RUHLAR KUTUPHANESI ön okuma

Page 1


Ruhlar Kütüphanesi Ransom Riggs Orijinal Adı: Library of Souls İthaki Yayınları - 1136 Yayın Koordinatörü: Tuğçe Nida Sevin Editör: Alican Saygı Ortanca Yayına Hazırlayan: Emre Aygün Düzelti: Ömer Ezer, Su Akaydın Kapak Uygulama ve Sayfa Düzeni: Aslıhan Kopuz 1. Baskı, Eylül 2016, İstanbul ISBN: 978-605-375-589-0 Sertifika No: 11407 Türkçe çeviri © Aslı Dağlı, 2016 © İthaki, 2016 © Ransom Riggs, 2015 Bu eserin tüm hakları Anatolialit Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır. Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz. İngilizce olarak ilk kez Philadelphia, Pennsylvania’da bulunan Quirk Books tarafından yayımlanmıştır.

İthakiTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Bahariye Cad. Dr. İhsan Ünlüer Sok. Ersoy Apt. A Blok No: 16/15 Kadıköy - İstanbul Tel: (0216) 348 36 97 - Faks: (0216) 449 98 34 editor@ithaki.com.tr – www.ithaki.com.tr – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97 Sertifika No: 29652


Çeviren

Aslı Dağlı



ANNEM İÇİN


8


Sınırları yeryüzünün, derinlikleri denizin, karanlığı zamanın; sen üçünü birden seçtin. —E.

M. Forster

9


TUHAF KELİMELER ˘ Ü SÖZLÜG

Tuhaflar

Doğaüstü özelliklerle kutsanmış –ya da lanetlenmiş– hayvanlardan ya da insanlardan oluşan gizli topluluk. Kadim zamanlarda saygı görseler de yakın geçmişte kendilerinden korkulan ve zulüm gören tuhaflar gölgelerde yaşayan, toplum tarafından dışlanmış kimselerdir. 10


Döngü

Tek bir günün sonsuza dek sil baştan yaşandığı sınırlı bir alandır. Vesayetleri altındaki tuhafları tehlikelerden korumak için ymbryneler tarafından yaratılıp yönetilen döngüler, sakinlerinin yaşlanmasını süresiz olarak geciktirir. Ancak döngü sakinleri kesinlikle ölümsüz değildir: “Atladıkları” her gün hesaba yazılır ve döngülerinin dışında uzun süre başıboş dolaşmaları halinde bunun bedelini korkunç bir hızla yaşlanarak öderler.

Ymbryneler

Tuhafların dünyasının biçim değiştirme becerisine sahip anaerkil önderleri. İstedikleri zaman kuş suretine bürünebilirler, zamanı bükebilirler ve tuhaf çocukların güvenliğinden sorumludurlar. Kadim Tuhaf dilde ymbryne kelimesi (imm-brinne şeklinde telaffuz edilir) “devir” ya da “çevrim” anlamına gelir. 11


Gölge Halkı

Geçmişte birer tuhaf olmalarına rağmen eski kardeşlerinin ruhlarına karşı açlık duyan canavarlar. Cesede benzerler ve içinde dokunaca benzer güçlü dillerini barındıran kaslı çeneleri dışında tepeden tırnağa çürümüşlerdir. Birkaç tuhaf dışında kimse tarafından görülemedikleri için bilhassa tehlikelidirler. Jacob Portman onları görebilenler arasında bilinen tek kişidir. (Büyükbabası da bunlardan biriydi.) Yakın geçmişte meydana gelen ve yeteneklerinin pekişmesiyle sonuçlanan olaya dek gölgeler döngülere giremiyorlardı; tuhafların döngüleri mesken bellemesinin nedeni de buydu.

12


Hortlaklar

Gözbebeği olmayan bembeyaz gözleri dışında sıradan insanların tıpatıp aynısı olan ve herkes tarafından görülebilen canavarlardır. Yeterince tuhaf ruhu tüketen gölge halkı hortlaklara dönüşür. Çevrelerindekileri kolaylıkla kandırabilen, insanların arasına karışmakta hiç zorluk çekmeyen ve çok zeki yaratıklar olan hortlaklar, yıllarını hem sıradan hem de tuhaf topluluklara sızarak geçirmişlerdir. Herkes olabilirler: manavınız, bindiğiniz otobüsün şoförü, psikiyatristiniz. Suikastçıları olarak tüyler ürpertici gölge halkını kullanan hortlaklar cinayet, korku ve kaçırma olaylarıyla tuhaflar arasında korku saçar. Asıl amaçları tuhaflardan intikam alıp onlar üzerinde hâkimiyet kurmaktır.

