ANKARA ÜNİVERSİTESİ SİYASAL BİLGİLER FAKÜLTESİ YAYINLARI No: 502
I * BÖLÜMÜ, YABANCILAŞMA VE SOSYAL POLİTİKA
I
M I
P a r s
E s i ı ı
ANKARA ÜNİVERSİTESİ SİYASAL BİLGİLER FAKÜLTESİ YAYINLARI No: 502
İŞ B Ö L t i V t , Y A B M C I L A Ş M A VE SOSYAL POLİTİKA - K U R A M S A L
D o ç .
D r .
B İ R
Y A K L A Ş I M
P a r s
E s i n
S.B.F. Sosyal Politika Bölümü Sosyal Siyaset ve îş Hukuku Aııa Bilim Dalı Öğretim Üyesi
ANKARA-1982
-
A.Ü. S.B.F. BASIN VE YAYIN YÜKSEK OKULU BASIMEVİ, ANKARA-1982
Nesrin iรงin... P. E.
Ö N S Ö Z
Emek bir mal olma anlayışından çıkıp çağımızda insanın kişiliği ile bütünleşince ve insandan ayrılmazlığı genel denilebilecek —yeni liberaller dışında— bir kabule ulaşınca, iş bölümü, yabancılaşma ve sosyal politika gibi konular güncelliğe çıkmış ve değişik görüş, açıklama ve tartışmalara konu olmaya başlamışlardır. Kuşkusuz çağlarla birlikte üretim teknikleri değiştikçe insan yaşamında da yeni olgular, yeni töre ve gelenekler doğarak ve yeni çalışma koşulları uygulanarak eskisinden birçok bakımlardan farklı toplumlar ortaya çıkmıştır. Her yeni çağdan bir öncekinin kimi niteliklerinin özlemleri yaşanmış ve söylenmiş, muhafazakârlarla ilericiler ya da değişme yanlıları her alanda ve konuda zaman zaman derin görüş ve düşünce ayrılıklarına düşerek sentezler oluşturmuşlardır. Doç. Dr. Pars Esin'in İş Bölümü, Yabancılaşma ve Sosyal Politika adlı yapıtında güzel bir Türkçe ve berrak bir düşünce ile incelediği konular da çağımızı simgeleyen yeni tekniğin, makinenin, sanayileşmenin, işçi sınıfının ve anamalcı sınıfın oluşturduğu ve önümüze serdiği çok yanlı ve çok boyutlu konulardır. Adam Smith'in gözlem ve açıklamaları ile yeni çağın ekonomik düşüncesinde yerini bulan ve yeni üretim tekniğinin bir ü r ü n ü olan iş bölümü çeşitli yanları ile tartışılagelmektedir. Aşırı ve sadeliğe varan bir uzmanlaşmanın, insanı robotlaştırması ve mesleğine ilişkin düşünceden uzak kalmaya itmesi, götürmesi tartışılırken ekonomik bakımdan kişiye ve topluma sağlayabileceği yararlar da değerlendirmelerde ağır basmakta, daha çok refaha, daha çok serbest zamana olanak sağladığı için de benimsenerek savunulmaktadır. İnsanın önceki çağlarda daha mı mutlu olduğu, düşünmeye, dinlenmeye, sosyal yaşama, ailesine ve hobilerine daha mı çok zaman ayırabildiği tartışmaların bir yanını oluşturmaktadır. Aslında Adam Smith'in, işbölümü ülkenin refahını arttırır, düşüncesini paylaşarak bir değerlendirmeye gidildiğinde çok büyük bir yanılgıya düşüldüğünü söylemek belki m ü m k ü n değildir. O halde yabancılaşma bu refahın bir karşılığı mıdır? Doç. Dr. Pars Esin yapıtında Smith'in işbölümüne ilişkin düşüncelerini anlaşılırlığa ulaşmış bir biçimde ve can alıcı noktaları gün ışığına çıkararak ve konuyla ilgilenmiş olan öteki düşünürlerin
V
düşüncelerini de yer yer özetleyerek şu farklı sonuca varmakta güçlük çekmemiştir. Diyor ki Dr. Esin, "Toplumsal iş bölümü yani meslek ve işlerde uzmanlaşma, endüstrileşmiş ya da ekonomik bakımdan gelişmiş toplumlara özgü olmaktan çok karmaşık toplumların bir karakteristiğidir. Üstelik teknik iş bölümü de, yalnızca kapitalizme ya da modern endüstriye özgü değildir." Böylece yabancılaşma da yalnız iş bölümünün değil karmaşık toplumların bir karakteristiği olunca, onun, insan ve toplum üzerindeki olumsuz etkilerini dengelemek için sosyal politikalar da insan ve her toplum için gerekli ve geçerli olma niteliğine ulaşmaktadır. Böyle bir bağlantının doğal bir sonucu olarak Doç. Dr. Pars Esin iş bölümünden ve yabancılaşmadan geçerek sosyal politikaya uzanıyor. Sosyal politikanın ne olduğuna ne olmadığına ilişkin tutarlı açıklamalar yapıyor. Sosyal politikanın bir b ü t ü n tanımının yapılmasının zorluğunu ve sakıncalarını belirterek, onu, betimleme yolu ile anlatmanın daha sağlıklı olabileceği haklı düşüncesinden yola çıkıyor. Doç. Dr. Pars Esin "îş Bölümü, Yabancılaşma ve Sosyal Politika —Kuramsal Bir Yaklaşım—" adını taşıyan bu yapıtı ile ülkemizde üzerinde çok az durulmuş olan konuları, özellikle yabancılaşma gibi çok yanlı bir konuyu, titiz bir bilimselliğe sadık kalarak inceliyor ve karmaşık, çok boyutlu bir sorunun anlaşılmasına ve aydınlanmasına değerli bir katkıda bulunuyor. Yabancılaşma ile sosyal politika arasında kurduğu bağlantı ile yabancılaşmanın almaşığının sosyal politika içinde aranabileceği düşüncesine götürüyor ve bir sosyal politikacı ve haklı olarak, yabancılaşma olgusu ile en çok ve en yoğun bir düzeyde karşı karşıya bulunan çalışanların, işçilerin sosyal politikaya duydukları gereksinimin öneminin daha iyi anlaşılmasına yardımcı oluyor. Bir bakıma, işine, meslşğine ve topluma yabancılaşarak sosyal barış ile uyumsuzluk içine düşülmesinin engeli sosyal politikadır, demek istiyor. Bu nedenle, bir bütün olarak Doç. Dr. Pars Esin'in yapıtında, çağımızın toplumlarında sosyal politikaların, ekonomik politikaların ötesinde bir öneme ulaşmış oldukları da vurgulanmak istendiği için, yapıt moral yanı ile de değer kazanıyor. Prof. Dr. Cahit TALAŞ
VI
İ Ç İ N D E K İ L E R
GİRİŞ
.. ...
1
BİRİNCİ B Ö L Ü M İŞ BÖLÜMÜNDEN
YABANCILAŞMAYA
I. İŞ 1. 2. 3. 4.
BÖLÜMÜ ... Üretken Bir Güç Olarak İş Bölümü İş Bölümü İkilemi ... Ussal Bir Teknik Olarak İş Bölümü îş Bölümü ve Makine ...
II. İŞ 1. 2. 4.
BÖLÜMÜ VE İLK YABANCILAŞMA FORMÜLASYONU Ekonomi Politiğin Çelişkileri İnsanın Yabancılaşmış Özü "İnsanın Yabancılaşmış Özü" Kavramından Uzaklaşma
IH
...
...
KAVRAMLARA YENİDEN BAKIŞ 1. Kavramsal Bir Düzeltme 2. Bir Kavramın İki Yanı: İş Bölümü ve özel Mülkiyet 3. İş Sürecine İlişkin Bazı Yöntem Sorunları 4. Yabancılaşmaya İlişkin Bazı Yöntem Sorunları
13 13 13 24 2ö 30 -W 33 42 43 45 49 51 54
İKİNCİ B Ö L Ü M YABANCILAŞMA I. İŞ 1. 2. 3. 4.
BİRLİĞİ (KOOPERASYON) VE YABANCILAŞMA İş Birliği Kavramı İş Birliğinin Kapitalist Biçimi Manüfaktürdeki İş Bölümü Manüfaktürdeki İş Bölümünün Yarattığı Yabancılaşma
II. FABRİKA SİSTEMİ VE YABANCILAŞMA 1. Fabrika Sistemi ve Makinelerin Kapitalist Kullanımı 2. Fabrika Sisteminin Bilimsel Temelleri 3. Fabrika Sisteminde Bağımlılık 4. Fabrika Kuralları ve Yabancılaşmış Emek
VII
61 31 66 71 76 ... ...
80 80 84 89 92
IIL
YABANCILAŞMAYA DEĞİŞİK YAKLAŞIMLAR 1. Yabancılaşma ve Kuralsızlık (Anomi) 2. Yabancılaşma ve İnsancılık (Hümanizm) 3. Yabancılaşma Kavramının Boyut Yitirmesi 4. Yabancılaşmaya Kazandırılan Yeni Boyut
98 98 102 105 112
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM YABANCILAŞMADAN SOSYAL POLİTİKAYA L SOSYAL POLİTİKA 1. Ekonomik ve Sosyal Politikalar 2. Optimum Sorunu 3. Ekonomik ve Sosyal Yaklaşım Arasındaki Karşıtlık 4. Sosyal Politika ve Yabancılaşma
119 119 122 124 126
II. SOSYAL POLİTİKANIN NİTELİĞİ VE İŞÇİNİN YABANCILAŞMA OLGUSUNA YÖNELİK BAZI ÖNLEMLERİ 1. Sosyal Politikanın Niteliği 2. Sosyal Politikanın Önlemleri 3. Toplumsal Denetim Açısından Sosyal Politika 4. Sendikacılık ve Denetim
130 130 133 135 137
SONUÇ
141
YARARLANILAN KAYNAKLAR
149
VIII
GİRİŞ
/
— Öyleyse doğrulukla eğrilik bu toplumun neresinde yer alabilir? Demin saydığımız işler insanların hangisiyle girmiştir topluma? — Doğrusunu istersen pek bilmem, Sokrates, ama insanların birbirleriyle alışveriş işlerinde olsa gerek. — Evet, dediğin doğru belki; a m a gel üşenme de bu işi inceleyelim. Böylece düzene giren insanların nasıl yaşıyacakiarını düşünelim önce; onlar ekmeklerini, şaraplarını, yiyeceklerini, kunduralarını yapacaklar, evlerini kuracaklar, yazın çoğu zaman çıplak, yalınayak, kışın da üstlerine,- ayaklarına birşeyler giyip çalışacaklar. Arpadan, buğdaydan yapacakları unları kâh pişirip, kâh yoğurup güzel ekmekler, çörekler hazırlayacaklar. Yanlarına serdikleri hasırların, temiz yaprakların üzerine dizecekleri bu ekmek ve çörekleri sarmaşık, mersin yaprakları üzerine uzanıp, çocukları ile beraber keyifle yiyecekler; üstüne de şaraplarını içecekler. Başlarında çelenkler, tanrıları övecek, sevişecekler. Aç kalmaktan, savaştan çekindikleri için de gelirleri ölçüsünde çocuk yetiştirecekler, değil mi? Glaukon söze karıştı:
3 ı
— Görüyorum ki, seıı de insanlara kuru ekmekle ziyafet çekiyorsun. — Haklısın, Glaukon, dedim; unutmuştum. Tabiî onların tuz, zeytin, peynir gibi katıkları da olacak. Soğan, lahana gibi köy yemekleri de pişirecekler, önlerine incir, nohut, bakla gibi çerezler de koyacağız. Bir yandan mersin yemiş ile palamudu küle gömecekler, bir yandan da azar azar içecekler. Barış ve sağlık içinde böyle tabiî bir yaşayıştan sonra, ihtiyarlayıp ölecekler. Ölünce de, aynı yaşayışı, çocukları sürdürüp gidecek. Glaukon: — Sokrates, dedi; senin kurduğun bu toplum toplumu olsaydı onları da gene böyle yaşatacaktın.
domuzların
— Peki nasıl yaşatalım öyleyse? — İnsanlar nasıl yaşıyorsa öyle. Bir defa uzanmak, rahat etmek için yatakları olacak, yemeklerini masada yiyecekler. Bizimkiler gibi katıkları, çerezleri olacak. — Anlıyorum ne demek istediğini. Toplumun nasıl doğduğunu değil, bolluğa kavuşmuş bir toplumu ele alacağız. Peki öyle olsun. Belki böylesi daha iyi. Çünkü, doğrulukla eğriliğin nasıl doğduğunu böyle bir toplumda daha iyi görebiliriz. Ben asıl toplumu, henüz bozulmamış, esen olanını ele almıştım. Ama, isterseniz bozulmuş, illetli bir toplumu da ele alabiliriz. Buna bir engel yok. Hem dediğim gibi, birçokları benim de aldığım düzenle yetinmeyecekler. Yataklar, masalar, her çeşit eşya, katıklar, kokular, kadınlar, tatlılar isteyecekler, hatta bunların türlü türlüsünü. Böyle olunca da, demin başta saydığımız, ev, elbise, kundura yaşamak için en gerekli şey sayılmayacak. O zam a n gelsin resim, gelsin nakış! Altınımız, fildişimiz ve buna benzer şeylerimiz olsun diyecekler, değil mi? — Evet. — Öyleyse bizim toplumu daha da büyültmeliyiz şimdi. Gürbüz olan önceki toplum yetmiyor. Ona yaşamak için gerekli olmayan bir sürü işler, işçiler katacağız. Şehrimiz, şiştikçe şişecek. Türlü türlü avcılar, renk ve çizgilerle çalışan sürü sürü resim ustaları, çalgıcılar, şairler ve şairlerin hizmetinde okuyucular, korolar, oyuncular, oyun kurucular, çeşit çeşit eşyalar yapmak için sürü ile işçiler ve hele kadınlara süs püs yetiştirecek insanlar. Bu a r a d a kendi işlerimiz gördürecek kimseler de arayacağız. Lalalar, dadılar, oda hizmetçileri, süt nineleri, berberler, sonra ahçılar, ahçı yamakları... Dahası da v a r : Domuz çobanları! Bunların önce kurduğumuz toplumda yeri yoktu; şimdi kurduğumuz toplumda üstelik insanlar et de yemek isteyeceklerinden, sürü sürü hayvanlar ve bunların güdücüleri de işe karışacak. (Eflâtun, Devlet, çev.: S. Fyüboğlu, M.A. Cimcoz, Remzi Kitabevi. İstanbul, 1958, s. 97-9).
Bireysel girişimlerin, ailenin ya da küçük toplumların ekonomik bakımdan kendi kendilerine yeterlikleri, özerklikleri eğer varolmuşsa her zaman ilkeldir. Yüksek uygarlıklarda ise kural uzmanlaşma ve iş bölümü olmuştur. Bunu da, Eflâtun'un mecaz yoluyla ve alaylı olarak öngörmüş olduğu gibi, bir "Domuzlar devleti"ne geçiş gerektirmiştir. Ne var ki, endüstriyel devrimin simgelediği, endüstri çağma varılıncaya kadar, yüksek uygarlıklardaki iş bölümü ve uzmanlaşma insanın özgürlüğüne ve sorumluluk anlayışına pek ilişmemiştir denebilir. Kanımızca, endüstri çağının önceki toplum yapılarıyla esaslı farklılığı bu noktada ortaya çıkmaktadır. Yüksek uygarlıklarda başat ekonomik etkinlikler tarım ve hayvan yetiştiriciliğidir demek olanak dışı olmamakla birlikte, bunların yanında zanaatçılık, öğretim, sanat, yönetim, adalet Ve ordu da bulunmaktadır. Çalışma etkinliğinin ve bilginin uzmanlaşmış olmasına karşın her çalışma alanı gene de bütüne katkıda bulunuş ve katılış yoluna ve biçimine göre gözlem altında bulundurulmaktadır. Sözgelişi, tarımda toprak sahipleri, köylüler ve çiftlik yanaşmaları bulunmaktadır. Bunlardan yalnızca birinciler bağımsız, yanaşmalarsa bütünüyle bağımlıdır. Ne var ki gene de çoğu kez bu bağımlılar iş birliğinde, yani ortak çalışmada, hayvanlarının bakımında, tarlaların ekilmesinde ve ü r ü n ü n kaldırılmasında efendilerine insana özgü bağlarla bağlı bulunmaktadırlar. İster köle olsun, ister az çok bir bağımsızlığa sahip bulunsun çiftlikteki yanaşmanın yüksek uygarlıklar çağının sonunda, sözgelişi Roma ekonomisinin latifundialarda çalışan kölelerinde görüldüğü gibi, t a m kişiliksiz bir işçi, b i r bakıma canlı bir araç sayıldığı yerlerde, endüstri çağı başında ortaya çıkan aksaklıklara benzer aksaklıklar hemen kendini göstermiştir. M.Ö. I. yüzyılda aşağı İtalya'da patlak veren Spartacus ayaklanması, XIX. yüzyılda İngiliz işçilerinin yoksulluğun etkisiyle, kendiliğinden ve henüz örgütlenmemiş bir biçimde çıkardıkları ayaklanmalara benzetilebilir. Zanaatçılığa da baktığımızda farklı şeyler söylemek m ü m k ü n değildir. Burada da yalnız usta ekonomik açıdan bağımsızdır, ama gene d e kalfa ve çırak onunla beraber çalışır. Kalfanın, çırağın insana özgü bağımsızlığı, kendi beceri ve yeteneklerini gerektiren bu işe katılma etkinliğinde ortaya çıkmaktadır. H a t t â çırak her zaman çırak, kalfa her zaman kalfa kalsa bile, hiç olmazsa kendi yeteneği, becerisi ve kişiliği ile bu bağımsızlığı gerçekleştirme olanağına gene de sahiptir. Bu da onu işine bağlamaya ve yasantısmı doldurmaya yeter, başka bir deyişle, bireylerin algılayabilecekleri ve bilincine varabilecekleri gerçek bir insana özgü bilgi ve yetenek hiyerarsisi kurulmuş olur. Bir de endüstriyel devrimden hemen önceki dönemde zanaatçı girişimlerin, gerçi makinayla değil de henüz el ve araç-gereçlerle, seri halinde üretim amacıyla büyüdüğü, genişlediği ve mal sahibi ile çalışanlar arasına giderek artan sayıda ustabaşı-
5
ların, gözlemcilerin girdiği yerlerde bir bakıma endüstriye geçişten söz edilebilir. Ne var ki bunlar, yani manüfaktürler, genişlikleri ne olursa olsun, gene de tam anlamıyla endüstri döneminden önce ortaya çıkmış olaylardır. îşçi, fabrika kurallarıyla düzenlenmiş bir olgu olarak, ancak makinalarm yapımı ve kullanılmasıyla, yani genel olarak XVIII., XIX. ve XX. yüzyıllarda doğmuştur. Makinaların karşısında, yalnızca onların çalışmasını sağlayan mühendis, akıl ve teknik bilgi bakımından bağımsızdır. Her makinanm işlemek için gerektirdiği el ve beden hareketlerini yapan işçi, çalışması yönünden bağımlıdır. Bugün bu el ve beden hareketlerinin yerine otomat mekanizmalar bile geçirilebilmektedir. Yani otomasyon söz konusudur. Makinaların otomatik, kendiliğinden çalıştırılması mühendisi ve yaratıcıyı hiç bir zaman gereksiz hale getirmez ama, işçilerin çoğunu pekâlâ gereksiz kılabilir. Bu ise işçinin çalışma etkinliğinin insan açısından özerk olmayıp "otomatik" olduğunu, çalışma açısından işçi ile otomatik işleyen makina arasında pek büyük ayrım kalmadığını gösterir. Makina, öte yandan, otomasyonun henüz söz konusu olmadığı endüstri çağının başlangıcında, geniş ölçüde, çoğu zaman öğrenilmesi az çok kolay işlevleri yerine getirecek işçileri gerektirmiştir. Bu işçilerin ise belirli bir görüş ve bağımsız yargı yeteneğini gerektiren zanaatçının becerilerine hiç gereksinmeleri yoktur. îşin kolaylıkla yerine getirilmesi nedeniyle ve maliyetlerin düşürülmesi kaygılarıyla yetenekli, yeteneksiz, işe ilgi duyan, duymayan erkekler, kadınlar, çocuklar çalıştırılmaya başlanmıştır. Böylelikle insana özgü bilgi, beceri ve yetenek hiyerarşisi tümüyle göz ardı edilmiş olmaktadır. Üretim, yani bir amaca yönelik işin uygulanması her yanda yoksulluğun ya da zorbalığın etkisiyle sağlanmış bulunurken, çalışmak hem bir erdem hem de kişisel bir kusur sayılabilmiştir. Tarihsel olarak makinalaşmanın önemli sonuçlarından birisi de çalışm a etkinliğini değiştirmiş olmasıdır: daha önceleri insan yaşamının bütünleyici bir parçası olan çalışma, artık bir amaca ulaşmada araç haline getirilmiştir. Makinaları beslemek ve işler t u t m a k için yeni uygarlık yalnızca hammaddeleri değil "özgür" emeği de gerektirmiştir. Ne var ki endüstrinin başını çeken ve yönetenler kapitalistler olduğu için özgürlük kendine özgü bir anlam taşımaktadır. İnsan emeğinin bir mal anlamı alabilmesi için zorbaca bir işlem yerine getirilmiştir, emek geleneksel zanaat, aile ve topluluk bağlarından kopartılarak "özgür emek" haline getirilmiştir. Kapitalist toplumun trajik cilvesidir bu; genel gönenci yaratıp arttırmak isterken, insan topluluğunu çatlatmış, bölmüştür. Çalışmayı yaşamın başka etkinliklerinden ayırmak ve pazar kurallarının, fabrika kurallarının buyruğuna vermek, o zamana kadar olagelen toplumsal
6
örgütlülüğü yıkmak ve bunun yerine kafa ve kol emeğini ayıran bir örgütlenmeye gitmek biçiminde sonuçlanmıştır. Emek makinanın uzantısı olunca, birey kendinden bir şeyler kaybetmektedir. Birey, bağımsızlığını yitirmiştir, bölünmüştür, bu bölünmüşlük kendine özgülüğünü yitirmeden bölünemeyen bir varlığın, insanın bölünmüşlüğüdür.* Bu bölünmüşlük deneyini en yoğun olarak yaşayan ise işçidir. Kendi çalışmasının koşullarını belirleyemeyen ya da hiç olmazsa bu koşulları denetleyemeyen; kendi çalışmasının ürünlerini edinemeyen işçi, yabancılaşmış işçidir. Gerçekten, özel mülkiyet sistmi içinde işçi, artık kendine ait olmadığı için, emeğinin ürününe, artık kendisi düzenlemediği için, iş sürecine yabancılaşmış bulunmaktadır, işçi üstelik "özgür" emeğini başkasına satmış olduğu için kendi kendine yabancılaşmıştır. Kendisi gibi işçi arkadaşları ya da daha genelde insanlarla işçinin ilişkileri de yabancılaşmış ilişkilerdir, çünkü artık işçiyle başkaları arasındaki bağ, değişimde bulundukları ya da ürettikleri mallar aracılığıyla oluşan bir bağ halini almış bulunmaktadır. Endüstriyel devrim, bu devrimin insan emeğini mal, "özgür" emek haline dönüştürmesi ve gene bir devrimin yaratığı olan, iş sürecini düzenleyen ve denetleyenle iş süreci içinde emek harcayan arasındaki toplumsal iş bölümü, kapitalist toplumda önde gelen yabancılaştırıcı, insanın bağımsızlığını engelleyen nedenler olarak sayılabilir. Ne var ki önümüzdeki tablo tam değildir. Deyim yerindeyse çalışma ya da üretim bir insan yaşantısının ancak yarısıdır. Öteki yarısı ise tüketimdir. Tüketim de endüstri çağında giderek daha bağımlı ve otomatikleşmiş, başka deyişle yabancılaşmış hale gelmektedir; teknik daha "ileri" hal aldığına göre tüketimin bu gidişi de giderek hızlanmaktadır. Burada tüketim sözcüğünden anlaşılması gereken yalnız yiyecek tüketimi değil, aynı zamanda konut, dinlenme, eğlenme boş zamanları doldurma, güvenlik, v.b. şeylerdir. Eskiden bütün bu konularda yalnız zengin için değil, yoksul için de yaşamın bağımsız bir biçimde örgütlenmesi m ü m k ü n olabilirdi. Her t ü r iş bölümüne ve parayla olağanlaştırılmış alış veriş ekonomisine karşın doğaya başvurulabilir, doğa ile içli dışlı olunabilirdi. Endüstriyel çağ ilerledikçe ve özellikle zamanımızda, her şey endüstri tarafından hazırlanmış halde insanın önüne gelmektedir; kişi artık yapay bir biçimde kulağı, gözü, kafası doldurulup kendisine endüstrice salık verilen şeyleri tükete(*) Hemen belirtelim ki bireye Fransızcada individu, Ingilizcede individual, Almancada individuum denmektedir. Bütün bu sözcüklerin kökeninde Lâtince "dividere: bölmek, bölünmek; in-dividere: bölmemek, bölünmemek"den individuum : bölünemeyen yani birey sözcüğü vardır. Üstelik eski Yunancada da birey anlamına gelmek üzere atomon: bölünemeyen, kendi içinde bölünmez olan sözcüğü kullanılmaktaydı.
