İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 7

Page 1

Ekim 2014

Sayı: 7

TÜRK DİL

dil, edebiyat, kültür, sanat

Darülbedayi: Bir Tiyatronun Doğuşu

BAYRAMI Ölümünün

730. Yılında Nasreddin

Hoca TUDORSLAR ve

EDEBİYAT


İncir EÇekirdeği Dergisi Sultan Demirtaş Editör

Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ

Yazı İşleri Müdürü Sırdem Kemiksiz

Editörler Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı

Yazarlar Afra Nur Akkayalı Beyza Arı Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Merve Başol Sema Keser Süleyman Erkut Tuğçe Erkol Misafirler Hüseyin Arda Salkaya Kürşat Dursun Ve Prof. Dr. Hatice Şahin

İletişim incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi https://twitter.com/IncirCekirdegiD

EDİTÖRDEN... Sevgili İncir Çekirdeği okuyucuları, Bayram sonrasına ertelediğimiz Ekim sayımız ile yine sizlerleyiz. Öncelikle geçmiş bayramınızı kutluyorum ve okunmak için bekleyen taptaze sayımızı sizlere sunmaktan mutluluk duyuyorum. İlk olarak bu sayımızda çok değerli hocamız Prof. Dr. Hatice Şahin’in dergimize armağanı olan ve Türk Dil Bayramı için yazdığı yazısı sizleri bekliyor. İncir Çekirdeği Dergisi olarak Hocamıza teşekkürlerimizi sunuyoruz. Bu ay sonbaharı iyice hissedelim dedik ve dosya konumuzu Cahit Sıtkı Tarancı olarak belirledik. Doğum ve ölüm yıldönümünde, “Beyza Arı” sonbahar şairini anlatıyor. “Ayşe Bengisu Akdağ” sizler için edebiyatın tozlu sayfalarını karıştırdı ve yazarın 1951 tarihli söyleşisini, vefatının gazete haberlerini derledi. Tuğçe Erkol sizlere İngiliz hanedanlığının kapılarını açıp, sizleri 8. Henry’nin hayatında bir yolculuğa çıkarıyor. Editörümüz Kübra Tarakçı ise güncesini yolculuğunun Litvanya durağından yazıyor. Misafir köşemizde Hüseyin Arda Salkaya ve Kürşat Dursun şiirleriyle sizlerle. Bu ay sizleri elbette daha fazlası – şiirler, hikâyeler, kitap ve sinema tanıtımları…- bekliyor. Sizi dergiyle baş başa bırakmadan önce Jean Paul Sartre’den bir sözle hepinize iyi okumalar diliyorum.“Okumadan geçen bir gün yitirilmiş bir gündür.”


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İçindekiler Havadis Türk Dil Devrimi / Prof.Dr. Hatice ŞAHİN Ardından – 4. Bölüm / Sırdem Kemiksiz Şiir – Kırlangıç Bakışlı /Sema Keser Anadolu’nun Koca Çınarlarından Biri: Nasreddin Hoca / Busenur Aslan Şiir – Bir Işık Sızıyor / Hüseyin Arda Salkaya Şiir – Bedaheten / Süleyman Erkut Çapkın Kralın Hazin Sonu / Tuğçe Erkol Tuz ve Kum / Hatice Türk 35 Yaş Şairi / Beyza Arı Mektup / Cahit Sıtkı’dan Ziya Osman’a Şiirler / Cahit Sıtkı Tarancı Cahit Sıtkı Tarancı’yı Nasıl Toprağa Verdik? Cahit Sıtkı Tarancı ile Bir Konuşma / A. Bengisu Akdağ Osmanlı’da Cülus Yolu ve Taklid-i Seyf Merasimi / Mehmet Altınova Şiir – Sen / Kürşat Dursun Şiir – Yorgun Şehir / Sema Keser Bir Erasmus’lunun Güncesi / Kübra Tarakçı Şiir – İncir Çekirdeği / Süleyman Erkut Fotoğraf / Aybige Akdağ Güzellikler Evi / Sultan Demirtaş 10.Yılında Bursa Kent Müzesi / Işık Selin Orhuntaş Arka Kapak / Merve Başol Beyaz Perde’den / Afra Nur Akkayalı


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

HA VÂ DİS BEYOĞLU 8. SAHAF FESTİVALİ BAŞLADI Beyoğlu Belediyesi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin bu yıl 8'incisini düzenlediği Beyoğlu Sahaf Festivali, Tepebaşı'nda kapılarını açtı. Festivalde Atatürk'ün "Nutuk" isimli eserinin 1927'deki Osmanlıca ilk baskısı ile 15 değerli eserin

satışa sunulduğu mezat gerçekleştirildi. Maddi durumu yetersiz öğrencilere yardım için yapılan mezatta yer alan "Nutuk", 450 liraya Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan'a satıldı.

EDEBİYAT DÜNYASI FRANKFURT’TA KAPILARINI AÇTI Dünyanın en büyük kitap fuarlarından biri sayılan Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı, 66. kez kapılarını açtı. Üç gün boyunca yayıncıların ziyaret edeceği fuar son iki gününde ise halka açılacak. Her sene olduğu gibi Türkiye, Kültür ve Turizm Bakanlığı koordinatörlüğü ve yayıncılık sektörü temsilcilerinin katılımıyla Türk edebiyat dünyasının en güncel eserlerini tanıtmak için fuara 200'e yakın yayınevi ile katılıyor. Türkiye standı bu seneki fuarda 48 metrekaresi çocuk kitapları alanı olmak üzere yaklaşık 348 metrekarelik bölümde temsil edilecek.

NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜNÜN ADAYLARI BELİRLENDİ Edebiyat dünyasının en prestijli ödülü Nobel için yarışacak yazarlar belirlendi. Eleştirmenlere göre, favori aday olarak gösterilen Japon yazar Haruki Murakami 2014 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kucaklayacak isim olacak. Murakami’nin hemen ardından gelen Kenyalı yazar Ngügi wa Thiong’o ve Belaruslu gazeteci Svetlana Alexievich’in de şanslarının Murakami kadar güçlü olduğu söyleniyor.

BİRGÜL OĞUZ AVRUPA BİRLİĞİ EDEBİYAT ÖDÜLÜNÜ KAZANDI Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü'nün kazananları, bu yıl 66'ncısı düzenlenen ve dünyanın en önemli kitap fuarı olan Frankfurt Kitap Fuarı'nda açıklandı. Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü 2014 için Türkiye'den "Hah" adlı


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

TÜRK-ALMAN FESTİVALİ 10 YAŞINDA

öykü kitabıyla (Metis,2012) Birgül Oğuz seçildi. Ödül, toplamda 13 ülkeden yazarlara verildi. Ödüle layık görülen 13 yazar, ayrıca 5 bin euro da para ödülünün sahibi oldu.

İBRAHİM PAŞA’DA KÜLTÜR SEZONU AÇILIYOR

TALİP APAYDIN VEFAT ETTİ

Edebiyatımızın Köy Enstitülü yazarlarından Talip Apaydın, aramızdan ayrıldı. Roman, öykü, şiir, oyun, çocuk edebiyatı ve anı dallarında eserler üreten Apaydın, 88 yaşındaydı. Talip Apaydın; “Sarı Traktör”, “Yoz Duvar”, “Emmioğlu”, “Yarbükü”, “Tütün Yorgunu” ve “Hem Uzak Hem Yakın”ın da aralarında olduğu yapıtları okurlara armağan etmişti.

Almanya'nın ilk Türk- Alman Edebiyat Festivali olan Literatürk 10 yaşında. 1-10 Ekim tarihleri arasında Türkiye ’den ve Almanya’dan edebiyatçıları ve sanat dostlarıyla gerçekleşecek festivalin yöneticisi Semra UzunÖnder Literatürk festivalini düzenlemenin sevincinden ziyade Türk edebiyatını ve kültürünü Almanya´da bu kadar başarılı şekilde tanıtmanın mutluluğunu hissediyoruz.” diyor.

Bursa Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ tarafından İbrahim Paşa Kültür Merkezi’nde düzenlenen kültürel etkinlikler başlıyor. Son iki yıl içinde yapılan pek çok etkinlikle Bursa’nın en önemli kültür sanat mekânı haline gelen İbrahim Paşa Kültür Merkezi bu sezon da pek çok faaliyete ev sahipliği yapacak8 Ekim 2014 Çarşamba günü Metin Önal Mengüşoğlu’nun sunacağı “Kavramlar Anlamlar” başlıklı yeni bir programla başlayacak olan etkinlikler, “Güncelden Geleceğe”, “Hür Tefekkür Mektebi”, “Edebiyat Akşamları “ ve “Gençlerle Başbaşa” isimli programlarla dönüşümlü olarak devam edecek..


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

TÜRK DİL DEVRİMİ

Prof. Dr. Hatice Şahin U.Ü Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı

Bir topluluğu ulus yapan unsurların başında yer alan diller, aynı dili konuşan insanları ortak düşünme, ortak ifade etme yoluyla birleştirir; insanların dünyaya bakış açısını, olayları değerlendirme ve yorumlama özelliklerini aktarır. Bütün doğal diller, kendilerini konuşan, yazan ulusların kültürünü yansıtırlar. Dillerin değişim ve gelişiminde iki ana etken göze çarpmaktadır. Bunlar iç etkenler ve dış etkenler olarak ifade edilir. Toplumsal ve kültürel etkenlerle yabancı toplumların etkileri dış etkenler içinde önemli bir yer tutarlar. Türklerin düşünce ve sosyal hayatında önemli değişiklikler yapan İslam medeniyeti, dillerinde de çok önemli değişikliklere yol açmıştır. Türkçenin yabancı dillerin akınına karşı benliğini koruma meselesi ilk olarak İslam dinini kabul ettikten sonraki döneme rastlar. Ancak dilin tek etkilenme noktası din olgusu değildir. Söz konusu toplumda yaşanan siyasi, ekonomik ve toplumsal olaylar da dilin katmanlarına edebi ürünlerin şekil, üslup ve içeriğine yansırlar. XI. yy.dan başlayarak Anadolu’da büyük devletler kuran, kendine özgü bir kültür düzeni yaratan Oğuz Türklerinin XIII. yy.dan itibaren takip edilebilen dil ve edebiyat eserlerinden dini, siyasi ve kültürel gelişimleri rahatlıkla takip edilebilir. Dil devrimine geçmeden önce Türk dilinin geçirdiği kültürel, siyasi, ekonomik durumlar incelenmelidir:  XIII. yy.dan itibaren Anadolu’da yeni bir düzen kurmaya girişen Selçuklular, Oğuzca’nın yazı dili olarak ortaya çıkarılması konusunda biraz geç kalmışlardır. Başlangıçta saray içinde bulunan İranlıların da etkisiyle Farsçayı resmi dil olarak kullanmaları, bunun dışında din dışı konuların çok az ele alınmış olması dilsel gelişmeyi etkilemiştir.  XIV. ve XV. yüzyıllarda Anadolu Beylikleri süresince öncelikle beylerin milli benliğe dönüş düşüncesi Türk yazı dilinin gelişmesinde etkili olmuştur. Bu dönemde yazı dili ile konuşma dili birbirine çok yakın hale gelmiştir.  XVI. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nda dil ve edebiyat zevklerinin farklı oluşu, milliyetçilik kavramının ortadan kalkması Anadolu Türkçesine yeni bir kimlik vermiştir. Dil; Arapça, Farsça kelimeler ve yapılarla dolu hale gelmiştir.  Osmanlı’da yaşanan siyasi çalkantılar, Abdülhamit yönetiminin baskıcı tutumu, Avrupa’ya duyulan ilgi ve yakınlık, özellikle sembolizm akımının da etkisiyle bir içe kapanma Arapça ve Farsça kelimeleri beraberinde getirmiş, yeni yabancı kelimeleri ve bu kelimelerin kendine özgü çekimlerini de dile taşımıştır.  1908 Meşrutiyetin ilanıyla ortaya çıkan serbestlik, dilde sadeleşme hareketinin bilinçli bir hale girmesini sağlamıştır. 1911 Yeni Lisan akımıyla başlayan dil hareketleri Türk dilinin Türkler için ne kadar önemli olduğunu, milliyetle milli dil arasındaki bağın ne kadar kuvvetli olduğunu ortaya koymuştur.


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Dil devrimi, daha önceki sadeleşme hareketlerinin bir devamı olarak kabul edilebilse de onlardan ayrılan niteliklere sahip bir harekettir. Daha önceki dil hareketlerinin hemen hepsinde edebi faaliyetlerin ürünü olma özelliği gözlemlenirken Yeni Lisan hareketi bir yana bırakılırsa dil devriminde dilcilik yöntemlerinin gerektirdiği bakış ve sistemli yöneliş söz konusudur. Ayrıca cumhuriyetin getirdiği devlet yapısı ve devrimcilik anlayışının ilkeleri Türk diline özel bir eğilimi gerektirmektedir. Tüm bu gereklilikler, tarihî ve sosyal şartların gerekli kıldığı bilinçli bir devlet hareketi olan dil devrimini ortaya çıkarmıştır. Dil devrimi gerçekleşirken çalışmalarda temelde üç önemli aşama vardır. Bunlar yazı devrimi, Türk Dil Kurumu’nun kurulması ve Türk dili çalışmalarının başlatılması, kurultaylar aracılığıyla Türk dili araştırmalarını bilim temeline oturtarak önlemler alınması şeklindedir. Yazı Devrimi, Arap yazısının Türk dilinin ihtiyaçlarını karşılayamaması ve bundan doğan öğrenme güçlüğünün yol açtığı gelişme tıkanıklığını ortadan kaldırma düşüncesiyle yapılmıştır. Bu nedenle Türkçenin fonetiğini de yansıtabilecek Latin alfabesi önerilmiştir. Zamanla daha çok taraftar bulan Latin harfleri, bilimsel kurullarla değerlendirildikten sonra 1928 yılında kabul edilmiştir. 1928-1932 yılları arasında görev yapan “Dil Heyeti” bazı çalışmalar yapmışsa da konulan hedeflere ulaşabilmek adına ihtiyaç duyulan kuruluş olan Türk Dili Tetkik Cemiyeti 1932 yılında kurulmuştur. Bu kuruluşun ne işlerle uğraşacağını gösteren taslağı da bizzat Atatürk hazırlamıştır. Bundan sonra Türk dili çalışmaları başlamış, 26 Eylül- 6 Ekim 1932 tarihinde toplanan I. Türk Dil Kurultayı’nda Türk dilini en çağdaş dilcilik ölçüleri ile ele almayı gerektiren bir program hazırlanmıştır. . Ancak bu dönemde tasfiyecilik anlayışının ağır basması, yeni karşılıkların hemen kullanılması, bunlarda bir birlik olmaması çalışmaları çıkmaza sürüklemiştir. Bu nedenle 1934-1936 yılları arasındaki ikinci dönemde Türkçe karşılığı olmayan Arapça kelimeler olduğu gibi bırakılmıştır. Bu dönemde aşırılıklar bir parça da olsa dizginlenmiş “Ilımlı Özleştirmecilik” olarak adlandırılmıştır. Dil devriminin aşamaları incelendiğinde, 19361938 yılları arasındaki dönem ise kısaca tasfiyeciliği red ve yaşayan dile dönüş dönemi olarak değerlendirilmektedir. Atatürk dil devrimi süreci boyunca Türk Dil Kurumunu kurdurup bilimsel derleme ve tarama çalışmaları yaptırmış, ayrıca bizzat geometri terimleri üretmiştir. Tarihin en eski dönemlerinden beri izlenen Türk dili, bugün 250 milyona yakın kişi tarafından konuşulmaktadır. 1980’lerin ortasında UNESCO hazırladığı raporda konuşucu açısından Türkçenin dünyanın beşinci büyük dili olduğunu açıklamıştır. Türkler, eskiden beri Avrasya’nın çeşitli yerlerinde yaşıyor olmalarından dolayı çok farklı halklarla, kültürlerle, dillerle tanışmış ve etkileşime geçmişlerdir. Özellikle 1950’lerden sonra Amerikan ve İngiliz etkisi Türkçede de kendini göstermiş ve alıntı kelimeler dilimizde hâkim konuma gelmeye başlamıştır. Türkçe, yeni kavramları bile kendi yaratma gücüyle karşılayabilecek bir dildir. Günümüzde kullandığımız, çağın getirdiği ihtiyaçları; bilgisayar, buzdolabı, düdüklü tencere gibi ifadelerle yaratma gücünü göstererek karşılamaktadır. Tüm bunlara rağmen günümüzde Türkçe veya Türkçeleşmiş kelimelerimizin bile İngilizce gibi yazılması ya da Türkçe kelimelerde İngilizce dil bilgisi kurallarının işletilmesi dilimizin karşı karşıya kaldığı tehlikeyi her gün bize işaret etmektedir. Bütün gözlemler ve edinilen bilgilerin sonunda söylenebilecek olan şey, bozulanın Türkçe olmadığı gerçeğidir. Bozulma ve kirlenme dilde değil, onları bilinçsizce kullanan kişilerin mantığında gerçekleşmiştir. Elbette, bu bozulma sadece bizlere özgü değildir. Günümüz dünyasında hemen hemen her toplum, gelişen teknolojinin ve yaygın iletişim araçlarının etkisiyle dil bilincinden uzaklaşmış ve bir dil yozlaşmasının içine düşmüştür. Daha önce de bahsettiğimiz gibi çeşitli etkiler aracılığıyla zaman zaman bir dil yozlaşması içine düşmüş olan Türk toplumu eskiden olduğu gibi bilinçli, kendini, dilini ve kültürünü seven Türk aydınları, Türk edebiyatçıları, Türk dilcileri ve Türk gençleri ile bu durumdan çıkmayı bilecektir. Türk dili, kendi zenginliği ve yaratma gücünün hâkimiyetiyle işlerliğini ve etkisini sürdürmeye devam edecektir.


