. Deniz yolunun güvenli olmayışı sebebiyle tüccarlar, başka memleketlerde üretilen maddeleri nakletmek için karayolunu seçmiş ve bu durum Arap Yarımadasının önemini arttırmıştı. Araplardan bazıları kervanların geçtiği yollar üzerinde yaşayarak kendi adlarına alış-veriş yaparken, bazıları da sürücü, koruyucu ve rehber olarak görev almışlardı.55 Mekke şehri, Câhiliye döneminde önemli bir ticaret merkeziydi. Bunda o dönemlerde de önemini koruya Kâbe’nin rolü büyüktü. Mekkeli tüccarlar, komşu medeniyetlerle bağlantı içerisinde idiler. Mısır, Şam ve Fars ülkelerine gidip-geliyorlardı. Yılın belirli dönemlerinde kurulan pazarlar, ticaret hayatını canlandıran bir diğer etkendi. Yarımadanın doğu ve güneyinde ikamet edenler ise ziraatle uğraşıyorlardı.56 Örneğin Yemen’de çiftçiliğe önem veriliyordu. Yemenliler, yalnız düz arazide değil, meyve ve bahçeciliğe elverişli meyilli yerlerde de çiftçilik yapıyorlardı. Tarım yapılması zor olan bu arazileri, tarıma elverişli hale getirmek, onlara ayrı bir medeniyet kazandırmıştı. Bu nedenle günümüze kadar kalıntıları ulaşabilen sedler inşâ etmişlerdi.57 Belirli aralıklarla kurulan panayırlar, Arapların kültürel hayatının yanı sıra ticarî hayatını da olumlu yönde etkilemiştir. Haram aylar diye kabul edilen senenin dört ayında (Zilkâde, Zilhicce, Muharrem, Receb) yapılan savaşlara ara verilip Yarımadanın çeşitli bölgelerinden gelen kafileler, belirli yerlerde toplanıp alış-verişler yapıyor ve mal mübadelesinde bulunuyordu. Bu panayırların en meşhurları ‘Ukâz panayırı idi ve her yıl Zilkâde ayında açılıyordu.58

Endnotes

1 Izutsu, Toshihiko, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar (çev.

Selâhattin Ayaz), 2. baskı, İstanbul 1991, s. 51-62; Izutsu, Toshihiko, Kur’ân’da Allah ve İnsan (çev. Süleyman Ateş), İstanbul t.s., s. 254-279; “Câhiliye” kelimesinin anlamı ve kökü hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Tülücü, Süleyman, “ ‘Câhiliye’ Kelimesinin Mânâ ve Menşe’i”, Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi Dergisi, sy. 4 (1980) s. 279-285; Yalar, Mehmet, “Câhiliyenin Kavramsal ve Tarihsel Mahiyeti Işığında Şiirin Sosyal Arka Planı”, Nüsha Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, yıl. 6, sy. 23, (Yaz 2006), s. 132-133; Yahyâ el-Cubûrî, eş-Şi‘ru’l-Câhilî, Hasâ’isuhû ve Funûnuhu, 5. baskı, Beyrut 1986, s. 25-30. 2 İbn Manzûr, Cemâluddîn Muhammed. b. Mukerrem, Lisânu’l‘Arab, Beyrut 1990, XI, 129; İbn Sîde, el-Muhkem ve’l-Muhîtu’lA‘zam fi’l-Luğa (nşr. ‘Abdussettâr Ahmed Ferrâc), Beyrut 1968, IV, 119; el-Ezherî, Muhammed b. Ahmed, Tehzîbu’l-Luğa (nşr. Komisyon), Kahire, ts., VI, 56.

3 bn Fâris, Mu‘cemu Makâyîsı’l-Luğa (nşr. ‘Abdusselâm Muhammed Hârûn), Beyrut, ts., I, 489.

4 İbn Dureyd, Cemheretu’l-Luğa, Beyrut, ts., I, 114; Komisyon, Dictionnaire Arabe-Français-Anglais, Paris 1967, I, 1845.

5 Goldziher, Ignaz, Muslim Studies (çev. C. R. Barber, S. M. Stern),

2. baskı, New York 1977, I, 202; Goldziher, Ignace, Klasik Arap Literatürü (çev. Azmi Yüksel, Rahmi Er), Ankara 1993, s. 16; Şevkî Dayf, Târîhu’l-Edebi’l-‘Arabî I, el-‘Asru’l-Câhilî, 4. baskı, Kahire ts.,39.

6 Çağatay, Neş’et, İslâmdan Önce Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, Ankara 1957, s. 87.

7 Dîvânu ‘Antere, Beyrut, ts., s. 25. 8 Beyitin çevirisi için bkz. Yedi Askı, Arap Edebiyatının Harikaları (çev. Nurettin Ceviz, Kenan Demirayak, Nevzat H. Yanık), Ankara 2004, s. 97. 9 Dîvânu ‘Amr b. Kulsûm (nşr. İmîl Bedî‘ Ya‘kûb), Beyrut 1991, s. 78. 10 Bu şiirde “zorbalık” şeklinde anlaşılan ‫ جهل‬fiili “yanlışlık” şeklinde de tercüme edilmiştir. Bkz. Yalar, Mehmet, “Câhiliyenin Kavramsal ve Tarihsel Mahiyeti Işığında Şiirin Sosyal Arka Planı”, Nüsha Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, s. 133.

20

NİSAN 2016 Sayı 10


11 Beyitin çevirisi için bkz. Yedi Askı, Arap Edebiyatının Harikaları, s. 85.

Söylemez, Mustafa Hizmetli), Ankara 1997, s. 10-14.

12 Hitti, Philip K., Siyâsî ve Kültürel İslâm

29

Tarihi (çev. Salih Tuğ), İstanbul 1995, I, 46; Hannâ el-Fâhûrî, el-Mûcez fi’l-Edebi’l‘Arabî ve Târîhih, 2. baskı, Beyrut 1991, I, 131-132.

13

Fayda, Mustafa, “Câhiliye”, DİA, İstanbul 1993, VII, 17. 14 Hannâ el-Fâhûrî, el-Mûcez, I, 39-40.

15 Fayda, Mustafa, , “Câhiliye”, DİA, VII, 18-19.

16 Şevkî Dayf, el-‘Asru’l-Câhilî, s. 17;

Brockelmann, İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi, I, s. 4. 30 Hitti, Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi, I, 134-135.

31 Şevkî Dayf, el-‘Asru’l-Câhilî, s. 27. 32 Komisyon, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, I, 108.

33 Hitti, Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi, I, 55-56.

34 Hannâ el-Fâhûrî, el-Mûcez, I, 38.

Brockelmann, C., İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi I (çev. Çağatay, Neş’et), 2. baskı, Ankara 1964, s. 1.

116.

17 Şevkî Dayf, el-‘Asru’l-Câhilî, s. 17-

36 Şevkî Dayf, ‘Asru’d-Duvel ve’l-İmârât,

18; Şevkî Dayf, Târîhu’l-Edebi’l-‘Arabî V, ‘Asru’d-Duvel ve’l-İmârât, y.y., ts., s. 11; Hannâ el-Fâhûrî, el-Mûcez, I, 33-34.

18 el-Fâhûrî, el-Mûcez, I, 38. 19 Göçebe ve yerleşik hayatı birbirinden

35 Çağatay, İslâmdan Önce Arap Tarihi, s.

46; el-Fâhûrî, el-Mûcez, I, 38.

24 Şevkî Dayf, ‘Asru’d-Duvel ve’l-İmârât, s. 34.

25 Hitti, Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi, I,

53 Hitti, Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi, I, 52.

54 el-Fâhûrî, el-Mûcez, I, 40-41. 55 Ahmed Emîn, Fecru’l-İslâm, s. 40-41. 56 Şevkî Dayf, el-‘Asru’l-Câhilî, s. 76-77,

28-29.

120; Şevkî Dayf, el-‘Asru’l-Câhilî, s. 67.

41 Günaltay, İslâm Öncesi Araplar ve Dinleri, s. 19; el-Fâhûrî, el-Mûcez, I, 45.

42 Bir diğer kaynakta, Yemenlilerden,

Yahudiliği yalnız bazı hükümdarların ve etrafındakilerin kabul ettiği ve Arap kabilelerinin bu dini uygun görmedikleri söylenir. Bkz. Günaltay, İslâm Öncesi Araplar ve Dinleri, s. 89.

43 Ahmed Emîn, Fecru’l-İslâm, s. 55-57.

45 Günaltay, İslâm Öncesi Araplar ve

28 Ahmed Emîn, Fecru’l-İslâm (çev. Ahmed Serdaroğlu), Ankara 1976, s. 3639; Günaltay, Şemseddin, İslâm Öncesi Araplar ve Dinleri (çev. M. Mahfuz

ve Dinleri, s. 12; Komisyon, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, I, 111-113.

58 el-Fâhûrî, el-Mûcez, I, 59-60.

s. 117; Şevkî Dayf, el-‘Asru’l-Câhilî, s. 67.

26 Komisyon, Doğuştan Günümüze Büyük

s. 116.

52 Günaltay, İslâm Öncesi Araplar

38 Çağatay, İslâmdan Önce Arap Tarihi,

44 Ahmed Emîn, Fecru’l-İslâm, s. 57-60.

27 Çağatay, İslâmdan Önce Arap Tarihi,

116.

57 Çağatay, İslâmdan Önce Arap Tarihi, s.

55.

İslâm Tarihi, İstanbul 1989, I, 106.

51 Çağatay, İslâmdan Önce Arap Tarihi, s.

Brockelmann, İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi I, s. 3.

40 Çağatay, İslâmdan Önce Arap Tarihi, s.

23 Hitti, Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi, I,

50 Şevkî Dayf, el-‘Asru’l-Câhilî, s. 86.

37

20 el-Fâhûrî, el-Mûcez, I, 41-42.

Brockelmann, İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi, I, s. 3.

19.

81.

39 Çağatay, İslâmdan Önce Arap Tarihi, s. 119-120; Şevkî Dayf, el-‘Asru’l-Câhilî, s. 67.

22

49 Hitti, Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi, I,

s. 34.

ayıran net bir çizgi yoktu. Yarı göçebe merhaleler olduğu gibi şehir hayatına benzeyen durumlar da vardı. Bkz. Hitti, Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi, I, 45.

21 Şevkî Dayf, el-‘Asru’l-Câhilî, s. 26.

Dinleri, s. 14-15.

Dinleri, s. 71.

46 Brockelmann, İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi I, s. 4-5.

47 el-Fâhûrî, el-Mûcez, I, 47-49. 48 Günaltay, İslâm Öncesi Araplar ve

10 ‫ العدد‬1437 ‫مجادى اآلخر‬

21


Siyer, sîre kelimesinin çoğuludur. Sözlükte, iyi ya da kötü tutulan yol, hayat tarzı, gidişat anlamlarına gelir. Bir ilim dalı olarak siyerin, Peygamberimiz’in (s.a.v) doğumundan vefatına kadar olan bölümü, tarihin belli bir dönemini anlatması sebebiyle tarih ilmi; Peygamberimiz’in (s.a.v) söz, fiil ve takrirleriyle ilgilenmesi sebebiyle de hadis ilmiyle alakalıdır.1 Müslüman olan her toplum gibi Türkler de Müslüman olduktan sonra İslam’ı tanıma çabası içine girmişlerdir. Türkler İslami bilgilerini ilk olarak sözlü edebiyattan almış, daha sonra ise hadis kitapları, siyer, genel İslam tarihi, kısası enbiyâ gibi yazılı kaynaklara ulaşmışlardır. Türklerin İslam’ı ve Peygamberimizi (s.a.v) tanıma gayretleri, sonucunda birçok alanda eser vermelerine olanak sağlamıştır. Bunların en önemli bölümünü “siyer” oluşturur. Bu kısımda yazılan ilk eserler, genellikle Arapça ve Farsça eserlerin çevrileri olmakla birlikte ilerleyen zamanlarda birçok Türkçe telif eser de verilmiştir. Türkçe siyer kitaplarını şekil ve içerik açısından mensur, manzum ve mensur-manzum olmak üzere üç kısımda inceleyebiliriz: Mensur siyer kitapları Siyer kitapları genel olarak nesir şeklinde yazılmıştır. Buna, Bâkî’nin “Mealimü’l-yakin fi sireti seyyidi’lmürselin” adlı eserini ve Manisalı Mahmud’un “el-Mevahibü’l-ledüniyye bi’l-minahi’l-muhammediyye” adlı eserini örnek olarak gösterilebilir. Manzum siyer kitapları Okuyucunun aklında daha kolay kalması için şiir formunda yazılmış siyer eserleridir. Bu eserler altmış üç ile doksan dokuz beyit arasında yazılmıştır. Bu esere örnek olarak Münirî’nin “Siyer-i nebi” adlı eserini gösterebiliriz. Manzum-Mensur siyer kitapları İçerisinde bulunan şiirlerle birlikte genellikle nesrin ağırlıkta olduğu eserlerdir. Buna, Türk edebiyatının ilk müstakil siyer eserini veren Mustafa Darir’in “Sîret’ün-nebi” adlı eseri örnek olarak verilebilir.2

Muhteva bakımından siyer kitapları Mevlit

Hicretname

Miraciye

Esma-i şerif

Hilye-i şerif

Gazavât-ı şerif

Neseb-i şerif

Şemail-i şerif

Delail-i nübüvve

Hukuk-Hasâis

1 Dini Kavramlar Sözlüğü (D.i.b) s.597 2 Tergib, Ayhan, Siyer Yazıcılığı ve Türklerin Siyer İlmine Katkıları, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi; Klasik Türk Edebiyatının Kaynakları Özel Sayısı.

22

NİSAN 2016 Sayı 10


Mevlit Manzumeleri: Hz. Peygamber’in doğum gününü, dünyaya gelişini anlatan eserlerdir. Mirâciye veya Miraçnameler: Hz. Peygamber’in miracını anlatan eserlerdir. Hicretnameler: Hz. Peygamber’in hicretini anlatan eserlerdir Hilye-i şerifeler: Hz. Peygamber’in, boyu, yüzü, gözleri, kaşları, yürüyüşü gibi cismî sıfatlarını anlatan eserlerdir. Esma-i şerife: Hz. Peygamber’in isimlerinden bahseden eserlerdir. Neseb-i Şerif: Hz. Peygamber’in, Hz. Âdem’den başlayarak, nesebinin silsilesini konu edinen eserlerdir. Gazavât-ı Nebî: Hz. Peygamber’in askerî faaliyetlerini anlatan eserlerdir. Delâil-i Nübüvve: Hz. Peygamber’in, vahyin inmeden önceki ve sonraki zamanlarda zuhur eden peygamberlik alâmetlerini anlatan eserlerdir. Şemail-i Şerife: Hz. Peygamber’in huylarını, sözlerini, sohbetlerini, ibadet etmesini, elbiselerini, yemek yemesini ve sâir davranışları ve hareketlerinin tümünü anlatan eserlerdir.

Siyer İlminin Tanzimat ve Cumhuriyete Kadar Olan Dönemi: Siyer ilmi, Tanzimat ve Cumhuriyete kadar edebiyatın konusu olması dışında İslami ilimlerde müstakil bir yere sahip olmayıp Hadis ilminin bir alt dalı olarak incelenmekteydi. Peygamberimizin hayatı, Türk toplum hayatına girmesinden Tanzimat devrine kadar kıssalar ve menkıbeler etrafında anlatıla gelmişti. XIX. Yüzyılda şarkiyatçıların siyer ilminin kaynaklarının güvenirliliği ve metodu hususunda yapmış olduğu eleştiriler İslam dünyasında bu hususta bazı tartışmalara yol açtı. Bunun sonucunda iki yöntem belirlendi. Birinci yöntem, güvenilir rivayetlerle beraber edebiyat çizgisini devam ettiren gelenekçi metottur. Bu gruba örnek olarak Düzceli Yusuf Suat’ın eserini zikredebiliriz. İkinci yöntem ise mucizeler ve kıssalarla örülmüş olan peygamberimizin hayatını rasyonel bir hale sokan reformcu bir yöntemdir. Bu yönteme örnek olarak: İzzet Derveze ve Muhammet Heykel’in eserleridir. Cumhuriyet döneminde gelindiğinde ise baskılar ve politikalar sebebiyle sahih rivayetler dahi göz ardı edilecek şekilde bir metot benimsenmiştir. Bunu müfredat programında şu sözler ifade edilmiştir: İslam dinini insanlara öğreten zat; Hz. Muhammed’dir. Hz. Muhammed’in hayatı ve ahlakı hakkında (muhtasar bir surette) yalnız tarihi hakikatler söylenecek, çocukları alâkadar etmeyen tafsilattan sarf-ı nazar edilecektir. Mucizelerden ve harikulade menkîbelerden bahis olunmayacaktır.(İlk Mektepler Müfredat Programı, 1926: 46)4 Sonuç olarak, siyer yazımında sahih nakillerle birlikte olayları sebep-sonuç biçiminde ele alarak okuyuculara aktarmamız daha doğru sonuçlara ulaşmamıza fayda sağlayacaktır.

Hukuk ve Hasâis: Hz. Peygamber’in dünya ve ahiretteki hakları, müminlerin üzerindeki hakları ve Müslümanların onun karşısındaki tutum ve davranışlarından bahseden eserlerdir.3

3 Tergib, Ayhan, Klasik Türk Edebiyatının Kaynakları, Özel Sayısı.

4 Dumlupınar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi 43. Sayı 10 ‫ العدد‬1437 ‫مجادى اآلخر‬

23


24

N襤SAN 2016 Say覺 10


‫‪25‬‬

‫مجادى اآلخر ‪ 1437‬العدد ‪10‬‬


26

N襤SAN 2016 Say覺 10


‫‪27‬‬

‫مجادى اآلخر ‪ 1437‬العدد ‪10‬‬


28

N襤SAN 2016 Say覺 10


‫‪29‬‬

‫مجادى اآلخر ‪ 1437‬العدد ‪10‬‬


30

N襤SAN 2016 Say覺 10


İşte benim idolüm… Bir filmdeki rolüyle hayran olup gerçek yaşantısıyla soğuduğum sinema yıldızlarından çok öte. Sürrealist şairler, underground yazarlar, mitolojik kahramanlar ne ki! Benim starım o. Hayal ettiğin, yokluğunu hissettiğin ne varsa bu hayatın içinde. Aşk mı? Burada. Savaş mı? Burada. Doğa, dostluk, gerilim, hüzün, sosyallik hepsi burada. Siyer-i nebî gibi bir yaşantı tabii ki insanı peygamber eder. Benim peygamberim… Kem küm etmeden peşinden gidebileceğim lider, boynuna sarılıp salya sümük ağlayacağım dost, bütün gizli komplekslerimi çekinmeden açabileceğim sırdaş… Onun dışında kime elimi atsam bir yanı çürük çıktı. Zühdüne vurulduğum kişide sosyal hayat görmedim. Adaletine hasta olduğumda analar gibi şefkat yoktu. İlim deryaları gönül yoksunu idi. Usulcacık kalbime dokunanalar da modern vizyon yok. Hoş ben kim oluyorum ki! Şu fani cihanda, özellikle ultra-modern çağımızda en çok yakındığım şey bölünmedir. Ontolojik, insanî ve dinî bölünme… Düşünsene, önce insan kâinattan koparıldı. Kuşlardan, karıncalardan ve dere boylarından bağımsız bir varlık olduğumuz zehabına kapıldık. Horoz sesi artık sadece telefon melodilerinde. Sonra insanî bölünme başladı. Siyah tenli beyazdan, işçi patrondan, patolojik olan sağlıklıdan ayrıldı. İnsanî bölünmenin diğer boyutunda ruhtan kopuk beden, duygudan kopuk akıl, kalpten kopuk sözcükler yer alıyor. Ve tabii dinî bölünme… İbadet sûfîlerin parseline girdi, siyaset ümerânın, ilim ulemânın… Domuz yemek haram. Peki ya sokak köşelerinde esrar çeken gençlere sahip çıkmamak? Fıkıh onunla ilgilenmez işte. Peygamberî yaşantıda beni en çok tavlayan husus tam da bu. Bütüncül ve içi içe bir hayat. Teheccüd namazları, hurma lifleri, kılıç şakırtıları ve Rab bir arada. Ah burayı birkaç satır uzatmak isterdim... Bi kere ot bitmeyen, medeniyet görmemiş bir coğrafyada dünyaya geldin. Neden Roma ya da Pers İmparatorluğu’nun ihtişamlı bir kentinde değil? Ne demek bu? Her şeyi kendi tırnaklarınla kazanacaksın. Günün birinde, mesela bir veda hutbesinde, eskinden çoğu bedevi yüz bin insan tek yürek, tek ses seni dinlerken bu durum, ne kadim kültürüne ne insan kalitene yorulmayacak. Hiç kimsenin, hiç bir şeyin minneti olmayacak üzerinde Rabbinin lutf u kereminden başka. Rabbimizin rolü apayrı. Ciltler yetmez. “O seni yetim ve öksüz bulup sığınacağın bir ortam sunmadı mı? Şaşkının biriydin sen. O yol yordam göstermedi mi?” Bu nasıl bir kader, ne acı bir acı bu böyle? Baban henüz yirmi beş yaşında ve sen anne karnında iki aylıkken ölüyor. Bir baba için ölmekten daha zoru, çocuğundan uzakta, onun boynunu son kez doyasıya

koklamadan ölmektir. Geride yirmi üç yaşında, ilk göz ağrısının cenazesini bile göremeyen bir anne. Geride çöl fırtınalarında kaybolan hayaller, göçebe kabileler dolusu hasret… Aman Allahım, o da ne! Annesini de koparıyor kader altı yaşındaki dalından. Anne diye kavurucu öğle sıcaklarının göğsüne koy başını yavrucağım. Güney kervanlarına koş her sabah annem geldi diye. Dünyanın bütün oyuncakları ve bir o kadar bütün oyuncaklar bir anne koynunun sıcaklığına erişebilir mi? En üstünler, en çok acı çekenlerdir. Kanından ve ırkından olmayanları da içine alsın diye ölümlerle öyle açmış ki Rabbim senin kalbini… Ana babaya doymadıysan çocuklara doyacağını sanma. Kendi ellerinle toprağın soğuk kollarına teslim edeceksin ilk yavrunu, sonra diğerini, sonra diğerini, sonra diğerini, sonra diğerini. Tek Fatıman kalacak senden sonraki altı aya. Demek sevdiklerini kaybederek sevmeyi öğreniyor insan. Çok uzaklardakilere yer açılsın diye toplanıyor en yakındakiler. O ki takdir edenlerin en iyisidir. Kıyamete dek gelen bütün annelere yer açtı kalbinde. Yeni Zelandalı çocuklar, Bolivyalı silah kaçakçıları, Ugandalı mahkûmlar! Gelin. Benim önderimin kalbinde size de yer var. Benim kahramanım koyun otarmıştır gençliğinde. Bodur otlaklarda muallaka şiirleri terennüm eden sırtı terli bir çobandır o. Ne namuslu, ne mağrur bir meslek! El emeğiyle parasını kazanan bir insanı hangi sermaye tekeli, hangi banka konsorsiyumu tehdit edebilir? Bütün peygamberler aynı mesleğin tornasından geçmemiş mi? Liderliğe hazırlığın ön aşamaları… Sabır, itidal ve idare ocağı… Öyle ya, insanın kalbini kazanmak, onun bir parçası olduğu eko-sistemin de kalbini kazanmayı gerektiriyor. Sesleri gök kubbeyi inleten hocalar ey! Hayvan barınaklarında durum nedir bilir misiniz? Sanayi atıklarından deniz canlıları ne halde acep? Her dakika karşıdan karşıya geçen kaç masum hayvan eziliyor araba tekerleri arasında? Metropollerde yaşam alanları hızla çalınan kedi ve köpekler sizler gibi hangi güvenlikli siteye, hangi toplu konut projesine kaçsın ey medeniler! Ve işte evleniyorsun… Bir kadına değiyor elin. Zarafete, merhamete ve sükûnete değiyor. Babanın maddi desteğini, annenin şefkatini sunacak bir kadın bahşediyor sana Rabbin. Sevin şimdi. Serin akşam kumlarına kapan ve ağla mutluluktan. İyi bir hanım ne iyi bir saadettir hele sen de iyiysen! Sarp kayalarla çarpışan ruh bir güzel yumuşar yumuşak bir avuç içinde! Ne kadar azıyla yetinmeye razı olursak, o kadar büyüğüne mazhar eder bizi Yaratan, Yaraları Kapatan… Uzlet köşesinden halka akıl veren bir guru değil, sokağın ve ailenin içinde halkla soluyan bir peygamber kılmayı diledi seni Rabbin. Gel de hayran 10 ‫ العدد‬1437 ‫مجادى اآلخر‬

