Haftalık! Alakır vadisinde yapımı planlanan 8 adet hidroelektik santrali (HES)’nden 6’sına sahip olan ‘ADO’ madencilik elektrik üretim sanayi ve ticaret a.ş’nin sahibi Cem Sak’ın vekili Ender Çakmak tarafından, Antalya’nın merkezindeki bir üst geçide asılan ‘DOĞA KATİLİ ADO’ pankartıyla ilgili, Alakır vadisindeki köylerde yaşayan ve ADO’nun vadide yapmak istediği HESlere karşı kanuni hakları doğrultusunda dava açmış bulunan kişiler hakkında savcılığa ‘suç duyurusunda’ bulunuldu. Berlin’de Yunanistan’daki anarşist tutsaklarla dayanışmak adına 3 ATM cihazı ateşe verildi. Otonom bir grup Berlin’deki bu üç kundaklama saldırısını üstlendi. Eylemler Kreuzberg, Friedrichshain ve Neukoelln’de gerçekleşti. Verilen mesaj: “30 Kasım gecesi Friedrichshain, Kreuzberg ve Neukölln’de 3 ATM’yi ateşe verdik. Bizler Yunanistan Devletinin aldığı esirlerle dayanışmamızı ifade ediyoruz. Yunanistan’daki o tutsakların isimleri kalplerimizde sonsuz yerleri var! Özgürlük için! İsyan için! Yanan kalpler grubu” Mersin Limanı’nda gemiden indirilme sırasında kaçan ithal anguslardan biri, girdiği yazıhaneyi birbirine kattı. Yoldan geçen araçlara saldırarak zarar veren angus, bir petrol istasyonundaki sigorta şirketine ait yazıhaneye girerek zarar verdi. Camları kıran ve ortalığı savaş alanına çeviren angus, uzun uğraşlar sonucu pikaptan atılan iple yakalandı. Salıpazarı’da bulunan Orya Enerji önünde basın açıklaması yapacağını duyuran Loç Vadisi Koruma Platformu üyeleri basın açıklamasının ardından “şirket topraklarımızdan gidene kadar buradayız” diyerek kaldırımlara oturdular. Orya Enerji’nin Loç vadisinde yapmış olduğu inşaatın pek çok hukuk kurallarını hiçe sayarak ve imar izni olmadan başladığına işaret etmek isteyen köylüler şirket önünde İmarsız taşınmaz olmaya geldik dediler ve oturma eylemine başladılar. Oturma eylemi sırasında bir çok grup Loç Vadilileri ziyarete gelmeye başladı. Eylem halen sürüyor. Doğası ve toprakları için mücadele eden köylüler dayanışma bekliyor.
15 Aralık 2010
Medrano Sirki Protestosunda Arbede ve Loç Vadisi Direnişiyle Dayanışma Hayvan Özgürlüğü İnisiyatifi ve Direnişin Ritmi, hayvanlara uygulanan işkence ve zulmü protesto etmek için Maçka Küçük Çiftlik Parkı’nda bulunan Medrano Sirki’nin önünde eylemdeydi. Protesto eylemi sırasında sirk girişine doğru yürüyüşe geçen eylemcilere sirk görevlileri saldırdı. Saldırıya karşılık veren eylemciler slogan ve ritimleri arttırarak sirkin önünden gitmemeye ve hayvan zulmünü teşhir etmeye kararlı olduklarını gösterdiler.
E
ylemde “Sirkler eğlence değil işkencedir. İnsana, hayvana, gezegene özgürlük” yazılı pankart açan kara ve kara/yeşil bayraklı eylemciler, “Sirklere gitme işkenceyi engelle”, “Sirkleri kapatın hayvanları bırakın”, “Katil Medrano yeryüzünden defol”, “Zulme Karşı Doğrudan Eylem!”, sloganları attı. Eylemciler sirklerin, insanların gözlerinden ırak hayvanlara uyguladığı zulüm ve işkenceyi teşhir etmek için hazırladıkları 10 litrelik kırmızı boyaları Medrano sirkinin önüne dökmesi üzerine sirk çalışanları aralarında yeniden gerginlik tırmandı. yumruklaşmaların başlamasıyla arbedeye dönüşen eylemde; polislerin, eylemcilerden bir kaçının sirk çalışanlarınca içeriye çekilip darp edilmesine uzunca bir süre seyirci kalması dikkat çekerken, yaralanmalardan sonra sivil polislerin araya girmesiyle gerginlik yatıştı. Basın açıklamasında, hayvanlara yönelik zulüm ve işkenceyi eğlence olarak sunmakla suçladıkları sirki protesto için toplandıkları söylendi. Sirklerin hayvanlara yapılan zulüm, zorlama, tutsaklık ve işkence merkezli olduğu ifade eden eylemciler açıklamalarında, “Bu ticarethaneler, eğlenceyi değil, zulmü ve işkenceyi pazarlar. Çivili sopa, kırbaç, elektro şok çubuğu, kanca gibi işkence aletleri kullanılarak bir eğitim sürecine zorlanan, ardından işe yaramayacak hale gelene kadar kullanıp atılan, öldürülen, açlıkla ve kırbaçla terbiye edilen hayvanlar, parlak albenili, ışıltılı gözüken kıyafetler ve süslerle donatılıp eğlence sektörünün kölesi haline getiriliyor” dedi. Eylemde ayrıca polisin geçen hafta bir öğrenciye saldırarak bebeğini katletmesine gönderme yapmak üzere bazı eylemciler hamile kılığına girdi, bazıları ise “Hamileyim, Eylemdeyim” dövizleri taşıdılar. Açıklama devam ederken yerdeki kırmızı boyaları su dökerek temizleyen sirk görevlileri, süpürge ile boyaları hayvanseverlere atması üzerine yeniden gerginlik yaşandı. Durumu attıkları sloganlarla ve hayvanların nakliyesi için kullanılan tırların ve sirk tabelasının üstüne yazılama yaparak bir süre daha protesto eden eylemciler daha sonra eylemlerine son vererek, Salı Pazarı’nda bulunan Orya Enerji’nin önünde Loç Vadililerin HES’lere
karşı 4 gündür sürdürdüğü oturma eylemiyle dayanışmak üzere sirkin önünden ayrıldı. Orya Enerji’nin önüne kadar yürüyen eylemciler doğayı yok eden Orya Enerji’ye karşı Loç Vadisi halkının yanlarında olduklarını ifade ettiler. Bir süre Direnişin Ritmi’nin çalmasının ardından oturma eylemi Pazartesi yeniden başlamak üzere sona erdi. Eylemde okunan bildiri: İstanbullular, 9 Eylül’den bu yana 137 yıldır sömürüyle, kölelikle ve hayvanlara uyguladığı şiddetle ayakta duran Medrano Sirki’nin sunduğu gösteriler ile kahkahaya boğuluyor, heyecanlanıyor, eğleniyor. Bugün burada hayvanlara olan zulmü ve işkenceyi eğlence olarak pazarlayan tüm hayvanlı sirkleri protesto etmek, bu zulüm merkezlerindeki sömürüyü teşhir etmek amacıyla toplandık. Sirkler, hayvanlara yapılan zulüm, zorlama, tutsaklık ve işkence merkezidir. Bu ticarethaneler, eğlenceyi değil, zulmü ve işkenceyi pazarlar. Çivili sopa, kırbaç, elektroşok çubuğu, kanca gibi işkence aletleri kullanılarak bir eğitim sürecine zorlanan, ardından işe yaramayacak hale gelene kadar kullanılıp atılan, öldürülen, açlıkla ve dayakla terbiye edilen bu hayvanlar; parlak, albenili, ışıltılı gözüken kıyafetler ve süslerle donatılıp eğlence sektörünün kölesi haline getiriliyor. Hayvan Özgürlüğü İnisiyatifi olarak özgürlük için, insanın insana uyguladığı; insanın hayvana uyguladığı ve gezegen üzerinde kurduğu tüm tahakküme karşı herkesi direnişe çağırıyoruz. Özgürlüğün bir parçası, hayvan özgürlüğü için; Bu işkencehanelerin ayakta kalmasına seyirci kalmayın, işkencehanelere destek olmayın, bu zulmün devam ettirilmesine ortak olmayın, çocuklarınıza eğlence olarak zulmü izlettirmeyin. Hayvan Özgürlügü İnisiyatifi hayvanozgurluguinisiyatifi@gmail.com Not: Şu anda karşımızda bulunan polis, geçen hafta, 300 metre yakınımızda devlet şiddetiyle bir kadının karnındaki bebeğini öldürmüştür. Bu olayı da şiddetle kınıyoruz.
1
Benimle konuşmaya devam et
Alfredo M. Bonanno
Kendi kendini ve diğerlerini anlamayla yüzleşmek; varlığını farketmenin şüphelenilmeyen görünümü, sıklıkla keşfedilir. Hakkında çok az bildiğimiz bir sorunla ya da daha önce hiç tanışmadığımız bir insana yaklaştığımızda, bir panik duygusu hissederiz (ya da sevinç. Hiçbir zaman tamamiyle net olmayan ince bir farklılık) Onu çözmeyi başarabilecek miyiz? Kendimize sorarız. Ve cevap her zaman olumlu değildir.