13


14


BÖLÜM BİR

15


Pörsümüş zihninden bizi öldürmekle ilgili fantaziler geçtiğini saklama gereğini duymayan canavar, gözlerini boğazlarımıza dikmiş halde bizden bir dil boyu uzaklıkta duruyordu. Hava, bize karşı duyduğu açlıkla yüklüydü. Gölgeler tuhafların ruhlarına düşkünlükleriyle bilinirdi. Oysa biz tıpkı bir açık büfe gibi önünde dizilmiştik: Tek lokmalık Addison cesur bir şekilde ayağımın dibinde duruyordu; aldığı darbeden ötürü kibrit bile yakamayacak kadar sersemlemiş olan Emma destek almak için bana tutunuyordu. Sırtlarımızı harap haldeki telefon kulübesine yaslamıştık. Kasvetli grubumuzun ötesindeki yeraltı istasyonu gece kulübünde yaşanan bir patlamanın sonrasını andırıyordu. Çığlığı andıran sesler çıkararak patlamış borulardan etrafa yayılan buhar, hayaletimsi perdeler oluşturuyordu. Paramparça olmuş ekranlar boyunları kırılmışçasına tavandan sarkıyordu. Cam kırıklarından oluşan koca bir deniz tren raylarına dek uzanıyor, devasa bir disko topunu andıran kırmızı acil durum ışıkları panik içinde yanıp söndükçe parıldıyordu. Adeta bir kutunun içinde kapana kısılmıştık; bir tarafımızda duvar, diğer tarafımızda ise kavalkemiği kalınlığında bir cam vardı. Doğal içgüdüsü bizi parçalara ayırmak olan yaratığın tekinden yalnızca iki adım uzaklıktaydık ama yine de aradaki mesafeyi kapatmak için kılını bile kıpırdatmıyordu. Bir sarhoş ya da uyurgezer gibi topuklarının üzerinde sallanan yaratık, öne düşmüş kafası ve her nasılsa 16


uykuya dalmaya ikna ettiğim, bir yılan yatağını andıran dilleriyle dikildiği yere adeta kök salmıştı. Ben. Bunu ben yapmıştım. Jacob Portman. Florida’dan gelen, hiçbir işe yaramayan oğlan. Eğer şu anda bizi katletmiyorsa ya da uyuyan çocuklardan hasat edilen kâbuslardan ve zifiri karanlıktan yapılma dehşetin içinde boğulmuyorsak, bunun tek nedeni ondan yapmamasını istememdi. Son derece kararlı kelimelerle boynuma doladığı dillerini çözmesini söylemiştim. Geri çekil, demiştim. Dur, demiştim. Hem de bir insanın ağzından çıkamayacağını düşündüğüm seslerden oluşan bir dilde. Ve o da mucizevi bir şekilde söylediğimi yapmıştı; bedeni itaat ederken gözleri adeta bana meydan okuyordu. Her nasılsa kâbusu ehlileştirmiş, ona büyü yapmıştım. Ama uyuyan şeyler uyanır ve büyüler güçlerini yitirirdi. Özellikle de kazayla yapılanlar. Uysal görüntüsünün ardında gölgenin içten içe öfkeden köpürdüğünü görebiliyordum. Addison burnuyla baldırımı dürttü. “Peşimizde bir sürü hortlak olmalı. Canavar geçmemize izin verecek mi?” “Onunla tekrar konuş,” dedi Emma sersem sersem. “Basıp gitmesini söyle.” Doğru kelimeleri aradım ama sanki benden utanıp gizlenmişlerdi. “Nasıl yapacağımı bilmiyorum.” “Az önce yaptın,” dedi Addison. “Kulağa tıpkı içinde bir iblis varmış gibi geliyordu.” Az evvel, yeteneğimin farkına varmadan önce kelimeler dilimin ucunda söylenmeyi bekliyorlardı. Şimdi onlara tekrar hükmetmeyi istemek ise çıplak elle balık yakalamaya çalışmaya benziyordu. Ne zaman onlardan birine dokunsam parmaklarımın arasından kayıp gidiyorlardı. Defol, diye bağırdım. Sözcükler ağzımdan İngilizce çıkmıştı. Gölgenin hareket etmediğini görünce sırtımı dikleştirip gözlerimi yaratığın mürekkep karası gözlerine dikerek tekrar denedim. Git buradan! Bizi rahat bırak! 17


