adem www.ademdergisi.com
“Lütfen bel seviyesinden yukarı tutunuz”
1 Subat 2009 | 5tl .
"Oku, yaratan Rabbin adına! O insanı bir 'alak'tan yarattı. Oku, Rabbin sonsuz ikram sahibidir. O ki, kalemle yazmayı öğretti. O öğretti bilmediğini insana! " Alak ( 1-5 )
Adem | Sayfa 02
İmtiyaz Sahibi
Markakent
Reklam ve Tanıtım Hizmetleri
Genel Müdür ve Sorumlu Yazı işleri Müdürü
Cihan YILDIZ Reklam Satış Pazarlama Müdürü
Eray BAL Editörler
Harun Yigit Volkan Öz Ercüment Ekinci Eray Bal Yavuz Aslan Yazarlar Senai Demirci Mustafa Islamoglu Hattat H. Bengisu Kübra Fotoğraf Harun Yigit Volkan Öz Grafik Tasarım
Markakent
Reklam ve Tanıtım Hizmetleri
Merkez İletişim
www.ademdergisi.com bilgi@ademdergisi.com Promosyonlar için: promosyon@ademdergisi.com Tel: 0266 374 32 17 İstanbul Şube Said Çetin Sultanahmet Binbirdirek mah. Şehitmehmetpaşa yokuşu sok. No:40 Sultanahmet-ISTANBUL 0554 289 45 45 said@ademdergisi.com harun@ademdergisi.com Ankara Şube Eray BAL İvedik organize sanayi bölgesi Melih Gökçek bulvarı 731 / 34 Ostim / Ankara Tel : (0312) 395 01 30 Fax : (0312) 394 35 76 ankara@ademdergisi.com İzmir Şube Ercüment Ekinci 850 Sokak Pekmen İş Merkezi Daire:203 Konak / İZMİR Tel: 0(232) 446 08 560 - (232) 457 77 42 izmir@ademdergisi.com Yayın Türü
Yerel Süreli Basımcı ve Adresi
Neyir Matbaacılık LTD ŞTİ Dağıtım
Telekurye Basım Tarihi
28 Aralık 2008
ADEM DERGİSİ’NİN yayın hakkı imtiyaz sahibine aittir. Bu dergi ahlaki kurallara ve medya ahlakına uymayı milli ve manevi değerlere saygılı olmayı, basın meslek ilkelerine uymayı taahhüt eder.
"En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır." Araf ( 180 )
ALLAH(cc)!
Sensin Allah(cc) sanadır kulluğum Sendedir çarem seninledir varlığım Seni arar ruhum seni anar kalbim Baskasina değil sana muhtacım Başkasını değil seni çağırırım Başkası yaratılmıştır sen yaradansın Başkası devamsızdır sen daimsin ve daim eyleyensin Başkaları muhtaçtır sen ihtiyaçsızsın ihtiyaçları görensin Başka ilah yok sen Allah(cc)’sın Sen ki eşi benzeri olmayansın Sen ki bütün eksiksiz sıfatların sahibisin Cemaline çevir yüzümü başkasına rağbet ettirme kalbimi Senai DEMİRCİ
03
“ikra” Okumanın Önemi
08
Hz.Adem(a.s.)
11
Şair Nabi
16
Hz.Hatice(r.a.)
19
Çobanın Aşkı
21
Tesettür
24
Veysel Karani
29
Futuhu’l Gayb
35
Kurban
39
Söyleşi
43
Mesnevi-i Şerif (Hz.Mevlânâ)
57
Gülşen-i Raz ( Mahmûd Şebisteri (k.s)
Cihan YILDIZ
Kabul Olunan Dua Yaşanmaz oldu hayat. İnsanlar, aşklar, sevgiler hatta doğan güneş bile anlamsız geliyor. Sizde bu yukarıda saydıklarıma katılıyor musunuz? Hayatınız ekşimiş yoğurt tadında mı? Çıkış yolunuz, kurtuluşunuz yokmu? Yediğiniz çilekten, çikolatalı pastadan, bitter çikolatadan, iskender kebaptan, ayrandan, süzme koyun yoğurdundan tat almıyor musunuz? Durun... Sakinleşin... Derin derin nefes alın... Gözünüzü kapatın... Şimdi hayal edin... Gözünüzü çevirdiğiniz her yer alabildiğine beyaz. Etrafta huzurunuzu bozacak hiçbirşey yok. Şimdi kalbinizi yerinden söküp, en temiz sular ile yıkadığınızı düşünün. Kalbinizde eskiye dair hiç birşey kalmasın. Yalan, gıybet, iftira, kalp kırma, ihanet, içki, kumar. Kısacası Allah’ın sevmediği herşeyi yıkayıp atın. (Hatta çıkmaz ise kireç çözücü bile kullanabilirsiniz.) Kalbiniz artık tertemiz, bütün yüklerinden arınmış, bize verildiği gibi tertemiz. Ve evet, eller semaya bir olana kalkıyor. İçinizden ne geçiyorsa isteyin. Bakın, size “sıraya gir bakiyim” demeyecek, dilekçe istemeyecek, “randevu al” demeyecek, sizi eliboş çevirmeyecek. Hani bazen kapınıza “-Allah rızası için” diye gelenler oluyorya. İşte siz onlar gibi eli boş geri döndürülmeyeceksiniz. İsteyin, ev, araba, mal, zenginlik, sağlık, sıhhat, hayırlı kısmet vs vs vs.. Hatta ayakkabınızın bağını kaybettiyseniz onu bile isteyin.
Ne kadar da çok aciziz değilmi? Ne kadar da çok ihtiyacımız var? iste iste bitmiyor. Biz istemekten bıkıyoruz, ama O vermekten bıkmıyor. Krallar, hükümdarlar, yada diğer yöneticiler gibi; “-sen kötüsün, sana birşey yok” demiyor. Çünkü O herşeyin Rabbi. Dağlar dik durmak için, kuşlar uçmak için, deniz dağılmamak için, sonbahar yaprağı düşebilmek için O’na muhtaç. O ise hiçbirşeye muhtaç değildir. Hani bazen birşey için okadar çok dua ederiz ki; geceler gündüzlere karışır. Ama yinede istediğimiz olmaz. Biz, duamız kabul olunmadı diye düşünürüz. Yani duanın kabul olmasının kıstası dilediğimizin olmasıdır. Peki O’nun dileği ve kıstası nedir? Bir örnek ile açıklayalım; Örneğin biz bir araba istiyoruz. Dualarımız hep buna yönelik “ Allahım hayırlısıyla bir araba istiyorum, ne olur nasip et.” Ve duamızın karşılığında arabamız olmadı. bu olayı şöyle değerlendirmeliyiz. Arbayı almak bizim için hayırlı olmayabilirdi. İşte bu yüzden Allah bize vermemiştir. Yani duamız kabul olmuştur. Ayet-i kerimede de buyuruyor. “ Sizin hayır bildiklerinizde şer, şer bildiklerinizde hayır vardır....”
Adem | Sayfa 01
i m ne ve Ok il um k Ay an et ın Ö
“O ku ” de
iz
im
D
in
Oku, yaratan Rabbin adına! O insanı bir 'alak'tan yarattı. Oku, Rabbin sonsuz ikram sahibidir O ki, kalemle yazmayı öğretti O öğretti bilmediğini insana!
Mustafa İSLAMOĞLU
Ramazan Kur'an ayıdır. Çünkü insanlığa gönderilen tüm ilahi mesajların sertacı olan Kur'an vahyi, yine Kur'an'ın kendi beyanına göre bir Ramazan ayında inmeye başlamıştır. Leyl suresinde, Kur'an'ın indiği Ramazan gecesine "Kadir Gecesi" adı verilmekte ve Kur'an'ın doğumuna şahit olan bu meçhul gecenin "bin aydan daha hayırlı" olduğu müjdelenmektedir. Bir geceyi bin aydan daha hayırlı kılan da, o gecenin içerisinde yer aldığı bütün bir ayı (Ramazan) mübarek kılan da Kur'an'ın o gecede/ayda doğmuş olmasıdır. Demek ki, parmağın gösterdiği ay burada Kur'an'dır. Ramazan da, Kadir Gecesi de, tüm kadr u kıymetini Kur'an'ın doğuş zamanı olmalarından almaktadırlar. Kur'an'ı bir tarafa bırakıp da Ramazan'ın ya da Kadir Gecesi'nin bereketine nail olmayı istemek, müsebbibe sırt çevirip sebebe sarılmaktır ki, amacı atıp aracı tutmak kadar abestir. Ramazan iklimi Kur'an iklimidir. Kur'an'ın diriltici soluğunun en ölü yüreklerde bile çiçeğe durduğu bir özge mevsimdir. Ruhuna ihanet edilmemiş bir Ramazan, hoyrat eller tarafından kundaklanmış milyonlarca yüreğe bir rahmet sağanağı olup inecek, yaralı gönülleri onaracak, yaslı gönülleri şad ü handan edecek, umut tohumlarını yakıp kavuracak kadar kuraklaşıp çöle dönen kalpleri tekrar yeşertecektir. Bütün bu güzelliklere vesile olan Kur'an'ın, bundan yaklaşık 1433 yıl önce, Hıra'nın baştan ayağa sancılı ve çok farklı konuğuna, hangi cümlelerle inmeye başladığını özellikle bugünlerde hiç aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor. İşte son vahiy, Son Elçi'ye "oku!" emriyle gelmeye başlıyordu. Bu emir "ilet, bildir, tebliğ et" anlamlarından önce, kelimenin birincil anlamı olan "okumaya" tekabül ediyordu. Çünkü, henüz ortada tebliğ edilecek bir "bildiri" bulunmuyordu bu bir, ikincisi bu vahiyden sonra aylar süren bir vahiy kesilmesinin ardından Müddessir suresinin ilk ayetleriyle asıl "risalet" başlıyor ve "kalk, uyar!" diye emrediliyordu. Anlaşılıyordu ki, Alak suresinin ilk ayetleri "nübüvvete" ilişkin, Müddessir suresinin ilk ayetleri ise "risalete" ilişkindi. İçinde bulunduğu toplumun her alanda iflah olmaz çözülüşünü ve ahlaki kokuşmasını gördükten sonra, başını alıp dağlara vuran sancılı bir yürek, bu kutlu sancının sonunda sadece kendi 'ben'ini doğurmakla kalmıyor, aynı zamanda insanlığı aydınlatacak bir güneşe de hamile kalıyordu. Adem | Sayfa 03
İlk inen ayetlerden, onun hangi varlık sorularını sorduğunu, hangi sancılarla kıvrandığını gayet kolay anlıyorduk. Onun yoğunlaştığı iki alan dinle felsefenin buluştuğu ender eklem noktalarından biriydi: Varlık ve bilgi. O, "ben kimim?" ,"varoluşun anlamı ne?", "kim, nasıl var etti?", "nereden gelip nereye gidiyorum?", "hakikati kimden, nasıl, neyle öğrenebilirim?" Bu sorular varlık sorularıydı. Ayetler, işte bu varlık sorularına cevap olarak geliyordu ve "Oku!" emriyle başlıyordu. O okuyordu elbet. Kendisini okuyordu, kainatı okuyordu, varlığı ve eşyayı okuyordu. Fakat Allah'ın adıyla okumayı beceremiyordu. Bu okuyuşu kitapla taçlandırmadıkça yarım kalan bir okuyuş olacaktı. Dolayısıyla, hedefine varmamış bir okuyuş olacaktı. İşte vahiy bu soylu okuyuşa kutsiyyet kattı ve "okunan" anlamına gelen Kur'an inmeye başladı. Her kitap bir Kitab'ın anlaşılması için Ramazan, aklın, kalbin ve ruhun beslenmesi için bedenin aç bırakılmasıdır. Ruh beslenmesi için bulunmaz bir ilahi fırsat olan Ramazan'ı "beslenme ayı"na çevirip, sofralarını Karun sofrasına çevirmek için her türlü gıda stoklayanların, kitapların şahı olan bir Kitab'ın doğum ayında ruh beslenmesi için kitap stoklamaları günün anlam ve önemine daha uygun olmaz mıydı? "Oku!" emrinin tüm bir insanlığa verildiği bu ayı, bu emirden soyutlayarak kutlamaya kalkışmanın abesliği üzerinde duracak değilim. Fakat, Ramazan'ın tüm bereketini toplayarak gönüllerimize konuk olmayışının sebebini de burada aramak yerinde olur sanırım. Ramazan ilahi bir gündemdir. Bu ilahi gündem karşısında basit, sentetik ve geçici gündemlerimiz gün görmüş kar gibi erimiyorsa, bu muhteşem imkanı israf ettiğimizin resmidir. Doğduğu ayı Ramazan diye kutladığımız Kur'an'a sunacağımız doğum günü çiçeği kitaplardan oluşmuş bir buket olmalıdır. Bu buketi Kur'an'a arz etmeliyiz. Hepsinden öte, Kur'an'la olan ünsiyetimizi bu ayda zirveye çıkarmalı, onunla aramızda bir dostluk peyda etmeliyiz. Allah'a karşı "esas duruşumuzu" bozmadığımıza Kur'an'ı şahit kılmalı, bu dostluğu bir "şahitliğe" dönüştürmeliyiz. Çeçenistan dağlarında, imanına en değerli varlığı olan canını şahit kılıp "aşkını" isbat eden 'en büyük aşık'ların şahitliğinden mahrum olabilirsiniz. Fakat, imanınıza Kitab'ı, kitapları, zamanı, günü geceyi şahit gösterememek... İşte en büyük mahrumiyet. ( 20 Aralık 1999 )
Peygamberliğin ve ilk ayetin geldiği mağara, Hira ( Nur) dağında ki mağara...
Adem | Sayfa 04
"Bilin ki kalpler ancak Allah'覺 anmakla huzur bulur"
Adem | Sayfa 05
(Ra'd, 28)
Adem | Sayfa 06
“And olsun, Biz insanı çamurun özünden yarattık. Sonra onu sağlam bir karar yerinde (rahim) bir nutfe yaptık. Sonra nutfeyi aleka halinde, alekayı mudga halinde yarattık. Mudgayı da kemik halinde yarattık; kemiklere ise et giydirdik. Sonra da onu bambaşka yaratışla inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah’ın şânı en yücedir.” (Mü’minun, 12-14)
n sa
em
İn
k
il
ve r
Ad
be
am
yg
z.
Pe
k
H
il
Şeytanın lanetlenmesinin sebebi kendisini büyük görmesiydi. "Andolsun ki, sizi yarattik,sonra sekil verdik,sonra meleklere,Ademe secde edin dedik;iblis'ten baska hepsi secde etti,o secde edenlerden olmadi. Allah:'sana emrettigim halde seni secdeden alikoyan nedir?dedi.Beni atesten,onu camurdan yaraddin ben ondan ustunum cevabini verdi. Allah'in oradan,orada buyuklenmek sana dusmez,sen alcagin birisin dedi.iblis:Insanlarin tekral dirilecekleri gune kadar beni ertele dedi. Allah:Sen muhlet verilenlerdensin dedi.iblis:Beni azdirdigin icin andolsunki, senin dogru yolun uzerinde insanlara karsi duracagim;cogunu sana sukreder bulamayacaksin dedi.Allah:Yerilmis ve kovulmussun,oradan defol;andolsunki insanlardan sana kim uyarsa, onlari ve sizi hepinizi cehenneme dolduracagim.dedi"(Araf,7/1 1-18)
Hayatı ve Risaleti Adem a.s ilk insan ve ilk peygamberdir. Kur'an-i Kerim,onun topraktan yaratildigini ifade ederek,yaratilis safhasini cesitli acilardan anlatir. Hazreti Adem 'den once Melekler ve Seytan vardi.Insanligin Babasi Ademe ilk ,itiraz Meleklerden gelmisti. Yuce Allah: "Ben yeryuzunde bir halife yaratacagim, "buyurdugunda;Melekler: "Orada bozgunculuk yapacak,kan dokecek birimiyaratacaksin? Oysaki biz,seni overek yuceltiyor ve seni takdis ediyoruz,"dediler(Bakara,2/30) Meleklerin itirazina sebeb, "Ben,balciktan,islenebilen kara topraktan bir insan yaratacagim.Onuyaratip,ona ruhumdan ufledigimde,hemen onasecdeye kapanin(Hicr,28-29)ayetinden anlasildigi uzere,bu yeni yaratilanin,kendilerinden farkli.Allah'a halife olmaya layik birisi olmasindan ileri gelse gerektir.Fakat,Allah,"Ben sizin bilmediklerinizi bilirim"kelamiyla melekleri uyarmis ve Adem Aleyhisselama,butun isimleri ogretmi,sonra onlari,Meleklere gostererek:"Eger sozunuzde samimi iseniz,bunlarin isimlerini bana soyleyin"(Bakara,2/31)buyurmustur. Bunun uzerine melekler: "Sen munezzehsin,ogrettigindenbaska bizim bir bilgimiz yoktur.Suphesiz sen hem bilensin,hem Hakimsin,dediler"(bakara,2/32) Hadisinin devamini kur'an-i Kerim'den dinleyelim: "Allah:Ey Adem,onlara isimlerini soyle dedi.Adem,isimlerini soyleyince,Allah:Ben goklerde veyerde gorunmeyeni biliyorum,sizin acikladiginizi ve gizlemekte oldugunuzuda biliyorum,diye size soylememismiydim? dedi."(Bakara,2/32-33) Neticede Melekler,hep birlikte Adem Aleyhisselema secde ettiler. Boyleceinsan,yaratilir yaratilmaz,Allah'in lutfuyla,Allah'a halife olabilecegini ispatlamis oldu.Topraktan yaratildi ama,Melekler,onunde" secdeye kapandilar. Melekler arasinda bulunan iblis. Adem'e secde etmemekte direndi.Tabii ki bu direnis,ayni zamanda Allah'in emrinede karsi cikisti. Olayi yine kur'an-i Kerim'den dinleyelim: "Andolsun ki, sizi yarattik,sonra sekil verdik,sonra meleklere,Ademe secde edin dedik;iblis'ten baska hepsi secde etti,o secde edenlerden olmadi. Allah:'sana emrettigim
Adem | Sayfa 08
halde seni secdeden alikoyan nedir?dedi.Beni atesten,onu camurdan yaraddin ben ondan ustunum cevabini verdi. Allah'in oradan,orada buyuklenmek sana dusmez,sen alcagin birisin dedi.iblis:Insanlarin tekral dirilecekleri gune kadar beni ertele dedi. Allah:Sen muhlet verilenlerdensin dedi.iblis:Beni azdirdigin icin andolsunki, senin dogru yolun uzerinde insanlara karsi duracagim;cogunu sana sukreder bulamayacaksin dedi.Allah:Yerilmis ve kovulmussun,oradan defol;andolsunki insanlardan sana kim uyarsa, onlari ve sizi hepinizi cehenneme dolduracagim.dedi"(Araf,7/11-18) Iste boylece, insanla iblis arasindaki mucadelede baslamis oldu.Bu mucadelenin kiyamete kadar surecegi,yukaridaki ayetlerdende acikca anlasilmaktadir.Yuce Allah,seytanin aldatma planlarini Kitabinda bizlere haber vermekte ve seytana... "Kullarim uzerinde senin nufusun olamaz.Ancaksana uyan sapiklar bunun disindadir,(Hicr,42)uyarisinda bulunmaktadir.Seytanin insan uzerinde bir nufus sahibi olmayacagini belirterek biz kullarini seytana karsi metin olmaya cagirmaktadir.