B
ir çok zaman “yabancıya” şüpheyle bakarız, şüphe henüz sistemleştirilmemiş farklılıkta her zaman var olur. Bu “yabancı” bizi nereye götürecek? Kesinlikle yeni şeylere doğru, ve bunlar ne gibi olacaklar? İyi ya da kötü olabilirler, ama onlar bizim dengemizi, nahoş bir uyanma ve sonrasında sıklıkla yarattığımız uykumuzu (ve düşlerimizi) altüst ederler. Bundan, tamamiyle daha gerekli olan kendimizi ortaya çıkarmamamız. Kişisel dünyamız, bizim kendi dünyamız, tehlikeye atıldığından beri bilinmeyene riski göz aldığımızda, onu ölümüne savunmaya hevesliyiz; riskin sınırları duygusuzlaşıyor ve açıklayıcı bir şema öneriyor. “Yabancı”, insan ya da problem olsun, bu yüzden kendi şemalarımızın dünyasında kataloglu; yapıda varolan biçimi seyreltiyoruz, onu zorla bastırıyoruz, ötekinin bizim ihtiyaçlarımıza boyun eğmesini bekliyoruz. Böylece, “onu” ayinsel davranışta öldürdükten sonra, biz, katiller olarak kendi kapasitemizin limitleri içinde yapabilir oluyoruz, onu kendi amaçlarımıza uyumlulaştırarak, kapsayıcı arzularımızı, düşlerimizi ve uykumuzu bile beslemeye devam edip. yeniden üretiyoruz. Ve kesinlikle en kötüsü olmayan bu yolla, bazılarımız, kendimizi, düzenlemenin kozalağına sarmalıyor, yargılıyor ya da onun farkında bile olmadan yargıyı erteliyor. Ama gündelik pratikte, bu erteleme, onu şiddetle yapmaya ihtiyaç duymadan kendi kendine bizim görüş sahamızda her zaman diğerine güvenle ifade edililiyor. Bu durumlarda, olmadığında varolmadığı gibi ortaya çıkabilecek olan, ahengi bulmaya genel gülünç bulma duygusu yardım ediyor. Lütfen, düzen için senin hakaretinin bağırışı olmasın; bana senin hayat dolu bir yaşama şeklini, dans eden niteliksel mantığını göstermen yeterli, düzenin ve hareketsizliğin mecburiyet adetini değil. Yani, bana bunu mantıkla, dikkatli bağlantılarla göster. Lütfen, bana
2
deli olduğunu söyle, tıpkı benim gibi, ama bunu açıklıkla söyle. Lütfen, bana karanlığın tüyler ürpertici berbatlığından bahset, ama gün ışığında söyle bana bunu, böylece görebilirim; benim eğitilmiş olduğum katı dilde temsil edilmiş olarak, burada ve şimdi. Yıkıma dair nağmelerinle cesaretlendir beni -onlar benim kalbimin ihtiyaçları olan tatlı ninniler- ama onlardan derli toplu bir biçimde bahset, böylece ben onları anlayabilirim ve yıkımın ne olduğunu anlattıklarından teşekkür edebilirim. Yani, kelimelerin bana iyice, derli toplu bir biçimde ulaşmasını istiyorum. Eyvah, eğer bağırmaya başlarsan, daha fazla dinlemeyeceğim. Yıkmak iyi, fakat mantığın tesir ettiği bir sırayla. Yoksa, herşeyin anlaşılamaza karardığı tekrar edilemez kaosun içine gireriz. Evet, varsayalım, bir festival gününde bir Cezayirli pazarındaki kafa karıştırıcı bağırışlar sayesinde bile birşeyler bana ulaşabilirdi, ama ben bu hayata, bu sağı solu belli olmayan ve uçup giden dansa, “yabancının” bu umulmadık görünüşüne alışık değilim. Bu yaşam biçimi anahtarını, tamamiyle yakınlıktan oluşmuş bu dili, benden önce koyman gerekli. Konuş bana, yalvarıyorum sana, böylece; kelime, benim ve dünya arasında zaten varolan göbek bağına dönüşüyor, böylece, hiçbirşey birden kaosun karanlık boyutunun içine atılmış olarak kendini göstermiyor. Bana aşktan bahset, senin aşkından, benim için, mümkün olan her türlü aşktan, en uzak ve anlaması zor olan dahil, iç sıkıntısıyla süren aşkın şiddetinden, şiddet ve ölümden, ama, onu aklın gözleriyle görebilmeme izin vererek, aşkın hapsedilmesinden bahset, çamurlu ve bozulabilir kelimeler dünyasında tutsak edildiğinden. Ondan dikkatlice bahset bana, sana yalvarıyorum, böylece kalbim onun yankılarını taşıyabilir. Sonra, ondan bir yaşam biçimi yapacağım. Ve gerçekten, bana ondan bahsettiğinden beri, aşk bana yakın olacak ve kendimle beraber onu her yere taşıyacağım, biri-
nin; cebinde birisinin bıçağını taşıması gibi, güvenlik sağlayan ağır bir eşya gibi. Şu diğer ihtimale olduğu gibi, birden gözlerimin önünde kendini gösteren o kadın; şu “yabancı” gibi, gecenin karanlığındaki bir hırsız gibi, burada artık beni çağırmıyor, gece hala benimle konuşabilecek görkemli feryadını terkediyor. Bana gelecek toplumdan bahset, anarşiden, senin ve benim inandığımızdan, bana onun belirsizlik koşullarını tarif et, öngörülemez insan ilişkilerinin tüm kısıtlamalardan tamamen kurtarıldığından; senin dinginliğinle, inandırıcı kelimelerle, ipini koparıp kaçan; duyguların kışkırtıcılığını anlat bana, bir günden ertesi güne kaybolmayan yıkım için nefret ve arzudan, sonunda geçmişin tüm kabuslarından farklı olan, toplumun damarlarında akan ve yayılmasını durdurmayan korku ve kandan bahset. Söyle bana, sana yalvarıyorum, ama beni ürkütmeyen bir yolla yap, ondan derli toplu bir şekilde bahset bana, ne yapacağımızı konuş benimle, sen ve ben, ve diğerleri, ve yoldaşlar, ve hiç yoldaş olmadıklarımız, ama bir andan diğerine anlayanlar, hep beraber, kurarak, şimdi biraz, biraz burada, azar azar, herşey hayattayken, yani gerçek hayat, yine güzelleşmeye başlıyor. Fakat, bana onu anlaşılabilir mantıkla anlat. Senin içinde haykıranı benim kulağıma haykırma, korkutuyor beni. Onu kendine sakla. İhtiyaçlarını ve fikirlerini -benim fikirlerimle birlikte- düzenleme zorluğunu kendin sürdür. Benim arzularımın her türlü kabulünden seni uzağa yönlendiren boyun eğmez kuvveti kendine sakla, yine de senin kendi bastırılamaz oluşun, aynı benim gibi, tüm düzenlemeye muhalif. Bana tüm bunları söylemeyerek, beni korkutmayı durdurabilirsin. Yalvarıyorum sana, bana daha fazla endişe edilecek birşeyler verme. Çeviri: Emre Özkapı Kaynak: Canenero, Kara Köpek (1994-1997)
İtalya’da polis öğrencilere müdahale etti
Erkek-Devlet Şiddetine Karşı Kadınlar Meydandaydı
İ
talya’da üniversitelere yönelik reform tasarısını ülke genelinde protesto eden öğrencilere başkent Roma’nın belirli bölgelerinde polis müdahale etti. Kara Blok ve militan eylemcilerin öğrenci yürüyüşlerine katılmasıyla polisle çatışmalar meydana geldi. Roma - Temsilciler Meclisi civarındaki bazı sokaklarda, Roma’nın alışveriş mekanlarından Corso caddesinde göstericiler ile polis arasında yaşanan çatışma, ortalığı savaş alanına çevirdi. Çatışmalarda öğrencilerin yanı sıra güvenlik güçlerinden de yaralananlar olduğu ve 10 öğrencinin gözaltına alındığı açıklandı. Polisin müdahalesinden sonra öğrenciler, Corso caddesi ve Popolo meydanındaki bazı mağazaların ve araçların camlarını kırdı, bankamatikleri tahrip ederek çöp konteynırlarını ateşe verdi. Polis ve göstericiler arasındaki kovalamaca zaman zaman ara sokaklarda da devam ederken, Babuino caddesinde mali polise ait bir otomobil ve bir kamyonet öğrenciler tarafından ateşe verildi. Babuino caddesindeki arbede sırasında başından yaralanan bir kızın hastaneye kaldırıldığı belirtildi. Göstericilerin Ulpiano caddesinde Sivil Savunma Müdürlüğü’ne ait bir binaya da taşlar, yumurtalar ve motolof kokteylilerle saldırdıkları, ancak bina sakinleri arasında yaralanan olmadığı ve saldırının püskürtüldüğü kaydedildi. Protestocuların yoldan söktükleri trafik levhalarının boruları, ellerindeki sopalar ve taşlarla etrafa dehşet saçmaya başlamalarından sonra, Corso caddesindekiler başta olmak üzere, esnafın kepenk indirerek dükkanlarını ve kendilerini koruma altına almayı yeğlemeleri dikkat çekti.
