Klasik Filoloji Topluluğu Yayınları Sayı 1

Page 1

0


1


ANTİK EDEBİYATI VE DİLLERİ FOUCAULT İLE ANLAMAK Emre Poyraz* İnsanları, doğadaki diğer canlılardan ayıran en temel özelliğin düşünmek olduğunu ilkokul bilgilerimizden zaten biliyoruz. İnsan, düşünen ve düşündüğü şeyleri gerçekleştiren ya da dillendiren bir canlıdır. Burada, öncelikle ele alacağımız insani faaliyet “dillendirmek” olacak yani düşünülenlerin karşı tarafa aktarılması için yapılan eylem. Dilin temel tanımına baktığımız zaman; “Bir çağa, bir gruba, bir yazara özgü söz dağarcığı ve söz dizimi.” 1 olduğunu görüyoruz. Burada verilen tanımlar zaten dilin insana özgü bir faaliyet olduğunu bizlere yeterince anlatıyor. Peki insanlık için ortak bir dil var mıdır? Kutsal kitaplarda ve bazı Ortadoğu halklarına ait mythoslarda geçen tanrıların, insanları cezalandırması sonucu insanların, farklı diller konuşmaya mahkum edildiğini biliyoruz. Tevrat’ta anlatılana göre; Yaratılış 11, 1-9 1. Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı. 2. Doğuya göçerken Şinar bölgesinde bir ova buldular ve oraya yerleştiler. 3. Birbirlerine, “Gelin tuğla yapıp, iyicene pişirelim.” dediler. Taş yerine tuğla, harç yerine zift kullandılar. 4. Sonra, “kendimize bir kent kuralım,” dediler. “Göklere erişecek bir kule dikip, ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.” 5. Tanrı, insanların yaptığı kenti ve kuleyi görmek için aşağıya indi. 6. Ve şöyle dedi: “Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar. 7. Gelin, aşağıya inip dillerini karıştıralım ki birbirlerini anlamasınlar.” 8. Böylece Tanrı, onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu. 9. Bu nedenle kente Babil adı verildi; çünkü Tanrı, bütün insanların dilini orada karıştırdı ve onları yeryüzünün dört bir bucağına dağıttı. Babil, İbranicede kargaşa anlamına gelmektedir. Teolojik olarak insanların farklı diller konuşmalarının sebebi bu olarak gösterilmektedir. Bilimsel olarak baktığımız zaman işin içine biyoloji, genetik ve hatta coğrafya gibi dinamiklerin girdiğini görüyoruz. Fakat aynı dili konuşan toplumlar arasında da dilin kullanımı açısından farklılıklar görülmektedir. Bunun nedeni gerek etnolojik, gerekse morfolojiktir. Etnolojik olarak baktığımızda; erkek egemen bir toplumda dildeki söylemin de erkek egemen olduğunu görmekteyiz. Buna en yakın örnek karşı tarafı aşağılamak için kullanılan argo sözcüklerin hemen hepsinin çoğu dilde cinsiyetçi olmasıdır. Nitekim bazı İskandinav dillerinde kadın açısından ele alınacak küfürler de vardır ya da Türkçe’de doğru, düzgün davranmayı işaret eden “adam gibi davranmak” deyimi de bu örnekler içerisinde sayılabilir. Dilin kullanımındaki morfolojik cinsiyetçiliğe baktığımızda ise özellikle Hint-Avrupa kökenli dillerde gördüğümüz cinsiyetlerine göre ayrılan isimler göze çarpar. Şu anda yaşayan, konuşulan 145 dilde cinsiyet ayrımı morfolojik belirleyici olarak kullanılmamaktadır. 84 dilde ise sex-based system denilen özellikle eril ve dişil ayrım yapan biyolojik ve morfolojik belirleyici mevcuttur. 2 Üzerinde çalıştığımız 1 2

TDK, 2015 http://wals.info/chapter/31 erişim tarihi; 28.03.2015

2


Antik Yunanca ve Latince, ölü birer dil olmanın yanı sıra sex-based system denilen dil özelliklerini tam anlamıyla taşımaktadır. Bahsi geçen bu dillerin morfolojik özellikleri bize aktif olarak kullanıldıkları dönemin sosyal yapısı hakkında da bilgi verebilir. Örneğin; Latince’ de –a bitimli isimlerin hepsi femininum iken o dönem, sadece erkekler tarafından yapılan denizcilik, şiir yazmak gibi işleri niteleyen isimler, –a bitimli olmalarına rağmen Latincedeki bir istisna olarak masculinum’dur. Çünkü bu isimler erkekliği nitelediği için morfolojik olarak da erkek olmaları gerekmektedir. Klasik Yunanca’ da da bu durum mevcuttur; erkeklerin yaptığı işleri niteleyen isimler masculinum’dur. Bu bize bahsi geçen dönemin sosyal yapısı hakkında da bilgi verir. Dilin yaşayan bir olgu olduğunu düşünürsek ve zaman içerisinde geliştiğini ve genişlediğini var sayarsak söylem antik dillerin gelişmesinde ve genişlemesinde de oldukça etkili olmuştur. Dil günümüzde olduğu gibi antik dönemde de iktidar kurma aracı olarak oldukça etkili kullanılmıştır ve iktidar kurma aracı olarak masum olmamıştır. Antik dönemde dilin iktidar kurma aracı olarak en fazla kullanıldığı ortam edebiyattır. Arkaik Yunan edebiyatına baktığımız zaman erkek egemen Yunan toplumunun sosyal yapısının dile ve ardından şiire nasıl yansıdığını kolaylıkla görebiliriz. Yukarıda bahsettiğimiz durumun en bilindik örneklerinden biri Antik Yunan edebiyatının en bilinen karakterlerinden olan Pandora için söylenebilir. Hesiodos burada edebi zekasını göstermenin yanı sıra kadının Antik Yunan dünyasındaki durumunu hem dili kullanarak hem de söylemi kullanarak bizlere anlatmıştır. Şöyle ki; ὀνόμηνε δὲ τήνδε γυναῖκα Πανδώρην, ὅτι πάντες Ὀλύμπια δώματ’ ἔχοντες δῶρον ἐδώρησαν, πῆμ’ ἀνδράσιν ἀλφηστῇσιν. αὐτὰρ ἐπεὶ δόλον αἰπὺν ἀμήχανον ἐξετέλεσσεν, εἰς Ἐπιμηθέα πέμπε πατὴρ κλυτὸν Ἀργεϊφόντην δῶρον ἄγοντα, θεῶν ταχὺν ἄγγελον·

…taktı kadına Pandora adını bir armağan olarak vermişti meskeni Olympos olanların hepsi tamamlayınca bu zorlu, karşı koyulmaz tuzağı gönderir şanlı baba tanrıların hızlı habercisini bir armağan olarak Argos-katili Epimetheus’a, (Çev: Yrd. Doç. Dr. Erman Gören)

Pucci’nin (1977, 98) belirttiği üzere bu etimolojinin oyunbazlığı ve ironisidir. İnsanların başına gelen “Belalı-armağanlar” (Πημ-δώρα) yerine, herkesten armağan aldığı için “Bütünarmağanlar” (Παν-δώρα) olarak adlandırılması, yapılan sözcük oyununun boyutlarından birini ortaya koymaktadır.3 Hesiodos hem ses benzerliklerini ve dilin morfolojik imkanlarını kullanmış hem de Antik Yunan dünyasının başına en büyük belayı açan kadın olan Pandora’yı insanlığa anlatmıştır. Bir toplumun edebiyatı o topluma ait sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel verileri bize en açık veren olgudur. Çünkü edebiyat her zaman belli bir sınıfın, belli bir zümrenin uğraşı olmamıştır. Edebiyat da dil gibi zaman içerisinde gelişen ve genişleyen bir kavramdır, hatta dilde olduğu gibi zamanına göre şekil değiştiren bir kavramdır. Dil ve söylem olmadan edebiyat yapmak mümkün değildir. Cinsiyetçilik ve söylem kavramı olarak Antik Yunan edebiyatında daha acımasız örnekler de mevcuttur.

3

Erman Gören, “Arkaik Çağ Yunan Şiiri (Hesiodos’tan Pindaros’a)” (2013-2014 Bahar Yarıyılı Ders Notu, 2014), s. 20

3


…ὦ φίλ΄ ἐπὶ κρατερὴν τλημοσύνην ἔθεσαν φάρμακον. ἄλλοτε ἄλλος ἔχει τόδε· νῦν μὲν ἐς ἡμέας ἐτράπεθ΄͵ αἱματόεν δ΄ ἕλκος ἀναστένομεν͵ ἐξαῦτις δ΄ ἑτέρους ἐπαμείψεται. ἀλλὰ τάχιστα τλῆτε͵ γυναικεῖον πένθος ἀπωσάμενοι. verir tanrılar deva niyetine kudretli tahammülü ne zamanlarda ne kimselerin gelir başına bunlar. şimdi de sıra bize geldi, inletti kanayan yaramız inim inim, öbür sefer sıra gelir ötekine, o halde bırakın artık kadın gibi yaygara etmeyi, dayanın tüm gücünüzle. (Çev: Yrd. Doç. Dr. Erman Gören) Arkhilokhos, “kudretli” (κρατερὴν) olarak nitelediği ve belirgin bir şekilde savaşkan erkeğin erdemleriyle ilişkilendirdiği “dişini sıkma”’nın ya da “tahammülle dayanma”’nın (τλημοσύνη) karşısına “kadınca feryat”’ı (γυναικεῖον πένθος) koyarak kadın düşmanlığının başka bir boyutunu dillendirir.4 Yukarıdaki dizelerde de kadına bakışın edebi söyleme nasıl yansıdığını görmekteyiz. Yazının başında bahsettiğimiz “doğru düzgün” davranmayı işaret eden “adam akıllı davranmak” söyleminin bir başka versiyonu bu dizlerde saklanmıştır. Toplumsal aktörler ellerinde bulundurdukları simgesel sermayeye göre içinde yer aldıkları grup tarafından kabul görürler ve güç sahibi olurlar.5 Yani kadın, elindeki simgesel sermayesi ile antik dönemde erkek karşısında güç sahibi değildi. Edebiyat, dil ve söylem de bunun çevresinde gelişti ve genişledi. Bu durum antik dünyada kendisini oldukça göstermekteydi. Foucaultcu söyleme baktığımız zaman Foucault, söyleme tarihsel ve kültürel bağlamlar çerçevesinde yaklaşır. Tarihin belirli bir döneminde, belirli bir konuda gerçekleştirilmiş olan bir söylem, söylemde bulunanın, söylemi oluşturan cümlelerin ifade edilmelerine olanak tanıyan koşulların işlevi olarak değil, söylemi oluşturan cümlelerin ifade edilmesine olanak tanıyan koşulların işlevi olarak çözümlenmek zorundadır.6 Yukarıda verdiğimiz dizelerin hepsi arkaik dönem Yunan Edebiyatından seçilmiş dizelerdi ve söylemleri de o dönemin koşullarına göre gelişmişti. Dönemin koşulları düşünüldüğünde yapılan edebi söylem o dönemin yaygın eğilimlerini yansıtmaktaydı fakat ne olursa olsun buram buram cinsiyetçilik kokmakta, bu durum bize dönemin edebi eğilimleri hakkında bilgi verdiği kadar dönemin sosyal yapısı hakkında da bilgi vermektedir. Foucault’un söylem ve özne ilişkisinde; özne tamamen söylemseldir ve söylemlerde kurucu bir unsur değil söylemler aracılığıyla kurulanın bir unsurudur. Özneyi söylemin değişken ve karmaşık bir işlevi olarak incelemek gerekir.7 Antik Yunan toplumunda ve edebiyatında, eserlerde kullanılan isim ve özneler söylemden gelir örneğin “yiğitlik” ibaresi gibi. Bu da yine erkek egemen bir toplum olan antik Yunan dünyasının erkeğe yüklediği misyonlardan kaynaklanmaktadır. Tıpkı yazının başında Latince ve Antik Yunan dili için verdiğimiz erkeklerin yaptığı işleri niteleyen isimlerin masculinum olması gibi çünkü o işler ve meslekler toplum tarafından erkeğe yüklenmiştir ve isimler de morfolojik olarak öyle şekillenmiştir. Foucault’un öznesi, modern iktidar rejiminin ürünü olan modern bireyselleşme sürecine ait bir öznedir.8 Her ne kadar burada “modern iktidar” tanımı 4

Erman Gören, “Arkaik Çağ Yunan Şiiri (Hesiodos’tan Pindaros’a)” (2013-2014 Bahar Yarıyılı Ders Notu, 2014), s. 35 5 Semiramis Yağcıoğlu, “Dil Asla Masum Değildir”, DEÜ, Sosyal Bilimler Enst. Dergisi, 2005 6 Özlem Özel Talay, “Michel Foucault’da Dilin Fonksiyonu”, (Yayımlanmamış Yüksek Lisan Tezi, Pamukkale Üniversitesi, 2005) s. 39 7 Ö. TALAY, a.g.y., s. 46 8 Ö. TALAY, a.g.y., s. 48

4


yapılmışsa da antik dünyada da durumun farklı olmadığını görmekteyiz. Her bilgininin kendine has epistemolojik ve kültürel bağlamı vardır, bu alanların içini dolduran söylemin ise süreksizliği söz konusudur, söylemler art arda gelen olaylar dizisi değildir. Belirli bir çağa hakim olan episteme’ler insanların algı biçimleri ve düşüncelerine etki ederek söylemlerini şekillendirir.9 Yaşadığımız dönemin episteme’si ile antik dönemin episteme’si aynı değildir, bu durum edebiyata, şiire de yansımıştır. Bahsi geçen çağın sosyal yapısını net algılayamama durumumuz bundan kaynaklanmaktadır. Antik dönemin kendine has episteme’si, o dönem insanlarının algı biçimleri ve düşünceleri ve de buna bağlı olarak söylemleri vardır. Bu durum dile ait temel bilim dallarından olan gramere ve antik dönem edebiyatına da yansımıştır. * İ.Ü. Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü, Eski Yunan Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, 2. Sınıf Öğrencisi

9

Özlem Özel Talay, “Michel Foucault’da Dilin Fonksiyonu”, (Yayımlanmamış Yüksek Lisan Tezi, Pamukkale Üniversitesi, 2005) s. 54

5


ANTİKÇAĞ’DA YEMEK KÜLTÜRÜ Denis Çat* Canlılar, dünyada var olduğundan beri yaşamlarını sürdürebilmek, büyümek ve gelişmek için, beslenme en temel ihtiyaçları olmuştur. Bu beslenme ihtiyacından da çok çeşitli ve farklı yemek kültürlerinin ortaya çıktığı görülmektedir. Her toplumun, kendine özgü bir yemek kültürü ve mutfağı vardır. Bunlar zaman içerisinde pek çok değişikliğe uğrayarak gelişme göstermiştir. Tarih boyunca, bu yemek kültürü birçok değişikliğe uğrasa bile, bazı temel kavramlar hep aynı kalmıştır. Eski Yunan Toplumunda Yemek Kültürü Yunan uygarlığında beslenme ete dayanırdı.Yani temel besin kaynakları et idi. Kahramanlar şölen sahnelerinde genellikle et ve ekmekle beslenirler. Destanlarda beslenme açısından kaz, geyik, dağ keçisi, yaban domuzu ve tavşana yer verilmiştir. Hayvan kesimleri yemeklerden hemen önce yapılır. Balıketi ise kahramanlar tarafından pek tercih edilmemiştir. Bunların dışında diğer yenilen besinler bal, peynir, zeytin, soğan, pancar, nar, elma, armut, incir ve üzümdür. Arkaik dönemin başlarında Yunanlılar bol miktarda eti sadece şölenlerde görebiliyorlardı. Bu etler de eskisi gibi şişlere geçirilip kızartılmak yerine bir kazanın içinde kavrularak pişiriliyordu. Bu nedenle halk taze etten alamadığı proteini domuz jambonu, sucuk, süt, peynir, yumurta ve balıktan sağlıyordu. Ayrıca bu dönemde beslenme tahıllı yiyecekler ve bazı sebzelere dayanırdı. Arpa unundan yapılan ve yufka ekmeği olan maza çok ünlü bir yiyecekti. Ekmek ise önceden arpadan yapılırken daha sonra yerini buğdaya bırakmıştır. Bu dönemde lahana, bezelye, fasulye, pırasa, bakla, ıspanak vb. sebzeler kullanılmıştır. Yunan mutfağı tüm yemeklerinde zeytinyağı kullanmış, Akdeniz mutfağına özgü zeytinyağı kullanımı günümüzde bile görülmektedir. Bu dönemde en sevilen meyveler üzüm, incir ve elmadır. Ayrıca üzüm, şarap yapımında da çokça kullanılmıştır. Eski Yunan toplumunda şarap tek içecektir ve çok önemlidir. Bu yüzden bağcılık ve şarap üretimi oldukça fazladır. Değişik türlerde birçok şarapları vardır. Yunan mutfağı ve sofralarının sadeliğine karşın Pers ve Lydia'lıların mutfak ve sofraları daha gösterişlidir. Zaman içerisinde ticaretin hareketliliği nedeniyle Yunan mutfağındaki besinlere yenileri eklenerek çeşitlilik artmıştır. Klasik dönem sonlarında ise Yunan mutfağında değişik tatları karıştırma eğilimi ortaya çıkmıştır. Yunanlılar günlük yaşamlarında öğle yemeğine ἄριστον (ariston) ve akşam yemeğine de δεῖπνον (deĩpnon) derlerdi. Öğle yemeklerinde basit ve hafif şeyler yerlerdi. En önemli öğün aile ve dostlarla yenilen akşam yemeği yani diğer adıyla "Deipnon"dur. Kahramanlar her öğünde bir masa etrafında toplanıp sandalyeye oturarak yemeklerini elleriyle yerlerdi. İÖ 7. yüzyıl ortalarında ise Yunanlılar oturmak yerine Kline denen döşeklere uzanarak yemek yemeye başladılar. Bu geleneğin Yunanlılara Perslerden geçtiği düşünülmektedir. Böyle uzanarak yemek yemek erkeklere özgüdür. Kadınlar ise genellikle yemeğini daha önceden oturarak yer, daha sonra uzanarak yemek yiyen erkeklere hizmet ederdi. Yunan yeme içme geleneğinin doruk noktasını oluşturan şölenlerde ise sofra adetleri en iyi şekilde sergilenirdi. Davetler sözlü olarak yapılırdı. Davetli sayısı 7 ile 36 arasında değişirdi. Şölenlere sadece erkekler katılır, kadınlardan ise sadece dans edenler katılabilir, onun dışında kadınlar asla şölenlere katılamazlardı. Evin en güzel ve en gösterişli mekânı şölenler için ayrılırdı. Şölenlerde menüler çok zengin olurdu. Şölene çağırılan konuklar döşeklerine yani kline'lere yerleşmeden önce evin köleleri onların ellerini ve ayaklarını yıkamalarına yardımcı olurdu. Sonra da köleler konuklara 6


yemek boyunca hizmet ederlerdi. Menüde ilk olarak sunulan ordövr tabağı salamura zeytin, baharatlı balık gibi yemeklerden oluşurdu. Sonra ana yemek olarak balık ve et tabakları gelir, daha sonra hazırlanan ikinci sofra peynir, çörek, tatlı ve meyvelerden oluşurdu. Sohbet şölenlerde çok önemlidir. Ayrıca mim, tiyatro gösterileri ve danslarla güzel vakit geçirilirdi. Şölen geç saatlerde biter ve ev sahibi konuklarına koku şişeciği benzeri armağanlar sunardı. Yunan sofrasında yemekler için değişik şekil ve boyutlarda çukur, düz tabaklar ve tepsiler kullanılırdı. Yemekler elle yenildiğinden, herkesin kendine ait bir çatalı ve bıçağı yoktu. Sadece et servislerinde kullanılan büyük çatal ve bıçaklar vardı. Yunan mutfağında ise yemek pişirmek için sabit ocaklar vardı, fakat bunların yanında mangal da kullanılmıştır. Pişirme kapları üçayaklı kazan ya da üç ayaklı çömlek şeklindedir. Çeşitli taslar, toprak kaplar, ızgara, şiş, satır, bıçak, rende ve kepçeler Yunan mutfağında kullanılmıştır. Mutfak eşyaları genelde duvara asılı şekilde ya da basamaklı raflara yerleştirilmiştir. Roma Toplumunda Yemek Kültürü Roma'da genellikle toprakların büyük bölümünde tahıl yetiştirilir ve beslenme kaynağının büyük bir bölümünü de tahıl oluştururdu. Bu dönemde kızılca buğday unundan yapılan puls çok ünlü bir yiyecekti. Yunanlar da Romalılardan söz ederken "Puls yiyenler" derlerdi. Baklagillerin yanı sıra bazı sebzeler de pırasa, salatalık, kabak, soğan vb. her evin bahçesinde yetiştirilirdi. Bunlara genellikle zeytinyağı ve su katılarak pişirilirdi. Yemeklere lezzet katsın diye bazı baharatlar da kullanılırdı. Meyvelerde ise çeşit azdı. İncir, elma, ayva ve erik gibi meyveler vardı. Yunanlıların tanıttığı zeytini Romanlılar da birçok alanda kullanmışlardır. Romalılar Erken Dönem'de bitkisel beslenmeye önem vermişlerdir. Etleri ise sadece av dönüşleri ve şölenlerde kullanmışlardır. Yedikleri başlıca etler; domuz eti, oğlak eti, kuzu eti ve koç etidir. Tavukların ise hem etinden hem de yumurtasından faydalanırlardı. Protein kaynağı olarak etlerden başka yumurta, süt ve peynir tüketmişlerdir. Fakat bunlardan en önemlisi peynirdir. Yoğun üretim ve ticaret beslenmede önemli değişiklikler yaratmıştır. Yoksulların temel yiyeceği olan puls'un yerini mayalı ekmek almıştır. Fırınlarda değişik şekillerde ve kalitelerde ekmekler yapılıp halka satılmaya başlanmıştır. Roma'daki yoksullar için sebze beslenmede çok önemli yer tutmuştur. Zenginler ise sebzeyi sadece faydaları için önemsedikleri halde onlar için et yine her zaman ön planda kalmıştır. Balık ise Roma sofrasının başköşesine yerleşmiştir. Balığı her şekilde kullanmışlar (salamura, konserve vb.), balık dışında diğer deniz ürünlerinden de büyük keyif almışlardır. Erken dönemden başlayarak Romalılarınen önemli içeceği şarap olmuştur. Çok çeşitli ve kaliteli şarapları vardır. Romanlılar şarap üretimlerinde Yunanlılardan öğrendikleri yöntemleri uygulamışlardır. En çok kullanılan bir başka içki ise Mulsum'dur. Mulsum şıra ve mayhoş şarabın bol miktarda bal ile karıştırılmasından elde edilir. Bal ile ilgili bir içki ise Bal Rakısıdır. Mulsum ve bal rakısı yemekten önce ordövr ile birlikte alınırdı. Romalıların günlük yaşamında öğle yemeği günün ana öğünü olmadığı için genelde hafif yiyeceklerle geçiştirilirdi. Öğle yemeğinde buğday veya arpa ekmeği, sebze ve peynir alışılmış yemek tarzıydı. Öğle yemeğinin yanında su, ballı su veya seyreltilmiş şarap içilirdi. Apicius’un yemek kitabında öğle yemeği için ucuz ve faydalı olan fasulye, arpa veya kılçıksız buğday unundan yapılmış yemek suları ile sebze çorbalarına oldukça fazla yer ayrılmıştı.1 Apicius’un kitabında da belirtildiği 1

Hilary J. Deighton, Eski Roma Yaşantısında Bir Gün, İstanbul, Homer Kitabevi ve Yayıncılık, 1999, s. 38