Yine İngilizce. Gölge, meraklı bir köpek edasıyla hafifçe yana eğdiği başı dışında heykel gibi dikilmeye devam ediyordu. “Gitti mi?” diye sordu Addison. Diğerlerinin gölgenin gidip gitmediğinden emin olmasına imkân yoktu; onu sadece ben görebiliyordum. “Hâlâ burada,” dedim. “Sorun ne, bilmiyorum.” Kendimi havası sönmüş bir ahmak gibi hissettim. Yeteneğim böylesine çabuk yok olmuş olabilir miydi? “Dert etme,” dedi Emma. “Ne de olsa gölgeler mantık yoluyla ikna edilebilen yaratıklar olarak bilinmez.” Elini uzatıp ateş yakmayı denese de başarılı olamadı. Harcadığı çaba onu tüketmiş gibiydi. Beline doladığım kolumla onu daha sıkı kavrayarak olduğu yere yığılmasını engellemeye çalıştım. “Gücünü boşa harcama, kibrit çöpü,” dedi Addison. “Daha sonra ona ihtiyacımız olacağından eminim.” “Gerekirse soğuk ellerle de dövüşürüm,” dedi Emma. “Önemli olan tek bir şey var. O da çok geç olmadan diğerlerini bulmak.” Diğerleri. Tren raylarının yanındaki görüntüleri hâlâ gözümün önündeydi: Horace’ın derbeder haldeki şık giysileri; Bronwyn’in hortlakların silahlarına karşı koymaya yetmeyen gücü; patlama yüzünden sersem vaziyetteki Enoch; Olive’in ağır ayakkabılarını çıkarıp onu oradan uzaklaştırmak için kargaşadan faydalanmaya çalışan Hugh; ulaşamayacağımız kadar yükselmeden önce topuğundan yakalanıp aşağı çekilen Olive. Silah zoruyla trene bindirildikleri sırada hepsi dehşet içinde gözyaşı döküyordu. Bulmak uğruna ölümden döndüğümüz ymbryneyle birlikte gözden kaybolmuşlardı. Şu anda Londra’nın bağırsaklarında, ölümden bile beter bir kadere doğru yol alıyor olmalıydılar. Çoktan geç kaldık, diye düşündüm. Caul’ün askerleri Bayan Wren’in buz tutmuş saklanma yerine daldığı anda zaten çok geç kalmıştık. Bayan Peregrine’in lanetli kardeşini sevgili ymbrynemiz sandığımız gece zaten çok geç kalmıştık. Ama bedeli ne olursa olsun, sadece cesetlerine ulaşacak olsak bile arkadaşlarımızı ve ymbrynemizi 18