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARDINDAN Bölüm -445 yıl önce... 20 yaşında, altın saçlı bir kızdı Ayla. Okulla pek ilgisi yoktu belki ama modaya karşı olan merakı herkesçe bilinirdi. 60'lı yılların modası olan mini mini eteklerin her rengini dikip giyerdi. Marifetliydi .Hayatını değiştirecek Ertan'la da bu merakı sayesinde tanışmıştı. Ertan,nişanlısı Afet ile bir kumaş dükkanı işletiyordu. Ayla ise her ayın başında babasından aldığı harçlıklarla bu dükkana gelip yeni kumaşlar alıyordu. Ertan'ın kadınlara hep bir zaafı vardı ancak bunu nişanlısı henüz anlayamamış olacaktı ki onun yalanlarına hep inanmak zorunda kalıyordu. Ertan, Ayla'nın dükkana geleceği gün bir şekilde Afet'i dükkandan yolluyor,Ayla'ya olan ilgisini ona karşı dile getirmekte de bir sakınca görmüyordu. Hatta Ertan ona Afet'le kardeş oldukları yalanını bile söylemişti. Ertan'a kayıtsız kalamayan Ayla da kısa sürede Ertan'a karşı duygularını dile getirmişti. Zavallı Afet nişanlısının bu iğrenç oyununu dükkanda onları yakalayarak öğrendi. Bir hışımla dükkandan çıkıp koşmaya başladı. Ayla ne olduğunu anlamamıştı. Onu çok tanımıyor olsa da kimseyi kırmaktan da hoşlanmazdı, arkasından koşmuştu ve onun bir binaya girdiğini görmüştü. Ertan'la birlikte arkasından binaya girmişlerdi.2. kattaki bir dairenin kapısı açıktı. Ayla hiç sormadan içeri girdi. Afet'i üzen şeyi bilmek istiyordu. Evin içinde onu aramaya başladı. Afet, suyla doldurduğu küvetin içine başını sokmuştu. Hiçbir şekilde hareket etmiyordu. Kolları yere kadar uzanmış, avuçları dışa bakıyordu.Ayla ellerini Afet’in kafasını kaldırmak için uzattığı anda Ertan onu tuttu. Öldüğünü anlamıştı ve ona dokunmasını istemiyordu. Afet'in defin işlemleri bitene kadar Ayla Ertan'ı hiç görmemişti. Görse de ne diyeceğini bilmiyordu. Böyle kötü bir oyunun içine nasıl düştüğünü hiç anlamayacaktı. Ertan'ı affedemiyor, rüyalarındaysa hep o zavallı kızın canına kıyışını görüyordu. Afet'in ölümü üzerinden altı ay geçmişti. Ayla ise bu süre zarfında ne Ertan'ı görmüş ne de bir kez makinesinin başına geçip bir şey dikmişti. Üzerine bir hırka geçirip balkona çıktığında elleri cebinde , sırtı balkona dönük bir adam gördü. Biraz daha dikkatli bakınca adamın bordo atkısından onu tanıdı. Ertan,onun balkona çıkmasını bekliyordu. Ayla tam içeri kaçacakken Ertan onu fark etti ve aşağıya inmesi için yalvardı. Ne yaşanmış olursa olsun Ayla onu hala seviyordu ve kalbine kulak tuttu. Ertan ona her şeyi en başından anlattığında ne olursa olsun onu sevmekten vazgeçemeyeceğini düşündü. Bu şekilde, bilmeden yıktığı bir aşkın enkazında kendi aşkını yetiştiriyordu. Bundan sonrası çok hızlı gelişti. Hemen evlendiler. Ancak Ayla, Afet'in kaderini yaşayacağından hiç habersiz Ertan'ı ömrü boyunca sevmeye hazırdı.

Sırdem Kemiksiz

Devamı gelecek…


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kırlangıç Bakışlı Sen pencerenin panjurundan çiçeklerini sularken, Ben sokak papatyalarına seni anlatırdım. Sen yüksek kaldırımları ağırca çıkarken, Ben senin kaldırımlarına basamazdım. Sen uzun kahkahalarını atarken, Ben nefesimi tutardım. Sen kırlangıç gözlerinle yürürken, Ben senin gözlerinde uçardım.

Sema Keser


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Anadolu’nun Koca Çınarlarından Biri: Nasreddin Hoca

Ölümünün

730. Yıl dönümü Gülmece güldürmece el üstünde kaydırmaca. Güldürmek dendiği zaman, katıksız herkesin aklına aynı isim gelir. Fakat yalnız güldürmez o bizi. Güldürürken düşündürür aynı zamanda. Olayları hep geniş ve farklı bir çerçeveden görür ve öyle yansıtır bize. İçimizden, bizden biridir o. Komik hikâyeleri ve fıkralarıyla çok sevilmiştir. Halkın gönlünde, adeta taht sahibi olmuştur. Bu yüzden, onunla ilgili hikâyeler yer yer olağanüstülüklerle süslenmiştir. Adını telaffuz ettiğinizi duyar gibiyim Hoca Nasreddin’in. 13. yüzyılda yaşamış bir bilge kişidir Nasreddin Hoca. Sivrihisar’ın Hortu yöresinde doğmuştur. Babası, Hortu köyü imamı Abdullah Efendi annesi, Sıdıka Hatun’dur. Önce Sivrihisar’da medrese eğitimi görmüştür. Babasının ölümü üzerine Hortu’ya dönüp imamlık yapmıştır. Daha sonra Sivrihisar’a yerleşmiştir. Burada kendisinin alim olmasında katkısı olan değerli hocalardan ders almıştır. Bu hocalar, Seyyid Mahmud Hayrani ve Seyyid Hacı İbrahim’dir. İlerleyen dönemlerde, İslam diniyle ilgili çalışmalarını sürdürmüştür. Bazı söylentilere göre, medrese hocalığı ve kadılık görevlerinde bulunmuştur. Bu görevlerinden dolayı, Nasuriddin Hace adını almıştır. Bu isim, zamanla Nasreddin Hoca biçimini almıştır. Akşehir’de vefat etmiştir. Anadolu’nun içinden kopup gelen pek çok bilginden biridir, Nasreddin Hoca. Adını andığım an yüzünüzün gülümsediğini hisseder gibiyim. Çünkü benim gibi hepinizin kalbini sıcacık yapar. Hepimizin, bugün bile sevgiyle andığı Nasreddin Hoca, yaşadığı devirde de çok sevilmiştir. Bu sevgi onun, birçok söylentiyle anılmasına neden olmuştur. Öyle ki Selçuklu sultanlarıyla, Mevlana’yla bir anılmıştır adı. Hatta ondan yetmiş yıl sonra yaşamış Timur’la bile yan yana getirilmiştir. O kadar ki bir söylentiye göre Timur, ona olan sevgisinden dolayı Aksaray’ı işgal etmemiştir. Efsaneleri seven Anadolu halkı, onun aynı anda birkaç yerde birden görüldüğü efsanesini atmıştır ortaya. Hoca Nasreddin, sözlü edebiyatta gülmece unsurunun öncüsü olmuştur. Onun düşündüren, mantıklı, akla yatkın cevapları hep ilgi çekmiştir. Kendi hayatı içinde çektiği çileleri nükteyle ortaya koyması, karşılaştığı sorunlara güldürü öğesini yerleştirmesi, nüktedan tavrı çok sevilmiştir. Aynı zamanda okumuş, kültürlü olması okumuş insana hürmet gösteren Anadolu halkı tarafından hürmet görmesini sağlamıştır. Daima barışı ve sevgiyi vurgulamıştır. Anadolu’dan kopan diğer alimler gibi Yunus gibi o da sevgiyi ve kardeşliği öğütlemiştir. Fıkralarıyla güldürürken eleştirmeyi de ihmal etmemiştir. ‘’Doğuran Kazan’’ gülmecesiyle aç gözlü insanı, ‘’Ye Kürküm Ye’’ gülmecesiyle ise insanı sadece dış


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

görünüşüyle yargılayan insanı eleştirmiştir. Bunlara ek olarak, yol göstericiliği de kendine amaç edinmiştir. ‘’Parayı Veren Düdüğü Çalar’’ güldürüsüyle haklının yanında olunması gerektiğini öğütlemiştir. Bütün bunların ışığında diyebiliriz ki Nasreddin Hoca, olaylara olan bu farklı yaklaşımı sayesinde eğitmeyi ve öğretmeyi hedeflemiştir. Kime sorsanız Hoca Nasreddin’i, sevgi cümleleri duyarsınız. Biliyorum, bu sizin için pek umulmadık bir durum değil. Ama Nasreddin Hoca, o kadar sevilmiştir ki Anadolu coğrafyasında yaşamasına rağmen, bu coğrafya dışındaki Türk milletleri de onu sahiplenmiştir. Mesela Uygurlar, onun kendi çevrelerinde yaşadığını iddia etmişlerdir. Onlar gibi İranlılar da onu kendi çevrelerine mal etmek istemişlerdir. Sadece diğer Türk devletleri onu sahipleniyor sanmayın. Bu, büyük bir yanılgı olur. Mesela Rumlar, biraz da kavmi gayretle Nasreddin Hoca’nın Rum olduğunu iddia etmişlerdir. Ruslar, Bolşeviklik döneminde onu dine karşı olarak sunmuşlardır. Arap dünyası Nasreddin Hoca fıkralarının aslında meşhur Çuha’dan geldiğini ileri sürmüşlerdir. Sonuç olarak, paylaşılamamıştır. Demin de dediğim gibi çok sevilmiştir. Öyle ki Balkan ve Batı uluslarının gönlüne taht kurmuştur. Amerika ve Japonya arasındaki o koskoca bölgede bile herkesin sevgisini kazanmıştır. Anlayacağınız gibi sadece Türk dünyasında değil bütün bir dünyada sevilmiş ve uluslar arası bir kişilik haline gelmiştir. Bu bağlamda, Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu UNESCO’nun 1996 yılını ‘’Nasreddin Hoca Yılı’’ ilan etmesi önemlidir. Bu, Hoca Nasreddin’in evrensel kişiliğinin kamuoyu tarafından kabul görmesi anlamına gelir. Bunun yanında, 1959’dan beri her yıl 5-10 Temmuz tarihleri arasında düzenlenen Uluslar arası Akşehir Nasreddin Hoca Şenlikleri, Nasreddin Hoca gibi evrensel bir kişiliğin tanıtılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Bizim Hocamız -ki gerçekten bizim hocamız, içimizden biri- daima halktan insanlarla bir arada anılmıştır. Onu, çok nadir olarak saray çevresiyle beraber görürüz. Onun yeri, halkın yanıdır daima. Her zaman halkın içinden kişilerle birlikte geçer adı. Hep, halka dair sorunlara el atar. Halkın içinde bulunan bin bir çeşit insana dair yergi ve yol gösterme onun farklı yaklaşımıyla güzellik kazanmıştır. Bunlar dışında sevgi, övgü ve alaya alma da söz konusudur. Bu güldürülerde Nasreddin Hoca, bilgin, bilgisiz, açıkgöz, uysal, vurdumduymaz, utangaç, atak, şaşkın, kurnaz, korkak, atılgan gibi zıt hatta çelişik niteliklere bürünür. Bunun sebebi de halk tarafından çok sevilen Hoca’nın hakkında birçok hikâye uydurulmuş olmasıdır. Bildiğiniz gibi zaman içinde saptırılan gerçek bu kadar büyük üne kavuşmuş olan hocamızın da farklı kişilikler sergilemesine sebep olmuştur. Nasreddin Hoca’nın eşeğini, hepinizin buraya eklemek istediğini duyar gibiyim. Söylemek gerekir ki Hocamız eşeksiz asla düşünülemez. Eşek onun bineği, aracı ve hatta yol arkadaşıdır. Halkın parçası olan Nasreddin Hoca buna uygun olarak eşeği kullanır. Onun başından geçen olaylarda, yüksek zümreye ait olan at yerine halka ait olan eşek vardır. Eşek, açlığın, dayağın, ezilmişliğin, çile çekmenin bir sembolü gibidir. Bu yüzden halkla beraber anılır. Bu bağlamdaki gülmecelerde de çelişki söz konusudur. Gülmecede, güldürü ile yergi yan yanadır. Mesela bir gün Hoca’nın komşusu eşeğini ister. Eşeği vermek istemeyen Hoca, eşek ahırda yok der. Bu sırada eşek anırır ve komşusu hani ahırda değildi diye sorar Hoca’ya. Bizim hazırcevap Hocamız da eşeğe mi yoksa ona mı inanacağını sorar. Bunun dışında bir de eşeğe ters binme mevzusu vardır. Yine, bunun nedeni de bu gülmecelerde gizlenmiştir. Bir gülmecede eşeğini ters bağlar Hoca. Bunu gören bir köylü eşeği düzeltir. Gelip de eşeğe dikkat etmeden üzerine biner Hocamız. Köylüler de eşeğe ters bindiğini dile getirince eşeğin hiç mi suçu yok diye soruverir. Bir diğer gülmece de ise Hoca öğrencileri olan âlimlere sırtını dönmemek için eşeğe ters biner. Daha başka birinde ise, eşekle aynı yolda olmamak için eşeğe ters bindiğini dile getirir. Bunlar tabi ki tartışmalıdır. Fakat bize bu konuda bir bilgi verir. Bizler, içinde nice çınarlar yetiştirmiş olan bu topraklardan geliyoruz. Nasreddin Hoca bu çınarlardan sadece biridir. Onun önemi, köklerini bütün dünyaya salmış olması ve dallarının gölgesinde nice insanı serinletmiş olmasıdır. Gerçek midir diye soracak gibi oluyorsunuz değil mi? Nasreddin Hoca, sizin kadar, hepimiz kadar gerçektir. 1208’de doğmuş 1284’te vefat etmiştir. Ama asla ölmemiştir. O, bizim asla ölmeyen Mevlanamız, Yunusumuz gibi ölümsüzler kervanına katılmıştır. Kökleriyle bizi hala sarıp sarmalayan, dallarıyla gölgesinde soluklanmamızı sağlayan Nasreddin Hocamızdır.