7


gibi2 ekmeğin besin sayılmasından önceki dönemde tahıl esaslı olan su ve sütle pişirilen lapalar binlerce yıl boyunca Akdeniz çevresindeki köy nüfusunun ana yemeği olmuştur.Günün esas öğünü akşam yemeğiydi ve bu öğünde yemekler yenirken tüm aile bir arada olurdu. Ana öğüne Cena denirdi. Cena önceden öğle saatlerinde yenirken daha sonra iş hayatının etkileriyle akşam saatine ertelenmiştir. Dolayısıyla akşam yemeğine Cena denirdi. Başlangıçta Romalılar bir masa başında oturarak yemek yerken, zamanla Yunanlılardan etkilenerek uzanarak yemek yemeğe başlamışlardır. Uzanarak yemek yemek sadece rahatlık için değil, kibarlık ve sosyal üstünlük açısından da önemlidir. Kadınlar da ilk başta otururken zamanla onlar da uzanarak yemek yemeğe başlamışlardır. Romalıların evlerinde mutlaka bir yemek odası bulunurdu. Zengin ailelerin ise birden çok yemek odaları olurdu. Bunun dışında bazı evlerde özel şölen salonları da vardı. Romalılar şölenlerde konuklarını davetiye ile çağırırlardı. Romalılarda Yunanlılardan farklı olarak kadınlar da eşleriyle birlikte şölenlere katılırlardı. Şölen odalarında uzanmak için letus denen döşekler olurdu. Konuklar gelince sandallarını çıkarırlar ve kölelere ayaklarını yıkatırlardı. Sonra da letuslara uzanırlardı. Şölen üç bölümden oluşurdu. Yemek mulsum eşliğinde gustatio / promulsis yani ordövr ile başlardı. Gümüş tepside sunulan çiğ ya da pişmiş et, deniz ürünleri ve sebzeler vardı. Ana yemeğe geçmeden önce tepsiler alınır, köleler konukların ellerine kokulu su döker, yemekler elle yenildiği için sık sık eller yıkanırdı. Yemek sona erince köleler ortalığı temizleyip tatlı, meyve ve yemişler getirirlerdi. Konukların başları ve ayak bileklerine çiçek çelenkleri konulurdu. Konuklar kendi aralarında bir başkan seçerler ve o başkan şarabın nasıl yapılıp içileceğini belirler. Daha sonra iyilik ve sağlık dilekleriyle hep birlikte kadeh kaldırıp şarap içerlerdi. Ev sahibi bunların yanında konukların hoşça vakit geçirmeleri için çalgıcılar ve dansözler getirtirdi. Aydınlar ise şölenlerini edebiyatla renklendirmeyi tercih ederlerdi. Onların şölenlerinde Homeros ve Vergilius'tan parçalar ya da müzik eşliğinde lirik şiirler okunurdu. Fakat bu şölenlerde en önemli olan şey sohbetti. Romalılar sofra eşyaları olarak en çok pişmiş topraktan yapılan eşyaları kullanırlardı. Daha sonra madeni eşyalar ve cam eşyalar da kullanılmıştır. Romalılarda şarap ile ilgili kaplar önemli bir grup oluştururlar. Aynı durum yemek kapları için de geçerlidir. Roma sofrasında tuzluk hiçbir zaman eksik edilmemiştir. Erken dönemlerde bile kullanılmıştır. Çok nadir olsa da masa örtüsü kullanılmıştır. Peçete ise çok yaygındır. Yemekleri elleriyle yedikleri için çatal bıçak kullanmamışlardır. Çatal ve bıçağı sadece servis amaçlı kullanmışlardır. Roma mutfağında tek bir ocak vardı. Yemek burada pişirilirdi. Bazı evlerde mutfağın yanında bir erzak odası bulunurdu. Mutfakta kullanılan kaplar pişmiş toprak, taş çinko, demir, bakır, bronz ve camdan yapılmıştır. Bu kaplar kazan, tencere, sahan, tava, tepsi, kova, çanak, çömlek, testi vb.dir. En eski kültürlerden olan Yunan ve Roma kültürlerinin beslenme şekillerini, yemek ve mutfak kültürlerini ve yemek adetlerini incelediğimizde, bazı küçük değişikliler olmasına rağmen temelde günümüze yansıyan benzer unsurların olduğu görülmektedir. KAYNAKÇA 1. DELEMEN İ., Antik Dönemde Beslenme, Türk Eskiçağ Bilimleri Enstittüüsü Yayınları, İstanbul, 2003 2. DEIGHTON H. J., Eski Roma Yaşantısında Bir Gün, Homer Kitabevi ve Yayıncılık, İstanbul, 1999 3. DEIGHTON H. J., Eski Atina Yaşantısında Bir Gün,, Homer Kitabevi ve Yayıncılık, İstanbul, 2005 * İstanbul Üniversitesi, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü, Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, 2. Sınıf Öğrencisi

2

Hilary J. Deighton, Eski Roma Yaşantısında Bir Gün, Homer Kitabevi ve Yayıncılık, İstanbul, 1999, s. 38

8


AZRA ERHAT 100 YAŞINDA Cana Vilken* Doğan Çabalar* 2015 yılında 100. doğum yılını kutladığımız, Eski Anadolu uygarlıklarının izini süren “mavi yolculuk”ları başlatanlardan, hümanist anlayışın ülkemizde yaygınlaşmasına öncülük etmiş, değerli yazar, arkeolog, çevirmen, düşünür ve klasik filolog Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar adlı eserinde, “Tutukluevinde yazdığım anılar aslında sana mektuplardı, Gülleylâ. Sen sen olduğun ve benim küçük yeğenim olduğundan ötürü değil yalnızca, senin simgende bütün bir okuyucu topluluğuna sesleniyorum… hem sen vardın benim yakınım, hem de öbür, kafamda canlandırdığım tüm gençler. Sana diyeceğim, onlara diyeceğim vardı.1” diye yazmıştır. Hocamızın bu sözlerinden hareketle, İstanbul Üniversitesi Klasik Filoloji Topluluğu olarak ilk sayımızda Azra Erhat’ın kendi kitaplarından yola çıkarak onun öz yaşam öyküsünü, hayat görüşünü ve eserlerini tanıtmaya çalıştık 1915 yılında İstanbul’da dünyaya gözlerini açan Azra Erhat, okul öncesindeki çocukluk günlerini İstanbul’un korku ve güvensizlik içinde yaşadığı işgal döneminde geçirdikten sonra 1922 yılının sonbaharında ailesiyle birlikte İzmir’e, ardından 1924’te ise babasının işleri dolayısıyla Viyana’ya taşınır ve ilkokul eğitimini Avusturya’da tamamlar. Başkasını saymak, sevmek, kendinden önce başkasını düşünmek, almaktan çok vermeyi önemsemek, gönül kırmamak, cömert davranmak, kendi çıkarlarını ön plana almamak gibi ahlak görüşlerini daha ilkokul çağındayken bakıcısı Matmazel Nowineil sayesinde benimser ve hayatının sonuna kadar bu ilkelerle yaşar. Erhat’ın çocukluğunda önemli bir yer tutan Matmazel Nowineil onu her pazar tiyatroda çocuk oyunları izlemeye götürür.. Bu oyunların daha o yaşında kendisinin sanata doğru adımını atmasını, sanat yaratıcılığının ne olduğunu sezinlemesini sağladığını söyler. Viyana'daki Almanca öğrenim veren halk okulu Volksschule'da ilkokula başlar. Almanca’yı erken yaşta öğrenmesinin getirisini, “Aslında Almanca’yı grameriyle, dil kurallarıyla öğrenmiş değildim, ama tıpkı ana dilini öğrenen bir çocuk gibi yanlışsız konuşurdum. Ancak iki yıl sonra Almanca konuşmak fırsatı bulamamış olmuştum. Ne var ki bu dil bilinçaltında olacak canlılığını yitirmedi ve Ankara’da bir Alman profesörüne yardımcı olarak çalışmam gerektiği zaman gene yüzeye çıktı ve asıl o sıralarda gelişti.2” sözleriyle vurgular. Erhat’ın Viyana günleri, 2 yıl sonra babasının işleri dolayısıyla ailenin Brüksel’e taşınmasıyla son bulur. Belçika’nın kendisi için önemi hakkında, “Ben bugün tutukluyum, çok haksız yere tutuklu. Suç işlemek şöyle dursun, elli altı yıllık ömrümü insanlık ve özellikle Türkiye diye, yalnız içinde doğduğum değil, bütün bilincim ve sevgimle kendime yurt, biricik vatan olarak seçtiğim bir ülkenin kültür hizmetine vermişimdir. Bunca çabanın tutuklulukla sonuçlanması ben yaşta bir kadını kırabilir, yıkabilirdi. Bugün her şeye karşın en canlı, en güçlü günlerimi yaşıyorsam, bunu Belçika’da gördüğüm insanlık ve insancıllık eğitimine borçluyum. Daha doğrusu, kendime ülkü edindiğim hümanizmin ilk tohumlarını bu eğitimden almışımdır.3” der. Ortaokul eğitimine Belçika’da devam ettiği sırada Fransızca ve Flamanca öğrenmeye başlar. Brüksel’deki okullarda ezberci bir eğitim görmemiş olması ve buna bağlı olarak Batılı kafanın üstünlüğü hakkında, “Ezberciliğe hiç yer vermeyen bu öğretim türü kültürümüzün sağlam temeller üstüne kurulmasına yol açmıştır. Brüksel’de hep duyduğum ve gönülden benimsediğim tümce şu 1

Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s. 210-211 Erhat, a.g.e., s. 68 3 Erhat, a.g.e., s. 76 2

9


idi: ‘Kültür insanda her şeyi unuttuktan sonra kalan şeydir.’ On dört yıl çevirisine uğraştığım Homeros destanlarının on dört dizesini ezbere okuyamam. İnsan dediğin canlı kitaplık değildir, insan düşünen kafadır, kitabın varlığını bilmeli, gerektiği zaman açıp okumalı, o kadar. Bellek dediğin papağana yakışır, insana değil.4” görüşlerini dile getirir. Brüksel’de bir süre çocukluk ve genç kızlık romanlarını okuduktan sonra Alexandre Dumas, Victor Hugo, Moliere gibi dünyaca ünlü yazarların eserlerini okumaya başlayarak gerçek edebiyat eserleriyle tanışır. Kitapların önemini, “...anladım ki, insan ne kadar çok dostu olsa da, aslında yalnızdır, bu özlü yalnızlığı tek paylaşabileceğin dost kitaptır, çünkü sessizce dinler seni, ikili konuşmayı sessizce sürdürebilirsin kitapla.5” sözleriyle vurgular. Ortaokulu bitirdikten sonra Erhat, yaşamının büyük serüveni olarak nitelendirdiği, ailesinin “Ah kızım, senin memleketinde Latince ve Yunancayı ne yapacaksın? Dil öğren, bir mesleğe hazırlan daha iyi” çıkışlarına aldırmayıp Brüksel’deki Emil Jacgmain Lisesi’nde Latince ve Eski Yunanca öğrenimine başlar. Latinceyi ilk öğrenmeye başladığında zorlandığını, sabah akşam çalışsa da gene başarısız olduğunu söyleyerek, bu işte nasıl başarılı olduğunun gizli anahtarını şöyle verir: “Nasıl başardığımı anlatayım sana, Gülleylâ: Aşık oldum da öyle. On üç yaşında, boyu bir metreyi aşan bir kızcağız nasıl bilsin ki dil de yalnız aşkla öğrenilebilir! Viyana’daki anılarım aşk sözcüğüyle dolup taşardı, ama çevremde sakız gibi çiğnenen kadın-erkek ilişkisiydi o. Sevginin başka alanlara da dökülebileceğini, hangi alanda olursa olsun her işin sevgiye bağlı olduğunu, başarıya ancak bu yoldan ulaşıldığını nasıl ve nereden bileyim ben? Öğreniverdim işte.6” Latince öğretmeni Matmazel Cosyn’e aşık olmasını ve bu sayede entelektüel bilgisinin artmasını “Cos’a kendini beğendirebilmek için yalnız iyi bir öğrenci olmak yetmez, dünyanın bütün güzelliklerine açılmak, kitaptan, müzikten, heykelden anlamak gerekirdi. Ona ulaşmak için okul dışındaki bütün yaşamımızı üstün bir düzeye çıkarmaya çalışırdık. Tiyatro, bale, opera, bütün sanatların kapısını Cos açmıştır bize. Hümanizmin her görüldüğü, her çiçek açıp filizlendiği yerde iyilik ve güzellik aşamasını simgeleyen bir kılavuza bağlanmakla, onun yolunda yürümekle varılır, varılmıştır bir üst düzeye.7” sözleriyle dile getirir. Eski Yunanca’dan ise şöyle bahseder: “Latince çocuk oyuncağı kalıyordu Yunanca karşısında, grameri belalı, çekimleri daha da kuralsız ve çetrefil, yazını öyle zengin, öyle çok yönlü ki, insan bir yandan bu dile vuruluyor, öte yandan da bunca çabaya karşın bir sonuç alamayacağına kanaat getiriyor. Elimde sözlükler koca koca, karıştırıp duruyor, birkaç satırlık metni çözmek için akla karayı seçiyordum. Nitekim söylerler ya, Latince Yunanca eğitimi bir çeşit matematik öğrenimi gibi bir şeydir, kafayı düşünmeye alıştırmak da matematik problemleri kadar işletici, eğitici.8” Babasıyla on yedi yıl bir arada yaşayıp da birbirlerini tanıyamamaları üzerine yeğenine şu öğütte bulunur: “...kim varsa çevrende onu bütünüyle anlamaya çalış, kendini ona bütün olarak

4

Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s. 83 Erhat, a.g.e., s. 91 6 Erhat, a.g.e., s. 96 7 Erhat, a.g.e., s. 97-98 8 Erhat, a.g.e., s. 100 5

10


anlatmaya tam bir insan alışverişi kurmaya çalış. Yoksa treni kaçırmış gibi bomboş ve pişman kalınıyor ortada.9” 1932 yılında Azra Erhat’ın babasının ölümüyle birlikte aile İstanbul’a geri döner. Erhat, lisenin son iki senesini tamamlamak üzere ailesinden ayrı olarak Brüksel’de arkadaşlarının evinde geçirir. Liseyi oranın deyimiyle “avec le plus grand fruit”, yani en üstün başarı belgesini alarak bitirir ve İstanbul’un yolunu tutar. Türkiye’ye döndükten sonra, kayıt olmak üzere İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne pullu damgalı diplomalarıyla gittiğinde ilginç bir anısını şöyle aktarır: “....diplomalarımı göstererek yazılmak istediğimi söyledim. Ama nasıl söylemiş olacağım ki biraz ötede duran uzun boylu, yüzü pütür pütür bir genç alaycı bakışlarla süzdü beni. Memurun sorularına doğru dürüst yanıt veremediğimi görünce, yanıma gelip kayıt işlerinde yardımcı oldu bana. Meğer şair Orhan Veli imiş! Sonraları dostlar arasında katıla katıla anlatırdı o günü. Kalem memuru sormuş: ‘Liseyi nerede okudunuz?’ Ben de: ‘Beljika’da,’ demişim. Orhan Veli sonraları bana ‘L’Azros” adını takmıştı, nedenini de şöyle açıklardı: L’(le apostrof) çünkü Beljika’da Fransızca eğitimi gördü, -os çünkü Yunanca uzmanıdır.’ Orhan Veli, sizlere ömür, bıraktı gitti bizi, ama bu L’Azros adı kaldı bana, bugün de öyle çağırır beni dostlarım.10” Azra Erhat, İstanbul Üniversitesi’nin altın yılları olarak nitelendirdiği dönemde, 1934 yılında üniversite eğitimine başlar. Hitler Almanya’sından kovulan Yahudi asıllı öğretim üyeleri ve eşleri Yahudi olan öğretim üyeleri ile söz konusu rejiminin ırk ayrımından tiksinerek görevlerini kendileri bırakan öğretim üyeleri soluğu Türkiye’de alırlar. Adeta Alman üniversitelerinin bütün otoriteleri İstanbul Üniversitesi’nde toplanır. Bu otoritelerden biri de Erhat’ın en parlak öğrencisi olduğu ve onu yaşamında bir dönüm noktası olarak nitelendirdiği Leo Spitzer’dır. Hocasının kendisi için önemini, “...bilim kapılarını bana açan büyük hocam Leo Spitzer’i sana ne kadar anlatsam, tanımlayamam ona duyduğum saygı ve sevgiyi. Spitzer yaşamımda bir dönüm noktasıdır, hem geleceğime yön veren, hem öğretisi ve yöntemiyle o gün bu gün çalışmalarıma damgasını basan bilgindir. Leo Spitzer olmasaydı ben bugün ben olmazdım, dünya görüşüm bu olmaz, anılarımı da açık seçik bir dille iletemezdim sana11…” sözleriyle dile getirir. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Alman biliminde “Geistesgeschichte” denen bir yol ve yöntemle araştırmaya girişildiğini söyleyen Erhat, bu terimi açıklamaya çalışırken “Geschichte” kelimesinin tarih anlamına geldiğini ancak, Fransızcada “esprit” ile karşılanan “Geist” sözcüğünün hiçbir dilde tam karşılığı olmadığını, Türkçedeki “ruh” ve “tin” sözcüklerinin ise verilmek istenilen anlamı karşılamadığını söyler ve sözlerini şöyle sürdürür, “…dil gerçeklerin yankısıdır, dilin belli sözcüklerle tanımlamadığı bir değer, bir kavram aslında yok demektir. Acıdır söylemesi, ama Türk dilinde “Geist” için bir sözcük yoksa, o kavram daha bizde yok demektir. Onun var olması, gerçekleşmesi için onu yabancı dilden yakıştırma sözcüklerle çevirmeye çalışmak pek bir işe yaramaz, yaşatmaz, canlandırmaz çünkü kavramı. Dilciden önce düşünürün, daha doğrusu dilci-düşünürün burada bir görevi vardır, felsefe sorunlarını önce yaşamamız gerekir ondan sonra dilde karşılığı kendiliğinden gelecektir. bugüne dek pek anlamamışız biz bu gerçeği: Eski dilden, Arapça’dan, Farsça’dan yeni Türkçe’ye aktarmalar yapıyoruz, çevirmeler kimi tutuyor, kimi tutmuyor ama bu mekanik çalışma aslında değersizdir. Türkçe düşünmeye çalışmalı, Türkçe düşünce eserleri yaratmalı, dil ve sözcükler o zaman kendiliğinden doğacak, biçimlenecektir. Düşünmeye, kendi kendimize özgürce düşünmeye niçin pek yanaşmıyoruz biz? 9

Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s. 105 Erhat, a.g.e., s. 133-134 11 Erhat, a.g.e., s. 135 10

11


Bak, Sokrates öncesi filozoflar doğanın karşısına geçmişler, gözlerini açıp kafalarını işleterek düşünmeye koyulmuşlar, düşün dilini de yaratmışlar böylece. Biz ise bugüne dek hemen de hep aktarma, özenme, düşünce kalıplarını başkalarından benimseme yolundan ayrılamıyoruz bir türlü. Çok sıkıştığımız zaman da Türkçe olarak değil Almanca, İngilizce, Fransızca kitaplar yazıp dışarıda yayımlıyoruz. Böyle bilim, bu yoldan bilim ve düşünce olur mu? Ulusallığı aşıp uluslararası düzeye varmak istemek iyi, ama özgünlükten yoksun bir ulusallık da, uluslararası bir varlık da düşünülemez. Geri kalmışlığımızın asıl nedenini burada aramalı. Kendimiz tek başımıza gözlerimizi açıp bakmaya, bağımsızca kendi kendimizi düşünmeye çalışsaydık, bugünkü yürekler acısı halimize düşmezdik… Bağımsız olmak önce düşüncede bağımsız olmayı gerektirir oysa eyleme geçmiş gençlerimiz tek bir bağımsız düşünce dile getirecek durumda değiller… “Geistesgeschichte” sözünü “düşünce tarihi olarak” çevirelim. Edebiyat bilimi şöyle bir ilkeden yola çıkmış: Yazılı her eser yazarının özelliklerini yansıtmakla kalmaz, çevresinde geçerli görüşlerin, davranış ve tutumun da bir yansımasıdır, yani kısaca şu ki, belli bir zamanda kaleme alınmış belli bir eseri incelemekle o zamanın tüm toplumunu da göz önünde canlandırabiliriz. Tarih yalnızca tarihçilerin çizdikleri bir süreç değildir yani tarih soyut değildir, her yazıdan tarihsel bir sonuç çıkarılabilir ve asıl tarihi yansıtan yazarlardır, şairlerdir, sanatçılardır. Çünkü çevrelerinin gerçeklerini en canlı en sürekli olarak dile getiren onlardır. O halde bir çağın, bir dönemin portresini çizmek için asıl onlara başvurmalı. Edebiyat eserlerini yalnız öğretim malzemesi olarak ele almamalı, daha öteye gitmeli, insanın da toplumunda eğilimlerini, görüşlerini bize anlatacak onlardır çünkü. Dil yalnız insana özgü bir veri, bir yetidir: Dilden başka aracımız yoktur anlamak ve anladığımızı birbirimize aktarmak için. Dil ve üslup onlardan yola çıkıp incelendi mi, bütün bir ulusun, bir çağın tutumu açıklanabilir.12” Spitzer’in araştırmalarında on yedinci yüzyılda Fransa’da yaşamış Buffon adlı yazarın “Le style c’est l’homme” yani “üslup insanın ta kendisidir, insanı asıl yansıtan üslubudur” sözü ve görüşünden yola çıktığını aktarır ve onun yöntemini şöyle açıklar: “Bir metin alır, herhangi bir yapıttan çıkarılmış ufak bir parça, o parçanın dilini sözcüklerin yerini, sayısını, daha birçok ufak tefek özelliklerini incelemekle yazarın bütün tutum ve davranışlarına, dünya görüşüne, çevresi ile alışverişine varılabilir, derdi. Örneğin La Fontaine’nin bir hayvan masalını dikkatle okuyup incelersen, on yedinci yüzyıl klasik Fransız yazının tümü üstüne fikir edinebilirsin. Bu söylediklerim sana çetrefil ve anlamsız görünebilir ama aslında öyle kolaydır ki, aklı başında her insan bunu yapabilir; okuduğu her yazıya uygulayabilir bu yöntemi… Dikkatle okuyacaksın, her sözü ayrı ayrı ve metindeki bütün içinde inceleyecek ve yorumlayacaksın, her sözün anlamına gidecek, dibe inmeler, karşılaştırmalarla sonuçlar çıkaracaksın. Evet, bir kişiyi en iyi biçimde tanımak için ne konuştuğunu, nasıl konuştuğunu saptayacaksın, sonra düşüne düşüne kavrayacaksın o kişiyi bir bütün olarak. Dilden yola çıkarak düşünce tarihine varacaksın. Bu inceleme ve yorumlama işine de “Textinterpreation” diyordu Spitzer; Almanca bir terimle: Metin yorumlaması. İşte bu yol sonsuz bir yoldur, Spitzer metodunu uygulamakla araştırıcının varamayacağı erek yoktur. Bu yöntemi her dile uygulayabiliriz. Nitekim Spitzer Türkiye’ye gelir gelmez bir kelime Türkçe bilmediği halde, birçok ilginç inceleme yaptı. Sözgelimi sokak satıcılarının çağırışlarını ele aldı, niçin boyaciiiiis, diye bağırıyorlar, neden yalnız Türkçe’de “güzel müzel, aptal maptal” gibi deyimler var, “yusyuvarlak, kapkara, masmavi” deniyor, sıfat nasıl yinelenirse zarf oluyor: Yavaş = zarf… Bunlar başka dillerde yok, Türkçe’ye özgü. Türk

12

Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s. 137-138

12


dili üzerine neler öğretir bunlar bize, neye, nasıl bir niteliğe belirtidir; dil bilimi çevresinde nasıl yorumlanabilir…13” Erhat, Leo Spitzer’in kürsü başkanı olduğu Roman Filolojisi’ne yazılır ve 2 yıl ondan ders alır. Bu sırada Spitzer’ın ders saatleri dışında düzenlediği İspanyol Edebiyatı seminerlerine, Dickmann’ın Latince, Fuchs’un ise Alman edebiyatı derslerine katılır. Bütün bu yan öğretimlerin kendisinin filoloji bilimine daha hazırlıklı olarak yaklaşma olanağı sağladığını söyler. 1936 yılı Erhat’ın yaşamında dönüm noktası olur. Washington’daki John Hopkins Üniversitesi’nden teklif alan ve ardından kariyerine orada devam etmeye karar veren Spitzer, İstanbul’dan ayrılmadan önce, Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Klasik Filoloji Bölümü’nü kurmakla görevlendirilen, Almanya’dan geldiğinden beri de derslerini Türkçe’ye çevirecek birini bulamayan Prof. Rodhe’ye Azra Erhat’ı “Latince bilen tek öğrencim” diye tanıtır. Prof. George Rodhe hem Fransızca-Almanca, hem de Latince-Yunanca bilen Erhat’a Ankara’ya gelip kendi derslerini Türkçe’ye çevirmesini ve asistanı olmasını önerir. Öneriyi kabul eden Erhat, 1 Eylül 1936’da Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Klasik Filoloji Bölümü’nde “mütercim” kadrosunda göreve başlar. O tarihten, görevine son verildiği 1947 yılına kadar önceleri öğrenci-çevirmen-asistan daha sonra da doçent olarak bu fakültede çalışır. İlk asistanlık yıllarındaki gözlemlerinde, Yaşayan Diller ve Arkeoloji bölümlerinde okuyanların hepsinin bir süre zorunlu Latince dersi almalarına karşın Klasik Filoloji öğrencilerinin de onlarla aynı seviyede yani Latince ve Yunanca’yı alfabesinden en baştan öğrendiklerini söyleyerek, “Hepsine de bu iki dilin ne kadar zor geldiğini, elden gelse bırakıp kaçacaklarını hemen anladım. Yıllar yılı bu böyle gitti, öğrenciler klasik filoloji okumakla nereye varacaklarını, mezun olunca hayatta nasıl bir yol seçeceklerini, ne olacaklarını pek bilemediler. Öğrenim güçlüğüne gelecek kaygısı katılınca, en hevesli öğrencilerin yıldığı, başka daha pratik, daha verimli bölümlere kaydığı görülüyordu. Profesörlerle benim karşılaştığımız başlıca sorundu bu. Öğrencilerin: Sonra ne olacağız, sorusuna karşılık vermek güç, giderek olanaksızdı. Klasik filolojinin, eski dillerin yararlı, güzel oluşu, insanı insan etmekte sonsuz erdemler taşıdığı ne denli vurgulansa, bu çocuklara klasik filolog olun da aç kalın denemezdi ya! Profesör kendimi örnek göstererek öğrenciler arasında bölüm için propaganda yapmamı da istiyordu. İşte bunu hiç yapamadım ve hemen arkadaş olduğumuz öğrencilerle konuşmalarımızda Belçika Lisesi’nde gördüğüm klasik öğrenimden edindiğim mutlu kazancı dile getirmekten ileri gidemedim, kimseye klasik filolojiye girmesi için öğüt vermeyi göze alamadım. Besbelli burada ödevimiz yalnız Latince ve Yunanca öğretmek değil, Latince ve Yunanca’nın yararlı, verimli ve anlamlı olacağı ortamı da kurmaktı. Yapılacak iş çok, çok ve baş döndürücüydü14” diye yazar. Rohde, Ankara’ya gelir gelmez, doğru dürüst bir klasik filoloji kitaplığının kurulması için gerekli yayınları ısmarlar ve profesörün asistanlığını ve çevirmenliğini yapmanın dışında Erhat, kütüphanede kitapların hepsini numaralamak, kaydını yapmak, sıralamak ve her birinin fişini yazıp dizmek gibi kütüphaneci, daktilocu, sekreter görevlerinin hepsini de kendisinin yaptığını söyler. Rohde, klasik filoloji öğrencilerine kütüphanede ve çalışma odasında verdiği derslerin dışında, fakültenin hemen her bölümünden gelen yardımcı öğrencilere Latince dersleri ve haftada bir de Latin edebiyatı üzerine konferanslar verir ve Erhat da hocasının tercümanlığını yapar. Bu çeviriler sayesinde Erhat, yıllarını yurt dışında geçirmesi sonucu bir nebze unuttuğu Türkçe’yi daha iyi öğrendiğini, Türkçe’nin güzelliğini ve önemini daha iyi anladığını söyler. Erhat, Rohde’nin o yıllarda kendini 13 14

Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s. 139-140 Erhat, a.g.e., s. 162-163

13


fakülteye büsbütün vererek, yalnız klasik filoloji hocası olarak değil aynı zamanda üniversite öğretiminin düzenleyicisi ve yöneticisi, danışmanı olarak da çalıştığını; bir yandan da Latince öğretiminin liselerde yer alması, böylece öğrencilere bir meslek yolu açılması, ilerisi için bir çalışma düzeyi kurulması amacıyla bir Latince gramer ve el kitabının hazırlanması için uğraştığını söyler. Profesörün kendini canla başla Latince ve Yunanca öğretimine vermesini, bu öğretimin başka bilim dallarını aydınlatmaya yardım edeceğine inanmasından kaynaklandığını düşündüğünü söyler. Erhat, Ankara’da yaşadığı yıllarda Nurullah Ataç, Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat ve Erol Güney’le yakın dostluklar kurar. Ayrıca Hasan Ali Yücel’in kurduğu Tercüme Bürosu’nda Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Orhan Burian ve Saffet Korkut’la birlikte çalışır. Dünya Edebiyatından Tercümeler’in Yunan Klasikleri serisinde, Aristophanes’ten Barış, Sophocles’ten Electra, Platon’dan Devlet ve Orhan Veli’yle birlikte daha sonra 1955 yılında yalnız Orhan Veli’nin adıyla yayımlanan Jean Anouilh’dan Antigone’u çevirir. 1947 yılında da daha önce boşanmış olduğu halde, bir Macar’la evli olduğu ve yabancı uyruklularla evli olanların devlet memurluğu yapamayacakları gerekçesiyle üniversitedeki görevine son verilir. Oysa asıl hedef, o yıllarda girişilen ve ülkedeki bir çok aydını etkileyen “sol aydın temizliği”dir. Erhat, üniversiteden ayrıldıktan sonra İstanbul’a döner. 1949-54 yılları arasında Yeni İstanbul gazetesinde, önce sanat eleştirmeni ve çevirmen, sonraki 7-8 ay da Paris muhabiri olarak görev alır. Daha sonra Vatan gazetesine geçerek 1956 yılına dek orada çalışır. Gazetecilik yıllarında da çeviri çalışmalarını sürdürür. Saint Exupery’den Küçük Prens, Colette’den Cicim adlı romanları çevirir. Ardından 1956’dan emekli olduğu 1975 yılına dek Uluslararası Çalışma Bürosu, Yakın ve Ortadoğu Merkezi’nde kütüphane memuru olarak çalışır. 1956-1982 dönemi, Erhat’ın yazarlık yaşamının en verimli ve yaratıcı devresi olarak nitelendirilir. Bu süre içinde, tek başına ve Sabahattin Eyüboğlu’yla birlikte yaptığı çevirileri Yeni Ufuklar dergisinde çeşitli yazıları, kendi dünya görüşünü, hümanizma anlayışını ve kültür sentezini sergileyen özgün denemeleri yayımlanır. Ozan A. Kadir’le birlikte, Homeros’un iki büyük eseri Ilias ve Odysseia’yı çevirir. Ilias’ın 1. cildiyle 1959 yılı Habip Edip Törehan Ödülü’nü, 2. cildiyle de 1961 yılı TDK Çeviri Ödülü’nü kazanır. Odysseia çevirisi ise 1970 yılında yayımlanır. Sabahattin Eyüboğlu’nun tüm eserlerini “Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler” adı altında derler ve 1981-82 yıllarında yayımlatır. Doktora tezi olan “Sapho Üzerine Konuşmalar”ı Cengiz Bektaş’la birlikte 1978’de tekrar yayına hazırlar. Azra Erhat 12 Mart 1971 dönemindeki aydın kıyımına takılarak Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Magdi Rufer ve Yaşar Kemal’in eşi Tilda’yla birlikte dört ay Maltape Askeri Cezaevi’nde tutuklu kalır. Dört ay sonra ilk oturumda dostlarıyla birlikte salıverilir. Uluslararası Çalışma Bürosu bu zor döneminde Azra Erhat’ı destekler ve tutuklanmasından davası sona erip aklanıncaya dek geçen bir buçuk yıla yakın sürede büroda çalışmadığı halde kadrosunu korur, maaşını düzenli öder. Yaşamının sonunda kansere yakalanan Azra Erhat, Londra'da tedavi görür ancak hastalıktan kurtulamaz ve 6 Eylül 1982'de, 67 yaşındayken İstanbul’da hayata gözlerini yumar. Naaşı İstanbul Üsküdar’daki Bülbüldere Mezarlığı’na defnedilir. Ölümünden 33 yıl geçmesine karşın görüşleri, duruşu ve yapıtlarıyla aramızda yaşayamaya devam eden Azra Erhat’ın yaşam öyküsünü elimizden geldiğince aktarmayı denedikten sonra da şimdi de eserlerine kısaca değinmeye çalışacağız.

14


MAVİ ANADOLU (GEZİ YAZISI) (1960) Kuşağının önde gelen yazarlarından biri olan Azra Erhat, Ustaları Halikarnas Balıkçısı ve Sabahattin Eyüboğlu’nun yolundan giderek hümanizma ülküsünü yayma, Anadolu kültür varlıklarını değerlendirme ödevini benimseyerek ilk baskısını 1960 yılında yayımladığı, gezi yazısı türündeki ilk eseri olan Mavi Anadolu’yu kaleme alır. Karış karış gezmiş olduğu Anadolu topraklarını hoş ve zarif bir şekilde yazıya döken Erhat, batı kültürünün temelinin Yunan - Latin ilk çağına dayandığını ve batı düşüncesini temele inmedikçe kavranamayacağını dile getirir. O dönemde okullarda Latince ve Yunanca öğretiminin başlaması yönünde atılımlar olduğunu söyleyerek, “...bilim adamları yaptıkları kazılarla gün geçtikçe artan kültür malzemeleri ortaya çıkarıyorlar. Atatürk bu malzemeyi kültür olarak benimsememiz için bir çığır açtı, Anadolu’ya gelmiş geçmiş bütün kültürler bizimdir dedi. Hitit`ten Latin`e kadar Anadolu’nun bütün ilkçağını aydınlatmak yolunda girişilen araştırmalara olanak sağladı. İstanbul ve Ankara Üniversitesi’nde eski dil ve arkeoloji bölümleri bu amaçla kuruldu. Türk Tarih Kurumu bu yüzden açıldı...15” der. Çok fazla engelle karşılaştığını belirterek, Yunan öncesi uygarlıkların incelemesini yapmanın bir bakıma kolay ancak Yunan- Latin ilk çağının “dalbudak salmış bir edebiyat kaynağı” olduğunu vurgular. Üniversiteler dışında liselerde de müfredata koyulan Latince ve Yunanca derslerinden maalesef istenilen verim alınamadığı için, o yıllarda bu programın başarılı olmamasından üzüntü duyduğunu dile getirip, topraklarımızda yatan bu kültür mirasını “Türkiyeli insanlara kısa yollardan benimsetmek her Türk aydınının ilk ödevi olmalıdır16” ilkesinden yola çıkarak gezi yazısı yazmaya başladığını söyler. İlk olarak 1953 yılında Troya’yı kaleme alır. Bu bölümde Homeros’tan, Ilias’dan bahsetmekle birlikte o dönemde Troya’nın “trova” ya da “truva” şeklinde yazıldığını fakat bu yazılışın yanlış olduğunu bu yüzden de doğru şeklinin yazılabilmesi için çabaladığını ve bir gün doğru şekli olan “troya” yazılışının benimseneceğini umut ettiğini dile getirir. Çanakkale’yi gezdikçe Ilias’daki dizelerin gözünün önünde canlandığını söyler. İda Dağı’nın bugünkü Kaz Dağı olduğuna değinir. Helene’nin ise belalı bir güzel olduğundan şöyle bahseder: “...ister genç olsun ister yaşlı olsun Helene’yi gören her erkeğin ona arzu ile tutuştuğudur. Her insana birçok sıfatlar takan Homeros bile Helene üzerine yalnız şunu söyleyebiliyor: “yüzüne bakan ölümsüz tanrıçalara benzetir onu...”17” Kitabın devamında ise ilk olarak Gökova’yı anlatmaya başlayıp İzmir’den Halikarnas Balıkçısı, Sabahattin Eyüboğlu, Alev Ebüzziya, Mehmet Eyüboğlu ile birlikte yola çıktıklarını söyler. İkinci durakları Efes’tir. O dönemde yapılan kazıları anlatır, daha sonra Söke’ye geçerler. Oradan da Bodrum’a. “Bodrum’da her çağda ünlü evlatlar yetişmiştir18” der ve bunları; Herodotos, Turgut Reis, Neyzen Tevfik olarak sıralar. Kitabın sonlarına doğru Kaş’tan ve Kaş’ın görülmeye değer tiyatrosundan bahseder ve ardından orada 2 hafta geçirdiklerini dile getirir. Daha sonra Fethiye`ye geçerler ve gördüğü tablo karşısında şaşkınlığa uğrar. Bunu ise şu sözlerle vurgular: “Fethiye yöresindeki Kaya Köyü: 15

Azra Erhat, Mavi Anadolu, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1979, s. 9 Erhat, a.g.e., s. 14 17 Erhat, a.g.e., s. 66 18 Erhat, a.g.e., s. 179 16

15


Rumlardan boşaltılan bu köy yağmalanmış dört bin hanesi ile bir hayalet şehir gibi dikiliyor karşınıza.19” MAVİ YOLCULUK (GEZİ YAZISI) (1962) Erhat, Mavi Anadolu eserinin ardından, bir nevi devamı niteliğinde sayılan, 1962 yılında yayımladığı Mavi Yolculuk ile gezi yazısı türüne devam eder. Eserinde yapmış olduğu beş mavi yolculuğunu paylaşır bizlere ve ilk olarak Halikarnas Balıkçısı’nı anlatarak başlar yazısına. Onu, çok az olduğunu düşündüğü aydınların arasında saydığını söyler. Bodrum’a her gelişlerinde dükkanlardan, evlerden insanların nasıl koşup geldiklerini ve onların Halikarnas Balıkçısı’nın eline nasıl da sarılarak öpmek istediklerini anlatır. Ardından, başladığı mavi yolculuğunda ilk duraklarından biri olan Akdeniz kıyılarında insanlığımızın güzelim kumsalların doğal koşullarına uyum sağlayamamış olmasından dem vurur. Uzun süre önce gelmiş olduğu Karakuyu için “adı kadar çirkin bir yer olmuş20” der ve ekler; “...ne bir yeşillik, ne bir çiçek, ne bir iskele, ne bir rıhtım... denizin mavisi bile solmuş. İnsana yakışmaz...21” diyerek gördüğü manzara karşısında üzüntüsünü dile getirir ve yoluna devam eder. Daha sonra ulaştığı, haritalarda “Kerme Körfezi” diye adlandırılan körfeze Bodrumluların “cova” dediğini söyler. Balıkçıya göre ise “cova”, “Gökova”nın kısaltmasıdır. Cova’yı şöyle anlatır bizlere: “Cova`ya ilk gelen, denizin maviliğine şaşar. Ömrümde bu kadar mavi bir deniz görmedim.22” Mavinin bütün tonlarını dile getirdikten sonra ise dünya dillerinin yoksulluğunu anlayıp aniden sessizliğe bürünür. “Cova mavisine gelin bundan sonra isim aramayalım. Cova Mavisi diyelim. Öyle bir sevinç mavisidir ki bu, ressamı ressam, sanatçıyı sanatçı, insanı insan etmeye yeter23” der. ECCE HOMO (İŞTE İNSAN) (DENEME) (1969) Mavi Anadolu ve Mavi Yolculuk gezi yazılarının ardından bir deneme kaleme alan Erhat, yetişmiş olduğu Batı kültürü üzerindeki bilgisini ve hümanist dünya görüşünü 1969 yılında yayımlanan “Ecce Homo (İşte İnsan)” adlı kitabında dile getirir. İlk çağ, ara çağ ve bizim çağ şeklinde parçalara böldüğü denemesinde insanın insan olma yolundaki adımlarını anlatır. Erhat, “İnsanım, seni sana söylemek istiyorum, sen kimsin?24” diyerek başladığı Ecce Homo’nun ilk çağ kısmında beden ile ruh kavramlarını, kadınla erkeği irdeler. Ara çağ bölümünde ise, ilk olarak “kadın insan mıdır?25” diye sorar. İnsanların yasakları kendilerinin koyduğunu, kuşkularını kendisinin uydurduğunu, tabularını kendisinin kurduğunu dile getirir bizlere. Homeros’la yola çıkıp Platon’un insan anlayışına değinirken uçsuz bucaksız bir düşünce denizine ulaştığını fark ettiğini söyler ve ekler satırlarına: “Ecco Homo’yu bana sevgi yazdırdı.26” 19

Azra Erhat, Mavi Anadolu, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1979, s. 320 Azra Erhat, Mavi Yolculuk, Çan Yayınları, İstanbul 1962, s. 29 21 Erhat, a.g.e., s. 29 22 Erhat, a.g.e., s. 58 23 Erhat, a.g.e., s. 59 24 Azra Erhat, Ecce Homo, Can Yayınları, İstanbul, 2003, s. 13 25 Erhat, a.g.e., s. 83 20

16


MİTOLOJİ SÖZLÜĞÜ (1972) Titiz bir çalışma ve çabanın ürünü olarak 1972 yılında yayımlanan Mitoloji Sözlüğü adlı eserinde Erhat, son derece karmaşık olan, aslında özünün Akdeniz çevresindeki uygarlıkların yazılı eserleri ile bu yerlerdeki sözlü geleneklerin ortaya çıkmış bir bütününe dayandığını söylediği, Yunan ve Latin mitolojisinde geçen isimleri alfabetik olarak ayrıntılarıyla yalın bir biçimde tek tek anlatır ve kitabın sonundaki soy tablolarıyla da eserini zenginleştirir. Erhat, efsaneleri, hem bilimsel bir gözle incelemeye, hem de dünya yazın ve sanatındaki yerlerini, eşsiz bir esin kaynağı olarak tüm değerleriyle canlandırmaya çalıştığını söyler. Bu yolda, Batı kaynaklı tek bir mitoloji kitabını çevirmektense, kendi olanağıyla, kendi yazılı kaynaklarımızdan yararlanıp dilimizdeki çevirilerden de geniş çapta faydalandığını belirterek, bu anlamda Mitoloji Sözlüğü’nün bir antoloji niteliği de olduğunu ve alçak gönüllü bir üslupla eserin bir deneme olarak kabul edilmesini istediğini ve eksikleriyle yetersizlikleri olduğunu bildiği halde yayımlamaya giriştiğini söyler ön sözünde. Eser, Erhat’ın geniş bilgi ve kültürünün son ürünü, ustaca yazarlığının en yüksek aşaması olarak nitelendirilir. MEKTUPLARIYLA HALİKARNAS BALIKÇISI (MEKTUP) (1975) Halikarnas Balıkçısı’ndan kendisine gelen mektuplardan derlediği Mektuplarıyla Halikarnas Balıkçısı adlı yapıtını 1975’te yayımlar. “Sende bütün insaniyeti seviyorum. Sen dünyanın bana verdiği mükâfatsın…” diye seslenir Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir, Azra Erhat'a. Nerede olurlarsa olsunlar, yirmi yıldan fazla, Balıkçı'nın ölümüne değin, sayfalar, defterler dolusu mektuplar gidip gelir aralarında. Dünyalarını mektuplarıyla da paylaşan, kendilerini mektuplarıyla da açan bu iki dost, iki âşık, iki arkadaş, birbirini kuşatan, besleyen, destekleyen enerjileriyle gürül gürül akarlar birbirlerine. Coşku dolu, arzu dolu, öfke dolu, aşk ve şefkat dolu satırlarda insan yaşamını sarmalayan zaman ve mekan ruhunu anlamaya ilişkin tartışmalarıyla bizi de içlerine alırlar. Sanatın ve bilginin ışığıyla aydınlanan bir ilişkiden bize kalan mektuplarda okuduğumuzda ise: "insan olmak ve dünyaya tutunmak... Nedir 'insan olmak?.. Nedir 'bu dünyaya tutunmak?” sorularının cevaplarını bulabiliriz. SEVGİ YÖNETİMİ (DENEME) (1978) 1978 yılında yayımlanan Sevgi Yönetimi adlı denemesi Erhat’ın, 1970-1978 yılları arasında bazıları basılmak üzere gazete ve dergilere; bazıları hiç basılmamış olan; bazıları da bildirilerde sunulmak için yazılmış çalışmalarından oluşur. İlk bölüm olan ‘Yazın, Kültür, Düşünce’de 28, ikinci bölümdeyse ‘Kişiler, Önsözler, Konuşmalar’de 23 başlık bulunur. İlk bölümde yazarın Forum, Yeni Ufuklar ve Cumhuriyet gibi gazete ve dergilerde yayımlanan bir çok konudaki görüşlerini yansıtan yazıları yer almaktadır. Eleştiri, soru sormanın önemi, hümanizm, aydınlar, politika, özgürlük, mutluluk, kültür, kültürsüzlük, sevgi, sevgisizlik, arkeolojik kalıntıları koruyup değerlendiremeyişimiz, müze hırsızlıkları, ahlak, umut, gençlik, tiyatro, dil, Türk kadınının bilinçlenmesi gibi konulara değindiği yazılarında Erhat’ın özgün ve aydın bakışı her aklı başındaki okuyucu kitlesi tarafından kolaylıkla anlaşılabilir ve onun bu önemli yazılarından biz, hepimizin kendimize önemli dersler çıkarmamız gerektiğini düşünmekteyiz. İkinci bölümde ise Anadolu’daki gezilerine yönelik gözlem ve anıları ile çağdaşlaşma, uygarlık ve Atatürk üzerine düşünceleri dışında, Halikarnas Balıkçısı, Hasan Ali Yücel, Sabahattin Eyüboğlu, Yaşar Kemal, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Nurullah Ataç ile olan anı ve anlatımlarından derlediği yazılarına yer verir. İlkin Yahya Kemal ve Yakup Kadri’nin ileri sürdükleri, “Akdeniz 26

Azra Erhat, Ecce Homo, Can Yayınları, İstanbul, 2003, s. 243

17


Uygarlığı” görüşünden sonra Atatürk’ün önerisiyle savunulan “Anadolu’daki bütün kültürler bizimdir” tezini benimseyen görüşü dile getirir. Ardından da aralarında Prof. Dr. Suat Sinanoğlu, Prof. Dr. Macit Gökberk, Prof. Dr. Mebrure Tosun, Prof. Dr. Sevim Tekeli, Prof. Dr. Ekrem Akurgal gibi önemli konuşmacıların bulunduğu “I. Klasik Çağ Araştırmaları Kurumu Sempozyumu”nun bildirilerinin özetiyle kendi yorumunu ve bir dahaki sempozyumda incelenmesi kararlaştırılan konulara değinir ve belki de bugün bile günümüzde gündemde olmayan ve ibret almamız gerektiğini düşündüğümüz diğer konuşmacıların değindikleri konuları ve düşüncelerini şöyle özetler: “Son otuz kırk yıllık süre içinde klasik düşünce verilerine ve klasik kültüre eğilerek ülkemiz için bundan pay çıkarma yollarının arandığı başka konuşmacılarca belirtildi…27” Ayrıca Erhat’ın sempozyumda sunduğu “Klasik Kültürün Türkiye’ye Yararları” başlıklı çalışması da yazarın konuyla ilgili görüşlerinin adeta bir özeti niteliğinde olmasıyla göze çarpar. Bildirisinde çeviri etkinliği, Latince öğrenimi ve klasik dillerin bilim kollarına yardımı olmak üzere 3 ana konu üzerine eğilir. Sevgi Yönetimi’nin son yazısında ise, ilkinden bir sene sonra, yani 1977’de gerçekleştirilen II. Klasik Çağ Araştırmaları Kurumu Sempozyumu’ndaki işlenen önemli başlıklardan Türkiye’nin özgürlük, demokrasi ve din eğitimi sorunlarının incelenmesi üzerinde durur. 1973 yılında Cumhuriyet’te yayımlanmış “Değişmeyen Değerler” isimli yazısında Yunancanın Türkiye’deki yeri ve Yunanca-Türkçe arasında yakaladığı uyumu şu sözlerle dile getirir: “Yunancanın dile gelme hakkı vardır Türkiye’de, çünkü Anadolu’da doğmuş, bizim de nimetlerini paylaştığımız bu topraklar üstünde yaşayıp gelişmiştir. Homeros gibi bir ozanımızı vermiştir uygarlığa. Üstelik de inanır mısınız, Homeros’u çevirirken kardeş diller gibi geldi bana Yunanca ile Türkçe, birinden diğerine aktarma öylesine kolay ve doğal doğal oluyordu… Gönül ister ki topraklarımızdan nice nice taşların üstünde yazılar çıkan Türkiye’de daha çoklarımız bu dili öğrenelim eskisini kitaplarda okuyup yenisini dillerde duyup anlayalım. Ve hele Atatürk’ün öneri ve isteklerine tam uyarak, Rum asıllı yurttaşlarımızla aramızda hiç bir ayrıcalık gözetmeyelim.28” Yayımlanmamış olanların arasındaki “Söz ve Silah Üstüne” adlı yazısında aydının tek silahının “söz” olduğunu belirterek şunlar söyler: “Aydın o insandır ki, çevresinde gördüğü bozuklukların en ufağından en büyüğüne kadar, hepsine için için üzülür, sonra da hepsini akıl süzgecinden geçirip nedenlerini aramaya çalışır, bununla da kalmaz, yolda yürürken adım başında gözüne ilişen balgamlara, çöplere, kaldırım çöküntülerine de, siyasal ve toplumsal bozuklukların hepsine bir çare düşünmeye çabalar. Aklın gücüne inanır ve bu inancı oranında atılgan, yürekli, iyimserdir, çare bulunacağına ve uygulamasının da sağlanacağına güvenir. Öte yandan da, alabildiğine rahatsız ve şüphecidir, hazır formüllerin, dogmalaşmış yöntem ve kuralların geçerliğine, yararlığına inanmaz, her durum ve soruna kendi koşulları ve gerçekleri içinde bir çözüm yolu aramaya girişir. Dünya bir iğneli fıçıdır onun için, şu yoldan çıkayım, yağmurdan kaçayım derken doluya tutulabileceğini de pekala bilir.29” Türkiye’de kökleşmesini özlediği hümanizma akımına ustaları Halikarnas Balıkçısı ve Sabahattin Eyüboğlu’nun yolundan yürüyerek öncülük eden Azra Erhat,1976 yılında Cumhuriyet’te yayımlanan “Senlik Benliği Nidelim…” adlı yazısında, hümanizmanın Batı’da ana karnına düşmeden birkaç yüzyıl önce bizim halk geleneğinde var olduğunu, günümüze kadar hiç kopuksuz süregeldiğini ve bugün de aramızda canlı bir saygınlık olarak yaşadığını söyler. Buna örnek olarak da, televizyonda halk ozanları üzerine gördüğü programda on beş kadar ozanın değişik konularda söyledikleri doğmaca dizeleri çok beğendiğini ve onların bu başarılarının da ustalarına dayanmaları ve onları sevmelerinden 27

Azra Erhat, Sevgi Yönetimi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1980, s. 338 Erhat, a.g.e., s. 95 29 Erhat, a.g.e., s. 72 28