Yunanistan; Savaştayız:
Politik Tutuklamalar ve Devlet Terörizmi
K
4 Aralık günü Tayyip Erdoğan’ı protesto etmek için toplanan öğrenciler polis tarafından şiddete uğramış,19 yaşında hamile bir kadın ise polise ‘hamileyim, vurmayım’ demesine rağmen polis kadının kasıklarına ve karnına vurarak çocuğun düşmesine neden olmuştu.
B
ugün kadınlar erkek-devlet şiddetini protesto etmek için galatasaraydan taksime yürüdüler. Anarşist kadınlar da kara bayraklarıyla yürüyüşe destek verdiler. Eylemde Anarşist kadınlar sık sık ‘her devlet katildir, her polis katildir’ sloganları attılar, yürüyüş güzergahında “Üzgün değil öfkeliz!”, “Kadınlar sokakta” yazılamaları yaptılar. Yürüyüşün ardından okunan basın açıklamasında ‘ hamile kadının eylemde ne işi var, o yaşta hamile kalınır mı?” gibi adice değerlendirmeler yapılmakta, Emniyet Müdürlğü’nden gelen açıklama ile birlikte de bu olayın üstü yine elbirliğiyle örtülmeye çalışılmaktadır.
Şu devlet güçleri nasıl da 19 yaşında birinin karşısında bile böylesine organize oynuyorlar oyunlarını. Yazarı bir yandan polisi bir yandan medyası bir yandan. Demokrasi mücadelesinin neferleri çıkıyor ortalara; demokratik olmadığımız için oluyor efendim bütün bunlar diye söyleniyorlar. Daha fazla demokrasi 19 yaşındaki kadın arkadaşımızın karnındaki iki aylık bebeği polisin öldümesine panzehir olacakmış. Ama yanılıyorsunuz efendiler; tam da demokratik olduğumuz için oluyor bütün bunlar!
Bu saldırı ilk değil, biz kadınlar, erkek devlet düzeni tarafından senelerdir tacize, tecavüze uğruyor, cinsel şiddete maruz bırakılıyor, katlediliyoruz. Hamile bir kadına yönelik yapılan son saldırı da bu erkek egemen düzenin neticelerinden biridir. Ancak biz kadınlar dün olduğu gibi bugün de, tüm bu saldırılara karşı sessiz değil, öfkeliyiz. Karşılaştığımız her saldırı; bizleri yıldırmıyor, aksine daha da öfkelendiriyor. Biz kadınlar; dayanışmamızdan aldığımız güçle kararlılığımızı koruyoruz. Arkadaşımızın yaşadığı bu korkunç saldırının da; darp eden polisten, emri veren amirine, olayın üstünü örtmeye çalışan bakanlardan, Başbakana, medyaya kadar bir bütün olarak devlet şiddeti olduğunu biliyoruz.’ diyen kadınlar basın açıklamasının ardından dağıldılar.
Yapış yapış erkek söylemlerinizi çekin kadınların bedenlerinden artık. Kadınlar istediği zaman istediği yaşta cinselliği yaşayabilir ve isterse hamile de kalır, hamile haliyle de eyleme katılabilir. Var olan, doğan doğmayan bütün çocuklar meşrudur. Gayrımeşru çocuk yakıştırması yapanlar en az çocuk katili polis kadar gayrımeşrudur. Polisle empati kurma meziyetinize bazen hayran kalmamak imkansız. Beyinlerinizde metamorfoz sonucu oluşmuş bir lob olduğunu düşünmeye başlıyoruz yazdıklarınız sonucu. Aranızdan bekliyoruz ‘ne işi varmış onun da o copun altında’ diyecekleri. Mantık o mantıktır.
Anarşist Kadınlar’ın yayınladıkları bildiri: ‘HAMİLEYİM VURMAYIN!’ Dedi, çünkü karşısındaki karaltının içinde bir nebze vicdan olduğunu düşündü. 19 yaşında kadın arkadaşımız içinde büyüttüğü yepyeni bir dünyayla mücadele verirken karnındaki dünyasını Taksim ilk yardım hastanesinde kutuya koyup çöpe attılar, kafasındaki dünyasına ise ‘hamile ise ne işi var eylemde’ diyerek karanlıklarıyla saldırdılar.
atledilen Alexandros Grigoropoulos’un anmasından bir gün önce, 6 Aralık’ta Yunan demokratik diktatörlüğü toplumun gelmekte olan ayaklanmasından korunmak için trajikomik bir biçimde baskı mekanizmalarını faaliyete geçirdi. Rejimin bütün uşakları kamuoyunu yanıltmak ve toplumun direnen kesimlerini terörize etmek için alarm halinde. Dün gece (4 Aralık) anti-terörist timin pislikleri silah bulunduğu iddiasıyla Atina, Piraeus, Selanik, Agrinio ve Crete’de pek çok bina ve sosyal mekâna baskın yaptı. Devlet medyasının iyi maaşlı kuklaları polisin “terörizme karşı başarısı” için histeri ve terör üreten şenlikler hazırladı. 24 saat sonra bulunan cephanenin hiçbir saldırıda kullanılmadığı anonsu yapıldı.
tesi’ndeki öğrenci bölgesinde konuşlanmış “Nadir” adlı anti-otoriter işgal mekânına baskın düzenledi. Kâğıtlara ve bilgisayarlara el koydular, içerideki insanları dövdüler ve bu sırada bir dizi alıkoyma ve 11 tutuklama vardı. Mekânın dışında düzinelerce insan dayanışma için bir araya geldi. Üniversite kampüsü içerisindeki özel güvenlik kulübesine yapılan bir saldırıyı polis baskını izledi.
Tüm bir günlük kasıtlı habersizlikten sonra, 5 Aralık akşamında polis Atina, Piraeus ve Crete’de yakalanan altı kişinin isim ve fotoğraflarını ifşa ederek “vatandaşlardan” daha bilgi istedi. Yakalanan altı kişiden ikisi için “Ateş Hücreleri” davasından tutuklama kararı vardı. Aynı gece Selanik’te, antiterörist timinin gizli sivil polisleri Selanik Üniversi-
Polisler aynı zamanda anarşist “Agrinio Haunt” yakınlarındaki Agrinio sokaklarını kapattı. Bölgedeki elektrikler “anti-terörist baskınlar” özrüyle kesildi. Cunta, alıkonulan ve tutuklananları en temel avukatlarıyla görüşme hakkından 24 saat boyunca mahrum etti.
Hamile hamile eyleme katılınmaz diyenlere;
Kadınlara çağrımızdır, Karnında çocuk taşıyan taşımayan tüm kadınlara isyan çağrımız vardır. Bir artı olarak hamile kadınların artık çocukları için de isyan saati başlamıştır. Vakit onun vaktidir. Eyleme katılmak en çok hamile kadının meşruluk alanıdır. Çocuğuna daha güzel bir yaşam alanı açmaktan daha doğal ne olabilir?bKadın kurumları yarın Galatasaray meydanında toplanacaklar. Biz de anarşist kadınlar olarak devlet-polis şiddetini kınamak için kara bayraklarımızla onların yanında olacağız. İsyan eden kimse yalnız değildir, ya da artık devir o devir değildir… ANARŞİST KADINLAR
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne anayasa konulu bir panel için gelen AKP’li Burhan Kuzu Öğrenci Kolektifleri tarafından protesto edildi. Yumurta yağmuruna tutulan Kuzu salonu terk etti. Öğrenciler sivil polisleri de dışarı attı. Daha sonra çevik kuvvet biber gazı kullanarak kampüse girdi. CHP’li Buca Belediyesi’nde taşeron çalışırken işten atılan 7 işçi, taleplerini iletmek üzere gittikleri CHP Buca İlçe Binası’nda polis saldırısına uğradı. 6 işçi gözaltına alındı.