Busenur Aslan


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bir Işık Sızıyor Bir ışık sızıyor kapının arasından, Derin. Kalın bir çizgiyle çiziyor karanlıkla aramı. Sancılar gibi derin. Bir sitem, bir yakarış, Bir umut gibi derin. Bir ışık sızıyor gözlerinden, Kapattığın ellerine rağmen, Bir ışık ki derin yaraları andırır. Umut edip biriktirilmiş, Çocuk harçlığı gibi, Bir ışık sızıyor yastığının altından. Bir ışık ki girmiş koynuna, En gizli sırlarına şiir okuyor. Gizlenecek neyin kaldı? Işık yüreğinden sızıyor. Bir ışık ki ta ki güne karışana kadar Duvar dost, Ama kapı düşman sana. Bir ışık sızdırıyor, Burada kalan umutlara. Bir ışık sızıyor, Sol göğsünün altından. Her gece seni eve kadar bırakıyor. Ve sonra malum, Kapıda düşman sana, Hala buradasın anlıyorum. Yetmiyor sözcüklere gücün, İşgal edilmiş gibi hissediyorsun kendini, Bir ışık sızıyor her cümlenden, Noktasına, virgülüne kadar. Bir ışık sızıyor topuklarından, İzlerini resmediyor yollara, Göstermek için bir köre yol, Ta yüreğime kadar Bir ışık ki, ele alınmaz, Dikenleri batıyor canıma, Sönmez karanlıkta Bir ışık ki, iğne başı kadar küçük, Baktıkça büyüyor, Baktıkça küçülüyorum. Bir ışık ki, senden gizlice, Bütün sumalarına inat, Sana çağırıyor beni. Gel gör ki duvarda artık senden haber veriyor. Bir ışık ki, Benimle birlikte duvarı da eritiyor.

Hüseyin Arda Salkaya


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bedâheten Süleyman Erkut

Bir kâğıt bir ben bir de kalem, Bedâheten birleşince sükûn ve kelam. Elem, acı, keder gece vakti gelirse eğer Parlak sandığın ay karanlıkmış meğer. Karamsarlık ve kötümserlik teması içinde Hüzünlü bir çehre ve ağlamaklı bir biçimde. Kendinle baş başa isen sırdaşın kalemin. İlham gelsin dökülsün aksın mürekkebin. Yaz, çiz, karala, dök içini anlat. Konuşsun damlalar aksın ırmaklar. Şırıldasın pınarlar şakırdasın lakırdılar. Ey dost ne kadar pesimist ve karanlık olsa da yarınlar, Güneş er ya da geç doğacak ve yeşerecek bozkırlar. Bizler faniyiz gideceğiz, göçeceğiz dünya çeşmesinden Geriye bir şeyler kalacak elbet gönül defterinden. Sevgi, saygı, hoşgörü ve muhabbetle, Gönül sofrasından şekerli şirin dillere, Selam olsun okuyan gönüllere. Aşk ile hâr ile sevda ile hürmetle… Bilir misiniz bir kalem deftere neler neler anlatır? İlhamı vermiş ise Hak bedâheten deryalar yaratır.

Söz uçar yazı kalır, her söz sahibini aratır. Her yazdığı lafz şairin gönül aynasıdır. Her şiiri bir parça bir dem de olsa onu yansıtır. Çünkü onun her kelamı lafz-ı muteberdir. O, onu sever lafz be lafz dile döker. Bilir ki Rabbi (kün feye kun) ol der ve olur. Şiir, fikir ve inanç ile birleşince mana bulur. Her tasavvur tevekkül sonucu oluşur. Tevafukla birleşir menzildeki yolcuyla buluşur. Sabah olur güneş açar, saçar bereket. Tecelli eden nur bir tohumda vuku bulur. Söz akar zamanla dilden dile göl olur. Gönülden gönüle deniz olur okyanus olur çağlar.


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Çapkın Kralın Hazin Sonu Tuğçe Erkol

İngiliz tarihinin belki de aşka en yenik düşen dönemiydi VIII. Henry dönemi. Henry’nin yaptıklarıydı aynı zamanda onu bu derece romanlara, televizyon dizilerine ve sinema sektörüne düşüren. Peki, kimdi bu VIII. Henry Tudor? Ne yapmıştı günümüze kadar İngiltere’den en uzak noktalara nam salacak kadar? İşte sorumuzun cevabı… Babası VII. Henry tarafından oluşturulan güçlü bir merkezi otoritenin ardından gelen ikinci kraldı VIII. Henry. VII. Henry, VIII. Henry ve I.Elizabeth’in yönettiği bu 118 yıllık (1485-1603) Galler kökenli hanedana ise Tudor Hanedanı dendi. Yani İngiltere’ye en parlak dönemlerinden birini yaşatan hanedan. Henry, abisi Arthur Tudor öldükten sonra 17 yaşında tahta geçen 1491 doğumlu kraldır. Henry Anglikan Kilisesi’ni kurmasıyla tanınsa da aslında VIII. Henry dendiğinde akla ilk gelen isim Anne Boleyn ve diğer kadınlarıdır. Henry ilk evliliğinin ölen abisinin eşi İspanya kralının kızı İnfanta yani Aragonlu Catherine ile yapmıştır. İlk evliliğinden altı çocuğu olsa da sadece

bir çocuğu yaşamıştır. O da I. Mary, nam-ı diğer Kanlı Mary. Henry, ikinci eşi meşhur Anne Boleyn ile evlenmeden önce Anne’nin kardeşi Mary ile tanışmış, güzelliğinden etkilenmiş ve bilinen bilinmeyen metreslerinin arasına katmıştır. Ancak tüm bunlar yaşanırken Mary’nin ne kadar mutlu olduğu tam bir muamma. Söylentilere göre Mary ve kocasının nüfusuna kayıtlı iki çocuğu aslında Henry’nin gayr-ı meşru çocuğudur. Buna rağmen Mary’nin sefası kız kardeşi Anne gelene kadar olmuş, sonrasında kız kardeşine ve diğer kraliçelere nedimelik yapmaktan öteye gidememişti. Anne Boleyn, Boleyn ailesinin diplomatik işleri için biçilmiş bir kaftandı. Önce Hollanda’da sonra da Fransa’da saraylarda yaşayıp, kral ve kraliçe sofralarına oturup, balolarında krallarla ve en üst yetkili yöneticileriyle danslar edip aşk oyunları oynayan genç bir bayandı. Anne’nin dışarıdaki ülkelerde bu şekilde bulunması göz önüne alınınca Boleyn ailesi gibi kraliyette yetki sahibi olan bir ailenin yetkilerini daha da genişletmek istemesi ne kadar şaşırtıcı olabilir ki? Anne gelene kadar kralın önüne çıkarılan Mary bu durumda sadece kralın oyalayıcısı olmuştur. Çünkü kraliçeye sonsuz saygısı da olsa tahtını oğluna bırakmak isteyen bir kral olarak Henry de metresleriyle ilgilenmeye başlamıştı. Doğal olarak ellerinde böyle bir koz bulunduran Boleynler de ellerindeki fırsatı kaçırmamak için Anne gelene kadar Mary’i piyon olarak kullanmak zorunda kalmışlardı. Zaten daha en başından Anne Boleyn’in kraliçe olmasına karar vermişlerdi ve bu hedefe ulaşmak için de her yolu mübah görüyorlardı. Anne, krala bir baloda takdim edildikten sonra kralın ilgisini kendi üzerine çekmeyi kısa sürede başladı. Anne ve kralın aşkı saraya yayılmaya başlar. Boleyn ailesi ise bu durumun yalan olduğunu savunup kraliçeye olan bağlılıklarını dile getiriyorlardı. Ama içten içe de kızlarını kraliçe olma yolunda destekliyorlardı. Zaman içinde daha fazla birlikte vakit geçiren kral ve Anne, kraliçenin aradan çekilme zamanın geldiğine karar verirler ve bunun için de harekete geçerler. Kral fazla kararlı ve her istediğinin olmasına alışık bir adamdır. Devletin ileri gelenlerini toplar. Katolik inançta boşanma olmadığı için resmi kraliçeyle olan evliliğinin geçersiz sayılmasını sağlayacak ortam yaratmaya çalışır sırf kalbinin kraliçesiyle olmak için. Henry günlerce danışmanlarıyla toplantılar yapar. Evliliğinden kurtulmak için bir çıkış yolu arar ve bir sonuca ulaşamaz. Aklına gelen son çareye ise aslında pek gönlü razı olmuyordu; ama Anne ile olan birlikteliğini riske de atmak istemiyordu. Zaten Anne de baskılarına devam ediyordu. Koskoca krala


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

kendisini göstermiyor, mektuplarına cevap vermiyordu. Böyle bir kadın varken ortada, Henry her şeyi göze alıp harekete geçmişti.

Sene 1533 İngiliz Reformu… İngiliz reformunun ilanından çok değil sadece bir yıl önce Katolik inanca karşı ortaya çıkan Protestan inancı savunan Martin Luther’in kitaplarını toplatıp yakmış, kral onun eserlerine karşı Thomas More’nin yardımıyla “Yedi Sakramentin Savunması” adlı bir kitap yazmıştır. Bu kitabı yazdığı için Vatikan tarafından “İnancın Savunucusu” ünvanını almıştır. Böyle bir kitabı yazan, Katolik inancın koyu bir savunucusu olan, Martin Luther’in kitaplarını toplatan, kraliyete rağmen hala daha Protestan inancı savunmaya devam edenleri tutuklatan hatta idamına karar veren Henry İngiliz Reformu’yla Anglikanizm mezhebini tanımış, ilk Anglikanizm Kilisesi’ni kurmuştu. Böylelikle Katolik Kilisesi’nin kurallarına boyun eğmek durumunda kalmayan Henry doğal olarak Katolik inançla yaptığı evliliğinden de beraat etmiş oldu. Yani kralımız hem din hem de medeni hal değişikliği yaşadı. 1533 yılında kraliçeden boşanan Henry, Fransa’ya götürdüğü Anne ile aynı yıl evlendi. Bu evliliği duyan papa Henry’i ve Henry’e yardımcı olan Cranmer’i aforoz ettiğini ilan etti. Gene aynı yılın eylül ayında Anne ilk bebeğini dünyaya getirdi: I. Elizabeth. Boleyn ailesi istediklerine kavuşup kızlarını kraliçe yapmışlardı. Ama pek de bekledikleri olmamıştı. Anne zeki bir kadındı. Babası, abisi ve özellikle de dayısı onu yönetimde maşaları olarak kullanmak istiyordu; ama Anne buna izin vermiyordu. Kendi bildiğini okuyor, onları da kendisi yönetmeye çalışıyordu. Boleyn ailesi kızlarını kraliçe yaptıktan

sonra veliahtın doğumunu beklemeye başlamıştı. İlk doğumundan iki yıl sonra yeniden hamile kalan Anne ikinci bebeğini düşürür. Ama bundan önce Anne’nin hamileliğinin kutlanması için yapılan şenliklerde atından düşüp yaralan kralın bacağı kesilmek durumunda kalır. Ayağı kesilen kral artık eskisi gibi değildir. Aforoz edilmiştir, hala veliahtı yoktur. İkinci kızı Elizabeth aşırı beyaz doğduğu için hayalet diye adlandırılır ve ölümüne karar verilir. Kralsa belki de hayatı boyunca yaptığı en mantıklı şeyi yapıp Elizabeth’in ölümünü engeller. Artık bir bacağı da yoktur kralın. Üstelik Anne’den de nefret ediyordur. İlk başta Anne ile evlenebilmek için bir çıkar yol arattığı insanlara bu defa da Anne’den kurtulmak için çare aratmaya başlar. Sonunca da kısa sürede ulaşırlar. Mark Smeator, Henry Norris, Sir Francis Weston, Willim Brereton ve Anne’nin kardeşi George Boleyn tutuklanır. Tutuklanmalarının tek bir ortak noktası vardır: Kraliçenin aşığı olmak… Söylentilere göre George Boleyn homoseksüeldir. Jane Parker ile evlidir. Ancak çocuğunun olmaması ve erkeklerle olan farklı samimiyeti onu homoseksüel olduğu iddialarını biraz da olsa doğrular niteliktedir. Özellikle kraliçe Anne ile ensest bir ilişki yaşadığı iddiaları 17 Mayıs 1536’da Londra Kulesi’nin tam önündeki meydanda diğer dört kraliçe aşığı ile idam edilmesine sebep oldu. Bu idamlar yaşanırken kraliçe de Londra Kulesi’ndeki bir odada tam idamım yapıldığı yer görecek şekilde bağlanarak iki gün boyunca kilit altında tutulmuş, 19 Mayıs 1536’da ise aşıklarının idam edildiği yerde normal infazlardan farklı olarak balta ile boynu vurularak değil de krala hediye ettiği bir kılıçla boynu kesilerek infaz edilmiştir. Anne’nin ölümünden sonra tabi ki de yas tutmadı Henry. Daha Anne ile evliyken birlikte olduğu metresi Jane Seymour ile evlendi. Evliliklerinden çok kısa bir süre sonra müjdeli haber krala verildi. VI. Edward, yani Henry’nin veliahtı doğdu. Doğumdan kısa süre sonra da Jane Seymour hayatını kaybetti. Henry dördüncü evliliğini Clevesli Anne ile yapar. Ancak Clevesli Anne daha tacını giyemeden evliliği iptal edilir. Gerekçesi ise Clevesli Anne’nin kötü kokması ve güzel olmamasıdır. Henry’nin beşinci eşi ise Katherine Howard’dır. Evlilik hayatları boyunca Anne Boleyn’in kardeşi George’nin eşi olan Jane Boleyn’in gözetiminde Kraliçe Katherine Howard kendi kuzeni Culpeper ile ensest bir ilişki içinde olduğuna dair dedikodular ortaya çıkar. Kral daha önce ikinci eşinin ona ayı şeyi yaptığını ve başına yine aynı şeyin gelebileceğinden endişelenip kraliçe dahil adı geçen kişileri izlemesi için adamlarını görevlendirir. Görevliler, dedikoduların doğru olduğunu kanıtlayınca üçü de idam ettirilir. Henry, altıncı ve


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

son evliliğini Katherine Parr ile yapar. Bu evliliği sırasında Henry ölür. Kraliçe Protestan görüşlerinden dolayı VI. Edward’ın tahta geçmesine yardımcı olur. 1509-1547 yılları arasında 38 yıl boyunca tahtta kalan kral VIII. Henry Tudor, hayatının her anıyla farklı bir karakter çizmiştir. Hemen her aşkı, her evliliği, her hareketi olay olan bir kraldan bahsediyoruz. Okuduğumuz, izlediğimiz şeyler de böyle değil mi zaten? Aşk varsa entrika arıyoruz. Tarih filmlerinin çoğunun idam edilen vatan ve din hainleri var. Cinsler arası ilişkilerde mutlaka farklılık yaratacak bir şeyler oluyor. Tudor Hanedanı’nın ortasındaki bu dönemde aşk, savaş, ihtiras, ayrılık, ihanet gibi duyguların hepsi var. Yazarlar ya da dizi film yapımcıları için biçilmiş kaftan bu dönem. Aşk isteyene Henry’nin sayısız aşkı, ihtiras isteyene Boleyn ailesinin planları, dram isteyene Aragonlu Catherine’nin çok sevdiği kocasını başka bir kadına kaptırışı, tarih isteyene bir aşk uğruna koskoca Vatikan’ı karşısına alıp büyük bir yapıyı değiştirmeyi göze alan bir kral. Hatta acıma duygusu bile canlanıyor bu dönemde. Okuyanların ve izleyenlerin büyük bir kısmı en sonunda “Yazık bu Henry’e de bir türlü yüzü gülmedi; ama Allah’tan oğlu oldu da bir tane, gözleri açık gitmedi.” diye yorumlarda bulunuyor. Son olarak bu dönemi yansıtan eserlerin birkaç tanesinden örnek vermek gerekirse 1969’da Anne’nin Bin Günü, 1970’de Altı Eşi Olan Sekizinci Henry, 1972’de Sekizinci Henry ve Altı Karısı, 2003 yılında Sekizinci Henry gibi filmler. 2007 yılında İngiltere ve İrlanda ortak yapımı olan The Tudors dizisi. Gene 2007 yılında Philippa Gregory tarafından yazılan Boleyn Kızı, 2009 yılında yazılan Boleyn Mirası, 2010 yılında yazılan Öteki Kraliçe. 2008 yılında ise Philippa Gregory’nin aynı adlı eserinden uyarlanan Boleyn Kızı filmi. Ayrıca 1998 yapımı Elizabeth, 2007 yapımı Elizabeth: Altın Çağ filmi bu dönemin etinden sütünden yararlanılarak yapılmıştır. E daha ne olsun?