18


kaynaklandığını belirterek: “Nazım Hikmet olmadan bir Ruhi Su düşünülebilir mi? İnsan aydın ve sanatçı olarak bir kişiye kendine örnek etmek zorundadır, eğer bir yol tutmuş, o yolun yolcusu olmak istiyorsa. Kişi kendi kendine yetişmez, hele soyut öğretileri papağan gibi yinelemekle hiç bir bilince varamadığı gibi, hiç bir eylemi de başarılı bir sonuca erdiremez. Bir kişide o düşüncenin de, eylemin de örneğini görecek ve bilinçli sevgi yolunda kendisinden vere vere bulacaktır kendini. Yoksa kendine baka baka bir Dorian Grey olmaktan öteye gidemez… Hümanizma bir duygu işi değildir, hele bir bilgi işi hiç değildir. Ama Batı’da uyanış döneminin aydınları ve sanatçıları Antik örnekleri özümseyerek gelişmişler, insan olmuşlar. İnsan olmanın başka yolu yok mu? İlle de eski Yunana bak kim diyor sana? Ama bir düşünceyi simgeleyen bir kişiye uyarak bir geleneği sürdürmeye bak. O kişiyi aşmayacak mısın, elbette insan insanı aşar, çağlar akar ırmaklar gibi, insanlık da tümüyle gelişir. Ne var ki bir taş üstüne bir taş koyarak yükselir yapılar. Altındaki taşı yıktın, yapı mı yapabileceksin?30” sözleriyle görüşlerini belirtir. 1970 yılında “Forum” dergisinde yayımlanan “İnsan Ne Zaman Mutlu, Ne Zaman Özgür” adlı yazısında, “...insancılık bir mutluluk sorunudur. Yani ancak mutlu olduğu zaman insan olur. Üstelik hümanizma ya da insancıllık eğilimi gösteren kuram ve öğretilerin asıl amacı ve son ereği insanın mutluluğunu sağlamaktır…. Mutluluğu insanlık oldum olası özlediği halde, yüz binlerce yıl boyunca onu bu dünyada aramadı, bu yaşamın ötesinde, havalarda göklerde, cennet yada tanrı dediği bir hayal aleminde aradı durdu. Mutluluğu yeryüzünde arayan bir tek dönem vardır bizim haberini aldığımız çağlar arasında, o da Yunan ve Latin ilkçağı denilen dönemdir. Tanrıları insanlara benzetmiş bu dönem, insanlara kıyas fazla bir kafa üstünlüğü de tanımamış onlara, olsa olsa insanlardan daha güçlüdürler demiş. Öyle bir dönem ki, madde olarak bildiği insana da hakkını vermeye çalışmış. Beden ruh ayrılığı gütmemiş o dönem, onun için de insana bir çeşit gelişme sağlamış. İlkçağ insanı mutluluğunu işte bu uyumlu, tutarlı gelişmelere borçludur. 31” der. Kasım 1973’te Ankara Sanatseverler Derneği’nde yaptığı ve kısaltılmış halinin Türk Dili Dergisi’nin 1974 yılındaki sayısında yayımladığı “İki -total- insan: Halikarnas Balıkçısı ile Sabahattin Eyüboğlu” adlı çalışmasında Nusret Hızır’nın yaptığı total insan tanımını şöyle verir: “Total insan kültür çevresinin (infra ve superstructure’ü ile) bütün elemanlarından etkilenen, fakat aynı zamanda onları etkileyen ve böylece kendini ve çevresini değiştiren yani çevresiyle diyalektik bir alışverişte bulunan insandır.32” Yazının devamında, Ege kıyıları bilimi, tarihi, arkeolojisinin Batı bilimince çizildiğini ve söz konusu kıyıların Yunan uygarlığının ilk merkezi olarak tanımlandığını ancak sonradan görüş açısının Ege’den Yunanistan’a kaydığını belirten Erhat, Yunan uygarlığının on dokuzuncu yüzyıl şairleriyle bilginlerinin duygusal yanlışlıklara ve haksızlıklara yol açan görüşleri sayesinde yalnızca Yunanistan’a mal edilmesine Halikarnas Balıkçısı’nın tercüman-rehberlik yaparken nasıl tepki verdiğini ve onun antik kentlerdeki o dimdik duruşu ve gür sesiyle dağa karşı, insanları tanık alarak nasıl da haykırdığını söyle yazar: “Hayır, diye bağırır, Yunan Mucizesi yüzyıllardan bu yana Batı biliminin sandığı ya da savunduğu gibi -kendi deyimiyle Hellenistan’dan- doğmuş değildir, Yunan Mucizesi diye bir şey yoktur, Ege Mucizesi vardır. Felsefe burada doğmuş ve gelişmiştir… 33” 1975 yılında Yeni Ufuklar’da yayımlanan “Tercüme Bürosu” adlı çalışmasında, kendisinin kurumdaki çalışma yıllarını anlattıktan sonra kurumun kuruluş, gelişim, izlediği yöntem ve 30

Azra Erhat, Sevgi Yönetimi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1980, s. 158 Erhat, a.g.e., s. 55-56 32 Erhat, a.g.e., s. 213 33 Azra Erhat, Sevgi Yönetimi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1980, s. 218 31

19


gerçekleştirdiği işleri üzerinde durur. 1958 yılına kadar devlet eliyle çevirtilip yayımlanan klasik eserlerin sayısının 965’e ulaştığını belirterek bundan sonra Hasan Ali Yücel’in bakanlıktan ayrılması ve ilk kadronun dağılmasıyla kurumun gerileme ve duraklama dönemine girdiğini vurgular. Bine yakın eserin çevirisinin 1939 yılında Hasan Ali Yücel başkanlığında ve 27 üyelik Tercüme Kadrosunun kurulmasıyla sistemli bir çaba ve çalışma sonucunda gerçekleştirildiğini söyler. KARYA’DAN PAMFİLYA’YA MAVİ YOLCULUK (GEZİ YAZISI) (1979) Erhat’ın 1979 yılında yayımlanan Karya’dan Pamfilya’ya Mavi Yolculuk adlı eseri, Halikarnas Balıkçısı'nın başlattığı, Sabahattin Eyüboğlu'nun adını koyduğu ve sürdürdüğü Mavi Yolculuk akımı üzerine yazdığı üçüncü ve son eserdir. Kitapta, Bodrum’dan Antalya yöresine, eski adlarıyla Karya'dan Pamfilya'ya Mavi Yolculuk'u izlemekle kalmayıp, Mavi Yolculuk deyiminin ardındaki düşünceyi, doğayı yaşamayı, imece düşüncesinin bir başka uygulanışını yansıtır. Ülkemizin en güzel yörelerini, tarihi, arkeolojik ve turistlik yerlerini, dünü ve bugünüyle, fotoğraflar, krokiler, ayrıntılı haritalarla zenginleştirerek anlatır. TROYA MASALARI (1981) Çocuklara Çanakkale yöresinin söylencelerinin Azra Erhat tarafından anlatıldığı ve onlara Anadolu destanlarını sevdirme çabasının ürünü olan Troya Masalları 1981 yılında yayımlanır. Ülkemizi tanıma, tarihimize sahip çıkma ve saygı duyma bilincinin gelişmesine yardımcı olacak bir kaynak niteliğindeki kitabın girişinde, Çanakkale Boğazı’nın söylenceleri ve Troya’nın bulunuşu; sonrasında da ünlü Paris ve Helene söylencesiyle başlayan destan bölümü yer alır. OSMANLI MÜNEVVERİNDEN TÜRK AYDININA (ELEŞTİRİ) (2002) Ölümünden 20 yıl sonra 2002 yılında ilk kez yayımlanan Osmanlı Münevverinden Türk Aydınına adlı eserinde Erhat, Zeus'tan ateşi çalan ve bedelini de ödeyen Prometheus'la aydınların ortak bir kaderi paylaştıklarına değinir. İnsanoğlunun kaderini değiştiren Prometheus’un, kendi kaderini değiştiremediğini ve bin yıllardan günümüze uzanan sorunun içeriğinin de pek değişmediğini söyler. Eserinde, “Aydın' kimdir?, Aydın olmak nedir?” soruları üzerine eğilir. Aydının kimilerine göre halkın anlamadığı insan, kimilerine göre de halkı anlamayan insan olduğunu söyler. Yaşamını Anadolu kültürünün aydınlanmasına adayan Erhat, Mustafa Kemal'in 'Bursa Söylevi’nden yola çıkarak, Osmanlı münevverinden Türk aydınına uzanan süreci, hem ışığı hem de gölgeleriyle tartışır. Erhat yapıtında, akademik titizliği, coşkulu üslubu, yaklaşım perspektifi ve durumları anlama çabasını bütünleyen sezgileriyle ufuk açıcı bir yaklaşım sergiler. GÜLLEYLÂ’YA ANILAR (ANI) (2002) Azra Erhat, 12 Mart askeri darbesinden sonra İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından 1971’de tutuklandıktan sonra 4 ay Maltepe Askeri Cezaevi’nde tutuklu kaldığı süre boyunca yeğeni Gülleylâ’ya mektuplar halinde anılarını yazmaya başlar. İleride bu anıları tamamlayıp En Hakiki Mürşit adı altında bir kitap yayımlamayı düşünür, ancak buna ömrü yetmez. Gülleylâ’ya yazarken bir yandan da günümüz Türk gençliğine seslenmeye çalışır. Gençliğimizin üzerine almasını temenni ettiğimiz şu satırları paylaşarak çalışmamıza son veriyoruz.

20


Ulus üzerine: “Bir ulus, ulus olarak bir birlikse tarih ve edebiyat yaratabilir, ulusal benliği, birliği varsa ve bu benliği, birliği bir tek dil ile yansıtabiliyorsa vardır.34” Zenginlik üzerine: “Beni herkes çok zengin bilir, Gülleylâ, bırak öyle bilsinler, meteliğim yoktur, ama edindiğim dostlar, kazandığım sevgi paha biçilemez değerdedir, bu varlığı hiçbir zenginliğe değişmem.35” İnsanları sevme üzerine: “Ben ölen bütün sevdiklerimi yitik saymadığım gibi , yaşayanlar arasında onların yerini tutacak başka yakınlar edindim kendime. Yeter ki insanları hiç tükenmeyen bir sevgi ile sevesin.36” Değerli kadın üzerine: “Değerli kadın erkek kadındır, erkeğe asalak olmayan, bağımsız ve özgür insan”37 Öğrenme üzerine: “...insan bir şeyi ancak başkalarına aktardığı zaman gerçekten öğrenir, dinlemek, algılamakla değil, çalışmak ve vermekle yaratıcı olabilir insan38” Mutluluk üzerine: “Mutluluğunu insan kendi yapar. Asıl mutluluk da başkalarını mutlu etmektir. Ona çalıştın, hele de başardın mı, senden güçlü, senden mutlu insan yoktur39 ”Kültür üzerine: “....kültürün başı sonu, başlangıcı bitimi yoktur, insan bir kültürün içinde doğar; anasının ağzından duyduğu ninniden tut da, her gün içinde yaşadığı çevreden gelen algılar, etkilerle beslenir ömrü boyunca. Kendi ulusal kültüründen başka kültürlerle de alışverişe girebilir, onlardan da bir şeyler alıp faydalanabilir, zenginleşebilir. Ne var ki bir insana kültürlü diyebilmek için, o insanın taşıdığı kültürün bilincine varması gerekir40” Bilim üzerine: “...bilim insanın yaşayabilmek için giriştiği çabada kendisine yol gösteren bilgilerin tümüdür.41” Türkiye’nin klasik kültürü Batı’dan neden olduğu gibi alamayacağı üzerine: “Batı’nın erdem anlayışı. Elbette ki insan değerleri ve demokrasi süreci bu ana kavrama dayanır. Erdem kavramı da Batı’ya klasik kaynaklardan gelir. Yunan-Latin uygarlığı, kültürü vs. Bizim için işin bir sakıncalı yönü, klasik değer ölçülerine Batı’da dinsel bir gelişimin katıldığı ve çağdaş uygarlığın Hristiyanlıktan soyutlanamayacağı sorunudur. O yüzden olduğu gibi almaya, özümsemeye olanak yoktur.42” * İ.Ü., Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü, Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı 2. Sınıf Öğrencisi *İ.Ü., Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü, Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı 3. Sınıf Öğrencisi

34

Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s. 81 Erhat, a.g.e., s. 150 36 Erhat, a.g.e., s. 151 37 Erhat, a.g.e., s. 169 38 Erhat, a.g.e., s. 155 39 Erhat, a.g.e., s. 129 40 Erhat, a.g.e., s. 130 41 Erhat, a.g.e., s. 132 42 Erhat, a.g.e., s. 115 35

21


AZRA ERHAT BİBLİYOGRAFYA1 Azra Erhat Bibliyografyası, Prof. Dr. Güler Çelgin’in 1996 basımı Tanzimat’tan Günümüze Eski Yunan – Latin Dil ve Edebiyatlarına İlişkin Türkçe Yayınlar Bibliyografyası adlı eserinden derlenmiştir.

1 – Eski Yunan – Latin Dilleri A- GRAMER, METİN KİTAPLARI, SÖZLÜKLER ROHDE, G. - A. ERHAT – SAMİM SİNANOĞLU, Latin Dili Grameri, Morfoloji Birinci Kısım, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya: Fakültesi Klasik Filoloji Enstitüsü No. 2, Ankara, 1943. B- İLGİLİ ESERLER ERHAT, A., "Klasik Kültürün Türkiye'ye Yararları", [Klasik Çağ Araştırmaları Kurumu] I. Simpozyum: Klasik Çağ Düşüncesi ve Çağdaş Kültür, Ankara, 2-4 Şubat 1976, bas. haz. SUAT SİNANOĞLU - F. ÖKTEM - C . TÜRKKAN, Klasik Çağ Araştırmaları Kurumu, Ankara, 1977, s. 111-118 [s. 117-118: tartışma]. 2- Eski Yunan – Latin Edebiyatları b- ANSİKLOPEDİLER VE SÖZLÜKLER ERHAT, A., Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi Yayınları, Büyük Fikir Kitapları Dizisi: 18, İstanbul, 1972; 2. bas.: İstanbul, 1978; 3. bas.: İstanbul, 1984; 4. bas.: İstanbul, 1989; 5. bas.: İstanbul, 1993. c- ÇEVİRİLER Zincire Vurulmuş Prometheus, çev. A. ERHAT- S. EYÜBOĞLU, Bilgi Yayınları: 59, Tiyatro Dizisi: 17, Ankara, 1968. ALKAIOS, "Melos", çev. A. ERHAT, Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 400-403 ANAKREON, "Melos", çev. A. ERHAT, Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 412-413 ARISTOPHANES, "Akharnai'lılar", çev. A. ERHAT, Tercüme 5, 29-30, 1945, S. 451-452. Barış Oyunları (Komürcüler), çev. S . EYÜBOĞLU - A. ERHAT; Barış, çev. A. ERHAT; Lysistrata, çev. S. EYÜBOĞLU - A. ERHAT, Hürriyet Yayınları: 109, Büyük Klasikler: 18, Yunan Klasikleri : 9, İstanbul, 1975. Kadınların Savaşı (Lysistrata), çev. S. EYÜBOĞLU - A . ERHAT, Remzi Kitabevi Yayınları, Yunan ve Latin Klasikleri: 9, İstanbul, 1966; 2. bas.: İstanbul, 1988. "Kurbağalar", çev. A. ERHAT, Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 457-462. Kuşlar, çev. A. ERHAT- S. EYÜBOĞLU, Remzi Kitabevi Yayınları, Yunan ve Latin Klasikleri: 8, İstanbul, 1966; 2. bas.: İstanbul, 1988. ARKHILOKHOS, “Elegia ile Iambos", çev. A. ERHAT ve diğ.; Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 394-397. "Şiirler", çev. A. ERHAT, Tercüme 4, 25, 1944, s. 2-4. 1

Güler Çelgin, Tanzimat’tan Günümüze Eski Yunan – Latin Dil ve Edebiyatlarına İlişkin Türkçe Yayınlar Bibliyografyası, Ege Yayıncılık, İstanbul, 1996, s. 127

22


"Eski Yunan Şairlerinden Parçalar", çev. A ERHAT, Tercüme 6, 34-36, 1945, s. 281 [Sımonides'ten, Menandros'tan, Diogenes Laertios'tan] "Kandaules ile Gyges", çev. A, ERHAT, Tercüme 2, 10, 1941, s. 287-288. "Karun ile Solon", çev. A. ERHAT, Tercüme 2, 10, 1941, s. 289-291 "İşler ve Günler", çev. A. ERHAT, Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 371-379. HOMEROS, “Akhilleus Hektor'un Ölüsünü Babası Priamos'a Geri Veriyor", çev. A. ERHAT, Tercüme 5,. 29-30, 1945, s. 360-369. İlyada, çev. A. ERHAT- A. KADİR, Sander Kitabevi Yayınları, [2. bas.], İstanbul, 1967; 3. bas.: İstanbul: 1975; 4. bas.: İstanbul, 1981; 5. bas.: Can Yayınları, Büyük Dünya Klasikleri, İstanlbul, 1984; 6. bas.: İstanbul, 1992; 7. bas.: Can Yayınları, İstanbul, 1993. İlyada Kitap I-IV, çev. A. ERHAT- A. KADİR, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, seri: 1, No. 9, İstanbul, 1958-1962. “İlyada'dan" çev. A. ERHAT- A. KADİR, Türk Dili XXXVIII, 322 (Çeviri Sorunları Özel Sayısı), 1978, s. 179- 183. Odysseia, çev. A. ERHAT- A. KADİR, Sander Yayınları, Yüz Büyük Eser Dizisi: 2, İstanbul, 1970; 2. bas.: İstanbul, 1978; 3. bas.: İstanbul, 1981; 4. bas.: Can Yayınları, Büyük Dünya Klasikleri, İstanbul, 1984; 5. bas.: İstanbul, 1987; 6, bas.: İstanbul, 1992; 7. bas.: İstanbul, 1994. "Lirik şiirler. Halk Turküleri", çev. A. ERHAT ve diğ. Tercüme 5, 29-30. 1945, s. 380-389 “Daphnis ile Khloe'den", çev. A. ERHAT, Tercüme 2, 12, 1942, s. 459-461. MIMNERMOS, "Elegeia ile Iambos", çev. A. ERHAT ve diğ. Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 392-393. Devlet III, çev. A. ERHAT, M.E.B. Yayınları, Dünya Edebiyatından Tercümeler, Yunan Klasikleri: 34, İstanbul, 1944; 2. bas. İstanbul, 1960 “Kriton'dan Bir Parça”, çev. A. ERHAT, Tercüme '1, 4, ' 1940, s. 307-311. Şölen. Sevgi Üstüne - Lysis. Dostluk Üstüne, çev. A. ERHAT - S. EYÜBOĞLU, 'Remzi Kitabevi Yayınları, Yunan ve Latin Klasikleri: 1, İstanbul, 1959; 2. bas. İstanbul, 1961; 3. bas. İstanbul, 1972; 5. bas.: İstanbul-1992. SAPPHO, "Melos", çev. A. ERHAT, Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 404- 411. "Sappho", çev. A. ERHAT – O. V. KANIK, Tercüme 6, 34- 36, 1946, s. 227. "Sappho'dan Şiirler", çev. A. ERRAT, Tercüme 4, 19, 1943, s. 1-5. 1. Elektra, çev. A. ERHAT, M.E.B. Yayınları, Dünya Edebiyatından Tercümeler, Yunan Klasikleri: 4, İstanbul, 1941; 2. bas.: Ankara, 1946. "Elegeia ile Iambos", çev. A. ERHAT ve diğ. Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 398-399. TYRTAIOS, "Elegeia ile Iambos", çev. A. ERHAT ve diğ. Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 390-393.

23


"Catilina'ya Karşı Birinci Nutuk", çev. A. ERHAT, Tercüme 4, 23, 1944, s. 267-279. "Vergilius'u Yolcu Ederken", çev. A. ERHAT – O.V. KANIK, Tercüme 6, 34-36, 1946, s. 283 'Tercüme Bürosu", şu eserde: A. ERHAT, Sevgi Yönetimi, Çağdaş Yayınları, İstanbul, [1978], s, 266276. ERHAT, A. Aristophanes. Hayatı; Sanatı, Eseri, Varlık Yayınları, sayı: 624, Dünya Klasikleri: 15, Istanbul, 1958. ERHAT A. - C. BEKTAŞ, Sappho Üzerine Konuşmalar, Şiirlerinin Çevirileri, Cem Yayınları, İstanbul 1978. EYÜBOĞLU, S. -A. ERHAT, çev. (önsöz; giriş ve sözlük A. ERHAT), Hesiodos Eseri ve Kaynakları, Türk Tarih Kurumu Yayınları. XX. Dizi-Sa. 5, Ankara, 1977; 2. bas: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları XX. Dizi-Sa. 5a, Ankara 1991 Helen Dili-Logos "; çev. A. ERHAT Tercüme 16, 31-32, 1945, s. 150-151. "Yunan Romanı", çev. A. ERHAT, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi II, 5, 1944, s. 717-729. ERHAT, A. “Ahmet Reşid’in Aeneis Tercümesi Hakkında'', Tercüme I, 1. 1940, s. 90-92. “Vergilius Tefsirlerinin Gelişmesi", Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi; 3; 1944, s. 451 -460

24


MEDİCİ AİLESİ Özge Doruk* Rönesans döneminde yaşamış bir sanatçı olmak günümüz bakış açısından bir hayli farklıdır. Resim, heykel, müzik sanatın her kolu sizinle bütünleşmek ister. Kendinizi ifade etmek için sözler, boyalar ya da notalar... “Uzman” olmak zorunda değilsinizdir. Öylesine güzel bir dönem, öylesine yaratıcı bir çağdır. Aslında bu yazı için en çok zorlandığım nokta da budur. Yerinde bir benzetme olmasını umarak diyebilirim ki Medici Ailesi başlı başına bir Rönesans sanatçısının temsili gibidir. Her yerde ve her alanda yüzyıllar boyu adları yer almıştır. Sıradan bir biyografi gibi onların soy ağacını tanıtarak mı başlamak yoksa hakim oldukları alanlarda yaptıkları işlerle mi onları anmak daha makul olur, emin olamadım. Kimlerden söz ettiğimizden kısaca sunmak en uygun adımmış gibi görünüyor. Bir gün İtalya’yı ziyaret ederseniz, hangi şehri olursa olsun fark etmez, ama özellikle Floransa’da her sokağın Medici’lerden bir iz taşıdığını hissedersiniz, hatta ötesinde görmüş olursunuz. Toskana’nın kırsal bölgesinden gelen bu ailenin Floransa’nın en güçlü ailesi olması yolundaki ilk adım bankacılıkdı (adım adım burjuvalaşmak). Aile zaman içerisinde papalık ile din alanında kazandıkları Floransa Düklüğü ile siyaset ve sosyal çevrede lider konumuna yükselmişti. İtalya’da ve Avrupa’da yaptıkları ittifaklar, anlaşmalar, evlilikler vs. ile sözü geçer bir konumda yer almışlardı. 14. ve 18. yüzyıllar arasında farklı konumlarda bulunan Medici Ailesi büyük bir güç ve iktidar savaşının içindeydi. öylesine büyük bir zaman dilimi içerisinde birçok alanda etkin olmuş bir aileyi birkaç kısa cümle ile tanımlamak bu yazının en zor kısmıdır. Ancak daha uzun bir anlatım için aileye yaraşır bir araştırma ve anlama süreci gerekir. Medici ailesi daha azı ile yetinemez. Konunun başında bahsettiğim Rönesans sanatçısı ve dönemi ise Medici ailesinin doğrudan doğruya etki ettiği bir alan olmaktadır. Ailenin desteklediği sanatçılar ve sanat dalları ile İtalya’da başlayan büyük yaratıcılık çağı, zirvedeki zamanlarını yaşamıştır. Modern zamanın ninja kaplumbağaları sayesinde ilgi alanı sanat olmayan insanların bile sıralayabildiği Michelangelo, Donatello, Rafael ve Leonardo Da Vinci yaşadıkları ve sanat yaptıkları dönem boyunca Medici ailesinin desteklerini almışlardır. Michelangelo’nun Sistine Şapeli, Medici Ailesine mensup bir Papa’nın döneminde yapılmıştır. Sonu gelmeyen koridorları, sağında ve solunda yer alan tabloları, heykelleriyle Uffizi Galerisi Medici koleksiyonerliğinin bir göstergesidir. Medici Ailesi, Ortaçağ karanlığından Aydınlanma dönemine ayak bastılar. Her güç ve iktidar hikayesinde olduğu gibi aile yükseliş-duraklama ve çöküş evresini yaşadı. Bu süreç içerisinde “soylu” bir ailenin mensubu olan her bir bireyin yaşadığı görev duygusu, Medici ailesinin fertleri için de geçerliydi. Bu sebepten ötürü bahsedebileceğimiz birçok başarı ya da sürgün hikayesi karşımıza çıkabilmektedir. Tarih birçok önemli aileyi tozlu rafları arasında barındırmaktadır. Özellikle Avrupa’da egemen olan aristokrasi bu ailelerin güç yarışlarında önemli bir durum arz etmektedir. Medici ailesi bu konuda sıra dışı bir hikaye barındırmaktadır içinde. Eşeleyip çıkarabileceğimiz birçok detay bizim girişimlerimizi beklemektedir. KAYNAKÇA 1. HIBBERT C., The House Of Medici: Its Rise And Fall, William Morrow Paperbacks, 1999 *İstanbul Üniversitesi, Sosyoloji Anabilim Dalı, 4. Sınıf Öğrencisi