7
bilmektedir. Tüketicinin pazarda seçme hakkına sahip bulunduğu, bun u n da ötesinde endüstrinin, kamu yönelimlerini saptama yöntemleriyle içinde bulunduğu rekabet karşısında çoğunluğun zevkine uyduğunu söylemek yeterince bir karşılık değildir. Moda her zaman raslantılara bağlı ve keyfidir, ama gene de tüketici satın aldığı eşyayı ya da hizmeti gittikçe daha az değerlendirebilmekte, bunlara karşı bir yakınlık duymamaktadır. Sözgelişi orta halli bir ev kadınından kullandığı şeyin kalitesini saptamasını, gerçekten kullanmayı istediği şeyi seçmesini istemek fazla olabilir. Ne var ki bu gerekli bile görülmemektedir. Endüstri her şeyi yapar, hazırlar, getirir; üstelik iyiyi kötüden ayırmayı bilen yeteneğe bile, az sayıda uzman aracılığıyla sahiptir. Tüketici, ölçüsüz kazanç isteği işe karışmadıkça, bu endüstriye güvenebilir de. Ama tüketicinin bundan ne kazancı olduğu konusundaki bir soruya verilecek cevap olumsuzdur. Tıpkı işçinin işinde eksikliğini duyduğu gibi tüketicinin de gene eksikliğini duymaya devam ettiği şey, insanın bağımsızlığı, iç özgürlüğüdür. Tüketici, tıpkı işçinin çalışma makinası oluşu gibi, otomatik bir tüketim makinası, bir "mutluluk" makinası olmuştur. Örneğimiz işçiyse, demek oluyor ki, çalışmada yabancılaşmayla tüketimde otomatikleşme yaşantısının iki yönünü meydana getirmektedir. Bu da yalnızca ücretli işçilerin oluşturduğu sınıfa özgü bir d u r u m değildir. Ekonomik hizmetler durmadan artar ve toplumsal iş bölümüne ve hatta makinalar arası iş bölümüne dayanan bir yönetim mekanizması örnek alınarak gittikçe daha sıkı örgütlenmiş bir konuma getirilirken, en küçük bir hizmetin bile çoğu kez "bürokratlaşmak"tan ve aşağıdan yukarı karar alma özgürlüğünü engellemekten başka amacı yoktur demek çok abartılmış bir iddia olmayacaktır. Aynı biçimde, bugün bilim adamı, uzun süreden beri saptanmış yöntemlere bağlı kaldığından ve ilgi alanı daraldığından eskiye oranla daha az aydındır; doktor kliniğe ve araç ve gereçe daha bağımlıdır; eczacı artık, hazır ticarî ilaç konfeksiyonu satıcısından başka bir şey değildir; öğretmen eğitim uğraşısında hizmet kurallarıyla ve norm haline getirilmiş ruhbilimsel yöntemlerle sıkı sıkıya bağlıdır; m e m u r yönetimin bir otomatıdır; sanatçı ve virtüöz bile her şeyden önce teknisyen haline gelmişlerdir demek aşırılığa varan iddialar olmayacaktır. Üstelik bağımsızlıktan yoksun kaldığından ister istemez sorumluluk duygusunu da şu ya da bu ölçüde yitirmemiş kimse yoktur demek yanlışa düşmek anlamına gelmemektedir. Ama endüstri çağımızdaki çalışmadaki yabancılaşmanın ve tüketimdeki otomatizmin yarattığı engellere karşın gene de bağımsız kararlar alabilme ve gerçek bir seçim yapabilme olanakları yok değildir; ne var ki bunlar, önceki dönemlere oranla oldukça zayıf kalmaktadır. 8
Bağımsız olmayan çalışma, endüstriyel devrimle ve özellikle XIX. yüzyılda işçiler arasında geniş ölçüde yaygınlaşan yoksulluk sonucunu yaratmıştır. İşveren ya da kapitalist makinalarla fabrikaları dilediğince buyruğunda bulunduruyordu. Böylelikle henüz devletin birleşmelerini ve örgütlenmelerini sık sık yasakladığı tek tek işçiler karşısında o güçlü kişiydi. Ücretlere ve iş sürecine hemen hemen tek taraflı olarak karar verebiliyordu. XIX. yüzyılda bu olanaklar geniş ölçüde kötüye kullanılmıştır : işçilerin zayıflığı ve içinde bulundukları yoksulluktan ötürü en ufak bir dinsel ve ahlâksal sorumluluk duygusuna kapmılmaksızm, acımasızca çalıştırılan kadınlar ve çocuklardan alabildiğine yararlanılmıştır. B u n u n içindir ki endüstri çağında "toplumsal sorun" ya da "işçi sorunu", herşeyden önce ücretli işçiye insana yaraşır bir maddesel geçim olanağı sağlamak için ortaya çıkmıştır. Söylemenin gereği yoktur ki, bu, o zaman derhal çözülmesi gereken gerçek bir sorundu; ama bugün az çok tekniğin kendisi tarafından çözülmüş bulunmaktadır. Eski çağın sonunda büyük kentlerde yaşayan halkın içinde bulunduğu yoksulluk yenilememiştir. Endüstri çağında ise bu yoksulluk bir geçiş dönemini oluşturmaktadır. Buna koşut olarak endüstri çağının toplum yapısının özü insanın bağımsızlıktan yoksunluğuna dayanmaktadır ve tekniğin ilerlemesiyle bu durum daha da belirginleşmektedir. Bağımsızlık, sadece işçi için de söz konusu değildir, b ü t ü n meslekler için söz konusudur. Böylesine bir bağımsızlıktan yoksunluk uygarlığımızın son dönemlerinde varolagelmiştir. Başka bir deyişle insanın yabancılaşması her yanda, her zaman toplumsal ilişkilerin çözülmesi anlamına gelmektedir ve böyle bir çözülme de bağımsızlık azaldığı oranda günlük yaşantının büt ü n yapısını daha derinden ve daha köklü bir biçimde etkileyecektir. Orta çağdan beri hemen hemen hiç değişmeden b ü t ü n yeni çağ boyunca XVIII. yüzyıl sonuna kadar süregelmiş bulunan, toplumun yapısında meydana gelen bu çözülme endüstri uygarlığının ayırıcı özelliği olmaktadır. *
*
*
Çalışmamız üç ana bölüm halinde plânlanmış bulunmaktadır. İlk bölümde özellikle endüstriyel devrimden sonra ortaya çıkan iş bölümü incelenmeye çalışılacaktır. Bu bölümde iş bölümüyle değişik toplumsal kategoriler arasında bağları da kurmak ve özellikle emeğin yabancılaşmasının ana nedeni olan iş bölümünü bu bağlam içinde çözümlemek amaçlanmaktadır. İkinci bölüm çalışmamızın ağırlık merkezini oluşturmaktadır. Bu bölümde yabancılaşma olgusunun kapitalizme özgü değişik iş örgütlenmesi biçimleri içindeki boyutları incelenmeye çalışılacaktır. Ayrıca bu bölüm içinde yabancılaşmayı açıklamaya çalışan değişik yaklaşımlara da yer verilecektir.
9
Üçüncü ve son bölümümüzde ise sosyal politika ile yabancılaşma arasında bir ilinti kurulmaya çalışılacaktır. Burada cevap aradığımız soru işçinin yabancılaşmasının sosyal politikanın temelini meydana getirip getirmediğidir. Ayrıca bu bölümde bazı seçilmiş sosyal politika önlemleri, yabancılaşmayı onarıcı olup olmadıkları bakımından ele alınacaktır. Çalışmamız bir sonuç bölümüyle sona erecektir. Belirtilmesi gereken bir nokta, çalışmamızın yaklaşımının kuramsal olduğu ve bu nedenle "ne olması gereklidir"den çok "ne olmaktadır"a yönelik, bulunduğudur.
10
BİRİNCİ
İŞ BÖLÜMÜNDEN
BÖLÜM
YABANCILAŞMAYA
L
İŞBÖLÜMÜ 1. ÜRETKEN BİR GÜÇ OLARAK İŞ BÖLÜMÜ
XVIII. yüzyılın ikinci y a n s ı n d a n itibaren İngiltere'de oluşan ekonomik gelişme, düşünürlerin önüne endüstriyel üretim ve iş örgütlenmesiyle ilişkili bir takım yeni sorunlar getirmiştir. Endüstriyel devrim tarihinde, Paul Mantoux, XVII. yüzyıldan endüstriyel devrime kadar gelişen üretim biçimlerinin temelinde iki esaslı olayın yattığına dikkatleri çekmekteydi 1 : Bir yandan, ticari alış-verişin yaygınlaşması ve artması, var olan üretim dallarını geliştirip yenilerini oluştururken, daha karmaşık ve daha farklılaştırılmış bir iş bölümünü belirlemişti; öte yandan, iş bölümü ve buna bağlı olarak ardından gelen teknik değişişler, giderek aralarında bütünleşen ekonomik etkinliklerin daha hızlı bir tempoda oluşmasını sağlamıştı. Ekonomiciler de, bu bakış açısıyla, endüstriyel örgütlenmeyi üretkenliği en çok kılmanın koşullarıyla ilişkili olarak ele almaktaydılar. Bu koşulların ne olduğuna daha yakından bakıldığında, aslında, bunların yeni araç ve gereçler, makinalar ve, önemlisi, aynı iş yerinde bir araya getirilmiş şu ya da bu sayıda işçi arasında işi bölüştürmeye dayanan örgütlenme ilkeleri oldukları görülür. Gerçekten, ister mühendislik, ister örgütlenme alanında olsun, bu yeni üretken tekniklerin gündeme getirilmesi ve yetkinleştirilmesi, dikkatleri bunların gerçekleştirilmesinin sosyo-ekonomik koşullarında yoğunlaştırmaktadır. Bu koşullar ise genellikle nüfusun yoğunlaşması, geniş ölçekli bir üretimin gereklerine uygun yatırımlara gidebilmek için sermaye arttırılması zorunluğu gibi koşullardır. 2 Bunların da ötesinde, bu dönemin ekonomicileri, enı Bkz.: Paul Mantoux, The Industrial Revolution in the Eighteenth Century, Harper and Row Publishers, New York and Evanston, 1961, s. 41. 2 Tüm bu noktalarda Adam Smith'e atıfta bulunulabilir. Ekonomik ve ticari gelişme ile üretken teknikler arasındaki ilişKi üzerine şunu yazmaktadır: "... manüfaktür endüstrisinin yetkinliği bütünüyle iş-bölümüne dayanır; işbölümünün her hangi bir maııüfaktüre ne dereceye kadar sokulabileceğini ise ... ister istemez pazarın genişliği belirler" (Adam Smith, The Wealth of Nations, Vol. II, J.M. Dent and Sons Ltd., London, 1934, s. 174). Birikim ve iş bölümü arasındaki ilişki üzerine ise şunu ileri sürmektedir: "Eşyanın doğası nedeniyle, sermaye (stock) birikiminin iş bölümünden önce olması gerektiğinden, emek, sermayenin önceden giderek artarak birikimi oranında, gitgide inceden inceye bölümlere ayrılabilir" (ibid., Vol. I, s. 241-2).
13
düstriyel ve ticari etkinliklerin gelişmesini ve, özellikle malların niteliklerinin artmasına ve tüketim mallarının yaygınlaşmasına yol açan üretken güç olarak anladıkları, iş bölümünü, uygarlaşmanın ve ilerlemenin simgesi olarak ele almaktadırlar. Adam Smith'e göre, aynı meslek içinde bireysel işçilerin teker teker yerine getirdikleri iş, "çalışmanın ve gelişmenin en yüksek düzeyinden yararlanan ülkelerde, en ileri götürülmüş bulunmaktadır, toplumun henüz gelişmediği bir durumda bir tek kimsenin gördüğü iş, toplumun daha ilerlemiş bir durumunda birkaç kimsenin işi olmaktadır." 3 Pazar bakımından ele alındığında, iş bölümü, bağımsız üreticiler arasında "toplumsal iş bölümü" biçimini almaktadır. Ne var ki bu dönemin düşünürleri bu d u r u m u ele almayıp, sistematik olmayan çözümlemelerinde işyeri sınırları içinde kalan iş bölümüne yönelmektedirler. Bu kaydırma haklı görülebilir; çünkü bu dönemdeki ticari alış-verişin yoğunlaşması, üretkenliğin arttırılması sorununu gündeme getirmiştir. Bu sorun ise işyeri çerçevesinde üretkenliğe yönelik örgütlenme ilkelerinin köktenci bir tutumla değiştirilmesiyle çözümlenebilirdi. Bu değişiş ise esasında iş bölümünün geniş ölçüde kabul ve uygulanmasıyla derinden ilgili olmalıydı. Gerçekten buna göre zanaatçı meslekleri kısmî, yani basit ve yerine getirilmesi kolay, işlemlere bölünüyor; bu işlemler de, bitmiş ürünü gerçekleştirecek bir plâna göre, farklı işçiler tarafından zamandaş olarak yapılıyordu. Böylelikle, bu konu üzerinde kafa yoran düşünürler genellikle kavramsal olarak belirlemeseler de, toplumda bağımsız üreticiler arası iş bölümü ile belirli bir işyerindeki iş bölümü arasındaki ayrımın farkına varmış olmalıdırlar; ama gene de bu düşünürler dikkatlerini daha çok işyeri ölçütündeki iş bölümüne yöneltmişlerdir. 4 İncelemeler genellikle iki yönde y ü r ü t ü l ü y o r d u : belirli manüfaktürlerdeki çalışma süreçlerinin görgül çözümlenmesi ve girişimcilerin kullanabilecekleri bir etkinlik modelini belirleyebilmek için teknik yasaların bulunması. XVII. ve XVIII. yüzyıl boyunca ekonomi politik kitaplarında rastlayabildiğimiz yalnızca yaklaşık belirlemelerdir. Bu belirlemelerin ortak niteliği, sağduyu ifadesi olarak ortaya koydukları iş bölüm ü n ü n kısmi görünümlerini açıklamaya yönelik olmalarında ve konuyu tüketecek kadar ele almamalarında aranmalıdır. 5 Bu incelemelerin sistematik olmayan niteliği, ayrıca, bu dönemin öteki düşünürleri gibi, A d a m
3 Ibid., Vol. I, s. 6. 4 Bkz.: Armando de Palma, Le macchine e l'indıi'ma da Smith a Marx, Einaudi, Törino, 1971, S. 12, 41. s Ibid., s. 13.
14
Smith için de, iş bölümünün üretim biçiminin bilinçli olarak düzenlenmesinin bir sonucu olmayıp, insanların doğalarından gelen bir değiş tokuş eğiliminde nedenini bulduğu noktasından ileri gelmektedir. Üstelik bu eğilim ekonomik etkinlikler alanında kendini gösteren bencil çıkar duygusuna bağlıdır. Bu dönemde ortaya koyulan bir nokta da iş bölümü içinde çalışmanın kazandığı iş birlikçi özelliktir; yani iş birliği içinde çalışan bireylerin oluşturduğu üretken güç teker teker bireylerin bağımsız çalışmalarının toplamından fazladır. 6 Gerçekten zanaatçı mesleklerin kısmî işlemlere bölünmesi sürecine, ilk olmamakla birlikte, 7 p a r m a k basan Adam Smith'tir. Düşünürümüz, aynı manüfaktürde bir araya getirilen işlemlerin kısmî niteliğini açıklarken, iğne yapımının "başlıbaşına bir zanaat olmasından öteye, çoğu gene benzer biçimde ayrı birer özel zanaat olan bir sürü kollara" 8 ayrıldığını belirtmektedir. İş bölümüne gidilmekle çözülebilecek üretkenlik sorunları yaratan pazarın genişlemesi, iş bölümünü çözümlemeyi amaçlayan ekonomicileri de koşullandırmakta ve onları sorunun daha çok ekonomik olan görünümleri üzerinde çalışmaya itmekteydi. Gerçekten de ekonomicilerin gözlemleri genellikle, bir yandan yeni örgütlenme tekniklerinin kullanımının üretkenlik artışına yaptığı katkılara yönelirken, bir yandan da birer maliyet öğesi olan bu tekniklerin uygulanabilirlik sınırlarını araştırmaya yönelmekteydi. 9 İş bölümüne gidildiğinde, sermayenin yeterliği veriyken, ekonomicilerin en çok üzerinde durdukları konu, verimlilik artışını sağlayan diğer nedenler yanında, çalışma süresinin kısaltılması olmuştur, denebilir. Gerçekten, dar bir çalışma alanında etkinliğini sürdüren işçinin kazandığı yüksek m a h a r e t ve yetenek, işlemlerin yerine getirilmesindeki düzenlilik, mekânda dağıtılan küçük işlemlerin yapılmasındaki nisbî zamandaşlık ve, bunlara bağlı olarak, bir t ü r işlemden ötekine geçilirken kaybedilebilecek vakitten tasarruf edilmesi, örneğin, W. Petty, J. Steuart gibi ekonomicilerin ve D. Hume ve E. Mandeville gibi düşünürlerin dikkatlerini çektiği gibi, Adam Smith'in de üzerinde durduğu önemli bir konu olmuştur. 1 0 6
Donald D. "VVeiss, "Marx contro Smith sulla divisione del lavoro", Monthly Review, Edizione Italiana, Vol. IX/9, Settembre 1976, s. 21. 7 Bkz.: Ronald Hamowy, "Adam Smith, Adam Ferguson, and the Division of Labour", Economica, Vol. XXXV/139, August 1963, s. 249-59. 8 Adam Smith, op. cit., Vol. I, s. 5. 9 Adam Smith'e göre, "... işbölümü, her zanaate ne kadar sokulabilirse emeğin üretken yeteneklerini o oranda arttırır" (ibid., Vol. I, s. 56). w ibid., Vol. I, s. 7; Armando de Palma, op. cit, s. 42; Ronald Homowy loc. c l t , s. 251.
15
Ne var ki işbölümü yalnızca ekonomik açıdan ele alınmış da değildir, örgütsel ve sosyolojik görüş açılarından da ele alınmıştır. Smith olsun P e t t y olsun, iş bölümünün teknik yanlarına da değinmemiş değillerdir; yazarların bu konuya ilişkin görüşleri, aslında emeğin verimliliğinin arttırılmasına ve buna koşut olarak üretim maliyetlerinin düşürülmesine ilişkin çözümlemelere yöneliktir, denilebilir. Ancak XVIII. yüzyılın sonları ve XIX. yüzyılın başlarındadır ki, iş bölümü bir örgütlenme tekniği olarak ele alınır olmuştur. Doğaldır ki üretim ve örgütlenme tekniklerinin ekonomik anlamının incelenmesi bir yana atılmış değildir; a m a bu gibi tekniklerin çözümlenmesi, bambaşka kültür alanlarında yetişmiş, matematikçi C. Babbage, kimyacı A. Ure gibi bilim adamlarınca yapılmıştır. Bunlar, dolaysız gözlemler sonucu, günümüzün bilimsel çalışma örgütlenmesinin temelini atmış bilim adamları olmaktadır. 1 1 Ekonomi ve mühendisliğin ilgi alanlarından oldukça bağımsız ve daha dar bir ilgi alanının sınırlanması ve bundan sonra da üretim ve örgütlenme tekniklerine özgü sorunlara uygun yeni araştırma yöntemlerinin geliştirilmesi, endüstriyel örgütlenme biliminin doğuşunun açık delilleri olmuştur.12 2. ÎŞ BÖLÜMÜ İKİLEMİ XVIII. yüzyıl ekonomicileri tarafından belirlenen, iş bölümü ve üretkenlik ve ticaretin yaygınlaşması arasındaki ilişki, teknolojiye özgül bir gelişme işlevi yüklemeyi m ü m k ü n kılmıştır, denebilir. Gerçekten bu ilişki, Adam Smith tarafından da gününün toplumunun uygarlaşmasının temel faktörü olarak görülmüştür; iş bölümü, gelişmiş toplumların ilkel toplumlara göre artan refahlarının ve makinelerin keşfinin koşullarını açıklamayı m ü m k ü n kılıyordu. Böylelikle, üretken tekniklerle pazarların genişlemesi arasındaki karşılıklı ilişki, iş bölümü kavramına, toplumda kişilere bağlı olmayan bir güç olma niteliği kazandırıyordu. Bununla beraber, üretken tekniklerin çözümlenmesinde yönelinen esas yön •özellikle ekonomik içeriğin vurgulanmasıyla beliriyorken, aynı zamanda, bu tekniklerin çalışan sınıflar ve genel olarak toplumun yapısında yarattığı toplumsal sonuçlara da ilgi artmaya başlamıştı. 11
15
16
Armando de Palma, op. cit., s. 69-70; Domenico de Masi, "Prospettive d'indagine e storia della sociologia deli' azienda", in Sociologia dell'azienda, der.: D. de Masi, S.E. il Mulino, Bologna, 1973, s. 18. Bugün daha çok endüstri mühendisliği (industrial engineering) adı verilen bu bilim dalı başlangıçta farklı biçimlerde adlandırılmaktaydı: C. Babbage, economy of machinery'den, A. Ure, philosophy of manufactures'den söz etmektedir.
Ulusların Zenginliği'nin birinci kitabında Smith, ücretin belirlenmesi bağlamında, sermaye birikimi, toprağın özel mülk haline gelmesi ve zımnî olarak, iş bölümü ve sınıfların varlığı ile patronlar ve işçiler arasındaki çıkar çatışmaları arasında bir ilişki k u r m u ş t u r . 1 3 Gene birinci kitapta, daha ilerde, kent ekonomisinin tarımdakine göre farklı gelişimini ve bunların karşılıklı ilişkisini ele alırken, bu arada, "çiftçilik ka-. dar çeşitli bilgi ve deneyim isteyen zanaat belki yoktur" 1 4 derken, buna karşılık şehirde yapılan ve özellikle basit mekanik mesleklerin, "sabahtan akşama dek pek basit bir iki işlemin yapılmasına" 1 5 bağlanmış olduklarından, çok kolayca öğrenebileceğini savunuyordu. Bu düşüncelerden de Smith'in çıkarttığı sonuç, şehirdeki zanaatçılarla karşılaştırıldığında köylülerin akıl yeteneklerinin nisbî olarak daha gelişmiş olduğuydu. 1 6 Ne v a r ki düşünürümüzün iş bölümünün bazı olumsuz etkileri üzerindeki düşüncelerini yapıtının beşinci kitabında buluyoruz. Daha önce emeğin üretkenliğinin arttırılmasında rol oynayan en önemli etmenlerden biri olarak belirlenen, işlemlerin basitliği, özel zihinsel nitelikler gerektirmediğinden ve ayrıca zihinsel gelişme belirli bir meslek çerçevesinde m ü m k ü n olduğundan, iş bölümü giderek insan yeteneklerinin körelmesine yol açmaktadır. Tüm yaşamını az sayıda ve basit işlemleri yerine getirerek geçirmek zorunda kalan birey, daha karmaşık uğraşılarda ortaya çıkan zorluklan aşabilmek için kendi buluş yeteneğini gerçekleştirme fırsatlarına uzak kaldığı gibi, belirli bir topluluğun aktif bir üyesi olduğunu da unutarak, bu topluluğun çıkarlarına ilgisiz kalıp, dışarıdan olabilecek saldırılara karşı topluluğu korumakta aciz kalır. "Böylelikle, öyle görülüyor ki, kendi belirli zanaatmdaki el yatkınlığını düşünsel, toplumsal ve savaşçı nitelikleri pahasına elde eder. 13
"Ortalama emek ücretleri denilen şey, çokluk, h e r yerde, çıkarı hiç de birbirinin aynı olmayan bu iki taraf arasındaki sözleşmeye dayanır. İşçiler elden geldiğince çok almak; patronlar ise elden geldiğince az vermek isterler. Birinciler emek ücretini arttırmak; ikincilerse bunu indirmek için aralarında birleşmeye yönelirler" (Adam Smith, op. cit., Vol. I, s. 58). 14 Ibid., s. 114. ıs Ibid., s. 115. 16 "Ortalama bir rençber, genellikle bir alıklık, bilgisizlik örneği sayılsa bile, bir usa vurmanın ve tedbirin onda bulunmadığı yok gibidir. Gerçi insanlarla birlikte olmaya, şehirde oturan zanaatçı kadar alışık değildir. Alışmamış olanlar için çiftçinin sesi ve dili kabadır; kolay kolay anlaşılmaz. Bununla birlikte dah a çeşitli şeyleri düşünmeye alışık olduğundan, kavrayışı, çokluk tüm dikkatini sabahtan akşama kadar pek basit bir iki işlemin yapılmasına bağlamış bulunan ötekininkinden genel olarak üstündür. Kırlardaki alt tabakadan halkın, şehirdekine gerçekten ne denli üstün olduğunu, iş ve merak yüzünden bunların ikisiyle de çok düşüp kalkmış olanlar pek iyi bilir" (ibid.).
17
... her gelişmiş uygar toplumda yoksul işçilerin, yani büyük halk çoğunluğunun ister istemez içine yuvarlanacağı durum işte budur". 1 7 Adam Smith ilkel toplumlar ve endüstri öncesi ekonomiyi uygar toplumlarla karşılaştırarak önemli bir sonuca varıyordu ki, bu da onun iş bölümüne yönelttiği eleştirinin sınırlarını ve doğasını belirler. Gerçekten ilk türden toplumlarda bireyler farklılaşmış uğraşılarda kendi yeteneklerini tümden geliştirebilirlerken, ilerlemiş ve uygar toplumlarda insan yeteneklerinin körelmesi, "tüm toplumdaki uğraşıların çok fazla çeşitliliği"nin 1 8 bedeli olmaktadır. Başka bir deyişle, sınai ve ticari türden bir toplumda iş bölümü bireylerin etkinliklerini daraltırken, toplum için bu etkinliklerin sayısını çoğaltmaktadır. Böylelikle, iş bölümünün toplumsal yapısına sokulan kimseler, bir takım bilgilerin, hünerlerin ve buluş yeteneğinin artık sahibi olamamakta; bunlara "kendileri belirli bir uğraşıya bağlı olmadıkları için, başkalarının uğraştıkları işleri incelemeye vakti ve eğilimi" 1 9 olan kimseler sahip olabilmektedir. İş bölümünün dışında kalabilecek toplumsal konumda bulunan kimseler ayrıcalıklı olmaktadır; çünkü bunlar, ilerlemiş bir toplumun olumsuz yanlarıyla karşı karşıya kalmadan yalnızca bu toplumun sağladığı çıkarlardan yararlanan kimselerdir. Ne var ki bunların büyük halk kitlesi karşısında sayıları oldukça azdır ve ayrıca, "yönetimin güvenliği, onun davranış biçimi hakkında halkın varabileceği yandaş yargıya iyice bağlı bulunan özgür ülkelerde; bu konuda halkın körü körüne ya da geçici heveslere kapılarak yargıya varmaya eğilim göstermemesinin kuşkusuz çok büyük önemi olmak" 2 0 gerektiğine göre, Adam Smith, devletin karışımda bulunarak halkın eğitimini sağlamasını önermektedir. 2 1 Kapital'de Marx, "A. Smith iş bölümü üzerinde bir tek yeni önerme ileri sürmemiştir" 2 2 diyerek, Ulusların Zeninliği'nden önce işlevlerin uzmanlaşmasını bir takım olumlu sonuçlarla ilişkilendiren bazı eserlere atıfta bulunmaktadır. Daha ilerde Marx, manüfaktürün kapitalist niteliğini incelerken, iş bölümünün olumsuz etkilerine ilişkin olarak, « 18 19 30 21
Ibid., Vol. II, s. 264. Ibid., s. 265. Ibid. Ibid., S. 269-70. Ne var ki, Marx'ın da yorumladığı gibi bu eğitim "pek dikkatli ayarlanmış (homeopatic) dozlarda" (Kari Marx, Kapital, I. cilt-1. kitap, çev,: Mehmet Selik, II. baskı, Odak Yayınları, Ankara, 1974, s. 529-30) olacaktır. Gerçekten, "aşağı halk tabakalarını eğitmenin devlete y a r a n olmasa bile, büsbütün eğitimsiz kalmamaları devletin yine de dikkatine değer" (Adam Smith, op. cit., Vol. II, s. 269). Kaldı ki düşünürümüze göre, eğitilmiş, aklı başında bir halk, eğitimsiz, ahmak bir halka göre daha düzenli, daha itaatlidir (Bkz.: ibid.). 22 Kari Marx, op. cit., s. 510, dn. 44.