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Tuz ve Kum Ey zamanın yüreğime erişen kumu, Sevda yetiştiren yağmura hasretim. Dün akşam Öylece dile geldin. Hayal makamında, İnce bir sızıyla. Hasret çekti eteğimden. Yokladım gözlerimle, gizlerimde. Baktım hala aynı yara, Hala aynı rüya. Neyzen hala Hayal makamında... Perde perde gülüşleri, Nefes titreten bakışlarıyla Geçiyor gönül makamına. İçimde uçurum, tuz ve kum, Kendi boşluğunda süzülen Sarı yapraklara eş bedenim. Sabayla sürükleniyor Hicaz’a Hurma bahçelerinden geçiyor On iki develi bir kervan. -Ya Enceşe, diyor kervan başı, Dikkat et cam bardaklara! Bir çöl rüyası atıyor yüreğimi, Cehennem gibi kızıl kumlara. Vahalar gözyaşımdan, İçimde hasret,tuz ve kum, Pare pare olmuş ney, Tükenmiş nefes. Penceremden süzülmüş gün.

Hatice Türk


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

35

Yaş Şairi

Beyza ARI “Memleket isterim Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun; Olursa bir şikâyet ölümden olsun.”

istekleri arasında bocalayan şairin bu tercihi, babasını memnun etmez ve bu durum, her ne kadar varlıklı bir ailenin çocuğu olsa da onun zorlu bir hayat yaşamasına sebep olur. İstanbul’da tek başına varlık mücadelesi vermek zorunda kalışı ve karşılaştığı olumsuzluklar, şairi hassas mizaçlı ve kötümser biri haline getirir. Ailesine gönderdiği mektuplarında “Siz güneşe yüzünüzü çevirmişsiniz, ben sırtımı dönmüşüm” diyen Tarancı’da, kopuş ve yalnızlık bunalıma dönüşür. Yeni mekâna uyum sağlayamayan sanatçı için İstanbul adeta karanlık bir dehlizdir. Hayatının bu evresini acı çekme olarak tanımlayabileceğimiz şair, bir çırpınış içindedir. Dolayısıyla Tarancı, 1930-1936 yılları arasındaki yazdığı ilk dönem şiirlerinde hayata karamsar bir pencereden bakar. Kız kardeşine yazdığı 27.11.1932 tarihli mektubunda bu türden hislerini dile getirmektedir:

Hepimizin bizi ifade ettiğini düşündüğümüz ya da birini anlamlandırırken özdeşleştirdiğimiz bir ay vardır. Haziran ayı Nazım Hikmet’le nasıl özdeşleştiyse Ekim ayı da Cahit Sıtkı Tarancı’yı o derece doğru ifade eder. Daha doğrusu Cahit Sıtkı’yı ifade edecek başka bir ay belirtmeye imkân yoktur. Çünkü ekim ayı şairin hem doğduğu hem vefat ettiği aydır. Şiirleri, hikâyeleri ve mektupları ile Türk edebiyatında etkili bir yere sahip olan Tarancı, 4 Ekim 1910 yılında Suriçi Cami-i Kebir Mahallesi 3 nolu evde dünyaya gelir. Diyarbakır’da ticaret ve ziraatle uğraşan köklü Pirinçcizadeler ailesinden olan şaire ailesi, Hüseyin Cahit adını verir. Akrabaları “Pirinçcioğlu” soyadını aldığı halde Soyadı Kanunu’nun çıktığı yıl pirinç ekiminden çok zarara uğrayan babası Bekir Sıtkı Bey, bu duruma kızarak “çiftçi” anlamına gelen “Tarancı” soyadını almıştır. İlköğrenimin ardından okuyup vali olmasını ve ailesinin adını yüceltmesini arzu eden babası tarafından İstanbul’a, bir aile geleneği olan Saint Joseph Lisesi’ne gönderilir. Bu ayrılığı cennetten kovulma ve bir tür cezalandırma olarak düşünen Cahit Sıtkı, vali olmak için çabalamak yerine şair olmayı tercih eder. Ailesinin istekleri ve kendi

“Bu dünyadan, bu dünya insanlarından bazen o kadar nefret ediyorum ki çıkıp gitmek için bir kapı arıyorum ve emin ol ki aradığım kapıyı bulduğum gün asla tereddüt etmeden o kapıyı açıp gideceğim, başka âlemlere, başka insanların yanına, her halde bu dünyaya hiç benzemeyen bir dünyaya... Öyle parlak bir mazim olmadığı halde, yine eski zamana, mesela çocukluğuma rücu etmek isterdim.” Tarancı’nın karamsarlığını değerlendiren kuzeni Reşit İskenderoğlu’na göre, şairin karamsar ruh dünyasının şekillenmesinde kendini çirkin hissetmesinin payı büyüktür. Boyunun kısalığı, yüzündeki şark çıbanı ve fazla kıllı oluşu şairin kendini çirkin hissetmesine sebep olmuş ve bu durum şairde çekingen, mahcup ve tutuk bir mizacın oluşmasına yol açmıştır. Şairin, kendini çirkin (hiçbir yetişkin kızın beğenmeyeceği kadar çirkin) hissettiği için de kız arkadaşlarını yaşça küçük kızlardan seçmiştir. Abbas şiirinde geçen meşhur Beşiktaşlı sevgili, bu durumun en güzel örneklerinden biridir. Şairin bu hassas kişiliği, özellikle kompleks haline getirdiği fiziki çirkinlik ile birleşince şair, sıkıntılarından kurtuluşu içkiye sığınmakta bulur. İstanbul hayatının ilk yıllarında sadece sigara tiryakiliği bulunan Cahit Sıtkı, kısa sürede içkiye alışacak ve bu tiryakiliği onun hayatında önemli bir yer tutacaktır.


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Saint Joseph Lisesi’nde bir süre okuyan Tarancı, 1931 yılında Galatasaray Lisesi’ne geçer. Burada Yedi Meşaleci Hareketi’nin ve Cumhuriyet Dönemi’nin en önemli isimlerinden Ziya Osman Saba ile tanışır. Edebiyatın bu iki önemli adamı bu tanışma ile büyük bir dostluğu da başlatmış olur. Ziya Osman, Cahit Sıtkı’yla geçirdiği günlerini “Cahit’le Günlerimiz” adlı yazısında anlatır. Edebiyat öğretmeni Fazıl Ahmet Aykaç, ilk derste öğrencilerinin ilgi derecelerini ve yönelimlerini belirlemek üzere her öğrenciden Türkçe olsun, Fransızca olsun sevdikleri bir şiirin tamamını yahut bir parçasını ezbere okumalarını ister. Ziya Osman Saba, Tarancı’nın Lamartine’den okuduğu “L’lsolement” adlı şiiriyle kendisinin dikkatini çektiğini belirtir ve onun fiziki portresini çizer:

yazdığımı hatırlıyorum. Fakat bende edebiyata özellikle şiire karşı gerçek ve köklü denilebilecek ilk ilgi Galatasaray onuncu sınıfta sıra arkadaşım Ziya Osman Saba’nın yardımıyla tanıdığım Baudelaire ile başlar. Bu dev Fransız şairini içime sindire sindire okuduktan sonradır ki şiir yazmak benim için soluk almak, yemek, içmek kadar doğal bir yaşam eylemi oldu.”

“Bu şiir o sınıf için bir şeydi; arkama belli etmeden bakmıştım. Esmer, arkaya taranmış siyaha çalan saçlı, ince dudaklı, üst dudağıyla ufak burnunun arası biraz fazla açık, kulakları kabarık, alnı darca, bütün güzelliği koyu kestane Moğolumsu çekik gözlerinin biraz hüzünlü manasında toplanmış, ufak tefek, temiz giyimli, çoğumuzun aksine kravatlı bir gençti. Halinde, duruşunda bir azim okunuyor; tipi, sol yanağındaki Diyarbakır çıbanının irice izi hiç değilse İstanbullu olmadığını söylüyordu. (…) 1106 Cahit Efendi diye, bildiği şiirlerden birini okumaya davet edilmiş öğrenciyse, Galatasaray’ın yenisi sayılırdı.” Cahit Sıtkı Tarancı’nın Galatasaray Lisesi’nde aldığı eğitim, onun için bir dilden ziyade büyük bir edebi birikim yaratır. Stephane Mallerme, Charles Baudelaire ve Arthur Rimbaud gibi dünyanın en önemli şairlerini o yıllarda okumaya başlar ve kendisinde bulunan cevheri daha lise yıllarında ortaya çıkarır. Tarancı, bu yıllarda ilk şiirini Akademi Dergisi’nde ve büyük bir öneme sahip olan Servet-i Fünun dergisinde yayımlar. Böylece şair, 49 yıllık yaşamının büyük bir kısmını oluşturan yazı hayatına başlar. Cahit Sıtkı edebiyata ne zaman başladığını, Can Yayınları’ndan çıkan ve Asım Bezirci tarafından derlenen “Otuz Beş Yaş” kitabının giriş kısmında yapılan konuşmada “Edebiyata karşı ilk ilgi sizde ne zaman ve nasıl uyandı ?” sorusuna verdiği cevapta anlatır: “İlkokulda iken Namık Kemal’in, Tevfik Fikret’in ve Mehmet Emin’in şiirlerini yüksek sesle okumayı pek severdim. Fransız okuluna geçtiğimde durmamacasına roman okumak tutkusuna kapıldım. Yine o tarihlerde Diyarbakır’daki kız kardeşime uzun uzun manzum mektuplar

1930’lu yıllarda Cahit Sıtkı Tarancı, Mülkiye Mektebi’nde okumaya başlar ve bu yıllarda “Ömrümde Sükût” adlı kitapta şiirlerini toplayarak yayımlar. Bu sırada lisede iken başladığı sigara içme alışkanlığına içkinin de eklendiği ve bunun şair üzerinde olumsuz etkileri olduğu bilinmektedir. İkinci senenin sonunda bu okuldan atılır ve Yüksek Ticaret Okulu’na girer. Maddi sorunlarından dolayı Sümerbank’ın memuriyet sınavlarına girip kazanan Tarancı, okulu yarıda bırakır; ancak Sümerbank’taki memuriyet hayatını kaldıramayınca bir süre sonra Cumhuriyet Gazetesi’ne geçer. Cumhuriyet


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Gazetesi’nde öyküleri yayımlanırken gazetenin güçlü isimleri sayesinde Paris’e yükseköğrenimini tamamlama amacıyla gider. 1938-1940 yılları arasında Sciences Politiques’e devam eder ve Paris Radyosu’nda Türkçe yayınlar spikerliği yapar. Bir yandan da gazeteye öykülerini ve şiirlerini göndermeyi ihmal etmeyen Tarancı, bu sırada Paris’te öğrenci olarak bulunan Oktay Rıfat ile de tanışıp arkadaş olur. İkinci Dünya Savaşı sırasında (1940) Alman uçakları Paris’i bombalamaya başlayınca öğrenimini tamamlayamadan bisiklet ile kaçarak Lyon ve Cenevre yoluyla Türkiye’ye geri döner. Geri döner dönmez Egenin küçük kentlerinde askerlik görevini yerine getiren şairin ünlü şiiri “Haydi Abbas” şiiri, askerlik döneminin bir ürünüdür.

Haydi Abbas, vakit tamam; Akşam diyordun işte oldu akşam. Kur bakalım çilingir soframızı; Dinsin artık bu kalp ağrısı. Cahit Sıtkı, askerliği bitince İstanbul’a geri döner. Ailesi de bu sırada İstanbul’a yerleşmiştir. Tarancı bir süre babasının Eminönü’ndeki ticarethanesinde çalışır; ancak içki ile ilgili konulardan babası ile arası iyice açılır. Ankara’ya gider ve sırasıyla Anadolu Ajansı’nda, Toprak Mahsülleri Ofisi’nde ve Çalışma Bakanlığı’nda çalışır. Takvimler 1946’yı gösterdiğinde Cahit Sıtkı Tarancı, ünlü şiiri “Otuz Beş Yaş” ile katıldığı CHP Şiir Ödülü’nü kazanır. Bu ödül artık onun adını tüm ülkeye duyurmuştur.

Yaş otuz beş yolun yarısı eder Dante gibi ortasındayız ömrün Delikanlı çağımızdaki cevher Yalvarmak, yakarmak nafile bugün, Gözünün yaşına bakmadan gider. Şiir yazmaya lise yıllarında başlayan Tarancı, şiirde biçim ve güzelliğe önem vermiş, şiirin tanımını “kelimelerle güzel şekiller kurma sanatı” diyerek yapmıştır. Şiiri bir ideolojinin aşılanması olarak görmediğini belirten şair “Şiirde hiçbir vezinle, hiçbir önyargıyla eli kolu bağlı olmamak gerektiğini” vurgulamıştır. Bir şiiri şiir yapan en önemli unsurun biçim olduğunu ve böyle düşünmesinin ardında kişisel nedenleri olduğunu “Ziya’ya Mektuplar” adlı

yapıtında şöyle dile getirmiştir: “Biçim sorununa bu kadar takılıp kalmam, onun gerçek niteliğini araştırma yolunda bu kadar çalışmam, fizik çirkinliğimin ürünüdür. İnsan, yoksun olduğu şeyin değerini ve anlamını daha iyi anlayabiliyor. Biçimsiz de güzellik olmayacağı, olamayacağı açıktır. Güzellik ancak biçimde kendini gösterebilir.”