bulacağımıza dair kendi kendime ant içtim. Bu, yığına kendi cesetlerimizi de eklemek anlamına gelse dahi. Durum şuydu: Parıldayıp sönen karanlığın içinde bir yerlerden sokağa çıkmak mümkün olmalıydı. Karşıdaki duvarın devamında kapı, merdiven ya da yürüyen merdiven bulabilirdik. Ama oraya nasıl ulaşacaktık? Şansımı son kez denemeye karar vererek, hemen yolumuzdan çekil, diye bağırdım gölgeye. Tabii, doğal olarak İngilizce. Gölge tıpkı bir inek gibi homurdandı ama kılını dahi kıpırdatmadı. Bunun işe yarayacağı yoktu. Sözcükler yitip gitmişti. “B Planı,” dedim. “Beni dinlemiyor. Bu nedenle etrafından dolaşıp hareket etmemesini umacağız.” “Nereden dolaşacağız?” dedi Emma. Ondan uzak durmaya dikkat ederek etrafından dolaşmaya kalkacak olursak cam kırıklarından oluşan yığınların içinden geçmek zorunda kalacaktık ama cam parçaları, Emma’nın çıplak ayaklarını ve Addison’ın patilerini dilim dilim doğrardı. Diğer seçenekleri düşündüm: Köpeği kucağıma alıp taşıyabilirdim ama hâlâ Emma vardı. Kılıca benzer bir cam parçası bulup karşımda duran yaratığın gözüne saplayabilirdim ki bu teknik geçmişte epey işime yaramıştı. Ama eğer onu ilk hamlede öldürmeyi başaramazsam, o anda kendine geleceğinden ve ölenin biz olacağımızdan emindim. Etrafından dolaşmak konusunda geriye kalan tek seçenek, gölgeyle duvar arasındaki cam kırıklarının ulaşamadığı küçük boşluktu. Ama dardı; otuz, belki de kırk santim genişliğindeydi. Sırtlarımızı duvara bastırsak bile duvarla yaratık arasında sıkışıp kalabilirdik. Gölgeye o denli yaklaşmanın ya da daha da beteri, yanlışlıkla dokunmanın onu kontrol altında tutmamı sağlayan kırılgan trans halinden koparacağından kaygılanıyordum. Fakat aniden kanatlarımızın çıkması ve oradan uçup gitmemiz mümkün olmadığından tek seçeneğimiz bu gibi görünüyordu. 19


“Biraz yürüyebilir misin?” diye sordum Emma’ya. “En azından aksayarak yürümeyi denesen?” Dizlerini kilitleyip belimdeki elini gevşeterek kendi ağırlığını taşıyıp taşıyamayacağını test etti. “Topallayabilirim.” “O zaman şöyle yapacağız: Sırtımızı duvara dayayıp şuradaki boşluktan geçerek onu ardımızda bırakacağız. Pek geniş olduğu söylenemez ama eğer dikkatli olursak...” Addison ne demek istediğimi anlayınca korkuyla büzülerek telefon kulübesine sığındı. “Ona o kadar yaklaşmanın iyi bir fikir olduğunu düşünüyor musun?” “Büyük olasılıkla hayır.” “Biz oradan geçerken uyanırsa...” “Uyanmayacak,” dedim yapmacık bir özgüvenle. “Sadece ani hareketlerde bulunmayın ve ne yaparsanız yapın, sakın ona dokunmayın.” “Artık bizim gözümüz sensin,” dedi Addison. “Kuşlar bizi korusun.” Yerden uzun bir cam parçası alıp cebime sokuşturdum. Duvara doğru güçlükle iki adım attık ve sırtlarımızı soğuk fayanslara verip yavaşça gölgeye yaklaşmaya koyulduk. Biz ona doğru ilerlerken benden ayırmadığı gözleri hafifçe kıpırdandı. Ayaklarımızı sürüye sürüye attığımız birkaç adımın ardından kendimizi, gölgenin gözlerimin yaşarmasına neden olacak kadar mide bulandırıcı kokusu tarafından sarılıp sarmalanmış halde bulduk. Addison öksürdü ve Emma tek eliyle burnunu kapattı. “Biraz daha ileride,” dedim ama sesim zoraki sakinliğimden ötürü tiz çıktı. Cebimdeki cam parçasını alıp sivri ucu karşıya bakacak şekilde tuttum ve bir adım daha attım. Sonra bir adım daha. Artık kolumu uzatsam gölgeye dokunabileceğim kadar yaklaşmıştık. Kaburgalarının ardında çarpan kalbinin sesini, attığımız her adımla hızlanan nabzını duyabiliyordum. Bana karşı koymaya çalışıyor, beceriksiz ellerimi kumandasından çekmek için tüm sinir hücreleriyle mücadele veriyordu. Sakın kıpırda20