18
Adam Smith'in, öğrencisi olduğu Adam Ferguson'un Sivil Toplumun Tarihi (1767) adlı eserindeki tezleri tekrar ettiğini ileri sürmektedir. 2 3 Gerçekten Smith gibi Ferguson da iş bölümü hakkında hem olumlu hem olumsuz değerlendirmeler yapmıştı. Sivil Toplumun Tarihi'nde Ferguson "sivil ve ticari zanaatların gelişmesinden ileri gelen sonuçlar"ı açıklarken, "gereklilik duygusu ve refah isteği ne denli kışkırtırsa kışkırtsın ya da durum ve siyasanın yararları ne denli kolaylaştırırsa kolaylaştırsın, bir halk, özel beceri ve dikkat gerektiren değişik görevleri birbirinden ayırıp değişik kimselere vermedikçe, yaşamdaki zanaatları işlemekte büyük bir gelişme gösteremez" 2 4 demektedir. Ürünlerin nitelikçe daha iyi, nicelikçe daha çok olması, hem üretim masraflarının azaldığını ve kârlarının arttığını gören girişimci, hem gereksinmelerini daha iyi karşılayabilen tüketici için yarar sağlayacaktır. 2 5 Bununla birlikte, zanaat ve mesleklerin bölünüp ayrışmasının y a r a r l a n yanında, olumsuz etkileri de Ferguson'ca görülmektedir. Bu ayrışmanın zenginliği arttıracağına dikkati çektikten sonra, Ferguson kendisini rahatsız eden soruna parmak b a s m a k t a d ı r : "Zanaatların ilerlemesiyle ulusal yeteneğin ölçüsünün artıp artmadığından bile kuşkulanılabilir. Birçok mekanik zanaat, aslında, yetenek gerektirmez; bu zanaatlarda duygu ve akıl tümden baskı altına alındığında daha başarılı olunur ve bilgisizlik boş inanların olduğu kadar endüstrinin de anasıdır. Düşünce ve muhayyile yanılgıya düşebilir, ama eli ya da ayağı oynatma alışkanlığı her ikisinden bağımsızdır. Buna uygun olarak, nerde daha az akla başvurulursa, nerde, büyük bir muhayyile gücü harcamadan, işyeri, parçalan insanlar olan bir makine olarak ele alınırsa manüfaktürler daha fazla başarılı olur". 2 6 İş bölümü bir yandan zenginliğin kaynağı olup zanaatlann, ticaretin gelişmesiyle örtüşmekte; bir yandan da işlevlerin uzmanlaşmasıyla artık yararsızlaşmaya başlayan, bireysel yeteneklerin giderek zayıflamasına yol açmaktadır. Ne var ki Ferguson'un teşhisi manüfaktürcü sistemde çalışmanın etkilerinin ele alınmasında kalmamakta, endüstrinin, itici gücü iş bölümüyle, toplumu barbarlıktan uygarlığa dönüştürmesini de gündeme getirmektedir: "Gelişkin toplumun üyelerinin birbirlerinden ayrıldığı, mesleklerin farklılaşması durumuna göre her bireyin, başkalarının açıkça bilgisiz oldukları, kendi beceri t ü r ü n e ya da özel yeteneğine sahip olduğu varsayılır; toplum da, hiç biri toplu23 Bkz.: ibid., s. 529, dn. 70. Marx, Smith'le Ferguson arasındaki ilişkiyi Sivil Toplumun Tarihi'nin ilk basımının Ulusların Zenginliği'nden dokuz yıl önce olmasında temellendirmektedir. 24 Adam Ferguson, An Essay on the History of Civil Society, ed.: Duncan Forbes, University Press, Edinburgh, 1966, s. 180 25 Bkz.: ibid., s. 181. 26 ibid., s. 182-3.
19
m u n kendi ruhuyla harekete geçmemiş, parçalardan oluşmuş d u r u m a sokulur". 2 7 Iş bölümünün katı kalıpları içinde hapsolmuş bireyler mesleklerine göre ayrışmışlardır, kendi etkinliklerinin dar alanına girmeyen her şey hakkında bir aldırışsızlık içindedirler, genel gelişmeye katkıda bulunmalarına karşın üyesi oldukları topluluğa dikkatlerini ve ilgilerini çevirmemektedirler. 2 8 İş bölümünce farklılaştırılan bireyler, toplumda farklı uğraşılara farklı rütbe, tercih ve duygusal yük mal eden* bir hiyerarşik yapıya toplumu yöneltmektedirler. 2 9 Ferguson b ü t ü n bıj olgularda çözülme tehlikesindeki bir toplumun öncüllerini görmektedir. "Özgürlüklerin sürdürülmesi için oluşturulan ulusal k u r u m l a r vatandaş-» l a n kendi kendileri için hareket etmeye ve haklarını koruma ve sürdürmeye davet etmek yerine, onlara güven sağlayıp kendilerinden hiç bir dikkat ya da kişisel gayret istemese, bu görünürdeki yönetim yetkinliği toplum bağlarını zayıflatabilir ve, bağımsızlık ilkelerine göre, uzlaştırmak istediği değişik tabakaları ayırıp, birbirlerine yabancılaştırabilir". 3 0 Ticarete önem veren bir devletin siyasal kurumları barışı ve uyumlu bir gelişmeyi garanti ederken, vatandaşları kanun çıkarının korunmasından uzaklaştırıp, bu görevi farklılaşmış organlara göçerirken topl u m u n iç bağımlılığını gözlerden uzaklaştırmaktadır. 3 1 Ticarete önem veren bir devlette, "birey kendi varlığını kopmuş ve yalnız olarak bulur : bir nesne bulmuştur ki, bu onu eşitleriyle rekabete atar ve o eşitlerine, sağladıkları kârlar uğruna, hayvanları ve toprağıymışlar gibi davranır. Toplumu biçimlendirdiğini varsaydığımız güçlü makine yalnızca, üyelerini karşıt d u r u m a getirmeye ya da onların aralarındaki duygusal bağlar koptuktan sonra aralarındaki ilişkileri sürdürmeye yönelir". 3 2 Herkes kendine kalan dar ilgi alanı hakkında endişeye kapılmışsa da hâlâ arkadaşlık ve dürüstlük duyguları besleyebilirse de, bu duygular evrensel dayanışma duyguları ile ilişkili değildir ve ticaret ile iş bölümünün yarattığı, bireyleri karşı karşıya getiren rekabetten ileri gelen çıkarcı niteliği korumaktadır. Smith ile Ferguson'un konumları arasında birçok benzerlikler bular Ibid., s. 218. 28 "Manüfaktürde de patronun dehası, belki, eğitilmişken ona tabi olan işçininki boşuna harcanmıştır. Devlet adamı olan biten hakkında geniş bir anlayışa s a hip olabilirken, kullandığı kuklalar bir araya getirildikleri sistem hakkında bilgisizdirler. General savaş bilimi hakkında derin bilgilere sahip olabilirken, nefer az sayıda el ve ayak hareketleri içinde sınırlanmıştır. İkincilerin kaybettiğini birinciler kazanmış olabilirler" (ibid., s. 183; ayrıca bkz.: s. 181). 29 Bkz.: ibid., s. 184. 30 Ibid., s. 191. 31 Ibid., s. 21&-20. 32 Ibid., s. 19.
20
mak m ü m k ü n d ü r ve Marx'ın da Sivil Toplumun Tarihi'ndeki çözümlemelere öncelik vermesinin bir takım nedenleri vardır. Her iki düşünür de iş bölümünü, bir yandan ticaretin gelişmesi ve toplumun uygarlaşmasıyla, bir yandan da, artık makinenin bir parçası haline gelen, insanın yeteneklerinin giderek körelmesiyle ilişkilendirerek, bir odak nokta olarak ele almışlardır. Smith'in Glasgow Üniversitesinde verdiği derslerin yayınlanması Marx'm belirlediği öncelik-sonralık ilişkisini tersine çevirmiş bulunmaktadır. 3 3 Gerçekten de 1763'den beri, yani Ulusların Zenginliği'nin yayımından onüç, Sivil Toplumun Taı-ihi'nin yayımından dört yıl önce, Adam Smith, üretken bir güç olarak iş bölümü hakkındaki kuramının ana çizgilerini sunmuş bulunuyor ve, Ulusların Zenginliği'nde dağınık olarak görülen, mesleklerdeki uzmanlaşmanın yarattığı sonuçlara ikili bakış açısını ortaya koymuş bulunuyordu. Gerçekten Dersler'inde de Adam Smith başlangıçta iş bölümü hakkında olumlu bir değerlendirme y a p m ı ş t ı r : iş bölümü "ülkenin refahını arttırır". 3 4 Buradan da, iş bölümünün ü r ü n ü nasıl arttırdığını örneklemek için ünlü toplu iğne manüfaktürünü sunmaya yönelmiştir. Ama sonraları, Ulusların Zenginliği'nde olduğu gibi, hemen şunu ileri s ü r m e k t e d i r : "uygar bir toplumda eşit bir iş bölümü yoktur, çünkü hiç de çalışmayan çok sayıda kimse vardır". 3 5 Daha ilerde de, barbar bir ülkede bilinmeyen düzenlilik ve dürüstlük gibi erdemlere değindikten sonra, bunların ticaretle uğraşan toplumlarda b u l u n d u ğ u n u 3 6 söylemektedir ama ticari r u h t a n ileri gelen bir takım uyumsuz unsurların varlığı da söz konusudur. 3 7 Bu unsurların ne olduğuna bakarsak, bir kez iş bölümü, çiftçiye göre kentli zanaatçının zihinsel yeteneklerini gözle görünür bir biçimde daraltmakta, bundan öteye büyük bir nüfus kitlesinin ilk öğretim görmesini engellemekte ve üstelik kentlilerin savaşçı r u h u n u iyice köreltmektedir. 3 8 Bu sorunlara Smith belirgin pratik bir yanıt getirmemekte, "bu noksanları gidermek ciddi bir dikkate değer bir k o n u d u r " 3 9 demekle yetinmektedir. Dersler'de çalışmadaki uzmanlaşmanın engelleyici yönlerine değinilmesine ve Ulusların Zenginliği'nde dar olmayan bir ekonomik bağlamda iş bölümünün daha derinlemesine sosyolojik çözümlenmesine karşın, Smith'in Sivil Toplumun Tarihi'nin sistematikliği ve derinliğine erişe33 Bkz. : Ronald Hamowy, loc. cit. 34 Adam Smith, Lectures on Justice, Poliçe, Revenue and Arms, y a y m a hazırlay a n : Edwin Cannan (1896), August M. Kelley, New York, 1964, s. 162. 35 Ibid., s. 162-3. 36 Ibid., s. 253. 37 Ibid., s. 256. 38 Bkz.: ibid., s. 255-9. 39 Ibid., s 259.
21
mediği belirlenmiştir. 4 0 Gerçekten de Ulusların Zenginliği'nde iş bölümün ü n ekonomik yanlarına değinen noktalara ve emeğin üretkenliğine üişkin sonuçlara her yerde rastlamak m ü m k ü n olmaktadır. Ne var ki iş bölümünün zararlı sonuçlarına geçici olarak beşinci kitapta değinilmektedir. Öte yandan sınıfların varlığı, ücretlerin çatışmacı bir biçimde belirlenmesi ve ü r ü n ü n eşitsiz bir biçimde bölüşülmesi gibi ticari toplum u n yapısından ileri gelen yönler, A. Smith'çe toplumsal yapının kararlılığına yönelik tehditler olarak görülmemektedir. Böylelikle, zihin-' sel yeteneklerin gelişmesine ilişkin olarak, tarım ve endüstri arasındaki farklılık, Smith'in ticari türden toplumlara, tarımsal türden toplumlara göre daha çok ekonomik gelişme olanağı tanımasını engellememektedir. Ayrıca A. Smith, genel olarak toplumdaki iş bölümünde olduğundan çok, manüfaktürdeki iş bölümünün olumsuz sonuçlarıyla daha ilgilidir. A. Smith'e göre, iş bölümünün kurumların kararlılığına bir tehdit getirmesi ölçüsünde olayların akışına bir takım değişiklikler getirmenin de olanakları vardır. Ulusların Zenginliği'nin birinci kitabında, A. Smith iş bölümünün olumlu sonuçları arasına, makinelerle ilgili buluşları da katmıştır. Düşünürümüze göre : "İş bölümünden ötürü, her kişinin t ü m dikkati doğal olarak tek bir basit amaca çevrilmiş bulunur. Bundan dolayı, işin her ayrı dalında çalıştırılanlardan birinin ya da ötekinin, kendine ait görevi yerine getirmek için, hemen daha kolay, daha kısa yöntemler bulması doğaldır ki beklenebilir; yeter ki işin niteliği böyle bir gelişmeye uygun olsun. İyice inceden inceye bölümlere ayrılmış olan iş kollarında kullanılan makinelerin çoğu, aslında ortalama işçilerin buluşudur; her biri çok basit bir işlem üzerinde çalıştırıldığından, o işlemi başarmak için daha kolay, daha çabuk yöntemler bulmaya doğal olarak kafalarını vermişlerdir. 4 1 Öte yandan, teknoloji ve uzmanlaşmanın daha ileri bir döneminde, yani daraltılmış çalışma alanının işçileri engellediği ve buluş yeteneklerini körelttiği zaman, makine yapıcıları ve "meslekleri hiç bir şey yapmayıp, sadece her şeyi gözden geçirmek olan, bu sayede, birbirine çok uzak, hiç benzemez şeylerin özünü bir araya getiren bilgin ya da kuramcı" 4 2 lar devreye girmektedir. Buna göre iş bölümü, teknolojik gelişmeyi durduracak yerde, itici bir güç olarak ortaya çıkmaktadır. 4 3 İş bölümünün başka bir sonucu, yani halkın büyük bir bölümünün bilgisiz kalması, Smith'e göre daha tehlikelidir. Ama bu durumda da, daha önce gördüğümüz gibi, endüstriyel toplumda ortaya 40 Bkz.: Ronald Hamowy, loc. cit., s. 257-9. 41 Adam Smith, op. cit., Vol. I, s. 9. 4a Ibid., s. 9-10. 43 Bkz.: Nathan Rosenberg, "Adam Smith on the Division of Labour: Two Views or One?", Economica, Vol. XXXII/126, May 1965, s. 127-39; ayrıca, Donald D. Weiss, loc. cit., s. 21.
22
çıkan kaçınılmaz olumsuzluklara karşı eğitim, düşünürümüzce ileri sürülmektedir. 4 4 Ferguson'un konumu daha karmaşık ve ayrıntılıdır; kuşkusuz iş bölümünü ekonomik olmayan bir bağlam içinde ele alıp sosyolojik bir çözümleme yapmaya yazarımız daha eğilimlidir. Zanaat ve mesleklerin ayrışması hakkındaki çözümlemesi ve, belirli sınırlılıklarla, ticari yapının çözümlemeye sokulması ikilemli bir görünüm sunmaktadır. 4 5 Ferguson ve Smith'çe paylaşılan ekonomik gelişme kuramı, ne endüstri öncesi toplum biçimlerine geri dönmeye izin vermekte ne de farklı etkinlikleri yaşamında birleştirmiş, savaş sanatında ve politikada uzman, t ü m yetenekleri gelişkin bir insan modelini yeğlemektedir. Uygar toplumları ilkel, barbar toplumlara bağlayan bir ilke v a r d ı r : bu toplumlar insanlardaki yetkinlik eğilimine dayanırlar ve iş bölümü de bu gelişmenin ayrılmaz bir unsurudur. Doğaldır ki toplumsal yapıda, ekonomik gelişmeye bağlı değişme kaçınılmaz ve dolayısıyla da ticarete dayanan devlet, ilkel toplumlarda kaynağını bulan, tarihsel bir sürecin son aşaması olmaktadır. Ekonomik gelişmenin genel olarak toplumdaki etkilerini ele aldıklarında Smith ve Ferguson'un vurgulamaları farklılık gösterirken, önerdikleri çareler de değişiktir. Smith devletin karışımını (halkın eğitimi) kabul etmek zorunda kalmış. Ferguson ise "karm a monarşi"yi, ticarete dayalı toplumlarda ortaya çıkan ayrılık ve anlaşmazlıkları tanıyabilecek ve bunları kurumlaştırabilecek bir yönetim biçimi olarak ileri sürmüştür. 4 6 Bununla birlikte, endüstriyel devrimin başlangıcında Smith'in olduğu kadar Ferguson'un da, ticarete dayanan toplumun gelişmesinin yaratacağı sorunların daha sonralar hissedilecek gerilimleri hakkında bilinçli bir fikre sahip olmamaları, ilginç bir olgu olarak kalmaktadır. "Hiçbir yazar, bu arada Smith, daha sonra iktisat tarihçilerinin adına endüstriyel devrim dedikleri sürecin gerçekte ne anlama geldiği hakkında açık seçik bir fikre sahip değildir". 4 7 Düşünürlerimizin de üzerinde durdukları, ekonomik gelişmenin insan üzerindeki etkileri, XIX. ve XX. yüzyılda dikkatlerini çalışan sınıfların yoksul44
Bkz.: E.G. West, "Adam Smith's Two Views oıı the Division of Labour", Economica, Vol. XXXI/121, February 1964, s. 23. « Bkz.: Ronald Hamowy, loc. cit., s. 259; ayrıca, Ronald L. Meek, "The Scottish Contribution to Marxist Sociology", in Democracy and the Labour Movement, der. -. John Saville, Lawrence and Wishart, London 1954, s. 84-102. « "Gerçekten k a r m a yönetimlerde, halkın çıkarı prensin ya da soyluların çıkarında karşı ağırlığını bulduğundan aralarında fiilen bir denge kurulur ki kam u özgürlüğü ve düzeni (böylelikle) bir a r a d a sürdürülür" (Adam Ferguson, op. cit., s. 164). 47 Joseph A. Schumpeter, History of Economic Analysis, Oxford University Press, New York, 1955, S. 150.
23
luğu, teknolojik işsizlik, çocuk çalışması ya da, daha genel bir deyimle, geleneksel kurumların çözülmesi üzerinde toplayan kimselerin kaygı ve ilgilerinin dışında kalmayacaktır. 3.
USSAL BİR TEKNİK OLARAK İŞ BÖLÜMÜ
İş bölümünün üretkenliği arttırıcı bir yönü olduğu ve bu nedenle de bir takım yararlar sağladığı söylenebilir. Bu yararların ortak paydası ise mal üretimi için gerekli çalışma süresinin azaltılması olmaktadır. İşlemlerde uzmanlaşmaya gidilmesi daha kısa bir öğrenme süresi gerektirdiğinden, sonuç olarak öğrenim harcamalarında bir tasarruf sağlam a k t a ve işçinin daha çabuk bağımsızlaşmasını sağlayarak, 4 8 ona işgücü piyasasında daha elverişli bir konum kazandırmaktadır. Aynı zamanda, öğrenim süresi kısalırken, bu dönemde harcanan ya da israf edilen h a m madde miktarı da azalmaktadır. Belirli bir işlemi yerine getiren işçi dikkatini ve kas gücünü harekete geçirmekte ve kısa ya da uzun bir intibak süresinden sonra sonuca en etkin bir biçimde ulaşabilmektedir. Doğaldır ki bir iş günü içinde, işçi, bir işlemden ötekine birden çok kez geçerse gerekli intibak sürelerinin toplamı, işçinin tek bir işlemi yerine getirdiği durumdan çok daha fazla olacaktır. Aynı usa v u r m a iş araç ve gereçlerini ve makinaları hazırlama süreleri için de geçerli olacaktır; gerçekten, araç, gereç ve makinalar tek bir işlem için ayarlanıp düzenlendikleri takdirde kaybolan zaman daha da azalacaktır. İşçinin aynı işlem ve aynı araç ve gereçlerle çalıştırılması ise, hem işlemlerin yerine getirilmesinin, hem araç ve gereçlerde daha da yetkinlik sağlanmasının koşullarını yaratacaktır. Adam Smith ve XVIII. yüzyılın başka düşünürleri, manüfaktürlerdeki belirli bir iş bölümünün varlığı ve sağladığı yararlardan hareketle, bu gözlemleri sistematik olmayan bir biçimde yapmışlardır. Çalışmanın örgütlenmesiyle uğraşanların hareket noktası, zaman birimi başına üretkenliği arttırmaya yönelik en etkin iş bölümünü uygulamayı sağlayacak ussal modellerin geliştirilmesi olmuştur. Her işlemin gerektirdiği yetenek ve güç miktarının inceden inceye saptanabilmesi için, iş bölümüne ilişkin ussal modellerin kurulması, niceliksel çözümleme gibi tekniklerin kullanılmasını gündeme getirmekteydi. Babbage şöyle d e m e k t e d i r : "Manüfaktür patronu, her biri farklı güç ve beceri düzeyleri gerektirdiğinden, yapılacak işi farklı süreçlere bölerek, her süreç için gerekli güç ve beceri miktarını kesin olarak elde edebilir. Öte yandan, mesleğin alt bölümlere bölünüp işlemlere varıldığı duruma karşılık, işin tümüyle tek Lonca sisteminde çıraklıktan ustalığa geçişin (bağımsızlaşma) uzun yıllar aldığı konusunda bkz.: Melvin Kranzberg, Joseph Gies, Breve storia del lavoro, Mondadori, Milano, 1976, s. 69.