Neylersin ölüm herkesin başında, Uyudun uyanamadın olacak. Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında ? Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında. Ölüm ve yalnızlık, Cahit Sıtkı’nın şiirlerinde yoğun olarak işlediği temalardandır. Tarancı’nın yaşadığı dönemdeki toplumsal olayların yanı sıra kendi hayatı da şiir anlayışında büyük ölçüde etkili olmuştur. Şiir yazmaya erken yaşta başlayan şair, bu temaların edebiyatına yerleştiğini Varlık Dergisi’ne verdiği röportajında şöyle anlatır: “O zaman Fransız okulundaydım. Annemden uzak bulunmam, okuldaki yabancı ve sıkıntılı hava zaten hastalıklı olan ruhumu büsbütün karartmıştı. Anneme yazdığım uzun mektuplarda bu karanlıkları biraz da sınıfta okuduğumuz edebi parçalardan esinlenerek, parlak sözcükler, göz kamaştırıcı benzetmeler ve süslü cümlelerle anlatmaya çalışıyordum.” Tarancı şiirlerinde ölümü zaman zaman doğal, zaman zaman da korkulu bir son olarak işler. Onun yaşama sevinci konulu şiirleri ise ölüm korkusunu yenme isteğinden dolayı işlenmiş gibi görülür. Kuzeni Reşit İskenderoğlu, “şairin kendi ölümünden korkmadığını, ölümün bilincinde olduğunu ve onun hümanist bir yaklaşımla diğer varlıkların ölümü için üzüldüğünü” vurgular.

CHP şiir ödülünü kazanan Cahit Sıtkı Tarancı, 1951 yılında Cavidan Tınaz ile evlenir. Evliliği hayatında mutlu ve huzurlu bir dönem açar ve bu dönem şiirlerine de belirgin bir şekilde yansır. Evlendikten sonra yazdığı şiirlerini “Düşten Güzel” adlı kitapta toplar.


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İlktir baharın gönlümce geldiği İlktir hem sarhoş hem ayık olduğum Bir gerçek içindeyim düşten güzel Sevdiğim gülüyor yanı başımda Ancak usta şair 1953 yılında geçirdiği bir kriz dolayısıyla felç olur. Yatağa bağlı ve yarı bilinçli durumda olan şair, İstanbul ve Ankara’da çeşitli hastanelerde tedavi görür, bir yıl kadar Diyarbakır’da baba evinde bakılır. 1956 yılında tedavi ettirilmek üzere devlet tarafından Viyana’ya götürülür; ancak burada zatülcenp hastalığına yakalanan Otuz Beş Yaş Şairi, hayatı boyunca yaşadığı ölüm hissini 12 Ekim 1956 yılında tadar ve hayata gözlerini yumar. Şairin Diyarbakır’daki evi 1973’ten itibaren Cahit Sıtkı Müze Evi olarak ziyaretçilerini beklemektedir.


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Cahit Sıtkı’dan Ziya Osman Saba’ya Mektup “Ziyacığım, Farkında olmadan, merakını tam zamanında teskin etmiş olduğuma cidden sevindim... Mamafih ben yazmış olmayıp da senden bir ihtar mektubu almış olmayı isterdim! Neyse, kısmet değilmiş, doğrusunu istersen ben sabırsızlandım ve senin yazmanı bekleyemedim. Benden, avlulu, havuzlu, bahçeli bir şiir istemen hoşuma gitmedi Ziyacığım. Ben, senden, apartmanlı, tramvaylı, otobüslü bir şiir istesem, hoşuna gider mi? Hele “Diyarbekir kokulu” tabirin hakiki bir şairin ağzından çıkacak laf değil. Diyarbekir kokulu, Kayseri kokulu, Trabzon kokulu şiir olur mu Ziyacığım? Hani bazı mecmualarda şiir kitapları tenkid edilirken şöyle denir: “Ilchante son pays natal” (memleketini terennüm ediyor). O gibi yazılara şiir demiyeceğini biliyorum ve hele benim gibi onlardan tiksindiğini de biliyorum... Burada da bana soruyorlar: “Cahit bey, Diyarbekir hakkında bir şey yazmadınız mı?” Cevap vermek istemiyorum, verecek olsam, suallerinin saçmalığını yüzlerine vurmak lazım... Senin bunu şaka diye, kaleminin ucuna gelmiş olduğu için yazdığına eminim. Diyarbekir’i benim şiirlerimle tanımak hevesinden vazgeç Ziyacığım. Ben, senden “Gitmek” şiirini istemiştim, hiç bahis bile etmiyorsun... “Kuyuya Düşen Çocuk” şiirim “Güneşe Aşık Çocuk” serisinden olacaktı. Onun için ona o ismi vermiştim ve zannedersen, isim fena değildi. Mamafih, değiştirdiğine kızdım veya alındım zannetme... Yalnız başına “Kuyu” da iyi... Mamafih, ben o şiiri yazarken sen hatırıma gelmemiş değildin... Öyle, hiç meydana çıkmaman, kendi kendine çalışman, sahiden bir kuyuya düşmüşsün vehmini veriyordu bana... Neyse... Al sana küçük bir şiir: GECELER Akşamleyin güneş ardından geceler Görününce en son bu yolun ucunda, Aksimdir sanırım, başı avucunda, Düşünceye dalmış bir insan geceler.


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ve zannedersen, bundan sonra yazacaklarım da bu cinsten olacak... Şiirde teferruatı filan sevmediğimi bilirsin. Kabil olduğu kadar conderser etmeli (teksif etmeli)... Nazariye yürüteceğimiz zaman henüz gelmemiştir... Hayırlısı... Desene, Burhan Ümit’ten ümidi kesmeli... Mamafih beis yok. Hem zaten bu nüsha üç ay gecikti... Yalnız ben sana karşı mahcup bir vaziyete düştüm. Affedeceğini ümidediyorum. Ahmet Kutsi’nin şiirini beğenmedim... “Yarasa”, “Nerdesin?”, “İhtiyar Aslan” şairinden bu gibi şiirler beklenemez. Buna mukabil, geçen nüshadaki Ahmet Hamdi’nin şiiri fena değildi. “Başım, sükutu öğüten – uçsuz, bucaksız değirmen”. Güzel değil mi?... İstiyorum ki, her şiirde bütün bir hayat tecelli etsin. Hissolunsun ki, şair onu yazarken, göğsünden bir şeyler koparmış ve o şiirin içerisine koymuş... İşte senin şiirlerinde bu vardır Ziyacığım. Yalnız, daima söylediğim gibi, bazen teferruata kaçıyorsun ve bazen de sone’yi doldurmak için lüzumsuz ve tekerrür kabilinden mısralar yazıyorsun... Zaten hep aynı şekil tarzında ısrar etmene de itiraz ettiğimi hatırlarsın. O Şevket Hıfzı’yı beğeniyorum doğrusu... Şimdi yazdıklarında fevkaladelik yoktur, fakat ilerde olacaktır zannediyorum. Ahmet Muhip de, malum şeyleri güzel kalıplara dökmesini bilen mahir bir çocuk... Mamafih, birinci nüshadaki şiirinde çok güzel mısralar vardı. Sabri Esat’ın “Köyümde Öğle” sini beğenmedim. Ziyacığım, şiirlerini dudaklarımdan düşürmediğim birkaç sayılı şairden birisi de sen olduğunu biliyor musun? Biz o kadar ağladık ki beraber... Ben hiçbir şey duymadan ben yalnız seviyorum... Ben, ben ölmüşlerimi kaldırmak istiyorum, En derin kuyuların içine haykırarak... Ah... Ziyacığım. Ben haftaya Pazar günü hareket ediyorum. Bir veya iki eylülde görüşebileceğiz zannediyorum. Ahbablara gene selamlar ve hürmetler. Senin de gözlerinden öperim Ziyacığım.”


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Cahit Sıtkı’dan... Desem Ki Desem ki vakitlerden bir nisan akşamıdır Rüzgarların en ferahlatıcısı senden esiyor Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini Ormanların en kuytusunu sende görmekteyim Senden kopardım çiçeklerin en solmazını Toprakların en bereketlisini sende sürdüm Sende tattım yemişlerin cümlesini Desem ki sen benim için, Hava kadar lazım, Ekmek kadar mübarek, Su gibi aziz bir şeysin; Nimettensin, nimettensin. Desem ki... İnan bana sevgilim inan Evimde şenliksin, bahçemde bahar; Ve soframda en eski şarap. Ben sende yaşıyorum, Sen bende hüküm sürmektesin. Bırak ben söyleyeyim güzelliğini, Rüzgarla nehirlerle, kuşlarla beraber. Günlerden sonra bir gün, Şayet sesimi fark edemezsen Rüzgarların nehirlerin kuşların sesinden, Bil ki ölmüşüm. Fakat yine üzülme müsterih ol Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini Ve neden sonra Tekrar duyduğun gün sesimi gök kubbede Hatırla ki mahşer günüdür Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.

Bir Ölünün Ağzından Kabrime çiçek getirenlere gülerim; Gafil kişilermiş şu insanlar vesselam; Bilmezler ki bu kabirle yoktur alakam; Ben o çiçeklerdeyim, ben o çiçeklerim.

Hâtıralar Bilmem ki hâtıralar, Ne istersiniz benden, Gelir gelmez sonbahar? Bu kanad çırpış neden? Cama vuracak ne var Ey eski hâtıralar Sanmayın güller açar, Bülbül değildir öten; Bu rüzgâr başka rüzgâr Ne istersiniz benden, Bilmem ki hâtıralar, Gelir gelmez sonbahar?


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

CAHİT SITKI TARANCI ile Bir Konuşma (Varlık, nu.368, 1 Mart 1951, s.6) -Edebiyata karşı ilk alâka sizde ne zaman ve nasıl başladı? İlkokulda iken Namık Kemal’in, Tevfik Fikret’in, Mehmet Emin’in şiirlerini inşad ederek okumayı pek severdim. Fransız mektebine geçtiğimde durmamacasına roman okumak iptilasına tutuldum. Yine o tarihlerde Diyarbakır’daki kız kardeşime uzun manzum mektuplar yazdığımı hatırlıyorum. Fakat bende edebiyata bilhassa şiire karşı hakiki ve köklü denilebilecek ilk alaka Galatasaray onuncu sınıfta sıra arkadaşım Ziya Osman Saba’nın delaletiyle tanıdığım Baudelaire’le başlar. Bu Fransız şairini içime sindire sindire okuduktan sonradır ki şiir yazmak benim için teneffüs etmek, yemek içmek kadar tabii bir hayat faaliyeti oldu.

-Bir gün meşhur bir edebiyatçı olacağınızı çocukluğunuzda tahmin eder miydiniz? Şiir yazmaya başladığım sıralarda meşhur olmaya imrendiğimi saklamayacağım. Fakat sonra sonra gerçek şöhretleri yalancı şöhretlerden ayırt etmeye başlayınca, bir okuyucu kitlesi tarafından sevilip beğenilmenin kolay olmadığını anladım ve bu anlayışla çalışmaya koyuldum. Hem, bırakın meşhur olmayı, gerçekten güzel bir şey yazmanın insana verdiği haz az şey midir? Üç beş edebiyatçı, beş on şiir okuyucusu tarafından bilinmeye şöhret denilemez şüphesiz. Bugün az çok meşhur bir şair sayıldığım için şöhreti hor gördüğüm zannedilmesin, hayır; sadece, şöhretin bir sanatkar için gaye olamayacağını, olmamasını söylemek istiyorum. Güzel bir anıtın dikildiği güneşli meydanda elbette gölgesi olacaktır.

- Çalışkan bir talebe miydiniz? Hangi dersleri sever, hangilerinden hoşlanmazdınız? Talebelik hayatınıza dair zikretmek istediğiniz hatıralarınız var mı? Liseye kadar adamakıllı çalışkan bir talebeydim, hele Fransız mektebinde çoğu zaman sınıfın birincisiydim. Dersler arasında bir fark gözetmez, hepsini aynı aşkla öğrenmeye gayret ederdim. Fakat liseden itibaren riyaziye, fizik ve kimya ve tabiye beni sıkmaya başladı. Buna karşın edebiyat tarafım gittikçe gelişiyordu. Talebelik hayatıma ait hatıralar mı?... Çoook... Birini anlatmadan edemeyeceğim: Mülkiye mektebindeydim. Harikulade bir Nisan günüydü. Üçüncü derse girmek zili çalmıştı. İçimde bir pirelenme vardı. Bu havada derse girilir miydi? Hem de kimin dersiydi, biliyor musunuz? Bugün son derece hürmetkarı olduğum Sıddık Sami’nin. Böyle bir günde Medeniye Hukuku dinlemek mi, yoksa dersten kaçıp çimenlere uzanmak veya kırlarda dolaşmak mı? Tahmin edeceğiniz gibi, fazla tereddüt etmedim. Arkadaşlar kurbanlık koyunlar gibi derse girerken ben de hürriyeti seçmiş olmanın keyfiyle yukarı bahçeye çıktım ve çimenlere uzanarak bahar üzerine bir şiir düşünmeye başladım. Bir yandan da sigaramı tellendiriyordum. Aradan bir çeyrek saat geçmişti, geçmemişti, yanıbaşımda bir ses duydum: “Ne o, Cahit Bey, derse girmediniz mi?” İstifimi bozmadan, mihaniki olarak cevap verdiğimi hatırlıyorum: “Hayır efendim hava o kadar güzel ki, derse girmeye gönlüm razı olmadı.” Numaramı not defterine yazıp lâhavle kabilinden başını sallayarak yanımdan uzaklaşan zat, o zamanki müdür muavinimiz Zeki Bey’di, 1950 Türkiye güzellik kraliçesi Güler Arman’ın babası. Güler o zaman bir yaşında vardı yoktu.


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

-Nasıl yazarsınız? Mevzularınızı arar mısınız? Ve sırf yazmak ihtiyacıyla masa başına hazırlıksız oturduğunuz olur mu? Nasıl yazdığımı ben de açıkça bilmiyorum, dersem şaşmayınız. Şiirdir bu, hiç belli olmaz. Yemek yerken ya da yolda giderken bir mısra geliverir, galiba Valery’nin yukarıdan inen mısraı gibi bir şey. Bakarsınız, o zamana kadar karanlık gördüğünüz bir dünya birdenbire aydınlanmış. Artık o mısra kılavuzunuz olur, yazacağınız şiiri, mevzuunu, şeklini, boyunu, posunu, hepsini o tayin eder. Ve o şiir bitinceye kadar siz işgal altında bir memleket gibisiniz. Dairede çalışmanızı, yemeğinizi, gezmenizi, uykunuzu ona tahsis etmek mecburiyetindesiniz. Şiir bitmeden bu hantise’den kurtulamazsınız. Bu arada kalbinizin, sinirlerinizin, kafanızın hatta kollarınızın ve ayaklarınızın akıl sır ermez bir işbirliği hâlinde çalıştığını görürsünüz. Gerçekten güzel şiirlerdeki hayatiyet belki de buradan geliyor. Şiirle hayat arasındaki bu sıkı münasebete inandığım içindir ki, şiiri hiçbir zaman bir fikrin ispatı, bir davanın müdafaası, bir felsefe sisteminin takdimi olarak telakki etmedim. Şiirin bünyesinin gerektirdiği bu bağımsızlık, şairlerin hürriyet aşkıyla da izah edilebilir. Bunun için, baskı rejimlerinde ilk isyan bayrağını açanların daima şairler olduğuna şaşmamak, bunu tabii karşılamak, buna sevinmek gerektir.