31


olma işte. Biz rızık endişesiyle ve bireysel konforumuz bozulmasın diye bir iki çocuğa, o da otuzundan sonra ancak razı oluyorken, bu mübarek insan altı çocuk babası. Üstelik Hatice annemiz kırklı yaşların üstünde. “Sizin en iyiniz, hanımlarına en iyi davranandır” diyen bir önder. Eşlerini sırayla savaşlara götürmesi, el âlem ne der demeden onlarla şakalaşması ve yarış yapması, milli kutlama ve gösterilere onları götürmesi, elbisesindeki sökük yırtığı kendi onarması, ev işlerinde onlara yardımcı olması… Davayı, yoğun iş temposunu ve yorgunluğu bahane edip hanımlarına vakit ayırmayan, bir sahil yürüyüşünü, bir park gezisini, ayda yılda bir cam silip evi süpürmeyi eşine çok gören, ağlayan çocuğu susturması için her defasında eşlerine bağıran kocalar... Yani fırıncı Celal abi, bankacı Hüseyin bey, belediyeden müdür Ekrem! Bu peygamberden bize mutlaka lazım. Derken mağarada altı aylık manevî kamp süreci başlıyor… Yaş kırk. Gençliğin ihtiras köpüğünün kaybolup olgunluk deminin çöktüğü zamanlar. İlk vahiy alışın. Bir pazartesi günü Cebrail iniyor tanımsız maveradan. Ötelerlesin, ötelerdesin şimdi. Yıllardır sırrını çözemediğin o tanrısal boşluk artık doldu. Bütün soruların cevap bulduğu, bütün kaçışların nihayete erdiği ilahî soluk sarmaladı ruhunu. Seçilenlerden kılındın, çünkü seçilmek derdinde değildin. Kazandın, çünkü bir kazanç beklentin yoktu. En iyi komutan en iyi asker olduğu için seçildin sen. Uymayı beceremeyen yönetmeyi de beceremeyeceği için. Sıradan, namuslu ve alnının teriyle yaşamını idame ettiren koyun çobanı olmaya razı olduğun için çağlara ve nesillere önder yaptılar seni. Demek bekârlıkta ne kadar iyiyse evliliği de o kadar iyi insanın. Hizmet etmeyi bildiği kadar hizmet görüyor, mutlu etmekten hoşlandığı kertede mutluluğu buluyor insan. En azıyla yetinenler hep daha fazlasını bulacaklar ve ötesine tamah edenler daha azından bile mahrum kalacak. Peygamber oldun ya, birçok dostunla aran açılacak bundan böyle. Senli sofraların tadı kaçacak bazıları için. Toprak evlere çatı yaptığın yıldızlar altında beraber yürüdüğün kimi dostların yol değiştirecek seni görünce. Peygamberlik… Kulun kula kurduğu her tür sömürü tezgâhını dağıtmak… Bu vakte dek ahlaklıydın sadece. Artık ahlaklı kılacaksın; çevreni, sesinin ulaştığı her yeri. Toprağın altında olgunlaşan tohumun çatlama anı bu. Tarihin belli dönemeçlerinde toplumlar özlerindeki ilahî sese sağırlaşır ve sahte ilahlar edinirler. Ekonomiden kültüre birçok put türer zihinlerde. İnsanın insana, hatta insanın kendine kurduğu birçok sinsi tuzak… Din bile putlaştırılabilir bazı. Allah’ı bile parsellemeye cehdeder bazıları. Hak dava için lüks konutlarda sefa sürer kimi. Vatan millet için büyük ihaleler kovalar, putları yıkarken putlaşır kimi-

32

NİSAN 2016 Sayı 10

leri. Bu dönemeçlerde tarihin yönünü değiştirecek ilahî müdahale elçiler üzerinden gerçekleşir. Ey Rasül! Ne zordur yaşadığın çevrenin yerleşik kalıplarını kırmak! Üstelik karizman çizilecekse ve üstelik en yakınlarından başlamanı istiyorsa Rabbin. Sahi, ne zordur yakın bir dosta hayatını sarsacak gerçekleri söylemek! İlk vahyin psikolojik etkisiyle dehşete düşmüş bir halde evine koştuğunda öyle güzel teselli etti ki seni hayat yoldaşın… “Hayır! Yemin olsun ki Allah asla seni yüzüstü bırakmaz. Çünkü sen…” Bütün mesele bu çünküden sonrası dostum. “Çünkü sen akrabanı gözetirsin. Doğruyu söylersin. Güçsüzlerin yükünü yüklenirsin. Yoksulun kazanmasını sağlarsın. Misafiri ağırlarsın. Haktan gelen musibetlere karşı insanlara yardım edersin.” Öyleyse bu hususlar temeldir. Dinin namaz gibi, oruç ve hac gibi sonraki ibadetleri hep bu temel ahlakî ve sosyal sorumluluklar üzerinde yükselir. Hangi meslek ve konumda Müslüman olursan ol, önce ahlaklı ve çevrene karşı duyarlı olacaksın. Ve sizi kankalarınızdan ve kafadarlarınızdan değil, mahalledeki berberden soracağız. Teyze oğullarınızdan, ön şeritteki araç sahiplerinden, sokağınızdaki çöp konteynerini karıştıran kedilerden… Bir namaz, eğer üst kattaki komşunun ay sonunu nasıl getirdiğini düşündürmüyorsa, o kültürfiziktir... Yüreğini açabildiğin kadar müminsin. Güvercinlere, köşedeki bakkala, eve gelen tesisatçıya… O zaman gelin gerçekte size neyin haram olduğunu söyleyeyim: İşçi eti, akan ter ve yoksula bölüştürülmeyen mallar… Sana üç yıl süre. Dinin sokaklara, ülkelere, hatta kıtalara taşacak yükünü omuzlayacak çekirdek kadronu yetiştir. Gizli davet dönemiyle önce imanî güçlenme, ardından açık davetle sosyal güçlenme ve hicretle siyasî güçlenme… Eğer bir toplumun kökleşmiş değerlerini değiştireceksen, sana ödetilecek bütün bedellere göğüs geren küçük bir grubu eğiteceksin önce. Gayet sessiz ve pasif bir direnişle doğrularına çağıracaksın insanları. Hiçbir vaat yok, hiçbir atama ve terfi sözü yok. Dikenli otlar gibi insanı yara bere eden acı sade… Üç yıllık ambargoda yükselen çocuk iniltileri, ana feryatları ve açlık dalga dalga yayılıyor. Ne kara bahtlı sahabelersiniz siz! Yıllar sonra din güçlenip ganimetler yığıldığında peygambere katılsaydınız ya! Bugün kızgın kumlarda sürüklenmek var size. Premium otomobiller sensörlü garajlardan peş peşe girerken size iett’lerde ter koklamak var. Buna rağmen kendileri gece yarıları direklere kavga dövüş bayrak asarken, başkanlarının restoranlarda zengin ağırladığı partililer gibi değilsiniz siz. Peygamberiniz de sizinle aynı çile ve işkencelere maruz kalıyor. Siz bir gündür açsanız emin olun, o üç gündür aç. Yıllar sonra fetih-


ler müyesser olup çoğunuz geniş bağ bahçe sahipleri olduğunuzda bile, o yine yüzüne iz çıkaran hasırın üstünde uyuyor olacak. Böylesi şeffaf bir kardeşlik bağı, böylesi eşit bir inanç birliğini başka nerede bulurum? Öz vatanın haram ediliyor sana. Kureyş’in aristokratları civar kabileleri de saflarına katarak bir avuç adanmış ruha aman vermiyor. Açık davet döneminde tevhid meşalesini bir adım daha öteye taşımak, bir putperest haneyi daha aydınlatmak için her fırsatı değerlendiriyorsun. Hac mevsimlerinde komşu kabilelere yapılan davet ziyaretleri, taşlanarak döndüğün Taif yolculuğu ve yol ortasında yüzüne karşı sövgüler, sataşmalar… Arkadaşlarından bir kısmını Habeşistan’a göndermek zorunda kalıyorsun. Din birliği yetmediğinde ahlak ve adalet birliği devreye giriyor. Hanif mayanın tutması için meşru bütün kapılar çalınmalı. Peygamberliğin onuncu yılı, hüzün yılı… Siyasî koruyucun amcan, ruhî koruyucun hanımın yok artık. Üç gün arayla hissedilen derin siyasî ve ruhî boşluk... Sokağın ve yuvarın daha bi ıssızlaşması… Sevgili Efendimizi en sıkıntılı ve himayesiz yıllarında omuzlayarak sanki görevlerini tamamlamış gibiler. Onu küresel dünyaya açacak Medinelilere teslim edip veda ediyorlar. Ey Hatice! Ana babasız ve beş parasız bir kocanın bütün kalp fırtınalarını, bütün fikir çilesini yirmi dört yıl engin şefkatinde eriten fedakâr yoldaşım! Müslümanların bir köle, bir çocuk ve bir kadından ibaret olduğu günlerin isimsiz kahramanı ey! Muzaffer dönemleri göremeden gittin. Sana sevdiğin kolyelerden almak isterdim, ucu ince işlemeli yüzüklerden. Ama olmadı işte. Tam da çile ve yoksulluğumun en feci dönemine rastladın. Hakettiğin rahatı bir türlü sağlayamadım. Rabbim sana benden çok daha fazlasını verecektir. O ki emanete sahip çıkanların en hayırlısı. Haticem! Bu dünya sana doymak için çok kısa sürdü. Seni ahiretime sakladım. Şimdi Medine yolundasın… Hicretten başka yol kalmadığında, hiç ummadığın Yesrib’ten bir el uzattı sana Rabbin. Dileseydi Mekke’de de büyütürdü bu davayı. Hatırlasana, hicret yolunda bile kâfirin birini kılavuz etti sana. Böyledir Rabbinin işleri. Bir hayır çalışmasının, bir ilim ve ahlak hareketinin yakınındakiler şımarmaya başlayınca, biz olmazsak bu değirmenin suyu kesilir kuruntusuna kapılınca, başka bir yerden, bambaşka bir yerden sondajı vurur Rabbin ve nice varlık için hayat suyunu fışkırtır şaşakalırsın. Ama Mekkeliler haketmediler bu kutlu dine ev sahipliği yapmayı. Vah zavallılar! Bugün kaçtınız. Yarın, Mekke fethedildiğinde nasıl kaçacaksınız? Muhammed’den kurtuldunuz diyelim. Muhammed’in Rabbinden nasıl kurtulacaksınız?

Medine’ye hicretin 21. Yüzyıl Türkiye Müslümanları için apayrı bir önemi var tabii. Muhalifken cihad edebiyatı yapıp iktidar olunca vatanı, bayrağı her şeyin önüne alanlar… Çanakkale sözkonusu olduğunda niçin vatan kadar şeriatın, bayrak kadar Allah’ın adı geçmez? Mesele vatansa geri her şey gerçekten teferruat mıdır? Şehitlik sınır muhafızlığı mı, kelimetullah mücadelesi midir? Peygamber niye terketti öz yurdunu? Kaçan bir hain miydi yoksa vatanını düşman ellere bırakan? Sizin gibi kanının son damlasına kadar savunmaya gücü yoktu he belki… Kimi vakit din ve vatan yol ayırımına gelir insan. Hicret budur. Bazı din ve aile-soy ayırımına gelir. Bedir, Uhud budur. Etnik milliyetçilik ve Hegelyen devletçilik anlayışına sahip olanlar için siyer-i nebî haliyle romantik bir idealden, hayalî bir tatminden öteye gitmiyor. Ve ilk savaş… Damadın kayınçosuyla, babanın oğluyla sırf Allah için vuruşmaya çıktığı Bedir meydanı. Cihadın sade mümin zayiatı olduğu güçsüz aşama geçilince cihada izin verildi. On beş yıl boyunca düşmanın her tür tecavüzüne bir fiskeyle bile olsa cevap verilmesini istemeyen Allah Rasülü, Medine’de Muhacir-Ensar arasındaki kardeşlik anlaşmasıyla sağlanan ruhsal birlik ve Yahudilerle yapılan ortak vatan savunması anlaşmasıyla sağlanan siyasî birlikle, hala fiili çarpışmaya girmemenin bir acziyet olduğunun farkında. Çünkü güçsüz merhamet zillet, merhametsiz güç zulümdür. Çünkü cihad kıyamete dek bütün imanlı toplumların izzetidir. Şehadetin ve sıcak çatışmanın ümmete kazandırdığı dinamizmi ne ilmî çalışmalar ne teknik ilerleyişler hiçbiri kazandıramaz. Bugün ümmet-i Muhammed en çok da düşmana sille indirme imkânını yitirdiği için mustarip değil mi? Cihadı önemsiyorum. Önemsiyorum cihadı. Bir kılıç darbesinin kalpteki imanı nasıl ve nasıl tahkim ettiğini bilir misin? Bir gün önce kulağı koparılan mücahidin ertesi sabah namazında yaşadığı feyzi hissedebilir misin? Ölümü gerçekten kabullendikçe keşfederiz yaşamın zevkini. Evlilikler daha bi evlilik, sohbetler daha bi sohbettir o zaman. Bir gülüşün ne denli muhteşem olduğunu bilir acının dibini bulan. Gel de tutulma yaşamın kılcallarına nüfuz etmiş böylesi peygambere! İşte benim idolüm… Elindeki kılıç dilindeki duaya, kaşlarındaki hiddet kalbindeki merhamete engel olmamış biricik önderim. Onda her şey öylesine bir arada ve uyumlu ki… Sizin üstadınız, komutanınız ya da lideriniz böyle mi? Dar bir çevrenin blokajında yaşamaz mı? Kenar mahallelerde bir bekâr odasında üç arkadaş yaşayan Batmanlı konfeksiyoncunun da davetine gider mi? Siz hiç din önderlerinizi evde çarığını dikerken, yol kenarında çakıllara uzanmış uyurken, sokakta çocuklarla oyun oynarken gördünüz mü? Ben gördüm. 10 ‫ العدد‬1437 ‫مجادى اآلخر‬

33


34

N襤SAN 2016 Say覺 10


‫‪35‬‬

‫مجادى اآلخر ‪ 1437‬العدد ‪10‬‬


Eski âlimlerin bu konuyu önemsedikleri şu rivayetlerden anlaşılır:

‫بسم هللا الرمحن الرحيم‬ Efendimiz’in hayatı bizim için canlı bir model teşkil etmektedir. Bu sebeple Allah, Resulü’ne ittiba :etmemizi şu şekilde emreder

ِ ِ ‫ُس َوةٌ َح َسنَةٌ لِّ َمن َكا َن‬ ْ ‫«لَ​َق ْد َكا َن لَ ُك ْم ِف َر ُسول هللا أ‬ »‫يـَْر ُجو هللاَ َوالْيـَْوَم ْال ِخَر َوذَ َكَر هللاَ َكثِ ًريا‬

“Ant olsun ki, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe ulaşmayı isteyen ve Allah’ı çok zikredenler için, Allah’ın Resul’ünde güzel bir örnek vardır.”. (Ahzap 21)

Bundan ötürü Müslümanlar, Allah Resulü’nün hayatını sadece yüzeysel okumamış; bilakis her şeyi en ince ayrıntısına kadar araştırmışlardır. Buradan hareketle âlimler, bu alanda çeşitli kitaplar telif etmişlerdir. Başlıca bu kitaplar şunlardır: - Hadis-i Şerif kitapları: Bu kitaplarda, Efendimizin sözleri, fiilleri, sıfatları ve takrirleri toplanmış ve tasnif edilmiştir. - Şemail kitapları: Bu tür kitaplarda, Efendimizin ahlakı, karakteri ve özellikleri tasnif edilmiştir. - Delail kitapları: Bu eserlerde, Efendimizin peygamberliğinin sıhhati ve Allah tarafından gönderildiğinin delilleri konu edilmiştir. - Meğazi ve siyer kitapları: Bu kitaplarda âlimler, Efendimizin yaptığı savaşları ve düşmanlarına gönderdiği küçük birlikleri konu edinmiştir. Meğazi ve siyer, es-siretu’n-nebeviyye adıyla tanındı. Aslına bakılırsa bu alan Peygamber Efendimizin hayatının yalnızca askeri ve siyasi yönünü oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra Efendimizin diğer yönlerini görmek de mümkündür.