24
bir işçi tarafından yapılması durumunda, bu kimsenin en zor işi yapabilecek yeterli beceriye, en yorucu işi yapabilecek yeterli güce sahip olması gerekir. 4 9 Demek ki, Babbage için iş bölümü, çalışmanın örgütlenmesi sorununun ne hazır çözümüdür, ne de koşuludur. XVIII. yüzyıl ekonomicileri, iş bölümünü, en yüksek üretkenlik düzeyine varmak için belirli sermaye miktarını kullanmanın yöntemi olarak belirlemişlerdir. Oysa Babbage, iş bölümünün ekonomik koşullarını veri kabul etmekte, iş bölümünde, etkinliğini en çok kılmanın örgütlenme koşullarının neler olduğunu araştırmaktadır. Bu sorunu çözmeye yarayan araç, çalışma yöntemlerinin çözümlenmesidir. Bu çözümleme, en yüksek etkiyi sağlayabilmek amacıyla, iş sürecindeki her bir işlemin yerine getirilmesi sırasında bir araya gelen, bireylerin el ve ayaklarının ağırlığı, araç ve gereçlerin ağırlığı, aynı işlemin tekrarlanma sıklığı gibi faktörlerin incelenmesiyle yapılacaktır. Bu çözümleme sonucu, bir iş sürecinin kaç işlemden meydana geldiği ve her işlemin ne kadar güç ve beceri gerektirdiği kesin olarak ortaya çıkacaktır. Demek oluyor ki, bu sonuca göre, iş süreci önce basit öğelerine indirgenip sonra istenilen sonucu sağlayacak işlemler serisi haline getirilmektedir. Böylelikle yeniden düzenlenen iş süreci sayesinde, her bir işleme, işlemin gerektirdiği özellikteki işçileri sağlamak ve bu işçilere verilecek ücreti, özelliklerle ilişkilendirerek, bir ücret hiyerarşisi kurmak m ü m k ü n olacaktır. Belirli bir endüstriyel süreçte iş bölümünün ussal modeli böylece kurulunca, Babbage, bu modelin uygulanabilirliğini düzenleyen sayısal orantı ilkesini getirmektedir: "Her manüfaktür ü r ü n ü n ü n özel doğasına göre hem en elverişli süreç ve hem de çalıştırılacak kişi sayısı belirlendiğinde, bu sayının tam katlarını kullanmayan herhangi bir başka manüfaktür, ü r ü n ü daha yüksek maliyetle üretecektir". 5 0 Sayısal orantı ilkesinin işlevi, öngörülen etkinliğin en yüksek düzeyde oluşmasını garanti etmekten öteye, modelin uygulanmasının genelleştirilmesi için bir ölçüt vermesidir. Bu ilke aynı zamanda endüstrideki yoğunlaşma süreçlerini ve dev girişimlerin oluşmasını açıklamaya çalışmanın bir simgesi olmaktadır. Gerçekten belirli bir teknolojik gelişme düzeyinde, niceliksel çözümleme, en etkin ussal modelin uygulanabilmesi için gerekli sermaye miktarının belirlenmesine olanak vermektedir. Ussal modelin gerçekleştirilmesi için gerekli miktarın altında sermaye kullanan her manüfakt ü r iş bölümünü etkin bir biçimde uygulayamayacak ve zorunlu olarak yüksek maliyetlerle çalışacaktır. Bu da, rekabet maliyetleriyle üretimde Charles Babbage, On the Economy of Machinery and Manufactures, aktaran Armando de Palma, op. cit., s. 37-8 5» Ibid., s. 172-3.
s. 137-8'den
25
bulunamadıklarından, piyasada rekabet gücü olmayan küçük girişimlerin giderek yok olmalarını açıklamaktadır. Aslında Babbage, büyük girişimlerin oluşması ve sermayenin giderek yoğunlaşması sürecinin yalnızca çalıştırılan işçilerin sayısının arttırılmasıyla değil de, daha çok yatırımların makinelere kaydırılmasıyla ilgili olduğunu görememiştir, denebilir. Araç ve gereçlerin yetkinleştirilmesinin ve üretime makinelerin sokulmasının sonucu iş bölümünün uygulanabilirliğinin sınırlarına Babbage'ın işaret ettiği doğrudur. Ne var ki, bu sınırlar, beceri düzeylerine göre iş bölümünün genel geçerliliğine dokunmamakta, sadece gene aynı örgütlenme ilkesine göre işin yeniden işlemlere paylaştırılmasını gerektirmektedir. Babbage'ın makinelerin önemini niçin gözden kaçırdığı ve, XVIII. yüzyılın ilk yarısında Avrupa endüstrisinin anahtar kesimlerine mekanizasyonun girdiği bir dönemde, niçin iş bölümüne özel bir değer atfettiği sorulabilir. Bu dönemde endüstri devrimini en derinlemesine bilenlerden biri olduğunu ileri sürebileceğimiz, Marx'a göre, Babbage büyük endüstriyi sırf manüfaktür açısından ele alıp incelemiştir. 5 1 Marx'm bu yargısının tam anlamı, ilerde, aynı düşünürün manüfaktür ile büyük endüstri arasındaki ayrımının nedenlerine değinildiğinde, açıklığa kavuşacaktır. Şimdilik, Marx'ın, Babbage için en ussal örgütlenme ilkesinin temelinde, değişik zanaatçı beceri düzeylerine sahip kimseler arasında, işin dağıtılmasının yattığını vurguladığını belirtelim. Öte yandan, aslında iş bölümünün geleneksel kalıntılarından çok yenilikçi ve ussal yanlarına ilgi duyan, Babbage büyük endüstri gerçeğinin çok uzağında da değildir. Ne var ki manüfaktürlerdeki çalışmanın onu en çok ilgilendiren yanı, el emeğiyle yerine getirilen işlemlerin basitliği ve buna bağlı olarak iş sürecini, çalışma yöntem ve sürelerini niceliksel olarak çözümleyerek, incelemektir. 4. ÎŞ BÖLÜMÜ VE MAKİNE Adam Smith'in anladığı anlamda, iş bölümü ilkesi, işin uygun bir biçimde makineleştirilmesiyle ortadan kaldırılma olasılığı arttığı ölçüde açığa çıkan sakıncaları yapısında taşımaktadır. İş bölümünün var saydığı zanaatçı etkinlik, edinilmiş beceri, işin temposundaki kesiklilik ile hem fabrikanın içindeki hem toplumsal bağlamdaki bir seri anlaşmazlık arasında karşılıklı sıkı bir ilişkiyi ortaya koyar. Nedeni ise, çalışma etkinliğinin zanaatçı temelinin, işçiye işin yapılış biçimi ile temposu ve yardımcılar ile ilişkiler konusunda kişisel bir inisiyatif payı bırakmasıdır. Aynı zamanda bu inisiyatif işçide, kendisi olmazsa olmaz kanısı Kari Marx, op. cit., s. 512.
26
smı ve nisbî bir bağımsızlık bilincini doğurur ki, bunlar, işçinin fabrika disiplinine itaatsizliğine yol açabilir. "İnsan doğasının zayıflığı nedeniyle işçi ne denli becerikliyse o denli yönetilemez ve inatçı olmaya yönelikt i r " 5 2 derken, A. Ure, işçinin eylemli karışımında anlaşmazlıkların ana kaynağını bulmaktadır. Bu durumda : "Doktor Smith zamanında yararlı örnek olabilecek şeyler, bugün, kamu oyunu manüfaktür endüstrisinin etkinliği hakkında yanılgıya götürme riski yüklenilmeksizin kullanılamaz. Aslında, iş bölümü ya da daha çok işin kişilerin farklı yeteneklerine uydurulması, fabrika işinde hiç de göz önüne alınmamaktadır. Tersine, nerede bir işlem özel bir hüner ve el yatkınlığı gerektiriyorsa, bu, değişik türden düzensizliklere yatkın, becerikli işçinin elinden alınıp bir çocuğun gözetebileceği kadar kendi kendini düzenleyen özel bir mekanizmaya emanet edilir." 5 3 Burada Ure birey ile iş süreci arasında farklı ilişkiye dayanan iki farklı örgütlenme ilkesini ayırdetmektedir. İlk durumda iş süreci öyle bir yapıya kavuşturulmuştur ki farklı evreleri insansal gereklerle örtüşmelidir. Başka bir deyişle, el yatkınlığı, yorgunluğa direnç ve dikkat gibi insan yetilerinin t ü m ü veri olarak alınmakta ve iş sürecinin her evresi bunlara uydurulmaktadır. İkinci durumda, işleyen makine bir ya da daha çok el işleminin yerini aldığından, değinilen ilişki ve buna bağlı sorunların varlık nedeni ortadan kalkmakta, önceleri işçiden talep edilen gerekler artık ilgisiz ve yersiz olmaktadır. İş bölümüne dayanan manüfaktürle fabrika sisteminin farkı işte buradadır. Üstelik Ure'e göre, fabrika sistemi birey ile iş süreci ilişkisinden doğan teknik sorunlarla karşılaşmamaktadır. Çünkü artık bu sorunlar nitelik değiştirip makine mühendisliği sorunları niteliğini kazanmışlardır. 5 4 Fabrika sisteminde mühendislik alanı dışında kalan sorunlar, yalnızca intibak sorunları olmaktadır. Birey ile iş süreci ilişkisinin, makinelerin gündeme girmesiyle nitelik değiştirmesini anlamak, fabrika sisteminin ayrıntılı tanımını gerektirmektedir. "Teknolojide fabrika terimi, merkezî bir güç tarafından kesintisiz olarak harekete getirilen, üretici makineler sistemini, yetişkin olsun olmasın değişik işçi sınıflarının beceri ve dikkatle birleşik olarak gözetme eylemini belirler. Bu tanım ... mekanizmaları içten ilişkili bir seri meydana getirmeyen ya da bir ana motöre bağımlı olmayan örgütleri kapsamaz. ... Aslında bazı yazarlar fabrika teriminin içine, ortak bir üretim amacına yönelik şu ya da bu sayıda kişinin iş birliği yaptığı t ü m büyük 52 Andrew Ure, The Philosophy of Manufactures, C. Krıight, Loııdon, 1835, s. 20. 53 Ibid., s. 19. 54 Ibid., s. 15.
27
kuruluşları sokmuşlardır; bu nedenle de bira üreten, içki damıtan kuruluşları, marangoz, tornacı, fıçıcı atelyelerini, v.b. fabrika sistemine dahil edebilirler. Ama bana göre en kesin anlamıyla bu terim, kendi kendini düzenleyen bir motör gücüne tabi olan ve kesintisiz ve düzenlilik içinde aynı şeyi üretmek için hareket eden ve birçok mekanik ve anlaklı organdan meydana gelen, pek büyük bir otomat fikrini vermektedir. Eğer sistematik bir düzen içinde insanların herhangi bir teknik girişimi yerine getirmek için dizilmiş olmaları bir fabrikayı meydana getirebilseydi, bu terim sivil ve askerî mühendisliğin t ü m dallarını kapsardı ki, bu nedenle, bu gibi uygulama genişliği tümüyle kabul edilemez." 5 5 Ure'ın fabrika sisteminde belirlediği temel niteliklere daha yakından bakarsak, yazarımızın, her şeyden önce, her hangi bir iş sürecinin varolmasının en az koşulunu, bireylerin iş birliği ya da birleşik etkinliğinde bulduğunu söyleyebiliriz. Bunun da ötesinde fabrika, bir yandan, merkezî bir güç tarafından harekete getirilen makineler sisteminden; öte yandan da gözetim işlevlerini sistematik bir düzenle yerine getiren işçilerin iş birliğinden meydana gelmektedir. Üçüncü olarak fabrika d u raklamaksızın işlemektedir. Buna göre, fabrikanın yetkin bir biçimde çalışması, iş birliği sisteminin mekanik sisteme uygunluğundan koşullandığı için, açıkça ortaya çıkmaktadır ki, iş bölümünün gerekli kıldığı teknik ve meslekî gerekler bir yana konulursa, bireyle iş süreci arasındaki ilişki yalnızca intibak sorunları doğurmaktadır. Mekanik sistem, iş bölümüne özgü anlaşmazlık kaynaklarını kurutabildiyse, şimdi artık girişimci, fabrika sistemini oluşturan iki sistemin bütünleştirilmesi sorunuyla karşı karşıya olmalıdır. Zorluk artık işçilerin düzensiz çalışma alışkanlıklarını bırakmaları ve karmaşık fabrikanın değişmez düzenliliğiyle özdeşleşmeleriyle ilgili olmaktadır. Etkin bir örgütlenmenin sağlanmasında, demek ki, insansal ve mekanik sistemlerin bütünleştirilmesi kesin b i r önem kazanmaktadır. Ure'a göre bu sorun uygulanması gerekli fabrika kuralları'yla çözümlenebilir. Bu kurallar, işçilerin davranışını düzenleyen ve fabrika içinde şaşmaz bir disiplin k a r a n kurallar olmalıdır. Üstelik, bu fabrika kuralları, özellikle, işçinin makine başında yerine getireceği "zorunlu görev"i düzenleyecek ve, genel olarak, işlev dışı işçi davranışlarını denetlemeye olanak verecektir. Bu temelden hareketle Ure, Babbage'in geleneksel örgütlenmeye uyguladığı niceliksel çözümlemeyi, işin mekanizasyonundan dolayı ortaya çıkan sorunlara aktararak, kullanabilecektir. Artık zanaatçı bir mesleği basit evrelerine ayırıp, her bireysel işçiyi bir evreyle sınırlamak ve böy55 ibid., s. 13-4. Bu tanım, kendi yorumuna bağlı olarak, Marx tarafından, ilerde göreceğimiz gibi ele alınıp, geliştirilecektir.
28
lece iş bölümüne dayanan ussal iş sürecini meydana getirmek gerekmeyecek; tersine, iş sürecini meydana getiren öğelere varmak ve böylece bunları otomatik bir mekanizmanın öğeleri olarak bir araya getirmek yetecektir. Bu türden bir örgütlenmede, iş bölümüne dayanan bir örgütlenmeden farklı olarak, işçilerin işlevleri kökten bir başkalaşıma uğramakta, yani bireysel inisiyatif giderek içeriğini yitirmekte ve gerçek anlamında bir eşitlik d u r u m u n a varılmaktadır ki, bu da, Ure'un modern fabrikanın geleceği hakkındaki savına 5 6 uymaktadır. Bu eşitlik, gerek araç ve gereç kullanımını gerektiren geleneksel işlevlerin ve gerekse eşgüdüm işlevlerinin giderek ortadan kalkmasından dolayı m ü m k ü n olmaktadır. Fabrika sisteminde işçilerin işi, gözetim işine indirgenmiştir. Gözetim dikkat ve eli çabukluk gerektirmektedir; ne var ki bu nitelikler makinelerin ufak tefek yanlışlarını düzeltmeye yaradıkları ölçüde gereklidir. 5 7 Öte yandan eşitlik durumu, aynı işçinin devamlı olarak aynı işe verilmesi ve beceri düzeyine göre işlevlerin hiyerarşisi gibi olaylara son vermektedir. Buna göre fabrikada dikkate değer bir yatay hareketliliği gerçekleştirmek m ü m k ü n olmaktadır. Bu hareketlilik, yani işverenin kararına göre "yer değiştirmeler, iş bölümünün eski alışkanlıklarıyla taban tabana zıttır". 5 8 Fabrikayı ve onun toplumsal bağlamını inceleyen düşünürlerin vardıkları sonuçlardan biri, bireyin iş sürecinde makinanın bir eklentisi olduğunun anlaşılmasıdır. Babbage ve Ure, birey ile iş sürecinin bütünleşmesinin analizinden hareket ederek, insan öğesini, üretici görevlerin yerine getirilmesinde bir değişken olarak ele almaktadırlar. Çalışma zamanlarının ve yöntemlerinin incelenmesi, hız, sıklık ve yorgunluk gibi terimlerle, niceliksel çözümlemeleri yapılabilecek insan organizmasının karakteristiklerini betimlemeye yönelmektedir. Bu bakış açısına göre, bireyin analizinde model, basit bir görevi yerine getirecek, nisbî olarak basit bir makinanın betimlenmesidir. Bu analiz, bireyin, iş süreciyle tas t a m a m bütünleştirilebilecek, ayrıntılı davranış programının belirlenmesine varmaktadır. Babbage'in amacı, üretimdeki insan etkinliğinin insandaki sonuçlarını ikiye (yorgunluk ve beceri) indirmek iken, Ure için artık, otomatik manüfaktürün yerleşme süresiyle sınırlı geçici intibak sorunları bir yana bırakılırsa, bu iki sorun da önemini yitirmiştir. Babbage'in ve özellikle Ure'un ileri sürdüklerinden
çıkartılabilecek
56 Bkz.: ibid., s. 20-21. " Ibid., s. 20. 58 Ibid., s. 22.
29
örgütlenme modeli, birbiriyle tümüyle örtüşen iki alt sistemden (birey ve iş süreci) meydana gelen, bütünleşmiş bir sistem olmaktadır. Alt sistemin her öğesinin davranışı, fabrika kuralları ve teknoloji bilimi aracılığıyla düzenlenmiş bulunmaktadır. İnsan öğesi bakımından bütünleşme, işçilerin merkezî bir yönetime tabi olmalarıyla oluşmaktadır; yönetim ise, Ure'e göre, sermayenin özgül işlevidir. Kapitalist fabrika bu görünümüyle Marx tarafından Kapital'in birinci kitabında ele alınacaktır. Ure tarafından, endüstriyel gelişmenin itici gücü olarak, teknolojinin üretken güçlerine verilen rol ve aynı zamanda makineleşmenin sonuçları (işçinin iş sürecine tümüyle tabi olması ve işlevlerin eşitlenmesi) üzerine yapılan çözümleme, kapitalizmin içindeki değişişler hakkında daha genel savlara varmakta, Marx'a yardımcı olacaktır. II.
İŞ BÖLÜMÜ VE İLK YABANCILAŞMA FORMÜLASYONU 1. EKONOMİ POLİTİĞİN ÇELİŞKİLERİ
1844'de Paris'te başladığı ekonomi politiği inceleme uğraşısıyla 5 9 Marx, özellikle, İngiltere ve Fransa gibi, ekonomik bakımdan daha gelişmiş toplumlardaki "endüstriyel hareket"in yasalarını ve ikinci olarak, yalnızca bir izlenim çerçevesinde, endüstrileşmeyle işçi sınıfının oluşması arasındaki ilişkiyi belirlemeyi amaçlamaktaydı. 1844 Eiyazmaları'nın önsözünde, sonuçlarının "ekonomi politiğin özenli bir eleştirel irdelemesine dayanan tamamen deneyci bir çözümleme ü r ü n ü olduklarını" 6 0 söylemektedir. Engels tarafından geliştirilen sosyalist fikirler ve Sismondi gibi reformcular tarafından yapılan çalışan sınıfın d u r u m u hakkındaki ç c r i m lemeler, eleştirel katkıları ve endüstrinin gelişmesiyle, işçiler arasındaki bağlantıları açıkladıkları için Marx'm ilgisini çekmekteydiler. Marx, özellikle ekonomi politiğin ileri sürülen bilimselliğine kuıamsal bir alternatif getirmeğe ve bunun da ötesinde insanın özgürleşmesi sorununu, endüstriyel gelişme temeli üzerine oturtmaya kalkışmaktaydı. 6 1 Marx'a göre, ekonomiciler, zenginliğin arttırılması yoluyla toplumun mutluluğunun sağlanacağını düşünmekteydiler ve bu ereğe ulaşmayı m ü m k ü n kılan ana koşul ise çalışan olmalıydı. Çalışmayı ise, bu ekono59
Bkz.: David McLellan, Kari Marx, His Life and Thought, Mac Millan, London, 1973, S. 106-9.
60
61
30
Kari Mars, 1844 Elyazmaları, Ekonomi Politik ve Felsefe, çev.: Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara, 1976, s. 92. Bkz.: Ernest Mandel, La formazione del pensiero economico di Kari Marx, Laterza, Bari, 1971, s. 12-4.
miciler, doğal ürünlerin yararını arttırdığı ve ürünlerin edinilmesinin doğal temelini meydana getirdiği için, doğal bir etkinlik olarak ele almaktaydılar. Ekonomi politik, doğal düzen kavramı ile, yalnızca refahın yaygınlaşması ve mutluluğa varılmasına yönelik bir ekonomi politikasının kurulması için, yönetici bir kural sağlamakla kalmıyor, ekonomik ilişkilerin düzenlenebilirliği ve karşılıklı tutarlığı konusunda kendine metodolojik bir postülâ da sağlamış oluyordu. Bu sava göre olaylarca da doğrulanması gereken düzen, temelini çalışmanın doğal niteliğinde ve böylelikle sağlanan mülkiyette bulan, karşılıklı bağımlı bir toplumsal ilişkiler ağı olmaktaydı. Marx, Ulusların Zenginliği'nin birinci kitabındaki ücrete ilişkin bölümünü incelerken, Smith'in kendisinden aldığı örneklerle, ekonomik yaşamın uyumlu bir ilişkiler bütünü olarak ortaya çıkmadığını, tersine, Smith'in çözümlemesi derinleştikçe, sayıları artan ve giderek ağırlığını duyuran çekişmelerin oluştuğu bir yaşam olduğunu göstermektedir. Smith'e göre, "emek ürünü, emeğin doğal karşılığını ya da ücretini meydana getirir" 6 2 ; ne var ki, üretken etkinliğin bu biçimde oluşmasını doğrulaması gerekirken, ekonomik mekanizmanın işleyişi, tersine, emek ürününün, her ikisi de emeği denetleme gücüne sahip, kapitalistin ve toprak sahibinin mülkiyetinde olmasını belirlemektedir. "İktisatçılara göre, emek, insanın doğal ürünlerinin değerini kendisi ile arttırdığı tek şey olduğu halde, insanın etkin mülkiyeti olduğu halde, aym ekonomi politiğe göre, ayrıcalıklı ve aylak tanrılardan başka bir şey olmayan toprak sahibi ile kapitalist, toprak sahibi ve kapitalist oldukları için, her yerde işçiden üstündürler ve işçilerin uyacağı yasaları onlar yaparlar". 6 3 Marx. 62 Adam Smith, op. cit., Vol. I, s. 57. 63 Kari Marx, 1844 .... s. 104. Smith'e göre, toprağın mülk edinilip sermayenin birikmesinden önce "emeğin tüm ü r ü n ü işçiye ait olur". Ne var ki, toprağın ve çalışma araç ve gereçlerinin özel mülkiyet konusu olduğu ve işçilerin "patronun emri altında hizmet gördükleri" durumda, toprağın rantı, ve sermayenin kârı, üründen ve dolayısıyla emeğin karşılığından "indirim"den başka bir şey değildir (Adam Smith, op. cit., Vol. I, s. 57-8). Buna karşılık Marx şunu ileri sürmektedir: "O, bize, başlangıçta, ve hatta açıkça 'emeğin tüm ü r ü n ü işçiye aittir' der. Ama bize aynı zamanda, gerçekte, işçiye düşen şeyin, ü r ü n ü n çok küçük ve sıkı sıkıya zorunlu bölümü olduğunu da söyler" (Kari Marx, 1844 ..., s. 103). Smith'e göre: "Para ve mal ile satın alman, emek ile satın alınmıştır. Tıpkı alnımızın teri ile satın aldığımız şey gibi..." (Adam Smith, op. cit., Vol. I, s. 26). Marx ise bu düşünceyi şöyle yorumlamaktadır: "İktisatçı, bize, bu şeyin emekle satın alındığını ve sermayenin birikmiş emekten başka bir şey olmadığını söyler. Ama bize, aynı zamanda, işçinin, her şeyi satın alabilmek şöyle dursun, kendi kendini ve kendi insan niteliğini satma zorunda olduğunu da söyler" (Kari Marx, 1844 ..., s. 104). Smith'in iş bölümünün etkileri hakkında ileri sürdüklerini ise Marx, benzer biçimde, şöyle yorumlamaktadır: "İş bölümü emeğin üretken gücünü, toplumun zenginlik ve inceliğini arttırırken, işçiyi bir makine durumuna düşürecek derecede yoksullaştırır. Emek, sermayelerin bi-
31
ekonomik çözümlemenin ilksel öğelerini elden geçirerek, ücret, sermaye, kâr, birikim, rekabet, toprak rantı, v.b. gibi kategorilerin toplumsal çekişmeler gerektirdiğini ve üstelik, ekonomicilerin, bu çekişmeleri tanım ve anlam ve sonuç çıkarmalarında ele almadıklarından, bunların kısmen farkında olduklarını göstermektedir. Ücretin belirlenmesi için işçilerle kapitalistler, rantın belirlenmesi için kiracılarla toprak sahipleri arasında ortaya çıkan çekişmeler gibi, sermayenin birikim sürecinde küçüklerle büyük kapitalistler arasında ortaya çıkan çekişmeler genellikle ekonomiciler tarafından ya kısmen ya da tümüyle kabul edilmektedir. Ne var ki bu çekişmeler, basit tarafıyla, ya geçici ya da rastlantısal eylemlerin sonucu olarak ele alınmakta ve ekonomik yasaların formülasyonunu bunlardan soyutlamak yoluna gidilmektedir. Ekonomik sitemin işleyişini şu ya da bu ölçüde köstekleyebilecek olguları keyfî olarak dışta bırakmak yüzünden ekonomiciler, toplumsal çekişmelerin, doğal düzenin, çoğunluğun mutluluğunun ve toplumsal u y u m u n öngerekleriyle çelişki içinde bulunduğun u n farkına varamamaktadırlar. 6 4 Çalışma, ürünlerin mülkiyetini ve işçinin özgürlüğünü sağlamıyorsa, tersine sermayenin yönetim ve denetimine bağımlıysa, bireyin doğal ve ilksel etkinliği olmamak gerekmektedir: "İktisatçı, emek ve sermayenin ilkel birliğini, kapitalist ve işçi birliği olarak varsayar; cennetsel ilkel d u r u m d u r bu. İki kişinin cisimleştirdiği bu iki yön birbirinin gırtlağına sarıldığı sırada, bu durum iktisatçı için rastlantısal ve bunun sonucu ancak dıştan açıklanabilecek bir olaydır". 6 5 Ekonomiciler, doğal düzenle örtüşme durumunda olan ekonomik gerçekliğin, bu düzeni sağlayacak koşullar düzeyinde aynı düzeni tahrif ettiğinin farkına varmamaktadırlar. Gerçekte, zamanın toplumundaki ekonomik mekanizmaya uygun düşecek etkinlik de, mal üretim ve değişimini düzenleyen yasalardan başkasına bağımlı değildir. "Ne var ki, emeğin kendisi, sadece güncel koşullar içinde değil, ama genel olarak amacının yalın bir zenginlik artışı olması ölçüsünde, bu emeğin zararlı ve öldürücü olduğu sonucu ... iktisatçı bunu bilmese de, onun kendi açıklamalarından çıkan
65
32
rikimine ve böylece toplumun a r t a n gönencine yol açarken, işçiyi kapitaliste gitgide daha bağımlı kılar, kapitalisti büyümüş bir rekabet içine a t a r ve bir o kadar derin bir durgunluk tarafından izlenen dizginsiz bir aşırı üretim düzenine götürür" (ibid.). "Ekonomi politik (ekonomik) hareket içindeki bağlantıları kavrayamadığı içindir ki, örneğin rekabet öğretisini tekel öğretisinin, meslek özgürlüğü öğretisini lonca öğretisinin, toprak mülkiyetinin bölünmesi öğretisini büyük toprak mülkiyeti öğretisinin karşısına yeni baştan çıkartabilmiştir. Çünkü, rekabet, meslek özgürlüğü, toprak mülkiyetinin bölünmesi, tekelin, loncanın, feodal mülkiyetin zorunlu, kaçınılmaz, doğal sonuçlan olarak değil de sadece arızi, iradî ve zorlu sonuçları olarak açıklanmış ve anlaşılmıştır" (ibid., s. 152). (Çeviri, İtalyanca ve İngilizce çevirilerle karşılaştırılarak değiştirilmiştir). ibid., s. 214.
bir sonuçtur". 6 6 Ekonomiciyi ilgilendiren tek şey emeğin araç olma niteliğidir; ekonomici için emek, zenginliği arttırmanın fonksiyonudur ve yalnızca ücretli emek biçiminde vardır. Marx, ekonomi politiğin sözcükleriyle işçinin fiilen araçlaştırılmasmı şöyle a n l a t m a k t a d ı r : "Ekonomi politiğin, proleteri, yani ne sermayesi ne de toprak rantı olan, sadece emekle ve tek yanlı ve soyut emekle yaşayan kişiyi, ancak işçi olarak gözönünde tuttuğu kendiliğinden anlaşılır. Öyleyse ekonomi politik, ilke olarak, onun tıpkı her hangi bir beygir gibi ancak çalışabilecek kadar kazanması gerektiğini tanıtlayabilir. Onu çalışmadığı zamanda insan olarak düşünmez, bu özeni ceza mahkemelerine, hekimlere, dine, istatistik tablolarına, siyasete ve dilenciler çavuşuna bırakır". 6 7 Ulusların Zenginliği'nin incelenmesinden Marx'm çıkardığı sonuç, ekonomi politik, ekonomik işleyişte doğal düzenin bir teyidini aradığı ve, buna uygun olarak, eylem biçimlerini geliştirdiği ölçüde mutluluk ereğine ters düşen sonuçlara varmaktadır, biçiminde özetlenebilir. Aslında Adam Smith de toplumun zenginliğiyle işçinin yoksulluğu, sermayenin yoğunlaşmasıyla ücretlerin en az geçim düzeyine düşürülmesi, üretken güçlerin gelişmesiyle çalışmanın mekanik ve tekdüze bir etkinliğe indirgenmesi arasındaki kaçınılmaz ilişkiyi teslim etmek durumunda kalmıştır. "Adam Smith'e göre, bir toplum 'üyelerinin çok büyük bir bölümü sıkıntı içinde olduğu zaman elbette mutluluk ve gönenç içinde olamayacağı', toplumun en zengin d u r u m u çoğunluğun bu sıkıntısına yolaçtığı ve ekonomi politik de (genel olarak özel çıkar toplumu) bu aşırı zenginlik durumuna götürdüğü için, toplumun mutsuzluğu, öyleyse ekonomi politiğin ereğidir". 6 8 Ekonomik işleyiş, iç tutarlığı olan ve uyumlu bir sistemden, ekonomicilerin varlığından haberli olup bilincine varamadıkları bir karşıtlıklar sistemine dönüşmüştür. Eğer durum buysa, ekonomik çözümlemenin organikliği ve iç tutarlığı, ekonomicilerin üstesinden gelemedikleri bir iddia olarak kalmıştır, denebilir. 2. İNSANIN YABANCILAŞMIŞ ÖZÜ Marx, ekonomi politik anlayışına göre ekonomik yaşamda ve genel olarak toplumda bir uyum kavramına varılacağına ve bir takım karşıt68
Ibid., s. 105. (Çeviri, İtalyanca ve ingilizce çevirilerle karşılaştırılarak değiştirilmiştir) . w Ibid., "İnsan talebi, tıpkı herhangi bir başka meta gibi, insanların üretimini zorunlu olarak düzenler. Eğer arz talepten daha büyükse, işçilerin bir bölümü ya dilenci durumuna düşer ya da açlıktan ölür. Demek ki işçinin varoluşu, başka herhangi bir metanın varoluş durumuna indirgenmiştir" (ibid., s. 98) . Karşz.: Adam Smith, op. cit, Vol. I, s. 64-5. « Kari Marx, 1844 s. 103.