3
Uygarlığa Dair Yedi Yalan Ran Prieur
1
. İlerleme. “İlerleme” yalanı onun sadece iyi ya da kaçınılmaz olduğu değil; onun (hep) var olduğu, bizim de onu her zaman düz bir çizgi şeklinde, tek yönlü, sürekli ve olumlu anlamdaki değişim olarak tecrübe ettiğimizdir. “İlermeyi” bu şekilde düşünebiliriz; çünkü kültürümüzün merkezinde yer alan bir yalandır ve her yerde onun yanılsamaları ve fantezileri bulunmaktadır: “Alt” sınıflardan “üst” sınıflara yükseldiğimiz bir eğitim sistemi var – ama bu yükselme gerçek değil, sadece bize anlatılan bir masal. Deneyim yerine kalıplaşmış hikâyeler, sezgi yerine akıl, çeşitlilik yerine tek tiplilik, bağımsızlık yerine kabullenme ve doğaçlama yerine tahmin edilebilirliği koyduğumuz bu değişim, egemen sisteme daha iyi uyum sağlamamız için. Ardından “alt” mevkilerden “üst” mevkilere yükselmemiz gereken ücretli çalışma sistemi gelir. Ama çok azımız bunu yapar ve her halükârda “üst” (mertebe) yalnızca egemen sistemin ilgimiz, değerlerimiz ve ruhlarımız üzerinde daha sıkı bir hakimiyete sahip olduğu anlamını taşır. Bunda sonra ise, değişimlerin, duygusal uzaklığımızı arttırırken dünya üzerindeki şiddetli dönüştürücü gücümüzü de arttırması, bizi uzmanlara daha da bağımlı kılması yahut Jerry Mander’in ruhsal akraba evliliği diye tabir ettiği bir süreç olan insanların yarattıkları şeylerle gitgide daha fazla kuşatılması gibi etkileri olduğunda “daha iyi” ilan edilen teknoloji tarihi gelir. Akraba evliliğimizin şimdiye kadarki en derin noktası, neredeyse hepsi ilerleme miti üzerine kurulmuş olan, sürekli artan güç hayaliyle kendi mutluluk hormonu seviyemizi ayarlamamız için bizi eğiten ve en sonunda böyle bir hikâyenin aslında nasıl biteceğini göstermek yerine bir “galibiyet” ile bizi uğurlayan bilgisayar oyunları dünyasıdır. Gerçekte hiçbir şey mutlak surette “daha iyi” hale gelmez, sadece ilişkileri değişir. Farkındalık ve iş birliği yerine kopukluk ve tahakkümü koyan bu ilişki değişimi tersine çevrilebilir ama sürdürülemez. Sürekli değildir ama kendi kendini sınırlar. Olumlu değil yıkıcıdır.
2
. Evrim. Dünyanın pek çok değişim geçirdiğine tezat oluşturacak bir fosil kaydı bulunmaz. Buradaki yalan, “ilerleme” mitinin bu değişimlere dayandırılması ve bunların basit bir düz çizgide, tek yönde ve her zaman “daha iyiye” gittiklerinin ilan edilmesidir. Bu, kolektif cinnetimizin kendini haklı çıkarmak için kendi maskesini biyolojik dünyaya geçirdiği dolambaçlı bir çıkarımdır. Aslında biyolojik değişimler “ilerleme” yalanının aksine her yönde gerçekleşir: azalan ve artan popülasyonlar, büyüyen ya da küçülen organizmalar ve sudan karaya karadan da suya geçişler. Türlerin çevrelerine daha iyi uyum sağlamaları ve felaketler yaşanmadığı sürece yaşamın
4
bütünlüğünün daha çeşitli ve karmaşık hale gelmesi dışında hiçbir şey “daha iyi” olmaz. Ancak her şekilde uygar insan tersini yapmıştır! Dünyaya uyum sağlamıyor kendimize uyması için onu bozuyoruz. Hatta dar görüşlü kültürel fantezilerimize uyabilmek adına kendimizi bozuyoruz. Türleri yok oluşa sürükleyerek ve insan topluluklarını yok ederek ya da tek tipte küresel bir kültüre asimile ederek çeşitlilik ve karmaşıklığı arttırmak yerine azaltıyoruz. Bu yüzden Dünya’nın biyolojik tarihine ne ad verirseniz verin uygarlık bunun bir uzantısı değil bunun reddidir; bir felakettir.
3
. Her şey doğaldır. Neyse ki pek çok insan bunun aptalca bir sözde-felsefi avuntu olduğunun farkında ama yine de buna değinmek istiyorum. Bu sav, “doğal”ın her şeyi içine alacak şekilde, ben yaptım olduculukla yeniden tanımlanmasına bağlı olan anlamsal bir çarpıtmaya dayanıyor. “Uygarlık doğaldır çünkü insanlar hayvandır”, “Zehirli atık doğaldır çünkü yeryüzünden gelen maddelerden elde edilmektedir” vb. vb. Gerçek insanlar “doğal” kelimesini bu şekilde kullanmaz. Belki bu sopayı alıp kafanıza geçirmem “doğal”dır, ama bunu yapmamamı yeğlersiniz ve dolayısıyla bu tercihinizi belirtmek ve savunmak için “cinayet” gibi kelimeler tanımlarsınız. Aynı şekilde, insanlar da plastik ağaçlar yerine canlı ağaçlar, otoparklar yerine çayırlar, dioksinli nehirler yerine içilebilir suyu olan nehirleri tercih ettiklerini belirtmek ve savunmak için “doğal”ı tanımlar. “Doğal”ın gerçek anlamı budur ve eğer kanserden ölmek ya da yeryüzünü zehirli bir çöle çevirmek istemiyorsak doğal ile doğal olmayanı dilbilimsel olarak birbirinden ayırmak ve her gün pek çok defa doğal olanı seçmek gibi bir sorumluluğumuz bulunuyor. Eğer daha dar bir tanım isterseniz; doğal,
doğa ile ortak yaşam içinde olmak demektir. Doğa, yeryüzündeki ortak yaşam bütünlüğü ve ortak yaşam ise karşılıklı olarak birbirine ve bütüne faydalı olan, daha faydalı olanın öncelikli olduğu biçimlerde ilişkili olmak anlamına gelir. “Faydalı”nın tanımlanması fakirleşmiş dilimizin sınırlarını zorlar, ama tanım için otonom ve çeşitli canlılığın üretilmesi diyeceğim. Eğer canlılığın ne anlama geldiğini bilmiyorsanız, daha derinlemesine düşünün.
4
. Teknoloji tarafsızdır. Uygarlığa dair yalanlar arasında en sinsi, çürütülmesi en güç olanı ve insanların anlayışını en fazla bozan budur. Öyle büyük bir yalan ve kendi içinde öyle tutarlıdır ki anlaşılması ve açığa çıkması oldukça zordur. Açığa çıkması basit bir iddianın öğrenilmesine değil, farklı ve daha karmaşık bütünlüklü bir düşünme tarzının öğrenilmesine bağlıdır. Bu yalanın genellikle iç içe geçen iki biçimi vardır. Teknolojiyi üstü örtülü şekilde modern endüstriyel teknoloji olarak tanımlayan birincisine göre, teknoloji bir bütün olarak tarafsızdır. İkincisi ise her bir teknoloji öğesinin tarafsız olduğunu söyler. Benim stratejim ikincisine saldırmak ve hiçbir özel teknolojinin tarafsız olmadığını, her türlü teknik, teknoloji ve aracın kendi amaç ve ilişkiler silsilesine sahip olduğunu ortaya koyarak ilkinin aptalca olduğunu göstermek. Öncelikle, bu yalanın tuhaf olan “tarafsız” tanımını ortaya koymak istiyorum: Bir şeyin nasıl hem iyi hem de kötü işler yapabildiğini anlatabiliyorsan o tarafsızdır. Bu tanımı gerçek hayatta hiç kullanıyor muyuz? Bir seri katil için kadınlara tecavüz etmesi ve öldürmesinin yanı sıra vergilerini ödediği ve bazen insanlara iyi davrandığı için “tarafsız” der miyiz? Eğer bir fabrikayı nasıl sabote edebileceğinizi öğrenmek için gün boyu orada çalışıyor ve gece sabote ediyorsanız; önce yardım ettiğiniz ama sonra fabrikaya zarar verdiğiniz için “tarafsız” mısınız? Eğer benim ülkem birbirleriyle savaşta olan iki ülkeye birden silah satıyor ve böylece birbirlerini yok ettiklerinde kendisi en üstte yer alıyorsa bunu tarafsızlık sayabilir miyiz? Elbette hayır! Ama bunlar insanların teknolojinin tarafsız olduğunu iddia ederken kullandıkları aynı saçma argümanlar: Televizyon tarafsız çünkü bir yandan bizi merkezi kontrole bağlı tek tip bir kültürün pasif tüketicileri haline getirirken diğer taraftan faydalı bilgiler iletiyor. Barajlar tarafsız çünkü ekosistemleri parçalayıp balıkların göç yollarını engelliyor ama aynı zamanda elektrik de üretiyor. Atom bombaları bile onlarla iyi şeyler yapıldığına dair uydurma hikâyeleri düşünürseniz tarafsız olabilir. Kandırmacanın sonraki aşaması ise önemli olanın bir teknolojiyi “nasıl kullandığımız” olduğunu söylemektir. Örneğin, arabalar tarafsızdır, çünkü/dolayısıyla bir arabayı bir yerden bir yere gitmek için ya da birini kasten ezmek için kullanabilirsiniz. Ama Jacques Ellul’un işaret ettiği üzere ikincisi bir kul-