25


MİLETOS’TA FELSEFE Eser Yavuz* Geleneksel felsefe tarihi yazımının, felsefenin miladı olarak kabul ettiği Thales ve de onun ardılları Anaksimandros ile Anaksimenes’in memleketidir Miletos. Felsefenin sahnesi olan bu polis onlara çıkar gütmeyen düşünsel araştırma için gerekli ortamı sağlamış; liman kenti olması ve kolonilerinin dört bir yanda bulunması sayesinde de Mümbit Hilâl’deki medeniyetlere temas etme imkânı vermiştir. Miletoslular bu temaslardan ziyadesiyle yararlanmışlardır. Evrenin doğasına ve insanın onun (evrenin) içindeki yerine dair meraklarını doyurmak, kendi evren tasavvurlarını oluşturmak için bu etkilenmeleri bir mızrak gibi daha ileriye atmışlardır. Antik Yunanlı için dünya düzensiz ve tekinsiz bir yerdir. Dünyayı düzen varsayımıyla açıklamaya kalkışan bu filozoflar, bütünüyle temelsiz varsayıma1 dayanarak inanılmaz bir cüret göstermişlerdir.2 Bu cesur adamların felsefelerinin ortak yönleriyse şöyledir: Varlıkların kaynağı ile ilgili bir başlangıç (ἀρχή) aramışlar ve bunu mitsel bir açıklama yapmaksızın, rasyonel ve kısmen gözleme dayalı bir yöntemle gerçekleştirmişlerdir. Aristoteles, doğanın başlangıcı sorunuyla ilgilenmeleri yüzünden bu filozoflardan οἱ φυσıκοί3 diye söz eder ve onların konusunu, doğanın tamamı ile varlık hakkında inceleme yapmak olarak tanımlar. 4 Doğada gözlemledikleri maddelerden büyük bir atılımla evrenin başlangıcına dair bir önerme verecek ve ‘her şey birdir; birden gelmektedir’ diyebilecek metafizik sıçramayı yapmışlardır. Başarıları buradadır. Önerdikleri maddî olan arkhe’nin dönüşümleri sonucunda evrendeki varlıklar (τὰ ὂντα) meydana gelir. Madde ve ruh ayrımı o dönem için söz konusu olmadığından maddi ilke ve fâil ilke ayrımları yoktur.5 Dışarıdan bir hareket etkeni düşünmezler. Hareketi kendi kendisinin hareket sebebi olan canlı madde ile karşılamaktadırlar. Şimdi de tek tek filozoflardan bahsedelim. Thales Çoğunluk onun Miletos’ta doğduğunu bildirir; Herodotos ise Fenikeli olduğunu, sonradan sürülüp Miletos vatandaşlığı aldığını söyler. Tarihi olarak, 6. yüzyılın başına yerleştirilmektedir. Thales’e dair ilk metne Herodotos’ta rastlıyoruz. Bize Thales’in hangi dönemde etkin olduğuna dair tarihlendirme için yardımcı olabilecek bir metindir. Onun Lydia ile Medler’in savaşı zamanında, güneş tutulmasını önceden Ionialılara söylediğini aktarır.6 Bu da hesaplamalara göre İÖ 585 tarihine tekabül eder. Yedi Bilge’den (οἱ ἑπτὰ σοφοί) biri olan7 Thales, sağduyulu bir devlet adamı olarak tanınmaktadır. Herodotos, onu Pers tehdidine karşı Ionia kentlerinin birleşip ortak bir yönetim kurmaları gerektiği önerisinden dolayı över.8 Diogenes de, Kyros egemen olduğunda onun kentini kurtarmasından bahseder ve eşsiz bir yol gösterici olduğunu aktarır. Astronomi ile uğraştığı da söylenir. Herakleitos, Thales’in yıldızlarla ilgilenen ilk kişi9 olabileceğini söyler; keza Ksenophanes de aynısını söylemektedir.10

1

Tanrıların keyfi müdahaleleriyle yönetildiği düşünülen, yani belirli bir düzenin olmadığı varsayılan evren anlayışının terk edilip yerine “hayır, bir düzen var” denmesidir. Bu dayanağı muğlak bir atılımdır. Bundan dolayı da bir cüret işidir. 2 Guthrie, Yunan Felsefe Tarihi, Sokrates Öncesi İlk Filozoflar ve Pythagorasçılar, İstanbul Kabalcı Yay. 2011 sf. 43 3 doğa filozofları, doğayla ilgilenenler. 4 Aristoteles, Meta. 1005a31 5 Aristoteles, Meta. 983b 5-6 6 Herodotos, I:74 7 Platon, Protagoras, 384A 8 Herodotos, I:170 9 Herakleitos, frag. 38 D-K 10 Ksenophanes, frag. 19 D-K

26


Elimize, onun yazdığı hiçbir eser ya da eserlerinden parçalar ulaşmamıştır. Felsefesine dair aktarılan bilgiler Aristoteles’ten ve daha sonraki kaynaklardandır. Görüşleri şöyledir: Var olan her şeyi oluşturan, her şeyin ondan doğduğu, diğer şeyler değişirken, varlığını sürdüren, kalıcı bir doğanın (φύσις) olduğunu düşünüyordu. Bu tarz felsefenin öncüsü olan Thales, bu ilkenin su olduğunu ve bundan dolayı yeryüzünün su üzerinde durduğunu söylüyordu.11 Ona göre kosmosun canı vardır ve daimôn’lar ile doludur.12 Maddenin canı olmasını, mıknatısın demiri çekmesiyle örneklendirir. Anaksimandros Diogenes Laertios, onun Miletos’taki felsefenin başlatıcısı, Thales’in de onun hocası olduğunu söyler.13 Olgunluk dönemi İÖ 6. yüzyılın ilk yarısıdır. Astronomi alanında yaptığı çalışmalarla da tanınmıştır. Diogenes, bize onun bir tür gökküresi modelini kuran ilk kişi olduğunu bildirir. Thales’in su üstündeki bir tepsi olarak tasarladığı dünyanın, silindir olduğunu,14 bunun yanında, sonsuz sayıda evrenin olduğunu iddia ettiği aktarılır. Anaksimandros, su gibi özünde tek yanlı bir maddenin, ateş veya toprak gibi maddelerin oluşumunu mümkün kılacağını kabul etmez. Bu itiraz tek başına kabul edilen diğer maddeler için de geçerlidir. O, başlangıçta mevcut maddelerin hiçbiriyle özdeş olmayan, sınırsız ya da sonsuz sözcüğüyle karşılamaya çalıştığımız ἄπειρον’u koyar. Ayrıca arkhe kelimesini ilk kullanan da odur.15 Elimize onun yazdığı yalnızca bir fragman geçmiştir. Fragman şöyledir: “Varolan şeylerin ilkesi apeirondur. Şeyler ondan meydana gelir ve yine zorunlu olarak onda ortadan kalkarlar; çünkü onlar zamanın sırasına uygun olarak birbirlerine yaptıkları haksızlığın kefaretini öderler”16 (Diels-Kranz 12B1) Anaksimenes Etkin olduğu yıllar İÖ 6. yüzyılın ortalarıdır. Anaksimandros’un öğrencisi, ardılıdır. Hayatına dair pek bir şey bilinmemektedir. Astronomiyle ilgileniyordu. Yıldızların, çiviler gibi gökyüzüne çakılı olduğunu, yıldızların ve ayın ışığını, güneşten aldığını söylediği ve ay tutulmasının ne şekilde olduğunu ilk olarak onun bulduğu aktarılır.17 Anaksimenes de bütün şeylerin ondan doğduğu, bozulup ona döneceği görüşünü savunan birci gelenekten geliyordu. Arkhe’nin hava (ἀήρ) olduğunu savunmuştur.18 Hava, seyrekleşse de yoğunlaşsa da ısınıp soğusa da hâlâ aynı töz olarak kalabilir ve kolaylıkla diğer dört maddeye dönüşebilirdi. O da ebedi hareketin olduğuna ve değişimin nedeninin bu olduğuna inanıyordu.19 Soluk ve hava arasında ilişki kuruyordu. Thales’in savunduğu gibi dünyanın su üstünde durmadığını, havanın onu çevrelediğini iddia ettiği söylenir. “Hava olan ruhumuzun bizi tutması gibi, soluk ve hava da bütün kosmosu çevreleyip tutar.”20 *İ.Ü., Felsefe Anabilim Dalı, 4. Sınıf Öğrencisi

11

Aristoteles, Meta., 983b6 vd Aristoteles, De Anima, 411a7-9 - Diogenes Laertios, 1.27.1 13 Diogenes Laertios, 1.13.6 14 Diels-Kranz A10; B5 15 Simplikios, In Aristotelis physicorum libros commentaria, 9.24.13 16 Simplikios, a.g.e., 9.24.13 17 Aet. ii. 22; 352 18 Aristoteles, Meta., 984a5 19 Simplikios, In Aristotelis physicorum libros commentaria, 9.24.26 20 Anaksimenes, frag., 2.1 12

27


MODERN PSİKOTERAPİYİ KLASİK FELSEFE İLE OKUMAK Kerem Balaban* Stoacılık, Epikuros’un Bahçe’si, Platon’un Academia’sı ve Aristoteles’in Lyceum’u ile beraber Atina’nın dört büyük felsefe okulundan biriydi ve Roma’da benimsenmiş en yaygın felsefeydi. Stoa bir bütün olarak gramerden astronomi ve metafiziğe farklı disiplinleri ihtiva eden bir felsefe olmakla beraber pragmatik Romalılar daha çok bu felsefenin pratik yönüyle ilgilendiler. Romalı düşünürler için stoa yaşamın meydan okumalarına karşı ayakta durabilmenin pratiğiydi. Erdemin yolu felsefeden geçiyordu ve felsefe mutluluğun yegâne aracıydı; duygular yargılarımızın izdüşümleriydi ve farklı duygulanım halleri şeyler üzerindeki yargılarımızın neticesiydi. Stoa, kişinin zihnini kontrol etme ehliyetini geliştirmeyi ve duyguları baskılamak yahut inkâr etmek değil ama onlara kulak vererek davranışların merkezine oturtmamayı öğütleyen terapötik bir felsefeydi. Epictetus, “bir doktorun kliniği ne ise filozofun okulu odur”1, derken bu felsefenin sağaltıcı niteliğine vurguda bulunuyordu. Modern psikoterapinin tarihinin, medikopsikolojik tedavi olarak hipnoterapinin Viktoryan dönemdeki gelişimi ile başladığı kabul edilir fakat klasik felsefenin modern psikoterapinin bir akrabası olduğu göz ardı edilegelmiş. Klasiklerin felsefeye atıfta bulunurken “ruhun hekimi” metaforunu kullanması, içinde hata aranmayacak bir teşbihten ibaret değil nitekim. Freud’un “katharsis”2 konseptinin Aristoteles’in yüzeysel bir okuması olduğu bugün kabul edilen bir görüş.3 Bir başka temsil, Gestalt terapisinde, içinde bulunulan ânın farkındalığına vurgu yapmak üzerine temellendirilmiş “şimdi ve burda” felsefesinin stoanın kilit konseptlerinden biri olmasıdır (Hic et nunc). Varoluşçu terapide ölüm korkusundan azade olabilmenin koşulu olarak kişinin “ölüme yazgılı olduğunu” kabul etmesi ilkesi, sırtını eski bir felsefi terapi yöntemi olan “Μελέτη θανάτου”4 meditasyonuna yaslar. Akılcı Duygusal Davranışçı Terapi’nin (Rational Emotive Behaviour Therapy) kurucusu Albert Ellis öznel yargılar ile dışsal efektleri birbirinden ayırmaya dayanan ABC Modeli’ni geliştirirken ilham aldığı Epictetus’un şu sözlerine hakkını açıkça teslim eder; “ταράσσει τοὺς ἀνθρώπους οὐ τὰ πράγματα, ἀλλὰ τὰ περὶ τῶν πραγμάτων δόγματα.”5 Hıristiyan kilisesinin klasik felsefeyi inanç sisteminin istinat duvarı olarak kullanıp diğer klasik düşünürlerle birlikte stoacıları yeniden okumanın faydalarını farketmiş olması kadar çağdaş dünyanın yeni holistik kilisesi konumundaki psikoterapinin esinini yine klasik felsefede bulmuş olması en fazla bir klişenin gerçekleşmesi kadar şaşırtıcı olsa gerek; Ipsa historia repetit.6 * İ.Ü., Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü, Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, 4. Sınıf Öğrencisi

1

“ἰατρεῖον ἐστιν, ἄνδρες, τὸ τοῦ φιλοσόφου σχολεῖον” Epictetus, Dissertationes Ab Arriani Digestae,( Heinrich Schenkl. editor. Leipzig. B. G. Teubner. 1916) 3.23.30 2 Aristoteles Poetika’sında bu terimi, tragedyalarda işlenen korku, acıma gibi duygu durumlarının seyirciler tarafından içselleştirilerek bu duygu hallerinden arınması şeklinde ifade ederken psikanalizde de buna paralel olarak hastanın bilinçaltına itilmiş duygularının uygun bir boşaltım alanı oluşturularak arındırılması anlamına gelir. 3 Donald Robertson, Stocism and the Art of Happiness, 15 Mart 2015 tarihinde erişildi, http://philosophy-ofcbt.com/2010/10/07/stoic-philosophy-as-psychotherapy-2005/ 4 “Ölüm üzerine meditasyon” 5 “İnsanları rahatsız eden kendi başlarına şeyler değil, insanların şeyler hakkındaki yargılarıdır”, Epictetus, Dissertationes Ab Arriani Digestae,( Heinrich Schenkl. editor. Leipzig. B. G. Teubner. 1916), V 6 Tarih kendini tekrar eder.

28


TYRIAN MORU Burcu Meltem Tohum* Antik dönemde yaşamış Fenikeliler'in başlıca limanı Sur kentidir. Burası günümüzde Lübnan'ın Akdeniz kıyısındadır. Sur'un oldukça ünlü olmasının sebebi Tyrian Moru adıyla bilinen kırmızımsı bir mor rengi çeşitidir. Fenike kolonisinin yaşadığı Sur, mor ya da erguvan rengindeki kumaşların ticaretiyle tanınırken bu boyayı elde ederken kullanılan kabuklu deniz canlıları da Sur kenti hatta mor rengi için oldukça önemli olmuştur. Sur'lular Akdeniz sahili boyunca yırtıcı -tropikal- deniz salyangozu cinsi olan Murex ve Hexaplex Trunculus cinsindeki deniz salyangozundan elde ettikleri Tyrian Moru'nu aynı zamanda "Sur Moru" olarak da isimlendirirler ki, Tyrian "Sur kentine ait" anlamına gelmektedir. Salyangozların mukusundan elde edilen renk, her salyangozdan bir damla sıvıyla elde edilmiş ve çeşitli salyangozlara göre morun farklı tonlarına ulaşılmıştır. Rengi kolayca solmayan Tyrian Moru'nun elde edilmesinde canlılar önce toplanmış, sonra ayıklanmış ve en son kaynatılırken bu zor işlemin kokusu da sahil boyunca duyulmuştur. Bir kez Tyrian Moru ile boyanmış kumaşın asla solmayacağı ve sabitleştiriciye gerek olmadan canlı renk verdiği bilinirken, bu renk Doğu Roma İmparatorluğu'nda asalet ve zenginlik simgesi olarak hükümdarlar tarafından kullanılmıştır. Bu sebepten "İmparatorluk Moru" olarak da bilinen Kırmızımsı Mor, oldukça pahalı olduğundan kral, prens, senatör gibi (imparatora bağlı ve izinli kimseler hariç) kimseler tarafından kullanılmıştır (ek not: sanat alanında da kullanılırken ayrı bir konuda incelemek gerekir). Hatta herkesin giymesine ve ulaşmasına izin verilmeyen İmparatorluk Moru, Antik Roma'da halktan biri tarafından giyilirse imparatorun fermanıyla vatan haini olarak cezalandırılmaktaymış. Arkeologlar Fenike yerleşmelerinin kalıntıları çevresinde yaptıkları araştırmalarda devasa boş deniz kabukları yığınına rastlamış ve bu sayede Tyrian Moru'nun nasıl üretildiğini araştırmışlardır. Bulunan kabuklardan Sur ve Roma halkının oldukça salyangoz öldürdüğü görülürken, Meksika'da yaşayan Mikstekler (Miştekler) de bu rengi salyangozları öldürmeden elde etmiştir. Salyangozu sağarak (kabuğa üfleyip mukusu elde ederek) elde ettikleri sıvıyı doğrudan iplik yumaklarına damlatan Mikstekler, sonradan salyangozları denize bırakmıştır. Söz konusu canlıların üreme mevsiminde bu işlemi durduran Mikstekler, salyangozun türünü korumuş olsalar da bu durum 1980 yılına kadar sürmüştür. Bir fabrika bu salyangozları sömürünce canlıların nesli azalmış ve salyangozların öldürülmesini yasaklayan fakat sadece yerli halkın geleneksel yollarla kullanmasına izin veren bir anlaşma yapılmıştır. * İ.Ü., Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü, Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Tezli Yüksek Lisans 1. Sınıf Öğrencisi

KAYNAKÇA 1. DUTHIERS M. L., Natural History of the Purple of the Ancients, Proceedings of the Royal Society of London, Vol. 10 (1859 - 1860), s. 579-584 2. DOUGLAS J., A Botanical Description of the Flower and Seed-Vessel of the Plant, Called Crocus Autumnalis Sativus, That Produces the True English Saffron of the Shops: With a Figure. By Dr. James Douglas, Honorary Fellow of the College of Physicians, and Fellow of the Royal Society, Philosophical Transactions (1683-1775), Vol. 32 (1722 - 1723), s. 441-445 3. BRIDGETT T. E., Symbolic Colours, The Irish Monthly, Vol. 11, No. 124 (Oct., 1883), s. 537-540 4. WOOD R. W., The Purple Gold of Tut'ankhamūn, The Journal of Egyptian Archaeology, Vol. 20, No. 1/2 (Jun., 1934), s. 62-65 29


YAPIDAKİ SAKLI GÖRÜNGÜ Hatice Şeyma Selbesoğlu* Mimarlık, salt barınma ihtiyacından doğan bir tasarı işi değil neredeyse insanlığın varoluşundan bu yana süregelen bir yaşam sanatıdır. Tüketim çağının getirdiği düşünmekten kaçma alışkanlığı ve hızlı üretime verilen fazlaca ehemmiyet ile birlikte mimarlık da dahil olmak üzere bir çok sanat gitgide yüzeyselleşiyor, yalnız birer sektör olma nitelikleriyle baş başa kalıyorlar. Öyle ki gündelik bir çok kavram üzerine dahi düşünmek yerine düşünülmüş olanı – hazır bulunanı – kullanmayı tercih eder hale geldik. Bizler modernleştiğimiz iddiasıyla çırpınıp,teknolojilerimiz ileriye dönük adımlar attıkça her geçen gün spirituel gelişimimize dönük çabalarımızı minimum seviyeye indirgiyor ve ruhlarımızın çığlıklarını duymazdan geliyoruz. Bununla birlikte tüm insanlık gittikçe artan bir bunalıma, mutsuzluğa ve boşluğa doğru sürükleniyor. Hayatın fıtratında doğal olarak bulunan acılara karşı korkumuz büyüdükçe, bağışıklığımız ve buna bağlı olarak algımız zayıflıyor. Düşünmenin bile acı verebileceği gerçeği ile birlikte post-modern anlamda sosyalleştikçe aslında yüzeyselleşerek türümüzden ayrı düşüyoruz. Türümüzden ayrı düşüyoruz, çünkü insan olmanın hakkını vermenin ne demek olduğunu anımsamıyoruz. Tarihsel bilincimiz ve anılarımız gitgide yok oluyor ve acıdan korkmaya devam ettikçe daha fazla acıyla karşılaşıyoruz. Hayatın acı ve tatlı yanlarının olduğunu söylerler. Oysa hayatın acı veren tarafları da aslında güzel olmasına aittir. Acıyı deneyimlemedikçe güzelliği algılayamayız. Botton, “Mutluluğun Mimarisi” adlı eserinde bu durumu şu dizelerle ifade eder: “Ancak acıyla tanışınca gözümüzde değer kazanır güzel şeyler. Belki biraz garip ama acıyla tanışıklık, mimariyi takdir edebilme yetisinin ön koşuludur. Binaların güzelliğinden etkilenebilmek için her şeyden önce biraz acı çekmiş olmamız gerekir.” Alain De Button burada acı ile güzelliğin ilişkisini mimari bir metaforla gözler önüne sererek neyi anlatmaya çalışmıştır? Güzel binalar bizi neden etkiler ve bunun acı ile ne gibi bir bağlantısı vardır? Yine Botton bunu şöyle açıklar: “Bunların güzelliğinden etkilenmemizin nedeni de o güzelliğin ardında yatan büyük karanlığın farkında olmamızdır.” Burada Eric Fromm’un temel aldığı karşılıksız sevebilmek kavramından bile bir umut ışığı çıkarabilen bir yazardan söz ediyoruz ki o, insanoğlunun acı içerisinde kıvrandığı yüce karanlıklar içerisinden mimarinin aydınlık bir pencere açabileceğini müjdelemektedir. Bu müjde geçmişe ve geleceğedir. Geçmişteki kabilelerden günümüz modern devlet anlayışına değin süregelen doldurulamayan bir boşluğun tanımıdır. Bir şeylere çözümler bulmanın, ışığın içeriye girmesine mümkün mertebe izin verecek pencereler inşa etmenin yolu, tecrübelerimizi özümseyebilmekten geçmektedir. Acı verici deneyimler yaşarız. Bu deneyimler ardında bize birçok şey bırakırlar. Elimizde kalanları soğumalarını bekledikten sonra mantık süzgecinden geçirmemiz gerekir. Sağlıklı bir mantık ve doğru bir düşünme biçimiyle oluşturulmuş bu süzgeçten kendini kurtarabilenler deneyimlerden edinilen tedbirli yaklaşım stratejileridir. Üzerinde kalan posa ise tedirginlikler ve korkulardır. Onları çöpe atar ve kazandıklarımızla kendimize nefes alabilecek delikler açarız. Nasıl ki hayatı benzer biçimlerde algıladığımız ruhlarla karşılaşmaktan haz duyarız, ki bu çok olağandır, içerisinde soluk alıp verdiğimiz binalardan da kozmosu algılayış biçimimize zaman zaman paralellik göstermesini, bazen de eksikliklerimizi tamamlamasını bekleriz. Öyle ki kendine yeterince özgüven inşa edememiş bireyin gereğinden fazla şatafatlı yapılar içerisinde kendisini daha mutlu hissetmesini ya da hayatı çok hareketli ve karmaşık geçen birinin daha minimalist bir yaşam alanı arzusu içerisinde olmasını beklemek çok normal olacaktır. İşte tam da bu noktada mimarinin yaşamsallığının yanı sıra psikolojik işlevi karşımıza çıkmaktadır. İnsanın ilk etapta yalnızca yaşamsal ihtiyaçları üzerine temellendirdiği barınma ihtiyacı zamanla doğal gelişim süreci içerisinde evrilmiş ve çok daha ayrıntılı bir nitelik kazanmıştır. Görsel, duyusal yahut dokunmaya yönelik algılayabildiğimiz her varlık nasıl üzerimizde farklı etkiler bırakıyorsa, mimari de birden fazla 30


duyuya hitap ederek bunu gerçekleştirmektedir. Mimarinin bu özelliği yalnızca şahsa ait barınaklarda değil din, siyaset, yönetim, sağlık ve daha bir çok alanda algıyı şekillendirmek üzere kullanılagelmiştir. Tarihi dokuya sahip çevrelerde görebileceğimiz türden Gotik bir kiliseyi düşünelim. Mimar Sinan’ın bir eserini ya da neo-postmodern bir klinik binasını. Tüm bu yapıların duyumsandıklarında çağrıştırmak istedikleri kavramlar ve anlatmaya çalıştıkları bir mesajları vardır. Belki de fazlasıyla değişken olan estetik beğeniyi bir kenara bırakacak olursak, mimari bir tasarımın başarısını değerlendirirken, yapının ne denli amacına ulaşabildiğini bir gösterge olarak kullanabiliriz. Şöyle ki; bir yapı tasarısı günün güzellik kavramlarına ters düşebilir, bir takım kitlelerce eleştirilebilir. Fakat tüm bunlara rağmen o yapı, yaratmak istediği algıyı büyük bir ölçüde sağlamışsa buna bir başarı demek mümkün müdür? Bu mimari bir başarı mıdır, yoksa sosyal bir başarı mı? Mimarlık kuramı üzerine çalışan Michael Hays ise değerlendirmesini yaparken şöyle der; “Başarı ölçütü artık mimarlığın zihinlerde yeni ve daha iyi bir dünya canlandırmaktaki etkinliğinde değil, modern yaşamın rastlantısal koşulları içinde, deyim yerindeyse, bedenin taleplerini karşılama, biçimi dış hassasiyetlere, mantıksal gerekçelere ve hatta toplumsal görülere gönderme yapmadan kendi dili olarak yüceltme becerisinde yatar.” Hays’ın bu sözleri her ne kadar geç avangard sonrasına getirilen öznel bir yorumsa da günümüz mimarisinin genel yozlaşmasını açıklar niteliktedir. Artık mimari eskiden olduğu kadar mesaj vermeye hevesli değildir. Bu çılgınca tükettiğimiz dünyada mimarinin felsefi görüngüsü ile psikolojik etkileri cılız bir çocuk gibi duvarın arkasına saklanmış, geri planda kalmıştır. Michael Hays de burada işlevsellik vurgusunun her geçen gün daha fazla önem kazandığını söylemektedir. Kanımca sanatsal açıdan niteliksiz olarak addedilebilecek tasarılar dahi bedenin taleplerine yönelik her daim kaygı duymaktadır. İşlevselliğin çok geri planda kaldığı dönemler de olmuştur ve bu konudaki algılar daima değişim gösterecektir. Değişen talepler, ihtiyaçların yoğunluğu ve toplumsal yapı ne olursa olsun yapı ile beden arasındaki ilişki daimidir. Juhani Pallasmaa’nın da dediği gibi: “Mekandaki yerinden ayrı bir beden yoktur, algılayan kendiliğin bilinç dışı imgesiyle bağlantılı olmayan bir mekan yoktur.” Özetle, mimari var olduğundan beri, ulaşılmak istenen başarı kavramı sürekli değişiklik göstermiştir. İstenilen başarı bazı şartlar altında tamamen estetik kaygılarlaşekillenirken, bazı durumlarda da direk olarak psikolojiyi ya da sosyo-kültürel yapıyı hedef almıştır. Bu başarı bazen de salt statik temellendirmelerle sağlanmaya çalışılmıştır. İşte, insan ne kadar değişken ve ne kadar dalgalıysa, mimari de - yani insanın elinden çıkan bu sanat da - bir o kadar değişken ve çevresel parametrelerden etkilenmeye o kadar hazır ve nazırdır. Mimariye Farklı Bir Bakış Açısı : Salt işlevsellik gerçek midir ? İçi oldukça lüks, kullanışlı ve ferah bile olsa, dış görünüşü bir gecekonduyu andıran bir konutta hangimiz yaşamak isteriz? İşte bu soruyu sorduğumuzda mimarinin işlevselliğinin tek başına hiç bir anlam ifade etmemekte olduğunu açıkça görmüş, insan oluşumuzda doğal olarak bulunan zayıflıkla da mimarinin aracılığıyla yüzleşmiş oluyoruz. Mimari antik çağlardan günümüze dek sadece insanların zayıf yanlarını tamamlamak suretiyle onlara daha mutlu yaşamlar sunma amacıyla biçimler kazanmamıştır. Kimi zaman da bu zayıflıklara dokunarak onları körüklemek isteyenler tarafından şekillendirilmiş, bazen de korku teması içerisinde karşımıza çıkmıştır. İşte bunları görebilmemizin ve hatta bir pencere doğramasında bile bambaşka duyguları deneyimleyebilecek donanıma ulaşabilmemizin yegane yolu felsefeden ayrı düşmemektir: Hayattan alabileceğimiz hazzı artırmaya yönelik çabalarımız esnasında, mimariyi araç olarak kullanırken felsefeden yararlanmak durumundayız. İşte bu noktada felsefe ile mimari, Ludwig Wittgenstein‘ın söyleminin aksine birbiriyle kıyaslanması gereken iki alan değil, iç içe olan iki alan olarak karşımıza çıkmaktadır; “Felsefenin zor olduğunu sanıyorsunuz ama mimarinin zorluğu yanında felsefeninki hiç kalıyor.” L.W .1 1