Örneğin; Ali b. Hüseyin der ki: “Biz nebinin meğazisini Kur’ân’dan bir sureyi öğrendiğimiz gibi öğrenirdik.”1 İsmail b. Muhammed b. Sa’d der ki: “Babamız bize Resulullah’ın meğazisini öğretirken bir taraftan da, bunların babalarınızdan bize yadigâr olduğunu söyler, bunları unutmamamızı telkin ederdi.”2 Müslümanlar, sahabe ve tabiinden itibaren süregelen bu alan üzerine sürekli olarak çalışmalar yapmışlardır. Bu alanla özel ilgilenmiş güvenilir âlimlerden bazıları şunlardır: - Eban b. Osman b. Affan (v. 105)3 - Urve b. Zubeyr b. Avvam (v. 94) - Muhammed b. Şihâb ez-Zührî (v. 124) - Musa b. Ukbe (v. 141) Bu âlim İmam Şâfiî ve İmam Malik’in övgüsüne mazhar olmuştur.4 - Muhammed b. İshak b. Yesâr el-Medenî (v. 150) Bu imam kendinden sonraki nesiller için siyer ilminin öncülüğünü yapmış, kitabı da -her ne kadar bize tamamı ulaşmamış olsa da- sonraki nesiller için temel kaynak olmuştur. Bu kitabı bize, İbn İshak’ın talebesi, İbn Hacer’in de belirttiği üzere meğazi hususunda sübûtu kuvvetli olan Abdullah b. Tufeyl b. Bekkaî rivayet etmiştir.5 Daha sonra Bekkaî’den, Ebu Muhammed Abdulmelik b. Hişam b. Eyyüb el-Himyerî el-Meâfirî el-Basrî el-Mısrî aldı, bu kitabı tehzib ve ihtisar etti. Kitabın başında Efendimiz’in, Hz. Adem’e dayanan pak nesebini yüzeysel zikrederek şöyle bir girizgâh yapmıştır: ‘’Ben bu kitapta, Allah izin verirse Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’den başlayarak, Efendimiz’in babalarına 1 Hatib Bağdadi bu sözü el-Camiu li Ahlaki’r-Ravi ve Adabi’s-Sâmii (2/195)

2 Age. 3 Bu âlim, ilk İslam tarihçisidir. Müslümanlar bu alana çok ilgi göstermişlerdir; 4 Mizzî’nin, Tehzîbu’l-Kemal kitabının tercümeçünkü bazı meselelerden hüküm elde etmek için bu kaynaklara müracaat edilmesi gerekir. Öte sine bak! Ayrıca meğazi toplayıcısı Muhammed yandan bu kaynaklar, Müslümanları kuvvetli, Bakşiş’in mukaddimesi İbn Zühr üniversitesi Fas/ azimli ve şuurlu bir yapıya kavuşturmak için Ekadir. önemli bir misyon üstlenir. 5 Takrîbu’t-Tehzib s.2085

36

NİSAN 2016 Sayı 10


hatta Peygamberimizin çocuklarına, torunlarına kadar uzanan bütün nesebini ve onlardan varit olan sözleri detaylarıyla zikredeceğim. Yeni yaptığım siyer kitabının, muhtasar olması hasebiyle, Hz. İsmail dışında Efendimiz’e ulaşan senetlerini zikretmedim. Yine İbn İshak’ın kitabında bulunan ve önemi haiz olmayan bilgileri, ihtisar amacıyla kitabıma almadım. Ayrıca İbn İshak’ın zikredip de şiir alanında ilim sahibi kişilerin zikretmediği şiirleri6 ve insanların pis olarak telakki ettiği ve söylenmesinden hoşnut olmadığı bazı şeyleri de eserime almadım. Bekkaî’nin zikretmediği bazı rivayetleri de almadım. Bunun dışında, bana ulaşmış rivayet ve bilgiler doğrultusunda incelemeler yaparak bir kitap oluşturdum.”7 İbn Hişam, siyer kitabında Peygamberimizin doğumundan önceki senetleri detayları ile zikretmemiş ve hayatı ile pek ilgisi olmayan şeyleri çok ayrıntılı bir şekilde ele almamıştır. Bundan dolayı özet mahiyetinde bir kitap halini almıştır. Aynı şekilde, İbn İshak’ın kitabında uzunca yer edinmiş olan ve belki de kime nispet edildiği bilinmeyen bazı şiirlere de kitabında yer vermemiştir. Buna ek olarak cahiliye ehlinin irtikâp ettiği bazı kusurları ve çirkinlikleri kitabına almaktan içtinap etmiştir. Bunu yapmasının asıl gayesi ise, Müslümanlara şer’i bir hüküm beyan etmeyen ve herhangi bir maslahatı olmayan bu bilgilerin, Müslüman olup da dedeleri cahiliye ehlinden olan kişilerin başkaları tarafından hor görülmesini engellemektir.

kitaplarının bazıları şunlardır: - Hafız Ebu Zer Musa b. Muhammed b. Mesud el-Huşeşî’nin, el-İmlâu’l-muhtasaru fi şerhi ğarîbi’ssîre isimli kitabı. - İmam Abdurrahman b. Abdurrahman esSuheylî el-Hasemî el-Endülüsî’nin (v. 581) er-Ravdu’lunuf ve’l-meşriu’r-riva fî tefsiri meştemele aleyh, hadisü sireti resülillahi va’hteva isimli kitabı. Bu kitap üzerine Abdu’s-Selam Harun’un Tehzibu sirati İbni Hişam isimli eseri yakın tarihte yapılan bir ihtisar çalışmasıdır.8 Bu arada önemli bir şeye değinmek istiyorum! İbn İshak veya başkalarının siyerinde varid olan ve kendisinden şeri hükümler çıkarılan rivayetlerin, isnatsız veya isnadının munkatı oluşu yanlış anlaşılmaya sebebiyet vermesin. Bu rivayetlerin asılları, sika ve adil olan raviler tarafından aktarılmış ve muhaddisler tarafından toplanmış ve tedvin edilmiştir. Dolayısıyla fakihler sadece siyerde zikredilmesi hasebiyle bu rivayetlere itimat etmemişlerdir. Öte yandan kitapta bazı bölümler, şiirler, ayrıntılı konular, bazı vakıalar vardır. Bu bölümleri Müslümanlar başkalarına naklederek yaygınlaştırmışlardır ve bunda bir beis görmemişlerdir. Zira söz konusu olan rivayetler helal olan şeyi haram, haram olanı da helal kılmaz. Şayet siyer kitabında yer alan detaylar ve olaylar, muhaddisler tarafından sahih senet ile rivayet edilen hadislere muhalefet ediyorsa itibar edilecek asıl kaynak muhaddislerin rivayet ettiğidir.

Öte yandan İbn Hişam, eksik bazı şeyleri İbn İshak’dan nakiller yaparak gidermiştir.

Bu bağlamda Hafız İbn Hacer şöyle der: “Her kim siyer kitabında geçen rivayetlerin, sübut açısından sahih hadislerden daha üstün olduğunu iddia ederse dediği şey batıldır.’’9

İşte bütün bu sebeplerden ötürü, İbn Hişam’ın siyeri, İbn İshak’ın siyerinden daha çok rağbet görmüş ve daha fazla tutulmuştur. Bütün bunların neticesinde nasıl ki fıkıh Ebu Hanife ile hadis Buhari ile özdeşleşmişse siyer de İbn Hişam’la özdeşleşmiştir.

Bütün bu önlemler karşısında hevâ ve heveslerine tabi olan kimseler, Müslümanların fikirlerini zedelemek ve siyer kaynaklarının güvenilir oluşunu sarsmak için nüfuz edecekleri bir gedik bulamayacaklardır.

İbn Hişam’ın siyeri, birçok âlim tarafından özen gösterilerek takdire şayan bir şekilde tezhibe, şerhe ve ihtisara tabi tutulmuştur.

MUHAMMED MUCİR EL-HATİB

Bu kitap üzerine şerh yapan âlimler ve

6 Yani İbn İshak’ın kendi şiirleri. 7 Siretu İbn Hişam 1/3 (Muhammed Muhyiddin Abdulhamid’in tahkiki ile basılan)

8 Bu kitap Darul İlim İslami İlimler Merkezi’nde ders kitabı olarak okutulmaktadır. 9 İbn Hacer, Fethu’l-bari 7/441 10 ‫ العدد‬1437 ‫مجادى اآلخر‬

37


İbn Sad’ın Hayatı Tarih ve meğâzi sahasının devlerinden sayılabilecek ve aynı zamanda bir rical kitabı olan, içerisinde sahabe, tabiin ve tebe-i tabiinin bulunduğu ayrıca altı bine yakın biyografinin yer aldığı Kitabu’t-tabakati’l-kebir’in müellifi Muhammed b. Sa’d b. Meni Basra’da (168/784)1 yılında dünyaya gelmiştir. Babası ve dedesi, Hz. Abbas ailesinin azatlısı oldukları için Mevla Beni Haşim veya Kureyşî nispesi ile bilinirlerdi. Bazı kitaplarda ise Beni Zühre’ye mensup oldukları ve bu nedenle Zührî nispesi kullanıldığı da bize ulaşmaktadır. Ailesi hakkında geniş bir bilgi bulunmayan Muhammed bin Sad’ın ilim için –doğduğu Basra şehri başta olmak üzere- Mekke, Medine, Rakka, Şam ve Bağdat’ta; hadis, dil, fıkıh ve tarih âlimlerinden dersler aldığı bilinmektedir.2 Bağdat’ta (230/845) senesinde dünyanın karanlıklarına gözlerini yumarak sonsuzluğa açılan bir kapının eşiğini aralamış ve bizlere ise karanlıklarda gömülmeyip rehber edinmemiz için efendimizin en hayırlı addettiği ilk 3 neslin hayatını, yaşamını ve kişiliklerini miras olarak bırakmıştır. İbn Sad’ın Ulema İndindeki Yeri İnsan, çevresinden etkilenen ve çevresini etkileyen en güçlü atom bombasından dahi kat kat tesiri olan bir varlıktır. Bu tesirlerin yanlış olmaması yahut yanlış yerlere müracaat edilmemesi için ulema kendi içinde ilmi, edebi ve ahlaki bir eleştirme sistemi olan cerh ve tadil ilmini çokça kullanmıştır. Bu sistemle bir süzgeç misali yanlışlardan ve hatalardan kurtulmaya çalışılmıştır. İbn Sad’ın ulema indindeki konumuna baktığımızda cerh ve tadil ilmine vakıf olan Yahya bin Main’e Musab ez-Zühri “İbn Sad şöyle şöyle bir şey nakletti” denildiğinde, İbn Main onun hakkında “yalancıdır” sözünü kullanmıştır. Hatib el-Bağdadi kendi kitabında bu sözün İbn Sad’ın hocası

1 Burada verilen tarih Zehebi’nin ve ibn Sa’d’ın talebesi Hüseyin b. Fehum’un haber verdiği şekildedir. 160 olduğuna dair rivayette nulunmaktadır. 2 Mustafa Fayda, İbn Sa’d (DİA)

38

NİSAN 2016 Sayı 10


Vakidi’yi kastederek söylenmiş olma ihtimalini göz önünde bulundurup, İbn Sad’ın sadıklardan olduğunu savunmuştur. Mizanu’l-i’tidal ve İsnadu’r-rical sahibi Zehebi ise burada Yahya bin Main’in lafzının açık olduğunu ve İbn Sad’ı kastettiği anlaşılsa da İbn Sad’ın sadıklardan olduğu ulema indinde sabittir.3 Buna birkaç örnek vermek gerekirse Ebu Hatim er-Razi İbn Sad’ın doğru sözlü (saduk) olduğunu söylemiştir4. İbn Nedim, İbn Sad’ın sahabe ve tabiin ile ilgili bilgilerde güvenilir bir âlim olduğunu eserinde belirtmiştir5. İbn Hallikan, İbn Sad’ın güvenilir, faziletli ve şerefli bir şahsiyete sahip olduğunu bildirmiştir. Yıllık ömür sermayesini ilim ile doldurup kendisinden sonrakiler için faydalı bir dünya bırakmaya gayret etmeleri normal olarak bir hoca-talebe sistemini doğurmuştur. İbn Sad’ın doğduğu yer olan Basra başta olmak kendisinden faydalandığı ve yetiştirdiği âlimlerden kısaca bahsedelim; Basra’da doğduğu yerde döneminin Tabiin ve Tebe-i Tabiinler ’inden ders alırmış ve daha sonra Kufe, Medine, Mekke, Şam ve Bağdat’ta ilim yolculuğuna devam etmiştir. Hocaları; Meğazi Müellifi ve İslam Tarihçisi Vakidi, büyük hadis hafızlarından Ebu Nuaym Fazl bin Dukeyn, Bağdat Muhaddisi olarak tanınan Affan b. Müslim, tarihçi ve nesep âlimi Medaini, dil ve edebiyat alimi Ebu Zeyd el-Ensari, hadis alimi ve hafızı Halit b. Mahled ve Süfyan b. Uyeyne ve Efendimizin gazve ve seriyyelerin gerçekleştiği yerleri detaylı bir şekilde öğrendiği Hz. Osman ailesinin azatlısı Ebu Alkame el- Ferevi’de ders aldığı şahsiyetlerdendir. Bunların yanında yüze yakın hocadan ders aldığı söylenmektedir. İbn Sad, Vakidi’nin yanında senelerce katiplik yaptığı için kendisine Kâtibi-l Vakidi, Sahibi-l Vakidi ve Gulamu-l Vakidi denilmiştir. Hocası Vakidi’nin de h.207(m. 823) deki vefatıyla Abbasilerin başkenti olan Bağdat’ta daha da tanınmış ve şehrin en meşhur yedi fakih ve muhaddislerin arasında anılmaya başlamıştır. Talebeliğini yapmış olanların arasında nahiv ve dil alimi Ahmet b. Ubeyd, nesep alimi Belaruzi, mutasavvıf ve muhaddis İbn Ebi-d Dünya ve Tabakat’ın en önemli

3 Zehebi, Muhammed b. Sa’d, Mizanul İ’tidal. 4 Age. 5 İbn Nedim, el-Fihrist

ravisi Hüseyin b.Fehum bulunmaktadır. İbn Sa’d Dönemi Siyasi ve İlmi Hayat Bu devrin siyasi ve ilmi hayatına girmeden önce İbn Sa’d devrine kadar olan devirlerden ve zuhur eden fitnelerden kısaca bahsedelim: Efendimizin vefatıyla boş kalan liderlik konumunu sahabilerin içtihadı ile hz. Ebubekir seçilmiş ardından hz. Ebubekir’in kendisinden sonra seçtiği Hz. Ömer ve ardından bir heyet tarafından seçilen hz. Osman hilafete geçmiştir. Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra ortaya çıkan siyasi olaylardan dolayı Hz. Muaviye ve Hz. Aişe ile yapılan savaşlar ve bununla beraber iki bidat ehli grup zuhur etmiştir. Bu grupların biri Hz. Ali ve Hz. Muaviye’yi tekfir eden Hariciler, diğeri ise Hz. Ali’nin imametinin önceliğini kabul edip, sonra da ona ulûhiyet atfeden Rafızilerdir. 90 yıla yakın ömür süren Emevi Devleti’nin ortalarına doğru zuhur eden Kaderiyye, Cebriyye ve Mürcie mezhepleri de bidat ehlinden sayılmıştır. Bu mezheplerin bir kısmı kaderi tamamen kulun kendi iradesi sayarken, diğer kısmı ise tamamen Allah’ın iradesinde olup kendilerini de rüzgarın önündeki bir yaprak misali addediyordu. Yine Emevi Devleti’nin sonlarına doğru ortaya çıkan Müşebbihe ve Mümessile gibi bidat ehilleri farklı surette kendilerini göstermeye devam etmişlerdir. Bu arada Efendimiz ‘in ‘Fitne zamanında oturan kişi ayakta durandan; ayakta duran yürüyenden; yürüyen koşandan hayırlıdır.6’’ ve “Bahtiyar, fitneden kaçınan kimse ile, belâlarla karşılaşınca sabreden kimsedir7’’ gibi sözleri bir grup Müslümanı sahabeler arasında yapılan savaşlardan ve Hz. Ali’yi tekfir edip onunla savaşanlardan uzak eylemiştir. a)İbn Sa’d Devri Siyasi Hayat İbn Sa’d yaklaşık olarak Abbasîlerin kuruluşundan 30 sene sonra Halife Mehdi zamanında dünyaya gelmiştir. Halife Mehdi bu devirde özellikle Emeviler’den Abdullah b. Mervan önderliğindeki ayaklanmaları bastırdığı ve başta Hz. Ali’ye daha sonra da kendisine uluhiyyet vasfını yakıştıran Haşim b. Hakim’in önderliğinde kurulan mukannaiyye ile İslam’a olan düşmanlıklarını içlerinde hiçbir zaman yok etmeden, sureten Müslüman gözüken zındık ve ilhad ehli guruplara kan kustururcasına savaş açmıştır8. Mehdi’nin vefatıyla birlikte halifeliğe Hadi geçmiştir. Kısa bir müddet sonra da Harun Reşid geçmiştir. Abbasiler’in en parlak devri olarak kabul edilen Harun Reşid devrinde Halife, çıkan ayaklanmaların 6 Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 5136 7 Ebu Davud, Fiten 2, (4263) 8 Musa Bağcı, Hicri ilk 3 asır Hadis Tarihi (ankara okulları) 10 ‫ العدد‬1437 ‫مجادى اآلخر‬

39


bastırılması ve birbiri ile anlaşmazsızlığa düşmüş olan kavimleri kaynaştırması yoluna gitmiştir. Ve hukuk sistemini birlemek, inanç ve ameldeki farklılıkları gidermek için hadis ve fıkıh âlimlerine destek vermiştir. Bu konu hakkında ileride tekrar bahsedeceğiz. Harun Reşid’in 23 yıllık hilafetinin ardından Emin ve daha sonra kardeşi ile çıkan iktidar kavgası yüzünden Emin’in başının kesilmesiyle halife, Emin’in kardeşi Memun olmaktadır. Memun, Emin ve Harun Reşid’in aksine Ali oğullarına karşı siyaseti değiştirip daha ılımlı davranmaktadır. Siyah bayrak alametini kaldırıp yerine Aleviler ’in benimsediği yeşili alamet olarak seçmiş ve Ali er-Rıza ile sıhriyyet kurup kendinden sonra veliaht olarak tayinetmiştir. Bunun dışında Harun Reşid’in ve Emin’in sürdürdüğü ehli hadis ve rey yani mutedil reycilik yerine müfrit reycilik olan Mutezile’yi benimsemiştir. Mihne vakıaları da işte tam burada başlamaktadır. Mutezile akaidinin benimsediği halkul Kur’an meselesi halka ve özellikle hadis ve fıkıh alimlerine zorla benimsetilmeye çalışılmıştır. Bunu kabul etmeyenlere ise hapis cezaları ve şahitliklerinin kabul edilmeyeceği gibi maddi-manevi cezalar verilmiştir. Burada özellikle tirajı komik olan husus ise hür iradeyi desteklediğini savunan bir grubun insanlar arasında en mütevazili olan bir gruba karşı takındığı tavırdır. Burada halkul Kur-an meselesinda İbn Sa’d ve Bağdat’taki ulemanın hepsi sorguya çekilmiştir. Bir kısmı mahluk deyip Halifeni’nin zulmünden kurtulmuşken, içinde Ahmed b. Hanbel’in ve birkaç kişinin de bulunduğu bir grup ise mahluk olmadığını çünkü Allah’ın kelam sıfatı, Allah’a isnad edildiği ve bu sıfatın sonradan oluşamayacağını savunarak hadis olmayıp, kadim olduğu tezini öne sürerek Halife’nin emriyle hapse attırılmıştır. Mahluk diyenlerin arasında Yahya b. Main, Ölüm korkusu sebebiyle böyle bir bir cevap vermek zorunda kaldığını belirtmektedir. Ki İbn Sa’d’da İbn Main gibi halifenin zulmünden emin olmak için böyle söylediği alimler tarafından bize ulaşmaktadır. Mihne olayları Me’mun, Mu’tasım ve Vasık devrinde devam etmiş ve Mütevekkil zamanında bu konu hakkında konuşma yasaklanmıştır. Me’mun devrinde orduda Türklerin artması ve Mu’tasım devrinde neredeyse bütün orduda Türklerin bulunması bir takım Arapların Türklere olan sevgisini belirtse de Arapların büyük bir kısmınında Türklere olan gayz ve kinini arttırmaktaydı. b) İbn Sa’d Dönemi İlmi Hayat İbn Sa’d’ın devri olduğundan, direkt olarak Abbasilerin başa gelmesiyle başlayacak olursak, âlimlere büyük

40

NİSAN 2016 Sayı 10

destek verildiğine ve ilme hizmet edildiğine şahit olabiliriz. Halife Ebu Cafer el-Mansur’un tedvin, tertip ve tasnife ne kadar değer verdiğini âlimlere yapılan teşviklerden de anlaşılmaktadır. Halife Ebu Cafer el-Mansur, hadis, tarih, dil ve edebiyat ilimlerine verdiği desteklerin yanı sıra akli ilimlerle ilgili Grekçe, Süryanice ve Farsçadan tercümeler yaptırmıştır. Bu kitapları Hizanetü’lhikme adını verdiği sarayda ki kütüphanesinde bulunduruyordu. Tercüme hareketi hız kesmeden devam etmekte ve birçok kitap tercüme edilmekteydi. Bu kitaplar Hizanetü’l hikme’ye sığmayınca Halife Mansur, Beytü’l hikme olarak isimlendirdiği büyük bir kütüphane yaptırıp oraya bütün kitapları yerleştirir. Halife Memun, Bizans’la yaptığı savaş olumlu yanıt verince Bizans’taki kitapları toplatıp Bağdat’a getirdiği de söylenir. Bağdat’ta kurulan ve orta çağın en zengin kütüphanesi olan Beytü’l hikme’de yapılan her tercüme için devlet tarafından çok iyi bir ücret verildiği bilinmekte, hatta Grekçeden tercüme edilen bir esere 300 bin dinar verildiği bazı rivayetlerle bize ulaşmaktadır9. Giderek işlevselliği artan, pozitif ilimlerin araştırıldığı bir akademi olarak 500 yıla yakın devam eden bu kurum Hulagu tarafından 1258 yılında yakılıp yıkılmıştır10. Bu dönemde Bağdat’ta Beytü’l hikme’nin yanında Bağdat kadar olmazsa da Basra, Küfe, Mekke, Medine ve Şam’da; kelam, fıkıh, hadis, tarih, ensap, dil ve edebiyat alanında ilmi faaliyetler devam etmiştir.