SEYTANIN ILK OYUNU VE INSANIN ILK GUNAHI Allah, Hazreti Ademe es olarak Havva anamizi yaratti.Onlarin cennetteki hayatini ve seytanin oyununu Kur'an-i Kerim'den dinleyelim: "Ey Adem! Sen ve esin cennette kalin ve istediginiz yerden yiyin,yalniz su agaca yaklasmayin yoksa zalimlerden olursunuz.seytan,ayip yerlerini kendilerine gostermek icin onlara fisildadi: Rabbinizin sizi bu agactan men etmesi melek olmanizi veya burada temelli kalmanizi onlemek icindir. Dogrusu ben size ogut verenlerdenimdiye ikisine yemin etti. Boylece onlarin yanilmalarini sagladi. Agactan meyva tattiklarinda kendilerine ayip yerleri goruldu,cennet yapraklarindan oralarini ortmeye koyuldular. Rableri onlara: Ben sizi agactan menetmemismiydim? Seytan sizeapacik dusman oldugunu soylememismiydim?diye seslendiHer ikisi: Rabbimiz kendimize yazik ettik bizi bagislamazsanve bize merhamat etmezsen biz kaybedenlerden oluruz dediler. Allah buyurdu: Birbirinize dusman olarak inin. Siz yeryuzunde bir muddet icin yerlesip gecineceksiniz.orada yasar orada olur ve oradan dirilip cikarilirsiniz.(araf,7/19-257) Ayetlerde her sey acikca anlatilmistir. Demekki Hazreti Adem ile Havva nin yeryuzune gonderilisine seytan vesile olmustur.Artik kiyamete kadar Adem ve Havva'nin cocuklari burada dogup burada olecekler;seytanla mucadelelerini burada surdureceklerdir .YuceAllah zaman zaman kendilerine peygamberler gondererek hidayet yolunu gosterecek seytana karsi kendilerini uyaracaktir.Hidayet
yolunu secenler icin ilk defa cennette baslamis olan insan macerasi tekral cennette devam edecektir. Insanla seytan arasinda mucadele surerken nAdem aleyhisselam'in oglu Habil ile Kabil arasinda bir baska mucadele basladi,insanin insanla olan bu ilk mucadelesi.olumle neticelendi Kabil Katil,Habil maktul oldu.Kabil Kur'an-i Kerim'in ifadesiyle:"Kardesini oldurmekle nefsine uydu ve onu oldurerek zarara ugrayanlardan oldu.(maide,5/30) Bu aci hadiseden sonrailk insan olan Hazreti Adem'e ilk peygamberlik vazifeside verildi.
ILK PEYGAMBER Ilk peygamber Hz.Adem'le baslayan bumukaddes vazife Hatemulenbiya Hz.Muhammet Mustafa'ya(s.a.v)kadar devam edip gitti.Peygamberler insanlari hidayete cagirip kurtulusa gotururler.Onlari seytandan korurlar.Ayni zamanda mucadelelerin en cetini ve en amansizi olan insanin insanla mucadelesini bitirip kardeslik baglarini yeniden tesis etmek icin ugrasirlar.Ne mutlu onlarin uyarilarina kulak verip kurtulusa erenlere.Rivayete gore Adem aleyhisselam bin yil yasamis ve neslinin kirk bine ulastigini gormustur.
Hz.ADEM’in MUCİZELERİ Insanligin babasi ve peygamberin ilki olan Hz.Ademe Yuce Allah elli suhuf vermis ve seriat sahibi peygamberlerden kilmistir.Oki ilk Insan ve ilk peygamber olmasinin yanisira;cennet hayatini ilk yasayandi,Dunya hayatini ilk yasayandi;ilk hata yapandi,ilk tevbe edendi,ilk ortunendievlat acisini ilk duyandi...Elhasilher seyde ilk oncu, ilk yolaciciydi.Ilk imtihan olan ve ilk kazanandi,seytanla mucadeleyi ilk baslatandi. Elbette Hz.Ademin en buyuk mucizesi,su dunya topragini Allah'in lutfuyla ilk defa isleyip ondan yararlanmasini ogretmesidir.Allah'in yeryuzundeki evi Kabe-i Muazzama'yi ilk olarak tastan yapan odur.ilk evi hemde evlerin en kutsalini yapma serefi ona aittir. Taslar Hz.Ademin dilegiyle pinar olurdu lezzetli sular akitirdi.Beraberinde Agaclar yurur taslar kendiliginden onun istedigi sekilde dizilirdi.Hatta esya Hz.Ademle konusurdu.Zaten butun bunlar olmasa boyle mucizeleri su issiz dunyada bir basina yasamasi nasil mumkun olurdu?Tarlaya ektigi tohumun ayni gun mahsul verdigi soylenir.Sayet oyle olmasaydi ilk zamanlar gecinmesi ailesini beslemesi mumkun olabilirmiydi?
Hz.Ademi Ates yakmaz su bogmazdi o bu dunyanin efendisiydi.Zaten Allah.Kur'an-i Kerim'de dunyayi ve icindekileri insanin emrine verdigini ve insani kendisine halife yaptigini beyan buyurmuyormu?Ilk insan olmasi hasebiyle dunya ve icindekiler Hz.Ademin emrine muntazirdi. Hz.Ademin cocuklari cogalip cemaatler oluncada esya onunla konusmaya devam etmisti.Kendi soyunu hak dine ve hidayete cagirmakla vazifalendirilen Hz. Adem zaman zaman muftelif bolgelerde yerlesmis kendinden ureme insan topluluklarina ugrar;onlari kotuluklerden menedip iyiligi emreder ve hak dine cagirirdi. Bir gun hac etmek uzere yola cikan Hz.Adem tastan yapilma putlara tapan insanlarla karsilasti,insan istemucerredi kavrayamayinca musahhasa muracaat eder ve kendine put yapma yoluna gider.Hz.Adem onlari bu isten vaz gecmeye bir ve tek olan Allah'a iman etmeye cagirdi.Kendi sulbunden bu insanlar onun davetini kabul etmediler.Bunun uzerine putu getirmelerini soyledi getirdiler.Bu kez Alla'in daha yarattigi zaman butun ilimlerle mucehhez kildigi Hz.Adem nputa hitap etti. Put derhal dile gelip konustu ve kendisine tanri diye tapanlardan sikayete basladi."ey Resul beni bu cahillerin elinden kurtar"diye yalvardi.Bunun uzerine Hz. Adem putu parcaladi puta tapicilar bu manzara karsisinda sasirip kaldilar ve hatalarim kavramakta gecikmediler. ve Babalari Adem Aleyhisselama kulak verip hidayete erdiler. Hz.Adem’ki dunyaya dunyanin efendisi ve Allahin halifesi olarak gonderilmis. Her seyin ilk kesvedicisi oydu. Kendi soyunun ilk rehberi oydu. Habil ile Kabil arasinda hasetlikle baslayan mucadele sekilden sekile boyadan boyaya girerek süre geldi, süregidecek. Zaten iman-küfür mücadelesi de ta o çağglarda başlamammışmıydı? Ilk Insan Ilk Peygamber,ilk ogretici,ilk yolacici Hz.Ademde bu dunyadaki omrunu tamamladi ve ebediyet alemine geldigi aleme geri dondu. Kabri"Ebukubeys"dagindadir. Kendinden bir yil sonra vefat eden esi Havva anamizinda Ciddede topraga verilmis oldugu riyayet edilir. selat ve selam Adem Aleyhisselama olsun Hz.Ademin cocuklari cogalip cemaatler oluncada esya onunla konusmaya devam etmisti.Kendi soyunu hak dine ve hidayete cagirmakla vazifalendirilen Hz. Adem zaman zaman muftelif bolgelerde yerlesmis kendinden ureme insan topluluklarina ugrar;onlari kotuluklerden menedip iyiligi emreder ve hak dine cagirirdi.
Adem | Sayfa 09
Ilk peygamber Hz.Adem'le baslayan bumukaddes vazife Hatemulenbiya Hz.Muhammet Mustafa'ya(s.a.v)kadar devam edip gitti.Peygamberler insanlari hidayete cagirip kurtulusa gotururler.Onlari seytandan korurlar.Ayni zamanda mucadelelerin en cetini ve en amansizi olan insanin insanla mucadelesini bitirip kardeslik baglarini yeniden tesis etmek icin ugrasirlar.Ne mutlu onlarin uyarilarina kulak verip kurtulusa erenlere.Rivayete gore Adem aleyhisselam bin yil yasamis ve neslinin kirk bine ulastigini gormustur. Yuce Allah'in Tin suresinde isaret buyurdugu gibi,"Insan en guzel sekilde yaratilmistir."Ne varki bu insan dahaHz.Adem zamaninda yine ayni surede isaret edildigi uzere"asaginin en asagisina"dusmekte kufur batakligina gomulmekte gecikmedi.Bir kere ezeli dusmani seytan vardi ona her bir tarafindan yaklasarak saptiran ve gunaha bulastiran. Hz.Adem yasadigi muddetce insanlari seytanin igvalarindan kurtarmaya calisti.
Adem | Sayfa 10
Yu
r ai “SŞ
su f
” bi Na
Osmanlı şâiri ve velî. İsmi Yûsuf'dur. Nâbî, evliyâlar ve enbiyâlar şehri olarak bilinen Rûha (Urfa) da 1642 (H.1052) senesinde doğdu.1712 (H.1124) senesi Rebî'ül-evvel ayının üçünde Cumartesi günü vefât etti. Üsküdar'daki Karacaahmed kabristanlığına defnedildi. Kabri, Sultan İkinci Mahmûd ve Sultan İkinci Abdülhamîd Hân devirlerinde tâmir edildi. Nâbî'nin yirmi beş yaşına kadar olan hayâtı hakkındaki bilgiler rivâyetlere dayanmaktadır. Çocukluğunda Arapça ve Farsça'yı, anadili Türkçe ile birlikte en iyi şekilde kaynağından öğrendi. Daha sonra Yâkûb Halîfe isimli bir Kâdirî şeyhine talebe oldu. Şeyh Yâkûb Halîfe, talebesi Yûsuf Nâbî'yi, ilk önceleri bir kuzusuna bakmakla vazifelendirdi. Kısa bir süre sonra çobanlıktan usanan Nâbî, kendi kendine nefs muhâsebesi yaptığı sırada; 'Ben bu yola Hakk'ı bulmak ve Hakk'ı bulmamda rehber
olması için hocama baş vurdum. Hocam benden safını bulamadı da, ders vereceği ve zikr yaptıracağı yerde, bana hep kuzusunu otlattırıyor. Bu iş ne zamâna kadar sürecek? ' diye düşündü. Bu düşüncesi hocasına Allahü teâlânın izniyle mâlûm oldu. Hocası derhal Nâbî'yi yanına çağırdı. Feyz saçan gözlerini öğrencisinin gözlerine dikerek; 'Senin bir talebe gibi eğitilmeye ihtiyâcın yok. Sen ilimden nasîbini doğuştan almışsın. Çobanlık yaptırarak, seni denemek istedim. Seni ilmin deryâsı olan İstanbul'a göndermek istiyorum. Gitmek ister misin? ' dedi. Hiç beklemediği durum karşısında şaşıran Nâbî; 'İlmi fazlası ile öğrenmiş yılların talebeleri dururken, benim gibi üç günlük bir talebenin yüzmeyi bilmeden ilim deryâsına dalması nasıl olur? ' deyince, Yâkûb Halîfe; 'Sâdece şöyle olur.' diyerek ilim nûru gözlerini Nâbî'nin gözlerine birleştirdi. Nâbî o anda ilmin birçok mertebelerini aşarak kemâle erdi.
Adem | Sayfa 11
Eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Türkçe 'Dîvân'ı: Şiirlerinin bir kısmının toplandığı bir eserdir. Bulak'da ve İstanbul'da basılmıştır.2) Farsça Dîvânçe,3) Tercüme-i Hadîs-i Erba'în,4) Hayriyye: On yedinci yüzyılın en mühim, en güzel, en ustaca, bizde ve Avrupa'da en çok tanınmış mesnevîsi olan bu eser, ahlâkî yönden Türk edebiyâtında, çocuğa hitâp eden ilk eser ünvânını kazanmıştır. Yedi yaşındaki oğlu Ebü'l-Hayr MehmedÇelebi'ye hitâb eden bir üslubla yazılmıştır. Oğluna, hayatta gitmesi gerektiği yolu göstermek, muvaffakiyetin sırlarını veİslâm ahlâkını öğretmek maksadıyla nasîhatlar vererek, her devirde hüküm süren husûsiyetleri dile getirmiştir. Nâbî'ye göre, iyi bir insan olmanın ilk şartı, her işte ve mevzûda her zaman Allahü telâyı hatırlamaktır.5) Hayrâbâd,6) Sûrnâme,7) Fetih-NâmeiKameniçe,8) Münşeât,9) Tuhfet-ülHaremeyn,10) Zeyl-i Siyer-i Veysî.
Sakın terk-i edebden
Sakın terk-i edepten, kûy-i Mahbûb-i Hudâ'dır bu; Nazargâh-ı ilâhîdir makam-ı Mustafâ'dır bu.!.. Felekte mâh-ı nev Bâbu's-selâm'ın sîne-çâkidir; Bunun kandîli, cevzâ matla-ı nûr-i ziyâdır bu! Habîb-i Kibriyâ'nın, hâbgâhıdır fazîlette; Tefevvuk kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ'dır bu. Bu hâkin pertevinden oldu, deycûr-i adem zâil; Amâdan açtı mevcûdât, çeşmin tûtiyâdır bu. Murââd-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha; Metâf-i kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu.!
Adem | Sayfa 12
ta
E -i rk Te
us M
n kı Sa
fa
Cİ İR M DE
davranışlarını gördüm. Yemin ederim ki; hiçbir krala adamlarının Hz. Muhammed (s.a.v)’in adamlarının kendisine saygı gösterdiği gibi saygı gösterdiğini görmedim. Şayet tükürse; kimin eline değerse değsin onu tenine yüzüne sürüyor. Muhammed (s.a.v)’in ağzından bir söze çıkmaya görsün onu hemen yerine getirmek için herkes birden fırlıyor. Abdest aldığında abdest suyunu aralarında mücadele ederek kapışıyorlar. Yere düşmesine fırsat kalmıyor. Birinin eline bir damla dahi geçmemişse diğerinin yaş eline elini sürerek yüzüne sürüyor. Huzurunda çok alçak sesle konuşuyorlar. Önünde asla yüksek sesle bağırmıyorlar. Edeplerinden dolayı gözlerini dikerek O’na bakmıyorlar. Sakalından veya başından bir kıl düşse onu yerden hemen alıyorlar. O’na saygı ve hürmet gösteriyorlar. Kısacası ben hiçbir lidere Muhammed (s.a.v)’e olduğu gibi bir saygı ve muhabbet gösterildiğini görmedim.” 3 Bu saygı, muhabbet ve edeb çağlayanı her devirde nefesini hissettirmiş benzersiz güzelliklere temel teşkil etmiştir. Edebinden dolayı Allah Rasülü (s.a.v)’nün dolaştığı çöl kumlarına ayakkabılarıyla basmaktan haya eden, yalınayak bir ömür kızgın çöl kumlarında dolaşan gönüller sultanı Bişr-i Hafî (k.s) devrinin edep şâhikası olarak karşımızda durmaktadır. Muhabbet bağının güllerini koklayan ve aldıkları râyihaları şiirlerle ölümsüzleştiren âşık, şâir Nâbi, sevgilisi Muhammed Mustafa (s.a.v)’nın ravzay-ı pâkine yaklaşınca şehrin girişinde mola vermişti. Yol arkadaşı yorgunluktan uyuya kalınca; onun ayaklarını uzatmasına gönlü razı olmamış, gayr-i ihtiyâri dilinden şu mısralar dökülmüştü: “Sakın terk-i edepten kû-yı mahbûb-i Hüdâdır bu Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafa’dır bu.” Sevgilisi de onun sözlerini sabah namazı vakti müezzine rüyasında telkin ile onun edebine, ihtiramına müezzinin yanık sesiyle şiirini okutturarak karşılık vermiştir. Bu ve benzeri örnekleri saymakla bitiremeyiz. Bilinmesi gereken odur ki; gönüllerini Allah (c.c)’a ve O’nun Rasülüne açabilen iman sahipleri her an huzurda olmanın hazzı ile püredep yaşamışlar, bununla da yetinmeyip kıyamete kadar geçerli edeb kuralları ile süslenmiş tasavvufî öğretileri insanlığa miras olarak sunmuşlardır. Ne acıdır ki, bugün edepsizliğin ve hâyâsızlığın hüsnü kabul gördüğü bir dönemin kirli havasında yaşıyoruz. Ne diyelim? Âh Edep! Âh Edep! Âh Edep!.. Selam ve duâ ile... Adem | Sayfa 13
en pt de
İnsanoğlunda edep bulunmazsa o insan değildir. Çünkü insan ile hayvan arasındaki fark edeptir.” Hz. Mevlânâ (k.s) Serlevhası “Edep Yâ Hû” olan sûfiler sülûk ehlini hem Hakk (c.c)’a hem de halka karşı, zâhiren ve bâtınen edepli hale getirmeyi amaç edinmişlerdir. Öyle ki, bu gâye ile davet ettikleri nurlu yolu edep kelimesiyle tanımlayanlar bile olmuştur. Ebu Hafs el-Haddâd (k.s) bunlardan birisidir. “Tasavvuf edepten ibarettir.” der. “Ziyafete davet etmek” manasındaki “edb” veya “Zarif ve edepli olmak anlamındaki “edeb” masdarından isim olan edep; lügatte “davet, iyi tutum, kibarlık ve incelik, takdir ve hayranlık” kelimeleriyle ifade edilmiştir.1 “Sevgilim konuşunca hep güzelliklerden bahseder. Susunca da hep güzel şeyler yapar.” diyen edip edebi ne güzel anlatır. Marifetulaha talip olan sûfîler bu yakınlığın nasıl elde edileceği hususunda ciltler dolusu eserler ortaya koymuşlardır. Her biri meşrebine göre metodlar belirlemiştir. Ancak hepsinin buluştuğu ortak nokta “edeb” olmuştur. Çünkü yine hepsinin ortak hedefi marifetullahtır. Marifetullah ise kulun sultan ile yakınlaşmasıdır, perdelerin aralanmasıdır. Bu yakınlık sultanın sarayında bulunmak gibidir. Ki; “Kurb-i Sultan, âteş-i sûzândır.” Yani sultana yakın olmak yakıcı ateşe yakın olmakla eşanlamlıdır. Huzurda edebe riayetsizliğin bedeli çok ağırdır. Bu sebebledir ki; “Kâmil manada edep, ancak peygamberlerde ve sıddîklarda olur.” Çağımız insanları bütün kavramların içini boşaltmış kuru ifadeler manzumesi haline getirmiştir. Bugün edep denilince anlaşılan; şekillere ve levhalara hapsedilmiş ruhsuz birtakım davranış biçimleridir. Oya bütün ilhamını Kur’an-ı Kerim’den ve Sünnet-i Rasülullah (s.a.v)’tan alan hakikat ehli edebi birçok yönden farklı biçimlerde derin mânâlar yükleyerek hayatına taşımıştır. Onlara göre edep, kulluğun zîneti, süsüdür. Onlar namazdan başlayarak sefer, hareket, ikâmete kadar uzanan bütün vazifelerini bir edep çizgisi dahilinde ifâ etmişlerdir. “Beni rabbim terbiye etti ve edebimi güzel yaptı.”2 buyuran güzeller güzeli Rasülullah (s.a.v)’ın âşıkları, edebinden, sîretinden nasibdâr olan sâdıkları, O’nu hakkıyla severek, izini takip ederek, tarihte eşi-benzeri görülmeyen göz kamaştırıcı edep tabloları çizmişlerdir. Hudeybiye görüşmeleri sırasında müslüman olmadan önce Kureyş’in elçiliğini yapan Urve b. Sâkif (r.a)’in Allah Rasülü (s.a.v) ve ashâbı hakında anlattıkları çok mühim mesajlar ve numuneler içermektedir. Urve (r.a), Efendimiz (s.a.v) ve arkadaşları ile ilgili izlenimlerini şu cümlelerle aktarır: “Ey Kureyş! Ben anlı şanlı kralların huzuruna gittim. Kayser, Kisrâ ve Necâşî’lerin saraylarında girip onların krallarına
“Efendi! Bilmiş ol ki edep; insanın bedenindeki ruhtur. Efendi! Edep; ricalullahın göz ve gönlünün nurudur. Eğer şeytanın başını ezmek dilersen; gözünü aç ve gör. “Şeytanın katili edeptir.”
