Journal de communotherapie avril,2014

Page 1

ICP INSTITUT DE COMMUNOTHERAPIE DE PARIS PARIS KOMÜNOTERAPİ ENSTİTÜSÜ


INSTITUT DE COMMUNOTHERAPIE DE PARIS PARİS KOMÜNOTERAPİ ENSTİTÜSÜ BAŞKAN: Dr.Fulya Özgün Roubey Dergi yayin sorumlusu: Dr.Fulya Özgün Roubey, Yeşim Kera

Journal de Communothérapie , Paris Komünoterapi enstitüsü tarafından dört ayda bir yayınlanmaktadır. Yazıların basımı, yazarlarından izin alındıktan sonra yapılmıştır. Yazılarda ifade edilen görüşlerin sorumluluğu yazarlarına aittir.

İdare yeri : 34 rue des Longs Prés 92100 Boulogne- Billancourt

Tel: 0689991975 - 0698950365 E-Mail : communotherapie@gmail.com Yayın Tarihi : Nisan 2014

2


Merhaba, Paris Komünoterapi Enstitüsü olarak projelerimizden biri olan "Journal de Communotherapie" dergimizin ilk sayısını hazırladık. Üç ayda bir yayınlanmasını planladığımız dergimizin ilk konusu « Kadın » olarak belirlendi. Bunun ilk sebebi 8 Mart Kadınlar Günü sebebiyle Paris Başkonsolosluğu’nda « Kadın Ruh Sağlığı Sempozyumu » düzenlemiş olmamız ve gelen uzmanların paylaştıkları bilgilerin daha ayrıntılı ve yazılı olarak daha çok kişiye ulaştırılması arzusu, ikinci sebebi de Paris ve çevresi bölgelerde tanıklık ettiğimiz, paylaştığımız ve yardımcı olmaya çalıştığımız ruh sağlığıyla ilgili sorunlarda kadınların « anahtar » bir rol oynamasıdır. Dergimizin bu sayısında kadın ruh sağlığı sempozyumumuzda yapılmış konferansların bir kısmını, derneğimizin genel sekreteri Sayın Yeşim Kera tarafından kaleme alınmış kadının birkaç farklı dilde karşılaştırmalı kelime anlamını inceleyen ve düşündüren bir yazıyı, Paris'te yaşayan kadın sanatçılarımızdan seramik sanatçımız Sayın Meral SARIALİ'nin ve resim sanatçımız Sayın Semiha EVCİMEN'in eserlerinden bir kısmını ve uzun suredir Paris’te oyuncu, senarist ve yazar olarak çalışan, bundan kısa bir zaman önce Paris’te sahne almış olan “a la peripherie” isimli son tiyaro oyunuyla göçmenlerin yaşamlarından bir kesit anlatan Sedef Ecer’le yaptığımız roportajımızı sizlere ulaştırmak istedik. Enstitümüz bir toplum ruh sağlığı enstitüsüdür. Çalışma alanının önemli bir kısmını“göç ve göçmenlik sorunları“ konusu oluşturmaktadır. Göçmenliğin ya da göç olgusunun problem olarak karşımıza çıktığı nokta, göçün henüz düşünce halindeyken yaratmaya başladığı ve eylem haline geçtikten sonra ve ondan sonraki uyum sürecinde de devam eden strese bireyin ya da toplumun uyumlu olmayan yanıtından kaynaklanmaktadır. Stres, tıp fakültesinin ilk yıllarında öğrendiğimiz, bir canlının oluşumundaki temel yapı olan “hücre“nin hem yaşamına hem de ölümüne sebep olan durumlar için kullandığımız bir kelimeydi. Bu günlerde ise olumsuz yönünü daha ön plana çıkarmaya başladık. Stresin hücreyle ilişkili iki uçlu ilişkisinden kısaca bahsetmek istiyorum: Açlık ‘stresiyle’ besin arayan ve bulup içine alan bir hücre büyümeye başlar. Büyüdükçe ihtiyaçları artar, daha çok bilgi toplamak ve üretmek zorunda kalır. Ürettiği tüm bilgileri ilerde kullanmak üzere saklar, bu sayede kendini daha iyi korur ve hatta yeni hücreler üretmeyi öğrenir. Daha sonra diğer hücrelerle işbirliği yapıp organizmalar oluşturur ve görev paylaşımı yapar. Büyüdükçe hem stresi artar, hem de bu strese cevap verirken bilgisi ve gücü artar. Geliştikçe, diğer hücrelerle ortaklığı arttıkça da

3


daha ileri düzey organizmalar oluşturur. Bu örnek bir insanın bedeninden yola çıkarak toplumların yaşantısında da benzer bir yol almaktadır. Göçmenlik, yeni bilgilerle karşılaştığımız ve yeni uyumlar gerektiren bir durumdur. Bilgi toplayıp yenilerini üreteceğimiz, büyüyeceğimiz, aktaracağımız ve yeni ortaklıklar oluşturacağımız bir süreç. Eğer hazırlıklıysak bizi zenginleştirecek ama eğer yeni bilgilerin girişini bir tehdit olarak algılıyorsak içimize kapanıp, küçülüp zayıflayacağız ve göçmenlik stresi bizi hem bireyler hem de toplum olarak ya hasta edecek ya da öldürecek. Fransa’da göçmen olan, birçok kültürü“tek kimlik“ içinde barındırdığını ve bu şekilde “Ölümsüz bir kimliğinin“ olabileceğini düşünen ünlü yazar Amin Maalouf’un “ölümcül kimlikler“ isimli kitabında, “Ölümcül kimliği“; “ tek bir aidiyete indirgenmiş, taraf tutan, katı hoşgörüsüz, baskıcı, kimi zaman kendini yok edici olan (...) “ bir kimlik olarak tanımlıyor. Bu kimlik, değişiklikleri ve buna eşlik eden yeni bilgileri işlemeye hazırlıksız duruşuyla yukarıdaki tabloya da çok uymaktadır. “Tek bir aidiyete indirgenmiş“ bir kimliğin“ aidiyet konusundaki endişeli yapısı, içine göçmenlik faktörü de eklendiğinde daha da karmaşık bir yapı almaktadır. Bu durumda ruh sağlığı profesyonelleri olarak çalışma konumuz ilk aidiyetin endişesini ortadan kaldırmak olmalıdır. Bu kaybetme, kaybolma ya da ayrılma konulu endişeyi ortadan kaldırmanın ilk yolu da daha derin bir analizle sebebini araştırmak gerektiğini düşünmekteyim. Bir göçmenin yaşadığı temel duygulardan en önemlisi “nostalji“dir. “Geçmiş“ ve “ağrı“ kelimelerinin birleşiminden oluşmaktadır “nostalji“ sözcüğü. Geçmişe duyulan özlemle, ayrılığın sıkıntısıyla birlikte hissedilen acı duygusu, göçmenlerin ortak duygusudur. Ortak paylaşım halindeyken dışsallaştırılarak hafiflemekte fakat yine de sürmeye devam etmektedir. Bireysel ve toplumsal aidiyetlerimizin sancılı kalıntıları da aidiyet sıkıntılarımızın yapıtaşını oluşturmaktadır. İlk aidiyelerimiz ne kadar sancılysa nostalji o kadar ağır olmaktadır. Bu durumda da sorun çözülünceye kadar yeni bilgilere, değişime ve yeni aidiyetlere kapılar kapalı tutulmaktadır. Göçmenlik aynı zamanda “yas“ tablosuyla da benzerlik göstermektedir. Bu tablonun temel duygusunu da “melankoli“ olarak isimlendirebiliriz. Aslında üzüntüyü ifade eden bir kelimedir ama önemli özelliği, üzüntüyü duyan kişinin kendini cezalandırıcı ya da suçlayıcı olmasıdır. Yas tablosu bir kayıpla ortaya çıkmakta, psikiyatrik tanımında üç evresi bulunmaktadır; inkar evresi, depresyon evresi ve yeniden yapılanma evresi. Dikkat çeken bu evrelerin göçmen kuşaklarda yaşanıyor olmasıdır. Birinci kuşak inkar evresinde, ikinci kuşak “kimlik bunalımıyla“ depresyon evresinde ve üçüncü kuşak da başarılı 4