33
lıklar ve soyutlamalar pahasına bu kavramla örtüşmeyen olayların dışta bırakılacağına işaret etmiştir. Fiyatlar ve ücretlerdeki dalgalanmalar, bunalımlar, kâr haddindeki değişmeler, farklı ölçülerde klâsiklere atfedilen ekonomik modelin çerçevesi dışına çıkıldığını gösteren olgular olarak kalmaktadır. Buradan da ekonomi politiğin soyut, çekişmeli ve yapay karakteri ortaya çıkmaktadır. Marx bu bağlamı ters yüz ederek ekonominin sorunlarını yeniden formüle etmek ve buna bağlı olarak, ekonomi politiğin arızî olarak nitelediği ve açıklayamadığı olgulardan hareketle, yeni bir toplum modeline varmak amacındadır: "Biz güncel bir iktisadî olgudan yola çıkıyoruz... İnsanların dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar". 6 9 Demek ki ekonomik çözümlemeye yeni bir konumu, endüstriyel toplumun gelişmesine koşut giden yoksullaşmayı gözlemleyerek, kazandırmak gerekmektedir. Ne v a r ki, Marx'a göre : "Ekonomi politik, işçi (emek) ile üretim arasındaki dolaysız ilişkiyi gözönünde tutmaması sonucu, emeğin özündeki yabancılaşmayı gizle"diği 7 0 için, ekonomiciler değişim ilişkileri çerçevesi içinde işçinin yoksullaşmasını açıklama olanağına sahip değildirler. Emek ile üretim arasındaki ilişki içinde işçi, münhasıran kapitalistin mülkiyetinde olan, ü r ü n ü n ü ; yabancı bir güce bağımlı olarak çalıştığı için kendi etkinliğini ve nihayet kendini ve t ü m insanlığını yitirmektedir; çünkü hem ü r ü n hem etkinlik, başka insanlarla ilişkiye geçmesini sağlayan, kendi öz varlığının nesnel belirtisidir. İnsanları, etkinliklerini ve ürünlerini aralarında değiş-tokuş etmeleri yoluyla, birbirleriyle ilişkiye getiren esaslı bağ şimdi artık maddi üretim temeli üzerinde yeniden formüle edilmektedir. İnsanlığı oluşturan ve etkinliklerde, ürünlerde ve toplumsal ilişkilerde nesnelleşen organik birlik, ü r ü n ü ve etkinliği ayıran, özel mülkiyetçe çatlatılmaktadır. Türsel öz deyimiyle Marx, özgürlük ve evrensellik ölçütlerine göre, insanların kendi kendilerine ve başkalarına içinde davranışlarda bulundukları topluluğu anlamaktadır. 7 1 Özellikle "evrensellik", hem insanın geçim aracı hem de çalışmasının aracı ve nesnesi olması anlamında, doğay69 Ibid., s. 153. 70 Ibid., S. 150. 71 "însan türsel bir varlıktır. Sadece pratik ve kuramsal düzeyde, kendi öz tür ü n ü olduğu kadar başka şeylerin türünü de kendi nesnesi (konusu) durumun a getirdiği için değil, a m a ... kendi kendine karşı, evrensel, öyleyse özgür bir varhğa karşı olduğu gibi davrandığı için de" (ibid., s. 158-9). Hemen ekliyelim ki insanın türsel bir varlık olduğunu söylemek, insanın Kendi öznel bireyselliği üstüne yükseldiğini, nesnel evrenseli kendisinde tanıdığını ve sonlu varlık ola' rak kendini aştığını söylemek demektir. Başka bir deyişle, o bireysel olarak —büyük harfli— İnsan'm timsali olmaktadır.
34
la insansal etkinliğin ilişkisi anlamına gelmektedir. 7 2 İnsamn doğayla olan organik ilişkisi, insan etkinliğinin evrensellikle ilşkisini oluşturan öğe olduğu ölçüde, Marx, üretim nesnesinden yabancılaşmanın, insanın tinsel yaşamından yabancılaşması olduğunu söyleyebilecektir. 7 3 Öte yandan "evrensellik" insanın aslında toplumsal bir varlık olduğu anlamına da gelmektedir; kendi türsel özü, insanları etkinlikleri dolayısıyla ilişkiye getiren "esaslı bağ"dan başka bir şey değildir. 7 4 Bu bakış açısına göre de, "iş bölümü, emeğin toplumsallığının, insanın yabancılaşmasmdaki ifadesidir". 7 ^ însanın özüne değinme, ekonomi politiğin genel soyut formüller olarak geçerli kıldığı yasaları anlamayı da m ü m k ü n kılmaktadır. Gerçekten, ekonomi politiğin ekonomik yaşamı açıklamaya çalıştığı kategorileri ele alan Marx, bu kategorileri yabancılaşmış emekle ilişkilendirmekte ve insansal özün yabancılaşmasının sonuçları olarak açıklamaktadır. Buna göre : "yabancı kılınmış, yabancılaşmış emek aracılığıyla, işçi bu emek ile ona yabancı ve onun dışında bulunan bir insanın ilişkisini oluşturur. İşçinin emek karşısındaki ilişkisi, kapitalistin, kendisine verilen ad ne olursa olsun, emeğin efendisinin ilişkisini oluşturur. Özel mülkyet, demek ki yabancılaşmış emeğin, işçinin doğa ve kendi kendisi ile dışsal ilişkisinin ürünü, sonucu, zorunlu vargısıdır". 7 6 Fabrika sisteminin olumsuz sonuçlarının özel mülkiyetten ileri geldiğini ileri süren, endüstriyel toplumun eleştirilerinin aksine, Marx, tümdengelim ilişkisini tersine çevirmektedir. Özel mülkiyet yabancılaşmış emeğin sonucudur; başka bir deyişle, özel mülkiyet ilişkileri hangi biçimi gösterirse göstersin, işçiler çalışmalarının sonucuna hangi ölçüde katılırsa katılsın, üretimle tüketim arasındaki ilişki hangi biçimde olursa olsun, bütün bu belirlenmeler daha derin ve indirgenemez bir öğeye bağla72 "însanın evrenselliği, pratikte, ilkin doğanın doıayımsız bir geçim aracı olması ölçüsünde olduğu kadar, (ikinci olarak) insanın dirimsel etkinliğinin maddesi, nesnesi ve aleti olması ölçüsünde de, tüm doğayı kendi örgensel olmayan (inorganik) bedeni d u r u m u n a getiren evrenselliğin ta kendisinde görünür ' (ibid., s. 159). 1 3 "Demek ki, yabancılaşmış emek insandan kendi üretim nesnesini çekip alırken, ondan türsel yaşamım, onun gerçek türsel nesnelliğini de koparıp alır ve insamn hayvan karşısında sahip bulunduğu üstünlüğü, örgensel olmayan (inorganik) bedeninin, doğanın elinden alınması elverişsizliğine dönüştürür" (ibid., s. 162). 74 "İnsanın kendi emeğine, kendi emek ürününe ve kendi kendine ilişkisi için doğru olan şey, insamn öbür insana ve onun emek ve emek esnesine ilişkisi için de doğrudur" (ibid., s. 162-3). ibid., s. 221. (Çeviri, İtalyanca ve İngilizce çevirilerle karşılaştırılarak değiştirilmiştir) . 7 « ibid., s. 165. r-
35
nabilir : "Gerçi yabancılaşmış emek (yabancılaşmış yaşam) kavramım ekonomi politikten özel mülkiyetin hareketi sonucu olarak çıkardık. Ama bu kavramın çözümlenmesinden, özel mülkiyet her ne kadar yabancılaşmış emeğin kanıtı, nedeni olarak görünürse de, daha çok bunun bir sonucu olduğu çıkar ... Daha sonra, bu ilişki, karşılıklı etki d u r u m u n a dönüşür". 7 7 Yabancılaşmış üretken etkinlik yalnızca nedensel olarak özel mülkiyeti açıklamakla kalmamakta, üstelik özel mülkiyeti oluşturan toplumsal ilişkiye insansal özün yabancılaşmasını sokmakta ve özel mülkiyetin tanımına çelişme ilkesini getirmektedir. Özel mülkiyet olgusunu yabancılaşmış emekten çıkarsadıktan sonra Marx, zorunlu bir gelişmenin ifadeleri olduklarını göstererek, diğer ekonomik kategorileri özet olarak çıkarsamaya yönelmektedir. 7 8 Yabancılaşmış emek temeli üzerinde ekonomik kategorileri yeniden yorumlayan Marx, özel mülkiyet tanımına getirdiği çelişme ilkesini, buna t?ağlı t ü m toplumsal ilişki biçimlerine genelleme olanağına ulaşmaktadır. Ekonomi politiğin değişik ekonomik kategoriler arasında kurmaya uğraştığı ilinti, böylelikle insanın özüyle ilişkilendirilmek yoluyla, tümcü bir anlama sahip toplumsal yapının organik ve içsel ilintisi durumuna gelmektedir. Üstelik konuya insanın özü de ilişkilendirildiğinden, Marx'ın önerdiği "toplumsal bilim", klasik ekonominin ele aldığı olguların belirlenmiş alanını da aşmaktadır: emek insanın özüne yabancılaşmışsa, yabancılaşma zorunlu olarak tümüyle insan etkinliklerine genelleşmiş olmaktadır. Buradan da Marx ikinci bir sonuca v a r m a k t a d ı r : ekonomi politiğin birbirine karşıt olarak koyduğu toplumsal ilişki biçimleri, artık karşılıklı ilişkilerince içerilmekte ve zorunlu bir tarihsel gelişme içinde düzene girmiş bulunmaktadır. "Ekonomi politik, emek ile sermayenin, sermaye ile toprağın ayrılma nedeni üzerine bize hiç bir açıklama vermez. Örneğin ücretin serm a y e kârına oranını belirlerken, onun için son neden olan şey, kapitalistlerin çıkarıdır; yani açıklamanın sonucu olacak şeyi verilmiş varsayar. Aynı biçimde, rekabet her yerde baş gösterir. Rekabet dışsal koşullar aracılığıyla açıklanmıştır. Görünüşte olumsal (arızî) bir nitelik taşıyan bu dışsal koşulların, ne ölçüde zorunlu bir gelişmenin dışavurumundan (ifa-
" Ibid., s. 165. 78 Ücret kategorisinin çıkarsanması hakkında karşz.: ibid., s. 166. "Yabancılaşmış, yabancı kılınmış emek kavramını çıkarmış bulunduğumuz gibi, bu iki etken yardımıyla da, iktisadm bütün kategorileri açıklanabilir ve örneğin alışveriş, rekabet, sermaye, para gibi her kategori içinde, bu ilk temellerin belirli ve gelişmiş bir dışavurumundan (ifadesinden) başka bir şey görmeyiz" (ibid., s. 167), Böylelikle Smith'teki iş bölümünün kökeni hakkındaki çelişkili açıklamanın yerine Marx, çıkarsamaya ilişkin "özsel bir ilinti", "zorunlu bir ilişki" koymaktadır. (Bkz.: ibid., s. 153).
36
desinden) başka bir şey olmadıklarını ekonomi politik bize öğretmez". 7 9 Bu gibi sonuçlardan sonra Marx, özel mülkiyetin geçmişine de bakabilecektir. 3
ÖZEL MÜLKİYET
Yabancılaşmış emek kavramının doğal etkinlik kavramının yerine geçirilmesi, ekonomik mekanizmanın işleyişinden hareketle özel mülkiyet içindeki çelişmeleri açıklamaya olanak vermiştir. Doğal düzenin yadsınması ise, Marx'ı, tarihi farklı bir biçimde kavrayışa götürmüştür. Bu kavrayışa göre, özel mülkiyetin arızî ve rastlantısal sonuçları, belirli bir tümdengelim şemasına sokulmuş olmaktadır. Tarihsel olarak biçimlenmiş insan etkinliği ile, türsel öz kavramıyla ifade edilen, organik bütünlük arasındaki bağ bir yandan beşerî kurumlar hakkında yeni bir anlayışı gerektiriyorken, öte yandan da, ekonomi politiğin sunduğuna alternatif olacak, yeni bir tarihsel gelişme modelinin geliştirilmesi için, başlangıç noktasını meydana getiriyordu. Yabancılaşmış emek kavramı, öte yandan, özel mülkiyet sorununun yeni bir biçimde ele alınmasını da gerektiriyordu. Buna göre özel mülkiyetin gündeme getirdiği çekişmeler, doğal düzen kavramına göre yapılan açıklamadan farklı açıklamalar yoluyla, tutarlı olarak kavranabilirdi. Özel mülkiyeti yabancılaşmış emekle ilintilendirmek, aynı zamanda, ekonomi politiğin temel açıklama ve kavrama kipine, yani çalışma etkinliğine çekişme ilkesini de sokmak anlamına geliyordu. Çekişme terimleriyle özel mülkiyet kategorisini yorumlamaksa, gerçekte, Hegel'den alınan kavramsal bir model aracılığıyla yapılmaktaydı. Yeniden formüle edilen yabancılaşma kavramı, gene de Hegel'in bu kavrama verdiği özel bir olumlu niteliğiyle, yani insan özünün gerçekleşmesinin zorunlu koşulu olması niteliğiyle kullanılmaktaydı. 8 0 Böylece yabancılaşmış emeğin içerdiği çelişme ilkesi, insan özünün yeniden edinilmesi hareketinin başlangıcı olarak yorumlanabilir, ekonomi politiğin betimlediği toplumsal ilişkilerse yabancılaşma tarihinin bir anı —çözülme anı— olarak ele alınabilirdi. Tarihsel süreç karşımıza yabancılaşmanın ve bunun aşılmasının tarihi olarak çıkıyorsa, yabancılaşmanın bağlamı, özel mülkiyetin tarihiyle örtüşmektedir, demek mümkündür. 1844 Elyazmaları'nda özel mülkiyetin tarihi, 8 1 ekonomi politiğin temel kategoriler olarak yorumladığı, emek ile sermaye arasındaki yabancılaşma biçimiyle, bunun ve genel olarak özel to Ibid., s. 152. 80 Bu konuda bkz.: John Plamenatz, Kari Marx's Philosophy of Man, Clarendon Press Oxford, London, 1975, s. 87-110 ve özellikle s. 89-91. 81 Bkz. Kari Marx, 1844 .... s. 144-50, 165-9.
37
mülkiyetin aşılması arasındaki ilinti tarafından belirlenen, kapitalizmin tarihselliği sorununda hareket noktasını bulmaktadır. Aslında feodalizm döneminde özel mülkiyet nedeniyle insan kendi özünü yitirmiş bulunmaktadır : "feodal toprak mülkiyeti, doğası gereği, zaten kazanç konusu edinilmiş, insana yabancılaşmış ve bunun sonucu onun karşısına birkaç büyük toprak beyi kişiliğinde çıkan, toprağın mülkiyetidir. Feodal mülkiyet, toprağın insanlar üzerindeki, onlara yabancı bir erk biçimindeki egemenliğini içerir". 8 2 Ne var ki, özün yitirilmesi hâlâ "çözülme nedeni" olabilecek çelişme gibi gözükmemektedir, çünkü toplumsal çekişmeler özel mülkiyet b a ğ l a n içinde oluşmaktadır. Toprak sahipleriyle kiracılar ve kapitalistlerle toprak sahipleri arasındaki çekişmeler, yabancılaşmış bireyle onun yabancılaşmasının koşullarının karşı karşıya gelmesinden ileri gelmemekte, ortak paydaları özel mülkiyet olan değişik sınıflar arasında oluşmakta, başka bir deyişle, çekişme özel mülkiyetin farklı meşruluk ilkeleri arasında söz konusu olmaktadır. 8 3 Bu çekişmeler özel mülkiyet ilkesini genelleştirirken, yabancılaşmanın koşullarını yalnızca sermaye-emek karşıtlığında birleştirmektedir. Karşıt birçok çıkarlardan ileri gelen kısmî çekişmeler, kutuplaşmış bir çelişmede birleştikleri zaman, öğelerden biri, tümüyle dışta bırakıldığından, hiç bir özel mülkiyet biçiminden yardım dileyemez. "Son sonuç, demek ki, kapitalist ile toprak sahibi arasındaki ayrımın kalkmasıdır; öyle ki, genel olarak, nüfusun artık sadece iki sınıfı v a r : işçi sınıfı ile kapitalistler sınıfı". 84 Özel mülkiyetin tarihi, gizil bir karşıtlıktan hareket edip herbiri ardından gelen ve oluşan bir seri çekişmeyi içermektedir. Bu 82 Ibid., s. 144. 83 "Mülkiyetin bölünmesi, büyük toprak mülkiyeti tekelini yadsır, onu kaldırır, a m a ancak onu genelleştirerek. Tekelin temelini, özel mülkiyeti ortadan kaldırmaz. Tekelin varoluşuna karşı çıkar, ama özüne karşı çıkmaz. Bunun sonucu, özel mülkiyet yasalarının etkisi altında kalır. Toprak mülkiyetinin bölünmesi, gerçekte sınai alandaki rekabet hareketine karşılık düşer" (ibid., s. 146). M Ibid., s. 144. "Ama mülkiyetsizlik ile mülkiyet arasmdaki karşıtlık, emek ve sermaye karşıtlığı olarak anlaşılmadıkça, henüz etkin bağlantısı, içsel ilişkisi içinde kavranmamış, henüz çelişki olarak kavranmamış, önemsiz bir karşıtlıktır. Hatta eski Roma'da, Türkiye'de, v.b. özel mülkiyetin gelişmiş hareketi olmaksızın bile, bu karşıtlık ilk biçim altında kendini gösterebilir. Böylece henüz özel mülkiyetin kendisi tarafından konulmuş bir karşıtlık olarak görünmez. Ama mülkiyetin dıştalanması olarak özel mülkiyetin öznel özü olan emek ile emeğin dıştalanması olarak nesnel emek olan sermaye, bu karşıtlığın çelişkiye kad a r götürülmüş biçimi, öyleyse bu çelişkinin çözümüne götüren enerjik biçim olap özel mülkiyettir." (ibid., s. 186-7). Özel mülkiyetin tarihine koşut olarak Marx, ekonomi politiğin kısa bir tarihini sunmaktadır: merkantilist sistem, fizyokratlar, Adam Smith, J.B. Say, D. Ricardo, J. Mili özel mülkiyetin tarihini işleyen bir tarihsel gelişme içinde yabancılaşma konusundaki yanılsamalarıyla birlikte verilmektedir. (Bkz.: ibid., s. 172, 180-5).
38
gizil karşıtlık ise, en uç durumunda, yabancılaşmanın aşılmasıyla son bulacaktır, denebilir. Yabancılaşma, tarihinin başlangıcından bu yana özel mülkiyetin temel taşlarından biri olmuştur, aşılmasının koşulları ise karşıtlığın güncel oluşmasıyla varılan çözülme anında, çelişmesinde bulunmaktadır. Ne var ki bu tarih, insanın türsel özünün akışmasmm da tarihidir aynı zamanda. "însan tutkusunun varlıkbilimsel (ontolojik) özü, kendi bütünsellik ve insanlığına, ancak gelişmiş sanayi yoluyla, yani özel mülkiyetin aracılığıyla erişir". 8 5 Evrenselliğinde ve özgürlüğünde zorunlu olarak kendini gerçekleştirecek varlık olarak insanı kavrayış, toplumsal çekişmeleri ve tarih öğesini anlamanın ön koşulu olarak karşımıza çıkmaktadır. Marx'm sosyalizan ve komünizan ideolojilerle yaptığı hesaplaşma aslında yabancılaşmanın kaldırılıp aşılmasından sonra ortaya çıkacak toplum biçimini önceden belirlemeyi amaçlamamakta, yabancılaşmanın tarihinin bazı görünümlerini açıklamayı hedef almaktaydı. Özel mülkiyetin kaldırılıp aşılması hakkında yetersiz ifadeler olarak kalan Proudhon, Fourier, Saint-Simon ve Cabet'nin kuramlarını kısaca inceledikten sonra Marx : "Özel mülkiyetin bu kalkışının ne kadar az gerçek bir temellük (edinme) olduğunun kanıtı, t ü m kültür ve uygarlık dünyasının soyut yadsınmasının, sadece özel mülkiyet aşamasını geçmemiş olmakla kalmayan, ama henüz bu aşamaya bile erişmemiş bulunan yoksul ve gereksinmesiz insanın doğaya aykırı yalınlığa dönüşünün ta kendisi tarafından verilmiştir", 8 8 sonucuna varmaktadır. Kaba bir basitliğe doğaya aykırı olarak dönüşün karşısına Marx, komünizmi koymaktadır: "İnsanın kendine yabancılaşmasının ta kendisi olan özel mülkiyetin olumlu kaldırılışı ve aşılması ve bunun sonucu insan özünün insan tarafından ve insan için gerçek edinilmesi; öyleyse kendisi için insanın, toplumsal, yani beşerî insan olarak bütünsel dönüşü, bilinçli ve daha önceki gelişmenin t ü m zenginliğini koruyarak yapılmış bulunan dönüş olarak komünizm". 8 7 Yabancılaşma tarihi bağlamında "daha önceki gelişmenin z e n g i n l i ğ i n d e n ve "kültür ve uygarlık dünyası"nın yeniden elde edilmesinden söz edilebiliyorsa, bu, kimi zaman yabancılaşmış toplumsal ilişkiler içinde oluşturulan ve kendinden yararlanılan kültür dünyasının, yabancılaşma öğeleriyle değerlendirilen toplumsal bağlama indirgenemeyecek bir geçerliğe sahip olduğunu göstermektedir. Kişinin beraber yaşama biçimlerini örgütlerken kullandığı t ü m teknikler —bilimin üretim alanına uygulanması— yabancı85
Ibid., s. 230. (Çeviri İtalyanca ve İngilizce çevirilerle karşılaştırılarak değiştirilmiştir) . »s Ibid., s. 188. 87 Ibid., s. 190. (Çeviri İtalyanca ve İngilizce çevirilerle karşılaştırılarak değiştirilmiştir).