İbn Sa’d’ın Kitabu’t-Tabakâtü’l-Kebir’i İslam tarihinin ve rical ilminin en eski kitabından biri olan Kitabu’t-tabakâtü’l-kebir birkaç kez Arapça basılmış ve sonunda Türkçeye tercüme edilmiştir. İhsan Abbas’ın baskısı Tabakatü’l-kübra ismiyle yayınlanmıştır. Bu eser İbn İshak’ın, İbn Hişam yoluyla bize nakledilen Siretü’n-nebeviyye’si ile Vakidi’nin Kitabu’l-meğazisi’nden sonra günümüze ulaşan en eski sîre ve meğazi kitabıdır. İbn Sa’d’ın Tabakatü’l-kebir’i okunurken bazen merak edici unsurlara girmiş olduğunu görürüz. Bu da bizim okuma heyecanımızı katbekat arttırmaktadır. Aynı

9 Mehmet Özdemir, Bir Âlim Bir Eser, (siyer yayınları) 10 Age


senetleri tekrar etmemesi ya da farklı rivayetleri, ravileri söyledikten sonra bir kerede vermesi okuyan kimsenin de bir yandan sıkılmasını engellemektedir. Mesela bir kişiden bahsettiğinde öncelikle nesebini sonra çocuklarını, eşlerini, nerede doğduğunu, kişiliğini, efendimizle bir sohbetinin bulunup bulunmadığını, vefatını, kimin tarafından yıkanıldığını hatta mezara kimin koyup cenaze namazını kıldıran kimseye kadar hepsinden bahsetmesi insanı şaşırtacak bir haldir. Bu kimi insanlar tarafından boş bir teferruat olarak anlaşılsa da tarihi bilgi olarak fani dünyada baki kalması eserin değerini arttırmaktadır. İbn Sa’d siyeri anlatırken İbn Hişam’ın kronolojik sisteminden daha farklı olan konu sistemini baz almakta; İbn Hişam ve önceki tarih bilgilerinin hepsini inceleyip karşılaştırmalı bir sistem kullanmakta ve hocası Vakidi’den çokça alıntı yapmaktadır. Tabakat bölümünde ise Hz. Ömer’in fey mallarını dağıtma sistemini baz alarak ilk tabakada Bedir gazvesine iştirak eden Muhacir ve Ensar’ı, 2. tabakada Bedir’e katılamayıp Uhud’a katılanları, 3. tabakada Hendek savaşına katılanlar ve Mekke fethine kadar Müslüman olanları, 4. tabakada Mekke fethi ve sonrasında Müslüman olanları, 5. ve son tabaka ise efendimizi küçük yaşta görenler olmak üzere toplam 1612 sahabenin biyografisini yazmıştır. 11 ciltlik bu eserin son fihrist bölümünü saymazsak 10 ciltlik eserin ilk 6 cildi efendimizin siyer ve meğazisi ile yukarıda saydığımız beş tabakadan bahsetmektedir. 7, 8 ve 9.ciltterde ise Medine, Mekke Taif gibi diğer şehirlere gitmiş sahabe ve tabiilerden bahsederek son cildi hanım sahabelere ve nadiren de olsa tabiinlere ayırmıştır. Altı bine yakın biyografinin bulunduğu bu muazzam eser kendinden sonraki insanlara en hayırlı ilk 3 nesli hediye olarak bırakmıştır. İbn Sa’d’ın Tabakatına Eleştiriler Eleştiri tam olarak bir eserin sadece kötü ve eksik yanlarını belirtmek değildir. Aynı zamanda beğenilecek hususları da tebrik ve takdir etmektir. İbn Sa’d’a yapılan eleştirileri yani hem tenkit edilen boyutlarını -ve bunların ne kadar tutarlı olduğunu- hem de tebrik edilen boyutlarını inceleyeceğiz. Horovitz,İbn Sa’d’ın, eserinde şahsi mülahazalarını asla zikretmediğini neredeyse kaynaksız hiçbir sözünün olmadığını iddia eder11 Horovizt’in

11 Şaban Öz, Bir Âlim Bir Eser, (siyer yayınları)

tenkiti hakkında biraz konuşmak gerekirse şöyle söylememiz daha uygun olur. İslam tarihi bize genellikle hadis sisteminde de olduğu gibi senet sistemi ile gelmiştir. Bu da onun ne kadar muteber olduğunu göstermektedir. Yapılan yorumlardan çok verilen nakillerin insanları daha da bilgilendirdiği kaçınılmaz bir gerçektir. İbn Sa’d’ın, bu nakillere ek olarak herhangi bir yorum yapmadığı iddası ise yapılan araştırma sonucu gerçekçi sayılmamaktadır. Özellikle İbn Sa’d kendisinden önceki hocalarından aldığı tarihi vakaları birbirine karşılaştırmakta ve tercih ettiği görüşü sunmaktadır12. Bunların niçin böyle olmadığını da açıklamaktadır. Örnek vermek gerekirse, Efendimizin Mekke’de 10, Medine’de 10 yıl kaldığı rivayetini İbn Sa’d şöyle yorumlamaktadır.’’ Bu Enes’in görüşüdür. Ki bundan başka böyle diyen kimse yoktur13.’’ Burada İbn Sa’d’ın şaz bir rivayete itibar etmediğini görmekteyiz. Kimi yerde İbn Sa’d karşılaştırdığı rivayetlere açıklama ve tercih yaparken kimi yerde ise rivayetleri verip adeta okuyucuya bir ödev verir gibi yorum ve araştırmayı okuyan şahsa bırakmıştır. Kendinden önceki tarihi anlaşmazlıklara dikkat çeken İbn Sa’d, eserindeki biyografileri verirken Musa b. Ukbe, İbn İshak, Ebu Maşer ve Vakidi’nin meğazilerindeki listeleri karşılaştırmalı olarak kullanmış, aralarındaki uyum ya da ihtilaflara işaret etmiştir14. Bu açıdan bakıldığında kendinden önceki siyer ve rical bakımından ortaya konulmuş eserlerin hepsini içine alan kapsamlı büyük bir eserdir. İbn Sa’d’ın kendinden evvelki siyer müelliflerinin eserlerinde azda olsa görülen Efendimizin isimleri, sütanne, erkek ve kız kardeşlerinin isimleri, fizyonomisi, irhasat hakkındaki rivayetleri ve nübüvvet alametlerini nakletmiştir. Bu haberlerin çok azı Vakidi ve İbn İshak’tan nakledilmiş olup sonraki eserlere de bir ışık tutmuştur. Bunu ileride ayrıntılı bir şekilde tekrar edeceğiz. Nitekim Horovitz, Delailün’n-nübüvve eserlerinin ilk toplayıcısının Ebu Nuaym ve Beyhaki’nin de kendisinden faydalandığı Tabakat müellifi İbn Sa’d olduğunu söyler. İbn Sa’d’ın Tabakatü’l-Kebir’inden Faydalanan

12 Örneklere bkz, İbn Sa’d, I,100,117; II, 12, 24, 41, 64, 166; III, 79, 203; IV, 120, 135 13 İbn Sa’d, I, 150 14 Şaban Öz, Bir Âlim Bir Eser, (siyer yayınları) 10 ‫ العدد‬1437 ‫مجادى اآلخر‬

41


ve Etkisinde Kalanlar Muhammed b. Sad, engin bilgisi ve farklı okumalarıyla bilinmektedir. Talebesi Hüseyin b. Fehum, İbn Sa’d’ın ‘ilmi zengin, çok hadis ve haber sahibi, garîbu’l hadis ve fıkıh alanlarında çok kitap yazan bir şahsiyyet’ olarak tanıtmıştır. Bu engin bilgisini eserlerinden sadece biri olan Tabakat’ta da görmekteyiz. Tehzibi’l-esma ve’l-lugat adlı eserinde İmam-ı Nevevi, Tabakat’ta yer alan isimlerden ve isim sahiplerinin durumları hakkındaki bilgilerden faydalandığını eserinde açıkça bildirmektedir. Yine Nihayetu’l-ereb adlı eserinde Nüveyrî Efendimizin sireti, gazveleri ve gönderdiği elçilikler konusunda harfiyen nakiller yapmıştır. Keza Uyunu’l-eser adlı eserde İbn Seyyidinnas; Tehzibu’l-kemal adlı eserde Mizzi; Tarihu’l-islam adlı eserde Zehebi, İbn Sa’d’ın eserinden çokça faydalanmıştır. Bunların dışında Belâzuri, Ebu Nuaym, Beyhaki, İbn Abdilber, İbn Esir, Taberi, Hatib Bağdadi, İbn Asakir ve daha birçok âlim bu eserden dolaylı veya doğrudan birçok alıntı yapmıştır. İbn Sa’d’ın bize ulaştırdığı rivayetlerin bir kısmı siyer ve meğazi gibi tarihi konulardan, bir kısmı Beyhaki’nin ve Ebu Nuaym’ın da kendisinden faydalandığı Delailu’n-nübüvve’den, bir kısmı Efendimizin şemaili ve hilyesiyle ilgili rivayetlerden bahsederken azımsanmayacak bir miktar rivayette de Kur’an ayetlerinin nüzulü ve tefsiri ile ilgilidir. Tabakatı kaynak olarak değerli kılan en önemli vasıflardan biri de yüze yakın ayetin nüzul sebebini ihtiva eden rivayetlerin olmasıdır. Yine buna ek olarak 36 ayet Efendimizin sözleriyle, 60 tanesi sahabelerin sözleriyle, 50 tanesi de tabinin sözleriyle zikredilmiş ve açıklanmıştır15.

İbn Sa’d’ın Diğer Eserleri 1) Kitabu’l-tabakatu’l-kebir: Kaynaklarda Tabakatu’l-kübra veya Tabakatu’l-kebir adıyla geçmektedir. İlk tabakat eseridir. İlk defa ilave notlar ve Almanca tercümesiyle beraber (Leiden 1904-1940) yılında Edvard Sachcu başkanlığında bir heyet tarafından 9 cilt olarak neşredilmiştir. Tabakatü’l-kübra ismiyle ilki Hicazi Muhammed Halil tarafından (Kahire 1939) 4 cilt olarak, ikincisi ise İhsan Abbas tarafından (Beyrut) 9 cilt olarak basılmıştır. Bu eserin bir kısmı alıntı yapılarak da basılmıştır. (İmam Hasan ve İmam Hüseyin vb.) 2) Kitabu’t-tabakatü’s-sağir: İbn Ebi’d-Dünya rivayeti ile bize ulaşan bu eser Tabakatü’lkebir’den evvel yazılmıştır. Beşşar Ravvad Maruf ve Muhammed Zahid Gül tarafından 2 cilt olarak (Tunus 2009) basılmıştır. 3) Tarih: Tezkiratu’l-huffaz ve A’lamü’n-nübela eserlerinde bu kitaptan bahseden Zehebi, böyle bir eserin var olduğunu bize işaret etmektedir. Lakin bu eser hakkında başka hiçbir bilgimiz yoktur. 4) Ahbaru’n-nebi: Tabakatın başındaki siyer bölümü kastedildiği ileri sürülmüştür16. 5) Kasidetü’l-hülveniyye fiftihari’l-kahtaniyyin ale’l-adnaniyyin: Fuat Sezgin, İbn Sa’d’ın böyle bir eseri olduğunu ve Gazi b. Yusuf tarafından Kahire’de buna şerh yazdığını söylemektedir17.

15 Hikmet Akdemir, Bir Alim Bir Eser (siyer 16 Mustafa Fayda, İbn Sad (DİA) 17 Fuat Sezgin, GAS yayınları)

42

NİSAN 2016 Sayı 10


Josef Horovitz, Almanya’nın Lauenberg şehrinde doğmuştur. Babası bir Yahudi tarihçisi, haham Markus Horovitzdir. Üniversite hayatında doğu dilleriyle ilgilendi. Vakidî’nin el-Meğazi’si üzere yaptığı çalışma ile doktor unvanını aldı. Berlin Üniversitesi’nde doçent oldu. İtalyan Müsteşrik Leone Caetani’nin isteği üzere İstanbul, Mısır, Filistin ve Suriye’deki Arapça yazma eserleri incelemeye gitti. Birinci Dünya Savaşı’nda Alman vatandaşı olduğu için gözaltına alındı. Serbest bırakılmasıyla ülkesine dönüp Frankfurt Üniversitesi’nde Sami Diller Kürsüsü’nde Tevrat tefsiri, Talmudik literatür ve İslamiyât okutmaya başladı. Kur’an’ı daha iyi tetkik edebilmek için Arapça şiirlerle ilgili bir lügat hazırlamaya başladı. Ancak bu çalışması, Şubat 1931’de ölümü üzere yarım kaldı. Ülkemizde İslam tarihi çalışmalarıyla meşhurdur. İslâmî Tarihçiliğin Doğuşu isimli kitabı mahiyet olarak ilk siyer eserlerini ve müelliflerini ele almakla birlikte araştırmasındaki samimiyetini ve hakperestliğini bazı itirazlarıyla dile getirir. Mesela, bir takım müsteşrikler tarafından ileri sürülen “Hadislerin hicri 3. Asırdan sonra tedvin edildiği” iddiasını kabul etmez. Erken dönem müelliflerinin -muhaddislerinin- sözlü rivayetlerinin yanında yazı ile rivayet ettiklerini de ortaya koyar. Zira ilk siyer ilmini tedvin edenler; Eban b. Osman b. Affan (ö. 100) ve Urve b. Zübeyr’dir.(ö.94) Ancak sözlü rivayet ise ilk zamandan beri meclislerde, soru cevaplı mükâlemelerde mevcuttur. Son söz olarak her ne kadar Müslüman olmasa da eseri, Fuat Sezgin’in “Buhari Kaynakları” adlı eserinden önce yayınlanmış ve bu alanın ilki olabilme özelliğini ele geçirmiştir. Bu sebeple ayrı bir değer taşımaktadır.

10 ‫ العدد‬1437 ‫مجادى اآلخر‬

43


Yazar: Muhammed Hamidullah bugün Pakistan sınırları içerisinde kalan Haydarabat’ta 1908 yılında doğmuştur. İlk tahsilini babasından alan Muhammed Hamidullah öğrenimini Osmaniye Üniversitesi’nde tamamlamıştır. Yüksek lisans eğitimini tamamlamak üzere Osmaniye Üniversitesi tarafından Bonn Frederich Wilhelm Üniversitesine gönderilen Hamidullah ikinci doktora çalışmasını Paris’te yapmıştır. Doğu-Batı kütüphanelerinde araştırma yapma fırsatı elde eden Hamidullah, İslam Genel Devletler Hukuku ve Devletler Genel Hukuku dallarında çalışmalar yapmıştır. Hindistan’ın Haydarabat’ı işgali üzerine ülkesine dönememiş, vatansız bırakılmış ve birçok ülkeyi gezerek araştırmalarına devam etmiştir. Hastalığı sebebiyle Amerika’ya giden Hamidullah, 2002 yılında Florida eyaletinde hakkın rahmetine kavuşmuştur. Siyer: Örnek alma yetisi insanlık tarihi kadar eskidir. Geçmişten bugüne her insan kendisine örnek alacağı bir şahsiyet aramıştır. Bir Müslüman için örnek alınabilecek yegâne şahsiyet ise âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber’in ta kendisidir. İşte siyer ilminin önemi de burada ortaya çıkmaktadır. Müslümanların her dönemde itina ile üzerine durdukları siyer çalışmaları, hemen hemen ikinci asra kadar dayanmaktadır. Yazımızın konusu olan Muhammed Hamidullah’ın siyeri ise son dönem siyer çalışmaları arasında önemli bir yere sahiptir. Siyeri yazma amacını şöyle ifade eder: “Muhammed’in (sav) hayatını incelemeye neden gerek duyuyoruz? Bir Müslüman için bu sorunun cevabı gayet basittir; kişi kendi hayatında Rehberi’nin (sav.) yolunu izlemiyorsa Müslüman olamaz.”1

1 Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi (terc. Mehmet Yazgan),Beyan Yayınları, İstanbul 2004,sf 24

44

NİSAN 2016 Sayı 10

“İslam Peygamberi” Muhammed Hamidullah’ın İslam Peygamberi eseri son dönemlerde araştırmacıların en fazla yararlandığı siyer kaynaklarından biridir. Belki de bu Muhammed Hamidullah’ın 30 yıllık emeğinin bir mahsulüdür. Yapmış olduğu araştırmayı mahdut ve matbu siyer kaynaklarıyla sınırlı bırakmamış peygamberin yaşadığı ortamı bizzat müşahede etmiştir. Mesela Peygamber Efendimizin Taife giderken yaşadığı sıkıntıları hissedebilmek için aynı bölgeye eşekle seyahat etmesi onun ne kadar müdekkik bir araştırmacı olduğunu gösterir. Muhammed Hamidullah kitabında Peygamber Efendimizin hayatını incelemekle yetinmemiş aynı zamanda Efendimizin gönderildiği zamanın dünya şartlarını da ele almıştır. Peygamber Efendimizin Medine Sözleşmesi’ni dünyada yapılmış ilk toplumsal sözleşme olarak nitelendirmiştir. Muhammed Hamidullah, Peygamber Efendimizin oluşturduğu müesseselerin günümüz müesseselerinin özünü teşkil ettiği kanaatindedir. Bu da onun siyer ilmini güncelleme çabasına iyi bir örnektir. Müsteşriklerin Efendimiz’e dair yapmış olduğu eleştirilere ilmi bir üslup ile cevap vermiştir. Bilgiyi esas kaynağından alma çabası onu mektupların asıl nüshalarını araştırmaya götürmüş ve ciddi bir çalışma ortaya koymasını sağlamıştır. Mucizeler hususunda ise kendisi mucizelerin gerçek olduğuna inanmakla birlikte asıl olanın peygamberlerin getirdiği ilahi öğretiye inanmak olduğunu zikretmiştir. Yine daha önceki siyer kaynaklarında bahsedilmeyen Müslüman kadınlar konusunda da bir şeyler söylemesi, onun siyer ilmine güncel bir bakış açısıyla yaklaştığına delil olacak örneklerdendir.


Siyer İlmine Katkıları: • Siyer ilminin temellendirilmesi (Niçin siyer öğreniyoruz?). • Siyer’i Nebi’nin yaşandığı yerlerin gezilmesi sonucu şahsi gözlemlerin anlatılması. • Yüceltme temelli abartılmış malzeme yerine sade ve misyon temelli yaklaşım. • Kronolojik Siyer metodundan sistematik konu merkezli metoda geçiş. • Arap yarımadası ile sınırlandırılmayan geniş çerçeveli siyer sunumu. • Rivayetlerin sadece aktarımı değil, tetkik, tahkik, tenkit, tahlil ve tercih edilmesi. • Hz. Peygamber’in mucize boyutundan ziyade, dini öğretinin ve ilahi misyonun vurgulanması. • Kur’an ve sünnet perspektifinde sunum. • Kaynak çeşitliliği. • Peygamber Efendimizin insani özelliklerinin vurgulanması. • Hadiselerin akıl mantık süzgecinden geçirilmesi. • Savaş endeksli siyer anlatımı yerine evrensel değerlerin öne çıkarılması. • Diğer dinlerin yaşandığı çevrelerde meydana gelen değişimin etkilerinin gözlemlenmesi. • Hadiselerin meydana geldiği günün şartlarının dikkate alınması. • Yerel kaynaklardan faydalanma. • Sosyoloji ve psikoloji gibi bilimlerden faydalanma. • Kadın öğesinin incelenmesi ve öne çıkarılması. • Model insan-peygamber (kul peygamber) boyutunun vurgulanması. • Siyer’i Nebi’yi, Siyer’i Enbiya’dan ayırmadan bir bütün olarak incelemesi.2

Son olarak şunu söylemek gerekirse nice zorluklar ile hazırladığı, güncelleyip sunduğu “İslam Peygamberini” hakkıyla okumak bir ilim talebesinin Muhammed Hamidullah’ a karşı bir vefa borcudur.

KAYNAKÇA -

Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi (terc. Mehmet Yazgan),Beyan Yayınları, İstanbul 2004

-XX. Yüzyılda Hz. Muhammed(sav)’i Anlama Çabası/Maside KAMİT -Siyer Yazıcılığı ve Muhammed Hamidullah/Yusuf KAYA -Muhammed Hamidullah’ın “İslam Peygamberi” Adlı Eserinin Siyer İlmine Katkıları/Hale ÇERÇİBAŞI - Muhammed Hamidullah’ın “İslam Peygamberi” Adlı Eserinin Siyer İlmine Katkıları/Deniz ÇAKILI - Muhammed Hamidullah’ın “İslam Peygamberi” Adlı Eserinin Siyer İlmine Katkıları/Naci UYSAL - Muhammed Hamidullah’ın “İslam Peygamberi” Adlı Eserinin Siyer İlmine Katkıları/Alper AYAS - Muhammed Hamidullah’ın “İslam Peygamberi” Adlı Eserinin Siyer İlmine Katkılar/ Kevser BEYAZYÜZ -Muhammed Hamidullah’ın Siyeri XX. Yüzyıl Modern Çağın İdrakine Sunuşu/Ferdi DİNÇ - Muhammed Hamidullah’ın “İslam Peygamberi” Adlı Eserinin Siyer İlmine Katkıları/Siyer Yayınları

2 Siyer Yazıcılığı ve Muhammed Hamidullah/Yusuf KAYA 10 ‫ العدد‬1437 ‫مجادى اآلخر‬

45


46

N襤SAN 2016 Say覺 10


Asrı saadetten bu yana değişik evreler geçiren akîde/kelam ilmi, her bir evresinde kendine özgü bir kimlik kazanmıştır. İlk dönem de dönemin hususi tartışmaları çerçevesinde risale çapında eserler vermiştir. Başlıca kader, Allah’ın kelamı, irade hürriyeti, insanın mesuliyeti, büyük günah işleyenin durumu gibi konular etrafında dönen tartışmalar yine bu minvalde birkaç varaklık risalelerin vücuduna zemin oluşturmuştur. Temel karakteri itibariyle nasların zahirine bağımlı kalmaya çalışan ehl-i hadis ve naslara rağmen aklı işlevsel bir araç olarak kullanan ehl-i re’y arasında dönen ve başta iktidar kavgalarının neden olduğu teolojik nitelikli bu tartışmalar siyasi otoritenin de desteğini almış; o kadar ki kimi zaman Müslümanlar arasında istenmeyen üzücü olaylara dahi sebep olmuştur.

el’Basrî’nin Kader hakkındaki risalesi ve (c) Ömer bin Abdülaziz’in er-Risâle fi’r-redd ale’l-Kaderiyye’si mevcuttur. a- Ebu Hanife Numan bin Sabit’e Ait Risaleler: Amelî konularda imam olan Ebu Hanife (80-150) aynı zamanda itikâdî konularda da imamdır. Selefiyye’nin çağdaşlarından olmasına rağmen akâidde tamamıyla selef metodunu benimsememiş, bununla beraber selefin yolunu da terk etmeyip akla daha fazla önem vermiştir. Ebu Hanife’nin akâide dair beş risalesi şunlardır:

aa- el-Fıkhu’l-Ekber: İlim taliplerinin ilk okuduğu akide eserlerinden olan bu risalenin mahtut-matbû birçok nüshası ve şerhleri bulunmaktadır. Ebu Hanife’ye aidiyeti Biz bu çalışmamızda gün be gün sistematiğini tartışmalıdır; fakat oğlu Hammad ve talebesi kazanan Kelam İlmi’nin geçirmiş olduğu Ebu Mutî el-Belhî’den sıhhati sabit olmayan bu evrelerde öne çıkan risale ve kitaplarını iki rivayeti mevcuttur.2 İbnü’n-Nedîm ve nitelikli biçimde tanıtmayı hedefledik. Ebu’l- Abdülkâhir el-Bağdâdî gibi mütekaddim Hasan el-Eşarî’den (260-324) Ebu Hamid nihal otoriteleri, Ebû Hanîfe’ye el-Fıkhu’lMuhammed bin Muhammed el-Gazzâlî’ye Ekber isimli bir risale nispet ettikleri halde (450-505) söz etmemişlerdir. kadar süregelen mütekaddim kelamı el-Fikhu’l-Ebsat’tan Beyâzîzâde Ahmet Efendi de Hammad’ın öncesinde ulaşabildiğimiz risale sayısı hayli rivayetini el-Fıkhu’l-Ekber, Ebu Mutî elazdır. Belhî’nin rivayetini ise el-Fıkhu’l-ebsat diye Bu yazımızda ise Ehl-i Sünnet kelamının isimlendirmiştir.3 kuruluş ve başlangıcı sayabileceğimiz Abdullah bin Said el-Küllâb’a (ö.240) kadar kaleme alınan risaleleri inceleyeceğiz. Bu risaleleri Ehl-i sünnet âlimlerinin kelam risaleleri ve Ehl-i bidat âlimlerinin kelam risaleleri şeklinde iki başlıkta ele almayı düşündük. 1) Ehli Sünnet Âlimlerinin Kelam/Akide Risaleleri Bu risaleler genel olarak İslam dünyasında zuhur eden batıl inançları yok etme amaçlı kaleme alınmış “Tevhid” ilminin1 ilk örnekleridir. Ulaşabildiğimiz kadarıyla o dönemin eserleri arasında (a) Ebu Hanife Numan bin Sabit’e ait risaleler, (b) Hasan 1 O dönemde kelam ilmi yerine kullanılan isim olmakla birlikte nitelik itibariyle de biraz farklılık arz etmektedir.