adımların atıldığı yeniden yapılanma evresinde gibidir. Yas tablosu sıklıkla bir kayıp sonrası bir kişi tarafından ortalama bir yıl içinde yaşanıp, genellikle hiç ilaç tedavisi gerektirmezken, göçmenlikteki yas üç kuşak tarafından ancak atlatılmakta gibi görünmektedir. Belki de sorun göçün bir kayıp ya da yas olarak hissedilmesinden kaynaklanıyordur. Belki de endişeli aidiyetlerden , ya da hiç açılma fırsatı olmamış kapıların göçten sonra açılmasından...İnsanların parmak izleri kadar çok sayıda değişik sebepleri olmalı...Bireylerin travmalarıyla toplumların travmalarının da hem aynı yöntemlerle çözülmeyeceği, hem de ikisinin birbirinden ayrılarak çözülmeyeceği açık görünmektedir. Peki, enstitü olarak ne yapabiliriz? Bilgi ve farkındalık artışıyla, işbirliğiyle, değişime hazırlıksız olanlarımızı hastalık yönüne değil, insani zenginlik yönüne doğru yön değişikliği yaptırabiliriz diye düşünüyoruz. İnsan üzerinden yaşanan yas bir yıl gibi bir süreçte, bir topluluk üzerinden yaşanan üç kuşakta tamamlanıyorsa bu toplumun bilgi ve duyguyu işleme sürecini hızlandırabilmenin yolu daha çok çalışmaktan ve işbirliğinden geçiyor olmalı. Bu nedenle de bir çok bilimin bilgilerinin birleşmesinden oluşan bir tedavi planı hazırladık. Komünoterapi « commun » ortaklık anlamını, ortak değerlerin oluşturduğu « komünoteyi » ve « terapi» kelimesiyle de hastalıklı tarafını « iyileştirmeyi » tarif ediyor. Hem türkçe hem de fransızcasının aynı şekilde okunması da göçmenlikte en büyük problemlerden biri olan dil sorunumuzu da hafifletiyor. Nihai arzumuz Fransa ve Türk insani ortaklıklarının da altını çizerek bulundugumuz ortama gercek ve kalici bir adaptasyonu kulturel zenginligimizi kaybetmeden tersine daha da arttırarak sağlamak. Aslında tüm canlılar büyük bir bedeni oluşturan ve onun yaşamı için değişik görevler üstlenmiş hücreler gibidirler. Ortak yönümüz aynı bedene hizmet ediyor olmamız, farklı taraflarımız da değişik görevlerle bu büyük bedene kattığımız zenginlik olmalıdır. Farklılıklarımızı zenginleştirmek, ortaklıklarımızı daha fazla paylaşabilmek adına topluma hizmet bilinciyle tüm çalışmalarımıza katkıda bulunan tüm dernek ekibimize tek tek teşekkür ediyorum. Paris Komünoterapi Enstitüsü Adına, Dr.Fulya Özgün Roubey Paris Komünoterapi Derneği Başkanı Psikiyatrist, CH Sainte-Anne, Paris

5


YEŞiM KERA Paris Komünoterapi Enstitüsü Genel sekreteri, Paris

KADIN

Kadın, sözlüğe göre : - Erişkin Dişi İnsan - Evlenmiş Kız - Analık Veya Ev Yönetimi Bakımından Gereken Erdemleri Olan -Hizmetçi Bayan Laurousse a göre : -Être Humain Du Sex Feminin (Dişi İnsan) -Epouse (Eş) -Être Humain Du Sex Feminin, qui peux donner la naissance a des enfants (Çocuk doğurabilen dişi insan) Almanca sözlüğe göre: -Eine erwachsene,weibliche person ( Yetişkin dişi, insan) -Ehefrau ( Eş) İngilizce sözlüğe göre: -An adult female (Yetişkin dişi) -Wife (Eş) -A female servant or attendant (Hizmetçi kadın ya da görevli) 6


Atasözlerine göre: -Oğlan doğuran övünsün, kız doğuran dövünsün. -Kadın kocasını isterse vezir, isterse rezil eder. -Halayıktan(beslemeden) kadın, gül ağacından odun olmaz. -Kadın var ev yapar , kadın var ev yıkar. -Alma soysuzun kızını, sürer anasının izini. -Kadın, kocasının çarığı, anasının sarığıdır..... -Die frau macht das haus des mannes zum himmel oder zur hölle. (Kadın erkeğin evini ya gökyüzüne yapar ya da cehennemin üzerine) -Der mann ohne frau ist ein Baum ohne laub und zweige. (Kadınsız erkek, yapraksız ve dalsız ağaca benzer) -Ein mann ein wort, eine frau, viele wörter. (Bir erkek bir söz, bir kadın çok söz) -Vertrau der frau ein geheimnis aber schneid ihr die zunge ab. (Kadına sır ver ama dilini kes) -Men make houses, women make homes. (Erkek ev yapar, kadın yuva) -A good husband makes a good wife. (İyi bir koca, iyi bir kadın yaratır) -There was never a conflict without a women (Kadın yoksa çatışma yoktur. Kadının olmadığı yerde çatışma olmaz) -L'homme est un fleuve, la femme est un lac ( Proverb Kurde) (Erkek bir nehir, kadın bir göldür. ) (Kürt Atasözü) -Un homme sans femme ne tient pas l'hiver (Proverb Canadien) (Kadınsız erkek kışa dayanamaz, kışı geçiremez.) (Kanada Atasözü) -Un homme sans une femme n'est qu'un demi-homme. (Proverb Indien) (Kadınsız bir adam yarım adamdır.)(Hint Atasözü) -Homme aime quand il veut et femme quand elle peut. (Proverb Français) (Erkek istediği zaman sever, kadınsa sevebildiği zaman.)(Fransız Atasözü) -Si l'argent poussait dans les arbres, les femmes épouseraient des singes . (Proverb Français) (Para ağaçta yetişseydi, kadınlar maymunlarla evlenirlerdi.)(Fransız Atasözü) -La femme a les cheveux longs et la langue plus longue encore (Proverb Russe) (Kadının saçı uzun, dili daha da uzundur.)(Rus Atasözü) -Une femme qui gronde est comme un toit qui dégoutte.(Proverb Belge) 7


(Söylenen , paylayan kadın akan dama benzer)(Belçika Atasözü) -Deux bons jours à l'homme sur terre, quand il prend femme et quand il l'enterre. (Hayatta erkeğin iki iyi günü vardır. Kadını aldığı gün ve gömdüğü gün) (Proverb Français) (Fransız Atasözü) Die grosse frage, die ich trotz meines dreissigjährigen studiums der weiblichen Seele nicht zu beantworten vermag, lautet:"Was will eine Frau eigentlich?" (Kadin psikolojisini 30 yıldır incelememe rağmen,büyük soruya cevap bulamadım. "Gerçekte Kadınlar Ne İstiyorlar?" (Sigmund Freud) Deyimlere göre : -Eksik Etek -Saçı uzun, aklı kısa -Kadınlar hamamına dönmek... Oysa ki; 'Kadın' bilmeyene nefs, bilene nefestir demiş Tebrizli Şems Ne o, ne bu Ne döşek, ne köçek Ne ayal, ne vebal O, benim kollarım, bacaklarım Yavrum,anam ,karım, kızkardeşim Hayat arkadaşımdır... Demiş Nazım Hikmet 'Kadın' şiirinde Akşam yine gölgen Yine gölgen, yine akşam Gölgen, neyi görsem, neyi sevsem,neye baksam Sensiz içilen bade, karanlık dolu bir cam Gölgen, neyi görsem, neyi sevsem, neye baksam Aguşum açık, rengim uçuk, kalbim ışıksız Karşımda günün çehresi,bir yaslı çatık kız Hüsnün o kadar taze ki, sevgim yakışıksız. Diye anlatmış kadınına duygularını, aşkını Cemali Nabedit

8


Ben; Kadın binbir renktir,duygudur,şevkattir,sevgidir,aşktır,toprak gibidir diyorum… Peki ya siz, siz kendinizi nasıl anlatıyorsunuz ? Kadınlığınızı bilerek,kendinizi severek yaşamanız dilegimle. Sevgiler Yeşim Kera

9


Dr. Hazel IŞIK BEGHIN Psychiatre Clinique Médicale et Pédagogique Dupré Sceaux, France hazel_beghin@yahoo.fr

ANNELİK TUTKUSU… Anne-bebek ilişkisi ve bu ilişkinin niteliği, psikanalitik kuramın odak noktası olan konulardan bir tanesidir. Başta psikanalizin kurucusu Sigmund Freud olmak üzere birçok psikanalist, anne ve annelikle ilgili çok önemli kavramlar ve yaklaşımlar geliştirmişlerdir. Bu yazıda büyük oranda İngiliz nesne ilişkileri okulunun önde gelen isimlerinden Winicott’un düşüncelerine yer verilerek annelik serüveni çeşitli yönleriyle ele alınmaya çalışılacaktır. İngiliz psikanalist D. W. Winnicott 1949 yılında « yeterince iyi anne olmak » (good enough mother) kavramını tanımlamıştır. Bu kavramla, fiziksel ve duygusal uyumuyla, kendisini bebeğinin çeşitli aşamalarına uyarlayabilen bir anne tanımlanmaktadır. Böylece olgun nesne ilişkileri kurabilen bir öznenin sağlıklı oluşumu için gerekli olan en uygun çevre yaratılmış olmaktadır. Winnicott çalışmalarında, çocuğun gelişiminde annenin varlığına ve onun duyarlılığına özel bir önem verir. Onun « bebek yoktur » sözü, anne olmadan küçük çocuğun olamayacağı anlamına gelir. Yeterince iyi anne çocuğunun her türlü ihtiyacına yanıt vererek, onun çıkardığı sesler veya hareketlerine anlam vererek ona tüm güçlülük yanılsaması veren ve bu şekilde onu, eksikliklerinin yol açabileceği her türlü kaygıdan koruyan annedir. Söz konusu tüm güçlülük deneyimi kendiliğin sağlıklı gelişimi açısından belirleyici bir önem taşır. Gelecekteki yaşamda dış dünyanın güçlükleri karşısında yıkılmayan bir kendine güven duygusu böyle bir çocuksu tümgüçlülük deneyimine dayanır. Lacan’ın « ayna evresi » nosyonu geniş ölçüde Winnicott’a örtük göndermeler taşır. Kendiliğin bütünleşmesi annenin eşduyumlu « ayna » yanıtlarına bağlanmıştır. Bu yanıtlar « kendilik duygusunun » gelişmesinde önemli rol oynar. Winnicott için önemli bir başka nokta da çocuğun yalnız olabilme kapasitesinin gelişimidir. Anne sadece çocuğun ihtiyaçlarını eşduyumlu 10