-En çok hangi yazarları okudunuz? Hangilerinin tesiri altında kaldınız? Villon’dan, Ronsard’dan başlayarak Superville’e, Pierre Emmanuel’e kadar bütün Fransız şairlerini okudum. Hepsinden de çok şeyler öğrenmişimdir. Bu arada bilhassa Baudelaire ile Verlaine’e çok şey borçluyumdur; bu şairler insana şahsiyetini bulduran cinsten, ağabey ve dost şairlerdir; insana kötülük değil iyilik ederler. Bizim şairler arasında da, dikkatli bir şiir okuyucusuna çok şeyler öğretecek olanları vardır. Divan şairlerinden, halk şairlerimizden faydalandığım kadar, Yahya Kemal’den, Haşim’den ve daha yenilerden de yoluma ışık serpmiş olan şiirler hatırlıyorum. İşini namuslu gören her şair, kendisinden sonra geleceklere muhakkak bir şeyler öğretir. Bunun için, genç şairlerin olanları dikkatle okumaları menfaatleri icabıdır.

-İlk yazılarınızla şimdikiler arasında ne gibi bir ayrılık görüyorsunuz? Edebi telakkileriniz zamanla ne gibi değişikliklere uğradı? İlk yazılarımda şekil zaafı vardı, mısra titizliği, “bütün” endişesi yoktu. Eskiden duymak kâfidir, sanırdım. Ne kadar aldanıyormuşum! Bereket versin, sonradan kendimi toparlayabildim: Ömrümde Sükut ile Otuz Beş Yaş’ı okuyanlar bu farkı görebilirler. Edebi telakkim! Yirmi yaşındaki bir şairin edebi telakkisi olamaz ki. Edebi telakki zamanla teşekkül eder. Jean Cassou’nun “Şiir” ne yapabilir demek, insanoğlu ne yapabilir, demeye gelir” sözünü kendime düstur etmişimdir. İnsanoğlundan beklediğim her şeyi şiirden bekliyorum. -Bugünkü edebiyatımız hakkındaki hükmünüz? Şiirimizin namuslu ve usta ellerde olduğuna çok memnunum. Hikayemiz de öyle. Fakat roman ve piyes alanına aynı canlılığı gösteremediğimize çok üzülüyorum. Romanda bu işi bir aşk ve mesele olarak ele alan bir Peyami Safa var, roman görüşüne iştirak edin veya etmeyin, bu vakıayı teslim etmek mecburiyetindesiniz.

-Edebiyatımızın gelişmesi için neleri gerekli görürsünüz? Sanatkar gönül rahatlığı ile çalışabilmek için, bu faaliyetine herhangi bir şekilde müdahele edilmemesini ister; bu da onun en tabii bir hakkıdır. Bir sanatkarın herhangi bir şekilde himaye edilmesine taraftar değilim. Sanatkar hayat kavgasında yalnız kala kala, mağlup ola ola kendini olgunlaştırır. Yazacak şeyi varsa herkesin uyuduğu saatlerde yazar. Sanatkar bu haysiyetini idrak etmeli ve asla uşak veya dalkavuk derekesine düşmemelilidir.Bugün çok şükür haysiyetli sanatkarlarımız olduğu için edebiyatımızın gelişmekte olduğunu görüyoruz ve daha da gelişeceği hakkındaki inancımız artıyor. Beklemek sabırlı olmak lazım.

Ayşe Bengisu AKDAĞ


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Osmanlıda Cülus Yolu ve Taklid-i Seyf* Merasimi Mehmet Altınova İstanbul'un Fatih Sultan Mehmed Han tarafından fethedilmesinden sonra Eyüb el-Ensari Hazretlerinin medfun bulunduğu yer Akşemseddin Hazretleri tarafından tespit edilmesinin akabinde yine İstanbul'un Fatihi , İstanbul'un manevi fatihine türbe ve cami yaptırmıştır. 1468'den bu yana Eyüp Sultan mevkî duaların kabul olunduğu bölge olarak halk tarafından kabul görmüştür. Hatta öyle ki İstanbul'dan başka bir mevkiye giden insanlar ilk önce Eyüp Sultan Hazretlerine uğrar onun aracılığı ile hayır duaları ister ve öyle giderlermiş. Uçağın olmadığı zamanlarda Hacca giden insanlar İstanbul'dan geçerken Eyüp Sultan hazretlerine uğramadan gitmezlermiş. Abbasi halifeleri zamanından beri adet olan kılıç kuşanma veya devlet başkanlarına kılıç gönderilmesi, çeşitli İslâm devletlerinde uygulanmış usullerden birisiydi. Osmanlı Devlet'inde Osman Gazi, Yıldırım Bayezid, II. Murad ve Fatih Sultan Mehmed'in kılıç kuşanmalarıyla ilgili pek çok rivayet vardır. Yapılma nedeni güçlü ve cesur hükümdarlarımızın zaferler kazanabilmesinde manevi destek olmak için manevi önderler tarafından kılıç kuşatılıp, dualar edilmesidir. Osmanlı padişahları tahta çıktıktan sonra atalarının türbelerini ziyaret ederek, sadaka dağıtırlardı. Buna "Türbe Ziyareti" adı verilirdi. İstanbul'un fethinden sonra türbeler ziyaretinin en önemli durağı kuşkusuz Eyüp Sultan oldu. Bu durum zaman içinde gelişti ve kılıç kuşanma merasiminin Eyüp Sultan hazretlerinin manevi huzurunda yapılması hükümdarlık şartlarından biri haline geldi.

*kılıç kuşanma


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Müstakbel hükümdarın sahabelerden, halifelerden ya da atalarının kılıçlarından birisini seçme olayına "Kılıç Kuşanma Merasimi" ya da "Taklid-i Seyf" adı verilirdi. Bu merasim için padişahın saraydan Eyüp'e gelip gitmesi sırasında oluşturulan alaya da "Kılıç Alayı" denilirdi. Hz. Peygamberin, Hz. Ömer'in veya Osman Gazi , Fatih Sultan Mehmed, I.Selim'in kılıçlarından birisi seçilirdi. Bu seçim ulemanın telkinlerinin yanısıra padişahın seçimine göre de belirlenirdi. Yeni padişah kılıç kuşanma gününden bir hafta sonra kılıç kuşanma merasimi yapılırdı. Davetiyeler gönderilir ve davetliler ilk önce saraya gelirler oradan kılıç alayı ile birlikte saraydan hareket ederdi. Padişah da Hırka-i saadet odasından mezkur olan kılıçlardan birini seçerdi. Kılıç has odalı ağalar tarafından nakibüleşrafa teslim edilir. Bu zât da kılıcı Eyüp Sultan türbesine götürürdü. Topkapı sarayındaki ağalar ve ulemalar , tekke şeyhleri ve büyük caminin hocaları hem dini hem de siyasi olan bu etkinliklere katılırlardı. Padişah iki şekilde saraydan çıkardı. Ya saltanat kayıkları ile çıkar ya da kara yolunu tercih ederdi. Eğer deniz yoluyla saraydan çıktıysa kara yoluyla saraya dönerdi. Padişahlar genelde saraya deniz yolunu tercih etmiştir. Hazırlanan kayığı Bostancıbaşı kullanırdı. Kayığın içinde iki has odalı ağa ve birkaç iç ağa otururdu. Arkadan da başka bir kayıkta devletin birkaç ileri gelenleri onları takip ederdi. Veziriazam , İstanbul valisi, defterdarları,yeniçeriler , Süleymaniye,Fatih,Sultanahmed camiilerinin imamları, şeyhler padişahlardan önce giderek gelmesini bekler ve organizasyonu tamamlarlardı. Kanımca yeniçeri ağaları en büyük sorumluluğa sahip insanlardan biridir. Çünkü bütün organizasyonun son halkası onun kontrolünden geçer. Bohça halinde padişahın namaz kılacağı alana seccade götürüp serer ve nizamını kontrol ederdi. Yeniçeri bunu yaptığında padişah kayığından inmekte ve atına binmektedir. Devlet erkanıyla birlikte Eyüp türbesine giren o ara yola girer. Biz oraya Cülus yolu diyoruz. Türbeye yaklaşırken atından inen padişah vakit erkense veya öğle vakti girmişse hünkar mahfiline serilmiş seccadede namazını kılar, namaz vaktinden sonra gelmişse doğruca türbeye giderdi. Daha sonra şeyhülislam ve devlet adamları içeriye davet edilirdi. Kullanacak kılıcı silahdar ağa iki eli üstünde tutarak padişah önüne getirir , kim kuşatacaksa ona doğru uzatırdı. Kılıcı şeyhülislam , nakibüleşraf veyadevrin saygın devlet büyüklerinden biri kuşatırdı. Fetih suresi okunur sonra devletin bekası için dualar edilirdi. Aynı gün kırk elli kurban kesilir ihtiyaç sahiplerine verilir. Devrin şairleri cülusiye şiirleri yazar caize alırlardı. Türbeleri ziyaret ede ede Topkapı sarayının yolunu tutardılar. Bugünlerde ilk kez Eyüp Belediyesi uzun bir süre sonra binek taşına sahte padişah bindirerek bu anlatılanları canlandırmıştır.

Sultan Mehmed Reşad’ın Eyüp’teki kılıç alayı


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

SEN Saçının telleri çiğ tutmuş sabahımda Bahar telaşında gözlerim. Ürkek,korkak,sıcak Ve Tutulmuşum rüzgarına dağ başlarının. Umurumda mı dünya? Sana, Seni görmeden vurulmuşken; İçimde umut büyütmek yerine Umutlar içimi büyütmüş. Ve baharsa, Papatya kokuyorsa nefesin Bu güzel günde, Böyle saçmalatıyorsan beni, Mutsuzum desem yalan... Özledim de diyemem Neyi özlediğini bilmeden. Seni özlemenin keyfini çıkarıyorum.

Kürşat DURSUN


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

YORGUN ŞEHİR

Ayyaş bir meltem yaşlanmış iskeleye rastgele vuruyor Cadde üstü kedileri kılçıkları ayıklayıp yavaşça esniyor Sandallar yavaşça serin suda berekete açılıyor Galatadan bir adam aşağıya doğru ağız dolusu küfürle iniyor İstiklalde yol boyu herkes ekşimiş gibi kokuyor Kırmızı panjurlu camların ardında kahkalar sokağı inletiyor Boğuk bir ses yol boyu gidenlere gelenlere eşlik ediyor Köprüden kuş sesleri uğultuyla dönenleri karşılıyor Gün doğumu kalabalığı kaldırımları hızlıca arşınlıyor Bozuk bir teyp sesi minibüsün camlarını ezip geçiyor Arka tünelde satıcılar tamamlanmayan cümlelerle müşteri çağırıyor Süleymaniye’den gelen kocaman bir ses itinayla kulaklara dağılıyor Ve meltem yüksekçe esip rüzgar oluyor Boğaza gökyüzünün yorgun şarkısını fısıldıyor

Sema Keser


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ERASMUS’lunun Güncesi

Kübra Tarakçı

Ve okulun ilk günü... Heyecanlı, stresli, ne yapacağını bilmeyen, arkadaşsız, kendisini yetim gibi hisseden bir Küp... Bizim için bir toplantı düzenlediler. Dersler ve saatleri hakkında bilgi verdiler. Herkes o kadar çok stresliydi ki. Ama ben Letonya'da ilk defa bu kadar çok rahattım. Bu rahatlığımı aslında Hatice Hocam’a borçluyum. Çünkü bana istediğim dersi seçme hakkını verdi. Ama Kübra dersler başladığında başına gelecek felaketin henüz farkında olmadığı için bu kadar rahattı. Derslerimi seçtim. Ama bu süreç hiç de kolay olmadı. Dersleri seçtikten sonra tek tek dersi verenleri bulup imza aldım. Bir ders hariç diğerleri ilk hafta için gayet iyi geçti. Ama bir ders seçmişim ki... Hoca Letonca ders anlatıyor ve anlattığı Çin Edebiyatı. Hayır Çin Edebiyatı zaten kolay anlaşılır bir şey değil ve bunu Letonca anlamaya çalışmak gerçekten korkunç. Bu ders hakkında çok fazla konuşmak istemiyorum. Zamanla göreceğiz nasıl olacak...

Avrupa’da İkinci Durak... Avrupa'daki ikinci durağım Litvanya oldu. Bir gün ilerde şunları şunları yapacaksın deseler belki, belki ilerde olur diyip sadece hayallerimi süsleyen şeyler olarak kalırlardı. Ama şimdi hepsi teker teker gerçek oluyor. O kadar güzel bir şey ki... Erasmus bence bir insanın başına gelebilecek en güzel şeylerden biri.

Trakai kalesi


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Litvanya, Letonya'nın sınır komşusu. Otobüsle 4 saat sürdü yolculuğumuz. Biletler de gayet ucuzdu. Aslında Avrupa'nın çoğu yerinde uçak bileti olsun otobüs bileti olsun ucuz bulmanız mümkün. Hatta ucuz bilet fiyatlarını görünce markete alışverişe gittiğimde verdiğim parayla ben Paris'e Venedik'e giderim demeniz, yiyeceğe verdiğiniz paraya acımanız gayet olağan.

Vilnus...

Ve Vilnus'dayız. Litvanya'nın başkenti burası. Riga'dan sonra burası mükemmel. Daha

modern, daha temiz ve insanları daha sıcakkanlı. 2 gün sürecek olan gezimizde Ilonaların evinde kaldık. İlona, ben ve Marketa. 2 günlük gezinin kahramanları. Bu gezi benim için birçok ilke sahipti. İlk defa farklı dinden birisin evinde kaldım, ilk defa farklı dinden arkadaşlarla bu kadar uzun vakit geçirdim ve ilk defa grup içinde tek Türk kaldım. Vilnus, Riga gibi tarihin ve modernin iç içe olduğu bir kent. Asırlık kiliseler müzeler... Aslında Vilnus'u kiliseler kenti olarak adlandırsak yanlış olmaz. Çünkü her sokakta nerdeyse bir kilise mevcut. St. John's Kilisesi, St. Anne Kilisesi, St Terasa Kilisesi, Holy Spirit Kilisesi bunlardan en ünlü olanları. Vilnus şehri adını ortasından geçen Vilna Nehri'nden almış. Nehrin tam karşısında Üç Haç tepesi var. Bu haçlar gerçekten devasa boyutta.

Ve Gediminas Kalesi. Bu kaleye çıkmak biraz zahmetli. Çünkü şehrin en yüksek tepesinde bulunuyor. Geçtiğimiz yıllarda yapılan teleferik ulaşımı kolaylaştırmış ama biz yürümeyi tercih ettik. Kaleye çıktığınızda karşılaştığınız manzara gerçekten nefes kesecek derecede.