Wittgenstein’ın kız kardeşine yazdığı bir mektuptan alıntı, Alain De Botton, Mutluluğun Mimarisi, Banu Tellioğlu Altuğ (İstanbul:Sel Yayıncılık,2006)

31


Felsefe: Mimarinin Tamamlayıcı ve Eksilticisi Mimarlığı bir metafora dönüştürüp, felsefeyi onun üstüne kurmak - bu durum olumlu ya da olumsuz olarak farklı biçimlerde yorumlanmıştır - amacını güden Fransız düşünür Jacques Derrida, “Mimarlık, bütüncül bir çevrenin görünür kılınmasıdır… Genel anlamda bu, yerin ruhunun somutlaştırılması demektir…” sözleriyle harikulade bir tespitte bulunan Christian Norberg-Schulz, düşüncesini bu sözler üzerine temellendiren Heidegger - ki o mimarların kafasını en çok karıştıran düşünürlerdendir - ve daha bir çok düşünür mimarlık ve felsefe arasında giderek sıkılaşan bir bağ kurmuşlar, her ikisinin de birbirinden beslenmesine yardımcı olmuşlardır. Kaldı ki Hays’in de belirttiği üzere mimarlığın da felsefenin de temellerini oluşturan muhtelif kuramsal yapıların sınırı aşmaya, sapmaya ve disiplinler arasında yayılmaya yönelik tekinsiz bir yetenekleri vardır: Kuram özerktir ama dolaşımla beslenir. Felsefe, sık sık mimari nesneleri soyut kavramlara dönüştürmek suretiyle temellendirmelerinde kullanmış, zaman zaman bunu yaparken mimari pratiği yadsımış, bazen de yüceltmiştir. Mimarlık ediminin ikame ettiği kuramsal tüm tablolar felsefeyle ilişkilendirilebilir vasıftadır. Mimarinin tüm psikolojik, ontolojik ve strüktürel özellikleri felsefenin arkitektoniğinde hayat bulabilir. “Mimarinin karmaşık yapısını ancak felsefe çözebilir. Bunun için, günümüzde geçmiş zamanlara oranla çok daha fazla mimari felsefesine gereksinme duyulmaktadır.” der İsmail Tunalı mimari ve zamansallıkla ilgili makalesinde.2 Elbette mimarinin bu denli karmaşık ve bir çok hususta ikircikli olan yapısını ancak felsefe açıklıkla masaya yatırabilir. Felsefe bir yandan mimarlık kavramını beslerken diğer taraftan onun bu karmaşık yapısından faydalanır. Geçmiş zamanlarda, ekseriyetle klasik çağlarda, ise mimarlık ile felsefenin ilişkisi bu denli faydalı bulunmuyor olmalı ki günümüze ulaşan teknik nitelikteki eserlerde ön planda yalnızca ampirik çalışmalardan edinilen vargılara rastlıyoruz. Kendinden evvel yazılmış fakat günümüze ulaşamamış bir çok Yunan ve Roma teorik ve teknik yayınlarının bir nevi özeti vasfında bulunan, Vitruvius’un De Architectura’sı bu söylemi gözlemek için sayılı adreslerden önemli bir tanesidir. Evet, belki hakikaten günümüze kıyasla bu iki müspet bilim Vitruvius ve çağdaşlarının kalemlerinde birbirleriyle pek fazla raks etmemişlerdi. Ancak gözardı edilen bir durum var ki, o dönemin temel eğitim anlayışı bu tür kaynaşmaları çok daha rahat besleyebilecek donanımda bireyler yetiştirmeye muktedirdi. Böylece tüm çıplaklığıyla ifade edilmeyen felsefi bakış açısının - teknik bilimler karşısındaki - varlığı inceden inceye kendini gösteriyordu. De Architectura da ilk bakışta oldukça kapsamlı teorik ve ampirik vargılardan derleme bir kılavuz gibi görünebilir: Romalı Mimarın El Kitabı. Fakat onun cümlelerinin aralarına daldığımız vakit Aristotales felsefesiyle büyüyen bu delikanlının zaman zaman etkisinde kaldığı arkaizm sevdalısı algısına şahit oluyoruz. Bu durumla beraber De Architectura ruhsuz bir kılavuz olmanın çok ötesine gidiyor ve belki de mimarlık felsefesinin ilk nüvelerine temel atıyor: “Gerçek sanatın mükemmelliği bu yeni zevklerle yozlaşmış bir sanat anlayışının kötü takipçileri tarafından yenilgiye uğratıldı… Üstelik halk bu sahteliklerin ne denli yanlış şeyler olduğunu göstermediği gibi hiç öyle şeylerin olup olamayacağına da bakmadan onlardan hoşlanıyor.” (VII , 5.4) Vitruvius burada geç ikinci veya erken üçüncü mozaik bezemelerinde işlenen gerçek dışı hikayeleri eleştirirken her daim bir önceki çağa duyulan özleme güzel bir örnek teşkil ediyor. Şu ana dönerek bu duyguyu anlamaya çalışacak olursak kendimize geçmişimize dair özlemlerimizin neler olduğunu sorabiliriz. Öyle ki bir çoğumuz dünya ile olan ilk tanışıklığımız esnasında, içerisine fırlatıldığımız mekan bazında, algılarımızı kullanabilmeye başlar ve böylece bize miras kalan geleneklerimizle birlikte kavramlara ve maddelere tanımlar getirmeye başlarız. Küçük bir çocukken içerisinde yaşadığınız çatısı uğuldayan o ahşap cumbalı evden sonra hiç bir mekan sizi o denli tatmin etmeyecektir. Bunun sebebi de az evvel bahsettiğimiz ilk algıda yatar. İlk algılayış daima biriciktir ve ardından gelenleri onun üzerine kurarız. Yaşama yönelik ilk edimlerimizi gerçekleştirdiğimiz mekanlar daima eşsiz kalacak ve özlem temasını besleyecektir. Vitruvius’un kendinden sonra gelenlerin sanat anlayışlarına bu denli öfkelenmesi ile Le Corbusier’ nin yeni bir çığır açan projelerinin yarattığı tartışmalar da yine aynı sebeptendir. İşte felsefenin mimariye yardımcı 2

Prof.Dr. İsmail Tunalı, Sanat Felsefesi Açısından Mimari ve Zamansallık, İstanbul 1984, Felsefe Arkivi Dergisi, sayı: 25 , s. 95

32


olduğu noktalardan birisi de budur. Felsefe, kişinin kendine dair farkındalığını geliştirerek, ne yapmak istediğini bilmeyen insana aydınlık bir yol açar. Bu insan öncelikle kimliğini bulacak sonrasında da bir yaşam alanı seçimine tabi tutulacaktır. Bilinçsiz yapıldığında mutsuzluğu körükleyen bu mesele, bilinç doğrultusunda ilerlediğinde ise özümüzle bütünleşen alanlar kurmamıza katkı sağlayacaktır. Tüm bunlar karşımıza yeni bir soruyu getirir. Tıpkı felsefede de bir sorunun ötekinin habercisi olduğu gibi: İnsan nerede yaşar? * İ.Ü., Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü, Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı 3. Sınıf Öğrencisi

KAYNAKÇA: 1. Araş. Gör Ahenk Bayık Yılmaz, Jacques Derrida: Mimarlığın Felsefesi ya da Felsefenin Arkitektoniği, İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü, 2004 2. Roysi Ojalvo, Modernitenin İki Yüzü Arasında Mimarlık:“Mesken Tutmak”tan Göçebeliğe, İstanbul Teknik Üniversitesi, 2012 3. Juhani Pallasmaa, Tenin Gözleri, İstanbul, Yapı Endüstri Merkezi Yayınları, 2014 4. Jean Baudrillard, Jean Nouvel, Tekil Nesneler: Mimarlık ve Felsefe, İstanbul, Yapı Endüstri Merkezi Yayınları, 2011 5. Vitruvius, Mimarlık Üzerine On Kitap İstanbul, Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı Yayınları 6. Alain De Botton, Mutluluğun Mimarisi, İstanbul, Sel Yayıncılık, 2006 7. Prof. Dr. İsmail Tunalı, Sanat Felsefesi Açısından Mimari ve Zamansallık, 1984 8. K. Michael Hays, Mimarlığın Arzusu, Bahar Demirhan, İstanbul, Yapı Endüstri Merkezi Yayınları, 2015

33


ZEUS, IUPPITER, ODIN VE GÜNÜMÜZDE PAGANİZMİN YERİ Mert Aysoysal* Yazımızda ele aldığımız konu kimilerine göre bir masal, kimilerine göre gelenekleriyle ve kültürlere, dinlere, tarihe etkileriyle yaşadığımız dünyada hâlâ daha hissedilmekte olan inançlar bütünüdür. Fakat herkes için tanrıların, kâhinlerin (orakl), cadıların, büyücülerin, iblislerin ve bilumum doğaüstü güçlerin mistik evreninin baş döndürücü olmadığını söyleyebilir miyiz? Bu evren sadece hayal gücünün sınırlarını zorlaması açısından değil, aynı zamanda hayal ile gerçeğin, kaos ile düzenin, yalan ile doğrunun en sistematik şekilde ve neredeyse kusursuzca birbirlerine kenetlenmiş olmaları açısından etkileyicidir. Neolitik devirden başlayarak, İlk Çağın sonlarına kadar yaklaşık 4000 yıl boyunca insanlığa nüfuz etmiş bir inanç biçimi olan çok tanrıcılık yani politeizm veya paganizm 3 doğal olarak toplumların kültürlerine göre şekillenmiş ve varyasyonlara ayrılmıştır. Bu varyasyonlar çok çeşitli ve birbirinden bağımsız gibi gözükse uzak kültürlerin hatta farklı dönem kültürlerinin inançları arasında önemli benzerliklere rastlayabiliyor olmamız şaşırtıcı bir gerçektir. Biz ise yazımıza Ortadoğu ve Batı medeniyetlerine son derece önemli tesirlerde bulunmuş üç önemli Pagan tanrısını konu alarak başlıyoruz. Son olarak söyleyelim ki Auguste Comt'un üç aşamalı evrim teorisinden ikincisini oluşturan bu kültürün altında bilgeliğin mi yoksa cahilliğin mi yatıyor olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Şimdi gelin bu paganizmin üç büyük tanrısı: Zeus, Iuppiter ve Odin’e sonra da Paganizmin günümüzdeki etkilerine kısaca değinelim. Zeus Tüm dinlerde evrenin yaratılışından önce var olduğu kabul edilen bir kaos dönemi vardır. Daha sonra yine tüm dinlerde ortak olan evrenin yaratılışında toprak dişil ya da eril olarak parthenogenesis’e (kendi kendini yaratma) sahiptir. Hellen Pantheonun’da da bu düzen aynen görülür. Buradaki toprak “Gaia” adıyla tanımlanan toprak anadır yani dişildir. Gaia daha sonra yine aynı fonksiyonuyla(parthenogenesis) Uranos (gök), Pontos (denizler) ve dağları yaratmıştır. (bu çocukların üçü de erildir) Daha sonra Gaia, Uranos’la birleşir ve buradan Titanlar (12 tane, 6 dişi, 6 erkek), Kykloplar (alınlarının otasında tek gözü olan ve duvar örmecilikleriyle meşhur devler) ve Hekatonkheir’leri (100 kollu devler) doğurur. Ancak baba Uranos bu çocukların fiziksel anomalilerinden dolayı onları toprak ananın bağrına gömmeye başlar. Burada ilk kez babanın toplumsal düzen içinde doğan çocukların yaşama haklarını elinde tuttuğunu gösteren uygulama görülmektedir. Bu andan itibaren toplumda anaerkilliğin yerini babaerkillik almıştır. Çocuklarını, egemenliğini yitirme korkusuyla diri diri yiyen Kronos’ta da aynı durumu göreceğiz ve Zeus bu kaderden kaçıp, onu tahttan indirecek sima olarak karşımıza çıkacaktır. Ama ataerkil düzen bitmeyip, Zeus’la temelini orturtacaktır. Ele aldığımız ilk tanrı olan Zeus’un isminin etimolojik kökeni tartışmalıdır. Önemli bir tarihçi ve araştırmacı kimliğe sahip Yusuf Ziya Özer’in 1928 yılında yayınlanan “Yunandan Evvelki Türk Medeniyeti” isimli kitabındaki şu ifadeleri dikkat çekicidir: “Bu ilâhların isimlerini Türkçede tamamen bulmuş ve bunların en eski zamanlarda Türk ilâhları olduklarını görmekte olduğum halde, Zeûs kelimesinin manasını bir türlü keşfedememiştim. Yunan ilâhları içinde isminin manasını en son anladığım Zeûs olmuştur. Diğer ilâhların Türkçe isim taşımakta olmasına bakarak bu kelimenin de 3

“Pagan” kelimesi esasen çok yönlü olup, Hristiyan öncesi devirde “köylü, kaba” gibi anlamlara gelir. (Paganus) Hristiyan geleneğinde ise gerçek tanrıya gerektiği gibi tapmayanlara; örneğin Ortaçağ’da Müslümanlara, bazen de Yahudilere karşı kullanılmıştır. Roma paganları için Yeni Ahitte “Pagan” yerine “Gentiles” sözünü görmekteyiz. Biz, yazımızda Pagan terimini günümüzde geçerli olduğu üzere herhangi bir art niyet gözetmeksizin sadece çok tanrıcılığı nitelemek için kullandık.

34


Türkçe olduğuna hiç şüphe etmiyordum. Fakat uzun seneler bunun kökenini araştırmakla meşgul olduğum ve kendi kendime birçok açıklama ve yorum geliştirdiğim halde, hiç birisi fikrimi tatmine kâfi gelmiyordu. Çünkü zikrettiğimiz bütün vasıflarına bakarak Zeûs, göğü temsil eden bir ilâhtı, hâlbuki Türkçe " gök" kelimesiyle "Zeûs" kelimesi arasında yapı ve gelişim itibariyle hiçbir ilişki mevcut değildi. Nihayet "eliyos " kelimesinin araştırılmasında Arapların Ellat mabudunun, ileride görüleceği gibi Türk kökenli bir mabut olduğuna dikkat ettikten sonra Arapların 'uzza' mabudu nazarı dikkatimi çekti. O zaman 'uzza' kelimesinin, 'gök'ün vasıflarından olarak daima beraber söylenen 'üze' kelimesinden ibaret olacağı ansızın aklıma geldi. Çünkü Türkler, 'Gök İlâhı'nı anarken münferit olarak gök demezler, ‘Üze Gök’ derler (Orhun Kitâbeleri)” Genel görüşe göreyse, öfkesiyle yıldırımlar ve şimşekler savuran “Ζευϛ”un adı parlayan anlamına gelir ve parlamak anlamındaki div-4 kökünden türemiştir. 5 Nitekim Sanskritçede, Pers ve İtalya uluslarının dillerinde, sonradan da Latince ve Latinceden gelme dillerde bu kök “zeu-, dyeu-, dleu-, diu- diye belirir; örneğin eski Hintçe Devas, die, dieıuas; Latincede Iupiter (ya da luppiter) ve Zeus Baba anlamına gelen Diespiter; aynı şekilde eski Hintçede Dyaus-pıta, Gök Baba; gene Latincede deus (tanrı), dea (tanrıça), divus ile divinus (tanrısal), Fransızca dieu (tanrı), divin (tanrısal), devin (tann sözcüsü). Bunlar haricinde Zeus'tan gelme, tanrısal anlamına gelen dios sıfatı da vardır, nitekim Zeus'un oğlu ve Zeus'un baldırından çıktığı anlatılan şarap tanrısı Dionysos'un adı da aynı köktendir.6 Bununla bağlantılı olarak Hint - Avrupa dil ailesinin çeşitli dillerinde bu kelimenin tamamı da zaten gün ya da gün ışığını ifade etmek için kullanılmıştır.7 Ancak sonraları kelimenin bu anlamı tamamen kaybolur; Hellence Ζευϛ gökyüzü anlamında kişiselleşir. Bu kişileşmenin ifadesini Homeros ve Hesiodos’ta bulmaktayız. İlyada’da Poseidon’un kendi ağzından anlattığına göre Kronos’un üç oğlu arasında evrenin paylaşımı yapılmıştır. Buna göre kendisine köpüklü deniz, Hades’e sisli karanlıklar ülkesi ve Zeus’a bulutlar arasındaki engin gök düşmüştür.8 Evrenin bu şekilde paylaşımı ile Zeus’un hâkimiyet alanı belirlenir ve mythoslardaki yeri de bu özelliğine göre şekillenir. Ölümlü ve ölümsüzlerin kralı Zeus, artık gökyüzünden ve göklerde gerçekleşen tüm olaylardan sorumlu bir gerçekliktir. Fakat Homeros bununla da kalmaz. Yine İlyada’da daha da ileri giderek “şimşeklerin lordu, kara bulutların efendisi, öfkesiyle yıldırımları kükreten, bulutları toplayan Zeus” 9 gibi birçok nitelendirmenin yanısıra tanrının güneşin kendisi olduğunu10 da vurgular. Yine aynı destanda ozan, Troyalılar ile Argosluların savaşını anlatırken; “iki ordunun naraları göklere çıktı // ta yukarılara, Zeus’un ışınlarına”11 diyerek, parlayan gökyüzünün kendisini Zeus olarak tanımlar.

4

Bu sözcüğün kaynağında olan div- kökü (ki aslında ‘v’ ile değil de en eski Hellencede bulunup sonraları alfabeden silinen ‘digamma’ harfiyle yazılırdı.) Hellencede zeu- ve di- olarak iki biçimde belirir. Çekiminde de bu çifte kökenlilik görülür: Nom. Zeus (özne hali); Seslenme. Zeu! (ey Zeus!); -in hali. Dios (Zeus’un); -e hali. Dii (Zeus’a); -i hali. Dia (Zeus’u), bkz. A. Erhat, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 2004, s. 224. 5 A. B. Cook, Zeus: A Study in Ancient Religion, vol. 1: Zeus God of the Bright Sky, Cambridge University Press, Cambridge 1914, s. 1. 6 A. Erhat, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 2004 op.cit. 7 A. A. Macdonell, Vedic Mythology, Grundriss Der Indo-Arischen Philologie Und Altertumskunde, Herausgegeben von G. Bühler, III. Band, 1 Heft A., Strassburg 1897, s. 22; A. B. Cook, “Zeus, Jupiter, and the Oak. (Continued)”, The Classical Review, Vol. 18, No. 6 (Jul., 1904), 325-328, s. 265. 8 Homeros, Iliad, translator: Robert Fagles, introduction: Bernard Knox, Penguin Books, New York 1998, 15.18793. 9 Homeros, Iliad, translator: Robert Fagles, introduction: Bernard Knox, Penguin Books, New York 1998, 1.609; 2.411; 2.782; 5.631. 10 Homeros ibid, s. 3.281. 11 Homeros ibid, s. 13.835

35


Hellen filozofu Diogenes Laertios(İ.S. 3. yüzyıl) da Zeus’u güneş ile bir tutar: “Bilge Thales, bir zamanlar yarışçıların çekişmesini izledi. Sen, Güneş Zeus, onun hayatını alıp götürdün. Doğrudan cennete: seni övüyorum, çünkü, O dünyada yaşlandığı için artık yıldızları göremiyordu..”12 İÖ 3. yüzyıl şairi Theokritos ise Zeus’un bazen parladığını, bazen de yağmur halinde aşağı indiğini yazar.13 Hellen şair Alcaeus da “ὔει μὲν ὀ Ζεῦς͵ ἐκ δ΄ ὀράνω μέγας χείμων͵ πεπάγαισιν δ΄ ὐδάτων ῤόαι”14, mısraları ile tanrıyı doğrudan yağmur ile bir tutar. Üstelik tüm bu bilgilerin ışığında onun aslında dolaylı da olsa bir bereket tanrısı olduğunu düşünebiliriz. Nitekim Hesiodos “İşler ve Günler” eserinde bize bu kanaatle ilgili destekleyici bulgu sunar: “Toprağın Zeus’una, ak yüzlü Demeter’e dua et Olgun olgun etsin kutsal başağı … Göklerin Zeus’u dilerse oldurur, Başlarını yere sarkıtır buğdayların O zaman örümcek ağlarından kurtulur kabın kacağın”15 Eski Çağ'ın pagan inancında, tanrıların kimliklerinin epitetler yolu ile insanlar tarafından belirlenmesi ya da vurgulanması yaygın olarak görülen bir durumdur. Cezalandırıcı, adaleti sağlayan, bereket getiren, dilekleri kabul eden, savaşçı, orduları koruyan gibi birçok sıfatla tanrılar insanların hayatında yerlerini alır. Aynı şekilde Hellen politeist inanç yapısında da kült çeşitliliği epitetler yoluyla ortaya çıkar. Hellen pantheonunun baş tanrısı olması nedeniyle en çok epitete sahip tanrı doğal olarak Zeus’tur. Bu epitetler özellikle Hellenistik Dönem’den itibaren Kıta Hellas’ta olduğu kadar Anadolu’da da oldukça fazla yayılım göstermiştir. Bunlara değinmek gerekirse: 

Zeus Aitherios ya da Aithrios, tanrının kozmik özelliğinin yansıdığı bir kültüdür. Aitherios kelimesinin kaynağı, Hellence parlak, ışıldayan, engin gökyüzü anlamına gelen Αἰθήρ (Aether)’dir. Yıldırımlar gönderen Zeus 16ya da Zeus Astrapaios, Anadolu’da Bithynia17 ve Mysia Bölgeleri’nde görülür. Anadolu’da çok fazla yayılım göstermeyen bu külte ait bir festivalin Mysia’da Antandros (Altınoluk) antik kentinde kutlandığı bilinir.

12

Diogenes Laertius, Lives of Eminent Philosophers, translator: R. D. Hicks, Harvard University Press, Cambridge 1972, s. 1.1.39. 13 Theocritos, Idylls, The Greek Bucolic Poets, translator: J. M. Edmons, Harvard University Press, Cambridge 1912, IV, s. 43. 14 Alcaeus; D. A. Campbell, Greek Lyric 1: Sappho and Alcaeus, Harvard University Press, Cambridge 1982, frag. 338: “Zeus yağar, gökyüzünden büyük fırtına iner ve akan sular donuktur.” 15 Hesiodos, Hesiodos Eseri ve Kaynakları (Tanrıların Doğuşu; İşler ve Günler), çev. Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, TTK Yayınları, Ankara 1977, İşler ve Günler, s. 465-474, 157. 16 Strabon, The Geograph of Strabo, Volume 2, translator: W. Falconer, H. G. Bohn, London, 1856, 9.2.11. 17 S. Şahin, Zeus Astrapaios, Römische Kaiser Und Ein Beamter: “Eine Stele mit Inschriften aus dem südlichen Gebiet von Nikaia”, Anadolu ve Trakya Çalışmaları. Zafer Taşlıklıoğlu Armağanı, Cilt 1, Anatolian & ThracianStudies In Honour of Zafer Taşlıklıoğlu, Volume 1, ed. Nezih Başgelen, Güler Çelgin, A. Vedat Çelgin, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 1999, s. 217-225.