“De ki: O Allah, birdir. Allah, Samed'dir (herşey O'na muhtaçtır, daimdir, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır). O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Ve hiçbir şey O'nun dengi değildir. ” İhlas Suresi
Adem | Sayfa 14
“Peygamberin hanımlarına, babalarından, oğullarından, erkek kardeşlerinden, erkek kardeşlerinin oğullarından, kız kardeşlerinin oğullarından, mümin kadınlardan ve sahip oldukları cariyelerden ötürü bir günah yoktur. Ey peygamber hanımları! Allah'a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah her şeye hakkıyla şahittir.” Ahzab (55)
Adem | Sayfa 15
) a. (r .
si ne
H
z.
H
An
e
ne
le
ri
n
at ic
An
Rasûlullah (s.a.s.)'in evlendigi ilk kadin, Huveylid'in kizi Hatice'dir. Hz. Hatice ilk olarak Atik b. Aziz'le evlendi, ondan bir kizi oldu. Onun ölümünden sonra, Temim ogullarindan Ebû Hale ile evlendi. Ondan da bir oglu ve bir kizi oldu. Onun da ölümünde sonra, Rasûlullah (s.a.s.) ile evlendi (Ibn Ishak, a.g.e., 229).
Hz. Hatice(r.anha), Allah'in selâmina ve Rasûlullah (s.a.s.)'in övgüsüne nâil olacak derecede faziletli ve serefli bir kadindi. O, imanda, sabirda, iffette, güzel ahlâkta, kisacasi her yönü ile örnek olan bir anneydi. Rasûlullah (s.a.s.); "hristiyan kadinlarinin en hayirlisi Imrân'in kizi Meryem, müslüman kadinlarinin en hayirlisi ise. Hüveylid'in kizi Hatice'dir" buyurdu. Bu konudaki diger bir hadisinin meali söyledir: " Dünya ve âhirette degerli dört kadin vardir. Imran'in kizi Meryem; Firavun'un karisi Asiye, Hüveylid'in kizi Hatice ve Muhammed (s.a.s.)'in kizi Fâtima" (Ibn Ishak, a.g.e. s. 228).
Hz. Hatice, Hz. Muhammed (s.a.s)'in temiz, iffetli ve yüce ahlâk sahibi olan hanimlarinin ilki. O, Araplarin en asil kavmi olan Kureys kavminden ve Kureys kavminin de, en asil, pak ailelerinden idi. Babasi Huveylid, annesi Fâtima'dir (Ibn Ishak, es-Sîre, Nesr. Muhammed Hamidullah, s. 60). Hz. Hatice'nin baba tarafindan soyu Kusay'da Peygamberimizin baba tarafindan soyu ile birlestigi gibi, annesi tarafindan da soyu yine Peygamberimizin baba tarafindan dedesi olan Lüey'de bilesmektedir (M. Asim köksal, Islâm Tarihi, Mekke Devri, 96). Hz. Hatice, ticaretle ugrasan zengin, haysiyetli, serefli bir kadindi. Ücretle tuttugu adamlarla Sam'a ticaret kervanlari düzenlerdi. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in dogru sözlü, güzel ahlâkli ve son derece kendisine güvenilen bir insan oldugunu ögrenince, O'na ticaret ortakligi önerdi. Hz. Muhammed (s.a.s) Hz. Hatice'nin bu teklifini kabul etti. Hz. Hatice O'nun baskanliginda bir ticaret kervanini Sam'a gönderdi. Ayni zamanda kölesi Meysere'yi de O'nunla beraber gönderdi. Meysere, yolculuk sirasinda Hz. Muhammed (s.a.s.)'de harikulade hallere sâhid oldu. Gittikleri yerde, Peygamberimiz (s.a.s.) satacaklarini satti ve alacaklarini da aldi. Ondan sonra geri döndüler. Hz. Hatice bu ticaret kervanindan çok memnun oldu. Daha önce gönderdigi ticaret kervanlarina nazaran, bu sefer daha fazla kâr elde etti. Hz. Peygamber (s.a.s.) hakkinda Meysere'yi de dinleyince, O'na olan itimadi ve sevgisi daha da artti. O'na anlastiklari ücretten fazlasini verdi ve Hz. Muhammed (s.a.s)'e evlenme teklifinde bulundu (Ibn Ishak, a.g.e., 59). Hz. Peygamber (s.a.s.) durumu amcasi Ebu Talib'e anlatti. Ebu Talib Hz. Hatice'yi Hz. Muhammed (s.a.s.) için istedi. Iki aile anlasti. Dügünleri o zamanin örf ve adetlerine göre, Hz. Hatice'nin evinde yapildi. dügünde Ebû Talib ve Hz. Hatice'nin amcasi Amr b. Esed birer konusma yaptilar. Ikisi de konusmalarinda hikmetli ifadelerde bulundular ve evlenecekler hakkinda güzel seyler söylediler. Ondan sonra misafirlere ikram yapildi, yemekler yenildi. Ebû Talib nikâhlarini kiydi. Mehir olarak 500 dirhem altin tesbit edildi (Ibn, Sa'd Tabakat, VIII, 9). O zaman, rivâyetlerin ekseriyetine göre, Hz. Muhammed (s.a.s.) 25 ve Hz. Hatice 40 yasinda idiler. Aralarinda 15 yas fark vardi (Ibn Hacer, el-Isâbe, 539). Bazi rivâyetlerde bu yas farkinin daha az oldugu kayitlidir.
Adem | Sayfa 16
Hz. Hatice'nin Rasûlullah (s.a.s.)'den Fâtima, Ümmü Gülsüm, Zeyneb ve Rûkiyye adinda dört kizi, Kâsim ve Abdullah adinda da iki oglu dünyaya geldi. Kelbî'nin rivâyet ettigine göre, önce Zeynep, sonra Kâsim, sonra Ümmü Gülsüm, daha sonra Fâtima, ondan sonra Rûkiyye ve en sonunda Abdullah dünyaya geldi. Ali b. Aziz el-Cürcânî de, Kâsim'in Zeynep'ten daha önce dogdugunu nakletmistir (Ibn el-Esir, Usdü'l-Gâbe, I, 434). Hz. Hatice(r.anha), Rasûlullah (s.a.s.)'e, Peygamberliginden evvel son derece saygi gösterip onu mutlu ettigi gibi, Peygamberligi döneminde de, ona ilk inanan, onunla beraber namaz kilip ona ilk cemaat olan kisi vasfini kazandi. Daima Hz. Muhammed (s.a.s.)'e destek oldu, ona moral verdi, son derece güzel davranis ve sözleri ile, onun basarilarina katkida bulunmaya çalisti. Hz. Hatice, Rasûlullah (s.a.s.)'e (Allah kendisini Peygamberlikle sereflendirdigi zaman) teskin etmek için; "ey amca oglu, beni melek geldigi zaman haberdar edebilir misin?" diye sordu. Resûlullah (s.a.s.); "evet" cevabini verdi. Bir gün Hatice'nin yaninda iken, ona Cibril geldi ve; "Ey Hatice! Iste bu Cibril'dir, bana geldi" dedi. Hatice "Su anda onu görüyor musun?" diye sordu. "Evet" karsiligini verdi. Hatice bu kez sag tarafina oturmasini söyledi. Rasûlullah (s.a.s.) Hatice'nin sag tarafina oturdu. Hz. Hatice; "Simdi görüyor musun" sorusunu tekrarladi. Rasûlullah (s.a.s.) yine olumlu cevap verince, Hz. Hatice örtüsünü çikarip atti. O sirada Rasûlullah (s.a.s.)in hâlâ kucaginda oturuyordu. "Onu, simdi görüyor musun?" diye tekrar sordu. Rasûlullah (s.a.s.) bu kez "hayir" cevabini yerince, Hz. Hatice; "Bu seytan degil; bu kesinlikle melek, ey amca oglu! Sebat et, seni müjdelerim" dedi (Ibn Ishâk, a.g.e., 114). Bir gün Cebrâil (a.s.) Rasûlullah (s.a.s.)'e gelerek söyle buyurdu: "Hatice'ye Allah'in selâmlarini söyle." Rasûlullah (s.a.s.): "Ya Hatice, bu Cebrâil'dir, sana Allah'tan selam getirdi" deyince, Hz. Hatice, Allah'in selamini büyük bir memnuniyetle kabul etti ve Cebrâil'e de iadei selâmda bulundu (Ibn Hisâm, es-Sîre,, I, 257). Allah'in rizasini, yuvasinin mutlulugunu, dünya ve âhiretin huzur ve saadetini düsünen bütün anneler için en güzel örnegi teskil eden Hz. Hatice (r.a.), nübüvvetin onuncu yilinda, Ramazan ayinda vefât etti ve Mekke'deki Hacun kabristanina defn edildi
Annelerin Annesi
Hz.Hatice İsmin insanlığın doğan güneşi, Billahi,cihanda yoktur bir eşi, Anaların,anası, Hatice kişi, İslamın üzerine doğan güneşsin, Rasullullaha (sav) inanan kutlu bir eşsin. Allahın Rasulüne gönlünü verdin, Varlığını Rasulün önüne serdin, Ebu Cehillere sen göğüs gerdin İslamın üzerine doğan güneşsin, Süreyya yıldızına benzer bir eşsin. Doğuş günlerinden mesaj gönderdin.! . Herkesten,önce sen,kemale erdin, İnandın,Muhammed'e Allah bir dedin, İslamın üzerine doğan güneşsin, Ümmetin anası cevher bir eşsin. O gün varlığınla, kutsi, bir ana oldun, Bu gün varlığınla,kalplere doldun, Ruhumuzu aydınlatan nurlu bir yoldun, İslamın üzerine doğan güneşsin, Cevheri gül olan kutlu bir eşsin. Ey islamın güneşi,Hatice anam, Varlığına misyonuna ben kurban olam, Günahlardan sıyrılıp mağfiret dolam, Sara'ya,Hacer'e,Meryem'e,Havva'ya eşsin, Anaların üzerine doğan,doğan güneşsin...
Nurullah Muslu
Adem | Sayfa 17
"Ve size Resulullah (mal ve diğer hususlardan) ne verirse onu alınız. Ve sizi neden men ederse hemen ondan vazgeçin" (Haşr, 7)
Adem | Sayfa 18
Çobanın Aşkı Aşıktı delikanlı. Sevgilisinin isminden başka bir şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu onun halini: - Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim, diyordu, yemiyor, içmiyor, işi gücü, gecesi gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kâr etmiyor, son bir çare diye geldik size. Halbuki "sen bir garip çobansın, o padişahın kızı, davul bile dengi dengine" dedim ya, dinlemiyor efendim, ama herhalde aşkın gözü kördür diye de buna diyorlar, değil mi efendim... İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş, iskeletinin üstüne deriden bir zırh giydirilmişcesine zayıf, çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden, gözlerinde aşktan gayrısı kalmayan diğer çobanı süzüyordu. Sonra bir ah çekti, yüzünü nefes almadan konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip tebessüm etti. - Kolay evlat kolay, dedi, çaresizseniz çare sizsiniz. Ve tane tane anlatmaya başladı. İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar adam, aslında padişahın bütün dertlerini paylaştığı, her meselesini danıştığı bir bilge idi. Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O günden beri de bu kulübede yaşıyar, gelen geçene ikram edip, gül alıp gül satıyordu. Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma dönen genç çoban ve yanındaki kadim dostu nereden bilsindi bu garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu. Aşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra, her şeyin bittiği anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve tertemiz teslimiyetiyle: - Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani o mağarada elimde tesbih, kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla evlenebilir miyim? - Evet, dedi bilge, kırk gün o mağarada gece gündüz Allah diyeceksin, kırk gün sonra padişahın kızı senindir. İki dost hemen yola çıktılar, aşık çobanın yüzüne kan, dizlerine derman, yüreğine yeniden can gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tesbih, gönlünde aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm, mağaranın yolunu tuttu. Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü, dualar etti, gözlerini kapattı, kalbini padişahın kızına bağladı, eline tesbihi aldı ve dudakları kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah... Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı. Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen gençten bahsediyordu. Cami çıkışında ihtiyarlar, çeşme başında kadınlar, tarlada işçiler, top oynarken çocuklar, herkes onu konuşuyordu: - Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini Allah'a adamış, gece gündüz durmadan Allah diyormuş, Allah Allah..." Aşık dostunun ne halde olduğunu merak eden genç çoban, mağaraya geldiğinde üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı, dudaklarının da kıpırdamadığını görünce, uyuyakaldı herhalde diye düşündü. Tespih tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç adam, karşısında arkadaşını görünce, günlerdir yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardına anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası geçmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit kırıntısı... Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor, tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan sağ el işaret parmağını sabitlemeye çalışıyor, avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. Vedalaştılar. Ay ışığında dostunun gözlerine yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın. Aşık çoban yeniden eline tesbihini aldı, gözlerini kapattı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu,
tükendi her şey, hiç tükendi, an bitti, sadece bir söz kaldı: Allah... Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala, mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış, nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmuştu. Meselenin aslını merak eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından, bulundukları mekâna bereket getirdiklerinden, ne yapıp edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti başveziri. Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl yapması gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı gibi, dağ kulübesinin yolunu tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya, sancak-tuğ vermeye kadar saydığı her şey, bilgenin: - Hünkârım, gönül erleri mala-mülke, makama-mansıba itibar etmezler, demesiyle son buldu. Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz çöktürür, birinin derdini diğerine derman eyler, ikisini de aynı tebessümle bahtiyar ederdi. Güldü ihtiyar: - Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz sultanım, dedi. Şaşırma sırası padişaha gelmişti. - Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler mi, kabul ederler mi? Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının üstünden... Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler, onların arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir mana vermeye çalışan aşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru yürümeye başladılar. Bu arada bizim aşık kendinden öylesine geçmiş, tesbihiyle öylesine bir olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir tesbihten başka bir şey bulamasalar şaşırmazlardı. Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir sesle; - Efendim, dedi, sizi ziyarete geldik. Yavaşça başını çevirdi aşık, sonra bütün vücuduyla döndü, gözlerinde en ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi. Herkes heyecan içinde. Vezirler, halk, genç çoban, mağara, tespih, sessizlik, duvar... Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine doğru uzatarak olan biteni görme telaşındaydı. Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin. - Efendim, diyebildi en son, sessizce, benim bir kızım var efendim, zat-ı âlinize layık değil belki, ama lütfeder nikâhınıza alırsanız bizi bahtiyar edersiniz... Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte aşık maşukuna kavuşacak, murad hasıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten ağlıyordu. Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç adamdaydı. Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden emin bir ifadeyle: - Hayır, dedi, kızınızı istemiyorum. Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu, halk hayret içindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge tebessüm ediyordu. Aşık çobanın genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden ileri atılarak bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip: - Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında mısın? Güldü aşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak: - A dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim... Adem | Sayfa 19
Adem | Sayfa 20
“Ey Ademoğulları! Şeytan ana ve babanızı kötü yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak nasıl cennetten çıkardıysa, sizi de aldatmasın.” (el-A’râf, 7/27)
Adem | Sayfa 21
nm e ür
tt
se Te
Ö rt ü
1) Tesettürün niteliği: Bir kimsenin örtmesi gereken ve başkasının bakması haram olan yerlerine “avret yeri” denir. Gerektiğinde evlenmeleri caiz olan, karşı cinslerin biri diğerinin yanında olunca avret yerlerini örtmesi gerektiğinde görüş birliği vardır. Sağlam görüşe göre, bir kimse tek başına olduğu zaman da örtünmelidir. Buna göre; bir kimsenin temiz elbisesi bulunduğu halde, kimsenin olmadığı yalnız başına bir odada çıplak olarak kılacağı namaz sahih olmaz. (İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtar, Mısır (t.y.), I, 375) Yıkanma, tuvalet ihtiyacı ve taharetlenme gibi ihtiyaçlar dışında, bir yerde de bulunulsa, mü’minin namaz içinde veya namaz dışında avret yerlerini örtmesi farzdır. Bunun delili Kur’an, Sünnet ve sahabe uygulamasıdır.
2) Tesettürün dayandığı deliller
Tesettür, arapça “setere” kökünden “tefe’ul” vezninde bir mastar olup, sözlükte; örtünmek, gizlenmek, bir şeyin içinde veya arkasında saklanmak anlamlarına gelir. Bir fıkıh terimi olarak tesettür, erkek veya kadının şer’an örtülmesi gereken yerlerini örtmesi demektir. Günümüzde çok dündemde olan TÜRBAN ( baş örtüsü) tesettürün sadece bir kısmını oluşturmakta dır.