olarak karşılamakla kalmamalı, onun sakin dönemlerini, yalnızlık deneyimlerini yersiz uyaranlarla bölmemeli, gereksiz uyarıcılık sunmamalıdır. Çocuğun anneyle iletişime geçtiği ilk dönemde tüm güçlülük duygusu iyice yerleştikten sonra, bu yanılsamanın kademeli olarak kırılması yoluyla, çocuk tüm güçlülük deneyimlerinden gerçeklik ilkesine doğru bir geçiş yapar. Bu noktada gereksinimleri ile her şeyi yaratan artık kendisi değildir, ortada bir dış dünya, bu dış dünyanın getirdiği gereklilikler, zorluklar ve zorunluluklar vardır. Bu geçişi kolaylaştıran ise, annenin kaçınılmaz olarak gerçekleşen yetersizlikleridir. Bu asgari düzeydeki örselenmeler sayesinde çocuk bir dış dünyanın olduğunu ve onun getirdiği gerçeklikleri fark eder. Annenin, çocuğun gelişimi ile paralel bir şekilde onun gereksinimlerine dereceli bir şekilde duyarsızlasmasi, çocuğun yanılsamasını, tümgüçlülük yanılsamasını yıkar ve gerçeklik duygusunu geliştirir. Bu aynı zamanda anneden ayrılma, ayrımlaşma, dolayısıyla bireyleşme anlamına da gelmektedir. D. W. Winnicott tarafından oluşturulan diğer bir kavram da « birincil annelik tasası » (primary maternal preoccupation) kavramıdır. Bu durum annenin hamileliğinde başlayan ve doğumu takip eden haftalarda devam eden bebeğine olan aşırı duyarlılığıdır. Anne ve bebeği adeta tek bir beden olur, aynı hisseder, aynı düşünürler. Bu yoğun özdeşleşme bebeğin sağlıklı ve yeterli bir benlik geliştirmesine olanak vermektedir. Fransız psikanalist André Green’in « annelik deliliği » olarak adlandırdığı bu bağımlı ilişkinin tekrar düzenlenebilmesi için annenin de bebeğine gereksinimi vardır. Anne bebeğine ruhsal ve fiziksel olarak iyi bakım verdiğini gördükçe ilgisini kademeli olarak eşine, diğer çocuklarına, sosyal ve mesleki hayatına verecektir. Bu bağlamda şefkat, sevgi ve bakım veren anne, kendi eşine ve kendi cinselliğine dönerek bebeğine sınırları gösterecektir. Ruhsal anlamda ayrımlaşma ve özerkleşme bu gerekli mesafe ile olanaklı olacaktır. Julia Kristeva ise anneliği bir işlev değil de , bir tutku olarak tanımlar. Her türlü aşk ilişkisinde olduğu üzere burada da bir çiftdeğerlilik söz konusudur. Yani annellik tutkusu çocuğa yönelik aşk kadar nefreti, derin bağlılık kadar onu uzaklaştırma gerekliliğini de yüreğinde barındırır. Eğer anne aşkının en gelişmiş ve yüksek düzeyinden söz edersek, bir anne çocuğunun gelişim yolunu en köklü şekilde açabilmesine olanak tanıyandır. Yani annenin çocuğuna olan tutkusu ne kadar güçlüyse, o denli de çocuğunun kendisinden özgürleşmesini ister. Bu ayrışma süreci her ikisi için de sancılıdır.

11


Peki, annelik nasıl gerçekleşir ? Nasıl hamile kalınır ? Bunun için önce « kadın olmak » gerekir. Burada Simone de Beauvoir’in toplumsal alanda ortaya attığı « kadın olarak doğulmaz, kadın olunur » düşüncesini psikanalitik açıdan tercüme etmek istediğimizde, bu sav şöyle bir soruya dönüşecektir. : Bir kadın kadınsılığına nasıl erişir ? Ödipal karmaşanın oluşumunda , küçük kızın çözmesi gereken en çetrefil sorun, derin bir aşkla bağlı olduğu anneden babaya yer değiştirebilmektir. Nesnenin aşkını kaybetme kaygısına rağmen, kızın babaya sonradan sevgiliye dair kadınsı dürtülerine sahip çıkması bir cesaret işidir. Bu anneye olan derin bağlılığına rağmen, her ne pahasına olursa olsun kadınsılığına sahip çıkmanın cesaretidir. Annenin arzu nesnesinin baba olduğunun kavranması biraz olsun kolaylaştırır bu süreci. Kız çocuk için, annesinin arzu nesnesinin kendisi değil de babası olduğunu anlaması kendi anneliğine giden ilk adımı da oluşturmuş olur .Bir kadın anne olabilmek için hem çocukluğunu annesiyle özdeşleştirebilmeli, hem de bir erkeğe, yani çocuğunun babasına cinsel bir arzu duyabilmelidir. Evet bebek sahibi olabilmek için aşk ve arzu gereklidir. Hamilelik döneminde kadın, kendi annesi ve kendi çocukluğu ile yeniden karşılaşır. Artık mazide kalmış bilinç dışı arzularla dolu baba-kız ilişkisi yeniden gündeme gelebilir.Yeniden bilinçdışının gündemine getirdikleriyle gebelik ve anne olma süreci ciddi sıkıntı ve korkulara da kaynaklık eder. Bu korkuların en yaygın olanlarından biri, bir « canavar » ya da bir yaratık dünyaya getirme korkusudur. Ya da « kusurlu bir bebek » doğurmak olarak da adlandırılabilir bu. Kusurlu bebek ya da yaratık bebek bir günahın bedeli gibi algılanır ya da değerlendirilir. Büyük bir yasak çiğnenmiş gibidir. : Ensest yasağı gibi. Kuşkusuz bir kadının anneliği ile kadınsılığı birlikte yaşaması, çatışma ve gerginlik kaynağıdır. André Green bu çatışmanın kaynağını, anne, bebek ve baba üçgeninde ; annenin hem bebekle, hem babayla yoğun bedensel ilişkide bulunan tek fert olmasına bağlar. Bu durumda şefkatle erotizmin birbirine karışmış olması, annede yoğun bir çatışma ve bunları birbirinden ayırma gereksinimine yol açar. Anne bebeğine bakım verirken, eşini düşünüyorsa bir an için çocuğundan uzaklaşır. Ama bu uzaklaşma ani, çocuk açısından « nesnenin ötekisini » yaratmış olur, onda bu üçüncüye ilişkin varsanı ve fantezi etkinliğine yol açar. Annelik sürecinde bir diğer önemli basamak « emzirme » dir. Emzirme sadece bir beslenme gerekliliği olarak degil aynı zamanda ruhsal boyutu olan bir dönem olarak düşünülmelidir. Bebek annesinin memesini emerek hem beslenir, yatışır hem de haz alır. Annenin bebeğine bedensel olarak en yakın olduğu anlardan biri olan emzirme deneyimi, annede yoğun bir erotizmin de kaynağıdır. Emzirme eylemi genital organlarda kasılma 12


yaratabilmektedir; olabilmektedir.