2 Hammad ve Ebu Mutî el-Belhî rivayetlerinin ravi zinciri için bkz. İşârâtu’l-merâm, M. Zâhid Kevserî Takdimi, s 6. Zemzem Pablişerz, 2004, Karaçi/Pakistan. 3 Bkz. a.g.e. s. 10-16. 10 ‫ العدد‬1437 ‫مجادى اآلخر‬

47


Risalede; imanın mahiyeti, Allah’ın sıfatları, kader, büyük günah işleyenin hükmü, cennet ve cehennemin ebediyeti gibi o dönem Hâricîler ve Mürcie’nin karşıt görüşler beyan ettikleri meseleler konu edinmektedir. Ayrıca tekfir bahsi, mestler üzerine meshetme, teravih namazı, fasık müminin arkasında namaz kılınıp kılınmayacağı meselesi, ruyetullah meselesi, şefaat, mîzan, havz gibi ehl-i sünnet itikadının mümeyyizi olan daha birçok konu zikredilmiştir. ab- el-Fıkhu’l-Ebsat: Daha önce de zikrettiğimiz gibi el-Fıkhu’l-Ekber’in Ebû Mutî el-Belhî’ye dayanan rivayetine bu isim verildiği bilinmektedir. Eser, kimi zaman Ebû Mutî tarafından “Sordum” ve “Dedi ki” şeklinde, kimi zaman meçhul kiple “Soruldu” ve “Dedi ki” şeklinde Ebû Hanîfe’ye yöneltilen mezkûr sorulara; kimi zaman da direk Ebu Hanîfe’nin görüşüne yer verilmek suretiyle mefrûz sorulara verilen cevaplardan oluşan bir risaledir. Bu risalenin de İstanbul ve Kahire kütüphanelerinde birçok mahtut nüshasının yanı sıra matbu nüshaları bulunmaktadır. Ayrıca üzerine tercüme ve şerh çalışmaları yapılmıştır.4

şeklinde diyaloglardan oluştuğu için adını, bu diyalogların iki figürü olan âlim/hoca ve müteallim/öğrenci kelimelerinden almıştır. Risale kırk üç soru ve cevaptan oluşmaktadır. İçerik itibariyle el-Fıkhu’l-ekber ve elFıkhu’l-ebsat’la uyum içindedir. Risaleye ilim öğrenmenin önemi ve amel-i sâlih işlemenin fazileti ile başlanmıştır. İçerisinde; Şîa, Hâricîler ve Mürci’ye ait görüşlerin iptal edilmesi gerektiğinden, büyük günah işleyenin hükmünden, îmân-küfür ayrımından ve küfür fiilleri gibi birçok iman, amel ve küfürle ilgili hususlardan bahseder. Müteaddit kere basılan eser, ayrıca Beyâzîzâde Ahmed Efendi’nin İşârâtü’lmerâm’ından başka İbn Fûrek tarafından da müstakil olarak şerh edilmiştir. ad- Risâletü Ebî Hanîfete ilâ Osman elBettî Âlim Ehli’l-Basra: Risâle, İbnü’nNedîm, Ebü’l-Usr el-Pezdevî ve Bezzâzî gibi birçok âlimin yanı sıra Fuat Sezgin tarafından Ebû Hanîfe’ye nisbet edilmiştir. Bu eserde yer alan görüşler aynı şekilde mezkûr risalelerdeki görüşleri destekleyici ve tamamlayıcı niteliktedir. Osman el-Bettî’ye gönderilen bir mektup olması haysiyetiyle birkaç sayfadan oluşan eserde, iman-amel münasebetine ve amelde eksiği olan müminin (mürtekib-i kebîre’nin) imandan çıkmış sayılamayacağı konusuna değinilmiş, bu hususta sahabenin de aynı görüşte olduğu ifade edilip nakiller yapılmıştır. Ayrıca Ebû Hanîfe bu risalenin sonunda kendisine yönelik ircâ iddiasını reddetmektedir.

ac- el-Âlim ve’l-müteallim: Talebesi Ebû Mukâtil Hafs b. Selm’in rivayet ettiği bu risalenin Ebu Hanîfe’ye aidiyeti inkâr edilse de İbnü’n-Nedîm, İbn Fûrek ve İsferâyîni gibi birçok âlim bu nispeti sahih görmüştür. Eser, Hafs b. Selm’in (öğrenci/müteallim) hocası Ebû Hanife’ye (hoca/âlim) sorduğu sorular ve bu sorulara verilen cevaplar 4 Eser üzerine Adil Bebek bir yüksek lisans tezi hazırlamıştır. (1984. MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü)

48

NİSAN 2016 Sayı 10

Eserin Kahire’de ve İstanbul’da mahtut nüshalarından hariç ayrıca matbu nüshaları ve şerh çalışması da bulunmaktadır. ae- el-Vasiyye: Rivayet zinciri Osman elBettî’ye gönderilen er-Risâle adlı eserle aynıdır.5 el-Vasıyye hayatının son günlerinde kendisinden inanç konularında bir vasiyet bırakması istenen Ebu Hanife’nin bu risâlesi aynı şekilde muhteva bakımından diğer risaleleri destekler mahiyettedir. Baş tarafta 5 Rivayet zinciri için bkz. a.g.e. s.6.


imanın erkânını ve mahiyetini anlatır; iman, ikrar ve tasdikten ibarettir, imanda artma ve eksilmeden söz edilemez, der. Kader konusuna da değinen risale, hayrın da şerrin de Allah’tan olduğunu dile getirir. İrâde, ilim ve rıza münasebetini irdelerken günahta dahi ilim, irade ve takdirin bulunduğunu fakat rızanın bulunmadığını açıkça ifade eder. Ayrıca Allah’ın sıfatları ve Kur’an’ın mahlûk olup olmaması konusunda adeta sonraki Ehl-i sünnet kelamına öncü olacak derecede sözler sarf eder. İnsan iradesi, istitâat meselesi ve kesp gibi konuları da inceleyen İmam Ebu Hanîfe nihayet Ehl-i sünnetin ayrıştırıcı alâmetlerinden olan mestler üzerine mesh, seferî kimsenin namazı gibi meseleleri de ele alır. Hâsılı kelam el-Vasıyye, iman-amel ilişkisini, kader meselelerini ve bir kısım âhiret ahvalini konu edinen veciz bir eserdir.

birlikte kadere dair kaleme alınmış en eski vesika olma özelliğine sahiptir. Eserin bilinen beş nüshasından iki nüshası İstanbul’da mevcuttur. Biri Ayasofya Kütüphanesi’nde diğeri ise Köprülü Kütüphanesi’ndedir. Fakat Ayasofya’da bulunan nüsha Köprülü’de bulunan nüshanın özeti mahiyetindedir.7 Emevî halifelerinden Abdülmelik b. Mervân, Hasan-ı Basrî’ye bir mektup yazarak seleften mevrus cebir inancına aykırı düşünen bir akımdan söz edildiğini dile getirmiş ve kendisinden bu konuya açıklık getirmesini istemiş, o da kulların fiilleriyle kadere dair görüşlerini ihtiva eden risâlesini yazıp göndermiştir. Bu risâleye göre Hasan-ı Basrî, naslara uyan Selef âlimlerinin hak karşısında olmadıklarını söyleyip kanaatini şöyle açıklamıştır: Allah, kendisine kulluk etmeleri için yarattığı insanların bu görevlerini yerine getirmelerine herhangi bir şekilde engel olmaz; zira O kullarına zulmetmez.

el-Vasiyye’nin Türkiye’nin dört bir yanında bulunan koleksiyonlardaki yazma nüshalarının yanı sıra ayrıca Kahire, Mekke, Eserin ilki 1950’li yıllarda olmak üzere birçok Medine, Paris ve Londra gibi değişik birçok defa neşri, şerhi ve tercümesi yapılmıştır. ülkede yazma nüshaları bulunmaktadır. elc- Er-Risâle fi’r-redd ale’l-Kaderiyye: Vasıyye üzerine kıymetli alimler tarafından çeşitli şerhler yazılmış, bunların büyük bir Ömer bin Abdilazîz’e (60-99) ait olan bu mektup kısmı günümüze kadar ulaşmıştır.6 bir bütün olarak Ebû Nuaym’ın Hilyetü’lEvliyâ isimli eserinde ravi zinciriyle birlikte Diğer risâleleriyle birlikte Ebû Hanîfe’nin bu bulunmaktadır.8 Müstakil bir vesika olarak risâlesini de Osmanlı âlimlerinden Rumeli günümüze ulaşmamıştır. Abdülkâhir elKazaskeri Kemâleddin Ahmed b. Sinan Bağdâdî, Ömer’in, tâbiîn neslinden Ehl-i el-Beyâzî senetleriyle birlikte toplamış, el- Sünnet kelâmcılarının ilklerinden olduğunu Usûlü’l-münîfe li’l-İmâm Ebî Hanîfe başlığı ve Kaderiyye’ye reddiye olan bu risâleyi/ altında bir araya getirmiş, kelâm kitaplarındaki mektubu yazdığını söyler.9 tertibe göre düzenlemiş ardından bunları İşârâtü’l-merâm min ibârâti’l-İmâm adıyla Birkaç sayfalık bir mektuptan ibaret olan şerhetmiştir. (Kahire 1368/1949). Mustafa metin, cihadın kıyamete kadar süreceği, Öz, İmâm-ı Azam’ın Beş Eseri adı altında İslam’ın esasları, tekfir meselesi, imanbu risâleleri ve Kevserî’nin Arapça neşrine küfür ayrımı, kadere iman, Allah’ın ilim sıfatı, ait takdim metnini ve Türkçe tercümesini de bununla alakalı olarak insan iradesinin neşretmiştir. (İstanbul 1981) hürriyeti meselesi ve son olarak hidayetdalâlet meseleleri konu edinmiştir.10 b- er-Risâle fi’l-Kader: Risale, Hasan el-Basrî’nin (21-110) başta kader meselesi olmak üzere itikadî görüşlerini içeren en önemli ve en meşhur eseri olmakla 6 el-Vasıyye üzerine yapılan şerh çalışmaları için bkz. DİA. Mustafa Öz, Md: el-Vasiyye,.

7 Köprülü Fazıl Ahmet Pş. nr: 1589. Ayasofya, nr: 3998. 8 Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 5/346, Kâhire, 1932. 9 Mezhepler Arasındaki Farklar, s. 289. 10 Mezkûr risâlenin tahlili için bkz. Özcan Taşçı, İlk Kelâm Risâlelerinde Göre Kader ve İnsanın Sorumluluğu, s. 140, İz Yayıncılık, 2009. 10 ‫ العدد‬1437 ‫مجادى اآلخر‬

49


50

N襤SAN 2016 Say覺 10


ise mezhebin en müessir simalarındandır. İbn Süreyc ve Şafiî mezhebine katkısı: Mezhebin kuruluş safhası ve ilk telif hareketi: Mezhep adını kurucu imamı Muhammed bin İdris eşŞafiî (ö.204/)’den almıştır. İmam Şafiî’nin ilim hayatı serüveninde en esaslı üç mekân söz konusudur: Mekke, Bağdat ve Mısır. Çocukluk evresini çölde, bâdiyede geçiren İmam, menakıp kitaplarından öğrendiğimize göre Arap dilinde derinleşmişti.1 Gençlik yıllarını Mekke’de hadis Kur’an öğrenimiyle sürdürmüş, İmam Malik’in (ö.179/) şöhretini duymasıyla gittiği Medine’de kendisinden Muvatta’yı okumuştur. Ve İmam Malik’le tanışmasıyla artık fıkha ilgi duymaya başlamıştır. Sonraları Bağdat’a sürgün giden İmamın Irak/Kûfe fıkhıyla tanışıklığı başlar. O dönemin ve Irak fıkhının öncü imamı Muhammed bin eş- Şeybâni (ö.189/)’den ehli rey ekolüne vakıf olur. Mekke-Medine’deki hadis tahsiline Irak fıkıh bilgisini ekler. Sonrasında Mekke’ye döner ve ilmi hayatının en verimli dönemlerini yaşar. Irak fıkhıyla, hadis müktesebatını karşılaştırır ve bir bir fıkhî konular üzerinde karar kılar. Şafiî’nin, eserlerinden bazısını bu dönemde yazdığı aktarılır. 195 yılında ikinci kez Bağdat’a giden imam üç yılını orada, ardından bereketli ömrünün son 5 yılını (199-204) da Mısırda geçirir ve orada vefat eder. Bağdat, Mekke ve Mısırda yaşadığı dönemlerde kendisinden birçok talebe istifade etmiştir. Mekke’de Ebû Bekir Humeydî (ö.219/834), Bağdat’ta Ebû Hasan Sabbah Za’ferânî (ö.260/873), Mısır’da Harmele (ö.266/879), Büveytî (ö.231/845), Müzenî (Ö.264/877) ve Rebi’ bin Süleyman el- Murâdî (Ö.270/884) Şafiî’den sonra kitaplarını ve ilmini neşreden talebelerinin en önde gelen simalarıdır. Mısır’a gelene kadar verdiği fetvalar mezhebi kadim, Mısır’da verdiği fetvalar ise mezhebi cedit olarak isimlendirilmiştir. Çünkü Şafiî Mısır’da önceden verdiği birçok görüşünden dönmüştür. Bu fıkhi rucûlarında Mısır’ın medeni, kültürel örf ve adetlerinin bi derece etkin olduğunu söylesek de bir ilim adamının rucularında kanaatimizce esas olan şey kazandığı güncel ilmi birikimi, tefekkür ve içtihadındaki çabadır. Bu yüzden Şafiî, fıkhî kemaline Mısır’da erişmiştir. Yanı sıra yazdıklarıyla mezhepte ilk telif hareketini başlatmıştır. Ardındaki fıkıh malzemesini talebeleri kaleme almıştır. Mesela Müzeni (ö.264/878) mezhebin ilk muhtasar yazarıdır. İbn Süreyc

1 Ebu Zehrâ, İmam Şafiî, 23.

İmam Şafîî’nin talebelerinden sonraki neslin fıkıhçılarından 249/863’de Bağdat’ta doğan İbn Süreyc yazdıklarıyla Şafiî mezhebine dair adeta bir külliyat bırakmıştır. Bu külliyatla 200-250 yılları arasında telif edilen muhtasarlardan sonra mezhebin telifte söz konusu edilen inkıtasını – Nail Okuyucu’nun ifadesiyle ikinci telif hareketini başlatarak- sonlandırmıştır. Müzenî’nin (ö.264/878), Muhtasarında İmam Şafiî’ye yönelttiği eleştirilere kendisi de bu Muhtasar’a bir şerh yaparak cevap vermiştir.2 Şafiî mezhebinin üçüncü neslinden sayılan İbn Süreyc fıkıhta muhtasar yazmış3, rey ekolü temsilcilerinden Muhammed eş-Şeybani4 ve İsa bin Eban’a5 reddiyelerde bulunmuş zahirilere de kıyas konusunda eleştirel metinler yazmıştır6. İbn Süreyc, Şafiî fıkhi mesâilini yeniden ifadelendirerek fıkıh edebiyatında tesirini kalıcı kılmıştır. Henüz sistemleşmemiş olan mezhep İbn Süreyc’in katkılarıyla oluşumunda büyük mesafe kat etmiştir. Belki de bu sebeplerden mezhepte Şafiî’nin talebesi olan Müzenî’den dahî üstün tutulmuştur.7 Şafiî’nin usul anlayışı ve er- Risâle adlı usul eseri: er-Risâle usul alanında yazılmış ilk eser, eserin müellifi de usulde ilk müdevvin olarak kabul edilir. Şafiî, usulde ayrıca İbtâlü’l istihsan ve Cimâü’l ilim eserlerini yazmıştır. Bu eserlerinden anlıyoruz ki furû’ meseleleri tetebbu ettiği gibi muasırlardan ayrıcalıklı bir şekilde usul alanında da bir hayli incelemelerde bulunmuştur. er-Risâlesi Türkçeye de kazandırılmıştır. Mütercimlerin izahatlarında verdikleri beyana göre eserin en eski yazma nüshası Rebi’ bin Süleyman’ın (ö.270/884) el yazısı olan nüshadır. Müellif bu nüshayı bizzat talebesi Rebi’e imla etmiştir. Soru cevaplı bir uslupla kaleme alınan eserde müellif ağırlıkla sünneti konu edinmiş, haberin değeri üzerine sorulan sorulara cevap verilmiştir.

2 Şerhü Muhtasari’l Müzenî. 3 el- Muhtasar fi’l Fıkh. 4 er-Red alâ Muhammed bin el-Hasen. 5 er-Red alâ İsâ bin Ebân. 6 er-Red alâ Dâvud fi İnkârihi’l Kıyas. 7 İbn Süreyc’in eserleri ve mezhepteki tesirini daha geniş incelemek için bakınız bu bölümün kendisinden özetlendiği, Şafiî Mezhebinin Teşekkül Süreci, Nail Okuyucu, 407-507. 10 ‫ العدد‬1437 ‫مجادى اآلخر‬

51


Şafiî dini hükümlerin kaynaklarıyla ilgili beşli bir taksim yapar. İlk sırada Kitap ve mütevatir olan sünneti bir alt mertebede icmayı ardından sahabe kavlini sonra ihtilaf ettilerse onların kavillerinden çıkmamayı son olarak da kıyası serdeder.8 İmamın hüküm kaynaklarını bu beş delilin oluşturduğunu söyleyebiliriz. Burada dikkatleri çeken husus sünnetin Kur’an ile aynı mertebeyi paylaşmasıdır. Fakat Şafiî buradaki sünneti “sünneti sâbite” olarak isimlendirir. Ebû Zehrâ ise, “haber-i vahid olan sünnetin bu mertebede görülmesi doğru değildir” der.9 İmam Şafiî’nin Sünnet anlayışı ve Şafiîlerde Haber-i Vahid: İmam Şafiî er-Risâle’sinin yarısından fazlasında sünnete yer vermiştir. Döneminde çok yoğun bir şekilde sünnet-rey tartışmaları yaşanmıştır. Zaten er-Risâle de kendisine Abdurrahman elMehdi’nin (ö.198/813-14) sünnet ile ilgili sorduğu sorulara cevaben Bağdat’ta yazılmış ve Mısır’da üzerinde değişiklikler yapılarak güncellenmiştir. İçeriği haber-i vahid ağırlıklıdır. Haberi vahidin meşruiyeti, Kur’an karşısındaki konumu ve deliller hiyerarşisinde kıyasın mı haber-i vahidin mi önceliği gibi meseleler teferruatıyla soru cevap tarzında incelenmiştir.10 Haber-i vahidin ifade ettiği bilgi değeri hususunda Hanefî, Şafiî, Malikî mezhepleriyle Mû’tezile ve Hâriciler ilim ifade etmediğini, Zâhirîler ile bir kısım hadisçiler ise bazı haber-i vahidlerin ilim ifade ettiğini söylemişlerdir.11 Lâkin dünyevi işler, fetva ve şehâdet konularında haber-i vahidle amel etmenin câiz olduğunda ittifak vardır. Şafiîler, Sened ve metinden müteşekkil haberlerde inkitâ-i zâhir bulunmadıkça haberlerin reddedilemeyeceği, inkitâ-i zâhir

8 Ebu Zehrâ, 183. 9 Ebu Zehrâ, İmam Şafiî, 183. 10 Murteza Bedir, er-Risâle, Dia. 11 H. Yunus Apaydın, Haberi Vahid, Dia.