36


    

Zeus Helios kültü, Hellen panteonunun güneş tanrısı olan Helios’tan kaynaklanır. Helenistik Dönem’de baş tanrı Zeus, Helios dışında kozmik özellikleri ön planda olan Mısır’ın Sarapis’i ve Perslerin Mithra’sı ile de bir tutulmuştur ve Zeus, Helios adı altında numizmatik verilerde ışın taçlı olarak betimlenmiştir. 18 Yağmurlu Zeus anlamına gelen Hyetios epitetiyle oluşan Zeus kültü Yıldırımın efendisi anlamına geldiği kabul edilen Zeus Kataibatas kültü 19 Ay tanrısı Men ile ilişkilendirilen; ancak Lydia Bölgesi’nde güneş tanrısı olarak inanılan Zeus Masphalatenos kültü Zeus Panamaros kültü. Zeus’un aldığı bir diğer epitet ise, tanrıya göksel anlamını veren Uran(i)os’tur., Nevşehir’in Derinkuyu ilçesinin bir kasabası olan Suvermez’deki bir yazıtta, Zeus Uranios ifadesi şöyle geçer: “Göklerdeki büyük Zeus, bana Demetrius’a merhametli ol.”20 Gürleyen anlamına gelen Bronton epiteti ile bir fırtına tanrısı olarak Zeus, Bronton kültü ile ilgili epigrafik verilerden elde edilen sonuç, bir gök tanrısı olarak Zeus’un aslında bu epitet adı altında bereketi sağlamış olmasıdır. Yazıtlarda çoğunlukla tarlaların, toprağın ya da hayvanların esenliği için adakların yapıldığı belirtilmiştir. Bu nedenle Akyürek Şahin tarafından Zeus Bronton, çiftçi tanrı olarak nitelendirilir.21 Bu da Bronton epitetinden, tanrının yağmurlar yağdırarak bereketi sağladığı anlamının çıkarılmasına neden olur. Üstelik bizi bu sonuca ulaştıracak epitet sadece Bronton değildir. Epigrafik verilere göre, Phrygia’nın en eski kültlerinden biri olarak kabul edilen Bennios epiteti ile Zeus, iklim ve bereket tanrısı işlevine sahiptir. Zeus Epikarpios ise, tanrıya topraktan elde edilen ürünlerin koruyucusu22 anlamında verilen bir sıfattır. Zeus, çiftçinin tarlasındaki ürününü koruyan bereket tanrısı konumundadır. Anadolu’da bu epitetin aynı anlama gelecek şekilde Eukapios, Eukarpos gibi farklı kullanımları da vardır. Epikarpios’un, ürün veren anlamına gelen Karpodotes epiteti ile de eş değer olduğu düşünülür.56 Karpodotes, Phrygia’da Prymnessos (Suğla köyü)23 kentinin ürün veren tanrısı olarak karşımıza çıkar. Bu epitet dışında, ürün getiren anlamına gelen ve Demeter için de kullanılan Karpophoros24 epitetinin oluşturduğu Zeus kültü de, Zeus Epikarpios ile aynı külte karşılık gelir.25

Tüm bu bilgiler, bize Zeus’un tek tip bir karaktere veya benzer içerikteki mythoslara sıkıştırılamayacak kadar geniş ve yoruma açık bir tanrı olarak kabul edildiğini göstermektedir. Fakat gerçek olan şudur ki, Zeus, en başta belirttiğimiz üzere ana tanrıçadan ana tanrıya, yani toplumsal olarak anaerkil düzenden ataerkil düzene geçişin de kalıcı bir simgesidir. Nitekim ilk kuşakta yer alan Toprak Ana Gaia’dan itibaren anaerkil; üçüncü kuşakta yer alan Zeus ile beraber ataerkil düzen, Hellen inancında ağırlığını gösterir. Dolayısıyla da ataerkil ailenin arketipsel reisi Zeus Pater’dir. Bu 18

A. B. Cook, Zeus: A Study in Ancient Religion, vol. 1: Zeus God of the Bright Sky, Cambridge University Press, Cambridge 1914, s. 181, dipnot 1; 361. 19 Zeus Keraunios da aynı anlama sahiptir 20 W. M. Ramsay, The Church of the Roman Empire Before A. D. 170, Kessinger Publishing, Montana 2004, s. 142 21 N. E. Akyürek Şahin, “Büyük Çiftçi Tanrısı Zeus Bronton. Arkeolojik ve Epigrafik Belgelerle Phrygia'da Bir Zeus Kültü”, Olba IV, 2001, s. 163-182, vd. 22 N. Şahin, Zeus’un Anadolu Kültleri, Vehbi Koç Vakfı, Suna-İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Enstitüsü, İstanbul 2001, s. 49 23 L. Robert, “Nonnos et les monnaies d'Akmonia de Phrygie”, Journal des Savants, 1975, 153-192, s. 171-173. 24 D. Morelli, I culti in Rodi, Studi Classici e Orientali VIII, Goliardica, Pisa 1959, s. 49. 25 Bereket tanrısı Zeus’un adı, Epikarpios ve Sabazios olarak da karşımıza çıkar.

37


sebeple Zeus’un yaratıcılık işlevi açık olarak kozmogoni düzleminde değil, biyokozmik düzendedir. Zeus yaratıcıdır çünkü dölleyicidir. Kimi zaman boğa biçimini alır, ki boğa sembolü sembol bütün söylencelerde üremenin, bereketin ve çoğalmanın sembolüdür. Boğa kılığında Europe’a sahip olmuştur. Zeus’un en dikkate değer özelliği sevgililerinin ve çocuklarının sayısıdır. Bu ilişkilerin aslında gökyüzünün yeryüzünü döllemesini sembolize ettiği öne sürülebilir. Zeus’un kökeni tartışmalıdır. Erken dönemlerde (19. yüzyıl) tanrının Hellenistan’daki Olympos Dağı’yla ilişkili olduğu söyleniyordu. Ancak Olympos’un anlamı Uludağ’dır (Yüksekdağ). Hellenistan dışında Anadolu’da da antik dönemde birçok dağın adı Olympos’tur. Bunun için tanrının kökenini Olympos’la birleştiren varsayım bugün için geçerliliğini yitirmiştir. Buna karşın Zeus’un doğuşuyla ilişkili tüm mythoslarda babadan kaçırılan bebeğin Girit Adası’nda Ida ya da Dikta adı verilen mağara ya da dağda büyütüldüğü anlatılır. Burada keçi Amaltheia’nın26 sütüyle beslendiği, Nymphelerin kendisini yetiştirdiği ileri sürülür.27 Çoğu kez Zeus farklı lehçeler altında Zan, Dan, Dios olarak geçer. Girit’te ana tanrıça kültü vardır ancak inanışlarına göre ana tanrıçanın yılda bir kez (baharın başlangıcında) döllenmek için bir erile ihtiyacı vardır. Bu eril, ana tanrıçayı dölledikten sonra hiç bir işlevi kalmamıştır ve ölür. Bu eril bir boğadır ve ikinci planda kalan gök tanrıdır. Zeus kültü buradan kökleniyor olabilir. (Zeus’a en çok boğa kurban edilir ona sunulan diğer kurbanlar: keçi, malya (dişi koyun, özellikle Ion kentlerinde), nadiren domuzdur.) Zeus’un en eski kült merkezi Hellenistan’da Dodona’dır. Erken dönemlerde burada bir ağaç kültünün olduğu ve tanrının simgesi olan bu ağacın meşe olduğu antik yazarlardan bilinmektedir. Philemon Mythosu: Tanrının meşe ağacıyla ilgili bir mythosudur. Buna göre, Zeus bir gün insanları sınamak ister. Bunun için fakir bir dilenci kılığında yalnız ya da oğlu Hermes ile birlikte(Hermes haberci kimliğinden dolayı yeryüzüne çok gider gelir ve Zeus da onu kılavuz olarak alır yanına) bir yere gelir (Phrygia, Dodona...) ve aç olduklarını, barınmak istediklerini söyler ancak yörenin tüm insanları tarafından reddedilirler. Sonuçta bu yerleşim merkezinin dışında fakir bir eve, Philemon ile karısı Baukis’in evine konuk edilirler. Bu fakir ailenin konukseverliğinden çok duygulanan Zeus, kimliğini açıklar, yanlarına istedikleri eşyayı alıp, arkalarına bakmadan, evlerini terk etmelerini önerir, ayrıca gidecekleri karşı tepede kendi adına bir tapınak kurmalarını ister. Tepeye çıkan karı koca geriye baktıklarında tüm yerleşim yerinin sular altında kaldığını görürler. O yörenin halkına kızan Zeus, bütün yöreye seli getirmiştir. Aslında bu mythosun kökeni Mezopotamya kültürlerindeki tufan mythosuna dayanmaktadır. Mezopotamya kültürlerinde Sümerle başlayan tufan mythosu, daha sonra Babil ve eski Asur döneminde de değişik versiyonlarla sürekli yer almıştır. (Bu sel, bölgeye bağlı hemen her dinde vardır Ör: Nuh Tufanı. Bu sel/fırtına mythosları Mezopotamya’da ortaya çıkmıştır çünkü sık ve belirsiz bir şekilde olan Fırat ve Dicle’nin taşmalarını o zamanın insanları tanrının bir mesajı olarak görürlerdi) Mythosun devamında ise tapınağı kuran karı koca buranın rahip ve rahibesi olur ve tanrıdan son istekleri olarak ölümsüz kılınabilmeyi, ağaç olmayı dilerler. Tanrı Philemon’u meşe, karısı Baukis’i de ıhlamur ağacına çevirir. Zeus’un isimlerinden biri de Alastor’dur. Bu isim Hristiyanlıkta ortaçağ ile birlikte Şeytan’ın isimlerinden biri haline sokulmuş bir addır. İsim Hellence olup anlamı "intikam alan"dır. İntikamla ilişkili bu isim ona, babası Kronos ile olan ilişkisinden ve onunla girdiği mücadele sonrası aldığı 26

N. H. Sinanoğlu: Amaltheia bir geyik türüdür. /A. Erhat: Zeus’u yetiştiren bir Nymphenin adı, Zeus’u bir keçinin sütüyle beslemiştir. Bu keçi Helios’tan doğma korkunç bir yaratıktır. 27 N.H.Sinanoğlu: Rhea’nın papazları Kuretalar, Zeus’u eğitmekle görevliydiler ayrıca Zeus, ağladığı zaman Kronos duymasın diye kalkanlarını birbirine çarptırıp korkunç bir gürültü koparırlardı.

38


intikamdan esinlenilerek verilmiştir. Hristiyanlıkta şeytanla ilişkilendirilmesinin sebebi ise tamamen ortaçağ Hristiyan felsefesinin özellikle Roma ve Hellen mithos’larını karalama ve unutturma propagandasına dayanır. Tıpkı tanrı Poseidon'un asası Trident'in şeytanın asasına dönüştürülmesi gibi. Orta Çağ propagandalarından beslenen gelenek sebebiyle bugün de hiç alakası olmamasına rağmen popüler kültürde ve dini metinlerde şeytan olarak anılmaktadır. Iupiter (Iuppiter) Eski Romalılar ilk önce Predeist28 bir çağ yaşamışlar ve bu çağda hiç bir tanrıya tapmamışlardır. Buna rağmen iyilik ve kötülük anlayışına sahip olup, büyü ile uğraşırlardı. Zamanla inançlarında ölümsüzler Lar'lar ile Penat'lar ortaya çıkmış olduğu bilinir. Keza her Roma ailesinin bir Lar'ı, birkaç tane de Penat'ı vardı; bu Tanrılar, yalnız o ailenin olur, kendilerine tapınaklarda tapınılamazdı. Bütün şehri koruyan Larlar ile Penatlar da bulunurdu. Bunlarla beraber Vesta da ev (ocak) tanrıçasıydı. Birbirine karşıt iki yüz biçiminde betimlenen Janus her başlangıcın tanrısı kabul edilirdi. Her zanaat dalının kendi tanrısı ya da tanrıçası vardı. Roma’da soyut kavramlar bile tanrılaştırılıyordu. Örneğin Pax barışın, Salus sağlığın, Pudicitia utanç ve iffetin, Fides sadakatin, Voluptas zevkin ve Virtus cesaretin tanrısıydı. Roma’daki toplumsal ve özel yaşamdaki her şeye tanrıların isteklerinin yön verdiği düşünülüyordu. Bu nedenle herhangi bir durumda istenilen sonuca ulaşmak için uygun tanrının ayinlerle, kurbanlarla ve bayramlarla hoşnut edilmesi gerekiyordu. Yıldırımlar tutan ışığın babası Iupiter, farklı kültür ve uygarlıkların söylencelerinde çeşitli adlar ve misyonlarla karşımıza çıkar: Zeus, Mitra, Iupiter, Ahura Mazda, Amon, Ülgen, Marduk, Brihaspati, Tinia, Thor ve diğerleri. Bununla beraber Iupiter’in yanında Hintlilerin “Dyaus’u”, Hellenlerin “Zeus’u”, Germanların “Tyr-zios’u” Etrüsklerin “Tin’i” Gök Tanrı’nın tarih içinde gelişmiş biçimleridir. Adlarıyla da bu ikili kökleri belirtirler: Işık(gün), kutsal, parlayan gün. İÖ 2. yüzyılda artan savaşlar, Hellen topraklarının ele geçirilmesi ile birlikte tanrı inancı Roma'ya da gelmiş, Böylece Hellenlerin Olimpos Tanrılarını Romalılar da kabul etmiştir. Yalnız adlarında ve niteliklerinde kendilerince kısmi olarak yorum getirmişlerdir. Iupiter (Zeus), Neptunus (Poseidon), Vesta (Hestia), Iuno (Hera), Mars (Ares), Vulcanus (Hephaistos), Minerva (Athena), Venus (Aphrodite), Mercurius (Hermes), Diana (Artemis); Hades'e Pluton, Dionysos'a Bakkhos demişler, Apollon adını değiştirmemiş olduğu gibi kullanmışlardır. Iupiter ise Roma pantheonunun baş tanrısıdır. Bu sebeple Optimus Maximus yani ''En Yüce, En Büyük'' olarak anılır. Bu tanrı Roma mitolojisinde kanun ve toplumsal düzenden sorumludur. Romalılarda dönem içinde kökleşmiş ataerkil yapı olduğu için Iupiter baba figürüdür. Hıristiyanlığı da etkileyen bir düşünce olarak iddia edilir. En eski sıfatlarından biri Lucetius’tur. (Işık Getiren) Sonraki metinlerde, “sub love” (açık göğün altında) gibi deyimlerle aynı düşünce korundu. Kuraklık dönemlerinde Iuppiter, Elicius adıyla yağmur yağdırması için onu yatıştırmak üzere özel bir dinsel tören düzenlenirdi. Iupiter Fulgur adıyla da (şimşek ve gök gürültüsü tanrısı) Campus Martius’ta bir sunağı vardı. Yıldırım düşen her yer onun mülkü sayılır ve dairesel bir duvarla saygısızlığa karşı korunurdu. Düşmanları durduran tanrı “Iupiter Staor” diye de anılır. Bütün İtalya’da Iupiter’e dağ doruklarında tapınılırdı. Örneğin Roma’nın güneyindeki Alban Tepelerinde ona Iupiter Latiaris adıyla tapınılan eski bir merkez vardı; burası başlangıçta Romanın da üye olduğu 30 kentlik Latin Birliği’nin merkeziydi. En eski Jüpiter Tapınağı ise Roma’da Capitolino Tepesindeydi. Zeus ve Iupiter kültlerinin ortak öğesi olan meşe ağacı burada kutsal sayılıyordu. Ayrıca Roma devleti adına resmen savaş ilan eden ya da antlaşmalar yapan Roma rahiplerinin (fetiales) yıldırım simgesi olarak kullandığı lapides silices (taş balta) burada korunuyordu. 28

Pre-deizm = pre: önceki + deizm: tanrı inancı / Tanrı inancından önceki dönemi niteler.

39


Iupiter, yalnızca insan soyunun koruyucu yüce tanrısı değildi; aynı zamanda belirgin bir ahlak kavramını da somutlaştırıyordu. Özellikle ant, antlaşma ve ittifak gibi bağıtlarla ilişkilendirilmişti; evlenme töreninin en eski ve kutsal biçimi olan “confarreatio”, Iupiter rahibinin huzurunda yapılırdı. Yukarıda değindiğimiz Dius Fidius ve Fides (Latince fides: “güven”, “sadakat”) gibi soyut kavramlardan türetilmiş tanrılar, başlangıçta büyük olasılıkla Iupiter’le özdeşti, en azından onunla bağlantılıydı. Iupiter’le vicdan, yükümlülük duygusu ve dürüst davranış arasındaki bu ilişki bütün Roma tarihi boyunca hiçbir zaman tümüyle kaybolmadı. Vergilius’un Aeneis’inde Iupiter, kahramanın tanrılara, devlete ve aileye karşı ödev (pietas) yolundan ayrılmamasını sağlayan koruyucu yüce tanrı konumunu sürdürüyordu. Monarşinin son döneminde Capitolino’da (temelleri bugün de yerinde durmaktadır.) ünlü tapınağın yapımıyla Iupiter’in bu yönü yeni bir güç ve anlam kazandı. Tapınak, Iuppiter Optimus Maximus’a (İyilerin İyisi ve Uluların Ulusu Iupiter) adanmıştı. Iupiter’in bu tapınakta Iuno ve Minerva ile bir araya getirilmesi Hellen-Etrüsk kökenli bir uygulamaydı; çünkü üç tanrının bir tapmakta buluşması Hellenistan ve Etruria’da yaygın olmakla birlikte Roma dinine yabancıydı. Iupiter’in adak şenliği, eskiden konsüller ve Senato ile öbür yüksek görevlilerin ve rahiplerin göreve başladığı 13 Eylül’de düzenlenirdi. Yeni konsüller, önceki konsüllerin içtiği andı yerine getirmek üzere büyük tanrıya onun en gözde kurbanı olan bir beyaz boğa sunarlar ve geçen yıl süresince devleti koruduğu için şükranlarını bildirdikten sonra öncelleriyle aynı andı içerlerdi. Bunu Iupiter şenliği (epulum Iovis) izlerdi. Sonraları 13 Eylül büyük Roma Oyunları’nın (Ludi Romani) en önemli noktasını oluşturdu. Zafer kazanan bir ordu yurda döndüğünde zafer yürüyüşünü Capitolino’daki tapmakta yapardı. Cumhuriyet dönemi boyunca Iupiter başlıca Roma kültü olmayı sürdürdü. Bir bakıma Iupiter’e rakip yeni kültler (Apollo Palatinus ve Mars Ultor) başlatmış olmasına karşın İmparator Augustus, Iuppiter Optimus Maximus’un üstün konumuna dokunmayacak kadar akıllı davrandı. Iupiter, özgür cumhuriyetin koruyucu tanrısı olduğu gibi, devleti temsil eden imparatorun da koruyucu tanrısı durumuna geldi. Kültü tüm imparatorluğa yayıldı. İlginçtir ki, Roma mitolojisinin baş tanrısı Iupiter’in günü perşembedir ve Perşembe anlamındaki Thursday sözü de Thor’s Day “Yıldırım tanrısının günü” anlamına gelmektedir. Yeminlerin bekçisi Zeus’un mitolojideki simgeleriyle ortak olan simgelerine baktığımızda meşe ağacı, şimşek, boğa, kartal karşımıza çıkar. Hellen ve Roma mitolojilerinde olduğu gibi daha birçok kültürde kartalın önemi büyüktür. Özellikle çift başlı kartal sembolünü eski Türk medeniyetlerinde, Bizans İmparatorluğu’nda ve daha birçok kültürde görmek mümkündür. Kartal bir sembol olarak Hristiyanlık içine de girmiştir. Bazı kaynaklara göre kartalın uçuşu İsa’nın dirilişini ve göğe yükselişini simgeler. Sembolleri incelediğimizde ise hemen bütün kültürlerde bu sembollere atfedilen bir kutsallıkla karşılaşırız. Mezopotamya'da Iupiter gezegeni, Neberu adı ile anılır ve tanrı Marduk ile bağlantılıdır. Iupiter’in kendisi, Babil’in en büyük tanrısı ve Eski Sümer Tanrısı Enlil'e denk kabul edilmektedir. Asurlularda Aşur'a eşittir. Mısır tanrısı Amon ile de eş tutulmuştur. Türk kozmogonisinde ise Ülgen’i Iupiter ile özdeşleştirebiliriz. Bu tanrılardan sonra da Rab adı ile bahis olunur ve bu unvan Kitab-ı Mukades'e Baal veya Bel diye geçmektedir. Odin Avrupanın kuzeyinde yaşayan İskandinav toplumunun mitolojisine göre tanrılar insanlardan farklı bir dünyada yaşarlar ve insanoğlunun hayatlarını kontrol ederler. İskandinav tanrıları Hellen ve dolayısıyla Roma tanrılarından farklı olarak ölümlülerdir. Ayrıca İskandinav toplumunun yaşayış biçiminden dolayı İskandinav tanrılarının çoğunluğunun savaş tanrılığı görevi vardır. Hellen 40


mitolojisinde daha keskin bir şekilde ayrılmış gibi görünen tanrılık görevleri İskandinav mitolojisinde biraz daha karışmış gibidir. Odin, İskandinav mitolojisinde en büyük tanrıdır. Bor’un oğlu ve Burt'un torunudur. Odin, Alfa (All-father) olarak kabul edilir, yani kendisinden sonraki tüm kuşakların babası, tanrıların tanrısıdır. Simgeleri, hiç hedefini ıskalamayan mızrağı Gungnir, her dokuzuncu gecede yeni sekiz yüzüğü ortaya çıkran yüzüğü Draupnir ve sekiz ayaklı atı Sleipnir'dir. Sleipnir suda ve karada gidebilir ayrıca iki kuzgunu vardır. Bu kuzgunlar ona dünyadan haberler getirir. Kuzgunlardan birinin adı Huginn (düşünce) ve diğerinin adı Muninn'dir (hafıza). Ayrıca yanında Freki ve Geri adında iki tane kurt eşlik eder. Odin’den başka Woden ve Wotan isimleriyle de bilinir. Adı “tahrik”, “hiddet” ve “şiir” anlamına gelmektedir. Savaş ve bilgelik tanrısıdır. Ayrıca büyü, zafer ve av tanrısı olarak bilinir. Güneş ve Kelt haçı ile sembolize edilir. Tanrıların babası; ışıldayan şehir Asgard’dan yeryüzünü ve cenneti yönetir. Onun emrindeki bakire kadın kahramanlar olarak tanımlanan Valkyrier, savaşlarda ölen kahramanların ruhlarını Valhalla’ya taşırlar. Odin, savaşta ölen savaşçıların geldikleri yer olan Valhalla’yı yönetir. Tahtından dokuz diyarda olan tüm olayları gözler, yeryüzüne ve gökyüzüne hâkimdir. İngilizcedeki çarşamba günü “Wednesday”, Woden’s day (Odin’in günü) isminden gelir. Odin, tüm öncü kahramanlar gibi sıradan insanların algılayamadığı görevler uğruna tek başına seyahat eder. Geçmişte olanları ve gelecekte olanları bildiği söylenir. Tüm insanların kaderi ona bağlıdır, yaşayan en bilge canlıdır. Kuzey mitolojisinin Zeus’u denilebilecek bir tanrıdır. Nitekim Zeus’la olan benzerlikleri dikkat çekicidir. Odin istediği zaman yırtıcı ve avcı bir kuş olan kartala dönüşebilir. Hellen mitolojisinde gökyüzünün hâkimi Zeus da çeşitli efsanelerde şekil değiştirmiştir ve bahsettiğimiz gibi kartal Zeus'un kutsal hayvanıdır. Odin'in, güneş gibi parlayan tek bir gözü vardır. Odin’in bilgiye açlığı o kadar derindir ki onun derinliklerine dalmak için değil tek gözünü kendini dahi feda etmeye bile hazırlanmıştır. Gözünün diğerini Mimir'in kuyusundan (Bilgelik Kuyusu) su içmek için feda etmiş ama karşılığında sonsuz bilgi elde etmiştir. Tek gözünün karşılığında “sonsuz bilgeliğinden” bir yudum alır ve gözünü kuyuya atar. Kendisini, dokuz gün boyunca kozmik ağaç Yggdrasil'e asarak bilgelik kazanır. Bu bir tür gönüllü ölümdür ve ardından sihir aracılığıyla yeniden hayata döner. Bu imgenin Hristiyanlıktaki çarmıha gerilmeyle benzerliği dikkat çekicidir. Tek gözlü dev, bu olay sonrasında "Görkemli Ölüm"ü de yönetir. German mitolojisinin baş tanrısı Odin’in, Vikingler arasındaki şöhreti özellikle sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda artmıştır. Denizci savaşçılar, “Öldürülenlerin Babası” Odin’in savaşmayı sevmesini sevmişlerdir. Hatta Danimarka Kralı Harald’a, Odin’in taktik verdiği ve o yüzden efsanevi zaferler kazandığına inanılır. Ancak son savaşında Odin, kralın arabacısının yerini alarak onu ölümüne götürmüştür. Onun adıyla coşan savaşçılar adeta çıldırmışçasına, kalkanlarının kenarlarını ısırarak ve zırhsız şekilde savaşın göbeğine dalarlardı. Odin’in ismi “öfke” ve “çılgınlık” anlamları taşımakta, her an bir kavganın fitilini ateşlemeye hazır olduğunu sembolize etmektedir. Kendisine talihin oyunları sorulduğunda Odin, genellikle “Gri kurt tanrıların saraylarını gözler” cevabını verir. Tanrıların belirlediği kıyamet günü olan Ragnarok'ta ordusuna katmak için savaşlarda ölen kahramanlan belirttiğimiz gibi Valhalla’da toplamaktadır. Birbirine tezat oluşturan olumlu ve olumsuz özellikleri, Hint mitolojisinin hem yok edici hem kurtarıcı tanrısı Şiva ile büyük benzerlik gösterir. Aynı zamanda Valkyrie'lerin de Hint Mitolojisinde şehitlere eşlik eden Kutsal 41