bazı

kadınlar

için

bu

son

derece

ürkütücü

Sylvie Pragier-Faure, emziren annenin kendisini bir çatışmanın ortasında bulduğundan bahseder. Emziren anne annelik imgesinin doruk noktasında olmasına rağmen bebeğin memeyi emmesiyle duydugu ensestüel duygu ile baş etmek durumundadır. Annenin bir erkeğe duyduğu aşk ve arzu ; hamileliği, anneliği ve emzirme süreçlinde kendisi ve bebeği için çok önemli bir kalkan ve denge görevi görür. Yaşanılan toplumda emziren anne cinselliksiz olarak görülür. İşte bu noktada anne iki farklı durumla karşı karşıya gelebilir. Emziren anne meme vermeyi kötü görebilir ya da emzirme süresini devam ettirerek cinsellikten kaçabilir. Yine aynı şekilde bu dönem bazı erkekler için de son derece kaygı uyandırıcı olabilir. Cinsel isteksizlik yaşayabilir veya cinsel arzu, emziren eş olan anneden ayrı tutulur ve başka kadınlarla yaşanabilir. Bir anne bebeğini, şefkat, erotizm ve agresyonunu dengeleyebildiği oranda huzurlu bir biçimde emzirebilir. Denge annenin kendi odipal karmaşasındaki çözümü ve kendi cinselliğine verdiği değer ile sağlanabilmektedir. Annelik kadınlık yolculuğunda bir basamaktır. Anne, geçmişe döner. Kendi çocukluğuna, çocukluğundaki annesine döner. Aynı zamanda geçmişinden ayrılır. Artık kendisi anne olacaktır. Bu bir bakıma da çocukluğun kaybıdır. Anne bu yüzden hem ağlar, hem güler… Kaynaklar Abrevaya, Elda (2007) « Annelik ve Kadınsılık » Psikanaliz Yazıları no :14 : 23-24 Green, André (1990) Passions et Destins des Passions, Gallimard, Paris Klein, Melanie (1957) « Haset ve Şükran » Metis Ötekini Dinlemek ; 8-38 Kristeva, Julia (2006) « La Passion Maternelle » Parman, Talat (2007) « Annelik Üzerine : Bir Psikanalitik Sözlük Denemesi » Psikanaliz Yazilari no : 14 : 15-22 Winnicott, D. W. « La Haine dans le contre transfert » Winnicott, D. W. (1998) « Oyun ve gerçeklik » Metis Ötekini Dinlemek ;713

13


LISA SALTIEL Gestalt terapisti, Yaşam Koçu Paris

TRANSAKSİYONEL ANALİZ YÖNTEMİYLE AİLE İÇİ İLİŞKİLERİ NASIL GELİŞTİREBİLİRİZ ? Transaksiyonel Analiz kendini ve başkalarını tanımak için kullanılan yararlı bir analiz, çözümleme aracıdır. Amerikalı psikiyatrist Eric Berne tarafından 1950’li yıllarda geliştirilmiştir. İki veya daha çok kişi arasındaki iletişim şekillerini anlamaya, kişisel sorunları çözmeye, sorunlara geniş açıdan bakmaya, gerginliğe ve çatışmaya yol açan durumlara somut çözümler bulmaya yarar. Eric Berne’e göre, her kişide 3 konum olasılığı vardır. Berne bu konumlara « Ben’in (yani kişinin) 3 durumu » adını verir. I. BEN’İN 3 DURUMU Ben’in 3 durumu « Ebeveyn», « Yetişkin » ve « Çocuk » konumlarından oluşur. Kendimize veya başkalarına hitap ederken, bu 3 konumdan birine gireriz.

14


a) Ebeveyn (Parent) konumumuz sorumlu, yatıştırıcı, koruyucudur. Kurallara uymayı kapsar. Eleştiren de olabilir. Bu yüzden Eric Berne bu konumun iki alt konumundan söz eder. Bunlar : « Besleyici Ebeveyn » ve « Eleştiren Ebeveyn » dir. - Besleyici Ebeveyn konumunda kişi, kendisine ve diğerlerine ilgili, anlayışlı ve huzur verici şekilde davranır. - Eleştiren Ebeveyn konumunda kişi, yargılamak ve kuralların uygulanması için eyleme geçer.

Örnekler : « Bu akşam yorgunum, erken yatsam iyi olur » : Kişinin kendisiyle Besleyici Ebeveyn konumu. « Ayşe dün hastaydın. Bir şeye ihtiyacın var mı diye sormak için aradım » : Kişinin başkasıyla Besleyici Ebeveyn konumu. « Ne işim vardı da bu sözü söyledim ! » : Kişinin kendisiyle Eleştiren Ebeveyn konumu. « Bu kırmızı ceket sana hiç yakışmamış ! » : Kişinin başkasıyla Eleştiren Ebeveyn konumu. b) Çocuk (Enfant) konumunda duygular, arzular, yaratıcılık ve oyun mevcuttur. Çocuk konumunun 3 alt durumu vardır : - Baş eğen Çocuk Yetkeye ve kurallara koşulsuz uyum sağlar. Söyleneni yapar. Öfkesini yutar. - Baş kaldıran Çocuk Karşısındaki kişilere direnme halindedir. Kendini onaylatmak için rakipler arar. Meydan okur. Yetkenin baskısı fazla olduğunda öfkesini açığa vurur. - Özgür Çocuk Diğerlerinin isteklerine göre değil, kendi duygularına ve arzularına göre davranır. c) Yetişkin (Adulte) konumunda kişi, durumları akılcı (rasyonel) bir şekilde ele alır ve çözümler. Tarafsız bir şekilde bilgi verir ve alır. Bir bilgisayar gibi verileri işler ve karar verir. 15


Denge durumunda, her konum kişide uygun yerini alır. Ancak bazen bir konum gereğinden daha az veya daha çok ön plana çıkabilir. Böylece kişiler uygun olmayan ve her iki taraf için rahatsız edici bir konumda (Eleştiren Ebeveyn, Baş eğen Çocuk, Baş kaldıran Çocuk gibi konumlarda) uzun süre kalabilirler. İki kişi aralarında bakıştıkları, konuştukları veya tokalaştıkları zaman, çok sayıda karşılıklı iletişim geçişleri oluşabilir. Birisine hitap ettiğimizde Ben’in durumlarının herhangi birinde konum alabiliriz.

Örnekler Karı koca arasında iletişimde Kadın kocasına : « Bu saatte mi eve geliyorsun ??? » (Ebeveyn – Çocuk transaksiyonu) Adam : « çok affedersin, söz veriyorum, bir daha yapmayacağım » (Baş eğen Çocuk) veya « Ya, beni rahat bırak ! » (Baş kaldıran Çocuk) Kadın : “Geç geldiğinde ve bana haber vermediğinde endişe ediyorum” (Yetişkin - Yetişkin) Kadın : “Eve erken gelmeni çok isterim. Beraber hoş zaman geçirebilir ve çocuklarla güzel vakit geçirebiliriz” (Özgür Çocuk – Özgür Çocuk) Anne çocuk arasında iletişimde Anne : “Bu kötü notlarından bıktım! Tembelin tekisin !” (Eleştiren Ebeveyn – Çocuk) Çocuk: “Ben de zaten bu aileden bıktım !” (Baş kaldıran Çocuk)

16


Anne : “Not ortalamanın düştüğünün farkındayım. Neden acaba ?” (Yetişkin - Yetişkin) Anne : “İyi notlar alabilmen için, baban ve ben sana nasıl yardımcı olabiliriz ?” (Besleyici Ebeveyn - Çocuk) Transaksiyonel Analizde önemli olan önce içinde bulunduğumuz konumu fark etmek ve duruma uygun olup olmadığına bakmaktır. Genellikle, Eleştiren Ebeveyn eylemi, karşıdaki kişide Baş eğen veya Baş kaldıran Çocuk tepkisine yol açar. Bu iletişim şekli fertler için ıstırap kaynağıdır. Çatışmaların kestirim (öngörü) ve yönetiminde Eric Berne, Yetişkin – Yetişkin transaksiyonunun kullanılmasını önerir. II. KİŞİNİN KENDİSİYLE VE BAŞKALARIYLA UYUM İÇİNDE YAŞAMASI İÇİN YAŞAM KONUMLARI (+ + ; + - ; - + ; - -) YAŞAM KONUMLARI

ANLAMLARI

+ +

Ben (+) saygı gösterilmesi gereken bir insanım. Karşımdaki kişi de öyledir (+). Farklılıkları kabul ediyorum ve işbirliğine, yapıcı bir şekilde birlikte çalışmaya ve sorunlara birlikte çözüm aramaya hazırım.

+ -

Ben (+) başkalarından daha iyiyim. Karşımdaki kişi (-) benim seviyemde değil. Ben haklıyım, o haksız. Bir sorun olduğunda önce suçluyu ararım ve sonra cezalandırırım.

- +

Ben (-) başkalarından daha aşağı bir seviyedeyim. Karşımdaki kişi (+) benden daha zeki ve yetenekli. Başkalarının beni onaylamasını beklerim ve onların isteklerine göre davranırım. Bir sorun olduğunda bunun benim hatam olduğunu düşünürüm.

- -

Hem

kendimi

(-)

hem

de

karşımdakileri 17

(-)


değersizleştiririm. Karamsarım ve durumları düzeltmek için hiçbir şeyin yaramayacağına inanırım. Zaten ne yapsak boş. Her birimiz dönem dönem bu değişik yaşam konumlarına gireriz. Berne bizden baskın tarafımız (yani en sık hangi yaşam konumuna girdiğimiz) üzerinde düşünmemizi önerir. Bu bilinç bize ailesel çatışmaların öngörülmesinde ve yönetiminde yardımcı olabilir, mümkün olduğu kadar + + hayat tarzını önerir. Örnekler « Ne kadar pis ve dağınıksın, git odanı topla ! » : + - Yaşam Konumu « Odanı toplamazsan, eşyalarını bulmakta zorlanacaksın » : + + « Bu evde beni kimse sevmiyor » : - + « Çaba sarf etmem hiç bir işe yaramayacak » : - III. PSİKOLOJİK OYUNLAR : DRAMATIK ÜÇGEN Dramatik üçgen, iki veya daha fazla kişiyle oynanabilen 3 rol içeren psikolojik bir oyundur. Roller Hırpalayan (Persécuteur), Kurban (Victime) ve Kurtarıcı (Sauveteur) olarak dağıtılır.