lanım şekli değildir; bir suçtur. Buna kullanım demek, değerlendirme perspektifimizi arabaların normal kullanımı ve suç arasındaki yapay boşluğa yerleştirerek bizi kandırır. Gerçekte ait olduğu yer, tam da arabaların normal kullanımındaki en uç yanlılıktır. Arabaların üretimi ve yakıtla doldurulması için “kaynakların” sömürüsünü, yerli hakların sömürülmesi ya da katledilmesini ve zehirlerin salınımını, hatta milyonlarca ölüme neden olan ve zehir sızıntısına yol açan kazaları göz ardı eder ve arabalara sadece tüketim araçları olarak bakarsak, bunlara içkin sıkıntı yaratan etkiler bulabiliriz: Arabalar bizi bir yerden bir yere daha hızlı götürerek fiziksel çevremizle aramıza mesafe sokar ve bu mesafenin içindeki boşluk caddeler ve park alanlarıyla doldurulur. Toprağı öldüren kaldırımlar, şehrin yayılması ve yol kenarı alışveriş merkezleri otomobil teknolojisine aittir. Ayrıca bazı karmaşık nedenlere bağlı olarak belirli düşük eşiklerin ötesindeki hızlar aslında gidiş-geliş süresini arttırır. Bu mesafe bir kez yaratıldığında her şey için arabaya ihtiyacınız olur. Ivan Illich tarafından ortaya atılan bir konuyu şöyle abartabiliriz: Eğer Los Angeles’ta yaşıyorsanız, bacaklarınızı kestirebilirsiniz. Arabaları hayatımızdan çıkardığımızda otobanlarda günde 65 kilometre yürümeye çalışmayız – kaldırım taşlarını söküp kendi topluluğumuzu inşa ederiz ve böylece ihtiyacımız olan her şey yürüme mesafesinde olur. Bir yere gidip gelmek için daha az zaman harcarız, arabalara sarf ettiğimiz tüm zaman ve enerji bize kalır ve kendi bacaklarımızı kullanabilmemizden kaynaklanacak otonomiyi geri kazanmış oluruz. Daha iyi ilişkilere de sahip oluruz. Arabalar bizi her şeyin yanından hızla geçirdikleri ve içlerine hapsettikleri için etrafımızdaki gerçeklikten, diğer insanlardan ve doğadan izole ediliyoruz. Güçlü yakın ilişkileri uzak zayıf ilişkilerle değiştirmemize olanak sağlıyorlar. Onlar olmadan tam önümüzde duranlarla doğrudan ve sıklıkla temasa geçer; komşularımızı ve toprağımızı tanırız. Benzer kanıtları bilgisayarlar, televizyon, elektrik hatta yazı dili için de öne sürebilirdim. Ama üzerinde durmaya çalıştığım nokta tüm teknoloji kategorilerini reddetmek değil, “kullanım”dan bağımsız olarak teknolojilerin içerisindeki ittifak ve motivasyonları görmeyi öğrenmek ve onları bu anlayış temelinde kabul ya da reddetme deneyimi kazanmak. “Kullanım” kelimesinin alışılageldik tanımı tartışılabilir olanı kendi başına kurnazca sınırlayan bir dil oyunudur. Bu tanımın sadece tüketicilerin kullanımını içerdiğini ama herhangi bir şeyi herhangi bir şekilde kullanmalarına üstü kapalı şekilde izin verilen mühendisleri içermediğine dikkat edin. Otomobil bir teknoloji midir, yoksa içten yanmalı motorun bir kullanım şekli midir? İçten yanmalı motor bir teknoloji midir, yoksa ateşin bir kullanım şekli midir? Bazı kâdim toplumlar tekerlek teknolojisini yalnızca çömlek yapımında kullanıyorlardı. Biz de böyle yapsak! “Hayır, hayır, araba bir teknolojidir ve kullanımı arabayı sürdüğüm yerdedir. Sorgulamanıza izin verilen tek şey bu.” Bu tartışmayı sürdürürseniz, er ya da geç şöyle bir şeyler duyacaksınız: “Arabalar benzin yerine elektrikli olabilir” ya da “Nükleer enerji yerine güneş enerjisi kullanabiliriz”. O zaman bir teknoloji yerine bir başkasını seçtiklerini ve onların da en başından beri teknolojilerin tarafsız olmadıklarını bildiklerine işaret edebilirsiniz.
5
. Geri dönemeyiz. Yukarıdakiler gibi bu da dini bir doktrindir – ama insanları “geri” gidebilmiş kâdim uygarlıkların kalıntıları ve tarih boyunca sistemin dışına çıkıp doğaya yaklaşabilmiş şanslı ya da istisnai bireyler tarafından net bir şekilde çürütülmüştür. Ancak bir bakıma doğrudur: sömürücü toplumların geri vitesleri yoktur; kaza yapana kadar hızlanmaya devam ederler. Bu konuda düşünmekten kaçınmak için kendimize bir sonraki yalanı söyleyebiliriz:
6
. Ya hep ya hiç gelecek. Bu hikâyeye göre sadece iki olasılık vardır: kesintisiz endüstriyel uygarlık ya da dünyanın topyekûn sonu. Kesintisiz uygarlaşma genel olarak ilişkilerin tahakküm ve kendi içine çekmeye dönüştürülerek kesintisiz olarak kullanımı anlamına gelir. Teknoloji severler için bunun anlamı diğer gezegenlerde madencilik yapılması ya da daha derin sanal gerçeklik olabilir. Liberaller için ise refah içindeki bir ülkenin 20. yüzyılın sonundaki
üst-orta sınıf hayatının idealleştirilmiş bir sürümünü alıp tüm dünyaya yaymak ve mekanik merkezi kontrolle sonsuza kadar orada kalmak anlamına gelebilir. Bizim uygarlığımızın başarısız olduğunu varsayarsak – gözlerinizi kapatın! Başarısızlıktan kaçınmak için ne yapmak “zorunda” olduğumuzdan bahsedebileceğimiz, korkunç ve kesin bir bilinçsizlik dışında ortada hiçbir şey yok. İnsanlar bunu “eğer sera gazı salınımlarını on yıl içinde yüzde 50 azaltmazsak çok geç olacak” türünden çıldırtıcı muğlak ifadelerle dile getiriyor. Ne için çok geç? Önerilen reformların hem politik bakımdan imkânsız hem de yetersiz olması, uygarlığımızın rayından çıkmış ve rayına oturmadıkça yavaşlamayacak bir tren olması ve asıl geleceğin bakmamıza izin verilmeyen bölgenin derinlerinde olacağı apaçık bir gerçektir. İnsan dahil mevcut türlerin yüzde 95’inin yok olması düşünülemez bir korku senaryosu değil, açıkça öngörebileceğimiz belli bir olasılıktır. Daha ılımlı bir olasılık yarı ölü bir dünyada birkaç insanın hayatta kaldığı Road Warrior senaryosudur. Bundan daha ılımlısı Avrupa’da Roma’nın çöküşünün ardından gelen ve adına “karanlık” çağ denilen duruma benzer bir politik adem-i merkeziyet ve ekolojik toparlanma durumu olabilir. Söylemek istediğim bunu etkileyebileceğimiz! Hayallerimiz ve eylemlerimiz ne tür bir dünyaya gideceğimizi etkileyebilir ama büyük ihtimalle alışık olduğumuz dünyayı devam ettiremez. Yangınlarda tüm binayı kurtarmaya çalışmaktan vazgeçtiğiniz ve sadece kurtarabileceğiniz kadarını kurtarmaya çalıştığınız bir an gelir. Ya hep ya hiç yalanının amacı bu zihinsel kaymayı önlemek ve dikkatimizi bildiğimiz haliyle dünyayı korumaya çalışmaya ya da tamamen vazgeçmeye kanalize edilmiş halde tutmaktır. Eğer kökten farklı dünyaların mümkün olduğunu ve bunlardan bazılarının gerçekten hayata geçirilebileceğini anlar, hayal etmeye ve endüstriyel uygarlığın canlı rakiplerini inşa etmeye başlarsak “ekonomiye” ve özellikle de egolarını mevcut kültürle donatmış olan insanların duygularına zarar vermiş olacağız. Egolarını korudukları bir başka yol ise sıradaki yalan:
7
. Uygarlık bir kez meydana gelir. Bu tuhaf fikir de yukarıdakilere benzemektedir ama ortaya koyduğu önyargı uygar sistemler dışındakiler için değil diğer tüm uygarlıklar için de geçerlidir. Uygarlık yanlısı bunun uzayı sömürgeleştirmek ya da adına ne derseniz onun için biricik şansımız olduğunu söyler. Uygarlık karşıtı ise mevcut uygarlığı devirebilirsek uygarlığa benzer bir şeyin bir daha asla var olmayacağını ileri sürer. İnsan bilincinin gelecekteki dönüşümü hakkında benim bilmediğim bir şeyi bilmeden, insanların böyle bir düşünceye nereden ulaştıklarını anlamıyorum. Genel anlamıyla uygarlık gürültü ilerleyişini sürdürürken belirli uygarlıkların çökmesi tarihin acı bir dersidir. Uygarlığı en genel ifadesiyle tahakkümcü bilinç ile sömürüye olanak veren tekniklerin verdiğinden fazlasını sistematik olarak alan bir toplum yaratan ittifakı olarak tanımlıyorum. Evet, petrol tükenecek; ama uygarlıklar binlerce yıldır petrol olmadan ortaya çıkıyor ve çöküyor. Bunun devam etmemesi için bir neden göremiyorum. Genel yapı hiçbir şey üzerinden olmasa bile eğer gerekirse kölelerin kas gücü ve evcilleştirilmiş hayvanlar üzerinden işleyebilir. Etrafa saçılmış metal ve donanımı, çağımızın avare alışkanlıklarını ve eldeki teknik bilgileri bir araya topladığınızda tamamen yok olacağımız ya da oldukça farklı bir şeye dönüşeceğimiz ana kadar – ister kabul edeceğimiz ister direneceğimiz – uygarlıkların var olması kaçınılmaz görünüyor. Çeviri: Emre Onat CinnetModern
5
Kendimizi korkunun tuzağından nasıl serbest bırakabiliriz?