a) Kur’an-ı Kerim’den deliller: İnsanın örtünme ihtiyacının ilk insan Adem ve Havva ile başladığı, çıplaklığın çirkin bir şey olduğu ayette şöyle belirtilir: “Ey Ademoğulları! Şeytan ana ve babanızı kötü yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak nasıl cennetten çıkardıysa, sizi de aldatmasın.” (el-A’râf, 7/27) “Ey Ademoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek bir giysi, bir de giyip süsleneceğiniz bir giysi indirdik. Takva örtüsü ise daha hayırlıdır.” (el-A’râf, 7/26) Hayvan yünlerinden giysi için yararlanmanın gereğine şöyle işaret edilir: “Davarları da o yaratmıştır ki, bunlarda sizin için ısıtıcı ve koruyucu maddeler ve nice nice yararlar vardır.” (en-Nahl, 16/5) Örtünmenin gayesi başkasının bakışlarından korunmak ve ırzı meşru olmayan cinsel isteklerden sakınmaktır. İnsandaki edep ve haya duygusu örtünmeyi gerektirir. Ancak mü’min erkek ve kadınların örtünmede asıl gayesi Yüce Allah’ın rızasını kazanmak olmalıdır. Çünkü Allahü Teala’nın emir ve yasaklarına uymak bir ibadettir. Namaz ve oruç gibi ibadetleri emreden Allah (c.c), ibadet içinde ve dışında örtünmenin şekil ve sınırlarını da belirlemiştir. Cahiliye döneminde Arap toplumu Kabe’yi çıplak tavaf ederlerdi. Gündüz erkekler, gece kadınlar gelir ve tavaflarını anadan doğma yaparlardı. Onlar; “içinde günah işlediğimiz giysilerimizle tavaf yapamayız” diye bir gerekçe de gösterirlerdi. İşte daha Mekke döneminde İslam toplumunun tavaf sırasında ve namazda örtünmesi gerektiğini bildiren şu ayet indi: “Ey
Adem | Sayfa 21
Ademoğulları! Her mescide gelişte zinetinizi giyin.” (el-A’raf, 7/31.) Ayet, tavafı ve namaz için mescide gelmeyi kapsamına alır. Buradaki “zinet” sözcüğü “elbise, giysi” olarak tefsir edilmiştir. Böylece namaz ve tavaf gibi ibadetlerde avret yerlerinin örtülmesi farîzasını İslam getirmiş oldu. (bk. Ebu Bekr el-Cassas, Ahkamu’l-Kur’an. tahk. M. es-Sadık Kamhavî Kahire (t.y.), IV, 205 vd.; Elmalılı, a.g.e. 2. baskı, istanbul 1960, III, 2151, 2152.) Başka bir ayette; gizli yerlerini örtüp koruyan erkeklerle kadınların Yüce Allah’ın affına ve büyük bir mükafata ulaşacakları belirtilir. (bk. el-Ahzab, 33/35.) Örtünmede karşı cinsin bakışlarından korunmak söz konusu olunca, İslam bakanla ilgili olarak da bir sınırlama getirmiştir. Erkeklerin gözlerini sakınması, kadınların iffetini korumak içindir. Ayette şöyle buyurulur: “Mü’min erkeklere söyle. Gözlerini zinadan sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu, kendileri için daha temizdir.” (en-Nûr, 24/30.) Kadınların örtünmesi konusunda ise şöyle buyurulur: “Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Zinet yerlerini açmasınlar. Bunlardan kendiliğinden görünen kısmı müstesnadır. Baş örtülerini yakalarının üstüne koysunlar. Zinet yerlerini kendi kocalarından, kocakarının babalarından, oğullarından, kocalarının oğullarından, kendi erkek kardeşlerinden, kendi kardeşlerinin oğullarından, kız kardeşlerinin oğullarından, kendi kadınlarından, kölelerinden, erkeklik duygusu kalmayan hizmetçilerden veya henüz kadınların gizli yerlerine muttali olmayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizleyecekleri zinetleri bilinsin diye ayaklarını da vurmasınlar. Ey mü’minler! Hepiniz Allah’a tevbe edin. Böylece korktuğunuzdan emin, umduğunuza nail olursunuz.” (( en-Nûr, 24/31.) Ayetteki “humur (baş örtüleri)” sözcüğünün tekili “hımar” olup, sözlü-te; kadının kendisi ile başını örttüğü şey, demektir. Saîd b. Cübeyr (Ö. 95/713), baş örtüsünün kadının boyun ve göğüs kısımlarını örtecek ve bunlardan hiçbir şey göstermeyecek nitelikte olması gerektiğini söylemiştir. (bk. el-Kurtubî, a.g.e., XII, 153; İbn Kesir, Muhtasar Tefsir, thk. M. Ali es-Sabünî, 7. baskı, Beyrut 1402/1981, II, 600, Elmalılı, a.g.e. İst. (t.y.), VI, 15.) Kadınların ev dışında veya yabancı erkeklerin yanına çıkarken normal ev içi giysilerinin üstüne bir dış elbise daha giymeleri gerekir. Ayette şöyle buyurulur: “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle. Bu, onların tanınıp kendilerine sarkıntılık edilmemesi için daha uygundur. Allah çok yarlığayıcı ve çok esirgeyicidir.” (el-Ahzâb, 33/59) Ahzab suresi ve dolayısı ile yukarıdaki ayet, Medine’de 5-7. hicret yılları arasında inmiştir. Ayetteki “celabîb” sözcüğü “cilbab”‘ın çoğulu olup sözlükte; geniş elbise, gömlek ve baş örtüşü gibi anlamlara gelir. Kadını baştan aşağı örten çarşaf, ferace, manto gibi giysiler de cilbab kapsamına girer, “Cilbab” bir fıkıh terimi
olarak Elmalılı (Ö. 1358/1939) tarafından şöyle tarif edilmiştir: “Kadınların elbiselerinin üstüne giydikleri her çeşit giysidir”, “Kadını tepeden tırnağa örten giysidir”, “Kadınların örtündükleri her türlü elbise ve başka şeylerdir.” (Elmalılı,a.g.e.,VI,337.) Ünlü müfessir el-Kurtubî (Ö. 671/1273) cilbab ayetinin iniş sebebi ve cilbab terimi ile ilgili olarak şöyle der: “Arap kadınlarında erkeklerden sakınmamak bir adet halinde idi. Onlar cariyeler gibi yüzlerini de açık tutuyorlardı. Bu durum, erkeklerin onlara bakmalarına neden oluyordu. Bu konuda çeşitli düşünceler de ortayaçıkmıştı. Bunun üzerine Yüce Allah, elçisine; ihtiyaçları için evden dışarı çıkmak istediklerinde dış elbiselerini (cilbab) üstlerine almalarını emretmesini bildirdi. Çünkü o dönemde henüz evlerde tuvalet edinilmediği için, kadınlar tuva-et ihtiyacı için sahraya çıkıyorlardı. Böylece hür bir kadınla cariyenin arası ayrılmış olacaktı. Çünkü hürler örtünmesi ile biliniyordu. Bununla bekar veya genç erkeklerin sarkıntılık etmesinden de korunmuş oluyorlardı. Yukarıdaki ayet inmezden önce, mü’min erkeklerin eşlerinden birisi, ihtiyacı için evden dışarı çıkınca, bazı zayıf ahlaklı erkekler, cariye sanarak kendisine sarkıntılık edebiliyordu. Bu konuda Hz. Peygamber’e çeşitli şikayetler ulaşınca cilbab ayeti inmiştir”. el-Kurtubî cilbab için de şunları söyler: “Cilbab; baş örtüsünden daha büyük olan bir giysidir. Abdullah b. Abbas (ö. 68/687) ve Abdullah b. Mes’ud’tan (ö. 32/652) cilbaba, “rida (bedenin üst kısmını örten giysi yada örtü)” anlamı verdikleri nakledilmiştir. Kadının baş örtüsü veya peçe
anlamına geldiğini söyleyenler de olmuştur. Doğru olan şudur ki, cilbab; bedenin bütününü örten giysidir. Ümmü Atıyye (r. anha)’den şöyle dediği nakledilmiştir: “Rasülullah (s.a.s) bize ramazan ve kurban bayramı namazlarında azatlı cariyeleri ve yetişkin kızlarımızı birlikte götürmemizi emretti. Ancak ay hali olanlar mescide girmeyecek ve arka taraftan öğüt, konuşma, hutbe ve duaları izleyecekler ve getirilecek tekbirlere katılabileceklerdi. Hz. Peygamber’e sordum: Ey Allah’ın Rasülü! Bizden birimizin bu çocukları için dış elbisesi (cilbab) bulunmazsa ne yapalım?”. Hz. Peygamber; “Kardeşi onu kendi cilbabı (dış örtüsü) ile örtsün” buyurdu. (bk. Buharî, Hyz, 23, Salat, 2, îdeyn, 20, Hacc, 81; Müslim îdeyn, 10-12; Tirmizi, Cuma. 36;; ibn Mace, ikame, 165; ibn Hanbel, V, 84; en-Nevevî (ö. 676/1277); hadisin doğru anlamının şöyle olması gerektiğini söyler: “kendisine gerekli olmayan başka bir dış örtü ile onu örtsün.” bk. Sahihu Müslim, Çağrı Yayınevi baskısı, İst. 1992, I, 606, alt not;3; el-Kurtubî, a.g.e. XIV, 156.) Diğer yandan kadın yaşlanıp ay halinden kesilir ve cinsel yönden erkeklere istek duymaz olursa, bunun için örtünmede bazı kolaylıklar getirilmiştir. Örtünmenin ahiret hayatında da söz konusu olacağı, iman edip güzel amel işleyenlerin ecri arasında şöyle belirlenir: “Onlar tahtlar üzerinde kurularak orada altın bileziklerle benezenecekler, ince ve kalın saf ipekten yeşil elbiseler giyeceklerdir. Ne güzel sevap ve ne güzel dayanak!” (el-Kehf, 18/31.) “Şüphesiz Allah, iman edip, güzel iş yapanları altından ırmaklar akan cennetlere sokacak. Orada
Adem | Sayfa 22
Yüce Allah şöyle buyurur: “Ay halinden kesilmiş ve evlenme arzusu kalmamış olan yaşlı kadınların zinet yerlerini göstermemek şartıyla dış örtülerini bırakmalarında kendileri için bir sakınca yoktur. Bununla birlikte, yine de sakınmaları kendileri için daha hayırlıdır.” (en-Nur, 24/60.)
bunlar altından bileziklerle, incilerle bezenecekler. Orada giysileri de ipektir.” (el-Hacc, 22/23.) “Onların üzerlerinde ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler vardır. Gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir. Rableri de onlara son derece temiz bir şarap içirmiştir.” (el-İnsan, 76/21.)
b) Sünnetten deliller:
Hz. Aişe’den rivayete göre bir gün Hz. Ebü Bekr’in kızı Esma (ö. 73/692) ince bir elbise ile Rasülullah (s.a.s)’ın huzuruna girmişti. Hz. Peygamber ondan yüz çevirdi ve şöyle buyurdu: “Ey Esma! Şüphesiz kadın erginlik çağına ulaşınca onun şu ve şu yerlerinden başkasının görünmesi uygun değildir”. Hz. Peygamber bunu söylerken yüzüne ve avuçlarına işaret etmişti. (Ebü Davud, Libas, 31; Ebû Davud bu hadise «mürsel» demiştir. Çünkü Halid b. Düreyk bunu Hz. Aişe’den işitmemiştir. bk. el-Kurtubî, a.g.e., XII, 152; el-Heysemî, Mec-mau’z-Zevaid, V, 137.)
Hz. Peygamber örtünme ile ilgili yukarıda zikrettiğimiz ayetlerin tefsirini yapmış ve uygulama esaslarını göstermiştir. Bu konuda çeşitli hadisler nakledilmiştir. Biz birkaç tanesini nakledeceğiz. Yine Hz. Aişe’den nakledilen başka bir hadiste; “Allahü Teala ergin kadının namazını baş örtüsüz kabul etmez” buyurulmuştur.(İbn Mace Tahare, 132; Ebû Davud, Salat, 84; Tirmizi, Salat, 160; Ahmed b. Hanbel, IV, 151, 218, 259.) Ebû Hanîfe’ye (ö. 150/767) göre; bir uzvun dörtte bire kadar olan kısmı açılırsa namaz sahih olurken, açılan kısım uzvun dörtte birini geçerse namaz bozulur. Cinsel uzuv ve arkadan ise, dirhem mikdarı az bir yer bile açılsa namaz batıl olur. Ebü Yusuf’a (ö. 182/798) göre bir uzvun yarısı esas alınmıştır. Yarıdan azının açılması namaza zarar vermezken, fazlası namazı bozar. İmam Şafi’ye (ö. 204/819) göre ise avret yerinden herhangi bir kısmın açılması namazı bozar. (bk. Eş-Şevkani, Neylü’l-Evtar, II, 68; eş-Şafii, el-Ümm, I, 77; ez-Zühayli, el-Fıkhu’l-İslami ve Edilletüh, Dımeşk, 1405/1985, I, 585, 586; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali, İstanbul 1992, s: 226-228)
Adem | Sayfa 23
Hz. Aişe ilk baş örtüşü uygulamasını şöyle anlatır: “Allah ilk muhacir kadınlara rahmet etsin, onlar; “Baş örtülerini yakalarının üstüne taksınlar…” (en-Nur, 24/31) ayeti inince etekliklerini kesip bunlardan baş örtüsü yaptılar. Yine Satiyye binti Şeybe şöyle anlatır: “Biz Aişe ile birlikte idik. Kureyş kadınlarından ve onların üstünlüklerinden söz ediyorduk. Hz. Aişe dedi ki: Şüphesiz Kureyş kadınlarının bir takım üstünlükleri vardır. Ancak ben, Allah’a yemin olsun ki, Allah’ın kitabını daha çok tasdik eden ve bu kitaba daha kuvvetle inanan Ensar kadınlarından daha faziletlisini görmedim. Nitekim, Nur süresindeki “Kadınlar baş örtülerini yakalarının üstüne taksınlar…” ayeti inince, onların erkekleri bu ayetleri okuyarak eve döndüler. Bu erkekler eşlerine, kız, kız kardeş ve hısımlarına bunları okudular. Bu kadınlardan her biri etek kumaşlarından, Allah’ın kitabını tasdik ve ona iman ederek baş örtüşü hazırladılar. Ertesi sabah, Hz. Peygamberin arkasında baş örtüleriyle sabah namazına durdular. Sanki onların başları üstünde kargalar vardı.” (Buhari, Tefsiru Sûre, 24/12; Ebû Davud, Libas, 29; Ahmed b. Hanbel, VI, 188; İbn Kesîr, a.g.e., II, 600)
“Bana Yemen tarafından Rahmân’ın kokusu geliyor.” Resulullah ( s.a.s)
16 Adem | Sayfa 24
H
z. Ve
ys e
l
i n
a r
K
a
Yunus Emre’nin Dilinden VEYSEL KARANİ Rum’da, Acem’de aşık oldum Yemen İllerinde Veysel Karani Enbiya sevdi ve dostum dedi Yemen illerinde Veysel Karani Anasından doğdu dünyaya geldi Melekler altına kanadın yaydı Resulün hırkasın, tacını giydi Yemen illerinde Veysel Karani Erenler önünde kemer belinde Aknurdan beni var o sağ elinde Üveys sultan derler Hak divanında Yemen illerinde Veysel Karani Sabah ibadetin yapar giderdi Gizlice Rabbine niyaz ederdi Anın işi gücü deve güderdi Yemen illerinde Veysel Karani Bin deveyi bir akçeyi güderdi Anın da nısfını zekat ederdi Develer bilesine tevhid ederdi Yemen illerinde Veysel Karani
İsmin insanlığın doğan güneşi, Billahi,cihanda yoktur bir eşi, Anaların,anası, Hatice kişi, İslamın üzerine doğan güneşsin, Rasullullaha (sav) inanan kutlu bir eşsin. Allahın Rasulüne gönlünü verdin, Varlığını Rasulün önüne serdin, Ebu Cehillere sen göğüs gerdin İslamın üzerine doğan güneşsin, Süreyya yıldızına benzer bir eşsin. Doğuş günlerinden mesaj gönderdin.! . Herkesten,önce sen,kemale erdin, İnandın,Muhammed'e Allah bir dedin, İslamın üzerine doğan güneşsin, Ümmetin anası cevher bir eşsin. O gün varlığınla, kutsi, bir ana oldun, Bu gün varlığınla,kalplere doldun, Ruhumuzu aydınlatan nurlu bir yoldun, İslamın üzerine doğan güneşsin, Cevheri gül olan kutlu bir eşsin. Ey islamın güneşi,Hatice anam, Varlığına misyonuna ben kurban olam, Günahlardan sıyrılıp mağfiret dolam, Sara'ya,Hacer'e,Meryem'e,Havva'ya eşsin, Anaların üzerine doğan,doğan güneşsin...