Hırpalayan sorunlara dikkat çeker, karşısındakini zorlar, eleştirir, aşağılar. Kazancı : Diğer aile fertlerini baskı altına almak. Kurban her yerde zorluklar görür, kendini savunacağına şikâyet eder. Kazancı : Ailenin kendisiyle ilgilenmesini sağlamak. Kurtarıcı araya girer ve Kurbanı korur. Aile fertlerinin onsuz işin içinden çıkabileceklerine inanmaz. Kazancı : Ailede kendisinin vazgeçilemez biri olduğunu ispat etmek. Çoğu zaman bilinçsizce oynanan bu psikolojik oyunlar acı vericidir. Çünkü iletişim gerçek olaylara ve nesnel (objektif) bakışa değil ancak

18


herkesin üstlendiği sembolik role dayanır. Böylece aile ilişkileri, kısır bir döngüye girer ve hiç bir sorunun çözümüne ulaşılamaz. Oyun örneği : - Baba çocuğa bağırır : « Oynarken iskemleyi kırmışsın ! Evin eşyasıyla oynanır mi ? Cezayı hak ettin !!! » Baba Hırpalayan rolünde. - Çocuk ağlamaya başlar Çocuk Kurban - Anne : « Çocuğu rahat bırak, onun hatası değil, iskemle zaten hasarlıydı » Anne Kurtarıcı - Çocuk avaz avaz bağırır ve tepinmeye başlar. Çocuk Hırpalayan, Anne-Baba Kurban. - Anne : « Bak senin yüzünden çocuk ne halde !!! » Anne Hırpalayan, Baba Kurban - Çocuk araya girer : « Anne, baba, kavga etmeyin » Çocuk Kurtarıcı, vs. Aile sorunlarının çözümü için bu oyundan çıkmak, tutum ve davranışları açığa çıkarmak gerekir : - Hırpalayan, görüşlerini başkalarına zorla kabul ettirmek yerine, fikirlerini açıklamaya teşvik edilebilir ; - Kurbana, şikâyet eden durumundan çıkıp, arzularını açıkça ifade etmeyi ve kendini onaylatmayı önermek gerekir ; - Kurtarıcıya, yardımını zorla kabul ettirmeyi bırakıp « yardımıma ihtiyacınız olunca buradayım » demesinin yeterli olduğu söylenebilir.

19


Dr.Fulya Özgün Roubey, Psikiyatrist, CH Sainte Anne Paris Komünoterapi Enstitüsü Başkanı TFSV Genel Sekreteri

DEPRESYON, GÖÇ VE GÖÇ DEPRESYONU Depresyon, kelime anlamı olarak çökkünlük demektir. Çökkün bir ruh halinin belirgin olduğu bir hastalığı tanımlamak isteyen ruh sağlığı ve hastalıkları profesyonelleri depresyonu aşağıdaki belirtileriyle hastalık olarak belirlemişlerdir. Uluslararası psikiyatri birliklerinin ortak kabulu olarak depresyonda görülen semptomlar şunlardır: ● Mutsuzluk, çökkün ruh hali ● İştah değişiklikleri ● Uyku bozuklukları ● Değersizlik, suçluluk duyguları ● Konsantrasyon güçlüğü ● Daha önce keyif alınan aktivitelerden keyif alamama ● Yavaşlama, sosyal içe çekilme, ajitasyon ● İntihar düşünceleri, planı ya da davranışı Bu belirtileri kişiler, anlık olarak yaşayabilirler. Yine bu belirtiler başka bir hastalığın arkasından, yakın bir kişinin kaybından ya da alkol ve bağımlılık yapıcı maddelerin kullanımından sonra görülebilir. 20


Bu durumlar farklı değerlendirilmeye alınmaktadır. Bu belirtilerin bir kısmının kişinin yaşantısını aksatacak düzeyde, hergün ve en az iki hafta boyunca görülmesi tanı koyabilmemiz için önemlidir. Bu yazıda depresyonun oluşum nedenlerine kısaca değineceğim ve göç depresyonu için önemli bulduğum nedenleri açıklayacağım. Bunlar : ● Norobiyolojik açıklamalar ● Psikanalitik açıklamalar ● Evrimsel açıklamalar Norobiyolojik açıklamalar : Depresyonla ilgili yapılan araştırmalarda ön plana iki madde çıkmaktadır: Noradrenalin ve Serotonin. Bu iki maddenin; ● Alınma ve taşınma problemleri (hücresel ya da çevresel) ● Sentezlenme problemleri (hücresel ya da çevresel) ● İleti oluşturma problemleri (hücresel) Depresyonun yukarıda bahsettiğimiz belirtilerinin ortaya çıkmasından sorumlu tutulmaktadır. Serotonin triptofan isimli aminoasitten sentezlenir, yani protein yapısında iletim işlevi gören bir moleküldür. ● Kardiyovasküler sistem (damarlar, kalp) ● sindirim sistemi ● santral sinir sisteminde (beyin), ● düz kaslarda, iskelet kaslarında görevlidir. Yani miktarı değiştiğinde tüm bu sistemler etkilenir. Noradrenalin, tirozin aminoasitinden sentezlenir, yani serotonin gibi protein yapısındadır. ● Su dengesi, ● iştah dengesi, ● sindirim sistemi, ● göz kasları, ● insülin salınımı, ● ter-tükrük bezleri, 21


● solunum sistemi vs… de görevleri vardır.

Depresyonun belirtilerinin görüldüğü kişilerde bu maddelerin azaldığını bildiğimiz için ilaç tedavisinde bu maddelerin dışarıdan verilmesiyle tedavisi yapmaktayız. Bu ilaçlara genel olarak antidepresan ilaçlar denmektedir. Antidepresan ilaçlar başka psikiyatrik hastalıkların tedavisi için de kullanılmaktadır. Psikanalitik teoriler: Psikanaliz insan davranışını geriye doğru incelemektedir. Bilinçaltı süreçlerin çesitli yöntemlerle ortaya çıkarılması yoluyla hedefine ulaşır. Nihai hedefi kişinin farkındalığını arttırmaktır. Tedaviyi bu şekilde yapar. Hastalıklı davranışlarının gerçek sebebinin farkında olan kişi yeni bir yapılanmaya girerek hastalıklı olan davranıştan vazgeçer. Depresyonda olan kişinin yaşadığı deneyimlere göre birçok nedeni olabilir. Örneğin, bebek doğumdan sonra uzunca bir süre birçok algı farklılığından ötürü anne ve kendi bedenini ayıramaz. Bu durum annesinin tüm davranışlarının kendisinden geldiği algısına sebep olur. Örneğin karnı acıktığında içeceği süt hemen geldiyse kendini tümgüçlü, gelmediyse de kendini güçsüz ve değersiz hissedebilir. Anne karnı en sorunsuz bölgedir (bebeğin cenneti). Tüm ihtiyaçlar sorunsuz karşılanır ve tümgüçlülük algısıyla doğar bebek.Yaşamı sırasında yaşanan tüm zorluklar bu algıyı yıpratır. Bu yıpranmayla iyi bir kendilik algısı oluşumu ve kimlik gelişimi çevresel faktörlerden çok etkilenir. Bebek etrafındakilerin bir aynası gibidir. Ayrılma, kayıp, yetersizlik hissi yaratan tüm olaylar kişinin ilk tümgüçlülük algısını bozabilir. Bu algı bozulmasına uygun adaptasyon yanıtı verilemediğinde de çeşitli hastalıklar ortaya çıkabilir.