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Anlatmakla bitmeyecek bir sürü güzelliğe sahip Vilnus. Kürkçü misali bizde Riga'ya dönmek zorunda kaldık malesef. Malesef diyorum çünkü gerçekten Vilnus ile Riga'yı karşılaştırınca Riga kötü tarafta yer alıyor. Vilnus daha modern, daha temiz ve daha çok güler yüzlü insanlara sahip. Döndüğümüzde dersler biraz daha ağırlaşmaya başladı. Çünkü nerdeyse bir ayı geride bırakmıştık. Çek arkadaşım Marketa bir gün bizim için yöresel yemek olan Halushki yaptı. İsmi değişik gelebilir ama bizim bildiğimiz mantı aslında. Sadece biraz pratikleştirilmiş hali. İlerleyen günlerde İlona da kendi yöresel yemeği olan saltibarsciai hazırladı. Bu bir çeşit çorba. Ama birbirinden ayrı malzemelerle hazırlanıyor. Bunları size söylemesem çok daha iyi olacağını düşünüyorum. Belki bir gün denersiniz. Türk akşam yemeği olmadan olur mu hiç? Ben de bizim mutfağı tanıttım tabii ki. Kısır, mantı ve çorba. Bu kadar fazla yemeği görünce hepsi anlık bir şok yaşadı tabi. Ama bayıldılar. Böyle günler güzel güzel ilerlerken acı haberle yüzleştim. Perşembe günü sınavımız var arkadaşlar...! Kübra'yı hemen bir telaş kapladı tabi. Ne yapacağını, kime ne soracağını bilmiyordu. Tüm cesaretini toplayıp birisine sordu ve soruları aldı. Aldı ama bir de bunları cevaplaması gerekiyordu. Kendi çapında gecesini gündüzüne katarak çalıştı. Ama tek bir kelimenin İngilizcesini unutması her şeyi mahvedebilirdi. Sınav günü küçük kopyalar hazırlamayı ihmal etmedi. Ama tabi sınav anında bakamadı. Şu an da heyecanla sınav sonucunu beklemekte kendisi. Bugün( yani ayın 28 'i) buranın yerlisi olan 2 kızla buluşacağım. Kızlar Letonya Üniversitesi'nde Türkçe öğreniyorlar. Onlarla bugün pratik yapacağız. Çok garip çünkü daha önce böyle bir şey başıma gelmemişti. Umarım yavaş konuşabilir ve onlara yardımcı olabilirim. Akşam da "Anna Karanina" operasına gideceğiz. Kültürlenmek gerek. İşte böyle bir ayı tamamlamış oldum. Zaman gerçekten çok hızlı ilerliyor. Kötü geçen zamanları bile şimdiden çok özlüyorum. Erasmus is Erasmus gerçekten, her anı ayrı güzel....


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İNCİR ÇEKİRDEĞİ Mürekkep aksın, kelam yayılsın. İlham gelsin, kalem açılsın. Söz yayılsın, altın parlasın. Her mısra olsun bir ses, Her yazar bir pırlanta, her biri bir nefes. Belki bir ruh kayması, Belki de bir ölüm rabıtası. Belki ibretlik bir kaç satır, Her satırda bir hatıra, Belki de her biri bir vasıta. Kalender yazar çizer defteri, Söz savrulur açılır mana âlemi. Okyanus mavisi hayaller yaşam pınarı… Her yazar bir gümüş, her biri bir ilim deryası. Bir sayfa, bir dergi, bir de İncir çekirdeği. Mukaddes bir amaç uğruna, Herkes çıkmış aynı yola. Medeni bir yol sonunda Her biri bir çizgide ve kalem ebedi, Dili narin sözü keskin kelam edebi.

Süleyman Erkut


fotoğraf Aybige Akdağ – Ayvalık/Alibey Adası(Cunda)

"Cunda gibiyim biraz. Gülmeyi arka denizin poyrazında bıraktım. Coşkuyu arnavut kaldırımlarında. Aşkı aşıklar tepesinde. Deli lodostaki kayıklar kadar yorgun.

Kiliseler kadar virane..."


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

GÜZELLİKLER EVİ Sultan DEMİRTAŞ mesele olarak kalır. Müslüman kadınların Dârülbedâyi'ye ilk girişleri Kasım 1918 tarihlerine rastlar. Bunlar Behire, Memduha, Beyza, Refika ve Afife adındaki genç Türk kızlarıdır.

Bundan yüz yıl önce bir konservatuar kuruldu. Düşünün ki ülkenin ilk sanat okulu. Adı da Dârülbedâyi-i Osmânî. 1914 yılında dönemin belediye başkanı Cemil Paşa, İstanbul’un kültür hayatına yakışır bir konservatuar kurmak ister. Belediye meclisi tarafından alınan kararla, bu iş için o dönemin parasıyla üç bin lira ödenek ayrılır. Tiyatro ve müzik bölümleri açılır. Halka tiyatroyu sevdirmek için atılan büyük bir adım olur bu. Paris Tiyatro Müdürü Andre Antoine ile anlaşılır. Antoine kuruluşa yardımcı olur, başvuran adayların seçilmesinde karalar verir fakat henüz kuruluş aşamasında iken Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması ile birlikte ülkesine dönmek zorunda kalır. Öğrenci alımı için verilen ilan üzerine, Dârülbedâyi'ye yüz doksan yedi kişi başvurur. İlk elemede atmış üç kişi başarı gösterir. Kadın olarak ise sadece sekiz Hıristiyan başvurur. Bu yüzden kadın oyuncu bulmak, uzun süre önemli bir

Bir süre sonra bu sanat kurumu kapanma tehlikesiyle karşı karşıya gelir. Zamanın Belediye başkanı İsmet (Canbolat) Bey bir yönetmelik hazırlatır. Kasım 1914'te başlayan çalışmalar, 1915 yılının Ocak ayında biter. Dârülbedâyi için hazırlanan ilk yönetmelik otuz yedi maddeden ibarettir. Bu yönetmelikle, Dârülbedâyi yalnızca bir okul değil, aynı zamanda profesyonel temsiller veren bir topluluk olur. Dârülbedâyi, aradan geçen iki yıl gibi bir süreden sonra temsil hayatına başlar ve 20 Ocak 1916’da Hüseyin Suat'ın Emile Fabre'dan adapte ettiği Çürük Temel (La Maison d'Argile) ile ilk oyun gösterisini seyirciye sunar. Bu temsilden kısa bir süre sonra para sıkıntısına düşen Dârülbedâyi, 14 Mart 1916'da müzik bölümünü kapatır. 1917 yılına gelindiğinde ise belediyeden gelen ödenek bin liraya düşer.


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Dârülbedâyi’de oynanan ilk yerli piyes Halit Fahri Ozansoy'un Baykuş adlı manzum dramı olur. 1917 yılında Muhsin Ertuğrul tarafından sahneye konan ve oynanan bu oyun halk tarafından tutulur. İkinci yerli oyun ise Yusuf Ziya Ortaç'ın Binnaz oyunu olur. Bu temsil 1919 yılında gerçekleştirilir. Bu sırada parasızlıktan kapatılmış olan müzik bölümü tekrar açılır. 1918 yılından başlayarak düzenli duruma giren temsillere rağmen kurumda huzursuzluklar başlar. 31 Mart 1920'de Belediye başkanlığınca ikinci bir yönetmelik hazırlanır. Bu yönetmeliğe göre artık Dârülbedâyi artık okul değildir, sadece temsiller veren bir tiyatro olur. Büyük bir heyecanla açılan, halka tiyatroyu sevdirmek için büyük çabalar veren, dönemin güzide tiyatro sanatçılarını, oyun yazarlarını yetiştiren bu kurum 1931 yılında İstanbul Belediyesi’ne bağlanır. 1934 yılından sonra İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları adını alır ve günümüze kadar bu şekilde gelir.


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

10. YILINDA

Bursa’da öğrenciyiz. Peki, öğrencilik sürecimiz boyunca Bursa’yı ne kadar iyi tanırız ya da tanımak için ne yaparız? Cumalıkızık’a gidip gözleme yeriz, Mudanya ve Trilye sahilinde dolaşıp deniz havası alırız, Tophane’ye, Sümbüllü Bahçe Konağı’na gider kahve içip şehre tepeden bakarız. Belki hanlara gidip nargile içer eski tarihi yapının nasıl korunduğuna hayret ederiz. Ha bir de memlekete giderken havlu ve kestane şekeri götürürüz. Eğer biraz fazla gezmeye meraklıysak da Zeki Müren’in mezarını bulmaya gideriz. Bursa’da öğrencilik bitti işte göz açıp kapayıncaya kadar. Oysa Bursa’nın tarihini bilmeyiz. Bursa Tarihine dair bilgimiz en fazla derslerde denk gelen şairler ve onların beyitleri kadardır. Ama Bursa’nın tarihi o kadar değil… Bir önceki sayıda ülkemizde müzecilik alanında farklı bir çalışma yapan Sunay Akın’ı ve Oyuncak Müzesi’ni konuk etmiştik. Sunay Akın, ülkemizde müzeciliğin depoculukla bir tutulduğunu, gerçek değerinin verilmediğini söylemişti. Ona göre müzeler kentlerin, uygarlıkların belleğidir. O şehre ya da uygarlığa ait hatıralarla doludur içleri. Bursa Kent Müzesi de tam böyle bir yer. Her yeri buram buram tarih kokan bu müze Bursa’ya dair ne varsa dünü ve bugünü ayaklarınızın altın seriyor. 2006 yılında ‘Avrupa Müze Ödülü’ne layık görülmüş Bursa Kent Müzesi… Geziye başlarken Bursa’nın dört büyükleri Müze’nin kuruluşunun 10. yılını kutluyor. Zeki Müren, Cemal Nadir Güler, Ahmet Vefik Paşa ve Sultan Orhan Gazi’nin tebrik mesajlarını okuyup Bursa’nın tarihinde yolculuğa başlıyoruz. ‘Bursa’da Uygarlıklar Geçidi’ “Prusa” Britanya Kralı 1. Prusisas döneminde kurulmuş… Kartaca Kralı Hannibal, Roma İmparatoru ile yaptığı savaşı kaybedince askerleriyle birlikte I. Prusisas’a sığınır. Kral tarafından büyük itibar gören Hannibal, onun şerefine Bursa kentini kurmuş, adına da ‘’Prusa’’ demiştir. M.Ö 74’te Roma İmparatorluğu Dönemi’nin sona ermesiyle Bizans dönemi başlar. Bursa’nın hikayesini okurken şehrin tarihine tanıklık etmiş arkeolojik kalıntılara göz gezdiriyoruz. Ayağımızın altında, sağımızda, solumuzda yani nereye baksak orada: Tarih öncesi Bursa. Yani çanaklar, çömlekler, paralar…


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

M.Ö -M.S derken bir bakıyoruz Osmanlı Dönemi’ne gelmişiz. Bursa’nın Osmanlı Devleti tarafından fethi, başkent oluşu, imparatorluk haline gelişi anlatılırken görsellere süslenmiş. Öyle ki Bursa’dan filizlenen İmparatorluğun altı kahramanının balmumu heykelleri de sergileniyor. Bu esnada söz konusu hükümdarların hayatlarını okuyup bilgi almış oluyorsunuz. Sadece Bursa için Osmanlı önemi ya da Osmanlı için Bursa’nın önemini gösteren sergilerle iş bitmiyor. Osmanlı İmparatorluğu Dönemi’nde Bursa’nın başından geçen badireleri de öğreniyoruz. ’Bursa’daki Küçük Kıyamet : Bursa Yangını’ tulumbacılar ,o dönemde kullanılan itfaiye araçları ve müzeye yapılan bağışlarla dönemi yansıtan kişisel eşyalar. İmparatorluğun çöküşü ve Kurtuluş Savaşı yıllarında Bursa’yı görüyoruz. Giriş kat kronolojik olarak Bursa ‘ya ayrılmış. Adım adım yakın tarihe geliyoruz.

Öyle bir şehir ki burası bir imparatorluğun hem kurulduğu hem de hukuken son bulduğu şehir. Mudanya Mütarekesi , Kurtuluş Savaşı’nı bitiren antlaşmaya Mudanya ev sahipliği yapılıyor. (3-11 Ekim 1922 ) Ardından Atatürk’ün Bursa Nutku; Atatürk’ü şapkayla karşılayan Bursa halkı. Subay üniformaları, asker kıyafetleri,mataralar, bağışçıların madalyonları… Cumhuriyet Dönemi ile birlikte Bursa’nın yöneticileri ; müze binasının karşı caddesinde heybetle dikilen Ahmet Vefik Paşa tiyatrosu ilk isim hakkında bize kopya veriyor aslında. Derken günümüze geliyoruz. Tam karşımıza Bursa maketi çıkıyor. Şehir elinizin altında. Bursalı olduğumdan herhalde çocukluğumun geçtiği evi aramaya koyuluyorum. Evi tam bulamasam da Altıparmak Caddesi’ni görüyorum. Koridorun sonuna gelirken şehrin turistik yerlerini gösteren tabelaların yanlarına yerleştirilmiş Hacivat ile Karagöz’ü görüyoruz. İki dostun arasına girip arkaya da Bursa’nın turistik mekanlarını alıp fotoğraf çektirebilirsiniz. Bursa demişken akla Hacivat ile Karagöz gelir sonuçta. Koridorun sonunda da basın köşesi karşımıza çıkıyor. Bir duvarı kaplayan gazete küpürlerine göz gezdirerek ilk kattan ayrılıyoruz. Müzenin en sevdiğim yanı 2.kat. Bursa’da Doğmak ve Büyümek Bursa’nın adetlerini, gelenek ve görenekleri sergisi. Bebeğin doğumundan, kırk uçurmasına, altı ay kınasından düğün adetlerine geleneklerde ne varsa masalsı anlatımla karşınızda. Bu arada yine bağışçıların sayesinde müzede bulunan kadınların makyaj setleri,ütüler,dikiş makineleri,gümüş ayna takımı,berber malzemeleri anlatılan adetlere uygun olarak yerleştirilmiştir. Halk kültürü böylece yaşatılıyor. Mesela Bursa’nın hamam kültürünü anlatmak için bir hamam dekore etmek. Müzenin ilgi çekici noktalarından birisi Bursa’da spor. Şehrin takımı Bursaspor’a biraz fazla yer ayrılmış doğal olarak ama Uludağ unutulmamış. Şayet Uludağ kayak sporu için gayet elverişli bir alan. Kültür-sanat-spor demişken Bursa’nın festival yüzünü anlatmadan olmaz. Çeşitli festivallerin