Yunus EMRE Adem | Sayfa 25
Baykan İlçesi’nin en önemli özelliği, büyük zatlardan olan Hz. Veysel Karani’nin türbesinin İlçe’nin 8 Km. güneybatısında bulunan Ziyaret Beldesi’nde bulunmasıdır. Türbenin burada olması nedeniyle binlerce insan İlçe’ye akın etmekte ve İlçe’yi canlandırmaktadır. Türbesinin İlçe’de olması nedeniyle burayı önemli bir ziyaret merkezi haline getiren Hz. Veysel Karani’nin 555-560 yılları arasında doğduğu tahmin edilmektedir. Doğum yeri Yemen’in Karen Köyü’dür. Soyu Yemen Kabilelerinden Muradoğulları’ndan gelmektedir. Babasının ismi Amir’dir. Kendisinin asıl ismi Üveys Bin Amir-i Karenî’dir. Karen Köyü’nün bir mutlu seherinde dünyaya gelen küçük Üveys, Muradoğulları’ndan Amir’in mütevazı evini mutlulukla doldurur. Dört yaşında iken babası vefat eder. O, annesinin başka kimsesi bulunmadığından bin bir güçlükle herhangi bir tahsil görmeden, semavi dinlere ve kitaplara ait herhangi bir bilgisi olmadan büyür. Üveys büyüdükçe kendisinde doğuştan mevcut olan “Tek Tanrı’ya İnanç” hissi de gelişir. O’nu kimse anlamaz, söylediklerine güler, alay ederler. Kendisini anlayan, dinleyen, derdine ortak olan tek insan annesi idi. Gönlü ulvi hislerle kaynaşan ve artık çalışıp annesine bakabilecek çağa gelen genç Üveys, bir iş aramaya koyulur. Sonunda kendisine en uygun işi seçer. Kendisiyle alay eden, kendisini anlamayan insanlardan uzaklaşmak ve endi iç dünyasıyla başbaşa kalabilmek için deve çobanlığı yapmaya başlar. Hz. Veysel Karani deve çobanlığı yapmaya başlayınca ihtiyar ve hasta annesi olmasa deve otlattığı sakin vadilerden Karen’e inmeyi hiç istememektedir. Kendi uzletgahında Allah ile başbaşa kalmaktan bir an olsun ayrılmak istememektedir. Artık Hz. Veysel Karani’nin ufku öyle geniş, aydınlık, gönlü öyle duyarlıdır ki, her an bir kurtarıcının haberini beklemektedir. Ve beklediği kutlu haber çok geçmeden kendisine ulaşır. Bu haber Allah’ın son Peygamberi Hz. Muhammed’in zuhur ettiği ve insanları “Hak Din’e” davet ettiği haberidir. Hz. Veysel Karani bf haberi duyunca hiç kimsenin irşad ve teşviki olmadan Müslüman olur, İslam’a ve Hz. Muhammed’e gönülden bağlanır. Annesine de Kelime-i Tevhid’i bizzat kendisi öğretir. Hz. Veysel Karani Müslüman olunca yüce peygamberin nurlu yüzünü görebilmek aşkıyla yanar tutuşur. Hz. Veysel Karani, Allah Resulü’nü görme arzusunu birkaç defa pek sevdiği annesine açarsa da, çok ihtiyar ve âmâ (kör)
16 Adem | Sayfa 25
olan annesi, kendisine bakacak kimse olmadığından izin vermez. Hz. Veysel Karani’nin yaşı kırk’ın üzerine gelir. Oğlunun gönlünde patlayan yanardağları çok iyi hisseden anne, çaresiz “Ancak Medine’ye gidip hemen gelmek, Hz. Peygamber’i orada bulamayacak olursa teşriflerini beklemeden dönmek.” Şartıyla kendisine izin verir. Gönlü Allah aşkıyla, Peygamber muhabbetiyle dolu olan Hz. Veysel Karani, izin alınca durmaz ve Medine yollarına koyulur. Issız vadiler, dağlar, tepeler, kızgın çölleri aşar ve Peygamber beldesi Medine’ye ulaşır. Hz. Peygamber’in evine giden Hz. Veysel Karani, Peygamberimizi evde bulamaz. Peygamber Efendimiz o sırada Tebük Seferi’ndedir. Peygamberimizi bulamayınca çok üzülür. Hz. Veysel Karani, annesine verdiği sözü hatırlar. Hz. Aişe (R.A.)’ye “- Kainatın efendisine selamımı söyleyiniz. Cennet sabahlarını andıran mübarek yüzlerini doya doya görmek isterdim. Lütfen, içimin aşk-ı Muhammed’i (S.A.V.) ile yandığını, gönlümün bitmez niyazını bildiriniz.” Diyerek ayrılır ve tekrar Yemen yolunu tutar. Peygamber Efendimiz seferden dönünce Hz. Aişe’ye şöyle hitap ettiler: “- Ya Aişe, evimize hangi ulu kişi geldi? Bu Rahmani kokular, bu İlahi lezzet nedir? Ey Allah’ın Resulü; Yemen Oymağı’ndan Karen Köyü’nden Üveys adında bir zat sizi ziyarete geldi. Mukaddes Cemâlinizin bağrı yanık aşıklarındanmış. Zat-ı âlinizi bulamayınca çok üzgün bir halde ayrıldı. İşte o adam gittikten sonra evin içinde bu ulvi kokuları hissettim. • Ya Aişe, sen o zatı gördün mü? • Evet ey Allah’ın Resulü. Sağ gözümün ucu ile baktım. • Öyleyse o gözünü bende ziyaret edeyim. Görüşün ve gördüğün mübarek olsun.” Bir müddet sonra Mescid-i Nebevi’ye geçen Resulullah, Sahabelerine seslendiler; “ – Müjdeler olsun, Üveys’i gören gözü ziyaret ettim, gelin siz de benim gözümü ziyaret edin. Ve buyurdular; “Bana Yemen tarafından rahmani kokular geliyor. Şüphesiz tabii’nin en hayırlısı Üveys’tir.” Resulullah son hastalıklarında Hz. Ömer, Hz. Ali ve Hz. Aişe’ye vasiyet buyurdular : “ Benden sonra arkamdaki hırkamı, Üveys’e veriniz.” Yine Resulullah buyurdular :“Benim ümmetimde Üveys adında bir kişi vardır. Kıyamet gününde Rebia ve Mudar Kabileleri’nin koyunları tüyü sayısınca günahlı kişilere şefaat edecektir.” Resulullah’ı göremeden tekrar Karen’e dönen Hz. Veysel Karani yine deve çobanlığı yapmaya devam eder. Yine Karen halkı ona divane gözüyle bakar ve O’nunla alay ederlerdi. O yine herkesten uzak kendi uzletgah’ında ibadetleriyle meşgul olur, gönlü Allah aşkı, Peygamber sevgisiyle dolar taşardı. Peygamberimizin vefatından sonra Hz. Ali ve Hz. Ömen Üzeys Hz.’ni bulur ve Peygamberimizin vasiyeti üzerine Hırka-i Şerifi Hz. Veysel Kanani’ye verirler. Peygamberimizin hırkasının Hz. Veysel Karani’ye verilmesinden sonra ve
Peygamberimizin O’nun hakkındaki övgülerinin duyulmasından sonra Hz. Veysel Karani’nin gözünde değeri artar, herkes ona hürmet eder. Annesi vefat etmiş bulunan Hz. Veysel Karani’nin yüceliği bu hadiseden sonra Karen’de bilindiği ve kendilerine olan hürmet arttığı için köyden ayrılırlar. Kûye’ye giderler. Hz. Veysel Karani’nin Kûye ve Basra taraflarındaki hayatı da eskisi gibi yine ıssız vadilerde, tabiatın kucağında ve kendi uzletgahında Hakk’a niyazla geçmektedir. Hz. ali’nin halifeliği sırasında iki Müslüman grup arasında çıkan Sıffin Savaşı’nın hazırlıkları esnasında Hz. Ali tarafında, safında savaşa katılması ricasıyla Medine’ye davat edilirler. Memnuniyetle bu davete icap eden Hz. Veysel Karani hemen Medine’ye hareket ederler, daha sonra da Hz. Ali’nin yanında Sıffin Savaşı’na katılırlar. Sıffin Savaşı esnasında Veysel Karani’de yaralanarak, Hicret’in 37. Senesinde (Miladi 657) Şevval ayının 18. günü Fırat Nehri kenarında savaş meydanında şehit olur. Sıffin Savaşı’nda şehitlerin büyük çoğunluğu savaşın olduğu yerde toprağa verildi. Şehitlerini memleketlerine götürmek isteyenler için tabutlar yaptırıldı. Şehitlerin içinde Hz. Veysel Karani’de vardı. Mübarek naaşı için üç ayrı kabile toplanmış ve sahip çıkmışlardır. Şehit birdi, ancak sahipleri üçtü. Saatlerce tartıştılar. Ne var ki, hiçbir kabile diğerini tatmin edip inandıramadı. Sonunda iş Hz. Ali’ye ulaşınca O, olayı islami açıdan anlatmaya çalıştı. Hz. Veysel Karani’nin köken itibariyle Yemen’li olduğunu ve Yemenlilere verilmesi gerektiğini belirtti. Ancak, diğer iki kabile bu teklife razı olmadılar. Hz. Ali kur’a çekme teklifinde bulundu ise de buna da razı olmadılar. Bunun üzerine Hz. Ali “Peki, dedi... Veysel Karani’nin mübarek naaşını ben korumaya alıyorum... Yarın görüşürüz.” dedi ve her üç kabile başkanları dağıldılar. Hz. Veysel Karani son kerametini gösterdi ve sabah kalktıklarında her üç kabilenin tabutlarında da göründü. Her kabile birbirinden habersiz naaşın kendilerine verildiğini zannederek sessizce naaşı alarak, biri Yemen yolunu, biri Şam yolunu, biri de Bitlis yolunu tuttu. Allah aşkının potasında eriyen Veysel Karani Hz.’nin kerameti böylece yeni olayların çıkmasını önler. Rivayetler O’nun şahadetini ve kerametini böyle anlatır. Ancak, her şeyi bilen yüce Allah’tır. O’nun defni ve mezarıyla ilgili anlatılanlar birer rivayete dayanır. Nereye ve nasıl defnedildiği konusunda kesin bir bilgi yoktur. Nerede olduğunu ancak yüce Allah bilir. Keşifleri : Kahveyi bulan o’dur. Üveys bir gün develeri otlatırken buruşuk meyvelerden birisini ısırdı. Acıydı. “ Allah (c.c) her bir nimeti fayda için yaratmıştır.” Diyerek acı bulduğu o meyvelerden birazını ateşin üzerine attı, kavurdu, çiğnedi acılıkları kalmamıştı. Bir saat sonra Üveys’in aklı içi bir olmuştu. Daha
sonra iyi düşünmeye, kendisine güvenmeye başlamıştı. Üveys derhal yakışan ismi söyledi. “Madem ki yiyeni keyiflendiriyor (keyfe) olmalıdır.” Dedi. Günümüzde Keyfe adı kahve olarak anılmaktadır. Hz. Veysel Karani’nin İlmi Yönü : Hz. Veysel Karani, dünyanın batıl inançlarla karanlık içinde yüzdüğü bir dönemde, İslam’ın doğuşundan önce Yemen’in Karen Köyü’nde bu aleme gözlerini açan bir velidir. Hem de velilerin öncüsüdür. Doğuşunda gönlünü ışıklandıran tek Allah inancı daha çocukluk yıllarında başlamış, olgunluk çağına geldiğinde bu inanca Peygamber sevgisi eklenince, iç aleminde dış alemleri görür pencereler açılmıştır. Okul görmediği, bir harf bilmediği halde yüce Allah ona gayb alemlerini açmıştı. Hiçbir öğretmene gerek duymadan gizli hazinelerini öğrenmek ve görmek mutluluğunu bağışlamıştır. O’nun zengin gönül ikliminde sürekli olarak Allah’a ve yüce Peygamberine sevgi çiçekleri yeşermişti. Hz. Peygamber daha dünyayı aydınlatmadan yıllar önce tek tanrı görüşüne ve peygamberin geleceğine inanmış olması, O’nun erdem dolu niteliklerinin en üstünüydü. Alemler serdarı Hz. Peygamberi dünya gözüyle görmeden O’na aşık olmuştu. O’nu görebilmek iştiyakıyla doluydu. Ne var ki, gönül gözüyle her zaman gördüğü Hz. Peygamberi dünya gözüyle görememiştir. Hz. Peygamberin " Cennet anaların ayakları altındadır.” Hadisi ile buyurduğu anne sevgisinin kutsallığını, yatalak annesine bir ömür boyu gösterdiği üstün hizmet ve ilgisiyle, insanoğluna en güzel örneği hiç kuşkusuz Veysel Karani Hz. vermiştir. Hz. Veysel Karani’nin tabii’nin en ulusu olduğu, Allah ve Resulü nezdinde çok sevilen bir kişi olduğu, gerek Peygamber efendimizin hadislerinden, gerekse İslam alimlerinin ortak yorumlarından anlaşılır. Veysel karani Hz.’nin hayatı, derinliklerine erişilmeyen bir ummandır. Bütün yaşamını deve çobanı yanında ibadet ve itaatle sürdürmüştür. Allah’ın bahşettiği eşsiz yüceliği de Peygamberin hırkasının kendisine verilmesinden sonra anlaşılabilmiştir. Böylece o güne kadar deli divane olarak görülen Veysel Karani Hz. halkın gözünde kutsallaşmış, gönüllerde layık olduğu altın tahta oturmuştur. Allah’ın velileri her zaman insanların gönlünde taht kurmuştur. Onları her toplum kendilerine mal etmek istemiştir. Sahip çıkmışlardır. Kendileri tek olduğu halde Anadolu’muzun birçok yerinde makamları bulunmaktadır. Hz. Peygamber bir hadisinde; “ Beni ziyaret etmek imkanına erişemediğinizde, kardeşim Veysel Karani’yi–Makamını-ziyaret ediniz.” buyurmuştur.
Adem | Sayfa 16 26
Velilerin öncüzü Veysel Karani Hz.’ne izafe edilen ve İslam devletlerinin topraklarına kubbeler yapılarak serpilmiş bulunan makamların en önemlilerinden biri hiç kuşkusuz Baykan İlçesi sınırları içindeki bu kutsal makamdır. Siirt, Baykan İlçesi’ndeki Veysel Karani Hz. makamı, en çok ziyaret edilen makamların başında gelir. Yıllık ziyaretçi adedi yüzbinleri aşar. Burada Veysel Karani Hz. huzurunda eller duaya kalkar, dilekler tutulur, kurbanlar kesilir. Veysel Karani Hz.’ne ait külliyenin temeli Selçuklular Dönemi’nde atılmış, ilk olarak ta Veysel Karani Türbesi yapılmıştır. Daha sonra 1967’de onarım görmüştür. Veysel Karani Külliyesi, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün girişimleriyle 1974 yılından itibaren çok daha bakımlı bir görünüme kavuşmuştur. 1982 yılında avlu düzenlenmesinden sonra, 1983’te kesimhane binaları, daha sonra da otel ve konukevi binaları devreye sokulmuştur.
Fu A tu bdu hu lkad ’l ir G Ga eyla yb ni
3. Makale
Şe yh
1. MAKALE
Vazife Allah-ü teala’ ya ve peygambere ( s.a.s) iman eden şu üç şeyi yapmakla vazifelidir; 1. Allahın emirlerini uymak 2.Yasak ettiği şeyleri yapmamak 3.Hiç kimsenin elindekine göz dikmemek, doğru çalışmak, haline razı olmak. İnsan hayatı boyunca emir, yasak ve kader çizgisi içindedir. Hiçbir zaman bunların dışına çıkamaz. Dışını hakkın emirlerine uydurduktan sonra, iç alemi için üç vazife başlar. Onları da şöyle sıralamak mümkündür: 1. insan, öz varlığı olan kalbine, iç alemine dönmeli. 2. Ruh, iyilik taraftarı olarak, kötülüğe meyilli duran nefsini muhasebe etmeli. 3. Böylece bütün gidişatını, yolunu Allah yolunun hakiki yolcularına uydurmalıdır.
2. Makale
Güney Azerbaycan'ın Geylân şehrinde 1078 (H.471)de doğdu. Künyesi, Ebû Muhammed'dir. Muhyiddîn, Gavs-ül-a'zam, Kutb-i Rabbânî, Sultân-ulevliyâ, Kutb-i a'zam gibi lakabları vardır. Babası Ebû Sâlih bin Mûsâ Cengîdost'tur. Hazret-i Hasanın oğlu Hasan-ı Müsennâ'nın oğlu Abdullah'ın soyundandır. Annesinin ismi Fâtıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun için Abdülkâdir Geylânî, hem seyyid, hem şerîfdir. Hazret-i Hüseyin'in evladına seyyid, hazret-i Hasan'ınkine şerîf denir. Abdülkâdir Geylânî 1166 (H.561)'da Bağdad'da vefât etti. Türbesi Bağdad'dadır.Fıkıh ve hadîs ilimlerinde müctehid idi. Kâdiriyye tarîkatının kurucusudur.
Hayrı Tavsiye Allah’ın ve Peygamberin (s.a.s) emirlerine uyun; şahsi arzularına uyarak ve hissiyatınıza mağlup olarak bid’at yoluna sapmayın!. İtaat edin; türlü ve bozuk yollara ayrılmayın!... Allah’ı tevhid edin; ona hiçbir zaman şirk koşmayın!... Hakkı tenzih edin; itham etmeyin… Doğruluk karşısında şüpheye düşmeyin; tasdik edin!... Hep birden kardeş olun, aranıza düşmanlık sokmayın. Doğruluktan nefret etmeyin, daima hak yolu ve yolcularını arayı usanmayın. Sonuna kadar çalışın; bekleyin ümitsizliğe düşmeyin. Daima doğru yolda toplanın; sevişin aranıza sevimsizlik girmesin. Yaptığınız kötülükleri bırakın; tevbe edin; bir defa yaptığınız hatayı ikinci defa yapmayın. İçinizi dışınızı temiz tutun. Uğursuz, çıkmaz, karanlık bataklıklara düşmeyin. Rabbinizin taatiyle ruhunuzu bezeyin. Onun kapısından ayrılmayın Ondan yüz çevirmeyin. Tevbenizi bozmayın. Gece gündüz Allah’a yalvarmaktan bıkmayın. Çünkü Rahmet kapıları ancak bu yolda açılır. Hakiki saadeti bu yolda bulmamız mümkündür. Şu bataklık aleminde ulvi ruhani aleme bu yoldan gitmeniz kabildir. Hakka vuslat bu yoldadır. Rahat, huzur ve selamet evine buradan gidilir. Öyle bir selamet ev ki, her çeşit binek orada, gözün görmediği her türlü hoşluk oradadır. Bu nimetlerden bıkmaz, usanmaz, bol bol yer içersiniz. O yerde sizin arkadaşlarınız peygamberler, sıdıklar, şehitler ve Salihler olur. Allah cümlemize nasip etsin.
Adem | Sayfa 29
İptila İnsan, başına bir iş gelirse. Önce kendi kendine kurtulmaya çabalar. Muvaffak olamayınca, etraftan yardım istemeye koyulur. Padişahlara gider, rütbe sahiplerine yalvarır. Zenginlere koşar. Hal sahiplerine gider, dua ister, himmet ister… Eğer hasta doktora gider, şifa arar. Bununla da kurulamayacağını anlayınca Allah’a döner. Eğer kendi işini yapabilseydi, halka dönmeyecekti. İşini halkta bitirebilseydi; hakka dönmezdi. Burada da arzusu biraz geç kalmaya başlar, fakat gidecek başka hiçbir yeri kalmamıştır. Durur yalvarmaya başlar, dua eder sena eder, ihtiyaçlarını teker teker sayar, yalvarır. Bunları yaparken, bir yandan reddolunmaktan korkar, bir yandan da istediği yerine geleceğini ümid ederek sevinir. Sonra bu halden de usanır, yaptığı dua ve niyazın işe yaramadığını zanneder. Bu sefer dua dahil her şeyi bırakır, saf temiz bir halde beklemeye başlar. Bu kez kader-i İlahi ( Allah’ın Emri) ne ise o zuhura gelir, olacak olur. Her şeyde Allah’ın kudretini kuvvetini sezer. Hareket, sükun, her ne varsa ondan olduğunu anlar. Hayır, şer, iyilik, kötülük, vermek, almak, genişlik, darlık, ölmek, dirilmek, izzet, zillet bunların hepsinin Haktan geldiğini mana gözüyle görür. Bu halleri görür, ve bu halinde süt anasının elinde ki çocuk gibi olur. Yıkayıcı elindeki ölüye benzer, kendinden bihaber. Onlar istediğini yapar. Velhasıl, bir top gibi olur, gayri ihtiyari sağa sola yuvarlanır. Ne kendisi için, ne de başkası için, hiçbir hareket yapamaz. Hakkın işinden başka şey göremez,, gözü onu görür, kulağı onu işitir. Başka bir şey görse veya işitse, onun için görür ve onun için işitir. Onun nimetiyle beslenir ve ona yakın olmakla ferahlar. Bu halle güzelleşir. Bununla hoş olur, sakinleşir… Her halde hak’la mutmain olur. Onun sözüyle ünsiyet peyda eder. Ondan başka her şeyden çekinir ve hoşlanmaz. Daima onun zikrine koşar ve öylece kalmak ister. Bu halde kendinde yükseklik duyar, kuvvetini Hak’tan alır. Ona tevekkül eder, yolunu onun marifet nuru ile bulur. Onunla giyer onunla kuşanır. Böylece hakkın çeşitli ilimlerini öğrenir. Onun kudretiyle şereflenir ondan işitir ona yaklaşır dua eder hamd eder. Öylece kalır…
4.Manevi ölüm
Halkın malına göz dikmez, onların elindekinden kendini mustağni kılarsan, kötü isteklerin ölmeğe başlar. Böyle olunca sende hiçbir kötülüğe karşı meyil kalmaz. Bunlar hep Allah’ın yardımı ile olur. Bu inayet ve yardım sayesinde öyle bir hayata kavuşursun ki ondan sonar ölüm yoktur. Bundan bulacağın zenginlik tükenmez; verilen alınmaz... Rahatın bozulmaz... Hiçbir sevdiğinden mahrum olmazsın. Öğrendiğini unutmaz, sonundan korkmazsın... Bu yeni varlıkla bambaşka bir aleme geçersin; saadeti bitmez tükenmez... Sultanlığın
bir türlü sonu gelmez. Yüksekliği bir türlü nihayete ermez. Burada yalnız tazim olunur, tahkir olunmaz. Çünkü sende artık bir meniyet vardır. Ve doğruluk zatında mevcuttur. Söylediğin Hak, yaptığın doğrudur. Sen artık eşsiz bir cevher haline gelmişsin. Tekle tek, birle bir olmuşsun. Gizlinin gizlisi, sırrın sırrı oldun; yetmez mi? Bu hal ve bu alemde sen, peygamberlerin vekilisin demektir. Velayet sırrı sende biter. Ebdallar –velilerden bir kısım- şekline bürünür. Her dert seninle biter. Her ihtiyaç seninle görülür. Yağmur arzunla yağar. Bitkiler sevginle biter... Yeşerir... İster sultan, isterse çoban, ister imam ister cemaat hepsinin belasını def edersin... Sen bundan böyle ibadın ve biladın amirisin; eller sana yardıma gelir... Ayaklar sana hediyeler taşır. Diller seni övmeğe başlar. Bunlar Allah’ın izni ile olur. İki kişi dahi, aleyhinde söylenecek tek kelime bulamaz... Ey bunca in’am ve ihsan yapan Allah, bunlar hep senin vergilerindir. İkramındır. – Allah büyük ihsan sahibidir-
5. Makale:
DÜNYA VE HALİ Dünya tuzağı, öldürücü zehirleri ile düşkünlerine verilmiştir. Gafletle Dünyayı, zahirdeki güzelliği ile görürsen aldanma... O, hilesi, dokunanı derhal öldürür. Onda sadakat, onda vefa diye bir şey yoktur. Ona iyi gözle bakıp hoşlanma; şöyle ol: Sahrada bir adam çırılçıplak kazayı-hacete oturmuş. Hem edep yri görünüyor, hem de koku geliyor. Sen mecbursun; hem burnunu tutacak, hem de gözünü kapayacaksın. İşte dünyanın hali. Ondan kurtulmak için hem gözünü kapa, hem de burnunu tut... Dünyaya ihtiyacın kadar bağlan! kalpten sevme; Nesibin ne ise gelir üzülme..!
6. Makale:
HALKI BIRAKMAK Halkı Allah’ın izni ile bırak, yine O’nun emri ile arzularından geç. Bir ayet-i Kerimede şöyle buyrulur: - “ Eğer inanıyorsanız, Allah’a güvenin....” Kendini Allah’ın fiiline, iradesine terket. Saydıklarımızı yaparsan, ilahi emirlere bir kab olursun. Halkı bırakmak; onların elinde hiçbir iyilik veya kötülük olmadığına ve olamayacağına inanmakla olur. Bütün kuvveti Allah’tan görüp, halkın elinde mevcut olan bir şey görmeden Allah’ın kudretini tasdik etmekle mümkün olur. Kendini bırakmana gelince: Hak’ka teslim olman ve sebepleri bir yana atmanla olabilir. Kendinden hiçbir hareket görme, gücüne kuvvetine mağrur olma. Bu halinde kendini hor görüp, özünden nefret etme. Hak’ka teslim ol; O’nun emirlerine göre hareket et. Şunu iyi bil ki, her şeyi evvel ahir yapan Allah’tır... Sen ana karnında bilinmez bir nesne iken, O besledi ve bu aleme getirdi. Ve yine sen, beşikte her şeyden habersiz yatarken esirgeyen O oldu.