22


Evrimsel teorilere göre depresyon: Depresyon yanıtı zor stresli bir duruma karşı verilen bir içe kapanma davranışıdır. Kişi, zorluğa karşı savaşma gücü kalmadığında çevresine artık “oyunda yokum” yanıtını verir. Gücü yeterli olmayan birinin oyunda kalma konusunda ısrar etmesi hastalıklı bir tutumdur, çünkü kaybedeceği kesindir. Bu durumda az önce gördüğümüz depresyonun belirtileri kişinin gücü kalmadığında yeniden güçleninceye kadar bekleme aşamasındayken kendini savunma düzenekleridir. İçe kapanan kişi yani depresyon belirtileri gösteren kişi eğer farkındalığı yüksekse (sorunun sebebiyle ve çözüm alternatifleriyle ilgili blokajsiz düşünebiliyorsa ki bu durum da kişinin kendi geçmişindeki mikrotravmalarıyla iyi başedebildiğini gösterir) kendiliğinden iyileşebilme olasılığı daha yüksektir. Eğer farkındalığı yüksek değilse, depresyon hastalığının görülme oranı daha büyüktür. Evrimsel teoriye göre depresyon tamamlanması gereken ve kişiyi eğitici bir süreçtir. Depresyondan çıkan kişiler eski durumlarından daha güçlüdürler ve kendileriyle ilgili farkındalıkları daha fazla gelişmiştir. İnsanın temel ihtiyaçları: Sağlıklı bir ruh ve beden dengesi için insanın temel ihtiyaçlarının bilinmesi gerekmektedir. Önce sağlıklı bir insan psikolojisini tanımlayalım: Abraham Maslov sağlıklı insanı şöyle tanımlamaktadır: 1. Gerçekliğin algılanmasında üstünlük 2. Kendini, başkalarını ve doğayı benimsemede gelişmişlik 3. Gelişmiş bir kendiliğindenlik 4. Soruna odaklanmada gelişmişlik 5. Özel yaşama ve bağlantısızlığa daha düşkün olma 6. Daha fazla özerklik ve kültürel biçimlemeye direnme 23


7. Değerlendirmelerde yenilik ve duygusal tepkilerde zenginlik 8. Doruk deneyimlerin daha çok yaşanması 9. Kendini İNSAN AİLESIYLE daha özdeş hissetme 10. Değişik (gelişmiş) insan ilişkileri 11. Daha demokratik bir kişilik yapısı 12. Çok gelişmiş yaratıcılık 13. Değer sisteminde çeşitli değişiklikler Bu özelliklere sahip insanın gelişiminde doyurulması gereken ihtiyaçları da Maslov ihtiyaçlar piramidi geliştirerek tanımlamıştır.Göçmen bir kişinin göç ettiği yere adaptasyonuyla ilgili süreçte ihtiyaçlarını tanımlamak açısından da çok kullanışlı olduğunu düşünüyorum. İhtiyaçlar piramidini asağıda göçmenlerin adaptasyon evresinde anlatacağım.

GÖÇ Göç, kişilerin yerleşmek amacıyla bir yerden başka bir yere gitmeleri hareketine verilen addır. Bu hareket ülke içinde olursa iç göç, ülkeler arasında olursa dış göç veya uluslararası göç olarak adlandırılır. Göçten, hem yer değiştirenler hem de göç edilen ülke etkilenir. Göç edilen ülkede en az bir yıl kalmak göçmen tanımlaması için gereklidir. Göçün tamamlanması sırasında üç evre tanımlayabiliriz: 1-Göç öncesi karar verme evresi 2-Göç edilen evre 3- Adaptasyon evresi

1-Göç öncesi karar verme evresi: Karar verme evresinde göçün sebepleri önemlidir.Göçün sebepleri: ● Ekonomik, ● profesyonel, ● evlilik,ilişkisel ● eğitim, ● savaş, ● kötülük görme,(dini, kan davası, ırkçılık..) ● Sığınma (hukuki) olabilir. 24


Sebeplerine göre karar verme evresinde göç etme kararı kişinin ruh durumunda önemli bir rol oynamaktadır. Zorunlu göç durumlarında kişinin ayrılma kararı daha çok kayıp olarak yaşanır. Hazırlık süresinin kısalığı ayrılma kararının tam olgunlaşmadan göç edilmesine sebep olabilir. Yoğun anksiyete (sıkıntı,bunalma) görülebilir. Sürekli yer değiştirmek durumunda olan birinin ise yüksek bir olasılıkla tam bir ayrılık yaşamaması beklenir. Dolayısıyla gittiği yerde aidiyet duygusunun gelişmemesine, bu durum da adaptasyon sürecinin uzamasına sebep olabilir. Kişilik özellikleri çok etkili bir faktördür. Çocuklukta ayrılma travması, yakın dönemde yas yaşamış olmak gibi faktörler ayrılma kararını olumsuz etkiler, istenilen bir göç bile olsa ayrılık patolojik(hastalıklı bir süreç gibi) yaşanabilir. 2-Göç edilen evre : Göç edilen evrede göç eden kişilerin nasıl geldiği; çocuğunu, ailesini bırakarak mı, yanında alarak mı, yoksa genç ve bekar olarak mı gelindiği önemlidir. Sosyal destek sıkıntıları azaltacağı gibi, fazla sorumluluk da arttırabilir. Gelinen şartların hayal kırıklığı mı yoksa beklentilerinin üzerinde bir doyum mu oluşturduğu da ilk dönem tepkileri için önemlidir. Göç öncesi yaşanan yerle olan olumsuz farklılıkların fazla belirgin olması bu evrenin en büyük sıkıntılarındandır. Kişinin yoğun korku yaşamasına sebep olabilir. Daha önceden tanınan bir yere, ya da birine gidilmesi genellikle olumlu bir etkide bulunur. Göç eden kişinin ülkede resmi olarak yaşayabileceğini onaylayan tüm kartlar (kimlik oturum kartı, çalışma kartı, pasaport) kişinin bulunduğu yere güvenmesi ve oraya ait hissetmesi açısından çok önemlidir. Gelinen ülkenin dilini bilmemek kişinin kendine olan güvenini en çok azaltan faktörlerdendir. Kendini ifade edebilme ihtiyacı kişinin en temel ihtiyaçlarındandır. Bunun eksikliği adaptasyon probleminin en temel nedenidir. Ülkenin göçmenlere tutumu, yürüttüğü politika, ülkede göçmenlerin sayısı gibi faktörler de kişinin ruh sağlığına etki eden faktörlerdendir. 3-Adaptasyon evresi: 25


Adaptasyon evresi yerleşme sürecine denk gelir. Daha önce de bahsettiğim Abraham Maslow’un tarif ettiği insanın yaşam piramidinin basamaklarını izler.

Fiziksel ihtiyaçların karşılanması , güven oluşumu, aidiyet ve sevgi gelişimi, değer görme ihtiyacı ve kendini gerçekleştirme evresiyle tamamlanır. Gelinen ülkede hangi basamakta sorun yasadıysak, göç edilen ülkede o basamaktan yukarıya çıkmak zorlaşmaktadır. Örneğin güven sorunları yoğun olmasına rağmen kısmen de olsa doğduğu ülkede sevgi ve aidiyet duygusu geliştirmişse kişi, sevgi ve aidiyet duygusunu doğduğu ülkede bırakıp ve göç edilen ülkede aidiyet ve sevgi hissetmekte başarılı olamıyor. Adaptasyonun bir başka önemli koşulu da göç edilen ülkede bireysel olarak var olabilmek yani piramide göre kendini gerçekleştirebilmek. Burada iki faktör var: 1-Gelinen ülkenin sunduğu imkanlar 2- Gelen kişinin kişisel yeterlilikleri 26


Ülke göçmenlere iyi imkanlar verebilecek yeterliliğe ve özveriye sahipse, kişi bu ülkedeki imkanları kullanabilecek donanıma sahipse ve psikolojik ihtiyaçlar listesindeki alt basamaklara takılmadıysa kendini gerçekleştirme yolunda ve uygun adaptasyon sürecinde ilerleyebilir.

GÖÇ DEPRESYONU Göç depresyonu adaptasyon evresinde ortaya çıkmaktadır. Kişinin kararını değerlendirği evredir ve ilk geliş sürecini,yerleşimini kısmen de olsa tamamlamıştır. İlk dönemde yaşanan ruhsal sıkıntıyı daha çok anksiyete bozuklukları şeklinde gözlemlemekteyiz. Bu depresyonu evrimsel teoriye göre değerlendirirsek, yoğun stresten kişinin uzaklaşması durumunda değerlendirme yaptığı, güç toplaması evresi diyebiliriz. Daha önce anlattığım tüm risk faktörlerine göre şiddeti değişmektedir. Hangi ihtiyaçların doyurulabildiği, göçün diğer evrelerinin nasıl geçirildiği ve kendi ülkesindeki ihtiyaçlarının ne düzeyde karşılandığı önemli etkenlerdir. ● Eğer geçmiş travmaların yarası açıldıysa daha şiddetli yaşanabilir. ● Eğer geçmişte bir psikiyatrik bozukluk yaşandıysa bu dönem onu şiddetlendirebilir. Göç depresyonundaki semptomlar daha şiddetli yaşanmaktadır. Çünkü dış göç bir yeniden doğumdur. Bizi biz yapan taşlar temelden yerinden oynayabilir. Konuşmayı öğrenmemiş, sosyal kodları tanımayan, ama yeniden doğumuna da kendisi ve çevresinin tolerans göstermediği erişkin bir bebek olarak bulabilir göçmen kişi kendini. Olduğumuz kişiyi ifade edemediğimiz gibi, bizi biz yapan sosyal çevremiz de ayna görevini yerine getiremez. Yeni boy aynasında kendimizi daha küçük görebiliriz. Tüm bu yıpranmalar bizim kendimize yeni sorular sormamıza neden oluyorsa, yeniden yol bulmamızı sağlayabiliyorsa,