52

NİSAN 2016 Sayı 10

bulunduğunda da kabul edilmesinin mümkün olmadığını söylerler. Hanefîler ise kendisinde inkitâ-i zâhirin bulunduğu Mürsel hadislerin bazısını kabul etmekle aslında sened kopukluğunun her zaman haber/hadisin sıhhatine engel teşkil etmeyeceği görüşünü savunmuşlardır. Ziyâde ale’n nas meselesi de Şafiîlerle Hanefîlerin ihtilaf ettiği hususlarındandır. Hanefiler haber-i vahidle menkul bir hadisin Kur’an nassı üzerine ziyadesinin bir nesh olacağını ve neshinde iki eşit delil arasında cereyan edebileceğini ifade ederler. Hâlbuki haberi vahidin zanni bilgi ifade etmesi hasebiyle Kur’ân nassının bildirdiği katiyete karşılık olamayacağını bu sebeple haber-i vahid ile ziyâde ale’n nas’sın caiz olmayacağı kanaatindedirler.12 Buna karşılık Şafiîler haber-i vahidle ziyâde ale’n nassın caiz olduğunu ve bunun da nesh olmayacağı görüşündedirler.13 İmam Şafiî’de İstihsan’ın ibtali ve Mesâlih-i Mürsele: İstihsan fıkıh terminolojisinde ilk defa Ebû Hanîfe ile yerini almıştır. Kaynakların verdiği bilgiye göre ilk defa yapılan ve Ebû’l Hasen el-Kerhi’ye (ö.340/951) ait olan tarif şudur: bir meselede daha kuvvetli bir sebebi göz önüne alarak benzeri meselelerde kabul edilen hükmü vermekten vazgeçmektir.14 İstihsan konusunda Hanefî, Malikî, Hanbelî ve Zeydîlerin genel tavrı olumlu, Şafiî, Zahirî ve Ca’ferî’lerin yaklaşımları ise olumsuzdur.15 İstihsan konusuna İmam Şafiî’nin itirazları malumdur. Belki de ilk defa istihsan’a karşı duran da Şafiî’dir. Yanı sıra Malikilerin Mesâlih-i mürsele delilini de eleştirdiği de bilinir. İstihsan konusunda Şafiî’nin

12 Murat Şimşek, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi Sayı 13, Hanefi Fakihlerin Haber Anlayışlarının Bir Göstergesi 0larak Nass Üzerine Ziyade Meselesi, 104. 13 H. Yunus Apaydın, Haberi Vahid, Dia. 14 Ali Bardakoğlu, İstihsan, Dia. 15 Ali Bardakoğlu, İstihsan, Dia.


Hanefilere yönelttiği eleştirilerin özetinin16 özetini sunmak amacıyla şu maddeleri gündeme getirebiliriz:

rağmen kendisinin de istihsan’ı kullandığı görülmüştür. Bazı örnekleri şunlardır:

1- Allah Teâlâ Müslümanları ihtiyacı olan şeyleri ya nas ya da işaret yoluyla beyan buyurmuştur. Dolayısıyla nas haricinde içtihada gitmek doğru değildir.

a- İmam Şafiî şuf’a konusunda istihsan’da bulunmuş ve üç gün ertelenmesini istemiştir. Kendisi de “bu benim istihsan’a dayanarak verdiğim hükümdür. Asıl değildir” demiştir.

2- Bazı ayetler açıkça belirtir ki mümine düşen görev naslarda mevcut hükümlerdir. Bunların haricindeki hükümlerle yükümlülük hâsıl olamaz.

b- Mushaf üzerine el basarak yemin edilmesi konusunda da, yalandan uzaklaşılacağı ve insanların korkarak çekineceği düşüncesiyle istihsânen kabul etmiş ve şöyle demiştir: “Bazı hâkimlerin mushafa el basarak yemin ettirdiklerini gördüm ki, bu bana göre güzel bir şeydir.”

3- Kur’an’da hükmü bulunmayan meselelerde Hz. Peygamber s.a.v istihsanla hüküm vermezdi. 4- Efendimiz s.a.v sahabeden istihsanı kullanarak hüküm verenlerin hükümlerine rıza göstermezdi. 5- İstihsanın kayıt altına alınmış munzabıt bir kaidesi yoktur. Dolayısıyla keyfilik içerir. 6- İstihsanın medarı akıldır. Dolayısıyla kitapsünneti bilmeyen biri de istihsan yapabilir. Bu eleştirilere verilen cevaplar ve cevapların cevaplarından müteşekkil literatüre girmek niyetinde değiliz.17 Fakat şu kadarını belirtelim ki istihsan’a gidilmesi zaruretle kayıtlıdır. Medarının akıl olması içtihada ehil olmayanın yapabilmesi anlamını taşımaz. Kendisine vahiy inen biri olarak Efendimiz a.s’ın istihsan yapması beklenemez. Üstelik kıyası kabul eden birinin istihsan’ı kabul etmesi gerekir. Zira istihsan’ın bir çeşidi de hafi kıyastır. Bunlarla birlikte istihsan’ın nassa, icmâya, örfe, kıyasa, maslahata ve nihayet zarurete dayandığı şeri mesnetleri de vardır. Şafiî’nin istihsan’ı kabul edenlere eleştiriler yöneltmesine

16 Ebu Zehra 5 maddede Şafiî’nin görüşlerini özetlemiştir. Bknz. Age, 286. 17 Dileyen bu tartışmanın özetini, İbrahim Çalışkan’ın İstihsan adlı makalesinde bulabilir.

c- Ezan okurken müezzinlerin seslerini daha uzağa duyurabilmek için parmaklarını kulaklarına tıkamasının caiz olduğuna da -Bilal-i Habeşî’nin de böyle yapması sebebiyle- istihsânen hükmetmiştir18 İstihsan’ı kullananların savunuları sayesinde, istihsanı kabul etmeyenler ile aralarındaki niza neredeyse kalkma derecesine erişmiştir. Nitekim müteahhir Şafiîlerden bazısı da İmam Şafiî’nin kastettiği istihsan’ın, “şeri bir mesnede dayanmaksızın keyif ve arzuya göre hüküm verme” manasına geldiğini, (Hanefi imamlarının ise bundan beri olduğunu kabul eder ve A.K) istihsan’ı kullananlarla ihtilaflarının adlandırmadan ibaret olduğunu söylerler.19 Maslahat konusuna dair ise İsnevi, İbn Hacib’ten ve Cüveyni’den naklen Şafiî’nin mesalih-i mürseleyi kullandığını söyler.20 Ayrıca Şafiî’nin er-Risâle’sinde kıyasın ikinci türü olarak kaydettiği şeyin de maslahat olarak anlaşıldığı belirtilmiştir.21 Abdullah Küskü

18 İslâmi ilimlerde metodoloji/usul meselesi, İbrahim Çalışkan, İstihsan, II./154. 19 Ali Bardakoğlu, İstihsan, Dia. 20 Ebû Zehra, 295. Tahrir Hamişi, 2/113. 21 er-Risâle, 258. Ebu Zehra, aynı yer. 10 ‫ العدد‬1437 ‫مجادى اآلخر‬

53


• Ölülerinizi salih kimselerin arasına gömün. Çünkü tıpkı dirinin kötü komşudan sıkıntı çektiği gibi ölü de kötü komşudan sıkıntı çeker.

ِ ‫الس‬ ِ ِ​ِ ‫ط قـوٍم‬ ‫وء َك َما يـَتَأَذَّى‬ ُّ ‫ت يـَتَأَذَّى ِبَا ِر‬ َ ‫صال‬ َ ِّ‫ني فَِإ َّن الْ َمي‬ َ َْ َ ‫ْأدفنُوا َم ْو َت ُك ْم َو َس‬ ِ ‫الس‬ ‫وء‬ ْ ُّ ‫الَ ُّي ِبَا ِر‬

Hadis, Ebu Hureyre’den iki tarik ile rivayet edilmiştir.

1- Süleyman b. İsa - Malik – Nafi b. Malik – Malik – Ebu Hureyre kanalıyla rivayet edilmiştir. Ondan da; a) Şuayb b. Musa; bunun tarikinden de Ebu Nuaym Hilyetü’l-Evliyâ’da rivayet etmiştir. (6: 390. Dâru’lKütübü’l-İlmiyye) b) Sahîb b. Muhammed; bunun tarikinden de Ebu Tahir es-Silefî Mucemu’s-Sefer’de rivayet etmiştir. (31. Dâru’l-Fikir) 2- Dâvud b. el-Husayn – İbrahim b. el-Eşas – Mervân b. Muâviye – Süheyl b. Ebî Sâlih – Ebû Sâlih – Ebu Hureyre kanalıyla rivayet edilmiştir. Bu tarikten de İbn Hıbbân elMecrûhîn’de rivayet etmiştir. (1: 092 Dâru’l-Marife) Hadis her iki tarikten de batıl sayılmıştır. Çünkü; 1. Birinci tarikin medarı olan Süleyman b. İsa hadis uyduran bir ravidir. (İbn Adiy, el-Kâmil fî Duafâi’r-Ricâl ) 22. İkinci tarikin medârı olan Dâvud b. el-Husayn sikalardan münker rivayetlerde bulunan birisidir. Özellikle infirat ettiği zaman rivayetleri terkedilir. Nitekim burada sika bir ravi olan İbrahim b. el-Eşas’den bu rivayeti ile infirat

54

NİSAN 2016 Sayı 10


etmiştir. (İbn Hibbân, el-Mecrûhîn 1: 092 Dâru’l-Marife). Bundan dolayı İbn Hibbân “Bu batıl bir haberdir, efendimizin sözü olarak aslı yoktur” demiştir. (İbn Hibbân, a.g.y.) Ayrıca hadisi rivayet eden Ebu Nuaym

(‫)غريب من حديث مالك مل نكتبه إال من حديث شعيب‬ diyerek illetine dikkat çekmiştir.

Hadise şahit olarak üç tane rivayet getirilmiştir. (Suyûtî, el-Leâliu’l-Masnûa, 2: 365) 1. Hz Ali rivayeti: Bunu da yukarıda adı geçen Süleyman b. İsa rivayet etmiştir. Muhtemelen rivayeti kabul ettirmek için ikinci bir tarik uydurarak birçok tarikten geldiği vehmi uyandırmak istemiştir. 2. İbn Abbâs rivayeti: Aynı yerde senedsiz olarak zikredilmiştir. 3. Ümmü Seleme rivayeti: Bu rivayetin mahrecinde Abdu’l-Kuddûs b. Habîb adında yalancı bir ravi vardır. Netice: Hadis âlimleri bu rivayetin bu lafızla uydurma olduğunu söylemişlerdir. Ancak her ne kadar böyle olsa da selefin ve halefin uygulamalarının bu yönde olduğu söylenmiştir. (es-Sehâvî, el-Makâsıdü’l-Hasene, 51) Son olarak, hadise şahit olarak şu rivayet getirilmiştir (el-Gumâri, el-Müdâvî, 1: 248):

،‫َخبـَ​َرَن ُسلَْي َما ُن ُه َو ابْ ُن َحيَّا َن‬ َ َ‫ص َدقَةُ ق‬ ْ ‫ أ‬:‫ال‬ َ ‫َح َّدثـَنَا‬ ٍ ِ‫ عن سع‬،‫ع ِن اب ِن عج َل َن‬ ‫ َكا َن ِم ْن‬:‫ال‬ َ َ‫ َع ْن أَِب ُهَريـَْرَة ق‬،‫يد‬ َْ ْ َ َ َْ ِ ِ ِ َّ ِ َّ َّ ِ ‫ك م ْن‬ ِّ ِ‫ُد َع ِاء الن‬ َ ‫ «الل ُه َّم إ ّن أَعُوذُ ب‬:‫صلى هللاُ َعلَْيه َو َسل َم‬ َ ‫َّب‬ ِ ‫الس‬ ُّ ‫ فَِإ َّن َج َار‬،‫وء ِف َدا ِر ال ُْم َق ِام‬ »‫الدنـْيَا يـَتَ َح َّو ُل‬ ُّ ‫َجا ِر‬ Ebu Hureyre şöyle demiştir; Efendimiz (s.a.v.)’in dualarından biri şuydu: “Yarabbi ahirette kötü komşudan sana sığınırım. Zira dünyadaki komşu değişir.”

Hadisi İmam Buhârî el-Edebü’lMüfred’de rivayet etmiştir. (el-Edebü’l-Müfred,

111, Dâru’l-Kalem) • Cuma kılmayanın kalbi mühürlenir Hadisi İmam Müslim rivayet etmiştir. (Cuma, 40) lafzı şöyledir:

،َ‫ َح َّدثـَنَا أَبُو تـَْوبَة‬،ُّ‫الُْل َوِان‬ ْ ‫الَ َس ُن بْ ُن َعلِ ٍّي‬ ْ ‫وح َّدثَِن‬ َ ٍ ‫ عن زي‬،‫ح َّدثـنا معا ِويةُ وهو ابن س َّلٍم‬ ِ ‫ أَن َُّه‬- ُ‫َخاه‬ ‫أ‬ ‫ن‬ ‫ع‬ ‫ـ‬ ‫ي‬ ‫د‬ َ َْ ْ َ ْ َ َ ُ ْ َ ُ َ َ َ ُ َ​َ َ ِ‫َن عب َد هللا‬ ِ ِ َّ ْ ‫ َح َّدثَن‬:‫ال‬ َ َ‫ ق‬،‫َِس َع أ َ​َب َس َّلٍم‬ َْ ‫ أ‬،َ‫الَ َك ُم بْ ُن مينَاء‬ ِ َ ‫ أَنـَّهما َِسعا رس‬،‫ وأَب هريـرَة ح َّد َثه‬،‫بن عمر‬ ‫صلَّى‬ َ ‫ول هللا‬ ُ َ َ َ ُ ُ َ َْ َ ُ َ َ َ َ ُ َ ْ ِ ‫ي أَقـَْو ٌام‬ َّ َ ‫ «لَيـَنـْتَه‬:‫ول َعلَى أ َْع َو ِاد ِمنـَِْبِه‬ ُ ‫ يـَُق‬،‫هللاُ َعلَْي ِه َو َسلَّ َم‬ ِ ‫َعن و ْد ِع ِهم ا ْلمع‬ َّ‫ ُث‬،‫ أ َْو لَيَ ْختِ َم َّن هللاُ َعلَى قـُلُوبِ​ِ ْم‬،‫ات‬ َ ُ​ُ ُ َ ْ ِ‫لَي ُكونُ َّن ِمن الْغَافِل‬ »‫ني‬ َ َ َ “Bazı kimseler cuma namazlarını terk etmeye ya son verirler veya Allah Teâlâ onların kalplerini mühürler, sonra gafillerden olurlar”

Üç günden fazla küsülmez.

Hadisi İmam Müslim rivayet etmiştir. (Birr; 25) lafzı şöyledir:

‫ت َعلَى‬ َ َ‫ ق‬،‫َح َّدثـَنَا َْي َي بْ ُن َْي َي‬ ُ ْ‫ قـَ​َرأ‬:‫ال‬ ِ ٍ ِ‫مال‬ ٍ ‫ َع ِن ابْ ِن ِشه‬،‫ك‬ ‫ َع ْن َعطَاء بْ ِن‬،‫اب‬ َ َ ِ‫يد اللَّيث‬ ِ ِّ ‫صا ِر‬ ِ َ ‫ن‬ ‫ال‬ ‫وب‬ ‫ي‬ ‫أ‬ ‫َب‬ ‫أ‬ ‫ن‬ ‫ع‬ ، ‫ي‬ ‫ز‬ ،‫ي‬ َ ِ ْ ُّ ْ َ َ ْ َ ّ ْ َ َ‫ي‬ ِ َ ‫َن رس‬ ِ ،‫صلَّى هللاُ َعلَْيه َو َسلَّ َم‬ َ ‫ول هللا‬ ُ َ َّ ‫أ‬ َ َ‫ق‬ َ :‫ال‬ ُ‫«ل َِي ُّل لِ ُم ْسلِ ٍم أَ ْن يـَْه ُج َر أَ َخاه‬ ِ ‫ يـلْتَ ِقي‬،‫ال‬ ِ ‫ض‬ ُ ‫ان فـَيـُْع ِر‬ َ َ ٍ َ‫فـَْو َق ثَ​َلث لَي‬ ُ‫ َو َخيـُْر ُهَا الَّ ِذي يـَْب َدأ‬،‫ض َه َذا‬ ُ ‫َه َذا َويـُْع ِر‬ »‫لس َلِم‬ َّ ‫ِب‬ “Bir Müslümana kardeşini üç geceden fazla terk etmesi helâl değildir. Birbirleriyle karşılaşırlar; o yüz çevirir, bu da yüz çevirir. Bunların en hayırlısı, ilk selâm verendir.”

10 ‫ العدد‬1437 ‫مجادى اآلخر‬

55


56

N襤SAN 2016 Say覺 10


Dergide bundan önce yayınlanan konuyla alakalı iki makalede Murat Molla’nın hayatından, kütüphanesinin yapısından ve tefsir bölümünde bulunan nadir el yazma eserlerinden bahsetmiştim. Bu makalede ise Hadis bölümünde bulunan nadir yazma eserlerden bahsedeceğim. Kütüphanede hadis metinleri, şerhleri ve hadis usulüyle alakalı 302 el yazması bulunmaktadır. Bu yazmalar 322 ile 624 demirbaş numaraları arasında yer alır. Hadisle ilgili nadir el yazmalarını şu başlıklar altında tasnif edebiliriz: a-) Müellif Hattı Yazma Eserler 381 numarada bulunan mecmuada Kanuni devri Osmanlı şeyhülislâmı ve tarihçisi Kemalpaşazâde’nin (940/1534) kırk hadis edebiyatına dâhil olan dört tane risalesi bulunmaktadır. Bu nüshanın müellif hattı olduğunu; zahriyyesindeki reisülküttabın veya kitap sahibinin kaydı ile (bkz. resim:1), Halet Efendi Kütüphanesi, 163 numara ve Esad Efendi Kütüphanesi, 656 numaralarında bulunan, müellif hatlı olduğu bildirilen, diğer kitapların hattıyla bire bir aynı olmasından anlaşılmaktadır. Birinci risale 1b-28a varakları arasında bulunup kırk tane hadisin şerhini içermektedir. Risale }‫{الس َل ُم َقب َل ا ْل َك َل ِم‬ hadisiyle başlayıp َّ ْ ِ ‫ { َال َّط َل ُق ي‬hadisiyle bitmektedir. ِ ‫ين ا ْل ُفس‬ }‫اق‬ ‫م‬ ُ َ َّ Kemalpaşazâde bu nüshanın mukaddimesinde belirttiği üzere (vr. 1b), “ifadesi fasih, senedi sahih, önemli meselelere değinen ve kendisinden hüküm çıkarılmaya elverişli hadisleri seçmiş ve bu hadisleri şerh etmiştir”1. Mecmua içinde yer alan diğer risalelerin başında böyle bir 1 Osmanlı’da Kırk Hadis Çalışmaları, Selahaddin Yıldırım, S: 57.

mukaddime bulunmasa da, oradaki hadislere baktığımızda ilk risaledeki özelliklere sahip hadisleri tercih ettiğini görüyoruz. Bu nüshanın yazımını, 28a yaprağında bulunan ferağ kaydında 19 Şaban 933’de (21.5.1527) bitirdiğini ifade etmektedir. (bkz. resim:2) İkinci risale ise 30b-69a varakları arasında bulunup içinde 40 hadisin şerhi bulunmaktadır. Risale }‫{ي ِّسروا َو َل ُت َع ِّسروا‬ ُ ُ َ hadisiyle başlayıp ‫ِالش ْطر ْن ِج‬ ‫{م ْن َل ِع َب ب‬ َّ َ َ ِ } ِ‫الخ ْنزِ ير‬ ‫النر َد ِشيرِ َف َكأَ َّن َما َغ َم َس َي َد ُه ِفي َد ِم‬ َّْ ‫َو‬ hadisiyle bitmektedir. 69a yaprağında bulunan ferağ kaydına göre nüsha 10 Ramazan 933’de (10.05.1527) yazılmıştır. (bkz. resim:3) Üçüncü risale 70b-92b varakları arasında bulunup yirmi dört hadisin şerhini ihtiva etmektedir. ِ ‫ال ب‬ ِ ‫ِالنّي‬ Risale }‫ات‬ hadisiyle ُ ‫{إن َما ْالَ ْع َم‬ َّ َّ başlayıp ‫ َوإ َذا َت َو َّض ْأ َت‬،‫{إ َذا ْاس َت ْج َمر َت َفأَ ْو ِتر‬ ْ ْ }‫اس َت ْن ِتر‬ ‫ َف‬hadisiyle bitmektedir. Risalenin ْ ْ ne zaman tamamladığına dair bir kayıt bulunmamaktadır. Bu risalede yer alan hadislerin sayısı bazı nüshalarda -Nihal Alev ATSIZ’ın da ifade ettiği gibi-2 otuz altıya çıkmaktadır. Lakin hadisler tek tek incelendiğinde yirmi dört numaradan sonra gelen hadislerin bir ileride gelen risalede aynen mevcut olduğu görülmektedir. Dolayısıyla 36 tane hadis olduğu söylenen risale aslında yirmi dört hadis barındırmakta olup diğer risalenin hadisleri buna eklenip sayısı otuz altı olmuştur. Ayrıca sayısı otuz altı olan nüshalarda alttaki risale mevcut değildir. (Mesela bkz. Esad Efendi Kütüphanesi, 3646 numara) Dördüncü risale ise 93b-119b varakları arasında olup otuz hadis şerhi içermektedir. 2 Kemalpaşaoğlu’nun Eserleri; Nihal Alev ATSIZ; s: 94. 10 ‫ العدد‬1437 ‫مجادى اآلخر‬