ma, dedim yalnızca dudaklarımı oynatarak. Yine İngilizce. Sen benimsin. Sana hükmediyorum. Sakın kıpırdama. Karnımı içeri çektim ve tüm omurlarımı ip gibi dizip duvara yasladım. Sonra duvarla gölge arasındaki daracık boşlukta yengeç gibi ilerlemeye koyuldum. Sakın kıpırdama, sakın kıpırdama. Adımını at, diğer ayağını yanına çek, adımını at, diğer ayağını yanına çek. Gölgenin burun deliklerinden etrafa yayılan pis kokulu, siyah bir pusu andıran ıslak ve hırıltılı solukları hızlanırken nefesimi tuttum. Bizi mideye indirme arzusu ona işkence ediyor olmalıydı. Tıpkı benim koşarak oradan uzaklaşma isteğim gibi. Ama onu görmezden geldim çünkü oradan kaçmak efendi gibi değil, av gibi davranmak anlamına gelirdi. Sakın kıpırdama. Sakın kıpırdama. Birkaç adım daha atıp birkaç metre daha ilerlediğimizde onu arkamızda bırakmış olacaktık. Omzu göğsümden kıl payı uzaklıktaydı. Sakın... Kıpırdadı. Gölge benimle yüzleşmek için seri bir hamleyle önce başını, sonra vücudunu bana çevirdi. Kaskatı kesildim. Bu defa yüksek sesle, “Sakın kıpırdamayın,” dedim diğerlerine. Addison yüzünü patilerinin arasına gömdü. Emma donakaldı; kolu benimkini adeta bir kerpeten gibi sıkıyordu. Kendimi az sonra olacaklara hazırladım: dillere, dişlere, sona. Geri çekil, geri çekil, geri çekil. İngilizce, İngilizce, İngilizce. Hayret verici bir şekilde öldürülmediğimiz saniyeler akıp geçti. Göğsünün alçalıp yükselişine bakılırsa yaratık bir kere daha taş kesilmişti. Her defasında yalnızca birkaç milimetre kat ederek temkinli bir şekilde duvar boyunca ilerlemeye devam ettim. Gölge başını hafifçe çevirerek pusula iğnesi misali bana kenetlenmiş gözleriyle beni takip ediyordu; bedeni benimkiyle kusursuz bir uyum 21


içindeydi fakat ne peşime düştü ne de çenesini açtı. Eğer ona yaptığım büyü etkisini yitirmiş olsaydı çoktan ölmüştük. Gölge yalnızca beni izlemekle yetiniyordu. Nasıl vereceğimi bilmediğim talimatları bekler gibiydi. “Yanlış alarm,” dediğim anda rahatlayan Emma’dan derin bir oh sesi yükseldi. Boşluktan geçip duvardan ayrıldıktan sonra Emma’nın topallayarak bize ayak uydurabileceği hızda oradan uzaklaşmaya koyulduk. Gölgeyle aramızdaki mesafe biraz açıldıktan sonra arkama baktım. O da dönmüş, beni izliyordu. Orada kal, diye mırıldandım İngilizce. Güzel.

Bir buhar perdesinin içinden geçtikten sonra yürüyen merdiven görüş açımıza girdi; elektriği kesildiğinden basit bir merdivene dönüşmüştü. Zayıf gün ışığı yürüyen merdivenin tepesinde hale misali parıldıyordu. Yukarıdaki dünyanın baştan çıkarıcı bir temsilcisi gibiydi. Yaşayanların dünyasının, şimdinin dünyasının... Annemle babamın olduğu dünyanın. İkisi de burada, Londra’daydılar ve benimle aynı havayı soluyorlardı. Benden yalnızca kısa bir yürüyüş mesafesi uzaklıktaydılar. Ah, ikinize de selam! Düşünülemez bir şey. Daha da düşünülemez olanı: O da beş dakikadan kısa bir süre önce babama her şeyi anlatmış olmamdı. En azından konu başlıklarını anlatmıştım: Ben de Büyükbaba Portman gibiyim. Ben tuhafım. Ne demek istediğimi anlamaları mümkün olmasa da en azından artık biliyorlardı. Söylediklerim, yokluğumun biraz daha az ihanet kokmasını sağlayacaktı. Eve dönmem için yalvaran babamın sesi hâlâ kulaklarımda çınlıyordu. Topallaya topallaya ışığa doğru ilerlediğimiz sırada aniden içimde beliren utanç verici dürtüye karşı koymak zorunda kaldım. Ona karşı koymasaydım, Emma’nın elini bırakıp babama koşacak, boğucu karanlıktan kurtulup ailemi bulacak ve beni affetmeleri için onlara yalvardıktan sonra, kaldıkları lüks otel odasındaki yatağa kıvrılıp uyuyacaktım. 22


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.