27


kendimizi gerçekleştirebileceğimiz bir yolda yürümemize yardımcı oluyorsa adaptasyonumuzu tamamlıyoruz demektir. Evrimsel teorinin dediği gibi bir kabuk daha atıp bir üst duzey insan olma yolunda başarı elde ettik diyebiliriz. Depresyon, göç ve göç depresyonuyla ilgili bu bilgileri bilmemiz, bu tanımlamaların farkında olmamızın önemi: 1. Sorun yaşayan kişi bizsek eğer sebebini anlayıp çözüm yolunu daha kısa zamanda bulmamıza, bu sorunları yaşadığımız için kendimizi suçlamaktansa kendimizi anlamaya çalışmamıza yardımcı olabilir, 2. Sorun yaşayan kişi bir yakınımızsa, onu suçlamadan, dışlamadan, eleştirmeden çözümüne yönlendirmemizi sağlayabilir, 3. Toplu olarak göç depresyonu konusunda bilinçlenip toplu olarak hareket etmek ve çözüm üretmemize yardımcı olabilir. Göç depresyonu yaşayan kişiler tedavi olmadıklarında, iyileşemediklerinde: 1. Bulundukları toplumun dışına itiliyorlar 2. Aidiyet ve sevgi duyguları gelişemediği için, kendilerini dengeli bir şekilde gerçekleştiremiyorlar 3. İhtiyaçları tamamlanmayan bu grup, grup depresyonu özelliği gösterip, mutsuz, içe kapanık, üretemeyen, bilişsel olarak gelişime kapalı ve umutsuz bir grup tablosu çizerek hem kendine hem de bulunduğu ülkeye zarar vermektedir. Toplum psikolojisini iyileştirme çabaları çok değerli ve önemlidir. Bunu desteklemek, çocuklarımızın huzurlu, güven ve sevgi ortamında gelişmesini sağlayacak, meslek sahibi olmalarında ve üretime katkılarında, kendilerinden memnun olmalarında şüphesiz kolaylık sağlayacaktır. İleri okumalar için Kaynaklar: 1- Psychopharmacologie Essentielle, S.Stahl, 2002 2- DSM V, American Psychiatric Association, 2013 28


3- Entagrasyonun Otesinde Türkiye’den Fransa’ya göç ve göçmenlik halleri, Didem Danis, Verda Irtis,2008 4- Medikal ve psikososyal açıdan göç olgusu, Prof.Dr.Ibrahim Balcioglu,2002 5- İnsan Olmanın Psikolojisi, Abraham Maslow, 2001 6- Türk Grup Davranışı,Erol Goka, 2006 7- Darwinian Psychiatry, michael mcGuire, Alfonso Troisi,1998 8- Etre humain: la nature humaine et sa plenitude,Abraham Maslow,Eyrolles, 2006

29


PARİSTE YAŞAYAN TÜRK KADIN SANATÇILARDAN

MERAL SARIALI

1974 yılından bu yana Paris’te yaşayan ve seramik sanatçısı olarak kendini Paris’in Chatillon isimli banliyösünde kabul ettirmiş olan Meral Sarıali’yi sizlerle tanıştırmak istedik. Meral hanım kendi ağzından Paris’e nasıl geldiğini ve sanatçı kimliğiyle göçmenliğini nasıl yaşadığını bize anlatıyor. “Ben Afyon da doğdum, 10 yaşına kadar orada yaşadım. Babam öğretmendi 1956 da Izmir e tayin olduk. Ortaokul ve Liseyi Izmir de bitirip, Tatbiki Güzel Sanatlar Akademisnde okumak üzere Istanbul a geldim. 1974 yılında Seramik bölümünden mezun oldum. Mezun olmadan 1 yıl önce Paris e geldim ; hedefim bir seramik fabrikasında staj yapmaktı. Fabrikanın bulunduğu yer Paris e uzaktı ve Paris bana daha enteresan geldi. Bir de arkadaşım Paris deydi. 3 ay Paris de kaldım sonra dönüp son senemi bitirdim ve 1974 senesinde evlenip Paris e yerleştim. Geldiğimde hiç fransızca konuşmuyordum. 4 sene sonra mahallemizde bir seramik atölyesi buldum. Sırf biraz çamurla oynayabilmek için para ödeyerek haftada 2 kere oraya gidiyordum. Daha sonra eşimin sahibi bulunduğu restoranın üst katında depo olarak kullanılan bir oda vardı, orayı boşalttım ve orada seramik yapmaya başladım.

30


Anadolu Kültür Merzindeki sergimi orada hazırladım. 1992 senesinde eşimi kaybedince atölyemi evime taşıdım. Bu arada Chatillon Belediyesinde işe başladım. Aynı yerde bir de atölye verdiler bana, bugün hala Chatillon da sürdürüyorum çalışmalarımı. Chatillon toplumunda kendimi çok iyi hissettim, beni hemen benimsediler, hiçbir şekilde hiç kimse beni dışlamadı. Sanatçı olmam göçmenliği, başkalarına göre daha kolay yaşamamı sağladı. Sanat eğitimi yapmış olunca, toplumun bakış açısı farklı oluyor herşeyden önce. Açıkça söylemek gerekirse göçmenliğin acısını duymadım. Paris bir sanat şehri ve ben bunu bir şans olarak kabul ettim. Tabiki memleketimden uzak kalmak, günlük yaşantısına katılamamak bir eksiklik yarattı, bunun üzüntüsünü de yaşadım ama Paris deki hayatım öyle doluydu ki pek üzerinde durmuyordum. Zaten her yıl en az 1 kere Türkiye ye gittim, ailem buraya gelebildi. Bu sebeple kendimi ayrıcalıklı kabul ediyorum. Türkiye ile ilişkimi hiç kesmedim. Seramik çalışmalarımda Türkiye den Osmanlı geleneklerinden elbette etkileniyorum otomatik olarak çıkıyor bu; ben, o kültürün, o motiflerin içinde büyüdüm. eski Türk-Osmanlı, Selçuklu seramiklerinden esinleniyorum, ama onları olduğu gibi almak değil amacım; çünkü onları yapanlar çok güzel yapmışlar zaten zamanında. Amacım; onları yaşatmaya devam etmek fakat çağa uyarlamak, biraz modernize etmek. Dekoratif obje ve heykel çalışmalarımdan sonra uzun yıllardır modern duvar panoları çalışıyorum. Bunlar genelde ahşap görünümlü seramik panolar, ayrıca çalışmalarımda yaprak ve kumaş dokularından da yararlanıyorum.” Meral Sarıali’den seramikler... Kapı..

31


Objeler...

32


Pano...

33


Kitap‌

34


MERAL SARIALİ 74 Bd.deVanves 92320 Châtillon 0146558592 Exposition de groupe : 1991 - Place de Vosges Paris 1991 - Salon des Artistes Châtillonnais 1992 - Salon des Artistes Châtillonnais 1993 - Centre Culturel Boulogne Billancourt 1993 - Salon des Artistes Châtillonnais 1994 - Salon des Artistes Châtillonnais 1996 - Unesco à Paris 1997 - Salon des Artistes Châtillonnais 1998 - Salon de la Mairie de 12 éme à Paris 1998 - Exposition des ancien élèves de beaux arts appliqué à Ankara 1998 - Salon des Artistes Châtillonnais (prix du jury)

35


1999 - Salon de Vanves 1999 - Salon des Artistes de Fresnes 1999 - Maison des Arts de Châtillon 2000 - Centre Européen de la Jeune Création à Strasbourg 2000 - Centre Culturel de Diest en Belgique 2001 - Musée du folklore à Gand en Belgique Exposition Personnelles : 1994 - Centre Culturel d'Anatolie 1995 - Hôtel de Ville de Châtillon 2001 - Elele ( association sociaux culturel à Paris ) 2009 - Elele ( association sociaux culturel à Paris ) 2013 - À la maison des arts de Châtillon

36


SEMİHA EVCİMEN

SEMİHA EVCİMEN in Sanatı Köklü bir gelenekten beslenen EVCİMEN in sanatı doğu mistisizminin az ve öz anlayışının içtenliği ile biçim kazanıyor. Ağırbaşlı renk düzenlemelerinin ardından çıkan ve çok derinlerden gelen Kaligrafik ürpertiler; kendisini ve yaşam biçimini belli bir düzen içinde sınırlandıran doğu geleneğinin şiirsel iç dünyasını belirliyor. Sade olan yaşama da en yakındır. Yaşamın da kendisi soru sormaz, sadece olagelir, oluşlarla sürer. Düş kuran insanoğlu yaşamın renginin ve oluşlarının ardında farklı fanteziler arar. Kimi hayat denen bu nehirin sularında bir çengel olup, her olaya bir neden, bir karşılık arar ve acılara, sorunlarla bir gerçeklik aratır. Kimi, o sularda bir halka gibi gelen olayların nedenine takılmaksızın onları kabul eder ve onları yaşar. EVCİMEN in tablolarında renklerin ağırbaşlı sadeliği içerisinde küçük sevinçler yapan, parıldayan heyecanların bir kabulü ve birlikteliği var. Yaşamın getirdiği herşey onunla barışmış; bir sanatçının kabulü ile insancıl, sıcak ve samimi sanat eserlerine dönüşüyorlar. Hikmet Karabulut