57


Risale normalde }‫ {اَل َّل ُهم َل َخير َّإل َخير َك‬hadisiyle başlayıp َّ َْ ُْ otuz numaralı hadis olan ‫ أ َنا ْاب ُن َعب ِد‬،‫النبِي َل َك ِذ َب‬ ‫{أنا‬ ْ ُّ َّ َ }‫ ا ْل ُم َّط ِل ِب‬hadisiyle bitmektedir. Lakin nüshanın sonundan takriben bir varak nakıstır. Müellif hattı bu ِ ‫{خير ا ْلم‬ nüsha maalesef yirmi dokuz numaralı ‫ال ِس َّك ٌة‬ َ َُْ ْ ‫ وم ْهر ٌة م‬،‫ م ْأبور ٌة‬hadisin şerhinin ortasında }‫ور ٌة‬ ‫م‬ ‫أ‬ َ ُ َ َ ُ َ َ ُ َ bitmektedir. Ayasofya Kütüphanesi; 4794 numarada bulunan ve müellif nüshasından istinsah edilen nüshanın 34a varağına baktığımızda, bu nüshanın takriben iki üç satır kadar eksik olduğunu ve müellifin talebelerinin bazısından nakledildiğine göre bu risalenin müellifin yazmış olduğu son risale olduğu anlaşılmaktadır. 456 numarada ise, Şafi ulemasının büyüklerinden, Kahire’de doğup orada vefat eden, Memlukü sultanlarından el-Melikü’z-Zahir Çakmak’ın (857/1453) dostlarından Nûreddin Ali b. Muhammed b. Akbars’ın (862/1458) “Fethu’s-Safâ li-Şerhi Me’ânî-Elfâzi’ş-Şifâ” adlı eserinin ikinci cildi bulunmaktadır. Bu eser isminden de anlaşıldığı üzere Kadı ‘Iyâz’ın (544/1149) meşhur Şifa’i-Şerif kitabının lafızlarını açıklamak için yazılmıştır. 217b varak, 29 satır olan bu nüshayı müellif 10 Muharrem 856’da (01.02.1452) tamamlamıştır. Nüsha ِ ِ​ِ ِ ِ َ ِ ِ »‫الس َل ُم‬ َّ ‫الص َل ُة َو‬ َّ ‫يما َيج ُب َع َلى ْال َنام م ْن ُح ُقوقه َع َل ْيه‬ َ ‫ ف‬:‫« َف ْص ٌل‬ başlığıyla başlayıp kitabın sonuna kadar devam etmektedir. (bkz. resim:4) 455 numarada bulunan kitabın birinci cildi ise kaynaklarımızın ifade ettiği gibi müellif hattı değildir. Bunun sebebi hem hattı değişmiştir hem de birinci nüshanın müstensihi kitabın ferağ kaydında ikinci

58

NİSAN 2016 Sayı 10

ِ ‫ و ِمن مع ِجز ِات ِه الب‬:‫ « َفص ٌل‬konusuyla başlayacağını cildin »‫اهر ِة‬ َ ُْ ْ َ ْ َ َْ ifade etmektedir. Hâlbuki müellif hatlı ikinci cüzün başı yukarıda belirttiğimiz başlıkla başlamaktadır. 609 numarada ise Ünlü hadis âlimi ve hafızı İbn Hacer el-Askalânî’nin (852/1449) yazmış olduğu “elMu’cemü’l-Müfehres/el-Makâsıdü’l-’Aliyyefî Fihristi’l-Merviyyât ve Tecrîdü-Esânîdi’l-Kütübi’lMeşhûre ve’l-Eczâi’l-Mensûre” isimli kitabı bulunmaktadır. Musannif bu kitabında, okuttuğu kitapları hangi senetlerle rivayet ettiğini, bunları kimlerden nasıl aldığını belirtmektedir. 218b varak olan nüshanın satırları muhteliftir. Müellif diğer kitaplarında olduğu gibi doktor yazısına benzeyen hattıyla okunması zor olan el yazısını ayrıca harfleri mühmel/noktasız yazarak daha da zorlaştırmıştır. (bkz. resim:5,6) 575 numarada da Mısırlı tarihçi Makrîzî’nin (ö. 845/1442) “Muhtasarü’l-Kâmil fî Ma’rifeti Du’afâi’lMuhaddisîn li-İbn ‘Adî” isimli kitabı bulunmaktadır. Bu kitab İbnü’l-Kattân adıyla anılan İbn Adî’nin (ö. 365/976) cerh ve ta‘dîl konusundaki eserinin özetidir. 215b varak, 25 satır şeklindeki bu nüshayı müellif 795 hicri yılının başı (17.11.1392) Pazar günü güneş batarken tamamladığını kitabın ferağ kaydında söylemiştir. (bkz. resim:7)

b-) Musannif Nüshasından İstinsah Edilmiş ya da Onunla Mukabele Edilmiş Yazma Eserler 322 numarada meşhur hadis âlimi ve fakih İbnü’sSalâh’ın (643/1245) “el-Mukaddime” isimli eseri


bulunmaktadır. Bu nüshayı müellifi daha hayattayken 10-20 Receb 641’de (29.12.1243) musannifin talebelerinden Muhammed b. Ahmed b. el-Hıdır el-Kuraşî, müellif hatlı nüshadan istinsah ederek yazmıştır. Ayrıca bu nüshayı müellifine okumuştur. Nüshanın sonunda musannifin talebelerinin bu nüshanın tamamını müellifle okuduklarına dair sema’ kayıtları bulunmaktadır. (bkz. Resim:8) 326/5 numarada ise Kudüs kadılığı yapmış, müfessir ve Hanefi fakihi İbnü’s-Sâiğ’in (1069/1659) “Hâşiye ‘alâ Şerhi-Nuhbeti’l-Fiker” veya “Netâicü’l-Fiker ‘alâ Şerhi Nuhbeti’l-Fiker” diye isimlendirilen eseri bulunmaktadır. Bu eseri Mahfuz el-Gamrî 1067 yılının Cemaziyelahir ayının başlarında (17.03.1657) musannif daha hayattayken müellif nüshasından istinsah etmiştir. Müellifi Seriyyüddin Muhammed b. İbrahim el-Mısri ed-Derûrî (İbnü’s-Sâiğ) de -son sayfasının hamişindeki kayıttan anladığımıza görebizatihi kendisi mukabele etmiştir. Eser bu mecmuanın 267b-284a varakları arasında bulunup 25 satırdır. 348/2 numarada ise Şafii fakihi ve hemen hemen her ilimde birer eser bırakan Zekeriyya el-Ensarî’nin (926/1520) “Fethu’l-Bâkî (‘alâ) bi-Şerhi-Elfiyyeti’l’Irâkî” eseri bulunmaktadır. Bu eseri 19 Safer 971’de (08.10.1563) Muhammed b. Selahaddin Muhammed el-Makdisî eş-Şafiî, Kahire’de Baybars Medresesinde, Babu’n-Nasr mevkiinde istinsah etmiştir. Sonra aynı senenin 16 ramazanında müellif nüshasıyla mukabele etmiş ve oğluna bu nüshayı okumuştur.

394 ve 395 numarada ise Mecdüddin el-Bağdadî’nin (616/1219 [?]) âlî isnadlı hadisleri topladığı “Zübdetü’l-’Avâlî ve Hilyetü’l-Emâlî” eseri bulunmaktadır. Bu nüsha daha musannif hayattayken 6/Rebiulahir/604 yılında yazılmış ve sonundaki sema’ kayıtlarından anladığımıza göre birçok kişi tarafından müellifinden dinlenilmiştir. 1. cilt ‫الت ْكبِير ِفي َص َل ِة‬ :‫اب‬ َ ٌ ‫«ب‬ ُ َّ ِ ِ ُ »‫يد ْي ِن‬ ‫ع‬ ‫ل‬ ‫ا‬ başlıklı konu ile bitiyor. İkinci cilt ‫ي‬ ‫ف‬ ‫أ‬ ‫ر‬ ‫ق‬ ‫ي‬ ‫ا‬ ‫م‬ ‫اب‬ َْ ُ َ ُ ‫«ب‬ َ ْ َ »‫ َص َل ِة ا ْل ِع ِيد‬başlıklı konu ile başlayıp ‫ان َغ ِائبا‬ ‫ الو ِلي إذا ك‬:‫«باب‬ ً َ َ َ ُّ َ ْ ٌ َ »‫اها‬ َ ‫الس ْل َطا ُن ا ْل َم ْرأَ َة بِرِ َض‬ ُّ ‫ َي ْن َك ُح‬başlıklı konu ile bitiyor. 2. Cildin sonunda da “üçüncü ve dördüncü cildin :‫اب‬ َ ٌ ‫«ب‬ ِ ‫ ما جاء ِفي ا ْلي‬başlıklı konu ile devam »‫يم ِة َت ُكو ُن ِفي ُح ْجرِ َو ِلي َِها‬ ‫ت‬ َ َ َ َ َ ّ edeceğini” söylüyor. Bu cildin istinsah tarihi bulunmuyor. Her iki cildin sonunda da birçok sema’ kayıtları var. (bkz. Resim:9,10) 614 numarada ise Ebü’l-Hasen Tâcüddîn Ali b. Abdillâh el-Erdebîlî et-Tebrîzî’nin (746/1345) “elMi’yâr” veya “Mi’yâru’s-Sek’îm li’l-Ehâdisi’lMu’allele” isimli, sahih hadisleri zayıflarından ayırma konusunda yazmış olduğu kitap bulunmaktadır. Bu kitap kaynaklarımız da ne kadar bulunmasa da müellif ِ ‫ « َا ْل ِقس َطاس ا ْلمست ِق‬isimli kitabının ِ ِ ِ ِ‫يح ا ْل َقو‬ »‫يم‬ ِ ‫الص ِح‬ ُ ْ َّ ‫يم في ا ْل َحديث‬ ُ َ ُْ mukaddimesinde bu kitabından bahsetmektedir. İlk bu kitabı (el-Mi’yâr) yazdığını, daha sonra bu konuyu daha geniş bir şekilde yazarak “el-Kıstâsü’l-Müstekîm fi’l-Hadîsi’s-Sahîhi’l-Kavîm” isimli kitabını meydana getirdiğini belirtmektedir. Kütüphanemizde bulunan ِ nüsha »‫الت ْو ِح ِيد َوا ْل َف َض ِائ ِل‬ َّ ‫اب‬ ُ ‫ «ك َت‬kısmına kadar olup kitabın sadece 1. cildidir. Diğer ciltler maalesef kütüphanemizde mevcut değildir. Bu kitabın özelliği, Muhammed b. Ahmed b. Tahîr (?) tarafından musannif nüshasından yazılmış olması ve 10 ‫ العدد‬1437 ‫مجادى اآلخر‬

59


diğer kütüphanelerde eşine çok zor rastlanacak olan nadir bir eser olmasıdır. (bkz. Resim:11) resim 12

c) Meşhur Âlimler Tarafından İstinsah Edilmiş Yazma Eserler 365 numarada ise ünlü hadis âlimi ve hafızı İbn Hacer elAskalânî’nin (852/1449) yazmış olduğu “Tağlîku’t-Ta’lîk” isimli eseri yer almakta. Bu nüshayı farklı kılan ise müellifin talebesi, hadis âlimi ve tarihçi Sehâvi (902/1497) tarafından hem de müellif hattından istinsah edilmesi. İstinsah tarihi ise 861 yılının safer ayının başları (29.12.1456). (bkz. Resim:12)

resim 13

400 numarada ise “Sünen’i-İbniMâce” bulunmaktadır. Bu nüshanın özelliği ise müstensihinin hadis hâfızı ve “Zeylü Târîhi Bağdâd” isimli kitabın yazarı İbnü’n-Neccâr el-Bağdâdî tarafından 21 Safer 624’de (10.02.1227) yazılmış olması. Sonunda birçok sema’ kayıtları olması da nüshanın değeri artıran diğer özellikler. resim 14

60

495-99 numaralarda İbn Hacer el-Askalânî’nin (852/1449) meşhur Buhari şerhi “Fethu’lBârî” bulunmaktadır. Bu nüshanın önemi kendi asrında yaşamış olan Abdülaziz b. Yusuf b. Abdülgaffar es-Sinbâtî ed-Dımaşkî (879/1474) tarafından, daha müellif hayattayken 10 Rebiulahir 841’de (11.10.1437) yazılmış olmasıdır. ِ Bu nüshalar »‫الص ْو ِم‬ ‫اب‬ ُ ‫ «ك َت‬ile َّ ِ başlayıp »‫اب ْالَ ْح َك ِام‬ ُ ‫ «ك َت‬ın başına kadar olan kısmı ihtiva etmektedir.

NİSAN 2016 Sayı 10

d) Kadîm Yazma Eserler 325 numarada müfessir, muhaddis, Şâfiî fakihi, tarihçi ve edip gibi birçok sıfatları bulunan İmam Bikâ’î’nin (ö:885/1480) “en-Nüketü’l-Vefiyye” isimli kitabı bulunmaktadır. Bu kitabı musannif hayattayken 2 Şaban 873’de (15.02.1469) Ali b. Hasan el-Ezheri eş-Şafiî yazmıştır. Nüsha 226b varakları arasında ve 21 satır. (bkz. Resim:13) 326/4 numarada ise vefat tarihi 1066/1656 olan Mâlikî fakihi, muhaddis ve mutasavvıf Nûreddîn Alî b. Muhammed b. Abdirrahmân el-Üchûrî el-Mısrî’nin vefatından bir sene sonra 23 Receb’de (07.05.1657) Mahfuz el-Gamrî tarafından istinsah edilmiş olan “Hâşiye (Ta’lîkât) ‘alâ ŞerhiNuhbeti’l-Fiker” isimli kitabı bulunmaktadır. Bu risale mecmuanın 162b-264a varakları arasında bulunup 25 satırdır. 576 numarada ise İmam Şafii’nin (204/820) “el-Müsned “ isimli kitabının kadim bir nüshası bulunmaktadır. Bu nüshayı Muhammed b. El-Hasen b. Muhammed el-Gaznevî ezZencânî, Bağdad’da, Fahriyye Medresesi’nde 581 yılının Recep ayında yazmıştır.(bkz. Resim:14) Nüshanın sonunda ehli olmayan kişiler tarafından ne kadar oynanma yapılıp tarih 381 olarak gösterilse de bu yanlış bir tarihtir. Zira bir arka sayfada müstensih hocası Yahya b. Ali b. Fazlân’dan bu kitabı dinleğine dair sema’ kaydı bulunmaktadır. Hocası İbn


Fazlân’ın doğum tarihi 517 (1123) vefat tarihi ise 595 (1199) dır.3 (bkz. Resim:15) 577/2 numarada ise Türkiye kütüphanelerindeki en kadîm “Sahîhu’l-Buhârî” nüshası bulunmaktadır. (bkz. Resim:16) Maalesef nüshanın ilk 8b varakında Abdülaziz el-Buhari’nin (730/1330) “et-Tahkîk” isimli usulü fıkıh kitabı bulunduğu için çoğu araştırmacıların bu nüshadan haberi yoktur. Ferağ kaydında ismi nâmalum olan müstensih 3 Şaban 550’de (2.10.1155) bu kitabın yazımını bitirdiğini ifade etmektedir.(bkz. Resim:17) Ayrıca nüshanın başında bu kitabı meşhur Osmanlı âlimi Musannifek’in (875/1470) vakfettiğine dair bir kayıt bulunmaktadır. 594 ile 598 numaralarında yedi cilt halinde İbn Ebî Şeybe’nin (235/849) “el-Musannef fi’l-Ehâdîsi ve’lÂsâr” isimli eserinin bulunmakta. Nüshamız baştan başlayıp »‫ «كتاب الطالق‬bahsinin sonuna kadar devam etmektedir. »‫ «كتاب الجهاد‬ile başlanacağı söylenen diğer ciltler müteakip rakamlarda bulunsa da başka bir müstensih tarafından yazılmıştır. Aynı şekilde 595 numarada bulunan 281 varaklı 2. Cildin 194b varağından sonra bu cildin sonuna kadar müstensih değişmiştir. Bu nüshanın önemi ise, takriben hicri 7. Yüzyılın ortalarında yazılan kadîm bir nüsha harekeli ve okunaklı bir nüsha olmasıdır.

numarada da İbnü’l-Esîr’in (606/1210) “en-Nihâye fî Ğarîbi’l-Hadîs ve’l-Eser” isimli kitabının hicri 632 yılında (1234) yazılmış 1. cildi bulunmaktadır. Hadis kitaplarını incelediğimizde karşımıza çıkan önemli yazma eserler bunlar. Kıymetinin farkına varamadığımız, gözümüzden kaçan başka eserlerin olduğu da kesin. Diğer sayımızda fıkıh kitaplarından devam ederiz inşallah. (Not: Kitap özelliklerini anlatan bilgilerin çoğu “Diyanet İslam Ansiklopedisi”nin ilgili maddesinden alınmıştır.)

6) 602 ile 606 numaralarında beş cilt halinde Abdürrezzak es-San’ânî’nin (211/826) meşhur elMusannef fi’l-Hadîs isimli eserinin yazması bulunmaktadır. Eser başından bir forma kadar nakıs olsa da son tarafına kamil bir nüshadır. Sadece V. cildin başında iki üç satır noksanlık bulunmaktadır. Eserin sonunda, bu nüshanın ismi nâ-malum bir müstensih tarafından hicri 747 yılının Şaban ayı başlarında (17.11.1346), bir Perşembe sabahı yazıldığı belirtilmektedir. Bu yazma eserin en önemli yanı da bu kitabın baştan sona olarak elimizde kalan nadide nüshalarından bir tanesi olmasıdır. Ayrıca 572 numarada İbn Ebû Hâtim’in (327/938) “el-Cerh ve’t-Ta’dîl” isimli kitabının hicri 607’de (1211) yazılmış nakıs bir nüshası, 613 numarada ise Hattâbî’nin (388/998) “Me’âlimü’s-Sünen” isimli kitabının hicri 615’de (1253) yazılmış 3. cildi, 623 3 el-‘Alâm; Zirikli, C. 8, S. 159. 10 ‫ العدد‬1437 ‫مجادى اآلخر‬

61


“Bunların çoğu sahih değil, mevzudur” diyerek hadisleri devreden çıkarma gayretine girmişlerdir. Böylece Kur’ân’ı yeni baştan kendi arzularına göre yorumlamayı hedeflemektedirler. Ama unutulmamalıdır ki, Kur’ân-ı Kerim, koruyucu yapının bozulmasıyla -mana ve muradullah yönünden- tahrif tehdidi altına girecektir. Tıpkı kendisini muhafaza eden ve tazeliğini koruyan dokusu bozulduğunda şifa yerine zehir olan gıdalar gibi muharref kitaplar da insanlara hidayet yerine dalalet getirecektir. Ehl-i kitap tarihi bunun şahididir. “Allah bu Kur’ân ile bazı toplulukları yükseltirken, diğer bazısını da alçaltır”2 hadis-i şerifinin şerhinde ifade edildiği üzere,

Fıkhî Meselelerde Hüccet Olması Bakımından SAHABE KAVLİ1 2

GİRİŞ Kur’ân-ı Kerim, Allah Teâlâ tarafından Peygamber Efendimize (aleyhisselam) vahyedilmiş bir kitaptır ve muhafazası Allah tarafından tekeffül edilmiştir. Ancak Yüce Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’i muhafazası, kâinattaki hadiselerin sünnetüllaha uygun genel seyrinde olduğu gibi kulların eliyle gerçekleşmektedir. Nitekim bu ümmetin, nazil olduğu dönemden itibaren Kur’ân-ı Kerim’le ilgili ifa ettiği her türlü hizmet, sözünü ettiğimiz korumanın muhtelif boyutlarını oluşturmaktadır. Bu sadette selef-i salihîn Kur’ân’ın lafzını korumak için kurrâlar yetiştirdikleri gibi, en az onun kadar önemli olan manasını muhafaza etmek için de, onu bize beyan eden hadisleri, sahabe ve tabiîn âsârını ve müçtehitlerin fetvalarını toplamayı ihmal etmemişlerdir. Ve böylece, “Kur’ân’ı biz indirdik ve onu elbette biz koruyacağız”1 kavl-i ilahîsinin bir tecellisi olarak onun, hem lafzını hem de manasını tebdil ve tahriften korumuşlardır. Günümüzde Kur’ân’ı modern çağın değerleriyle çatışmayacak ve hatta onları destekleyecek şekilde yeniden yorumlamak isteyenler, vahy-i ilahînin koruyucu yapısını bozmadan hedeflerine ulaşamayacaklarının farkındalar. Bu sebeple önce “Mezhepler din değildir” diyerek mezhepleri; sonra, “Bunların bir bağlayıcılığı yoktur” diyerek sahabe ve tabiînin âsârını ve en son, ,

1 Bu makale, yazarın daha önce Rıhle Dergisinde (yıl 2, sayı 7, Ekim-Aralık

2009, s. 48-57) yayımlanmış “Fıkhî Meselelerde Hüccet Olması Bakımından Sahabe Kavlî” isimli makalesinin kendisi tarafından dergimiz için hazırlanmış bir özetidir.

2 Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) Araştırmacısı.