Bakirelere benzediğini hatırlatmakta da yarar var. Savaş kahramanların ruhunu Asgard’da kurduğu Valhalla cennetine getiren Odin, Kuzeyli savaşçıları savaşmaya motive eden en büyük güçtür. Odin'in, tek başına savaşanları korkmayacak ve acı hissetmeyeceği şekilde çılgınca bir ruh haline sokabileceğine inanılırdı. Üstelik German mitolojisinin döngüsüne göre, evrenin başlangıçta, donmuş dev Ymir’in, Odin’le kardeşleri Vili ve Ve tarafından dilimlenen bedeninden akan kan dalgalarından oluşması gibi bitiş sahnesinin de tanrıların kendi kanlarını akıtmaya yazgılı oldukları bir savaş meydanında olması gerekmektedir. Bu da kuşkusuz cesaret verici bir başka etkendir. Hristiyanlıkla olan bir benzerlik de Odin ile Frigga'nın oğulları olup, ay kraliçesi Nanna'nın da eşi olan Balder’ın hikâyesidir. Işık ve güzellik tanrısı olan Balder bir ziyafet verir. Bu ziyafete 12 kişi davetliyken, yalanların ve hilelerin tanrısı Loki, davetli olmadığı halde, zorla 13. kişi olarak katılmak ister. Ancak bu arada çıkan tartışmada Loki, diğer tanrılar tarafından da çok sevilen Balder'i öldürür. Bu mitolojik hikâye ve inanış İskandinavya'dan Avrupa'nın güneyine kadar yayılır. Hristiyan din adamları bu halk masalını kullanırlar ve İsa'nın son yemeğine uygularlar. Hristiyan versiyonda Balder'in yerini İsa, Loki'nin yerini de hain Iudas alır. Bu yemekten sonra 24 saat içinde de İsa çarmıha gerilerek öldürülür. Bu nedenle Hristiyanlarda akşam yemeğinde 13 kişi bir araya gelirse bunlardan birinin başına bir felaket geleceğine inanılır. Tanrıların ise kıyamet günü olan Ragnarok, Odin’in oğlu Balder’in ölümü ve ateş tannsı Loki’de kötülüğün büyümesine göz yumduklarının fark etmeleri ile başlar. Odin’in yaklaşan felaketi önlemek için yapabileceği hiçbir şey yoktur. Tek tesellisi yeni bir çağda, denizden yükselecek olan yeni bir kara parçasında kendisinin yerine, hayata dönecek olan oğlu Balder’e ibadet edileceğini biliyor olmasıdır. Ki bu kayadan doğma miti de Mitra ve sonrasındaki Mithras inancında kendisini göstermektedir. İskandinavya Mitolojisi’nde tüm tanrıların en kudretlisi, zaferin ve bilgeliğin tanrısı Odin’in ve Frigga’nın en büyük oğlu, şimşeğin tanrısı Thor’dur. Thor (Donnar) Odin’den sonra gelen en önemli tanrı olarak kabul edilir. İki sihirli nesneye sahiptir. Bu nesnelerden biri Mjöllnir’dir. Mjöllnir, adının anlamı “parçalayıcı” olan kocaman bir çekiçtir. Fırtınaları çekici ile kontrol eder, yağmurları onunla yağdırır. Onun güçlü olmasını sağlayan bir diğer sihirli nesne de altın bir kemerdir. Bu kemeri takar takmaz gücü katlanır. Thor’un iki tane de keçisi vardır. Bu keçilerin çektiği arabası yerde de gökte de gidebilir. Çekici ile evlilikleri ve nesneleri de kutsayabilir. Gök gürültüsünü, şimşekleri ve fırtınaları yönetmesi Zeus'un özelliklerini andırmaktadır. Günümüzde Paganizmin Yeri İÖ 538 sıralarında Siddharta Gautama isimli genç bir adam Benares'in 100 mil kadar kuzeyinde Kapilavaştu'daki şahane evini, karısını ve oğlunu terk edip dilenci keşişliğe başladı. Etrafındaki ıstırabın boyutları karşısında dehşete düşmüş bir halde, çevresindeki her şeyde gördüğü varoluş(un) ıstırabını sona erdirecek gizi keşfetmek istedi. Altı yıl boyunca değişik Hindu gurularının kapılarında dolaştı, kendine korkunç işkenceler yaptı, ama bir sonuca ulaşamadı. Bilgelerin öğretileri onu etkilemedi; çektiği acılar onu daha da umutsuzluğa itti. Bu yöntemleri tamamen terk edip vecd haline geçtiği bir gece aydınlanmaya ulaştı. Artık ıstıraptan kurtulmak ve nirvanaya, acının sonuna ulaşmak için yeni bir umut doğmuştu. Gautama, Buda yani Aydınlanmış Kişi oldu. Şu bir gerçek ki, Pagan kültürü insanoğlu için hala daha etkisini sürdürmektedir. Bu etki sadece paganların günümüzdeki varlığından ibaret olmayıp; semavi dinlerdeki geleneklerden, kültürel öğelere, bilime, sanata hemen her alanın içerisine nüfuz etmiştir. Eski İsraillilerin pagan geleneklerini terk etmeleri ve tek tanrıcılığı kabul etmeleri yedi yüzyıl sürmüştür. Kilise motiflerinde de karşımıza

42


çıkan, Yahudiliğin sembolü Davud Yıldızı’nın (heksagram)29, pagan inançlarında da var olduğu iddiası bilinmektedir. Nitekim zerdüştlükte önemli bir sembol olmasının yanı sıra modern Kabala inancında da kullanılmıştır. Aynı şekilde yine Yahudilikte ve Hristiyanlıkta etkili yer tutan Lilith’in orijini teoriye göre İÖ 3500 tarihli Sümer – Babil inancında yer alan Lamaştu adlı bir demonesteye kadar gidiyor. Yine Sümer mitolojisinde çıkan Lillake30, Lil31 ile Lulu32, Lalu33, Limnu34 kelimeleri bize Lilith’in kökeni hakkında ipucu sağlıyan unsurlar. Hellen mitolojisinde ise Lilith’in ilk emanasyonlarından(görünüm) sayılabilecek varlıklar Ekhidna ve Lamia’dır. Katolik ve Ortodoks Hristiyanlığının önemli unsurları Azizlerdir. Yaşamı ve imanı örnek alınacak ya da yardımına sığınılacak din büyükleri olan Azizlerin birçok durumda Pagan tanrıların yerlerini alarak halkın yeni dine kolay intibak etmesini sağlanmıştır. Bu sebeple Azizler geçekte eski Pagan Kahramanlarının tekrar hayat bulması şeklinde kabul görebilir. Nitekim Hellen kahramanları aynı Aziz’ler gibi saygı gören, öldükten sonra kutsallık mertebesine yükseltilen ve mezarları Hac görevi için popüler ziyaretgâh haline getirilen yerlerdi. Ayrıca Aziz Vlas (ya da Batıda kullanılan şekliyle Blaise) için bazı isim benzerlikleri kurulabilir: Mesela Volos, Slavların pagan güneş tanrısıdır Belenos, Galyalıların Apollon'udur Bleiz Keltçede kurt anlamına gelir. Öte yandan bu benzerliği ve hatta Teslis (Trinity) inancının, Güneş, Dionysos ve Mitra kültünün Hristiyanlık üzerine etkisi hakkındaki tartışmaları bir yana bıraksak dahi, paganlık kültürünün bu dinin gelenekleri veya kendisi üzerindeki tesirinden hâlâ daha söz edilebiliriz. AnaBritannica’da şunları okuyoruz: “Helenistik ve Roma dönemlerinde Güneş Tanrısı Helios ve Roma imparatorları ışınlardan oluşmuş bir taçla betimlenirdi. Putperest kökeni nedeniyle erken Hristiyan sanatında bu biçim kullanılmadı, ama gene de Hristiyan imparatorları resmi portreleri için yalın bir yuvarlak haleyi benimsediler. 4. yüzyılın ortalarında Hz. İsa . . . . figüründe de hale kullanılmaya başladı. . . . . Halenin Meryem Ana ile öteki azizlerin geleneksel simgesi haline gelmesi 6. yüzyılı buldu”35. Samhain Festivali kökleri Keltlere uzanan ve her 31 Ekim’de kutlanan eski bir pagan festivalidir. Kelimenin kökeni Eski İrlandaca sam (yaz) ve fuin (son) sözcüklerine dayanır. Dolayısıyla festivali yazın sonu ve kışın başlangıcı olarak kabul ediyorlar, dahası bu günde ayrıca ölülerin ruhlarının geçmişte yaş adıkları evleri ziyaret ettiğine inanıyorlardı. Bunun için de tepelerin üzerinde, evlerdeki ocakları tutuşturmak ve aynı zamanda kötü ruhları uzak tutmak için büyük ateşler yakılıyordu. İnsanlar, ortalıkta dolaştığına inandıkları ruhlara tanınmamak için maskeler takıyor, kostümler giyiyorlardı. Romalılar İ.S 1. yüzyılda Kelt topraklarını fethettiklerinde, kendi ölüm festivalleri Feralia ve hasat festivalleri Pomona'yı Samhain ile birleştirdiler.36 İ.S. 8.yüzyıl’da Hristiyan kilisesi, bu Pagan bayramını Hristiyanlığa uyarlamak istedi. Pope Gregory the III; Pope Boniface the IV’ün (İS 7. yüzyıl), paragrafımızın başında bahsettiğimiz azizleri ve şehitleri anmak için All Saints Day(Tüm Azizler Günü) olarak ilan ettiği 13 Mayıs'ı, yine azizleri anmak maksadı ile All Saints Day veya All Hallows37 olarak belirlemiş ve kutlama tarihini 1 Kasım’a almıştır. Bunun gerekçesi belki bir uyarlama, belki de paganizme yönelik meydan okuyuştur. Fakat her ne şekilde olursa olsun, bayramın bir gece öncesi olan 31 Ekim, All Hallows Eve (Azizler Günü'nün arifesi) olarak adlandırıldı ve sonra bu isim zamanla Halloween'e(holy evening / kutsal akşam) dönüştü. Ortaçağ İngiltere'sinde 2 Kasım All Souls Day (Tüm Ruhların Günü) olarak kutlandı. 29

Bu sembolün Yahudilikteki kullanımına dair en eski arkeolojik kanıt Joshua Ben Asayahu'ya maledilen Sidon adındaki Lübnan'da bulunmuş İ.Ö. 7. yüzyıl'a ait kitabedir. 30 Noah Kramer’in Inanna’ya yönelik telaffuzu 31 Yakıcı fırtına ve rüzgarların tanrıçası 32 Şehvet 33 Lüks ve rahatlık 34 Kötülük 35 2000, Cilt 10, s. 294 36 Halloween." Encyclopædia Britannica Ultimate Reference Suite. Chicago: Encyclopædia Britannica, 2012. 37 Saint ve Hallow anlam olarak aynı kapıya çıkar: Aziz, kutsanan.

43


Bugün, doğu Avrupa ülkeleri daha çok All Saints Day'i kutlarken, batı Avrupa ülkeleri bu bayramı Halloween olarak Amerikan tarzında kutlamaktadırlar. İrlanda'da ise hala Pagan inanışına uygun olarak, geleneksel şenlik ateşi yakılmaktadır. Gelin diğer bir bayram olan ve literatürümüze “Sevgililer Günü” olarak geçen Valentine’s Day’in hikâyesini yazar Elvin Azar’dan dinleyelim: “Hristiyanlığın boynuzlu, keçi bacaklı şeytan figürünün çıkış noktası Keltlerin Cernunnos'u ve Yunanlıların Pan'ı gibi eski dinin verimlilik ilahlarıdır ve bu tanrılar kötülük değil, bereket ve bolluk tanrılarıdır: İnsanlar İlk Çağda, özellikle anaerkil Anadolu'da, bu bereket tanrılarına doğanın ortasında içip eğlenerek şölenlerle taparlardı! Sonunda Hristiyanlık doğdu, eski masum verimlilik ilahlarına şeytan dedi, engizisyonu kurdu, insanları kurtarmak adına benzeri ancak Hitler döneminde görülecek inanılmaz yöntemlerle milyonlarca kişiyi öldürdü, dini yaymak için seferler düzenletti, savaşlar açtırdı... daha da çok insanın yitip gitmesine neden oldu. Oysa eski bereket ve doğa tanrılarının ayinlerinin hep şölen ortamında, kadın erkek eşitliğinde, hatta kadın önderliğinde, neşe ve eğilence içinde geçtiği biliniyor. Örneğin, Şeytanın çıkış noktası olan keçi bacaklı, seks düşkünü kır tanrıları olan faunların başları Faunus adlı bir tanrıydı ve ona kimi zaman da Lupercus denirdi. Lupercus'un en kutsal bayramı ise 15 Şubattı! Lupercalia günü şölenler verilir, içki su gibi akar, isteyen cinselliği yaşardı doğanın bağrında. İS 495’de papa Gelasius bu pagan festivali yasakladı... ama bütünüyle yok edemeyeceğini düşünerek yerine kendi görüşüne uygun bir kutlama koymaya karar verdi. Ama eski pagan tanrısı Lupercus yerine, geçecek bir aziz bulmalıydı. Sonunda piskopos Valentine bu göreve seçildi; çünkü imparator Claudius tarafından gençleri evlendirdiği için kafası kesilmişti. Bu davranışı tarihe “âşıkları evlendirirdi” şeklinde yüce bir davranış olarak yazılsa da, aslında Valentin, serbest aşk ile sevişenleri engellemek ve tek eşliliği yaymak için insanları evlendiriyordu! Bilindiği gibi Hristiyanlıkta boşanma yoktu! Ama Lupercalia insanoğlunun yüreğinde öyle yer etmişti ki, Hristiyanlığın yayılmasına dek sürdü. İS 494 yılında papa 15 Şubat’ı “Bakire Meryem’in Arınması” bayramına çevirdi!” Papa Gelasius belki pagan festival ve onun seks yüklü kutlamalarını unutturdu ama, istediği sonucu hiç elde edemedi; çünkü insanlar Valentine’in yolundan gidip o günü "evlenmenin kutsal günü" olarak değil, âşıkların günü olarak kutlamaya başladılar. Kurallar doğal içgüdüleri ne zaman yenebilmiş ki?” Elvin Azar’ın da kastettiği üzere paganizm doğal içgüdüleri sınırlayan değil; bilakis onları teşvik eden bir yapıya sahipti. İnsanın en önemli görevlerinden biri üremektir. Hristiyanlık ve Museviliğin baskılarına ters olarak Paganizm kişiyi cinselliğe teşvik eder. Pagan inanışına göre kişi yaklaşık 16 yaşından sonra cinsel ilişkiye girebilecek düzeydedir ve girmelidir. Paganizmin en ilginç konularından biri ise, erkek eşcinselliğine çok sıcak bakılmamasına rağmen, kadın eşcinselliği yani lezbiyenliğin Paganizm’de tamamen doğal olmasıdır(hatta bazı Pagan inanışlarında kutsaldır). Bunun nedeni ise, tanrıçanın dişi olarak görülmesi ve erkek yerine bir dişiye hayran olmanın daha onurlu bir davranış olmasıdır. Hatta iki eşcinsel kadın ile bir adet erkekten oluşan üçlü cinsel ilişki yine aynı nedenle kabul görmektedir. Paganizm’de bulunan ilginç cinsel geleneklerden biri de ilişki sırasındaki sıvının kutsallığı üzerinedir. Öz paganizm, hiçbir şekilde koruyucuları, kondom ve türevlerini tasvip etmez. İlişkiye girildiğinde sıvı alış verişi olmalıdır. Bu yüzden cinsel ilişki gibi aynı zamanda öpüşme 44


ve eşlerden birinin vücudu ile diğer eşin oral teması da kutsal sayılmaktadır (Bu yüzden öz Paganizmde cinselliğin elementi aynı zamanda sudur.) Oral seksten, erkek eşcinselliğinin sempatisine ve lezbiyenlerin kutsal dokunuşlarına her şey mübah olduğu bir anlayış, kuşkusuz toplumsal normların anlamsızlığına karşı en umut verici meydan okuyuşlardan biri olarak kalıcılığını koruyacaktır. Paganizmin insanoğlu için etkisini sürdürdüğünden bahsetmiştik. Bilimde psikolojideki tragedya kahramanlarından (Oedipus / Elektra Kompleksi), uzay bilimindeki gezegenlere (Jüpiter, Mars, Neptun, Venus), oradan tıbba kadar(aşil tendonu) geniş bir yalpazedeki etki, kültür için de geçerlidir. Müzikte Pagan akımı mevcuttur. Edebiyatta ise John Ronald Reuel Tolkien’in Orta Dünyasıyla başlayan ve özellikle 70, 80, 90’ların kuşaklarında bilhassa role playing geleneği ile kalıcı etki bırakmış Weis & Hickman’ın Krynn, Ed Greenwood’un Faerun’u paganizm kültürüyle38 yoğrulmuştur. Saydıklarımızdan çok daha realist bir kurguya sahip George R. R. Martin’in Asoiaf evrenini dahi listeye ekleyebiliriz. Bir bilim kurgu klasiği olan Star Wars evreninin yaratımında ise, George Lucas’ın ünlü mythologist Joseph Campbell’dan yararlandığı bilinmektedir. Paganizm günümüzde üç kola: Paleo-Paganizm39: Mezo-Paganizm40, Neo-Paganizm41 ayrılmıştır. 1000 yılın ardından İzlanda’da kurulmaya başlanan ilk Pagan tapınağı, paganizmin devinimine dair en önemli kanıttır. Kaynakça 1. Marc Auge, Paganizmin Dehası, Dost yay. 2. Karen Armstrong, Tanrı’nın Tarihi 3. Meral Hakman, Bir Anadolu Tanrısı Olarak Zeus’un Tabiat İle İlişkisi Üzerine Bir Gözlem 4. Emine Gücek, Yıldızlarla Dünyayı Süsleyen Tanrılar: Ülgen, Jüpiter, Marduk * İ.Ü., Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü, Eski Yunan Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, 3. Sınıf Öğrencisi

38

Fantastik Kurgu Edebiyatının dayandığı mitolojik unsurlar ayrı ve geniş çaplı bir araştırmanın konusu olmasına rağmen, çok büyük oranda İskandinav(Cüce, Troll, Elf[Alfar] ve toplumsal yapı, İngiliz(Paladin – Şövalyelik) ve Hellen(Pegasus, Kentauros’lar) mitolojilerinin tesiri görüldüğü öne sürülebilir. Pantheon geleneği ise türe göre farklılık göstermektedir) 39 “Neopaganizm” teriminin karşıtı olan bir retronim, diğer kültürler tarafından müdaheleye maruz kalmamış pagan kültürlerini tanımlamakta kullanılmaktadır. Hinduizm, Şinto, göç öncesi Germen paganizmi, Kelt politeizmi, Yunan ve Roma dinleri 40 Monoteistik, dualistik veya teistik olmayan dünya görüşleri, inanç veya öğretilerden etkilenmiş olsa da dini uygulamalar açısından bağımsızlığını korumuş pagan kültürleri 41 Modern insanlar tarafından çoğunlukla doğa ile (insanlık ve yaşam arasında) yeniden sıkı bir bağ kurmak temelinden yola çıkan, doğal, Hristiyanlık öncesi veya diğer doğa temelli ruhani öğreti ve inançların yeniden canlandırılmaya çalışılması. Bu tanıma Slavianstvo, Neo-Druidism ve Vika (Wicca) dahildir.

45


46


Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Öğrenci Sempozyumu İlki 2013 Mayıs ayında, Akdeniz Üniversitesi Klasik Diller ve Anadolu Medeniyetleri Öğrenci Topluluğu ile İstanbul Üniversitesi Klasik Filoloji Topluluğu tarafından ortaklaşa düzenlenen Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Öğrenci Sempozyumu’nun ikincisi 2014 Mayıs ayından Kuyucu Murat Paşa Medresesi’nde; üçüncüsü ise 14-15 Mayıs tarihlerinde Ankara’da gerçekleştirildi. Sempozyumun dördüncüsünün ise Mayıs 2016’da Samsun’da yapılması kararlaştırıldı. 8-9 Mayıs 2014 tarihleri arasında gerçekleştirilen II. Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Öğrenci Sempozyumu’na İstanbul Üniversitesi Klasik Filoloji Topluluğu ev sahipliği yaptı. Sempozyum, öğrenciler tarafından 2010 yılında vefat eden Prof. Dr. Ali Dinçol, 2013 yılında vefat eden Prof. Dr. Filiz Öktem ve 2014 yılında hayatını kaybedeb Prof. Dr. Halet Çambel’in anısına ithaf edildi. Sempozyuma, Akdeniz, Ankara ve İstanbul Üniversitesi Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri bölüm öğrencilerinin yanı sıra, her üniversiteden bölüm hocaları ve hititoloji, latin dili, yunan dili, arkeoloji, felsefe gibi çeşitli bölüm öğrencileri de katılım gösterdi. Açılış konuşmasını yapan İstanbul Üniversitesi Latin Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bedia Demiriş, sempozyumun öğrenciler açısından oldukça güzel olduğunu belirterek, sempozyum kelimesinin eski yunanca “symposion- şölen” kelimesinden geldiğini, bunun da bilgi şöleni olduğunu vurguladı. Demiriş, İstanbul Üniversitesi Klasik Filoloji Topluluğu’nun etkinliği olarak programlarına geçen sempozyumun, aynı zamanda öğrencilere üniversite hayatlarında bilimsel bir çalışmanın nasıl yapılacağını uygulamalı olarak öğrenme fırsatı sunduğuna dikkat çekti. Demiriş, sempozyumun öğrencileri bilime teşvik etmeyi, eski çağ dillerini kültürlerini ve disiplinlerini tanıtmayı, üniversiteler arası disiplinleri ve öğrencileri birbirlerine yakınlaştırmayı amaçladığını ifade etti. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Çiğdem Menzilcioğlu ise öğrencilerin aktif olarak katılımıyla gerçekleşen sempozyumun, onların bilimsel alana attıkları ilk adım olduğunu ve bu açıdan da yapılan sunumların büyük önem taşıdığını söyledi. Sempozyum Hakkında Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Öğrenci Sempozyumu, öğrencileri bilime teşvik etmeyi, Eski Çağ dillerini kültürlerini ve disiplinlerini tanıtmayı, üniversiteler arası disiplinleri ve öğrencileri birbirlerine yakınlaştırmayı ve farklı disiplinleri hem zeminde buluşturmayı amaçlamaktadır. Bunu yaparken öncelikli olarak lisans öğrencilerinin katılımını hedeflemekle birlikte yüksek lisans ve doktora öğrencilerini de bir araya getirmektedir. Bu sempozyumun bir öğrenci geleneği olarak sürdürülmesi ve her yıl farklı üniversitelerde, tek bir disipline bağımlı kalmayarak Eski Çağ bilimleri dışındaki bilimleri de dahil ederek sürdürülmesi ve Eski Çağ’a dair her şeyin tanıtımını amaçlamaktadır. Bildirilerin konusu Eski Çağ’da kültürel etkileşim, Bizans, Roma, Yunan, ÖnAsya ve Mezopotamya tarihi, kültürü ve sanatı olup kısaca Eski Çağ’a dair her şeydir. 2016 yılında Samsun’da gerçekleştirilecek olan sempozyuma katılmak isteyen öğrencilerin, önerdikleri bildirinin başlık ve özetini bir word dosyası olarak, Şubat ayı sonuna kadar iuedkft@gmail.com adresine göndermeleri gerekmektedir. Bilimsel anlamda zengin, dolu dolu bir sempozyumda görüşmek dileğiyle!

47


Klasik Filoloji Topluluğu Hakkında Klasik Filoloji Topluluğu, öğrencilerin Eski Yunan - Roma dünyasına ve bu klasik kültürle ilişkisi çerçevesinde Akdeniz, Ön Asya ve Mezopotamya medeniyetlerine ilgilerini arttırmak amacıyla, hem hoş vakit geçirecekleri hem de bilgilerini pekiştirecekleri etkinlikler düzenleyen bir öğrenci topluluğudur. Topluluk, Eski Yunan Dili ve Edebiyatı ile Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı öğrencileri tarafından Prof. Dr. Bedia Demiriş’in danışmanlığında, 5 Temmuz 2012 tarihinde kurulmuştur. Topluluk Ne Gibi Faaliyetler Yapıyor? Öğrencilerin bildiriler sunduğu bir sempozyum; geçmişi keşfetmenin heyecanıyla İstanbul’un tarihi yerlerine ve antik Akdeniz haritasının farklı noktalarına geziler; antik dünya konulu film gösterimleri; Eski Yunan ve Roma’nın sosyal tarihini kısmen de olsa deneyimleyebilmek amacıyla o dönemlerin gündelik yaşantısına dair çeşitli ayrıntıların yeniden canlandırılması; (Romalıların oynadığı oyunların rekonstrüksiyonunu yapıp turnuvalar düzenlemek, yemek kültürü yazarı Apicius’un tariflerinden Eski Roma yemekleri hazırlamak gibi); Eski Yunan - Roma komedya ve tragedyalarının sahnelenmesi, antik kültür ve mitoloji esinli sergilerin gezilmesi; belli aralıklarla yayımlanan içerisinde öğrencilerin makale ve yazılarının bulunduğu bir basılı yayın. Bu etkinliklerin verimli olmasında disiplinler arası diyaloğun önemine inanıyor ve Arkeoloji, Tarih, Sanat Tarihi, Hititoloji, Felsefe ve Sosyoloji gibi ilgili diğer disiplinlerden daha fazla öğrencinin katılmasıyla topluluğumuzun daha da büyümesine umuyoruz. Nasıl Üye Olunur? Topluluğa üye olmak için gereken belge ve şartlar İstanbul Üniversitesi Sağlık Spor ve Kültür Daire Başkanlığı Öğrenci Kulüpleri Yönergesinde de belirtildiği gibi şunlardır: -

Klasik Filoloji Topluluğu’na tüm İstanbul Üniversitesi lisans ve lisansüstü öğrencileri üye olabilir. Topluluk üyesi olabilmek için, Yükseköğretim Kurumları Öğrenci Disiplin Yönetmeliği’ne göre yükseköğretim kurumundan uzaklaştırma veya çıkarma cezası almamış olmaları gerekir. Topluluk üyeliği istenilen belgelerin topluluk danışmanı (Prof. Dr. Bedia Demiriş, oda numarası: 350) ya da topluluk başkanına (Doğan Çabalar, 0536 483 40 33) teslim edilmesiyle gerçekleştirilir. Üyelik İçin İstenilen Belgeler

-

ÖKM Müdürlüğünce hazırlanan form (doldurulmuş ve imzalanmış olması gerekir). Disiplin durumunu gösteren öğrenci belgesi. 3 adet fotoğraf.

Not: Üyelik formu Prof. Dr. Bedia Demiriş’in 350 numaralı odasından veya topluluğun facebook sayfasındaki “dosyalar” bölümünden temin edilebilir.

48


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.