İşte o eski hallerini düşün ve Hak’ka güven. İlahi tecelliler önünde yok olmak şöyle olur: Başta hiçbir istek sahibi olmamak gerekir. Bunu yaptığın an, her arzun yavaş yavaş ölmeğe başlar. Dileklerin yok olur. Daha sonra iraden ölmeğe başlar. İşte bundan sonradır ki, ilahi tecelli seni kaplar. Hiçbir meramın olmaz. Hak’kın isteğinden başkası sende hüküm süremez olur. Kalbin sakin, vücudun rahat, gönlün geniş, yüzün nurlu... Her şeyden elini çeker, yalnız yaratanla meşgul olursun. Hak varlığı ile zengin olursun... Bu halinle seni kudret eli çevirir, ezel dili seni çağırır. Hak sana bilgiler öğretir. Türlü nevi kisveler giydirir. Ezeli ilimlerden sana nasip gelir. Gönlün açık olur. Kötülükler onda eğlenmez. Her kötülük onda erir. Varlığın Hak arzusu ile dolar. Böylece senden çeşitli kerametler zuhura gelir. O haller senden görünür, ama aslında Hak’tan gelir. İşte böylece, Hak için gönlü kırıklar zümresine dahil olursun. Bunlara, “Münkesiret’ül – Kulub “ tabiri kullanılır. Zikrettiğimiz o değerli insanlar için Allah-ü Teala şöyle buyurur: - “Benim için kalbi mahzun olanlarla olurum.” Bu Kudsi bir hadistir. Muayyen bir zaman için halin böyle gider, ardan zaman geçer; evvelce mahrumu olduğun pekçok dünyaca hoş tanınan nefsi zararsız isteklerine kavuşursun. Peygamber S.A. efendimiz bu duruma işaret ederek şöyle buyurur: - “ Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi. Kadın, güzel koku, gönlümü hoş eden namaz...” Bütün kötü arzun, hevesin kırılmadıkça, Hak, seninle olmaz. Bu hevan ve hevesin yok olunca da sende hiçbir şey durmaz olur artık. Sende ne iyilik eğlenebilir, ne de kötülük. Ne akıl kalır, ne de fikir. Hiçbir şeyi seçemez olursun. Varla yok arasında bir hal alırsın. Allah seni öldürür, yeniden diriltir. Sende, yeni ve bambaşka bir irade zuhura getirir. Her isteğini o irade ile istersin. Bu hale ki geldin ve her isteğin buna ki uydu; Hak Teala kendine izafe ettiğin mevhum varlığını alır, seni yok eder. Bu halle sonunda: Münkesiret’ül-kulüb zümresine dahil olursun... Bu makamda haberin olmadan çeşit çeşit hikmetli işler olur. Sonra benliğin erimeğe başlar. Böylece iş sonuna varmış olur. Ve Hak’ka kavuşmuş olursun; yani, lika hasıl olur... Her iş tamam olur. Bütün çalışmalar bunun içindi zaten... İşte: Münkesiret’ül kulüb’un asıl manası budur. Yukarıda bahsedilen < cümlesini biraz izah edelim: Bunun manası; tam bir sükun ve tumaninet halidir... Yani yukarıda arzedilen hale girmek ve onda tambir olgunluk peyda etmek demektir. Bunu daha açık anlatmak için Allah’u Teala’nın, Peygamberi (S.V.) lisanı ile buyurduğunu dinleyelim: - “Kulum bana ibadet etmekle yaklaşır, ve onu severim... Sevince de tutan eli, işiten kulağı, gören gözü, yürüyen ayağı olurum, hep işlerini benimle görür... “ Diğer bir rivayette şu cümleler de vardır. - “Benimle işitir, benimle tutar, benimle aklı erer...”
Adem | Sayfa 30
Abdülkâdir Geylânî daha doğmadan, ilerde büyük bir zât olacağına dâir alâmetler, işâretler görülmüştü. Babası rüyâsında Rasulullah efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem, Eshâb-ı kirâmı radıyallahü anhüm ve evliyâyı gördü. Rasulullah efendimiz kendisine; "Ey Ebû Sâlih! Allah bu gece sana kâmil, olgun ve derecesi yüksek bir erkek evlâd ihsân etti. O benim oğlum ve sevdiğimdir. Evliyâ arasında derecesi yüksek olacak." buyurdu. Doğduktan sonra da hâlleri ile dikkatleri çekti.
Abdülkâdir-i Geylânî , bir müddet ders verip insanları irşâd ettikten, hak ve hakikatı anlattıkdan sonra, ders ve vaâz vermeyi bıraktı. İnzivâya çekilip, yalnızlığı seçti. Sonra sahrâlara çıktı. Bağdad'ın Kerh harâbelerinde yaşamaya başladı. Bütün vaktini ibâdet, riyâzet ve mücâhede ile nefsinin arzu ve isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmakla geçirmeye başladı.
Bu hal ancak < Fena > - kendinden geçiş – ile başlar. Bu iş, güç değildir, halkı bırakman kafi... Halk; hayır ve şerden ibarettir. Sen de böylesin, hem hayırlısın heh de şerli... Halkın hayrını ve şerrini isteme... Yalnız Hak’kı tut, ötesini bırak. Yine Kader-i İlahide hayır ve şer vardır. Sen bu halde bulunmadıkça Allah seni şerrinden korur, hayrı denizine atar. O zaman hayrına kab olur, her çeşit nimete kavuşursun... Süküna rahata, hoşluğa ve nihayet her güzelliğe kaynak olursun... Fena (1), Müna (2), Müptega (3) bunlar ayrı ayrı tasavvuf mertebesidir. Velilerin son durağı buralardır. Bunlara yönelmek öyle bir istikamettir ki, geçmişteki evliya ve ebdal hep bunları istediler. Ta ki, iradelerini Allah’a bırakalar ve O’nun iradesine göre hareket edeler. Zaten bu yolun yolcularına < Ebdal > demek, bu manayı anlatmak içindir.
Adem | Sayfa 31
Bunların günahı nefsani arzularını Hak’kın iradesine ortak etmektir. Haddi zatında onlar bunu unutarak yaparlar. Manevi bir hale kapılı, dehşete düşerler, bu arada kendilerini kaybederler. İsteklerine kapılma neticesi Hak’ka şirk koşmuş olurlar. Sonra, Allah tarafından kendilerine bir ayıklık gelir; Allah’ın rahmeti, merhameti yetişir, blundukları halden uyandırır. Onlar da hatalarını anlar, istiğfar eder, tövbe ederler... Allah da tövbelerini kabul eder. Çünkü yalnız melekler iradeden masumdur... Peygamberler de iradeden değil, kötülükten masumdur. Geri kalan mükellef insan ve cinler, ne iradeden, ne de kötülükten masumdur. Şu var ki; veliler, kötü arzudan, ebdal de iradeden mahfuzdur, ama masum değildir. Bu şu manaya gelir; bazen ufak tefek meyil ederler, sonra Allah merhameti icabı onlara yine doğru yolu nasib eder...
Fotoğraf: Volkan ÖZ | www.volkanoz.net
“Allah, sizi güçsüz olarak yaratan, sonra güçsüzlüğün ardından bir güç veren, sonra gücün ardından bir güçsüzlük ve yaşlılık verendir. O dilediğini yaratır. O hakkıyla bilendir, hakkıyla kudret sahibidir.” Rum (54)
Adem | Sayfa 32
Adem | Sayfa 33
“O Halde, Rabbin için namaz kıl, kurban kes.”
Adem | Sayfa 34
Kevser (2)
Kurban
Kesmenin Sebebi
v e
Ş a r t l a r ı
Kurban Kelimesiİ “ Yaklaşma, Yakınolma “ gibi anlamlara gelir. Dini bir terim olarak Kurban: Allah’a yaklaşmak ve O’nun rızasını kazanmak için niyet edilerek, belli günlerde kesilen belli niteliklerdeki hayvana verilen ad dır.
Hz. Âdem Zamanında Kurban
DİNLERDE KURBAN İnsanlık tarihi boyunca hemen hemen her dinde Kurban ibadet olarak görülmüştür. İlahi olmayan dinlerden bazılarında bir kısım tahıl ürünleri kurban olarak seçilirken, bazılarında da insan kurban edilmiştir. Örneğin bir Orta Amerika kültürü olan Aztekler, kurban ettikleri insanları 18m derinliğindeki kurban kuyusuna atıyorlardı. İnsan kurban etme Çin, Hint ve bazı Ortadoğu kültürlerinde de görülmüştür. Kur’an –ı Kerim’deki şu ayet ilahi dinlerin hepsinde ibadet amacıyla kurbanın hayvanlardan olabileceğini belirtmektedir. “BİZ HER ÜMMETE, ALLAH’IN KENDİLERİNE RIZIK OLARAK VERDİĞİ KURBAN KESMEYE UYGUN HAYVANLARDAN KURBAN KESERKEN O’NUN ADINI ZİKRETSİNLER DİYE KURBAN KESME İBADETİNİ MEŞRU KILDIK. ..” ( 22 / 34)
5/27: Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat. Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti.( Kurbanı kabul edilmeyen kardeş kıskançlık yüzünden) ‘Andolsun seni öldüreceğim’ dedi. Diğeri de ‘Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder’ dedi.. Hz. İbrahim Zamanında Kurban 37/ 107: Biz, oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik Hz. İbrahim kıssasından genellikle çıkarılan sonuç “ALLAH’IN EMİRLERİ NEFSİMİZİN YA DA SEVDİKLERİMİZİN ALEYHİNE DE OLSA YERİNE GETİRİLMELİDİR. HZ. İBRAHİM İTAATİN EN GÜZEL ÖRNEĞİDİR ” şeklindedir.İtaat ilkesi kurbanın bireye bakan en önemli yönlendiren birini anlatmakla birlikde bize göre fazla dikkat edilmeyen bir hikmet daha olabilir. İnsnaın kurban edilmesini önlemek. Hz. İbrahim zamanında orta doğu da zaman zaman insnaların kurban kestiği görülmektedir. Hatta Hz. Muhammed (s.a.s) ‘in
Adem | Sayfa 35
Kurban
Kesmenin Sebebi
v e
Ş a r t l a r ı
babası da bebekken neredeyse kurban edilecekti. Anlayışımza göre, insanın insanı kurban etmesinin önüne geçmek için Hz. İbrahim - İsmil kıssası vesile kılınmıştır. Bütün ilahi dinlerin ortak maksatlarından olan canın korunması ve çocukların korunması ilkelerini düşündüğümüzde bu kıssadan çıkarılacak en büyük hisse, insanın ve çocukların korunması için kurban sosyo-psikolojik bir işlevin olduğudur. Hz. Musa Zamanında Kurban 2/67: Bir vakit de Musa, kavmine demişti ki “Allah size bir sığır boğazlamanızı emrediyor”. Onlar da “ Bizimle eğlenip alay mı ediyorsun?” dediler. O da “ O gibi cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım” dedi. Burada dikkat edilecek husus, altın bir inek heykjeline tapma işini yapmış olan yahudilere bir katili bulmak için ineğin kesilmesinin emredilmesidir. Burada her nekadar amaç katili bulmak olsa da asıl ve derinlerdeki amacın ineğin kesilmesi ile aciz bir varlık olduğunun gösterilmesi, kısaca tevhid ilkesinin sadece mantık olarak değil, duygularla da kabul ettirilmesidir. Şu halde kurbanın tevhid ilkesi ile bağlantılı bir yönü vardır. Günümüzde elimizde bulunan Tevrat’ta da kurban ile ilgili pek çok hüküm bulunmaktadır. Hz.Musa ile Firavun’un mücadelesi anlatılırken Hz. Musa’nın kurban kesmek için inananları ile birlikte şöle gitmek istemesi üzerine tanrılık iddia edenfiravunun buna izin vermemesi anlatılır ( Tevrat , Çıkış , Bab 3 VD. ) MUHARREF iNCİL’DE İSE HZ. İSA’NIN İNSANLIĞIN GÜNAHINI AFFETTİRMEK İÇİN KURBAN EDİLDİĞİ ANLAYIŞI HAKİM OLMUŞTUR. Hz. Muhammed (s.a.s) Zamanında Kurban 108/2: Şimdi de Rabbine kulluk et ve kurban kes.
HZ. PEYGAMBERE BU EMİR HİCRETİN İKİNCİ YILINDA GELMİŞTİR.
Kurban kesen her müslüman allah’ın emrine boyun eğmiş ve kulluk bilincini koruduğunu ispat etmiş olur. her kurbanda müslümanlar, hz. ibrahim ve oğlu ismail’in allah’ın buyruğuna uyma konusunda verdikleri başarılı sınavı yeniden hatırlarlar. kurban keserek kendilerinin de benzer bir itaate hazır olduklarını simgesel olarak göstermiş olurlar.
KURBAN ALLAH’A YAKINLAŞMANIN BİR ARACIDIR.
Kurban , insanlar arasında dayanışmayı sağlar
kurban allah’a yakınlaşmak amacıyla kesilir. yüce allah’ın kesilen kurbanların ne etine ne de kanına ihtiyacı vardır. kurban kesildiğinde o’na ulaşan, kurban kesenin niyeti, samimiyeti ve takvasıdır.
Kurban toplumda kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma ruhunu canlı tutar. sosyal adaletin gerçekleşmesine katkısı vardır.
6/162: De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir.
“ onların ne etleri, ne kanları allah’a erişir. fakat sizden o’na yalnız takva ulaşır.” ( hac suresi , 3 )
Adem | Sayfa 36
Kurban Edilecek Hayvan
Bir veya iki gözü kör, dişlerinin yarıdan fazlası düşmüş, kemiğinde ilik kalmayacak kadar zayıflamış, kesileceği yere gidemeyecek derecede topal, ölüm derecesinde hasta, kulak veya kuyruğunun yarıdan fazlası kesilmiş veya kopmuş, boynuzunun çoğu kırılmış, memesi kesilmiş, doğuştan kulakları veya kuyruğu bulunmayan, yavrusunu emziremeyen, memesi kurumuş veya memelerinden birisi sütten kesilmiş olan koyun-keçi ile, ikisi sütten kesilmiş sığır-deve, dört ayağından biri kesilmiş olan hayvan, dilinin çoğu kesilmiş, burnu kesilmiş, pislik yiyen hayvanlar etindeki pislik temizleninceye kadar tutulmamış ise kurban olmazlar. Deve 40, sığır 20, koyun ise 10 gün hapsedilmelidir. Bu konuda ulemadan bazıları şöyle bir genel kaide koymuşlardır: “Hayvandan tam olarak, güzelce istifadeye mani olan her kusur kurbana manidir.” Kusur bu durumda değilse kurbana mani değildir. Kurbana mani olan bu kusurlar zengin içindir. Zengin, kurban edeceği hayvanı bu kusurlardan biri bulunduğu halde satın alırsa veya satın aldıktan sonra bu kusurlardan birisi meydana gelirse; artık bu hayvanı, kurban edemez, yerine bir başkasını satın alır. Fakir ise, o hayvanı keser. Şayet ölürse, zengin yerine bir başkasını satın alır, fakir olan ise başka bir kurban almaz. (Mebsut, 12/15-18; Bedayi, 5/75-77; Damad, 2/519-520)
Adem | Sayfa 37
Bazı ayıplar da vardır ki; bunların kurban edilecek hayvanda bulunması zarar vermez. Meselâ; yaradılıştan boynuzsuz, burma, yemini yiyebilen delirmiş hayvan, çok zayıflamamış olan uyuz hayvan, yaradılıştan kulakları küçük olan hayvan, dişlerinin azı düşmüş veya dişleri olmadığı halde yemini yiyebilen ve otlayabilen, yaşlılığı sebebiyle sütten veya dölden kesilmiş olan hayvanlardan kurban etmek caizdir. Kurbanlık hayvanın şaşı, topal, uyuzlu ve deli olmasında, boynuzlu veya boynuzsuz veya boynuzunun biraz kırık bulunmasında ve kulaklarının delinmiş, kırılmış veya enine yarılmış olmasında, kulaklarının ucundan kesilip sarkık bir halde bulunmasında, cinsel organı bulunmayıp mecbup veya burma bir halde yaşamasında bir sakınca yoktur. Kulağı dilinmiş, işaretlemek amacıyla delinmiş, arka veya ön tarafından veya ön tarafından bir parçası kesilmiş hayvanın kurban edilmesi mekruhtur. Kesilmeden önce ondan yararlanmak maksadı ile yünü kırpılmış olanın ve gözü şaşı hayvanın, buzağılı olan hayvanın kurban edilmesi de mekruhtur. (Zeylai, Tebyinü’l-Hakaik, 6/5; Kâsânî, a.g.e. 5/76-78; İbn-i Abidin: 5/231)
Fotoğraf: Büyük Mecidiye Camii - İstanbul | Harun YİĞİT
Kainata Vizörden Bakış
Harun YİĞİT Bir fotoğrafcı olarak genellikle islami yapıtları konu edindiğinizi görüyorum.. acaba bunun özel bir nedeni varmı ? Aslında bu benim Osmanlı dönemi istanbuluna duyduğum özlemi ve o dönemlerde sanata verilen öneme hayranlığımı yansıtıyor. Osmanlı her alanda dini çizgilerden çıkmamıştır. Bu da doğrudan sanatına sirayet etmiştir. Zaten Osmanlı’yı Osmanlı yapanda İslamdır. Zaten bir çok eser hayır olarak yapılmıştır. Hayır işlemenin bu kadar emek harcattığı bir dönemde dinin zirvede olmadığını düşünmek hata olur. Dolayısıyle bu sanat eserleri bir bakımada islamın ne kadar yaşandığının nişanesidir. Peki Harun bey, Fotoğraf merakınız nasıl başladı. Fotoğraf sanatçılığı çok zevkli ve bir okadar da zor bir dal. Fotoğraf merakım eski fotoğrafların değerini anlamaya başlayınca oluştu. Eski aile albümlerinden fotoğrafın hayatım akışını nasıl belgelediğini fark etmeye başladıktan sonra bunun değerinin bir fotoğraf makinası parasıyla ölçülemeyeceğine karar verdim ve ilk fotoğraf makinemi bu düşünceyle aldım. O nedenle tarihi mimari fotoğrafları çekmenin yanında arada bir eş dostun fotoğraflarını da çekerim. Neyzene ebruzene ressama sorsanız, sanataınızı icra ederken neler hissediyorsunuz diye herhalde saatlerce anlatırlar bıkmadan. Bu konuda bende size aynı soruyu sorsam ( fotoğraf çekerken neler hissediyorsunuz ) diye acaba sizin cevabınız ne olur ? Benim için fotoğrafı çekerken hissettiklerimden ziyade çektikten sonrası daha çok şey ifade ediyor. Her ne kadar dijital teknolojiyle çektiğiniz fotoğrafı anında görebiliyor olsanız da evimde fotoğraflarımı bilgisayarıma yüklediğimde her zaman bir karanlık oda heyecanı hissederim. Çünkü fotoğraflarımı yükledikten sonra onları incelediğimde aslında çekerken fark etmenin çok zor olduğu bir çok ayrıntıyı görme şansı buluyorum. Ve bu ayrıntılardan çok güzel süprizler çıkabiliyor. Örneğin bir fotoğrafımda Fatih Camii’nden Haliç’i fotoğraflarken bir çocuğun o anda manzarayı dikkatlice izliyor olduğunu daha sonra fotoğrafı işlerken fark etmiştim. Ve onu odak alarak bir kadraj vermeyi daha uygun gördüm. Sonuç gayet güzeldi. Konuya başka bir boyuttan bakacak olursak; fotoğrafın bir çok dalı olduğu gibi bu sanatı icra edenlerinde her alana göre farklı hislerinin olması gibi bir durum var. Benim ilgilendiğim genellikle geniş bakış açısına sahip tarihi mimari ve doğada gezilmesi gerektiğinden çok az ilgilenebildiğim doğa fotoğraflarıdır. Tabii ki işin özünde tarihi ve doğayı sevmem yatıyor ama bunları fotoğraflamayı seviyor olmamdaki ana sebep onları daha çok özümsemek diye düşünüyorum. Yani ben bir camiyi fotoğrafladığımda artık o camiye ait bende bir şey olduğunu, karşılıklı etkileşime girdiğimizi düşünüyor ve ona bir adım daha yaklaştığımı hissediyorum. Doğa fotoğrafları içinde aynı şeyi söyleyebiliriz. Sizin de söylediğiniz gibi bu konu saatlerce anlatılabilir. Hangi
yönüyle, hangi karesiyle fotoğrafçılığı ele alırsanız içinden bir çok duygu ve hikaye çıkaktır. Şimdiye kadar en çok neyin yada nerenin fotoğrafını çekmek istediniz ? En çok şunu çekmek istiyorum şeklinde bir düşüncem olmadı ama özellikle İspanya’daki Endülüs’ten kalma bir şaheser olan El-Hamra Sarayı’nı fotoğraflamayı gerçekten çok isterdim. “İspanya’daki İslam İzi” yada benzeri bir isim altında orada günlerce gezip Endülüs’ten kalan bir dönemin ulaşılmaz bilim ve sanat merkezinin kalıntılarını çekmeyi hem fotoğrafçılık adına hem de insanlara bir zamanlar böyle bir tarihin yaşanmış olduğunu hatırlatmak adına çok isterdim. Doğa olarak ise İsviçre Alp’leri her zaman rüyalarımı süslemiştir. Tabii Kaçkar’ı ziyaret etmeden oraya gitmek pek uygun düşmez. Şimdiye kadar çektiğiniz fotoğraflardan en çok hangisi sizi etkiledi? En çok etkileyen İstanbul Ortaköy’de çekmiş olduğum, kadrajımda Büyük Mecidiye Camii ve Boğaziçi
Adem | Sayfa 39
Köprüsünün bulunduğu fotoğrafımdır. Bu fotoğraf gerek renk olsun gerekse açı olsun aynı yerden çekilmiş sayısız fotoğraftan kendisini ayırır. Bu fotoğrafıma bakanların ilk söylediği şey budur. Zaten oraya gidip bu fotoğrafı çekmemdeki sebepte buydu. Bu fotoğrafın o nedenle bende farklı bir anlamı da vardır. Fakat zamanla kendimi daha da geliştirip çok daha güzel fotoğraflar çekeceğime inanıyorum. Bu nedenle bu fotoğrafımı kendime bir sınır olarak yada zirve olarak görmüyorum. Son olarak, benim gibi, fotoğraf çekmeye meraklı ama bi türlü beceremeyen, yada bilgi eksikliği olan arkadaşlara tavsiyeleriniz nelerdir? Klişe bir cevap olacak belki ama öncelikle “neden” sorusunu kendimize sormalıyız. Neden fotoğraf çekmek istiyorum. Neleri çekmek istiyorum. Bu soruları yanıtladıktan sonra o konuya yönelik araştırmalar yapılıp fotoğrafınızı nasıl zenginleştirebileceğinizi düşünmelisiniz. Görsel sanatların genelinde olduğu gibi bol bol örnek inceleyip fotoğrafı güzel gösteren öğeleri tespit etmek her zaman fotoğrafçının kendisini geliştirmesi adına artı puanlar kazandıracaktır.