39
laşmış toplumsal ilişkiler içinde bulunmuş olsalar bile, "daha önceki gelişmenin z e n g i n l i ğ i n i meydana getirirler. 8 8 Başka bir deyişle, bu teknikler, aslında toplumsal olmalarına rağmen —örneğin dil, bilim, v.b.—, oluştukları toplumsal yapıdan başka bir yapıya hizmet ettiklerinden, yalın bir anlama sahip değildirler. İşledikleri toplumsal yapılara göre tekniklerin daha geniş bir bağlamda kullanılabilir olması, uygarlık dünyasına atfedilen "zenginlik" ifadesini haklı kılmaktadır. İnsanın doğa üzerinde kurduğu denetim, Marx'a göre, olumlu bir anlama sahiptir; çünkü komünizmdeki uygarlığın "zenginliği"nin kaynağı olmaktadır. Tüm kültür dünyası böylece komünizme sağlanınca, Marx, insan varlığının, yabancılaşma - özün edinilmesi alternatifine indirgenemeyecek bir boyutunu görmüştür. Buna göre kişi, doğaya yani kendi inorganik bedenine göre daima bir ilerleme durumundadır. 8 9 Doğaya göre ilerleme, uygarlık dünyası, toplumsal varlığın .ta kendisinin devamlı koşulu anlamına gelmektedir. Böyle olduğundan ötürü özün yitirilmesiyle dolaysız ilişkili de değildir. Teknik başlı başına insanın kendi insanlığına ilerlemesinin bir garantisi değildir, ne var ki gelişmeyi koşullandıran toplumsal ilişkilerin içine sokulup, bütün bütüne yadsınamaz da. Marx, Smith ve başkalarının yaptığı gibi, teknik gelişme ile insanlığın gelişmesi arasında bir tıpkılık kurmadan, yabancılaşmanın aşılmasıyla insan özüne kavuşmayı, özel mülkiyetin tarihi boyunca yaratılan uygarlıkla zenginleştirmiş ve böylelikle kaba komünizmi de yadsıma olanağına kavuşmuştur. Düşünüre göre, tekniğin ilerlemesi ve tarihi, yalnızca insanın doğaya göre bir ilerleme içinde olduğunu açıklar, ama insanın özü ile ilintisi hakkında bir açıklık getirmez. Başka bir deyişle, teknik, insanın özüyle, kendi gelişmesiyle, insanın özünün gerçekleşmesini sağlayacağından 88
89
40
"Doğa bilimleri engin bir etkinlik göstermiş ve durmadan büyüyen bir gereci kendi gereçleri yapmışlardır. ... Ama sanayi yoluyla, doğa bilimleri insan yaşamına pratik olarak bir o kadar karışmış ve onu dönüştürmüş ve doğrudan doğruya insan-dışılaştırmayı tamamlama durumunda kalmalarına karşın, insan kurtuluşunu hazırlamışlardır" (ibid., s. 200). Kapitalist üretim ve serbest rekabet makine kullanımının mümkün olumlu etkilerini ortadan kaldırabilir. İş süresinden tasarrufu sağlayan yeni üretken teknikler tüm maddi gereksinmeleri karşılamak, etkinlik ve tatmin alanını genişletmeliyken, gerçek yaşamda, iş süresi arttırılmış, işçi "en zorunlu dirimsel gereksinmelere indirgenmiş"(ibid., s. 107) tir. "Doğa, yani kendisi insan bedeni olmayan doğa, insanın inorganik bedenidir. İnsan doğa aracılığıyla yaşar demek, doğanın, insanın ölmemek için kendisiyle sürekli bir ilerleme sürdürmesi gereken bedenidir. İnsanın fizik ve entellektüel yaşamının doğaya sıkı sıkıya bağlı olduğunu söylemek, doğanın kendi kendine sıkı sıkıya bağh olduğunu söylemekten başka hiçbir anlama gelmez, çünkü insan doğanın bir parçasıdır" (ibid., s. 159-60). (Çeviri İtalyanca ve İngilizce çevirilerle karşılaştırılarak değiştirilmiştir).
değil de, insanın özü onsuz gerçekleşemeyeceğinden ilişkilidir. Demek ki, toplumsal bir varlık olarak insanın doğayla ilişkisi —doğaya göre ilerlemesi, gelişmesi— insan özünün gerçekleşmesinin koşulu olmaktadır. Ne var ki bu koşul yeterli değildir, çünkü öz kavramı insanın başka bir boyutuyla, yani tekniğin bağımlı olduğu toplumsal ilişkilerle ilintilidir. Bu d u r u m a göre, bir yandan, doğayla ilişki inşanın özsel bir niteliğini oluşturması anlamında, uygarlık özle dolaysız ve zorunlu bir bağ içindeyken, öte yandan, insanın, özsel niteliklerine şu ya da bu ölçüde elverişli olması toplumsal ilişkilerin meydana getirdiği yapıya bağımlı olduğundan, teknik özle dolaylı bir bağ içindedir. Üretken güçler insanın özünü simgeleyen beraber yaşama biçiminin koşulu olmaktadır; çünkü bu güçler, insanın kendi kendisine elverişliliğini genişleten ve arttıran araçlardır. Marx'a göre, komünizmde insan eyleminin simgeleri olan özgürlük ve evrensellik, bir yandan toplumsal ilişkilerde her türlü zorlamanın kaldırılmasına, öte yandan da insanın doğa üzerinde en çok kılınmış erkine bağımlıdır. Bu erk dolayısıyla gereksinmelerin beşerî karakteri, bu gereksinmelerin en üst düzeyde tatminiyle ilintilenmektedir. Komünizm, gereksinmelerin ve dolayısıyla da bunların tatminine yarayan tekniklerin en yüksek düzeye çıkarılması olmaktadır. "Zengin insan, insanca yaşam belirtileri toplamına aynı zamanda gereksinme duyan insandır". 9 0 Ne var ki b u r j u v a toplumunda özsel güç ve niteliklerin belirtilerinin t ü m ü yabancılaşmış biçimde gerçekleşmektedir. Böylece maddi üretimin insanları araç durumuna getiren bencil anlamı, insanın evrenselliğini yalnızca sanat, edebiyat, din gibi alanlara itmekte ve bunlar da, insanın "soyut evrensel özü" olarak, kültürü oluşturmaktadır. Üretken yaşam ve kültür aynı özün belirtileri olarak organik bir büt ü n meydana getirmeyince, aralarındaki ilişki bir karşı-karşıyalık ilişkisi olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü gerçek yaşam münhasıran bencil yarar değerine göre yaşanırken, entellektüel yaşam yapıntı bir evrenselliğe dayanmaktadır. B u r j u v a toplumunda, "evrensel bilinç gerçek yaşamın bir soyutlamasıdır ve bu nitelikle onun karşısına bir düşman olarak dikilir". 9 1 Bu duruma göre, insanın özüyle ilintili endüstri tarihi, insanın öz güçlerinin yabancılaşmış biçiminin tarihi olmaktadır. Üretken etkinliğin özle bağlılığı, bir yandan maddi üretimi evrenselliği olan bir süreç olarak kavramaya olanak verir ve, özerk ve bağımsız bir etkinlik alanıymış gibi, kültür yaşamını endüstriyle karşı-karşıyalık içine sokmaya olanak ver90
Ibid., s. 202. (Çeviri İtalyanca ve İngilizce çevirilerle karşılaştırılarak değiştirilmiştir) . sı Ibid., s. 193.
41
mezken, öte yandan, maddi üretime ilişkin tarihsel biçim özel mülkiyetken, kültürün aldığı karakterin bilincine varmaya yardım etmektedir. 9 2 Özel mülkiyetin gelişmesi anlamında, endüstrinin gelişmesinin gerçekleştiremediği insanın özü - endüstri ilintisi, anlaşılmaz olarak kalmış ve insanın özü onun "evrensel soyut özü" olarak, gerçek yaşamdan farklı yapıntı bir evrensellik olarak anlaşılmıştır. Yabancılaşmış emekle yabancılaşmış kültürün birliğini kavramayı kolaylaştıran nokta, her ikisinin insan özüne, insan yaşamının bütünselliğine ilişkin oluşudur: "şimdiye kadar t ü m insan etkinliği emek, öyleyse sanayi, kendi kendine yabancılaşmış bir etkinlik olmuş" 9 3 tur. Yabancılaşma d u r u m u ister olağan çalışma olsun, ister kültürel etkinlik olsun, her ikisi de türsel özün organikliğini gerçekleştirmediğinden, bireysel yaşamın türsel yaşamdan bölünerek ayrılması biçiminde nitelendirilebilir. İnsanın öz olarak ele alınmasını endüstrinin tarihine sokarak Marx, kültür tarihiyle endüstri tarihi arasındaki ilintiyi kurmuş ve öz kavramının birleştirici ve bütünleştirici işlevi yoluyla, kültürü ve endüstriyi ortak bir bağıntı noktasına getirmiştir. Bu bağıntı noktası, öte yandan bu iki öğenin birbirlerinden kopmasını kavramasını da sağlamıştır. Böylelikle, Marx'la birlikte, endüstri kavramı kökten bir değişişe uğramış bulunmaktadır. 4. "İNSANIN YABANCILAŞMIŞ ÖZÜ" KAVRAMINDAN UZAKLAŞMA Smith'in "refahın doğal gelişmesini" incelediği Ulusların Zenginliği, Adam Ferguson'un Sivil Toplumun Tarihi ve benzer çalışmalar, insanların varlıklarını sürdürmesinin toplumların temelini meydana getirdiği ve zenginliğin de bunu sağlayıp sürdürecek bir güç olduğu yargısından hareket eden çalışmalardır. Bunlara göre toplumların değişik biçimleri ve değişik yönetim biçimleri, kökenlerini insanların geçim araçlarını edinmelerinin değişik biçimlerine bulmaktadır. İnsanların ilkel durumlarından bu yana yapageldikleri şey, ilksel gereksinmelerini tatmin olmuştur; ancak bu gereksinmeler tatmin edildiğinde, insanların dikkati geçim araç ve gereçlerini arttırmaya yönelmiştir. İşte bu temel yargılardan hareket ederek XVIII. yüzyıl İngiliz tarihçi ve ekonomicileri, üretken güçlerin gelişmesinin tarihsel olarak kaçınılmaz olduğunu vurgulayan "sivil toplum" tarihleri yazmışlardır. Ardarda konulan değişik ekonomik örgütlenme tipleri de başat etkinlik tiplerine göre k u r u l m a k t a y d ı : avcılık, balıkçılık, çobanlık, tarım, endüstri ve ticaret; düşünürler böylelikle ekonomik örgütlenme tipleriyle toplumsal yapı arasında bir ilinti kurarak, ilintinin her iki öğesinin birörnek bir gelişme süreci gösterdiğini ortaya koymak » 92 Bkz.: İbid., S. 199-200. 93 Ibid., s. 199.
42
istemekteydiler. Her toplum güç ilişkileri ve tabilik biçimleri bularak, bunlara göre bireylerin değişik sosyal sınıflar içinde yerlerini aldıklarını göstermekteydiler. Tabiliğin düzeyi ise bireylerin geçim araçlarım nas-1 elde ettiklerine bakılarak belirlenmekteydi. Çünkü bu araçları edinmenin farklı biçimleri, mülkiyetin farklı dağılım biçimlerine denk düşmekteydi. Öte yandan Marx ise, tarihsel araştırmanın sorunu bu koyuş biçimine atıfta bulunmaktan geri kalmamıştır. Gerçekten Alman İdeolojisi'nde insanların "kendi geçim araçlarını üretmeye başlamalarıyla hayvanlardan farklılaşmaya" 9 4 başladıklarından söz etmektedir. Geçim araçlarını üretmekle insanlar, yalnızca varlıklarım sürdürmeyi ve fizik olarak yeniden üremelerini sağlamamışlar, ama aynı zamanda yaşamlarını dışlaştırmalardır. Bu etkinlikleri, hem neyi ürettiklerinden hem nasıl ürettiklerinden koşullanmıştır. Buna göre bireylerin yaşam biçimleri, ne oldukları "o halde üretimlerinin maddi koşullarına bağımlıdır". 9 5 Öte yandan, yaşam biçimleriyle üretim biçimleri arasında bir tıpkılık varsa, tarihin, insanların örgütledikleri üretimin değişik biçimlerini incelemesi ve buna göre üretim biçimleri çerçevesinde insanların nasıl birbirleriyle ilişkiye girdiklerini açıklaması gerekmektedir. Bu amaçla Marx üretken güçler, iş bölümü, bir ulusun iş örgütlenmesi ve başka uluslarla ilişkileri arasında bir bağımlılık ilintisi kurmaktadır. "Bir ulusun üretken güçlerinin hangi ölçüde gelişmiş olduğu, bu ulus içindeki iş bölümünün erişmiş olduğu gelişme düzeyine bakıldığında açıkça görünür". 9 6 Üretken güçlerin gelişmesi, eldeki tekniklerin daha yetkin bir biçimde kullanılması bakımından, etkinliklerin daha yüksek düzeyde farklılaşmasını gerektirdiğinden, üretken güçlerle iş bölümü birbirlerini karşılıklı koşullandırmaktadır. Bundan ötürü üretken güçlerle bir ulusun iç örgütlenmesi birörnek bir gelişme sürecinde birbirlerine bağlıdır. îş bölümün ü n gelişmesi, gerçekten, her şeyden önce "endüstriyel ve ticarî emeğin tarımsal emekten ayrılmasını" gerektirir; iş bölümü aynı zamanda değişik üretim dalları arasında gelişirken, daha sonraları farklı uluslar arasında iş bölümü halini alır. 9 7 XVIII. yüzyıl tarihçi ve ekonomicilerinin kullandığı anlamda "sivil toplum" terimi, Marx tarafından bu bağlamda kullanılmıştır: "Sivil toplum, üretken güçlerin belirli bir gelişme düzeyi çerçevesinde, bireyler arası tüm maddi ilişkileri içerir". 9 8 Ataerkillik, köle94
Kari Marx, Friedrich Engels, L'ideologia tedesca, Editori Riuniti, Roma, 1975, s. 8. ibid., s. 9. «a ibid. 97 ibid. "Bu farklılaşmış bölümlerin birbirleri karşısındaki durumu, tarım, endüstri ve ticaretle sürdürülen etkinliklerin yürütülme biçimi tarafından belirlenir" (ibid.). sa ibid., s. 65, ayrıca bkz.: s. 14. 95
43
lik, zümreler, sınıflar çalışma etkinliğinin farklılaşmasının belirli düzeylerine denk düşen ilişki biçimleridir. Başka bir deyişle bunlar, başat ekonomik etkinlik ve kullanılan üretken teknik biçimine göre, bireylerin toplumsal varlıklarını örgütledikleri değişik biçimlerdir. Bu bakış açısına göre iş bölümünün gelişmesine mülkiyetin gelişmesi denk düşmektedir, çünkü. "iş bölümünü eriştiği her yeni evre, aynı zamanda, maddeyle araç ve gereçle ve emeğin ürünüyle ilintili olarak, bireyler arasında ortaya çıkan ilişkileri belirler". 9 9 Marx'ın ekonomik ve sosyal gelişme incelemelerinde XVIII. yüzyıl tarihçilik geleneğiyle uğraşması, düşüncesine yeni ufuklar açmaktaydı. Alman ideolojisi (1845-6) ve Felsefenin Sefaleti (1846-7) 'yle Mars'ın, 1843 gençlik yazılarından 1844 Elyazmaları'na kadarki döneminde kullandığı temel analiz kategorilerini yeniden bir gözden geçirmeye tabi tuttuğunu görmek m ü m k ü n d ü r : "Demek ki gerçek şu : belirli bir biçimde üretici etkinlikte bulunan belirli bireyler belirli toplumsal ve siyasal ilişkiler içine girerler. Ele alınan her bir durumda, yapılan görgül (ampirik) gözlemlerin kurgulanmalara (spekülasyon) ve aldatmacalara (mistifikasyon) sapmaksızın, toplumsal ve siyasal yapı ile üretim arasındaki ilintiyi olaylara başvurarak göstermesi gerekir". 1 0 0 Bu durumda tarihçilik, olayları yalnızca saymadığı ama onları ardardalık içinde açıkladığı ve gelişme sürecini soyut bir felsefî ilkeden çıkarsamaya kalkışmadığı ölçüde, "gerçek ve pozitif bilim" olmaktadır. "Ancak kurgulamanın bittiği yerde, gerçek yaşamda, demek ki gerçek ve pozitif bilim; pratik etkinliğin, insanların pratik gelişme sürecinin betimlemesi başlar. Bilinç hakkında söylenenler yiter ve bunların yerine gerçek bilginin geçmesi gerekir". 1 0 1 Pozitif tarihin öncülleri görgüsel ve gerçektir. Burada önemle dikkat edilmesi gereken nokta, Marx'm bu öncülleri artık insan özünün vasıfları olarak nitelendirmediğidir. Öncüller gereksinmelerdir, toplumsal ilişkilerdir, v.b. Üstelik Marx, her tarihin öncüllerinin bir bölümüyle doğal, bir bölümüyle toplumsal olduğunu; başka bir deyişle öncüllerin : a) geçim araç ve gereçlerinin yaratılması; b) yeni gereksinmelerin üretilmesi; c) başlangıçta aile olup daha sonra ailenin bağımlı olacağı daha karmaşık iş birliği biçimleri olarak, toplumsal ilişkilerinden meydana geldiğini ifade etmektedir. Sözü edilen, yaşamın üretilmesinin tarihsel gelişme evreleri içinde, kendisine özgü görünümleri biçimsel olarak sabit kalan yanıdır. "İster emekle bireyin kendi yaşamının isterse döl verme yoluyla başkasının üretilmesi söz konusu olsun, yaşam üretiminin aynı zamanda ikili bir ilişki olduğunu görüyoruz : bir yandan doğal, öte yandan toplumsal bir ilişki. 99 Ibid., s. 9. ıoo Ibid., s. 12, ayrıca bkz. -.s. 14. ıoı Ibid., s. 14.
44
I
Toplumsal derken, hangi koşullarda, hangi biçimde ve hangi amaç için olursa olsun, birçok insanın iş birliği içinde çalışmasını kastediyoruz. Bundan şu ileri gelir: bir üretim biçimi ya da endüstrinin ulaştığı belirli bir gelişme düzeyi, bir iş birliği biçimine ve belli bir toplumsal gelişme düzeyine her zaman bağlıdır ve bu iş birliği biçimi de bir 'üretken güç'tür; ayrıca insanların kullanabileceği üretken güç miktarı toplumsal durumu belirler ve bundan ötürü 'insanlığın tarihi'ni daima endüstrinin ve değişimin tarihi ile olan ilişkisi içinde ele almak ve incelemek gereklidir". 1 0 3 îş birliği kavramı, bu bağlamda Marx tarafından toplumsal iş bölümü ile ilintili olarak ilk kez ele alınmış bulunmaktadır; her iki kavram da Marx tarafından üretimin toplumsal niteliğini ifade etmek için kullanılıyordu ve bu bakımdan da anlamdaş sayılmaktaydılar. Özellikle iş birliği kavramı farklı üretim biçimlerini incelemek için elverişliydi ve üç değişken tarafından belirleniyordu : a) iş birliğinin koşulları: üretim araçlarının ortak mülkiyeti, beylerle köleler arasındaki dolaysız ilişki, ücretlilerle kapitalist arasındaki para ilişkisi; b) iş birliği biçimi: iş örgütlenmesi tipleri ve c) iş birliğinin amacı. İş bölümü ile iş birliği arasındaki ilintiyi kuran, ortak çıkarın "aralarında işin bölündüğü bireylerin karşılıklı bağımlılığı" 1 0 3 biçimindeki tanımı, iş birliği içinde çalışan bireylerin arasındaki ilişkinin, farklı anlamlar kazanabilecek bir bağımlılık ilişkisi olduğunu vurgulamaktadır. Toplumsal ilişkilerin farklı tiplerine ve toplumsal gücün farklı biçimlerine ilişkin olarak iş birliği bireylerin üretken gücünü arttırmakta ve genişletmektedir. Güç ise ya topluluğun olabilecektir ki o zaman bireylerin "birleşmiş güç"ünden söz edilebilecektir, ya da bireylerin denetimi dışında "yabancı güç" olarak ortaya çıkabilecektir. III.
KAVRAMLARA YENİDEN BAKIŞ 1. KAVRAMSAL BİR DÜZELTME
1844 Elyazmaları'nda Marx ekonomi politiğin soyut bir bilgi olduğunu ileri sürmüştü. Çünkü ekonomi politikte ekonomik kategorilerle insanın özü arasında köprü kurulmamıştı, yani ekonomik kategoriler yabancılaşmış insan özünün ifadeleri olarak ele alınmıştı. Üstelik, ekonomi politik, yabancılaşmayı aşarak kendini bulan insan özüne ilişkin süreci de dışta bırakmıştı. Böylesi bir temele kavuşmamış olunca, Marx'ın vardığı sonuca göre, ekonomi politik çelişmeli bir bilim olarak kalmaktaydı. Alman İdeolojisi'nde ise soyut akıl yürütme yöntemi, insanların "eylemli yaşam süreci"ne, "belirli koşullar altında, görgül açıdan gözlemlenebi102 Ibid., s. 20. 303 Ibid., s. 23.
45
len gerçek gelişmelerin süreci" 1 0 4 ne yer vermeyen yöntem olarak belirlenmektedir. Öyle ki tarih de, ya olayların toplanması ya da belirli bir kurgulama ilkesine göre hareketin sonucu olmaktadır. Buna göre tarihsel bilgi, gerçekle ilişkilendirilmediği durumlarda, soyutlaşacaktır. Ayrıca, tarih artık, Marx'a göre, bir özün oluşması anlamına gelmemekte, tersine maddi yaşam biçimlerinin, üretim biçimlerinin, belirli üretim biçimlerine uygun toplumsal örgütlenme biçimlerinin, maddi üretim biçimlerince belirlenen fikirlerin ve tasarımların, v.b. oluşması anlamına gelmektedir. Böylelikle özgürlüğe kavuşturulacak insanların kim olduğu, özgürleşmenin hangi üretim koşullarında oluşacağı bilinmeden, özgürlüğün tarihi gibi genel olarak "insanın özgürleşmesinden söz etmenin de anlamı yoktur. B u n u n gibi soyut olarak "duyulur dünyanın algılanması"ndan, insanın doğayla "birliği" ya da "savaşımı"ndan söz etmek anlamsızdır. Duyulur dünya "her zaman kendi kendinin aynısı, sonsuzluk değil endüstrinin ve toplumsal koşulların ürünüdür"; insanın doğayla birliği ise "endüstride her zaman var olmuştur, her dönemde endüstrinin gelişmesinin az ya da çok olmasına göre değişik biçimlerde var olmuştur, aynı biçimde insanın doğayla 'savaşımı' kendi üretken güçleri uygun bir bağlamda geliştikçe var olagelmiştir". 1 0 5 Benzer biçimde "insan oğluna yaşıt" bir karşılıklı bağlılık meydana getirse de, "insanın insanla" ilişkileri, sürekli yeni biçimlere b ü r ü n ü r ve böylece... bir 'tarih' ortaya koyar". 1 0 6 Bununla birlikte soyutlamaların pozitif bilimde yer bulduğu durumlar da vardır. Felsefenin özgül nesneleri olan soyutlamaların yerini, "tarihsel gelişmenin incelenmesinden" çıkarılmış ve "daha genel sonuçların sentezi" olarak anlaşılması gerekli, kabul edilebilir soyutlamalar almışt ı r . 1 0 7 Sorunu artık bu biçimde gören Marx, 1848'de ekonomi politikle hesaplaşırken kullandığı kavramsal yapıyı yeniden formüle etmek d u r u m u n dadır. Tarihte "bu aşamada belirli bir maddi sonuç, belirli bir üretim güçleri topluluğu, insanlarla insanlar ve doğayla insanlar arasında belirli bir tarihsel ilişki bulunur... belli bir üretim güçleri toplamı, sermayeler ve koşullar nesilden nesile geçer ve bunlar yeni gelen nesiller tarafından değişikliğe uğratılır, ama buna karşılık sözü geçen bu gerçekler yeni nesillerin yaşam koşullarını belirler ve onların yaşamına belli bir gelişme biçimi ve belli bir özellik verir Her birey ve her neslin varolagelen koşullar olarak bulduğu bu üretim güçlerinin, sermayelerin ve toplumsal ilişkilerin tümü, filozofların 'töz' (cevher) ya da 'insanın özü' dedikleri im 105 106 107
46
Ibid., ibid., Ibid., ibid.,
s. s. s. s.
14. 16-7. 20. 14.
şeyin gerçek temelini meydana getirir". 1 0 8 Böyle olunca, kategorilerini yabancılaşmış insan özü kavramından çıkarsıyarak, yani soyut bir felsefî ilkeden "kuramsal çıkarsamalar" yoluyla ekonomi politiğin yeniden formüle edilmesi olanağı da ortadan kalkmış olmaktadır. 1 0 9 Böylesi çıkarsamaların yerini, bağlamında mülkiyet biçimleri ve buna bağlı ekonomi politiklerin geliştiği, üretim biçimlerinin ve toplumsal ilişkilerin tarihsel, ekonomik ve sosyolojik analizi almıştır. Alman İdeolojisi'nde sergilenen tarihsel gelişme kuramı, ekonomi politiğin hem bilimselliğini sağlamanın öncüllerini getiriyor hem de, aynı zamanda, ideolojik yanlışlarının belirlenmesini olanaklı kılıyordu. ö t e yandan Marx'ın düşüncesinde başat bir yeri olan çalışma etkinliğinin örgütlenme biçimlerinin değişmesi ve, daha genelde, toplumsal değişiş sorunu, temel çözümleme araçlarını Alman İdeolojisi'nde bulmaktaydı. Bu kitapta düşünür, mülkiyet biçimlerinin tarihi olarak ele aldığı, maddi üretim tarihinin ana çizgilerini ortaya koymuştur. Bu biçimlerin ilki "boy mülkiyeti"dir. Bu mülkiyet, avcılık, balıkçılık, çobanlık ve daha sonraları tarımın başat etkinlik olarak ortaya çıktığı üretimin gelişme düzeyine bağımlıdır. îş bölümü çok gelişmiş değildir, ailedeki ve toplumdaki tek tek aileler arasındaki doğal farklılaşmanın uzantısı görünümünü vermektedir. îş bölümünün bu ilkel biçimi "aynı zamanda, emeğin ve ürünlerinin nitelik ve nicelik bakımından da eşit olmayan bir biçimde dağılımını ve demek ki kadınların ve çocukların erkeğin köleleri oldukları mülkiyeti de kendi içinde taşımaktadır". 1 1 0 Mülkiyetin ikinci biçimi "eski komün ve devlet mülkiyeti"dir. Buna göre malikler ancak bir topluluğun üyesi olduklarınca köleler üzerinde mülkiyet sahibidirler. Burada iş bölümü, kır ve kent ile kırsal ve kentsel çıkarları temsil eden devletler arasındaki karşıtlığa kadar gelişmiştir. Bu türden ekonomik ve toplumsal yapı, taşınır ve taşınmaz mal özel mülkiyetinin gelişmesiyle ve ticaretle endüstri arasındaki karşıtlıkla, "yalnızca daha geniş ölçüde modern özel mülkiyette bulacağımız koşullara" 1 1 1 kadar bir iç gelişime konu olur. "Feodal mülkiyetin ya da toplumsal tabaka mülkiyetinin" başlangıç noktası, Roma İmparatorluğunun çöküşüyle üretimin içine düştüğü özel tarihsel koşullara bağlıdır. Geniş topraklara dağılmış seyrek nüfus, eski dünyadan devralınan biçimlerde yapılan tarım, ticaretin ve öteki üretken etkinliklerin yozlaşması gibi etmenlerce yaratılan "durum ve fethin bu it» Ibid., s. 30. 100 Bkz.: ibid., s. 32. no Ibid., s. 22. m Ibid., s 10.