Derrick Jensen
1996’dan kırpılmış bir gazete parçası tutuyorum elimde. Kıvrımları yıpranmış, sayfa sararmış. Başlıkta şöyle yazıyor: “anne ayı trenlere saldırıyor.” İki oğlu trenler tarafından öldürülünce, anne bozayı geçen her trene saldırmaya başladı.
Ö
nce bu gazete parçasını cüzdanımda taşıdım, daha sonra çalışma masama yazdım. Cesur olmanın, yaşıyor olmanın ne olduğunu hatırlamama yardımcı oluyor. Dünyanın iktidardakilerin açgözlülüğü, nefreti ve deliliği yüzünden tahrip edildiğini düşünürdüm. Elbette hala –herkesin dikkat etmesi gerektiği gibi- öyle düşünüyorum ama kendi korku doluluğumuzun bu tahriple nasıl işbirliği içinde olduğunu her geçen gün daha iyi görmeye başladım. Hayır, bunu aynı eski mısrayı kusarak, yani tuvalet kağıdı kullandığım için ormanların yok olmasında Wayerhaeuser’in CEO’su kadar kabahatli olduğumu söyleyerek açıklamıyorum. Gezegeni öldürenler için şefkat duymamız gerektiğini, evimizi yıkanları durdurmamız için önce tüm öfkemizi kendi kalplerimize yöneltmemiz gerektiğini de söylemiyorum. Hepimizin gezegenin tahrip oluşunda aynı sorumluluğa sahip olduğunu ve kişisel olarak benim ve bir takım çevrecinin kolektif olarak yeterince saf, iyi, sevgi dolu olmasının her şeyi gerçekten düzeltebileceğini ifade eden gerçekdışı düşünceyi tekrar etmiyorum.
Kesinlikle değil. Çünkü bu şekilde düzelmeyecek. Anne boz ayının kendi yüreğindeki saflık için endişelendiğini sanmıyorum. O yalnızca sevdiklerini öldürenlere karşı eyleme geçmek için kendi yüreğini dinledi. Ormanların yok olmasında benim kabahatim, tuvalet kağıdı kullanıyor olmaktan çok daha büyük. Ormanları yok edenleri fiziksel olarak durdurmamam, kendi evimi ve sevdiklerimin (insan ve insan olmayanlar) evlerini vahşice ve anne ayının gösterdiği sevgiyle savunmuyor olmam benim kabahatim. Biz sevginin pasifizm olduğunu varsayan yanlış inançtan ötürü ıstırap çekiyoruz. Anne bozayıların ya da diğer birçok annenin bunu kabul edeceğinden emin değilim. Çocuklarına zarar vereceğimi sanan birçok anne at, inek, fare, tavuk, kaz, kartal, baykuş, sinekkuşu tarafından saldırıya uğradım. Çocuklarına zarar verenleri ya da verecek olanları öldüren birçok anne tanıdım. Eğer bir anne fare, kendisinin sekiz bin katı büyüklüğünde birine saldırarak kendi hayatını ortaya koymaya hazırsa, bu
6
lardı, yiyecek kaynaklarını zehirleselerdi, kıtayı ormansızlaştırsalardı, ya da nehirleri artık su içilemeyecek, yüzülemeyecek kadar kirletselerdi, onlara direnir miydik? onun kalbi hakkında bizim kalplerimize ne söyler? (Anne fare kazandı bu arada) Evimin yakınındaki akarsularda yüzen som balığını sevdiğimi söylüyorum, ancak som balıkları yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakılıyor, onlara yardım etmek için ne yapabilirim? Onlarla ilgili yazılar yazıp, şarkılar söylerim, kalkıp yaşlı gözlerle onların çamurlu akarsuda yumurtlamasını izleyebilirim, ama ne yapabilirim? Sorun karmaşık değil. Eğer som balığını gerçekten önemsiyorsam, barajları ortadan kaldırmam gerekir, orman endüstrisini, ticari balıkçılığı, küresel ısınmayı durdurmam gerekir. Bunların tümü aslında basit teknik işler, ama ben bunları yapmıyorum. Neden? Bir sürü yarı entelektüel, yarı ruhani, yarı ahlaki nedenler gösterebilirim, ancak kendime karşı dürüst olduğumda asıl neden korkuyor oluşumdur. Etkili bir şekilde hareket edersem polis tarafından öldürüleceğimden ya da ömür boyu hapse mahkum edileceğimden korkarım. Etkili hareket edersem toplumdan dışlanacağımdan korkarım, birilerinin benden hoşlanmamasından, beni yargılamasından korkarım. İşte son zamanlarda düşündüğüm bazı sorular; eğer Naziler yahut başka faşistler Kuzey Amerika’yı işgal etselerdi- uzun bir duraksama, bir kaş kalkar- hepimiz ne yapardık? Mussolini’nin faşizm tanımını düşünün: “Faşizme daha uygun olarak şirketçilik (corporatism) denilmelidir, çünkü faşizm devletin ve şirketlerin gücünün birleştirilmesidir.” Peki, bu işgal edilmiş ülke kendisine demokrasi deseydi ve -çoğunlukla herkes seçimlerin hile olduğunu anlamıştır ama- vatandaşlara aynı faşist partinin farklı kanatlarını (ya da Mussolini, Şirket) seçme hakkı tanısaydı? Peki ya protestolara ya da diğer şiddetten arınmış muhalefet biçimlerine, süvari birlikleri ve gizli polis tarafından karşı konulsaydı? Onlarla savaşır mıydık? Ya da mevcut bir direniş hareketine katılır mıydık? Peki ya iktidardakiler tesis ettikleri yasaların onlara izin vermesiyle 18-35 yaş arası Yahudi erkeklerin üçte birini toplama kamplarına tıktıklarında ne yapardık? Afrikan-Amerikalılarla Yahudilerin yerini değiştirip, aynı soruyu kendinize sorun. Faşistler kırsal bölgelere radyasyon saçsa-
Yalnızca toprakları değil, sevdiklerimizin bedenlerini de diyoksinle -bilinen zehirli maddelerden biri-, çok sayıda kanserojenle zehirleselerdi? Konuşmalarımda, dinleyicilere aralarından kaçının sevdiği kişileri kanser yüzünden kaybettiğini sorarım. Neredeyse yüzde sekseni ellerini kaldırır. Şimdi soruyorum, iktidardakiler yalnızca sevdiklerimizi değil, kendi bedenlerimizi de zehirlerlerse onlara karşı direnir miyiz? Eğer sevdiklerimiz ölürken, bedenlerimiz zehirlenirken savaşmayacaksak, ne zaman tavır alacağız? Hepimizin eşik sınırını, korkumuzdan kurtulduğumuz ve sevdiklerimizin yanında eyleme geçtiğimiz noktayı, bulması gerekiyor. Neden bu kadar dehşete kapılmışız? Neden korkuyoruz? Bu soruların hiçbiri retorik sorular değil. Bunlar, bu noktada, kendimize sormamız gereken en önemli sorular. En basit anlamda, korku bir şeyi kaybedeceğimiz yönündeki inançtır. Bir başka anlamda da elbette kaybedeceğimiz çok şey olduğunu gösterir. Hepimiz, iktidardakilerin kendilerini ya da sahip olduklarını tehdit eden kişilere ne yaptığını biliriz. Jeffrey Leuers* sembolik direniş amacıyla üç SUV’u yaktıktan sonra; tecavüzcülere, eşlerini ölümüne döven adamlara, birçok insanı kanser eden kimyasalların dünyaya salınmasına izin veren kimya şirketilerinin CEO’larına verilen cezalarla kıyaslanamayacak kadar yüksek olarak, 22 senenin üzerinde hapis cezasına çarptırıldı. Eğer ciddi biçimde iktidardakilerin canlı dünyayı satılmak üzere tüketici ürünlerine dönüştürme yetkilerini tehdit ediyorsak, bizi her türlü yöntemi kullanarak durdurmaya çalışacaklardır. Ancak tüm bunlar da aynı şekilde korkudur. Biliyoruz ki bizler de –Amerika’da yaşayan, sömürüden birincil fayda sağlayanlar olarak- bazı tüketici ürünlerine olan erişimimizi yitireceğiz: Peki gezegenin tahribine karşılık, kahve, çikolata, arabalar, elektrikli battaniyeler gibi ürünleri kabul etmek bizim hakkımızda ne söylüyor? Hepimiz seçimlerle karşı karşıya kalırız. Büyük ölçekte, ya arabalarımız ya da buzullarımız ve kutup ayılarımız olabilir. Barajlarımız, kağıdımız, kereste ürünlerimiz olabilir ya da som balıklarımız. Karton kutularımız olabilir ya da yaşayan ormanlarımız. Elektriğimiz ve madencilikle enkaza dönmüş dünyamız olabilir, ya da ikisi de olmaz (gü-