62

NİSAN 2016 Sayı 10

Kur’ân kendisini muhafaza edip onunla gereği gibi amel edenleri yükseltirken, onu muhafaza etmeyip hakkını zayi edenleri de alçaltacaktır.3 İşte günümüzde bilinçli olarak yıpratılan ve bozulmaya çalışılan bu koruyucu yapının Sünnet’ten sonra en önemli katmanını sahabe kavli oluşturmaktadır. Selef, Kur’ân ve Sünnet’te anlayamadıkları yerleri veya bu iki kaynakta geçmeyen birçok konunun hükmünü sahabeden öğrenmiş ve onların görüşlerine tabi olmuştur. Çünkü onlar Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem)’in talim ve terbiyesiyle yetişmiş, onun huzurunda ayetlerin sebeb-i nüzulüne, hadislerin de sebeb-i vüruduna şahit olmak suretiyle dini en iyi şekilde anlama melekesini kesp etmiş ve Peygamber Efendimiz tarafından “en hayırlı nesil”4 olarak takdim edilmiş kimselerdir. Bu açıdan, sahabe kavli dinde önemli bir konuma sahiptir. SÖZÜ HÜCCET SAYILACAK SAHABE KİMDİR? Kimlerin sahabeden sayılabileceği noktasında âlimlerin farklı görüşleri vardır: Muhaddisler kişinin sahabeden sayılabilmesi için, bir kere de olsa iman ile Peygamber Efendimizi görmeyi ve bu hal üzere ölmeyi yeterli görürken usulcüler, bununla birlikte Peygamber Efendimizle örfen sahabî sayılabilecek kadar uzun bir süre birlikte olmayı, onunla çokça meclis arkadaşlığı edip ondan bir şey öğrenmeyi şart koşmaktadırlar.5 Peygamber Efendimizi bir kez dahi görmenin kişiye onu görmeyenlere nispetle üstünlük kazandırdığı herkes tarafından kabul edilen bir gerçek olmakla birlikte biz “sözünün delil kabul edilmesi” bağlamında usulcülerin verdiği sahabe tarifini esas alacağız. Zira mezhep imamlarının sözünü delil aldığı sahabilere baktığımızda bunların Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn-i Mes’ûd, İbn-i Abbas ve


İbn-i Ömer gibi Peygamber Efendimizle uzun süre birlikte olmuş ve fetva vermekle meşhur sahabiler olduğunu görmekteyiz. Örneğin Hanefî mezhebinden İmam Muhammed’in (189/804) Medine ehli ile Kûfe ehlinin fıkhını karşılaştırdığı “Kitabu’l-Hucce alâ Ehli’l- Medine” isimli eserinde 450 kadar mevkuf rivayete (sahabe kavline) delil sadedinde yer verilmiş ve bu rivayetlerin çoğu yukarıda saydığımız sahabilerden gelmiştir. Bu durum her iki ekol (Kûfe ve Medine) üzerinde mezkur sahabilerin ne kadar etkili olduğunu göstermektedir.6 İmam Şafiî’nin (204/820) kadim ve cedid fıkhî görüşleri üzerine yapılan bir çalışmada da İmam Şafiî’nin nasslarından anlaşıldığı üzere sözü kıyasa tercih edilen sahabilerin Peygamber Efendimizle birlikte olmuş ve ondan talim görmüş sahabiler olduğu ifade edilmektedir.7 Bu da göstermektedir ki, mezhep imamlarının kendi görüşlerine tercih ettikleri sahabe kavilleri fetva vermekle meşhur olmuş sahabilere aittir. Buradan hareketle “Mezheplerin hüccet olarak kabul ettikleri sahabe kavlinden kastettikleri, fetva vermekle meşhur olmuş sahabe kavilleridir” sonucuna varabiliriz. Şunu da ifade etmek gerekir ki, sahabe kavlinden maksat sahabenin kesin bir delile muhalif olmaksızın söylemiş olduğu söz, verdiği fetva veya yaptığı bir fiildir. SAHABE KAVLİNİ DEĞERLİ KILAN UNSURLAR Usul-i fıkıh kitaplarının ilgili bölümlerine ve konuya dair yazılmış müstakil eserlere baktığımızda sahabe kavlini değerli kılan unsurları şöyle sıralayabiliriz: 1. Allah’ın rızasını kazanmış bir nesil olmaları: Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Muhacirler ile Ensar’dan ilk evvel (İslâmiyet’i kabul ile diğerlerini) geçenler ve onlara ihsan ile tâbi olanlar var ya! Allah Teâlâ onlardan razı oldu, onlar da O’ndan razı oldular.”8 Bu ayet-i kerimede Yüce Rabbimiz, Ensar ve Muhacir’den ve de onlara ihsan/iyilikle tabi olanlardan razı olduğunu bildirmektedir. İmam Malik, Leys b. Sa’d’a yazdığı bir mektupta bu ayeti delil getirerek ondan fetvalarında Allah’ın rızasını kazanmış olan Medine ehlinin (:Ensar ve Muhacirlerin) görüşlerine uymasını istemiş ve Allah’ın rızasını kazanabilmek için onlara tabi olmanın gerekliliğini dile getirmiştir.9 2. Ümmetin Efendimiz bir en hayırlısı gönderildiğim ve sonra da

en hayırlıları olmaları: Peygamber hadisinde şöyle buyuruyor: “Ümmetimin benim aralarında peygamber olarak nesildir. Sonra onları takip edenler onları takip edenlerdir.”10 İbn-i Mes’ûd

(radiyallahu anh) diyor ki: “Allah kullarının kalplerine baktı; en hayırlı olarak Muhammed’in kalbini gördü ve onu seçip peygamber olarak gönderdi. Sonra yine kulların kalplerine baktı ve ashabının kalplerini en hayırlı olarak gördü, onları da peygamberinin yardımcıları yaptı…”11 3. Allah’ın dinini ikame etmek için seçilmiş bir nesil olmaları: İbn-i Mes’ûd (radiyallahu anh) sahabe hakkında şöyle diyor: “Birine tabi olacaksanız Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ashabına tabi olun. Çünkü onlar bu ümmetin en vefalıları, ilmi en derin olanları, tekellüften en uzakları, istikamet sahibi ve en güzel hale sahip olanlarıdır. Onlar, Allah’ın, peygamberine arkadaşlık ve dinini ikame etmek için seçtiği bir topluluktur. Onların faziletini bilin ve onların yoluna tabi olun. Zira onlar dosdoğru yol üzere idiler.”12 4. Peygamber Efendimizin talim ve terbiyesiyle yetişmeleri: Kur’ân-ı Kerim’de açıkça ifade edildiği gibi Peygamberimiz, ashabına “Kur’ân’ı ve hikmeti (:sünneti)” 13 bizzat kendisi talim etmiş, bir sonraki maddede ifade edileceği gibi onlara Kur’ân’ın ahkâmını öğretmiştir. 5. Kur’ân ayetlerini, içerdikleri hükümlerle birlikte öğrenme azimleri: Tabiîn’in önde gelen isimlerinden Ebu Abdurrahman es-Sülemî diyor ki: “Bize Kur’ân’ı öğreten Peygamber Efendimizin ashabı şöyle derlerdi: Biz Peygamber Efendimizden on ayet öğrendiğimizde onun içindeki ilmi ve ameli öğrenmedikçe diğer on ayete geçmezdik. Böylece hem ilmi hem de ameli öğrendik.”14 Sahabenin Kur’ân’la birlikte onun ahkâmını da bizzat Peygamber Efendimizden öğrenmiş olmaları hiç şüphesiz onlara elde edilmesi mümkün olmayan bir ayrıcalık kazandırmaktadır. Zira Kur’ân’ın içerdiği hükümleri Peygamberimiz gibi güzel bir şekilde talim edecek ikinci bir şahsın bulunması mümkün değildir. 6. Vahiy ve diğer haberleri öğrenmek için gösterdikleri gayretleri: Hz. Ömer (radiyallahu anh) şöyle diyor: “Ben ve Ensar’dan bir arkadaşım Ümeyye b. Zeyd oğullarının bulunduğu yerde oturuyorduk. Bu yer Medine’nin yukarı taraflarında kalıyordu. Bu sebeple onunla nöbetleşe olarak Peygamberimizin yanına iniyorduk. O da, ben de aşağı indiğimiz gün gelen vahyi ve diğer haberleri birbirimize bildiriyorduk.”15 7. Vahyin nüzulüne, Rasûlullah’ın sünnetine ve siretine şahit olmaları ve bu sayede Rasûlullah’ın muradını bizden daha iyi anlayabilmeleri: Bu, sahabenin hemen herkes tarafından dile getirilen çok

10 ‫ العدد‬1437 ‫مجادى اآلخر‬

63


önemli bir özelliğidir. İmam Şafiî kadim “er-Risale”sinde sahabe hakkında şunları söyler: “Allah Teâlâ, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ashabını Kur’ân, Tevrat ve İncil’de övmüştür. Peygamberimiz de kendilerinden sonra hiç kimseye nasip olmayacak bir takım faziletleri onlar hakkında dile getirmiştir. Allah Rasûlü’nün sünnetlerini bizlere ulaştıranlar onlardır. Allah Rasûlüne vahiy indiği süreçte onlar onun yanındaydı. Bu sayede Peygamberimizin muradının umum mu, husus mu, emir mi irşad mı olduğunu bilmişlerdir. Yine onlar bizlerin bildiği ve bilmediği birçok nebevî sünneti de bilmekteydiler. Onlar yeni bir bilgi/hüküm istinbâtına imkân tanıyacak hususlarda, verâ, akıl, ictihad ve bütün ilimlerde bizlerin fevkindedirler. Onların görüşleri, bizim için kendi görüşlerimizden daha evladır.”16 İmam Muhammed de sahabe hakkında şunları söylemektedir: “Öncekilerden (sahabeden) daha bilgili kimseler gelmemiştir. İlim ancak onların ilmidir… Fıkıh ancak onların fıkhıdır. Onlar Rasûlullah’ın işini en iyi bilenlerdir. Ve bu konuda bizden daha fazla gayret sahibidirler….”17 8. Söyledikleri sözü Peygamber Efendimizden duymuş olma ihtimalinin yüksek olması: Sahabenin hadis rivayetindeki hassasiyeti bilinen bir gerçektir. Birçok sahabe Peygamber Efendimize yanlış isnatta bulunurum korkusuyla ondan duydukları şeyi ona nispet etmeden aktarmışlardır. Bu sebeple Peygamber Efendimizin en yakın ashabı olan dört halifenin hadis rivayetlerinin çok az olduğunu görüyoruz. İbnü’lCevzî’nin (597/1201) bildirdiğine göre Hz. Ebu Bekir’in 142, Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin aynı sayıda 537’şer, Hz. Osman’ın da 146 hadis rivayet ettiği bilinmektedir.18 20 küsur yıllık nübüvvet süresinin neredeyse hemen hepsinde Peygamber Efendimizle birlikte olup, onun sözleri, fiilleri, sireti ve sünnetini en iyi bilen bu dört halifenin toplam rivayetlerinin, dört yıl gibi kısa bir süre peygamberimizle birlikte olduğu halde 537419 hadis nakleden Hz. Ebu Hureyre’nin rivayetlerinin üçte birine dahi ulaşmış olmadığı dikkate alındığında, Peygamber Efendimize isnat etmeden söyledikleri birçok sözün aslında Peygamber Efendimizden işitilmiş sözler olma ihtimalinin ne kadar yüksek olduğu daha net anlaşılmaktadır. 9. Peygamberimize ittiba konusundaki hassasiyetleri: Ebu Saîd el-Hudrî (radiyallahu anh) anlatıyor: “Peygamber Efendimiz ashabına namaz kıldırırken nalınlarını çıkardı, bunun üzerine onlar da

64

NİSAN 2016 Sayı 10

çıkardı. Peygamberimiz namazı bitirdikten sonra, “Siz niye çıkardınız” diye sorunca onlar: “Sizin çıkardığınızı gördük, biz de çıkardık” dediler…”20 Bu rivayet, sahabenin her halükârda Peygamber Efendimize ittiba konusundaki hassasiyetlerinin ne derece yüksek olduğunu gösteren dikkat çekici bir örnektir. 10. Hakkı söyleme konusunda hiç kimseden korkmamaları: Sahabeden Ubâde b. es-Sâmit şöyle diyor: “Biz Rasûlullah’a, iyi ve zor günde, sevilen ve sevilmeyen her şeyde işitip itaat etmek, emirlikte ehliyle çekişmemek, her nerede olursak olalım hakkı yerine getirmek veya hakkı söylemek ve bu konuda hiçbir kimsenin kınamasından korkmamak üzere biat ettik.”21 On madde halinde kısaca özetlemeye çalıştığımız bu ve benzeri daha birçok haslet sebebiyle selef, sahabenin sözünü ve siretini dini öğrenme ve anlama konusunda kendileri için bir hüccet kabul etmiş, karşılaşılan her türlü meselenin çözümünde Kur’ân ve Sünnet’ten sonra başvurdukları kaynak sahabe âsârı olmuştur.22 HÜCCET OLDUĞUNDA İTTİFAK EDİLEN SAHABE GÖRÜŞLERİ 1. İcma Ettikleri Görüşler: İcma her devirde hüccet olup bunun en kuvvetlisi sahabe tabakasının icmasıdır. Bu sebeple sahabenin icmasının hüccet olduğu konusunda hiçbir ihtilaf yoktur. Bir sonraki maddede göreceğimiz gibi selef, sahabenin üzerinde ihtilaf ettikleri meselelerde dahi bunlardan birini alıp sahabenin sözünden çıkmamayı kendine şiar edinmiş ve sahabenin ihtilaf sonucu vardıkları görüşleri dahi, dışına çıkılmaması gereken bir nevi icma gibi görmüşlerdir. 2. İhtilaf Ettikleri Görüşler: Sahabenin farklı görüşler ortaya koyduğu bir meselede mezheplerin tutumu, içlerinden birini tercih edip sahabe kavlinin dışına çıkmamak yönündedir. Mezhepler arasında bu konuda ittifak bulunmaktadır. Bu yüzden sahabenin ihtilaf ettikleri görüşleri de bu kısımda zikretmeyi uygun gördük. Bu konuda mezheplerin görüşleri şöyledir. İmam Ebu Hanife’nin Kitab ve Sünnet’ten sonra sahabenin kavilleri arasında tercih yaptığını fakat onların sözünden dışarı çıkmadığını belirten sözlerini yukarıda nakletmiştik.23 Bu meyanda İmam Muhammed’den de aktarılmış benzer rivayetler vardır.24 İmam Şafiî de (204/820) “er-Risale”sinde, sahabe ihtilaf


ettiğinde onların sözlerinden Kur’ân, Sünnet, İcma veya Kıyasa en uygun olanı aldığını ifade etmektedir.25 Hanbelî mezhebinden Kâdî Ebu Ya’lâ (458/1066) İmam Ahmed b. Hanbel’in, sahabe ihtilaf ettiğinde onların sözlerinin dışına çıkılmaması gerektiği yönündeki sözünü aktarmaktadır.26

(Endnotes)

1 el-Hicr: 15/9. 2 Müslim b. Haccac, es-Sahih, Kitabu Sâlâti’l-Müsâfirîn, bab: 47. 3 Abdurrahman İbnü’l-Cevzî, Keşfu’l-Müşkil an Hadisi’s-Sahihayn, nşr. Ali Hüseyin el-Bevvâb (Riyaz, Dâru’l-Vatan, 1418/ 1997), I, 149-150.

4 Bk. Muhammed b. Bahadır ez-Zerkeşî, el-Bahru’l-Muhît fî Usûli’l-Fıkh, nşr., M. Muhammed Tamir (Beyrut, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1421/2000), III, 359.

Malikî mezhebinden Ebu’l-Velid el-Bâcî de (474/1081), sahabe bir konuda iki farklı görüş belirttiği zaman orada üçüncü bir görüş ortaya koymanın caiz olmadığını ve bunun Malikîlerin tamamının görüşü olduğunu bildirmektedir.27

5 Bk. Ahmet Temel, İmam Muhammed’in el-Hücce İsimli Eseri Ekseninde

3. Kıyasla Bilinemeyecek Konudaki Görüşleri: Sahabenin kıyasla bilinmesi mümkün olmayan konularda söyledikleri sözler hükmen merfu (Peygamber Efendimizden işitilmiş) kabul edilir.

İyâz, Tertibu’l-Medârik, I, 42-3.

Hanefî mezhebinden sahabe kavlini hüccet görmeyen Kerhî (340/951) dahi bu konuda sahabeden gelen görüşleri kabul eder ve bu görüşü Hanefî mezhebi imamlarına nispet eder.28 Serahsî de (483/1090) bu konuda Hanefî mezhebinin önceki ve sonraki ashabı arasında ihtilaf olmadığını bildirmektedir.29 Cüveynî (478/1085) usulünde, İmam Şafiî’nin hem kadim hem de cedid görüşüne göre, sabit olduğu kesinleştikten sonra sahabe kavlinin kıyasla bilinemeyecek konuda hüccet olduğunu ifade eder.30 Hanbelî mezhebinden Kâdî Ebu Ya’lâ da sahabenin kıyas ile bilinemeyecek sözlerinin tevkîfi (Rasûlullah tarafından bildirilmiş) olduğunu söyleyerek hüccet olduğunu savunur.31 SONUÇ Buraya kadar yaptığımız nakillerden anlaşıldığı üzere selef, karşılaştıkları meselelerde ilk olarak Kur’ân ve Sünnet’e müracaat etmiş, bu iki kaynakta hükmünü bulamadıkları meseleler için, Allah’ın rızasını kazanmış, Peygamber Efendimiz tarafından en hayırlı nesil olarak takdim edilmiş ve İmam Şafiî’nin ifadesiyle dinde emanet mevkiinde bulunan sahabe görüşlerine başvurmuşlardır. Eğer onlar bir konuda ittifak etmişlerse, onu hiç tereddüt etmeden alıp onunla amel etmeyi herkes için zorunlu görmüşler, ihtilaf etmişlerse, “içlerinden biri illaki doğru olana isabet etmiştir” diyerek onlardan birinin görüşünü tercih etmişler. Konu hakkında sahabeden nakledilen bir görüş olmaması durumda ise kendileri içtihatta bulunmuşlardır.

Şer’î Deliller, (yüksek lisans tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007, s. 68.

6 Bk. Dr. Lemin en-Nâcî, el-Kadim ve’l-Cedîd fi Fıkhı’ş-Şâfiî, (Dâru İbni’lKayyim ve Dâru İbni Affan, 1428/2007) I, 253.

7 et-Tevbe: 9/100. 8 İmam Malik’in Leys b. Sa’d’a yazdığı mektubun tamamı için bk. Kâdî 9 Müslim b. Haccac, es-Sahih, Kitabu Fadâili’s-Sahâbe, bab: 52; Süleyman b. el-Eşâs Ebu Dâvud, es-Sünen, Kitabu’s-Sünne, Bab: 10, Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, Hadis No: 18349, XXX, 293. (Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde yer alan rivayette ümmetin en hayırlısı olarak dört nesil sayılmaktadır.)

10 Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, Hadis No: 23482, XXXVIII, 466; Ahmed b. Amr el-Bezzâr, el-Müsned, Hadis No: 1816, V, 212; Süleyman b. Dâvûd et-Tayâlisî, el-Müsned, Hadis No: 243, I, 199. 11 Yusuf b. Abdi’l-Berr, Câmiu Beyani’l-İlm ve Fadlihî, nşr., Ebu’l-Eşbal ezZüheyrî (Dâru İbni’l-Cevzî, 1414/1994), II, 947. 12 el-Bakara: 2/129, 151; Âli İmran: 3/164; el-Cuma: 62/2. 13 Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, Hadis No: 23482 XXXVIII, 466; İbn-i Ebi

Şeybe, el-Musannef, Hadis No: 30549, XV, 436.

14 Muhammed b. İsmail el-Buhari, es-Sahih, Kitabu’l-İlm, Bab: 27. 15 el-Beyhakî, Menâkibü’ş-Şâfii, nşr. Seyyid Ahmed Sakr (Kahire,

Mektebetü Dâri’t-Türâs, trhs.) I, 442.

16 Muhammed b. el-Hasen, Kitabu’l-Hucce âla Ehl-i Medine, nşr. Mehdi Hasan el-Keylâni (Âlemü’l-Kütüb, 1403/1983), 1, 290-91.

17 İbnü’l-Cevzî, Keşfu’l-Müşkil I, 11, 48, 158, 176. 18 İbnü’l-Cevzî, Keşfu’l-Müşkil, III, 318. 19 Ebu Dâvud, es-Sünen, Kitabu’s-Salah, bab: 91, Ahmed b. Hanbel, el-

Müsned, Hadis No: 11152 XVII, 243.

20 Buhârî, es-Sahîh, Kitabu’l-Ahkâm, bab: 47; Müslim, es-Sahîh, Kitabu’lİmâre, bab: 8.

21 İbnü’l Kayyim, sahabeye ittiba etmenin gereği üzerine 46 delil saymıştır.

Bu deliller için bk. İ’lâmu’l-Muvakkıîn 94-116.

22 Saymeri, Ahbâru Ebu Hanîfe ve Ashâbihî, s. 24. 23 Bk. Ahmed b. Ali er-Râzî el-Cessâs, el-Fusul fi’l-Usul, nşr., A. Câsim

en-Neşmî (Kuveyt, Vizâretü’l-Evkâf ve’ş-Şuûnu’l-İslâmiyye, 1414/1994), III, 271; İbn-i Abdi’l-Berr, Câmiu Beyani’l-İlm ve Fadlihî, II, 760.

24 Şâfiî, er-Risale, s. 597. 25 Bk. Muhammed b. el-Hüseyn, Kâdî Ebu Ya’la, el-Udde fi Usûli’l-Fıkh,

nşr., Ahmed Ata (Beyrut, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1423/2002), II, 182

26 Süleyman b. Halef, Ebu’l-Velîd el-Bâcî, İhkâmu’l-Fusul fi Ahkâmi’l-Usûl, nşr., Abdulmecid Türki (Dâru’l-Garbi’l-İslâmî, 1415/1995), I. 502-03

27 Cessâs, el-Fusul fi’l-Usul, III, 364. 28 Muhammed b. Ahmed es-Serahsî, Usûlu’s-Serahsî, nşr., Ebu’l-Vefa

el-Afğânî (Beyrut, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1414/1993), II, 110.

29 Abdulmelik b. Abdullah, el-Cüveynî, el-Burhân fi Usûli’l-Fıkh, nşr., Abdulazim ed-Dîb (Kahire, Dâru’l-Ensar, trhsz.), II, 1362. 30 Kâdî Ebu Ya’la, el-Udde II, 241.

10 ‫ العدد‬1437 ‫مجادى اآلخر‬

65



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.