47
durum tarafından belirlenmiş olan örgütlenme biçimi, Cermenlerin askeri örgütlenmesinin etkisi içinde feodal mülkiyetin gelişmesine yol açtı". 1 1 2 Bu mülkiyet biçiminin özelliği, toprak köleleri üzerinde soyluların mutlak erkini sağlayan, askerî ve hiyerarşik örgütlenmesinden ileri gelmektedir. Başka biçimlerde olduğu gibi bu durumda da, bir yanda soylular ve ruhban sınıf öte yanda köleleştirilmiş köylüler olmak üzere başka bir görünüm söz konusu olsa bile, maliklerle dolaysız üreticiler arasında bir karşı-karşıyalık vardır. 1 1 3 Nüfusun artması ve kentlerde yoğunlaşmasıyla kent ve kır arasındaki çıkar çekişmesi ortaya çıkmıştır; zanaatçılar ise kentlerde toprak mülkiyetindekine benzer hiyerarşik biçimlerde örgütlenerek gelişmişlerdir. "Kent ile kırın ayrılığı, sermaye ile toprak mülkiyetinin birbirinden ayrılışı, toprak mülkiyetinden bağımsız bir sermayenin ortaya çıkışının ve gelişmesinin başlangıcı, emek ile değişimden başka bir şeye dayanmayan bir mülkiyetin doğuşu olarak da görülebilir". 1 1 4 Doğaldır ki bu türden bir mülkiyetin oluşması toplumsal ilişkilerin feodal düzenlenmesi bağlamında mümkündür, aynı zamanda başka türden ilişkilerin de oluşması mümkünken, bu mülkiyetin oluşması bu biçimde meydana çıkmıştır. "Zanaatın feodal örgütlenmesi" olarak korporasyonlarda mülkiyet, her bir bireyin emeğinden, her zanaatkârın bireysel olarak biriktirdiği ve sahip olduğu sermayeden ileri gelirken, malikler ve dolaysız üreticiler arasındaki karşıtlık usta, kalfa, çırak ile gündelikçiler arasındaki hiyerarşik ilişki biçiminde ortaya çıkar. İşte bu türden mülkiyetin bağrından "modern özel mülkiyet" gelişir ve "emeğin ve özellikle birikmiş emeğin, sermayenin hakimiyeti" 1 1 5 söz konusu olan gelişkin biçimine bürünür. Küçük zanaatçılıkta işin bireyler arasında bölüştürülmesi söz konusu değilken, şimdi iş bölümü zorunlu bir koşul olmuştur. Böylelikle bu mülkiyet biçimi kafa emeği ile el emeği arasındaki bölünüşün de bütünüyle gelişmiş olmasını gerektirmektedir. Öte yandan maliklerle dolaysız üreticiler arasındaki bağımlılık ilişkisi de "üçüncü bir öğede, para-
na ibid., s. 11. 1 1 3 "Bu feodal örgütlenme, tıpkı eski komün mülkiyeti gibi, baskı altında tutulan üretici sınıflara karşı kurulmuş bir birlikti; ama burada üretim koşulları daha başka olduğu için bu birliğin biçimi ve üreticilerle olan ilişkileri de farklıydı" (ibid.). 114 ibid., s. 41. "Kent ile kır arasındaki karşıtlık ancak özel mülkiyet çerçevesi içinde varolabilir. Bu karşıtlık, bireyin iş bölümüne boyun eğişinin yani kendisine zorla kabul ettirilmiş belli bir etkinliği göstermek zorunda kalışının en açık bir biçimde dile gelişidir. Bu baş eğiş, bir grup insanı kent-hayvanı öteki grubu da kır-hayvam haline sokar; her iki grubu da aynı ölçüde sınırlı varlıklar haline getirir ve kent ile kır arasındaki çıkar çatışmasını hergün yeniden canlandırır" (ibid.). ns ibid., s. 40.
48
da somut biçimine b ü r ü n m e l i d i r " . l ı s Para sayesinde önceki mülkiyet biçimlerinde olduğu şekilde, bireyler artık kişisel bağlarla bağımlı olmayacaklar, ilişkiye yalnızca değişimle gireceklerdir. Doğal araçlar ve doğal sermaye korporasyonunun niteliklerini meydana getirirken, uygarlık tarafından yaratılan araç ve gereçler ve parayla ölçülebilen sermaye modern özel mülkiyetin nitelikleri olmaktadır. 1 1 7 Alman İdeolojisi'ndeki endüstri tarihi üzerine özetinde Marx, iki farklı karşılıklı ilişkiyi: a) bir yandan üretici güçler, teknoloji ve işin örgütlenmesiyle öte yandan iş birliği içinde gelişen üretim ilişkileri arasındaki karşılıklı ilişkiyle, b) iş birliği türünü, bunun içindeki ilişkileri ve -genel olarak belirli bir "endüstriyel dönemi" tanımlamak için gerekli ne varsa onu içeren üretim biçimiyle sivil toplum kurumlarının t ü m ü arasındaki karşılıklı ilişkiyi kullanmaktadır. Bu ikinci ilişki Marx'a temel yöntem ölçütünü sağlarken, öte yandan, yalnız kendisinden hareketle tarihi bütünlüğü içinde kavramaya olanak verecek, üretken etkinliği bir öncül olarak ortaya koymaktadır. O halde üretim biçimi, toplumsal ilişkileri ve biçimleri kavrayabilmek için bir başlangıç noktası olmaktadır. Bununla birlikte, bu, üretim biçiminden toplumsal ilişki ve biçimlerin t ü m ü n ü n çıkarsanabileceği anlamına gelmemektedir; 1 1 8 ama sadece toplumsal kurumların ve bunların birbirlerini karşılıklı belirlemelerinin açıklanması için zorunlu başlangıç noktası ve koşulu olması anlamına gelmektedir. 2.
BİR KAVRAMIN İKİ Y A N I : İŞ BÖLÜMÜ VE ÖZEL MÜLKİYET
Üretici güçler, iş birliği biçimleri ve toplumsal ilişkileri arasındaki ilintiyi saptadıktan sonra Marx, iş bölümünün gelişme düzeyini, değişik toplumsal ilişkileri belirlemede açıklayıcı değişken olarak kullanmaktadır. İş bölümünün belirli bir gelişme düzeyine, uygun toplumsal ilişkiler denk düşmediğinde, üretici güçlerle iş birliği V içimleri arasındaki ilişkinin bir "çelişme" ilişkisine dönüştüğünü göstermektedir. İş bölümü ilkesine göre kurulmuş üretim biçimleri içindeki çelişmenin üstesinden gelmek ise üretimi farklı ilişkilere göre yeniden düzenleme olanağına kavuşmakla mümkündür. Buna koşut olarak insanların birbirlerinden ayrılmaları düne Ibid. Orta çağ kentlerinde "sermaye doğal bir sermayeydi; bir evden, zanaat için gerekli araçlardan ve miras alman bir müşteri topluluğundan meydana geliyordu. Bu sermaye, ticaretin ve dolaşımın pek az gelişmiş olması yüzünden paraya çevrilemiyor ve bundan dolayı babadan oğula kalıyordu. Para olarak değerlendirilebilen ve ayrım gözetilmeden şu ya da bu konuya yatırılabilen modern sermayenin tersine, Orta Çağ sermayesi, sermaye sahibinin özel işine doğrudan doğruya bağlı bulunan ve ondan ayrılması mümkün olmayan bir sermayedir,- demek ki bir toplumsal katman (zümre) sermayesidir" (ibid., s. 42-3). "8 Bkz.: ibid., s. 12. 117
49
r u m u n u aşmak ise iş bölümünü kaldırmakla mümkündür. Gerçekten iş bölümünün, kafa ve denetim işlevlerini basit işlevlerden ayırması anlamında bireysel çıkarla ortak çıkarları ayrıştırması sonucu, bu bölmelerden ileri gelen çelişmeleri aşma olanağı, aynı iş bölümünün kaldırılmasında bulunmaktadır. Emeğin maddesine, araçlarına ve ürününe bağımlı olarak bireyler arası ilişkilere göre özel mülkiyet biçimi belirlendiğinde, Marx, bu mülkiyet biçimlerine denk düşen iş bölümü biçimlerinin de belirlenebileceğini ileri sürmektedir. Gerçekten iş bölümünde "etkinliğe ilişkin olarak" dile getirilen şey özel mülkiyette "bu etkinliğin ürününe ilişkin olarak" ifade edilmiştir. 1 1 9 Burada "iş bölümü" ve "özel mülkiyet" terimleri aynı olguları belirtmek için özdeş anlamda kullanılmıştır. Buna göre çelişme terimiyle anlatılmak istenen toplumsal değişiş özel mülkiyet kavramıyla da açıklanabilecektir. 1 2 0 Bunlardan da öteye iş bölümü ve özel mülkiyet, etkinliklerin bireyler arasında dağılımını ve dolayısıyla toplumsal sınıflar olarak ayrışmalarını da sağlamaktadır. Özel mülkiyetle örtüştüğü için iş bölümünden ötürü, özel çıkarlarla ortak çıkarlar ve iş bölümü içindeki bireyin etkinliğiyle bu etkinliği denetleyen güç arasında çatışma ve çekişmeler çıkmaktadır. Marx'a göre iş bölümünün doğal biçiminde, işin bölündüğü ana etkinlik türleri kafa işleri ve el işleri olmaktadır; bu bölünmeyi belirleyen ise topluluğun dışında özel bir güç olurken, bu bölünmeyi sağlayan otoriter bir yaptırım olmaktadır. Öte yandan bireyler münhasıran ve devamlı olarak tek tek işlevlere tahsis edilmektedir. Bunun böyle olmasının nedeni, el ve kafa emeği biçiminde iş bölümünün özel mülkiyetle ve dolayısıyla başkasının emeğine tasarrufla örtüşmesidir. İş bölümü ve dolayısıyla bireysel etkinliklerin sınırlanması ve bireysel çıkarlarla ortak çıkarın ayrılmasıyla birlikte, özel mülkiyet ve değişik iş birliği biçimlerinin otoriter niteliği, bir sınırlar ve koşullar bütünü meydana getirirler. Bu sınır ve koşullar ise tarih boyunca bireylerin üretken güçlerin t ü m ü n ü edinmelerini engellemiştir. Daha doğrusu, üretken güçlerle toplumsal ilişkiler arasında giderek ortaya çıkan çekişmelerin aşılması anlamında, bu edinmenin oluştuğunu tarih boyunca zaman zaman görmek mümkündür. Ne var ki sınırlar ve koşullar, üretken güçlerin gelişmesinin ve edinilmesinin nasıl her zaman raslantısal, belirli yerlerde, tek tek üretken dallarda oluştuğunu, yani, kendi iradelerinden bağımsız olarak oluştuğu için, teker teker bireylere nasıl doğal geldiğini açıklar. Buradan da toplumsal değişişin aldığı
" s Ibid., 6. 23. 120 "Bütün bu çelişmeleri içinde taşıyan ... iş bölümü, aynı zamanda emeğin nitelik, nicelik ürünleri ve dolayısıyla mülkiyet bakımından da eşit ©lmayan bir dağılımım kendisiyle birlikte getirmektedir" (ibid., s. 22).
50
özel nitelik ileri gelmektedir: "Başlangıçta benliğin belirmesinin 1 2 1 (etkinliğin) koşulları olarak ortaya çıkar ama zamanla bu etkinliğin engeli haline gelen bu koşullar, t ü m tarihsel gelişme boyunca (ekonomik ve toplumsal) ilişki biçimlerinin tutarlı bir dizisinin oluşmasına yol açar. Bu tutarlılık, engel haline gelen eski ilişkiler biçiminin yerine, gelişmiş olan üretken güçlere ve bundan ötürü bireylerin genişlemiş bireysel etkinliklerinin kalıbına uygun düşen yeni bir biçimin konulmasından doğar. Ama bu biçim de zamanla bir engel haline gelir ve yerine bir başkası geçer". 1 2 2 Marx'a göre modern özel mülkiyetle birlikte bu süreç, üretken güçler kitlesini ve dünya ölçeğinde gelişmiş bir üretim biçimini kullanıma açarken, insanlık kitlesini zenginlik ve kültür dünyasından tam anlamıyla kopartır. Ne var ki bu süreçle birlikte, bireylere üretken güçlerin tüm ü n ü edinmelerinin ve "yetkin bireyler"e dönüşmelerinin koşulları da sağlanmış olur. 1 2 3 Bu gelişme süreci, öte yandan, değişik mülkiyet biçimlerince belirlenen tarihsel koşullara sıkı sıkıya bağlıdır. 3.
İŞ SÜRECİNE İLİŞKİN BAZI YÖNTEM SORUNLARI
Marx'ın Kapital'de işlemek istediği ana noktalardan biri de, kapitalizmi belirlemeye olanak verecek bir yöntemin ortaya konmasıdır. Bu nokta, kapitalizmi açıklayıcı değişkenlerle geçmişin toplumsal ve ekonomik biçimlenmelerini, kendi yapıları içinde açıklayan değişkenler arasında mantıksal ve görgül ilişkiler bulma sorununa sıkı sıkıya bağlıdır. Ekonomi Politiğin Eleştirisinin Ana Çizgileri (bundan böyle 'Grundrisse') 1857 Giriş'inde bu sorun "genel olarak üretim" kavramına ilişkin olarak tartışılmıştır. 1 2 4 Bu kavram, Marx'a göre, ekonomi politiği ele alan düşünürlerin ortak hareket noktasıdır. Ekonomiciler gerçekten, onsuz hiçbir üretimin m ü m k ü n olamayacağı "genel koşullar"m çözümlemesiyle konuya girmeyi adet edinmişlerdir. Marx, adı geçen yöntembilimsel bölümde, ekonomicilerin koşullarının geçerliliğini ve genel kategorilerinin işlevini belirlemek istiyor ve, ikinci olarak, bunların kendi görüş açısına göre ne denli kabul edilebilir olduğunu görmek istiyordu. 131
Marx bu deyimle ve aynı anlama gelen "kendinin etkinliği", "benliğin etkinliği", "öz etkinlik" gibi deyimlerle insanın doğal yetenek ve güçlerinden doğan ve bu yeteneklerle güçleri geliştiren etkinliği kastetmektedir. Başka bir deyişle, iş bölümünü ve bireyin iradesi dışında oluşan ekonomik ilişkilerin bireye zorla kabul ettirdiği emeğe, çalışmaya ve işe karşıt olan "özgür etkinliği", "gerçek insanî ve serbest etkinliği" kastetmektedir. 122 Ibid., S. 59. 123 Edinme (temellük) kavramı için bkz.: ibid., s. 64-5. 124 Bkz.: Kari Marx, Lineamenti fondamentali di critica dell'economia politica ("Grundrisse"), çev.: Giorgio Backhaus, Vol. I, Einaudi, Torino, 1976, s. 5-11.
51
Marx*ın incelediği ilk konu, kendisinden hareketle soyutlamalar yapılan ekonomi politiğin nesnesidir. Nesne "toplumda üretimde bulunan bireyler"dir. 1 2 5 Ekonomi politiğin nesnesinin bu ilk genel tanımı, iki olası hareket noktasını ayırdetmemize olanak vermektedir. Marx'a göre, Smith ve Ricardo'nun incelemelerine başlangıç noktası yaptıkları gerçeklik "toplumun dışında soyutlanmış bireyin üretimi"dir. 1 2 6 Ne var ki bu varsayım görgül (ampirik) temeli olmadığından anlamsız olmaktadır: kuramsal geçerlik açısından ele alındığında mitolojik bir fikir olmakt a n ileri gitmez, ama kökenini oluşturan koşullar bakımından, "önceki tarihsel dönemlerde bireyin belirli ve sınırlı bir insanlar topluluğunun tamamlayıcı parçası olmasını sağlayan, doğal bağlardan kopmuş birey"in 1 2 7 yaşadığı, sivil toplumun önceden belirlenmesinden başka birşey değildir. Buna göre, demek ki bu kavramın gerçeğe denk düşmesi "tarihin başlangıç noktası" olması bakımından değil de daha çok "tarihsel sonuç" olması bakımındandır. 1 2 8 Toplumsal üretimde soyutlamanın görgül temeli bulununca, genel olarak üretimden söz etmenin m ü m k ü n olup olmayacağı sorunu ortaya çıkmaktadır. İlk bakışta bunun m ü m k ü n olamayacağı ve bu anlamda her çabanın, kişiyi ya üretimin değişik evrelerinin tarihine ya da belirli bir dönemde ortaya çıkan üretimin analizine götüreceği sanılır. Her iki durumda da üretim biçimlerinin ortak noktalarını bulmak ve genel olarak üretimden söz etmek m ü m k ü n değildir. 1 2 9 Buna göre Smith'in bir üretkenlik kuramı, yani zenginliği en çok kılmak için üretken faktörlerin kullanım koşullarını ileri sürmesi geçerli olmamalıdır. Üretken koşullara varmak için optimal değerlerin belirlenmesi genel olarak üretim kavramını gerektirir ve bu yüzden de "zenginlik onu yaratan objektif ve sübjektif öğeler ne denli çoksa o denli kolaylıkla yaratılır totoloj isine indirgenmiş olur". 1 3 0 Demek oluyor ki üretkenlik analizi "değişen dönemlerdeki, her ulusun gelişmesindeki" 1 3 1 üretkenlik düzeylerinin karşılaştırılmasıyla sınırlı olmak durumundadır ve ancak böylelikle totoloj ik olmaktan kurtulur, bilimselliğe bürünür. Öyleyse üretkenlik analizine bilimsel bir anlam verme çabaları, yukarıda belirlenen ve genelleştirmeye olanak vermeyen iki alternatifin birisine varmalıdır.
125 ibid., Vol. I, s. 5. 126 ibid., Vol. I, s. 6. 127 ibid., Vol. I, s. 5. 128 ibid., Vol. I, s. 6. 129 Bkz.: ibid., Vol. I, s. 7. 130 ibid., Vol. I, s. 9. ısı ibid.
52
Alman İdeolojisi'ne bağlanan akıl yürütme çizgisini izleyerek Marx, işlevleri yalnızca ekonomik olma koşuluyla, belirli genel kavramları kullanma olanağını kabul etmektedir. 1 3 2 Gerçekten genel olarak üretim kavramı bir değişkenler bütünü tarafından meydana getirilmiştir; ne var ki özel bir toplumsal biçimi ifade edebilmeleri için bu değişkenlerin yerini sabitelerin alması gerekir. Bu genel değişkenlerin en önemlileri de emek öznesi, emek nesnesi, emeğin ürünü, üretim aracı, artı emek, iş birliği ve iş bölümüdür. Bu soyutlama düzeyinde değişkenler arasında görgül ilişkiler kurmak m ü m k ü n değildir. Mümkün olan, çok genel mantıksal bağlar kuran tanımlamaları yapmaktır. Bu tanımlardan hareketle belirli toplumları açıklamak için gösterilen çaba yanlışlarla son bulur. Bir yandan bu tanımlar hiç bir belirli nesneyle ilişkilendiriimediğinden bu anlamda "genel olarak üretim y o k t u r " ; 1 3 3 öte yandan bu tanımlara açıklayıcı işlev verme çabaları iki sonuç d o ğ u r u r : a) soyut olarak toplumun doğası hakkında yasalar formüle etme çabası, belirli toplumsal oluşları açıklamak söz konusuysa, vaz geçilmesi gereken bir olanak olarak ortaya çıkar ya da b) özel olayları evrensel oluşlar clarak kabul etmek, " b u r j u va ilişkilerini bütünüyle el altından" 1 3 4 sonsuz biçimler olarak sunma anlamına gelir. Oysa doğru olan yol, değişkenlerin yerine belirli toplumların kurumlarına karşılık gelen sabiteleri koymak ve yasalan formüle etmeye olanak verecek biçimde bu sabiteler arasında bir ilişkiler sistemi kurmaktır. Kapital'de, bu konuma uyumlu olarak, kapitalist üretim biçiminin özel niteliklerini belirlemenin ötesinde Marx, bazı kategorileri genel olarak çalışma sürecinin, ve dolayısıyla bunun her özel varoluş biçiminin, "sonsuz doğal koşulları" olarak s u n m a k t a d ı r : emek sarfıyla tatmin edilmesi gereken gereksinme, "amaca uygun irade" ya da "amaçlı etkinlik, fizik ve psişik enerji sarfı, "edinme" yani doğanın değiştirilmesi biçiminde insanla doğa arasındaki alış-veriş; çalışma araç ve gereçleri aracılığıyla insanın edindiği, doğanın kendisi olan, iş nesnesi ve son olarak edinmenin sonucu yani ü r ü n . 1 3 5 Bu koşulların işlevi ise, bu özel toplumsal oluştan bağımsız olarak, anlamlı olduğu kabul edilen noktaları ayırdetmesi ve basit yanların, yani hiç bir özel iş sürecinin onlarsız gerçekleşe132
"... tüm üretim dönemleri bazı ortak niteliklere, bazı ortak belirlenimîere sar hiptir. Genel olarak üretim bir soyutlamadır ama, ortak öğeyi belirttiği, aydınlattığı ve bizi tekrardan kurtardığı için, anlamlı bir soyutlamadır" (ibid., Vol. I, S. 7).
133 Ibid., Vol. I, s. 8. 134 Ibid., Vol. I, s. 9. 135 İş ya da çalışma süreci için bkz.: Kari Marx, Kapital, Cilt I, Kitap 1, op. cit, s. 269-81.
53
meyeceği asgarî koşulların bir toplamını sağlaması biçiminde ortaya çıkmaktadır. Çalışma etkinliği bir gereksinmeyi tatmine yönelik bir etkinlik olarak ele alınmaktadır. Bu amaçlı nitelik, eylemin ussallığının iki öğesinden birini oluşturmaktadır. Çünkü insan yalnızca belirli bir amaçtan hareketle üretebilir, doğayı değiştirmeyi düzenleyebilir ve denetleyebilir. 1 3 6 Bu açıdan amaca uygun etkinlik, ussal davranışı içgüdüsel ve hayvansal davranıştan ayırdeden şey olmaktadır. Öte yandan iş aracı ussal eylemin ikinci öğesidir, çünkü insanla doğa arasına girerek eylemin amaca uygun olarak gerçekleşebilmesine yardım eder. 1 3 7 Demek ki, iş ya da çalışma sürecinin basit yanları amaca uygun etkinliğe, çalışma nesnesine ve çalışma araçlarına indirgenebilir. Marx, iş sürecini tanımlamakla 1844 Elyazmaları'nda ileri sürdüğü ilkeyi tekrar doğrulamak ve desteklemek istemiştir. Buna göre insan etkinliği ve insan-doğa ilişkisi yalnızca toplumsal yapılara bağımlı olarak belirli bir tarihsel anlam kazanmaktadır. Bu da, emeğin toplumbilimsel açıdan incelenebilmesi için nihaî koşul olarak, bireyler arası "iş birliği"nin varlığının gerektiği anlamına gelmektedir. Yalnızca iş birliği boyutu sayesinde emeğin içinde oluştuğu fiilî koşullar anlaşılabilir ve emek yabancılaşma açısından ele alınabilir. 1 3 8 4. YABANCILAŞMAYA İLİŞKÎN BAZI YÖNTEM SORUNLARI Grundrisse'nin Girişi'nin üçüncü bölümünde 1 3 9 Marx XVII .ve XVIII. 1 136 Marx işi münhasıran insana ait olduğu biçim içinde düşünmektedir: "İş sürecinin sonunda, bu sürecin başında zaten işçinin tasavvurunda yani düşünce halinde mevcut olan sonuç ortaya çıkar. İşçi, sadece, üzerinde çalıştığı doğal maddeye şekil değişikliği vermiş olmakla kalmaz; aynı zamanda, bu doğal şeyde, kendi faaliyetinin yapılış ve yürütülüş biçimini bir kanun olarak belirleyen, ve kendi iradesini tabi kılmak zorunda olduğu, kendinin bilincine sahip bulunduğu, bir amacını da gerçekleştirmiş olur" (ibid., s. 270-1). 137 "İş aracı bir şey ya da şeyler bileşiğidir; işçi bu iş aracını kendisi ile işin konusu olan şey arasına sokar ve "iş konusu üzerinde çalışırken yani emek harcarken, bu araçtan yaptığı işin yöneticisi olarak yararlanır. İşçi amacına göre şeylerin mekanik, fizik, kimyasal özelliklerinden, bunlara başka şeyler üzerinde istediği etkileri doğurtacak şekilde, güç aracı ve kaynağı olarak yararlanır. ... doğrudan doğruya işçinin hakimiyeti altında bulunan bir nesne, iş nesnesi değil fakat iş aracıdır. Böylece, doğadan gelen şeyler, doğanın kendisi işçinin faaliyetinin organı oluyor" (ibid., s. 272). 138 "Buğdayı yiyerek bunu kimin yetiştirdiğini ne kadar bilebilirsek, bu sürecin, iş sürecinin kendisi de bize hangi koşullar altında cereyan ettiğini o kadar söyleyebilir; bu, köle sahibinin vahşi kırbacı veya kapitalistin dehşet verici bakışı altında mı oldu, yoksa Cincinnatus'un mütevazi tarlasını ekerek yaptığı bir şey miydi, ya da taşla hayvan avlayan bir vahşinin işi miydi, bilemeyiz bunu" (ibid., s. 279-80).
!39 Bkz.: Kari Marx, Grundrisse, Vol. I, s. 24-34.