neş enerjisi de endüstriyel bir altyapı gerektirir). İthal meyvelerimiz, sebzelerimiz, etimiz, kahvemiz olabilir ya da en azından Latin Amerika’da dokunulmamış insan ve insan olmayan topluluklar yaşamını sürdürebilir. Bu umutsuzluğa düşmemiz anlamına gelir mi? Belki de. Umutsuzluk kesinlikle, umutsuz bir duruma verilecek uygun bir tepkidir. Bundan da fazlası, tüm bunların yine de gerçek seçimler olmadığını fark etmeliyiz; neredeyse varlıklarının yüzde doksan dokuzunu, insanlar, toplulukları ve gezegeni tahrip etmeden oldukça mutlu bir şekilde yaşadılar. Bu seçimler anormal ve açıkça tuhaf yaşam biçiminin sonuçlarıdır. Daha kişisel bir düzeyde, bize hizmet etmeyen –asla bizi gerçekten mutlu etmeyen, rahat ve güvenli hissettirmeyen, ancak mutluluk, rahatlık ve güvenlik yanılsaması sunan- anaakım kültüre kapılıp gidebilir ya da çoğu zaman bizi rahatsız eden şeyi yapmaya başlayabilir; kimi, neyi sevdiğimizi ve kimin ve neyin uğrunda hayatlarımızı değiştirip, savaşabilecek ve yaşayabilecek kadar kendimizi güçlü hissettiğimizi kalplerimize sorabiliriz. Ya kendi mutluluğumuz? Uzun süredir insanlara mesleklerini sevip sevmediklerini sorma alışkanlığım vardır: yüzde 90’ını sevmediklerini söylerler. İnsanların büyük çoğunluğunun, uyanık oldukları saatlerin çoğunda yapmayı tercih etmedikleri şeyleri yapmalarının anlamı nedir? Ya kendi sağlığınız? Ya çocuklarınızın sağlığı? Onların mutluluğu? (sahip oldukları sayısız oyuncağı değil, gerçek yaşam kalitelerinden bahsediyorum) Ya üzerinde yaşadığınız dünyanın sağlığı ve mutluluğu? Ya bir gezegenin katledilmemesi? Sizin için en önemli olan şey ne? Bunların hepsine sahip olamayız. Hepsine sahip olabileceğimiz inancı, bizi bu korkunç duruma getiren şeylerden biridir. Delilik, eğer, fiziksel gerçeklikle tüm işlevsel bağların kopması olarak tanımlanıyor ise, her şeye sahip olacağımıza inanmak- aynı anda hem bir dünyayı parçalayıp hem de üzerinde yaşayabileceğimize inanmak; daima güneşin sağlayabileceğinden daha fazla enerji kullanabileceğimize inanmak; dünyanın seve seve verdiğinden fazlasını alabileceğimize inanmak; sonlu bir dünyanın sonsuz bir refahı, gittikçe daha fazla canlıyı ölü nesnelere çevirerek (sanayi ürünü, özünde, canlıların -ağaçların, dağlarınölü nesnelere -bira tenekelerine- çevirerek) meydana getirdiği neredeyse sonsuz ekonomik büyüme ile sağlayabileceğine inanmak- deliliktir. Derinlerde, hepimiz bunu biliyoruz. Ama halen kendimize bunu itiraf edemiyoruz, çünkü korkuyoruz. Sahip olduklarımızı kaybetmekten korkuyoruz. Ve dolayısıyla dayanıyoruz.
Ancak biz başka bir şeyden korkuyoruz. Sahip olamamaktan. Bütün toplumsal sistem delirmiş olduğunda bile, hala o sistemden dışlanmaktan korkuyoruz. Daha dün annemi Wal-Mart’a artık çalışmayan yeni telefonunu değiştirmeye götürdüm. Şimdi bana ikiyüzlü diye bağırmadan önce, bilmelisiniz ki Wal-Mart bu küçük şehirde zaten zarar etti ve annemin tek diğer tek tercihi Radio Shack idi. Geri alım bölümünde sıra vardı ve hoş bir gündü, ben de dışarıda beklemeye başladım. Banklardan birinde bir kadın oturmuş sandviç yiyor, bir diğerinde ise bir adam oturmuş sigara içiyordu. Burada asıl nokta şu: Etrafta yürüyenlerin, özellikle Wal-Mart çalışanlarının, benim resmi olmayan bir noktada oturuyor oluşumdan rahatsız olduklarını söyleyebilirim. Sorunun oturduğum yer olduğunu biliyorum: Resmi olmayan uzun bir saçım ya da resmi olmayan bir vücut kokum yoktu ya da resmi olmayan kirli kıyafetler giymemiş, resmi olmayan hoşnutsuz bir tavır takınmamıştım. Ama insanların benim gitmemi istediğini biliyordum, ve bu sebeple kendim de gidip sıraya tekrar girmeyi isteyebilirdim. Neredeyse zapt edilemez bir histi. İtaate zorlayan aynı psikolojik baskılar, kitle iletişim dergileri rafında “Soldier of Fortune”, “Penthouse” ya da “Car and Driver” seçerken de iş başında olabilirdi. Sonraki aşamada, aynı baskı, elimde testereyi ihtiyar bir ağaca yöneltmiş dikiliyor olmamı ya da başka bir koşulda tabancamı kıvrılmış bedenlerle dolu bir çukurun yanında diz çökmüş bir Rus Yahudisine yöneltmeme de neden olabilirdi. İtaate yönelik içselleştirilmiş toplumsal baskının gücünü asla yabana atmamalıyız. Nazilerin yaptığı en zekice şeylerden biri, ussallığı, umudu, kısa vadeli korkuyu tayin etmekti. Yolun her adımında, Yahudilerin en iyi ussal çıkarının direnmemek olduğunda, birçok Yahudinin iktidardakilerin kurallarına uyarlarsa yaşamlarının daha kötü olmayacağına, öldürülmeyeceklerine dair umutlarında –ki bu umut Naziler tarafından yerleştirilmişti- bu zekice kavrayış vardı. Şu sorularla yüzleştiler: bir kimlik kartı al, gettoya git, sığır arabasına bin ya da diren ve öl. Eğer kendimize aynı soruları sorarsak ne olur? Sağanakların altında kalmayı mı yoksa direnip, öldürülme riskini göze almayı mı tercih ederdik? Uyum sağlayanlara oranla, Varşova Gettosunun ayaklanmasına katılanlardan –intihar eylemlerini düşünmeyi sürdürenlerde- hayatta kalanların sayısı daha yüksek olmuştur. Bunu asla unutmayın. Önemli bir başka şey daha: Güney Afrika’da ırkçılık rejiminde yüksek rütbeli bir güvenlik görevlisi, daha sonra yapılan bir röportajda en çok korktuğu şeyin Afrika Ulusal Kongresi (African National Congress-ANC) adındaki asi grup olduğunu söylemişti. En
çok korktuğu şey ise, ANC’nin şiddet eylemleri değil; ANC’nin, ezilen Afrikalı çoğunluğu “kanun ve düzen”i hiçe saymaya, yani kendilerini düşünmeye ve hissetmeye, ikna etmesi idi. Dünyanın en güçlü ve en iyi eğitim almış güvenlik güçlerinin bile bu tehdide karşı koyamayacağını söylüyordu. Ancak iktidardakilerin fermanlarının hiçbir özsel etik ya da ahlaki ağırlığı olmadığını görmeye başladığımızda, doğduğumuz günkü gibi, evet ve hayır deme yeteneğine sahip, özgür insanlar oluruz. Şunu da hatırlayın. 16. yüzyılda, Šttiene de la BoÈtie bize, güçlü açgözlü olduğunda, itaatin ölümcül olduğunu –yani biz iktidardakilerin “kanun ve düzen”lerine daha fazla boyun eğdiğimizde, onların bizden daha fazlasını isteyeceklerini- hatırlattı. “Tiranlar daha fazla soydukça, daha fazlasını isteyecekler, daha fazla yıkacak ve imha edecekler; biri onlara daha fazla boyun eğdikçe, itaat ettikçe, daha fazla güçlenecek ve heybetlenecekler; yok etmeye, imha etmeye daha hazır hale gelecekler. Ama eğer bir şey onlara kazanç getirmezse, eğer şiddete gerek kalmadan yalnızca itaat etmezse, bir hiç gibi çırılçıplak kalacak, aynı kök besin sağlamadığında dalların solup, ölmesi gibi, mahvolacaklar.” Elbette ki korkuyoruz, Korkacak çok şey var. Ama dünya gözlerimizden önce yok olurken, kaybedecek bir şeyimiz olduğu inancı yalnızca bir yanılsamadır. Beni bu yanılsamalardan kurtaracak en iyi yol göstericinin kalbim olduğunu biliyorum. Kalbimi takip etmek bana hiçbir zaman yanlış bir şey yaptırmadı. O boz ayıyı çokça düşünüyorum, aynı sevdiklerini savunan atları, inekleri, fareleri, tavukları, kazları, kartalları, baykuşları, sinekkuşlarını düşündüğüm gibi. Hayatları pahasına, üzerime uçan, beni sokacak bir yol bulmak için saçlarımın arasına dalan ve evlerinden beni kovan arıların cesaretini düşünüyorum. Her yıl evine dönen ve onlara yaptığımız ya da yapılmasına müsaade ettiğimiz şeylerle karşı karşıya kalan som balığını düşünüyorum. Ve onları koruyabilmem için önce, onların beni korumaları, bana sevginin ne olduğunu, korkuların ötesine adım atmanın, sevdiklerimi savunmak için hareket etmenin ne olduğu öğretmeleri ve hatırlamama yardımcı olmaları için onlara itimat etmem gerektiğini kavrıyorum. *Çevirmenin Notu: Jeffrey Leuers, Craig “Critter” Marshall ile birlikte 2000 yılında aşırı tüketimi ve küresel ısınmayı protesto etmek için, Romanya Chevrolet bayiliğinde 3 kamyonu yaktı. (kaynak: wikipedia)
Çeviri: Kıvılcım İ.