İstanbul
Teknik yönüyle düşünecek olursak fotoğraf gerçekten masraf yapıldıkça güzel sonuçlara ulaşılabilen bir sanat dalı. İstisnalar var tabii ki ama iyi bir donanım olmadan çekilen fotoğraf genellikle işin büyük bölümünün bilgisayara kalmasıdır. Eğer bilgisayar beceriniz yeterli değilse iyi sonuçlara ulaşmanız çok zordur.
Sultan Ahmet Camii
Beylerbeyi Sarayı
3. Ahmet Çeşmesi
Adem | Sayfa 40
Harun YİĞİT | Ortaköy İskelesi
Adem | Sayfa 42
Mesnevi-i Şerif Hz. Mevlana Celaleddin-i Rumi
1. Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor: Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın… herkes ağlayıp inledi. Ayrılıktan parça parça olmuş, kalb isterim ki, iştiyak derdini açayım. Aslında uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar. 5. Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de. Herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı. Benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak (her) gözde, kulakta o nur yok. Ten candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lâkin canı görmek için kimseye izin yok. Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun! 10. Aşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğudur ki şarabın içine düşmüştür. Ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, haldaşıdır. Onun perdeleri, perdelerimizi yırttı. Ney gibi hem bir zehir, hem bir tiryak, ney gibi hem bir hemdem, hem bir müstak kim gördü? Ney, kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnun aşkının kıssalarını söylemektedir. Bu aklın mahremi akılsızdan başkası değildir, dile de kulaktan başka müşteri yoktur. 15. Bizim gamımızdan günler, vakitsiz bir hale geldi; günler yanışlarla yoldal oldu. Günler geçtiyse, geçip gitsin; korkumuz yok. Ey temizlikte naziri olmayan, hemen sen kal! Balıktan balka her sey suya kandı, rızkı olmayana da günler uzadı. Ham, pişkinin halinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselâm. Ey ogul! Bağı çöz, azat ol. Ne zamana kadar gümüş, altın esiri olacaksın? 20. Denizi bir testiye dökersen ne alır? Bir günün kısmetini… Harislerin göz testisi dolmadı. Sedef, kanaatkâr olduğundan inci ile doldu. Bir aşk yüzünden elbisesi yırtılan, hırstan, ayıptan adamakıllı temizlendi. Ey bizim sevdası güzel aşkımız; sadol; ey bütün hastalıklarımızın hekimi; Ey bizim kibir ve azametimizin ilâcı, ey bizim Eflâtun’umuz! Ey bizim Calinus’umuz! 25. Toprak beden, aşktan göklere çıktı; dağ oynamaya başladı, çevikleşti. Ey âşık! Aşk; Tûr’un canı oldu. Tûr sarhoş, Mûsa da düşüp bayılmış! Zamanımı beraber geçirdigim arkadaşımın dudağına eş olsaydım ( sırlarına tahammül edecek bir hemdem bulsaydım) ney gibi ben de söylenecek şeyleri söylerdim. Dildesinden ayrı düşen, yüz türlü nağmesi olsa bile dilsizdir. Gül solup mevsim geçince artık bülbülden maceralar isitemezsin. 30. Her sey maşuktur, âşık bir perdedir. Yaşayan mâşuktur, âşık bir ölüdür. Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir, vah ona! Sevgilimin nuru önde, artta olmadıkça ben nasıl önü, sonu idrak edebilirim? Ask, bu sözün dısarı çıkıp yazılmasını ister; ayna gammaz olmaz da ne olur? Aynan, bilir misin, neden gammaz degil? Yüzünden tozu, pası silinmemis de ondan! Padisahın bir halayıga âsık olup satın alması, halayıgın hastalanması, onu iyi etmek için tedbiri 35. Ey dostlar! Bu hikâyeyi dinleyiniz. Hakikatte o bizim bu günkü halimizdir. Bundan evvelki bir zamanda bir padisah
vardı. O hem dünya, hem din saltanatına malikti. Padisah, bir gün hususi adamları ile av için hayvana binmis, giderken. Ana caddede bir halayık gördü, o halayıgın kölesi oldu. Can kusu kafeste çırpınmaya basladı. Mal verdi, o halayıgı satın aldı. 40. Onu alıp arzusuna nail oldu. Fakat kazara o halayık hastalandı. Birisinin esegi varmıs, fakat palanı yokmus. Palanı ele geçirmis, bu sefer esegi kurt kapmıs. Birisinin ibrigi varmıs, fakat suyu elde edememis. Suyu bulunca da ibrik kırılmıs! Padisah sagdan, soldan hekimler topladı. Dedi ki: “_kimizin hayatı da sizin elinizdedir.Benim hayatım bir sey degil, asıl canımın canı odur. Ben dertliyim, hastayım dermanım o. 45. Kim benim canıma derman ederse benim hazinemi, incimi ve mercanımı (atiye ve ihsanımı) o aldı (demektir).” Hepsi birden dediler ki: “Canımızı feda edelim. Beraberce düşünüp beraberce tedavi edelim. Bizim her birimiz bir âlem Mesih’idir, elimizde her hastalığa bir ilâç vardır.” Kibirlerinden Allah isterse (inşaallah ) demediler. Allah da onlara insanların âcizligini gösterdi. ”inşaallah” sözünü terk ettiklerini söylemeden maksadım, insanların yürek katılığını ve mağrurluğunu söylemektir. Yoksa ârızî bir halet olan inşaallah’ı söylemeyi unuttuklarını anlatmak degildir. 50. Hey gidi nice inşaallah’ı diliyle söylemeyen vardır ki canı “inşaallah” la eş olmuştur. İlâç ve tedavi nev’inden her ne yapıldıysa hastalık arttı, maksat da hâsıl olmadı. O halayıkcağız, hastalıktan kıl gibi olunca padişahın kanlı göz yaşı ırmağa döndü. Kazara sirkengübin safrayı arttırdı. Badem yağı da kuruluk tesirini göstermeye başladı. Karahelileyle kabız oldu, ferahlığı gitti; su, neft gibi ateşe yardım etti. Halayığın tedavisinde hekimlerin âciz kalmalarını padişahın anlaması, Allah tapusuna yüz tutması ve bir uluyu rüyada görmesi. 55. Padişah, hekimlerin âciz kaldıklarını görünce yalınayak mescide koştu. Mescide gidip mihrap tarafına yöneldi. Secde yeri göz yasından sırsıklam oldu. Yokluk iştigrakından kendisine gelince ağzını açtı, hoş bir tarzda medhü senaya başladı: “En az bahsisi dünya mülkü olan Allahım! Ben ne söyleyeyim? Zaten sen gizlileri bilirsin. Ey daima dileğimize penah olan Allah! Biz bu sefer de yolu yanıldık. 60. Ama sen “Ben gerçi senin gizlediğin seyleri bilirim. Fakat sen, yine onları meydana dök” dedin. Padişah, tâ can evinden coşunca bağışlama denizi de coşmaya başladı. Ağlama esnasında uykuya daldı. Rüyasında bir pir göründü. Dedi ki: “Ey padişah, müjde; dileklerin kabul oldu. Yarın bir yabancı gelirse o, bizdendir. O gelen hazık hekimdir. Onu doğru bil, çünkü o emin ve gerçek erenlerdendir. 65. İlâcında kati sihri gör, mizacında da Hak kudretini müşahede et.” Vade zamanı gelip gündüz olunca... güneş doğudan görünüp yıldızları yakınca: Rüyada kendine gösterdikleri zatı görmek için pencerede bekliyordu. Bir de gördü ki, faziletli, fevkalâde hünerli, bilgili bir kimse, gölge ortasında bir güneş; Uzaktan hilâl gibi erişmekte, yok olduğu halde hayal şeklinde var gibi görünmekte. 70. Ruhumuzda da hayal, yok gibidir. Sen bütün bir cihanı hayal üzere yürür gör! Onların başları da, savaşları da hayale müstenittir. Öğünmeleri de, utanmaları da bir hayalden ötürüdür.
Adem | Sayfa 43
Evliyanın tuzağı olan o hayaller, Allah bahçelerindeki ay çehrelilerin akisleridir. Padişahın rüyada gördüğü hayal de o misafir pîrin çehresinde görünüp duruyordu. Padişah bizzat mabeyincilerin yerine kostu, o gaipten gelen konuğun huzuruna vardı. 75. Her ikisi de âsinalık (yüzgeçlik) öğrenmis bir tek denizdi, her ikisi de dikilmeksizin birbirine dikilmiş, bağlanmışlardı. Padişah: “Benim asıl sevgilim sensin, o degil. Fakat dünyada iş işten çıkar. Ey aziz, sen bana Mustafa’sın. Ben de sana Ömer gibiyim. Senin hizmetin uğrunda belime gayret kemerini bağladım” dedi. Muvaffakıyetler verici Ulu Allah’dan muvaffakıyet ve bütün ahvalde edebe riayet dileyiş, edepsizlik ve terbiyesizliğin pek fena zararları Allah’dan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse Allah’nın lûtfundan mahrumdur. 80. Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur. Alışverişsiz, dedikodusuz Allah sofrası gökten iniyordu. Mûsâ kavmi içinde birkaç kimse terbiyesizce “hani sarmısak, mercimek” dediler. Ondan sonra gökyüzünün sofrası, ekmeği kesildi; ekme, bel belleme, ortak sallama kaldı. Sonra İsa şefaat edince Hak, yemek sofrası ve tabaklarla ganimetler gönderdi. Yine küstahlar edebi terk ederek sofradan yemek artığını aşırdılar. 85. İsa bunlara yalvardı. “Bu devamlıdır, yeryüzünden kalkmaz. Bir ulu kişinin sofrası basında kötü zanna düşmek ve harislik etmek küfürdür” dedi. O rahmet kapısı, hırslarından dolayı bu görmedik dilencilerin yüzlerine kapandı. Zekât verilmeyince yağmur bulutu gelmez, zinadan dolayı da etrafa veba yayılır. İçine kasavetten, gussadan ne gelirse korkusuzluktan ve küstahlıktan gelir. 90. Kim dost yolunda pervasızlık ederse erlerin yolunu vurucudur, namert odur. Edepten dolayı bu felek nura gark olmustur: Yine edepten dolayı melekler mâsum ve tertemiz olmuşlardır. Güneşin tutulması, küstahlık yüzündendir. Bir melek olan Azâzîl de yine küstahlık yüzünden kapıdan sürülmüstür. Padişahın, kendisine rüyada gösterilen velî ile görüşmesi; Kollarını açıp onu kucakladı, aşk gibi gönlüne aldı, canının için çekti. Elini, alnını öpmeğe, oturduğu yeri, geldiği yolu sormaya başladı. 95. Sora sora odanın başkösesine kadar çekti ve dedi ki: “Nihayet sabırla bir define buldum. Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden nisliğin anahtarıdır” sözünün mânası, Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden müşkül, konuşmaksızın, dedikodusuz hallolur gider. Sen, gönlümüzde, onların tercümanısın, her ayağı çamura batanın elinitutan sensin. Ey seçilmiş, ey Allah’dan razı olmuş ve Allah rızasını kazanmış kişi, merhaba! Sen kaybolursan hemen kaza gelir, feza daralır. 100. Sen, kavmin ulususun, sana müştak olmayan, seni arzulamayan bayağılaşmıştır. Bundan vazgeçmezse...” O ağırlama, o hal hâtır sorma meclisi geçince o zatın elini tutup hareme götürdü. Padişahın hastayı görmek üzere hekimi götürmesi; Padişah, hastayı ve hastalığını anlatıp sonra onu hastanın yanına götürdü. Hekim, hastanın yüzünü görüp, nabzını sayıp, idrarını muayene etti. Hastalığının ârazını ve sebeplerini de dinledi. Dedi ki: “Öbür hekimlerin çesitli tedavileri, tamir değil; büsbütün harap etmişler. 105. Onlar, iç ahvalinden haberdar değildirler. Körlüklerinden hepsinin aklı dışarıda.” Hekim, hastalığı gördü, gizli şey ona açıldı. Fakat onu gizledi ve sultana söylemedi. Hastalığı safra ve sevdadan değildi. Her odunun kokusu, dumanından meydana çıkar. İnlemesinden gördü ki, o gönül hastasıdır. Vücudu afiyettedir ama o, gönüle tutulmustur. Âşıklık gönül iniltisinden belli olur, hiçbir hastalık gönül hastalığı gibi değildir. Adem | Sayfa 44
110. Âşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk, Allah sırlarının usturlâbıdır. Âşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten... âkıbet bizim için o tarafa kılavuzdur. Aşkı serh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim... asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum. Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır. Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama aşk bahsine gelince; çatlar, âciz kalır. 115. Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşkı , âşıklıgı yine aşk şerh etti. Güneşin vucuduna delil, yine güneştir. Sana delil lâzımsa güneşten yüz çevirme. Gerçi gölgede güneşin varlıgından bir nişan verir, fakat asıl güneş her an can nuru bahşeyler. Gölge sana gece misali gibi uyku getirir. Ama güneş doguverince ay yarılır (nuru görünmez olur). Zaten cihanda güneş gibi misli bulunmaz bir sey yoktur. Baki olan can güneşi öyle bir güneştir ki, asla gurubetmez. 120. Güneş, gerçi tektir, fakat onun mislini tasvir etmek mümkündür. Ama kendisinden esîr var olan güneş, öyle bir güneştir ki, ona zihinde de, dışarda da benzer olamaz. Nerede tasavvurda onun sığacağı bir yer ki misli tasvir edilebilsin! Şemseddin’in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi basını çekti, gizlendi. Onun adı anılınca ihsanlarından bir remzi anlatmak vacip oldu. 125. Can, şu anda eteğimi çekiyor. Yusuf’un gömleğinden koku almıs! “Yıllarca süren sohbet hakkı için o güzel hallerden tekrar bir hali söyle, anlat. Ki yer, gök gülsün, sevinsin. Akıl, ruh ve göz de yüz derece daha fazla sevince, neseye dalsın” (diyor). “Beni külfete sokma, çünkü ben şimdi yokluktayım. Zihnim durakladı, onu ögmekten âcizim. Ayık olmayan kişinin her söylediği söz -- dilerse tekellüfe düşsün, dilerse haddinden fazla zarafet satmaya kalkıssın -- yaraşır söz degildir. 130. Eşi bulunmayan o sevgilinin vasfına dair ne söyleyeyim ki bir damarım bile ayık değil! Bu ayrılığın, bu ciğer kanının şerhini şimdi geç, başka bir zamana kadar bunu bırak!” (Can) dedi ki: “Beni doyur, çünkü ben açım. Çabuk ol çünkü vakit keskin bir kılıçtır. Ey yoldaş, ey arkadaş! Sûfî, vakit oğludur (bulunduğu vaktin iktizasına göre iş görür). “Yarın” demek yol şartlarından değildir.
Sen yoksa sûfî bir er değil misin? Vara, veresiyeden yokluk gelir”. 135. Ona dedim ki: “Sevgilinin sırlarını gizli kapaklı geçmek daha hoştur. Sen, artık hikâyelere kulak ver, isi onlardan anla! Dilbere ait sırların, başkalarına ait sözler içinde söylenmesi daha hoştur.” O, “Bunu apaçık söyle ki dini açık olarak anmak… gizli anmaktan iyidir. Perdeyi kaldır ve açıkça söyle ki ben, güzelle gömlekli olarak yatmam” dedi. Dedim ki: “O apaçık soyunur, çırılçıplak bir hale gelirse ne sen kalırsın,ne kucağın kalır, ne belin! 140. İşte ama, derecesine göre işte; bir otun, bir dağı çekmeye kudreti yoktur. Bu âlemi aydınlatan güneş, bir parçacık yaklaştı mı, her şey yandı gitti! Fitneyi, kargaşalığı ve kan dökücülüğü araltırma, Şems-i Tebrizî’den bundan fazla bahsetme. Bunun sonu yoktur; sen yine hikâyeye başla, onu tamamlamana bak. O velînin, halayığın hastalığını anlamak için padişahtan halayıkla halvet olmayı dilemesi; (Hekim) dedi ki: “Ey padisah, evi halvet et, yakını da uzaklastır. 145. Köşeden , bucaktan kimse kulak vermesin de ben bu cariyecikten bir şeyler sorayım.” Oda boşaldı, Hekim ile hastadan başka kimsecikler kalmadı. Hekim tatlılıkla, yumuşak yumuşak dedi ki: “Memleketin neresi? Çünkü her memleket halkının ilâcı başka başkadır. O memlekette akrabandan kimler var? Kime yakınsınız; neye bağlısın? Elini kızın nabzına koyup birer birer felekten çektiği çevir ve meşakkati soruyordu. 150. Bir adamın ayağına diken batınca ayağını dizi üstüne kor. Şğne ucu ile diken başını arar durur, bulamazsa orasını dudağı ile ıslatır. Ayağa batan dikeni bulmak, bu derece müşkül olursa, yüreğe batan diken nicedir? Cevabını sen ver! Her çer çöp (mesabesinde olan,) gönül dikenini göreydi gamlar, kederler; herkese el uzatabilir miydi? Bir kişi, eseğin kuyruğu altına diken kor. Eşek onu oradan çıkarmasını bilmez, boyuna çifte atar. 155. Zıplar, zıpladıkça da diken daha kuvvetli batar. Dikeni çıkarmak için akıllı bir adam lâzım. Eşek, dikeni çıkarabilmek için can acısı ile çifte atar durur ve yüz yerini daha yaralar.