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

duyurusunu sokaktaki panolardan görüyoruz yıl içerisinde. Çoğumuzun yaz aylarına denk gelmesi sebebiyle belki haberi bile olmadığı Altın Karagöz Halk Dansları Yarışması’nın afişi de o panoda yerini almış. Halk dansları açısından da zengindir Bursa. Bursa sekmesi,menekşe,daha çok Türkmen oyunu olan çiftetelli… İşte bu saydıklarımın hepsini Halk Dansları yarışmasının açılışında görüyorsunuz. Yarışma uluslar arası yapılıyor ve her ülke kendi yöresel dansıyla katılıyor. Bir hafta boyunca –genelde Ağustos ayında- Kültürpark Açık Hava Tiyatrosu’nda görsel şölene dönüşüyor. Bursa’nın yöresel kıyafetleri de müzede sergileniyor. Diğer dansın afişine çeviriyoruz dikkatimizi :Kılıçkalkan. Kılıçkalkan’ın önemli bir özelliğini paylaşmak istiyorum sizinle. Bu dans müziksizdir. Kılıç,kalkan ve ayak sesleri ritim oluşturur. Zaten halk dansının da güzelliği buradadır. Kent Müzesi’nin en üst katında sürekli güncellenen sergiler yer almakta. Ara Güler’in objektifinden Bursa fotoğrafları,Bursaspor’un şampiyonluğuna özel sergi,Bursalı mısın Kadifeli Gelin – gelinlik sergisi aklıma ilk gelenler. Şubat-Eylül döneminde Bosna’dan Bursa’ya uzanan bir aile olan Çengiçbeyleri sergisi vardı. 56 paşa görmüş 500 yıllık ailenin son temsilcisi Leyla İlova ailenin eşyalarını bağışlamış. İlova hakkında bilgi edinmek için internette gezinirken müzede sergilenen aileye ait tüfek için bir haber gözüme çarpıyor. ‘’Sanat eseri gibi tüfek.’’ Bahsi geçen tüfek Tepedenli Ali Paşa’nın tüfeği. Özenle hazırlanmış ve bugüne kadar sağlam gelebilmesi şaşırtıcı. Eylül ayı itibariyle ‘’ Bursa’da Hayatın Her Anında Yemek Yemek Kültürü’ ve Turgut Tuna’nın Çini sergisi ziyarete açılıyor. Yemek yemek sergisinde 250’ye yakın mutfak malzemesi var. Hepsi de çok hoş. Hani bize büyüklerimizin anlattığı hikayelerde olur ya ‘’bakır tas’’,sanki çocukluk hikayelerimizden fırlamış gibi karşımızda duruyor. Ayrıca sergi yemek yemenin başlı başlına bir kültür olduğunu hatırlatıyor. Yemek yemeği sevenler için bulunmaz nimet. Benim de yemek ile aramdaki ilişki sevgiden öte olunca detayları kendime saklıyorum. Bursa’nın tarihine yaptığımız yolculukta ara sokaklara iniyoruz, zemin kata. Bizi Bursalı ünlüler ve kıyafetleri karşılıyor. 10.yıl münasebetiyle tebrik mesajını aldığımız Zeki Müren,Yıldırım Gürses ve sesi kadar sahne kıyafetleri de hayranlık uyandıran Müzeyyen Senar… Bursa’da doğmuşlar ve yaşantılarının bir kısmını da Bursa’da geçirmişlerdir. Onlara ayrılmış camekanın içinde yakınları tarafından bağışlanan eşyalarını görüyoruz. Sonra… Sonra Bursa’nın ara sokaklarında gezintimiz başlıyor. Sokak kelimesini mecazi anlamda kullandığımı sanmayın çünkü dekor ‘’sokak’’. Kendinizi el sanatları çarşısında geziyormuş gibi hissediyorsunuz. Şekerci dükkanının yanında ayakkabıcı. Çarıklar hazır,alıcıları bekliyor,önümüz kış. Sepetçi dükkanında da sepetler örülmüş hatta bir sepet henüz tamamlanmamış halde duruyor,dükkan boş. Semerci hemen yanı başında. Az ilerisinde de dönerci amca iş başında. Dükkanları teker teker gezerken,şimdilerde bir toplu taşıma aracıyla ismi yaşatılan İpek Böceği’ni görüyoruz. Bilmeyenler için ufak bir detay; İpek Böceği şehir içinde Kent Meydanı-Altıparmak-Heykel arasında ulaşım sağlayan tramvaya verilen ad. Türk mühendislerin elinden çıkma. 2012 yazından beri faaliyette. Cumhuriyet Caddesi’ndeki tramvaydan bağımsız. ) Bir zamanlar Bursa halkının geçim kaynağı olan İpek Böceği’nin kozadan çıkma evresi ve sonrasını ekrandaki filmden izliyoruz. Sanırım artık İpekçilik ölmek üzere olan bir gelenek.


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Zemin katın meydanında bir kağnı göreceksiniz. Kağnının yanında da iki manken Bursa’nın yöresel kıyafetleri içinde. Bir zamanların Bursa’sını andıran yeşil cepken dikkat çekiyor önce bayan mankende daha sonra parlayan başlığı. Bu köşe Seferiışıklar Köyü Muhtarı Hakkı Uygur’un bağışı. Halk müzenin oluşumuna büyük katkı sağlamış. Onların sayesinde unutulmaya yüz tutmuş çoğu şey hatırlanıyor. Gazete küpürlerinin kapladığı duvara çeviriyoruz bakışlarımızı: Deli Ayten ve Bursa Tarzan’ı. Bursalı kızların çoğu ‘Deli Ayten' gibi ne dolaşıyorsun’ benzetmesiyle büyümüştür. Eğer kollarında birden fazla çanta varsa ‘Deli Ayten’ denmez de ne denir ? Deli Ayten’in hikayesi hüzünlü. Yürekleri burkan bir aşk hikayesi. Sever sevilmez,evlenir mutlu olamaz en sonunda aşkından deliye döner. Sokak sokak gezmeye başlar. Bazen elinde davul bazen tambur ;mutlaka birden fazla çanta kollarında asılı… Çarşı esnafı Deli Ayten’in uğradığı dükkana bereket geleceğine inanır ve her gün onu misafir etme yarışına girermiş. Şehrin ünlüleri arasında Bursa Tarzan’ı var. Resmi bilgilere göre üç Tarzan. Gazete küpürlerinde gördüğümüz kişi Ali Atay,1991 yılında vefat eden Mustafa Bozkurt’un bir nevi yerini almış. Dağda sucuk ekmek yiyerek yaşamına devam ettiğini söylüyor. Camekanların içinde Bursa’ya ait, bir hayata tanıklık etmiş eşyalar sergileniyor. Fotoğraf makineleri, berber malzemeleri,arabalar,taraklar ve daha neler neler… Kent Müzesi, eski adliye binasının restore edilmesinin ardından 2004 yılında hizmete girmiş. 14 Şubat’ta törenle açılmış. Teknoloji gerçekten iyi kullanılmış. Bursa’ya ait çoğu geleneği belgesel gibi televizyonlardan izliyorsunuz. Karşınızda duran canlandırmaya dair bir fikriniz oluyor. Müze sizi kısa bir tarihi yolculuğa çıkarıyor. Gezerken görüyorsunuz ki Bursa kestane şekerinden ibaret değil. Bursa hamamlarıyla, kaplıcalarıyla da güzel. Hamamdan çıkan kızlara gazoz ikram etme adetiyle güzel. Bursa sadece Zeki Müren değil; Bursa aynı zamanda Deli Ayten, Leyla İlova, Müzeyyen Senar… Bir kez daha sevdim bu şehri, Bursa yeşil Bursa…

‘’Bursa’yı ta’rif için Tahir hülasa denmeli Cennetin dünyaya inmiş bir mualla gülşeni” Tahiru’l – Mevlevi

Işık Selin Orhuntaş


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Merve Başol Arka Kapak bu ay da Türk edebiyatından Dünya edebiyatına birbirinden değerli üç kitapla karşınızda. İşte sizler için derlediğimiz eserler...

KUYUCAKLI YUSUF YAZAR: SABAHATTİN ALİ Kuyucaklı Yusuf, Sabahattin Ali'nin ilk baskısı 1937 yılında yapılan romanıdır. Yazarın ilk romanı olan eser, Türk edebiyatının önemli romanlarından biridir. Yazarın roman kahramanı yapacağı Yusuf’la Aydın cezaevinde 1931’de tanışmış olduğu ve romanı da o yıl yazmaya başladığı düşünülür. Eser, 1932 yılında Konya Yeni Anadolu gazetesinde tefrika edilmeye başladı ancak yazar gazeteden telif hakkını alamayınca 26. sayıda romanı yazmayı bıraktı. Romanın tamamı 9 Kasım 1936 ile 21 Ocak 1937 tarihleri arasında Tan gazetesinde tefrika edildi. Kitap halinde ilk baskısı 1937’de Yeni Kitapçı Yayınevi tarafından yapıldı. 20. yüzyıl başında Edremit’te romanın baş kişileri olan Yusuf ile Muazzez’in aşkı etrafında gelişen eser, romantik felsefeden kaynaklanan doğal hayat/yapay hayat, köy/kent karşıtlığı üzerine kurulmuştur. Bu evrensel temanın yanı sıra Anadolu kasabasındaki toplumsal, töresel yaşamı güçlü bir gözlemcilikle yansıtır.Romanda kasaba ve köy gerçekliği; bir bireyin iç dünyası, yalnızlığı ve değerleri üzerinden anlatılmaktadır. Kasaba hayatında eşraf ve bürokrasinin kurduğu adaletsiz düzene romanda geniş yer verilir ve bu düzen eleştirilir. Romanın sonunda Yusuf un kasabadaki eşraf ve bürokrat temsilcilerini öldürerek atını dağlara doğru sürmesi nedeniyle eser, Türk edebiyatındaki başkaldırı ve eşkıya romanlarının öncüsü kabul edilir.


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

SOL AYAĞIM YAZAR: CHRİSTY BROWN KONU: Sol Ayağım, beyin felci geçiren İrlandalı yazar, ressam ve şair Christy Brown'un 1954'te kaleme aldığı otobiyografisidir. Christy Brown doğuştan beyin felci kurbanıydı. Ancak bu talihsiz küçük bebek İrlanda edebiyatının devleri arasında yerini alacak bir yazarın muhteşem hayal gücüne ve duyarlı zekasına sahipti. Bu, Chiristy Brown’ın kendi yaşam öyküsüdür. Brown, çocukluğunda okumayı, yazmayı, resim yapmayı ve nihayet daktilo kullanmayı öğrenmek için verdiği mücadeleyi ve bütün bunları sol ayağını kullanarak yaptığını anlatıyor “ Büyüleyici ve eğlenceli… Okuyana ilham veriyor.” IRISH TIMES “ Erdemli ve hiçbir şekilde yozlaştırılmamış bir cesaret hikayesi” SUNDAY TIMES

İki Gelinin Hatıraları Yazar:Honore de Balzac “İki güzel dost ve yaşanan iki farklı hayat. Bir yanda aşkın parıltıları, bir yanda aile olmanın ağırlığı... Bir yanda "Naz ile işve sazının en pesinden en tizine dek her telinden çalabilen" Louise; diğer tarafta "Fedakarlığın, şefkatin aşktan büyük olduğunu düşünen"Renée. "Aşkla evlilikteki bütün vazifeler vazife olmaktan çıkıyor."Aşk haz. Aşk, türlü renkleriyle bir ışık tufanı, belki bülbül feryadı, bir Endülüslü Arap... Nikah; tevekkül ve sadakat... Her sayfada karşımıza çıkan görkemli tabiat, yüce ruhlar ve o dönemin debdebeli Paris hayatı ve iki arkadaşın bu çerçevede birbirlerine yazdıkları mektuplarda fazilet, mutluluk, aşk, aile, nikah, çocuk, doğum, şefkat, saygı gibi kavramların irdelenmesi... "Aşk bir kafes olamazsa, sıkılan erkeği tutmak için hiçbir şeyin para etmeyeceğini" bilen iki kadının evliliklerini sıradanlıktan, sevgisizlikten kurtarmak için verdikleri mücadeleler, birbirlerine yazdıkları "püf noktaları"... Kısacası, sanki eserdeki bütün mektupları iki dost birbirine göndermemiş de yazar muhteşem bir dille süsleyerek dünden bugüne göndermiş. Değişen hiçbir şey yok: Kadınlar aynı kadınlar, erkekler aynı erkekler...”


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BEYAZ PERDE’DEN Sevgili İncir Çekirdeği okurları bu ay sizlere son yılların Oscar ödülü almış filmlerinden birkaçını tanıtacağım. Umarım keyif alırsınız…

Zoraki Kral (orijinal adı: The King's Speech) Tom Hooper trafından yönetilen ve David Seidler tarafından senaryosu yazılan 2010 tarihsel drama. Film, 2010 Toronto Uluslararası Film Festivali, People's Choice Ödülü kazandı ve on dört BAFTA (yedisini kazandı), on iki Akademi (dördünü kazandı) ve yedi Altın Küre ödülüne aday gösterildi. Rolüyle Altın Küre kazanan Colin Firth'in canlandırdığı VI. George, kekemeliğinin üstesinden gelmek için alışılmışın dışında bir konuşma terapisti Lionel Logue'a (canlandıran: Geoffrey Rush) gider. Birlikte çalışma sürecinde iki adam, arkadaş olurlar ve kardeşinin tahttan çekilmesinden sonra Kral, II. Dünya Savaşı'nın başında radyo yayını yapması konusunda Logue'a bel bağlar. David Seidler, gençliği boyunca kendi kekemeliğinin üstesinden gelmesinden sonra VI. George'u okumaya ve bilgili hayal gücünü kullanmaya başladı, erkekleklerin ilişkisi hakkında yazdı. Filmin çekilmesinden dokuz hafta önce Logue'un not defteri keşfedildi ve buradaki alıntılar senaryoya dahil edildi. Ana çekimler, Aralık 2009 ile Ocak 2010'un başında Londra ile Birleşik Krallık'taki diğer mekânlarda gerçekleşti. Film, Amerika Birleşik Devletleri'nde 10 Aralık 2010 tarihinde ve Birleşik Krallık'ta 7 Ocak 2011 tarihinde gösterildi. Ağır dili nedeniyle başlarda Birleşik Krallık'ta "15" reyting ile sınıflandırıldı fakat eleştirilerden sonra bu reyting düşürüldü.

Artist (İng: The Artist) Baş rollerinde Jean Dujardin ve Bérénice Bejo rol aldığı yönetmeninin ise Michel Hazanavicius olduğu 2011 yapımı Fransız filmidir. Hikaye 1927 ve 1932 yılları arasında Hollywood'da aktörlerin çöküşünü aktrislerin yükselişini konu almaktadır. Film Altın Küre Ödüllerinde En İyi Film, Dujardin ise En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazanmıştır. 2012 yılında (84. Oscar Ödül Töreni); En İyi Film, En iyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Kostüm Tasarımı ve En İyi Müzik dallarında Oscar ödülü aldı.


Ekim’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

12 Yıllık Esaret 2013 İngiliz-Amerikan yapımı tarihsel epik dram filmidir. Film New York Eyaletinde özgür bir siyahi olarak doğmuş olan ve 1841 yılında Washington DC'de kaçırılıp köle olarak satılan Solomon Northup'un 12 yıl boyunca köle olarak geçirdiği yaşamı anlatmaktadır. Film Northup'un 1853 yılında aynı isimle yazdığı Twelve Years a Slave isimli anılarına dayanılarak sinemaya uyarlanmıştır. Anılarını yayınlamadan önce Northup 12 yıl boyunca, Louisiana eyaletinde tarlalarda köle olarak çalışmıştır. Northup'un anılarının ilk bilimsel baskısı, 1968 yılında Sue Eakin ve Joseph Logsdon'un eş editörlüğünde gerekli izinler alınmasının ardından redakte edilerek, doğruluğu kanıtlandıktan sonra basılmıştır. Film Steve McQueen'in yönettiği üçüncü uzun metrajlı filmdir. Filmin başrolünde Chiwetel Ejiofor rol almış ve Solomon'u canlandırmıştır. Ayrıca filmin yapımcısı Brad Pitt'ir. 2014 Oscar ödüllerinde en iyi film ödülünü kazanmıştır. Yine 2014 Oscar ödüllerinde En İyi Uyarlama Senaryo ödülünü kazanmıştır.

Argo

(Türkiye'de yayınlanan adıyla Operasyon Argo)

2012 yılı ABD yapımı, yönetmenliğini Ben Affleck'in yaptığı dramatik gerilim filmidir. Filmde, 1979 yılında İran İslam Devrimi esnasında Tahran'da meydana gelen rehine krizi olayında, ABD büyükelçiliğinde bulunan ve Kanada Büyükelçiliğine kaçan altı ABD'li diplomatın İran'dan kaçırılması olayı dramatize edilmektedir. Kaçırılma operasyonunun adı Canadian Caper olarak adlandırılmıştır. Hikaye 2007 yılında CIA operasyon sorumlusu olan Tony Mendez'in yazdığı "The Master of Disguise" isimli kitap ve Joshuah Berman'ın konu hakkında Wired isimli dergide yazdığı "The Great Escape" isimli makale ile açığa çıkmıştır. Argo, 85. Akademi Ödülleri'nde En İyi Kurgu, En İyi Uyarlama Senaryo ve En iyi Film ödüllerini kazanmıştır.

Afra Nur AKKAYALI


Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.