37


38


39


Semiha EVCIMEN 2 rue la fontaine au tonneau 93150 Le blanc-Mesnil Paris FRANCE Tel : + (33) 1 45 91 02 92 mobile : + (33) 6 10 62 09 36

Exhibitions

Year 1979 1980 1980 1980 1980 1980 1981 1982 1982 1982 1983 1984 1984 1985 1986 1987 1990 1995 1998 1999 2001 2002 2003 2003 2005 2005 2007 2008 2009-2010

Location Parc zoologique «la jeune peinture, salon 30 » Parc Floral « la jeune peinture, salon31 » Galerie de la maison des Beaux-Arts Galerie Orly Salon de Mai au Grand Palais Galerie des Beaux-Arts de Damas Galerie des Beaux-Arts « Original Art Dialogue » Chapelle des petits Augustins Galerie Bulloz Galerie Bulloz « 16 lithographies » 6ème Biennale Européenne de la Gravure Galerie Municipale Galerie l’Arcade Musée de la Sculpture et de la Peinture Concours Viking : mention Galerie Palet Espace de l’Assurance Générale de France Association des Travailleurs Turcs Association des Travailleurs Turcs (dans le cadre de la journée de la femme) Forum Culturel Nueii-sur-Argent Lineart Gent Regards de femmes exposition « Expression de femmes des deux rives » Translated worlds «18 Femmes turques et l’art contemporain »Château de Bressuire 17ème foire de l’art d’Istanbul « TUYAP » « RECTO VERSO » Forum culturel la petite galerie paris3-12 décembre

City Paris Paris Paris Paris Paris Syrie Cannes Paris Paris Paris Paris Mulhouse Dourdan Paris Ankara Eskisehir Paris Paris Strasbourg Le Blanc-Mesnil Deux-Sevres Gent(Belgique) Paris 10 Paris 10 Londre France Istanbul Blanc-Mesnil Paris

40


SEDEF ECER

Yazar, yönetmen, oyuncu, kadın ve anne kimliklerini Türk ve Fransız kültürüyle harmanlayıp binbir renk oluşturarak üreten, Amin Maalouf'un tanımladığı "Ölümsüz Kimlik"lere güzel bir örnek olan Sedef Ecer'i daha yakından tanımak istedik. Fransa'ya gelişi, kalma kararı, zorlukları ve başarılarını konuştuk. 1-Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? “Kısaca” tanıtmak zor iştir ama deneyeyim: Tiyatro sahneleri ve film setleriyle çocuklukta tanışma. Yeşilçam setlerinde geçmiş bir çocukluk, Galatasaray Lisesi, iki yıl Boğaziçi Üniversitesi, sonra o dönemdeki « kültürel çöl » ortamına dayanamayıp Fransa’ya kaçış : Orada Orléans Üniversitesi, özel tiyatro kursları ve Paris Konservatuarı. Sonrasında aşık olup Paris’te kalış, hala aynı adamla 25 yıllık bir beraberlik ve iki çocuk. Her ev gibi nevrotik tarafları da olan ama genelde eğlenceli ve sıcak bir aile. İş hayatıma gelince, günde on saat ağır işçi gibi mesai yapmak ve mütemadiyen seyahat etmek : Bir yandan Paris-İstanbul hattında, bir yandan da başka kentlere giderken uçaklarda ve hızlı trenlerde ömür tüketmek. Ve yazmak. Durmadan, bıkmadan yazmak. Yazdıklarımın çoğunu atıp yeniden yazmak... İş dışında da her yaştan, her tarzdan harika dostlarla sıkı sohbetler, yemek yapmak, güzel sofralar, sinemaya, tiyatroya, konserlere gitmek. 2- Hangi yaşam olayları Paris'te temelli yaşama kararınızda etken olmuştur? Temelli yaşamak diye bir kararı asla vermedim. Ben « öylece dururken », bir de baktım ki, 28 yıl olmuş. Hala da bu kararı tam olarak vermedim. Belki de çocuklar büyüdükten sonra zamanımı ikiye bölmeyi, yarı yarıya memleketimde yaşamayı seçerim, belli mi olur ?

41


3- Paris'e gelme sürecinizde ve adaptasyon döneminde yaşadığınız duygusal çıkmazlar, en zor anlar nelerdi ve nasıl aştınız? Gelme dönemim çok gençliğe denk geldiğinden ve o dönemde Türkiye de yaşaması çok zor bir memleket olduğundan pek adaptasyon güçlüğü yaşamadım. Heyecanla atıldım Fransa’daki hayatıma. Sonrasıydı zor olan. Çocuklarım olduğunda, hem birdenbire kendimi Fransa’ya « mahkum » hissetmek gözümü korkutmuş olmalı, hem de çocuklarımın Fransızcayı benim ana dilimden daha iyi konuşacakları duygusu endişe yaratmış olmalı ki, bayağı depresif bir dönem geçirdim. Sonra, onlar büyüdükçe, benim de profesyonel hayatım istediğim yöne girince korktuğum her şeyi bir zenginlik olarak yaşamaya çalıştım. 4- Paris'teki göçmenlerle ilgili gözlemleriniz nelerdir? Kimler yaşamaya devam edebiliyor, adaptasyon güçlükleri daha çok hangi sebeplerle ortaya çıkıyor? Dil bence en önemli etken. Eğer yaşadığınız memleketin dilinde « oturabiliyorsanız » o memlekette hakikaten oturabiliyorsunuz. En derin anlamıyla. 5- Göçmen kimliğiniz mesleğinize nasıl bir etki yaptı? Ben bunu aslında bir avantaj olarak yaşıyorum iş hayatımda. İki kültürlülüğün, iki dilliliğin hem acılarını, hem de neşelerini yazdığım oyunlarda kullanmaya çalışıyorum, pek de başarısız olmuyor herhalde ki, oyunlarım iyi tiyatrolarda oynanıyor, doluyor, seyirci ve basından iyi eleştiriler geliyor. 6- İstanbul ve paris şehirleri arasında gözlemlediğiniz farklar nelerdir? O kadar çok ki. Kendi yaşamıma etkisi açısından soruyorsanız eğer, insan ilişkileri galiba. Türkiye’deki sıcaklık, teklifsizlik. Fransa’daki mesafe, ketumluk. 7- Toplumsal ve bireysel yaşam olaylarını mesleğinize taşırken nasıl hareket ediyorsunuz? Oyuncu olarak ve yazar olarak? Benim işlerim zaten hep toplumsal temalardan yola çıkıyor. Önce uzun uzun araştırma yapıyorum, sonra oyunların mimarisini kurguluyorum, sonra da yazma süreci başlıyor. Oyuncu olarak pek cevap veremeyeceğim galiba çünkü son zamanlarda hep kendi yazdığım rolleri oynadığımdan ekstra bir hazırlık yapmama gerek kalmıyor. 42


8- Mesleğinizi kullanarak buradaki Türklerin adaptasyonuna yardımcı olabileceğimiz projeler geliştirilebilinir mi? Olabilir elbette. Teatral egzersisler her zaman psikoloji alanında işe yaramış, kullanılmış. Etkinliği tecrübeyle sabit. Kendine güven üzerine, insan ilişkileri üzerine çalışmak için ideal bir alan. 9- Türk grup davranışı ve Fransız grup davranışı arasında gözlemlediğiniz farklar var mı? Genelleme yapacak kadar yetkin değilim ama kendi ait olduğum gruplara bakarsak, büyük farklar var. Türklerin grup davranışlarında genellikle sıcaklığın, etkileşim hissinin daha fazla hakim olduğunu söyleyebilirim. 10- Ne zaman bir sanatçı mutsuz olur? Buna da genel bir cevap vermeyeyim, ben kendim bile ne zaman mutsuz olurum, onu bile net bir çerçevede bilmem mümkün değil aslında. Ama genelde, (elbette ki herkes için geçerli olan hastalık, yas, ölüm, ayrılık, vs gibi şeyleri bir kenara bırakırsak) oyunlarımın istenmemesi, sahneye konulmayıp unutulması, ya da yanlış bir şekilde sahneye konması, kötü oyuncular tarafından oynanması diyelim... Sedef Ecer, 2014 Mart ayında Suresnes Jean Vilar Tiyatrosu'nda sahnelenen "á la périphérie" isimli oyununda bizi kâh güldürdü kâh ağlattı. Hayallerimizin bildiklerimizle kısıtlı olduğunu, mutluluğun basit olduğunu anlattılar bize tekrar.En derin duygularımızdan birini bir Fransız Tiyatrosu'nda "yiğidim aslanım burada yatıyor" şarkısının Türkçe sözlerinin, duru sesli bir Fransız tarafından söylendiğinde yaşadık. Salonun burnunu çektiğini duyduk... Paris'e gelmeye çalışan ‘PERIFERI’DE ‘ yaşayan insanların hayallerini, hayal kırıklıklarını anlatan oyununda fransızca diyalogların yanında Türk kültüründen çok çeşitli öğeler gördük, duyduk, hissettik… Teşekkür ederiz Sedef Ecer.

43


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.