7
Londra’da parlamentonun dışında çatışmalar İngiliz parlamentosundan geçen üniversite harçlarına zam yasası nedeniyle Londra sokaklarında eylem yapan öğrenciler, Prens Charles ve eşinin içinde bulunduğu araca saldırdı. Birleşik Krallık’ın genç insanlarına yönelik on yılların ırkçı, sert jandarmalıkların iyileştirici yalanlarını geri püskürtecek olan ve sosyal aktivistlerin veya politik solun hilekarlığı ve kendilerine uygun buldukları şekilde örgütleyen sınıf düşmanlarına doğrudan saldırmanın peşinde koşacak olan yeni radikal bir neslin anti-politik duyarlılığıyla körüklenmiş, nesilden nesle yayılarak yeni bir yoğunlukla yanan geniş kapsamlı bir öfke yayılacaktır. Gaziosmanpaşa’da kurulu RSA fabrikasında çalışan işçiler fabrikada yaşanan ücret sorununa karşı geçtiğimiz gün iş bırakarak eyleme geçti. Mısır’ın Sina yarımadasında yer alan Kızıldeniz kıyısındaki tatil beldesi Şarm El Şeyh’te, son 24 saat içerisinde 3 Rus turistin, köpek balıklarının saldırısına uğraması üzerine, Şarm El Şeyh ve Nima Bay’daki birçok plajın geçici bir süre için kapatıldığı bildirildi. Köpek balıklarının tehdidi yüzünden plajlar kapatılırken, Mısır Dalış ve Su Sporları Odası da ,söz konusu bölgelerdeki faaliyetlerini belirtilmeyen bir tarihe kadar askıya aldı. Dersim’de 4 Aralık’ta başlatılan askeri operasyon, Munzur Vadisi boyunca, Ovacık, Hozat, Pülümür ile Nazimiye ilçeleri arasında bulunan Kutu, Laç ve Roj Deresi, Dokuz Kayalıklar mevkiinde sürüyor. Erzurum’daki Palandöken Belediyesi ekiplerinin evini yıkmak istemesine sinirlenerek tüfekle karşı koyan 9 çocuk babası 65 yaşındaki Kerem Akan kendisini eve kapattı. Kepçe ve dozerlerin binaya yaklaşması üzerine pencereden av tüfeği ile havaya ateş eden Akan,
DTCF’de Meçhul Öğrenci Anıtı Dikildi!
A
nkara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde (DTCF) meçhul örgenci anıtı meraklı ilgili bakışlarla açıldı. Orta bahçede maskeleri ve önlükleriyle toplanan meçhul ögrenciler anıt açılışının öncesine kadar sınıflarda ve tüm alanlarda soruşturma kagıtlarını dagıttı. Günlerdir dagıtılan soruşturma kagıtlarına ilgi yine yoğundu. DTCF de “idari yönetiminin asansörüne binmekten”,”satırla saldıran faşistin satırını eşhir etmekden”,”Dünyanın krizi kapitalizm demekden”,”soruşturma kağıdını uçak yapıp uçurmaktan” bir çok ögrenci 1 aydan 6 yıla kadar üniversiteden uzaklaştırılmıştı, meçhule yollanmak istemişti. Kara tahtanın altından ayaklanan meçhul ögrenciler orta bahçede yapılan konuşmanın ardından meşalelerle,maskelerle,önlü ‘Evime yaklaşanı vururum’ dedi. Çalışma koşullarını ve sefalet ücretini protesto eden konfeksiyon işçileri, hayatı felç etti. Bangladeş’te çalışma koşullarını ve yeni belirlenen ücretleri ödemeyi reddeden fabrika sahiplerini protesto eden binlerce tekstil işçisiyle polis arasında çatışma çıktı. Sahil kenti Chittagong, Dakka ve Narayanganj’da yeni yasanın ve ücretlerde yapılan kısıntıya karşı gösteri yapan hazır giyim işçileriyle polis arasındaki çatışmalarda dört kişi öldü, ellisi polis olmak üzere en az yüzseksenbeş kişi de yaralandı. Çatışmalar sırasında polis, ajitasyon yapan işçileri dağıtmak için 600 civarında kauçuk mermi, 150 kutu gözyaşartıcı
Minimum Güvenlik
klerle okulun önünde hazır nazır bekleyen anıtın açılışı için kapıya doğru yürüyüşe geçtiler.100 yakın meçhul ögrenincinin katıldığı eyleme destek alkışları eksik olmadı. Ustat Ece Ayhan’ın“Meçhul Ögrenci” şiirinin okunmasıyla başlayan eylem heykelin açılışı ve bildirinin okunmasıyla devam etti. Okulun dışında bekleyen insanların meraklı bakış ve soru ve destekleriyle birleşti. Eylemin ardından heykel orta bahçeye meçhul ögrenci hatırası çekimin yapıldığı alana götürüldü. Bu esnada ne olduğunu anlamakda zorluk çeken ögb “cismi”içeri sokmak istemedi. Faşistlerin cisimlerini iyice bellediklerinden olsa gerek satır ya da silaha benzemeyen bir şeyi tanımakta zorluk çektiler. Sonuçta heykel içeri sokuldu ve meçhule gitme olasılığı olan öğrenciler anıtla hatıra fotoğrafı çektirdi. gaz kullandı, işçileri coplarla yaraladı. İşçiler de kendilerini korumak için taşlar, sopalar ve tuğlalarla karşılık verdiler. 1 Aralık gecesi 2 Kızıl Haç aracı Paris’in Desgoffe caddesinde park halindeyken ateşe verildi. Kendisini insanlara yardım ettiğine inandırmaya çalışan Kızıl Haç yabancılar ve mülteciler için bir kaç misafirhanede ve evsizler için bir kaç merkezde yer alıyor. Ancak Kızıl Haç fakiri yoksulluğa mahkum eder: Devletin ve sermayenin insancıl güvenliği. Vincennes’teki tevkif evinden kaçmış olanlarla ve asilerle dayanışma.” Hakkari Emniyet Müdürlüğü yakınında patlama meydana geldi. Olayda ölen yada yaralanan olmadı.
by Stephanie McMillan
Yeryüzüne Özgürlük indir/download:
8
http://www.internationala.org/index.php/kutuphane/dergi.html
internet üzerinden oku/read online: iletişim/contact:
http://www.issuu.com/internationala audioslave@riseup.net