O diken çıkaran hekim, üstaddı . Halayığın her tarafına elini koyup muayene ediyordu. Halayıktan hikâye yoluyla dostların ahvalini sormaktaydı. Kız, bütün sırlarını hekime açıkça söylemekte, kendi durağından, efendilerinden, şehrinden ve şehrinin dışından bahsetmekteydi. 160. Hekim, kızın anlatmasına kulak vermekte, nabzına ve nabzının atmasına dikkat etmekteydi. Nabzı, kimin adı anılınca atarsa cihanda gönlünün istediği odur(diyordu). Memleketindeki dostlarını saydı, döktü. Ondan sonra diger bir memleketi andı. “Memleketinden çıkınca en evvel hangi memlekette bulundun?”dedi. Kız bir şehrin adını söyleyip geçti. Fakat yüzünün rengi, nabzının atması başkalaşmadı. 165. Efendileri ve şehirleri birer birer saydı; o yerleri, yurtları, oralarda geçirdigi zamanları, tuz, ekmek yediği kişileri tekrar tekrar söyledi. Şehir şehir, ev ev saydı döktü, kızın ne damarı oynadı, ne çehresi sarardı. Hekim şeker gibi Semerkand şehrini soruncaya kadar kızın nabzı tabiî haldeydi fazla atmıyordu. Semerkand’ı sorunca nabzı attı, çehresi kızardı, sarardı. Çünkü o, Semerkand’lı bir kuyumcudan ayrılmıştı. O hekim, hastadan bu sırrı elde edip o dert ve belânın aslına erisince: 170. “Onun semti hangi mahallede?” diye sordu. Kız, “Köprü başında, Gatfer mahallesinde” dedi. Hekim, “Hastalığının ne olduğunu hemen anladım. Seni tedavi hususunda sihirler gösterecegim; Sevin, ilişik etme, emin ol ki yağmur çimenlere ne yaparsa ben de sana onu yapacağım; Ben, senin gamını çekmekteyim, sen gam yeme; ben sana yüz babadan daha şefkatliyim; Aman, sakın ha, bu sırrı kimseye söyleme; padişah senden bunu ne kadar sorup soruştursa yine sakla; 175. Sırların gönülde gizli kalırsa o muradın çabucak hâsıl olur;dedi. Peygamber demiştir ki: “Her kim sırrını saklar ise çabucak muradına erişir.” Tohum toprak içinde gizlenince, onun gizlenmesi, bahçenin yesillenmesi ile neticelenir. Altın ve gümüş gizli olmasalardı... madende nasıl musaffa olurlar, nasıl altın ve gümüş haline gelirlerdi? O hekimin vaitleri ve lûtufları hastayı korkudan emin etti.
Adem | Sayfa 46
180. Hakiki olan vaitleri gönül kabul eder, içten gelmeyen vaadler ise insanı ıstıraba sokar. Kerem ehlinin vaitleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir. Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların vaitleri ise gönül azabıdır. O velînin, halayığın hastalığını anlaması ve padişaha arzetmesi; Ondan sonra hekim, kalkıp padişahın huzuruna gitti, padişahı bu meseleden birazcık haberdar etti. Dedi ki: “Çare şundan ibaret: bu derdin iyileşmesi için o adamı getirelim. Kuyumcuyu o uzak şehirden çağır, onu altınla, elbise ile aldat.” *Padişah, hekimden bu sözü duyunca nasihatini, candan gönülden kabul etti. 185. O tarafa ehliyetli, kifayetli, âdil bir iki kişiyi elçi olarak gönderdi. Padişahın, kuyumcuyu getirmek üzere Semerkand’e elçiler yollaması; O iki bey, kuyumcuya padişahtan muştucu olarak Semerkand’e kadar geldiler. Dediler ki: “Ey lûtuf sahibi üstad, ey marifette kâmil kişi! Öğülmen şehirlere yayılmıstır. İşte filân padişah, kuyumcubaşılık için seni seçti. Zira (bu işte) pek büyüksün, pek kâmilsin. Şimdicek şu elbiseyi, altın ve gümüşü al da gelince de padişahın havassından ve nedimlerinden olursun.” 190. Adam; çok malı, çok parayı görünce gururlandı, şehirden çoluk çocuktan ayrıldı. Adam, neseli bir halde yola düştü. Haberi yoktu ki padişah canına kastetmişti. Arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı! Ey yüzlerce razılıkla sefere düsen ve bizzat kendi ayağı ile kötü bir kazaya giden! Hayalinde mülk, şeref ve ululuk. Fakat Azrail “Git, evet, muradına erişirsin” demekte! 195. O garip kişi yoldan gelince, hekim, onu padişahın huzuruna götürdü; Güzellik mumunun başı ucunda yakılması için onu, padişahın yanına izzet ve ikramla iletti. Padişah, onu görünce pek ağırladı, altın hazinesini ona teslim etti. Sonra hekim dedi ki: “Ey büyük sultan o cariyeciği bu tacire
ver; Ki visali ile iyilessin, visalinin suyu o ateşi gidersin.” 200. Padişah, o ay yüzlüyü kuyumcuya bahşetti, o iki sohbet müştakını birbirine çift etti. Altı ay kadar murat alıp murat verdiler. Bu suretle o kız da tamamen iyileşti. Ondan sonra hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı, kuyumcu içti, kızın karşısında erimeye başladı. Hastalık yüzünden kuyumcunun güzelliği kalmayınca kızın canı, onun derdinden azat oldu, ondan vazgeçti. Kuyumcu, çirkinleşip hastalanınca, yüzü sararıp solunca kızın gönlü de yavaş yavaş ondan soğudu. 205. Ancak zâhirî güzelliğe ait bulunan aşklar aşk değildir. Onlar nihayet bir âr olur. Keşke kuyumcu baştanbaşa ayıp ve âr olsaydı, tamamıyla çirkin bulunsaydı da başına bu kötü hal gelmeseydi! Kuyumcunun gözünden ırmak gibi kanlar aktı, yüzü canına düşman kesildi. Tavus kuşunun kanadı, kendisine düşmandır. Nice padişahlar vardır ki kuvvet ve azametleri helâklerine sebep olmuştur. Kuyumcu, ”Ben o ahuyum ki göbegimin miskinden dolayı bu avcı, benim sâf kanımı dökmüştür. 210. Ah, ben o sahra tilkisiyim ki postum için beni tuzağa düşürüp tuttular, başımı kestiler. Ah, ben o filim ki dişimi elde etmek için filci benim kanımı döktü. Beni, benden aşağı birisi için öldüren, kanımı döken; bilmiyor ki benim kanım uyumaz! Bugün bana ise yarın onadır. Böyle benim gibi bir adamın kanı nasıl zayi olur? Duvar gerçi (günün ilk kısmında yere) uzun bir gölge düşürür; fakat o gölge, gölgeyi meydana getirene avdet eder. 215. Bu cihan dağdır, bizim yaptıklarımız ses. Seslerin aksi yine bizim semtimize gelir” dedi. Kuyumcu, bu sözleri söyledi ve hemen toprak altına gitti. O cariyecik de aşktan ve hastalıktan arındı, tertemiz oldu. Çünkü ölülerin aşkı ebedi değildir, çükü ölü tekrar bize gelmez.
Adem | Sayfa 47
“Korkunç bir kurban bayramı olan kıyamet günü, inananlara bayram günüdür, öküzlere ölüm günü.” Mevlana
Adem | Sayfa 48
O ‘nun aşkını seç ki bütün peygamberler, O’nun aşkı ile kuvvet ve kudret buldular, iş güç sahibi oldular. Sen “Bize O padişahın huzuruna Varmaya izin yoktur” deme. Kerim olan kişilere hiçbir iş güç değildir. Mevlana
İSRAİ
L’İNİ
NSAN
LIKA
KI
YI ŞİDDE BI TLE N I
N
IY
O
RU
Z
Dergimize abone olan her okurumuza Başar Dikici albümü yada Styleİslam dan bir hediye veriyoruz. Adem | Sayfa 51 promosyon@ademdergisi.com
Fotoğraf: Ortaköy Camii - İstanbul | Harun YİĞİT
Onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar. Bakara (3)
ADINCREA
İnteraktif Hizmetler
Web Tasarım - Tanıtım CD’si - Sanal Katalog - Animasyon Hizmetleri Adem | Sayfa 53
www.adincrea.com
Allah’ın Kuran-ı Kerimde buyurduğu gerçek müminleri bazı özellikleri; • Allah'tan korkup-sakınırlar. Allah'ın yasakladığı veya rızasına aykırı olan bir şeyi yapmaktan çok çekinirler. (Al-i İmran Suresi, 102; Yasin Suresi, 11; Tegabün Suresi, 15-16; Zümer Suresi, 23) • Yalnızca Allah'a güvenirler. (Bakara Suresi, 249; Tevbe Suresi, 25-26) • Allah'tan başka hiç kimseden korkmazlar. (Ahzab Suresi, 39) • Allah'a şükrederler. Bu nedenle ekonomik yönden darlıkta ya da bollukta olmaları onlara herhangi bir üzüntü ya da böbürlenme vermez. (Bakara Suresi, 172; İsra Suresi, 3; İbrahim Suresi, 7) • Kesin bilgiyle iman etmişlerdir. Allah'ın rızasını kazanmaktan dönmek gibi bir düşünceye asla kapılmazlar. Her gün daha şevkli ve heyecanlı biçimde hizmetlerini sürdürürler. (Hucurat Suresi, 15; Bakara Suresi, 4) • Kuran'a kuvvetle bağlıdırlar. Tüm hareketlerini Kuran'a göre düzenlerler. Kuran'a göre yanlış olduğunu gördükleri bir tavırdan hemen vazgeçerler. (Araf Suresi, 170; Maide Suresi, 49; Bakara Suresi, 121) • Sürekli Allah'ı anarlar. Allah'ın herşeyi gören ve işiten olduğunu bilir, sürekli Allah'ın sonsuz kudretini hatırda tutarlar. (Al-i İmran Suresi, 191; Rad Suresi, 28; Nur Suresi, 37; Araf Suresi, 205; Ankebut Suresi, 45) • Allah karşısında acizliklerini bilirler. Mütevazidirler. (Ancak bu, insanlara karşı aciz görünmek ve ezik tavırlar sergilemek demek değildir.) (Bakara Suresi, 286; Araf Suresi, 188) • Herşeyin Allah'tan olduğunu bilirler. Bu nedenle hiçbir olay karşısında telaşa kapılmaz, her zaman serinkanlı ve tevekküllü davranırlar. (Tevbe Suresi, 51; Teğabün Suresi, 11; Yunus Suresi, 49; Hadid Suresi, 22) • Ahirete yönelmişler, asıl hedef olarak ahireti belirlemişlerdir. Ancak dünya nimetlerinden de faydalanır, dünyada da cennet ortamının bir benzerini oluşturmaya çalışırlar. (Nisa Suresi, 74; Sad Suresi, 46; Araf Suresi, 31-32)
Adem | Sayfa 54
ltin
e ... yüks r i l ı bi ye yınız ü üy pa r b zar e l pa en ün apın ş y dü ük tırım y ü a e b ma y c a de Sa Rekl e zd kri
0 0 0 , 0 4 de
Siz
m e d
m a t si
2
ı s a
b t e
d a n
i b 0
r o lıy
i g r e
d
A
Po
n a t
y i s
la
Co
a oc
C
M l e
t ş ü
İ i er
a k m
lam rek e l i ır” sı ira rand l t ı r dö land rsa can a v iyi de im onom b ce ek lira pan ş e ya “B ibi klam h e a ts er ke zd şir Kri
y
,
rım
a ap
S ı n
l ğ a
r o ıy
MAHMÛD ŞEBİSTERİ (K.S.) ve GÜLŞEN-Î RÂZ
Şeyh Sa'd Aidin Mahmûd B. Abdal-Karîm Yahya Kuddise Sırruhû, safiler arasında kısaca Mahmûd ŞEBİSTERÎ nâmıyla anılan İran'lı bir sûfi müellif olup Tebriz'den yaklaşık 40 km uzaklıkta olan Şebister kasabasında doğmuştur. Araştırmacılar, eldeki bilgiler kesin olmamakla birlikte (tahmini olarak) doğum tarihini; ölüm tarihinin güvenilir kaynaklarda (Sa'adatnâma'den naklen M. Ali Han Tarbiyat, Şayh Mahmûd-i Şebistarî, Macalla-i Armağan, 12.yıl sayı 9, sayfa 603) 1320-1321 Milâdi (H. 718-719-720-) olarak verilmesi ve yaklaşık 35-37 yaşlarında vefat etmesiyle Milâdi 12801283 yılları arasında olarak tesbit etmişlerdir. Mahmûd Şebisterî'nin aynı kaynaklarda doğum tarihinde olduğu gibi ailesi ve hayatının diğer safhalanyla ilgili maalesef pek az bilgi mevcuttur. Ancak bilgi olarak genç yaşta iyi bir tahsil görmek için Şam, Hicaz, Mısır'a gittiğini daha sonra ise feyz almış olduğu ilk hocasının muhtemelen Şebistser'de yanında meftun bulunduğu "Bahâ al-Din Ya'kûb-î Tabrîz"i olduğunu ve seyahatleri esnasında pek çok âlimlerle görüştüğü onlardan da faydalandığı belirtilmektedirler. Rıza Kulî Hidâyat'ın "Riyâz al-ârifîn, Tahran, 1316" adlı eserinde onun Kirman'a gittiğini orada evlendiğini ve çocukları olduğunu öğrenmekteyiz. Ancak ailesi hakkında daha fazla olarak yani etraflıca bir malûmat verilmemektedir. "Gülşen-î Râz" adlı harikulade ve onun kemâlât derecesinin delili olan eserini ömrünün son yıllarında Tebriz'de yazdığına bakarakta onun Kirman'dan Tebriz'e geçtiğini ve muhtemelen daha sonra da Şebistser'e geçtiğini eldeki kaynaklara ve kendi eserlerindeki ifâdelerinden araştırmacılar çıkartmaktadırlar. Ve araştırmacılar M. 1320 veya 1321 yılında Hak'ka yürüdüğü, kabrinin ise hocası "Bahâ al-Din Ya'kûb-i TabrizV'nin kabri yanında bulunduğu bildirilmektedirler. Bugün de hâla halk tarafından "Gülşân-i Pahlavî" adı verilen bahçe içersindeki türbesi ziyaret edilmektedir.
Adem | Sayfa 57
GÜLŞEN-Î RÂZ 1. Câna düşünmeyi öğreten, Gönül çırasını can nuruyla aydınlatan Allah'ın adıyla... 2. "O"nun lûtfuyla her iki âlem aydınlandı. "O"nun feyziyle Âdem'in toprağı gülbahçesine döndü.. 3. Öyle bir kudrete sahiptir ki, bir göz açıp kapama anında, "Kâf" ve "Nûn"dan iki cihanı var etti. 4. Kudretinin "Kâfi, kaleme verince nefes, Yokluk levhinde binlerce şekil belirdi 5. Her iki âlem o nefesten var oldu; O nefesten görünür oldu, Âdem'in rûhu... 6. Âdem'de meydana geldi şu akıl ve şu eğri ile doğruyu ayırd ediş, Bu temele dayanarak her şeyi bildi. 7. Kendini belli bir kişi olarak görünce, "Ben kimim?" diye düşünmeye başladı... 8. Parçadan bütüne bir sefer yaptı, Oradan tekrar bu dünyaya geldi. 9. Gördü ki, Evren göresel bir olgudur, Tek olan, sanki sonsuz sayılara dağılmıştır... 10. Hüküm ve yaratımış âlem bir nefesten meydana geldi, O gelen nefes, tekrar geri gitti. 11. Fakat, gelmesi olmayan bu yerde, Olmak; seyreyle ki, gelmekten başka bir şey değil!.. 12. Her şey aslına döndü, Gizli-açık her şey bir oldu. 13. Yüce "Allah" öncesizdir ki, bir nefesle. İki âlemin başını da sonunu da gösterir. 14. Bu başka düşünce şekli senin vehminden kaynaklanır; Nokta, hızla dönüp duran bir dâiredir. 15. Birlik, başlangıçtan sona doğru uzanan bir çizgidir; Evrendeki varlıklar, "O"na doğru yolculuk etmedeler... 16. Bu yolda Rasûller, kafile başları gibidir; Kervana yol gösterir, kılavuzluk ederler. 17. Efendimiz ise, onların öncüsüdür; Bu işte, baş da Odur, son da... 18. Ahad, Ahmed'in "mim"inde kendini gösterdi. Bu döngüde ilk, sonun aynısı oldu... 19. Bu yol, O'nunla son buldu; "Allah'a çağırıyorum!" buyruğu O'na indi. 20. İç açıcı makâmı, herkesin toplandığı yerdir,
Adem | Sayfa 58
İslamofobi'ye Karşı Tişörtlü Mücadele İslam'a hakaret içerikli karikatürlerin dünya gündemine oturmasından sonra Londra sokakları, ilginç bir protestoya sahne oldu. Almanya doğumlu bir Türk olan Melih Kesmen, kendi hazırladığı 'I Love My Prophet' (Peygamberimi seviyorum) yazılı tişörtle İngiltere'de dolaşmaya başladı. Tişört dikkat çekiciydi. Avrupalı gençlerin tasarımına gösterdiği ilgi, Kesmen'in kafasında şimşekler çakmasına yol açtı. 'İslamofobi'ye karşı ilginç bir mücadele başlatabilirdi. İslam'ın mesajlarını estetik şekilde insanlara ulaştırabileceğini düşündü. 'Gülümsemek sünnettir', 'Terörizmin dini yoktur', 'Namaz insanları bir arada tutar', 'Dua müminin silahıdır', 'Sevgi atın bomba değil', 'Savaşma çay yap' gibi mesajların yazılı olduğu tişörtler, çantalar, fincanlar bugünlerde Avrupa ülkelerinde giderek yayılıyor. Kesmen'in tasarladığı ürünler, 'styleislam.com' sitesinden pazarlanıyor. Bu yolla çevrelerindeki insanlarla diyaloğa girmeyi amaçladıklarının altını çizen Melih Kesmen, yaptıkları çağrıyı ise şöyle özetliyor: "Müslümanları medyadan değil, Müslümanların kendilerinden, sokakta yanıbaşından geçen Müslüman'dan tanı."
Siz de İsrail ve İslamfobi’ye karşı tepkinizi koyun...
Adem Dergisi ve Styleislamtr anlaşması ile, Dergimize bir yıllık abone olan herkese kendi seçeceği desenli T-shirt, Çanta yada Şapka hediye. Diğer desen ve renkler için “www.styleislamtr.com” adresini ziyaret ederek bize, istediğiniz ürünün ismini ve rengini e-posta yoluyla bildiriniz. promosyon@ademdergisi.com Adem | Sayfa 61
Muhammed
( Sallallahu Aleyhi ve Sellem )
Peygamber Efendimiz (s.a.s) anıldığında salavat getirilmelidir. “Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey iman edenler, siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin. (Ahzab Suresi,56)”
“Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” Hz. Ali