54
yüzyıl ekonomicilerinin yöntemini kısaca sunmaktadır. XVII. yüzyıl ekonomicileri veri bir "gerçeklik"ten ya da nüfus ya da ulus gibi "temsil edici somutluk"tan hareket ederek, "analiz yoluyla" sınıflar, ücretli emek, kapital gibi "giderek incelen soyutlamalara" ve değişim, iş bölümü, fiyatlar gibi "daha basit kavramlara" varmayı alışkanlık haline getirmişlerdir. XVIII. yüzyıl ekonomicileri ise bir "sentez süreci" yoluyla bir model kurmak için bu kavramları kendilerine başlangıç noktası olarak almışlardır. 1 4 0 "İlk yola göre gerçeğin tam anlamıyla temsili, soyut belirlemelere dönüşmekte; ikinci yolda ise soyut belirlemeler, somutluğun düşüncede yeniden üretilmesine yol açmaktadır". 1 4 1 Uygun olmayan yöntem analizde kalan, modeli kurmaya varmayan yöntemken, doğru yöntem, analiz yoluyla varılan soyut kategorileri kendine öncül olarak alan sentez yöntemi olmaktadır. Marx için temel sorun, kategorileri b u r j u v a toplumu modeli içinde eklemleştirme sorunudur. Toprak rantıyla endüstri sermayesi ilintisi ele alındığında, bunlardan ilki ancak ikincisinden hareketle açıklanabilir, çünkü " b u r j u v a toplumunda her şeye egemen olan ekonomik sermayedir". 1 4 2 Ekonomi politiğin nesnesi ve görevi bakımından bu ifade, Grundrisse'nin Giriş'inden çok daha önceleri Alman İdeolojisi gibi bir çok yazılarda ve daha sonraları Kapital'de geliştirilmiştir. Kısacası, sermayenin b u r j u v a toplumunda her şeye egemen olan ekonomik güç olduğunu söylemek, bunun başat toplumsal ilişki olarak ele alınması gerektiği ve üretken güçlerle üretim ilişkileri ilintisi açısından daha anlamlı olduğu anlamına gelmektedir. Sermaye ile ücretli emek arasındaki ilişkide bu diyalektik ilinti gerçekten en yüksek karşıtlık düzeyinde ortaya çıkmaktadır. Kapital'in ilk kitabında ve özellikle dördüncü bölümünde Marx, işin ya da çalışmanın örgütlenmesinin değişik tiplerini ve bunlara ilişkin farklı toplumsal ilişkileri incelemektedir. Burada üretken güçlerle iş birliği biçimleri ilişkisini daha da özel bir ilintide eklemleştiren bağıntı şeması kullanmaktadır. Özel ilintilere gelince b u n l a r : a) iş araçlarıyla iş sürecinin örgütlenmesi arasındaki ilintiyle, b) tümüyle ele alınan örgütlenmeyle iş birliği içindeki toplumsal ilişkiler ilintisi olmaktadır. Üretken güçlerle (araçlar, makineler, işin örgütlenmesi) iş birliği çerçevesinde kurulan toplumsal ilişkiler arasındaki bağlılık, daha önce Alman İdeolojisi'nde ele alınmış olmakla birlikte, Kapital'de daha yetkin bir biçimde incelenmektedir. Üstelik Kapital'de manüfaktüre ve büyük endüstriye değinilmesi nedeniyle, Marx'ın özellikle üretim biçimiyle sivil toplumdaki kurumlar Ibid., Vol. I, s. 24-5. Ibid., Vol. I, s. 25. 142 Ibid., Vol. I, s. 33.
55
bütünü arasındaki bağlılık üzerinde durduğu söylenebilir. Ayrıca bu bağlantılar, Kapital'in birinci kitabının dördüncü bölümündeki çözümlemeye iki temel araştırma yönü sağlamanın yanı sıra, kapitalist toplumsal ilişkilerin içinde bulunan yabancılaşma biçimlerinin incelenmesinde içinde kalınacak bağıntı çerçevesini sınırlamaktadır. Aslında bu bağlantılar, Proudhon'la tartışmasında, yani Felsefenin Sefaleti'nde, iş sürecinin örgütsel ve toplumsal yapılarını çözümlemenin yöntemsel ölçütlerini ilk kez belirlediğinde, Marx'ın farkına varmış olduğu bağlantılardır. "Elde olan araçlara göre iş örgütlenir ve bölünür. Elle işletilen değirmen buharla işleyenden farklı bir iş bölümü gerektirir". 1 4 3 İş örgütlenmesiyle iş birliği ilişkileri arasındaki bağlantı, daha geniş bir bağlantı olan üretim biçimiyle sivil toplum bağlantısının özgül bir durumuysa, işin örgütlenmesi üzerindeki incelemeler, iş araçlarının örgütlenme biçimlerini ne ölçüde belirlediğini açıklayacak bir hipotezi gerektirmekteydi: "Almanya'daki eski biçim kâğıt yapımı kâğıtçılıktaki el zanaatı örneğini, Hollanda'daki XVII. yüzyıl ve Fransa'daki XVIII. yüzyıl kâğıt üretimi biçimi gerçek anlamdaki kâğıt manüfaktürü örneğini, modern İngiltere bu alandaki otomatik fabrikasyon örneğini sağladıkları, bunlar dışında Çin'de ve Hindistan'da bu endüstrinin farklı iki eski Asya tipi hâlâ mevcut bulunduğu için, farklı üretim araçlarına dayanan farklı üretim biçimleri arasındaki fark kadar toplumsal üretim ilişkileriyle bu üretim biçimleri arasındaki bağlantı da genel olarak kâğıt üretimi alanında bütün ayrıntılarıyla yararlı bir şekilde incelenebilir". 1 4 4 Alman İdeolojisi'nde yabancılaşma kavramına ilişkin öğeler, özel mülkiyet, el emeğinin kafa emeğinden ayrılması, toplumun sınıf yapısıydı. Bu kitapta ve özellikle 1844 Elyazmaları'nda Marx, ekonomicilerin ekonomik sistemin özel oluşları olarak anladıkları, ekonomik kategorileri, toplumsal ilişkilerin bütününü yorumlayabilecek genel ilke olarak ele aldığı, yabancılaşmış emekle ilişkilendirmek istiyordu. Kapital'de artı değer kavramı, yabancılaşma kavramının yerini almıştır. Yabancılaşma kavramının işlevlerini içinde koruyan artı değer kavramı, Marx'ın, kapitalist üretim biçiminin ekonomik çözümlemesini, bu üretim biçiminin gelişim evrelerinin tarihsel çözümlemesiyle sıkı sıkıya ilintilendirmesine yardımcı olmaktadır. Kapitalist üretimin ereği olarak artı değerin belirlenmesi ve bunun gerçekleştiği evrenin dolaşım değil de üretim evresi olduğu hakkındaki k u r a m , 1 4 5 Marx'ı, artı değere el koymanın farklı yöntemleri olarak, üretim örgütlenmesinin değişik tarihsel evrelerini incelemeye gö143 Kari Marx, Miseria della filosofia, Editori Riuııiti, Roma, 1975, s. 113. ı « Kari Marx, Kapital, I. cilt - II. Kitap, çev. Mehmet Selik, Odak Yayınları, Ankara, 1974, s. 25. (Altını biz çizdik). 1« Bkz.: ibid.. Cilt I - Kitap I, s. 282-316.
56
türmüştür. Marx, emek gücü metaının "özgür sahibi" olarak işçinin varlığında, işçinin üretim ve geçim araçlarından uzaklaştırılması nedeniyle emek gücünün satılmasının işçiyi "zorlayıcı" niteliğinde ve nihayet üretim araçlarının tek sahibi olarak kapitalistin varlığında kapitalist üretim koşullarını belirleyerek, bunlarda kapitalistle işçi arasındaki otoriter ilişkinin ve işçinin kapitalistin egemenliği altına girmesinin temelini bulmaktadır. Çalışma araçlarıyla üretimin örgütlenmesi, bu örgütlenmeyle iş birliğinin yapısı arasında belirlenen ilintiler, kapitalizmin tarihinde değişik "endüstriyel evreler"i ayırdetmeye ve bunlara göre farklı egemenlik ve bağımlılık biçimlerini, çalışmanın farklı anlamlarını, kısacası farklı yabancılaşma biçimlerini incelemeye olanak vermiştir. İşte böylece, Kapital'in birinci kitabının dördüncü bölümünde Marx, üç temel yönde, yani üretimin örgütlenmesi, iş yerindeki toplumsal ilişkiler ve üretimin yapısıyla toplumsal bağlar arasındaki ilinti üzerinde incelemeye girişmektedir. Bu çalışmada artı değer kavramının oluşumuna, işleyişine ve ekonomideki geçerliğine ilişkin sorunlar ele alınmayacaktır. Artı değer kapitalist üretimin ereği olduğu için, toplumbilimsel anlamını ve dolayısıyla yabancılaşmanın toplumbilimsel boyutunu belirlemek yetecektir. Burada artı değer kavramı, emeğe tarihsel bir oluş niteliği ve kapitalist iş birliğindeki toplumsal ilişkilerin anlam ve doğasını sağladığı için ve bu ölçüde ele alınacaktır. Bunun ötesinde bu kavram, üretken örgütlenmenin bir bütün ve, tek amacı artı değerin gerçekleştirilmesi olan, bütünleşmiş bir organizma olarak ele alınmasına olanak vermektedir. Bu d u r u m a göre üretimin tek amacı olarak artı değerin ele alınması, çalışmanın örgütlenme biçimlerinin bu değerin gerçekleştirilmesinin özel teknikleri olduğunu gösterecektir. Öyleyse fabrika içindeki toplumsal ilişkileri anlamanın zorunlu koşulu, örgütsel yapıların incelenmesi olacaktır.
57
İKİNCİ
BÖLÜM
YABANCILAŞMA
I.
İŞ BİRLİĞİ (KOOPERASYON) VE YABANCILAŞMA 1. İŞ BİRLİĞİ KAVRAMI
Konu, başat temaları olan iş bölümüne göre m a r j i n a l kalmış olsa da, emeğin üretkenliğini arttırma yöntemi olarak iş bölümünü ilk ele alanlar, ekonomi politikle uğraşanlar olmuştur. Tarımda, balıkçılık, taşımacılık, bataklıkların kurutulması gibi basit işlerde ortaya çıkan şey, ortak çalışmanın yarattığı üretken güç miktarının, her zaman için bireysel üretken güçlerin aritmetik toplamından daha büyük olduğuydu. Böylelikle tarım işlerinde, hasat gibi kullanılacak zamanın dar olması durumunda geniş ölçekli iş birliği, tek tek çalışan aynı sayıda bireyin yapamıyacağını yerine getirmeyi olanaklı kılmaktaydı. Ayrıca burada iş birliği içinde çalışanlar arasında ortaya çıkan rekabet duygularını da hesaba katmak gerekmekteydi. Ekonomi politikle uğraşan yazarlar, genellikle iş birliğini, toplumbilimsel boyutunu belirlemeden, yalnızca üretken güç olarak ele almaktaydılar. Sorunun bu t ü r konumu, örneğin Ure tarafından, iş birliğinde bulunan işçilerin paylaştığı amaç bakımından, verdiği fabrika tanımında da vardır. 1 Alman İdeolojisi'nde Marx iş birliği kavramını ilk kez toplumsal iş bölümüyle ilintili olarak kullanmıştır. Bu kavram, üretimin toplumsal niteliğini göstermekten öteye —bu açıdan iki kavram da anlamdaş olarak ele alınmıştır—, belirli üretim biçimlerinin ya da endüstriyel evrelerin incelenmesi için kullanılmıştır. Marx'a göre, üretimin iki bakış açısından, yani "ikili bir ilişki olarak; bir yandan doğal, öte yandan toplumsal" 2 bakış açısından incelenmesi gerekmektedir. 1844 Elyazmaları'nda nesnelleşme 3 kavramıyla belirlenen, bireyle iş nesnesi arasındaki doğal ilişki, üretimin toplumsal boyutundan soyutlanarak iş sürecinin basit öğelerinin çözümlenmesiyle, Kapital'de daha gelişkin ifadesini bulmaktadır. İş birliği kavramı demek ki, Alman İdeolojisi'nde kabul edilen ölçütlere göre, 4 toplumsal boyutun konuya sokulmasını sağlamaktadır. 1
Bkz.: Andrew Ure, op. cit., s. 13-4; ayrıca Melvin Kranzberg, Joseph Gies, op. cit., s. 90. 2 Kari Marx, ideologla tedesca, op. cit., s. 20. 3 Bkz.: Kari Marx, 1844 .... op. cit., s. 154-5. 4 Bkz.: Ideologia tedesca, op. cit., s. 20.
61
İş birliğiyle iş bölümü kavramları arasındaki yakın ilinti, iş birliği kavramının, Alman İdeolojisi'nde t ü m üretim etkinliklerince ve bunlar arasındaki ilişkilerce içerildiği için, çok geniş bir uygulama alanı olduğunu göstermektedir. Doğaldır ki bu kavram fabrika sistemini incelemek için de kullanılabilecektir. Ama ne var ki Alman İdeolojisi'nde bu kavramın "toplumsal" iş bölümüyle iş bölümü arasındaki ayrımla ne ölçüde uzlaşabileceği açıklanmış değildir. Ancak Kapital'dedir ki Marx, iş birliği kavr a m ı m dar anlamıyla belirlemektedir: "Bir ve aynı üretim sürecinde veya farklı fakat birbirleriyle ilişkili üretim süreçlerinde bir plân çerçevesi içinde yan yana ve biri diğerine yardımcı olacak biçimde çalıştırılan çok sayıda işçinin çalışma şekline kooperasyon (iş birliği) denir". 5 Soyutlam a düzeyi veriyken, bu tanımın öğeleri, çalışmanın ortaklaşa olmasının gerekli koşullarının asgarisine denk düşmektedir. İş sürecine ilişkin koşullarla bu koşullar, manüfaktür ve fabrika gibi önemli kapitalist iş birliği biçimlerini çözümlemede Marx'ın kullanacağı vaz geçilmez kavramsal araçlar olacaktır. İş birliği kavramına daha yakından bakarsak ayırdedebileceğimiz öğeleri şunlar olacaktır: a) "İş birliğinin ölçeği", belirli bir iş sürecinde çalıştırılan bireylerin sayısını göstermektedir. b) İş birliği yapanların "mekânsal birliktelik"leri, bireylerin yan yana aynı alanda çalıştıklarının göstergesidir. Çünkü "işçiler, bir araya getirilmeden, genel olarak çalışamayacaklarına (göre) ve bundan dolayı belli bir mekânda bir araya toplanmış olmaları kooperasyonun şartı"dır. 6 Bu koşul, dolaysız toplumsal teması sağlayarak, iş yerindeki iş birliğini, toplumun t ü m ü düzeyinde toplumsal iş bölümü ile gerçekleşen iş birliğinden ayırmaktadır. c) Tek tek işlemlerin yerine getirilmesindeki "zamandaşlık", bireylerin aynı zamanda, beraberce, karşılıklı birbirlerini bütünleyerek çalıştıklarını göstermektedir. d) İşlerin bireylere "tahsis" biçimlerine bakarak çalışmanın örgütleniş tipini belirlemek mümkündür. Öte yandan, çalışmanın farklı örgütlenişi farklı iş birliği tiplerini belirler. Genel olarak bireylerin "aynı üretim sürecinde ya da farklı ama ilintili üretim süreçlerinde" iş birliği göstermelerine göre iki ana tip mümkündür. e) Son olarak, iş birliğinin "plânı", iş birliğinin belirli bir amacın gerçekleştirilmesine yönelik bütünleşmiş bir yapı olduğunu gösterir. Plân, 5 Kari Marx, Kapital, Cilt I - Kitap I, op. cit., s. 476-7. 8 Ibid., 8. 482.
62
'iretim sürecinin ve/ya da farklı üretim süreçleri ilintisinin belirlediği ortak amacı dikkate alarak, bireysel eylemleri eşgüdümlemek görevindedir. Özgül bir işlem açısından bu işlev, "yönetim işlevi" olarak yerine getirilir. Mekânsal birliktelik ve işlemlerin yerine getirilmesindeki zamandaşlık, "toplumsal çalışmanın k o ş u l a r i d ı r , yani bireylerin eylemlerinin toplumsallığını nitelerler. Çalışma nesneleri, araçlar, yardımcı maddeler yalnızca ortak kullanılmaları olgusu nedeniyle toplumsal bir nitelik kazanırken, "kendi başına bağımsız olarak çalışan işçi ve küçük ustaların", "çok sayıda işçi(nin) sırf mekân itibariyle bir araya getirildikleri ama birbirlerine yardımcı olacak biçimde çalıştırılmadıkları" 7 durumunda, üretim araçları "dağınık" kalır ve toplumsal çalışma koşulları oluşmaz. Bireysel yetenek ve eksiklikler, bütünleşerek, birbirini ortadan kaldırarak ve "ortalama çalışma yeteneği"ni oluşturarak iş birliğinde toplumsallaşırlar. Doğaldır ki, ancak yüksek bir iş birliği ölçeği söz konusuysa ve belirli bir mekânsal bağlamda iş birliği içinde çalışma ilkesi t ü m topluma genelleşmişse —ki bu isterler yalnızca kapitalist üretim biçiminde karşılanmıştır—, bu toplumsal koşullar geçerlik kazanır. Hangi ölçekte olursa olsun iş birliğinin yarattığı toplumsallık bireyler üzerinde de etkilerini gösterir. Çünkü toplumsal temas, rekabet ve taklit duygularını uyandırarak bireysel yetenekleri harekete getirir. Emeğin üretkenliği yönünden, çalışmanın toplumsal niteliği, birbirinden bağımsız çalışan tek tek bireylerden elde edilmesi m ü m k ü n olmayan bir kitle gücünü geliştirmektedir. İş birliğinin üretken gücünü ölçmek için Marx, iş birliği içindeki işçilerin t ü m ü n ü n yerine getirdikleri iş anlamında "birleşik, toplam iş", işçilerin bütünü anlamında "toplam işçi", "kollektif işçi" kavramlarını getirmiştir. İş birliği içinde gelişmiş olan üretken güç, gerçekten iş bölümünü meydana getiren tek tek bireylerin üretken güçlerini toplayarak ölçülemeyecektir. Çünkü "işçilerin tek başlarına ortaya koyabilcekleri mekanik güçler toplamı 'kollektif işçinin' toplumsal güç potansiyelinden ... farklıdır". 8 Bu, aynı zamanda her hangi bir üretici örgütün bütünüyle, yani genel işlevleriyle ele alınması gerektiği anlamına gelmektedir. Ancak genel işlev dikkate alındığında, tek tek bölümlerinin işleyişini incelemek mümkündür. İş sürecinin örgütlenmesinin incelenmesi, genel olarak tek tek işlemlerin i ş birliği içindeki bireylere nasıl tahsis edildiğine dayamr. Bu genellik düzeyinde Marx, özel bir tahsis t ü r ü ve özel bir iş birliği biçimi olan "iş bölümü" terimini kullanmamakta, "işin t a h s i s i n d e n söz etmektedir. 7
ibid., 6. 476. 8 ibid., S. 477.
63
İş birliğinde tek bir üretim süreci ya da aralarında ilintili farklı süreçler olması olgusundan bağımsız olarak Marx, adına "basit iş birliği" dediği, ilk bir iş birliği biçimini belirlemektedir. Burada iş süreci, işin tahsisi tam anlamıyla iş bölümü anlamında olmaksızın, bölünmemiş ya da alt işlemlere bölünmüş olabilir. Bunun da ötesinde, işlemlere bölünmemiş ya da bölünmüş olmasından bağımsız olarak, işlem ya da işlemler ya herkes için aynı olabilir ya da ayrı türden, yani homojen olabilir. İŞ BİRLİĞİ BİÇİMLERİ (*) BÖLÜNMEMİŞ İŞ SÜRECİ HERKES İÇİN AYNI İŞLEM AYNI TÜRDEN İŞLEMLER (HOMOJEN) FARKLI İŞLEMLER (HETEROJEN)
A Basit iş birliği (örn.: ağırlık kaldırmak)
BÖLÜNMÜŞ VE BÖLÜMLERİ ARALARINDA İLİNTİLİ İŞ SÜRECİ B Basit iş birliği (örn.: insan zinciri) C Basit iş birliği (örn.: tarımsal işler, balıkçılık) D Manüfaktür
(*) İş birliği biçimleri işlem türleriyle iş süreci karşılaştırılarak verilmiştir.
Şemadan da anlaşılacağı gibi, iş bölümü formunu içerebilecek iki tip basit iş birliği vardır; bununla birlikte Marx bu iki t ü r ü iş bölümünü içermeyen A tipinde eritmektedir. Gerçekten A tipinde işlem bölünmemiştir ve Marx bu noktayı E.G. Wekefield'den aktardığı sözlerle açıklamaktadır : "Küçük parçalarına ayrılmalarına imkân olmayan, böyle olmakla beraber gene de ancak bir arada çalıştırılan işçilerin kooperasyonu ile yapılabilen son derece basit sayısız iş tüirü vardır". 9 Basit iş birliği biçimleri konusunda Marx, o halde, daha çok işlemlerin bölünüp dağıtılmaları üzerinde değil de bir araya getirilmeleri üzerinde İsrar etmektedir; çünkü "tek tek yapı (lan) işler bir toplam işin devamlı ve birbirine bağlı parçaları"dır 1 0 (Bkz. B tipi). Bu bakış açısından C tipi, her ne kadar bu tipte "iş süreci karmaşık" ve "çok sayıda işçinin sırf iş birliği içinde bulunmaları nedeniyle çeşitli işler, farklı işçiler arasında dağıtılmış, dolayısıyla da aynı zamanda yapılmışsa da, 1 1 A ve B tipine götürülebilir. Marx 9 Ibid., dn. 11. 10 Ibid., s. 478. " Bkz.: ibid., s. 479.
64
bu t ü r işi, "işlerine bir yönden girişmek zorunda bulunan, şu ya da bu ölçüde kendi başlarına çalışan işçilerin" 1 2 işine göre belirlemek istediğinden, bu t u t u m açıklığa kavuşmuştur. Bir başka sorun, "aynı türden işlemler" ve "farklı işlemler" tarafından karakterize edilen C ve D tipi arasındaki ayrımdan doğmaktadır. Marx bu terminolojiyi sürdürmemiştir, gerçekten, ağla ya da zıpkınla balık avcılığı örneğini verirken görüldüğü gibi, "farklı işlemler" 1 3 ifadesini kullanmaktadır. Oysa aynı türden işlemler, yani balıkçının mesleğine ilişkin işlemler söz konusudur. Bu belirsizlik, manüfaktürdeki iş bölümü tanımı göz önüne alınırsa giderilebilmektedir. Gerçekten şimdilik şunu belirtmek gerekir ki, aynı türden işlemlerin tahsisi ile basit iş birliği, iş bölümünün geçiciliği noktasına göre belirlenmiştir. Bu açıdan, o halde, işlemlerin homojenliği ve heterojenliği kavramları kesin bir biçimde ayrılabilir ve buna göre de geçici ve kalıcı iş bölümü tanımlanabilir. Gerçekten homojen işlemlere bölünmüş iş süreci her bireyin uzmanlaşmasını ve her zaman belirli işlemi yerine getirmesini gerektirmez; birey, anın gereklerine göre, arada işlem tipini değiştirebilir. Yani işçî bazı belirli durumlarda mesleğin gerektirdiği işlemlerden yalnızca birini ya da birkaçını yerine getirse de, her zaman için tam bir meslek (zanaat) sahibidir. Ortak çalışmanın, amaca uygun çalışma etkinliği kavramına benzer, tipik bir yanı da iş birliğinin "plân"ıdır. Bu plân aynı zamanda toplumsal organizmanın kararlılığını, bireylerin bütünleşmesini ve ortak ereğin sürdürülmesini sağlar. İş birliğinin ölçeğine, ve çalışmanın örgütlenmesi biçimlerine göre plânın karmaşıklığı değişebilir; ama asgarî koşul olarak, plân her tür iş birliğinin bir sabitesi olarak düşünülmelidir. Plân ve erek demek ki, sistemin parçalarının bütünleşmesini ve karşılıklı bağımlılığını belirlerken, ortak ereğe göre parçaları eşgüdümlemeye yarıyan yönetici işleve sıkı sıkıya bağlıdır. "Yönetim" Marx tarafından biçimsel terimlerle tanımlanmıştır: "Büyük boyutlara ulaşmış, doğrudan doğruya toplumsal olarak veya bir arada çalışılarak yapılan bütün işler az ya da çok, bireysel faaliyetler arasında uyum sağlayacak ve parçaların bağımsız hareketlerinden doğanlardan farklı olarak toplam üretim mekanizmasının kendi hareketinden doğan, genel işlevleri yerine getirecek bir yönetime ihtiyaç duyururlar". 1 4 Yönetim işlevi demek ki, kendi başlarına çok genel koşullar olarak ortaya çıkan, iş birliği ölçütüne ve plânın karmaşıklık düzeyine ilişkin olarak tanımlanmıştır. Bu genellik düzeyinde, Marx'a göre, bu işlev, "yalnız toplumsal iş sürecinin mahiyetinden doğan ve ona ait 12 Ibid. 13 Türkçesi: "farklı ve çeşitli şeyler". Bkz.: ibid., dıı. 15, s. 479-80. " Ibid., s. 484.
65
olan özel bir fonksiyon"dur. 1 5 Başka bir deyişle, yönetimi tanımlamak için, genel olarak iş birliğini tanımlamaya yarayan düşüncelerden farklı düşünceler gerekmemektedir. Ama, yönetimin kapitalist biçimini belirlemek gerekince, bu işlevin başka görünümlerini de ele almak ve problemi artık biçimsel terimlerle değil de tarihsel ve toplumbilimsel açıdan k u r m a k gerekmektedir. Bu kavrama ilişkin olarak şunu da belirtmek gerekir ki, Marx'm iş birliği biçimlerini incelemek için kabul ettiği organizma, modelin önemli bir öğesidir. Gerçekten Marx iş birliğini "bileşik üretken yapı" yani, tek tek etkinliklerin "uyumlu" olması anlamında, aralarında bütünleşmiş "özerk organlar" ya da yapılar bütününce oluşturulmuş bir organizma olarak anlamaktadır. Yapıların u y u m u ve bütünleşmesi kendi başlarına, organizmadan ayrılmış oluşlar değil, parçalar arasındaki ilintiyi sağlayan "genel işlevi" meydana getiren oluşlar olarak karşımıza çıkmaktadır. 2. ÎŞ BİRLİĞİNİN KAPİTALİST BİÇİMİ Nesnelleşme açısından iş sürecinin incelenmesi, hangi toplumsal koşullarda oluştuğunun belirlenmesine olanak vermiyordu. Bu koşulların konuya sokulması, nesnelleşme süreci olarak iş sürecinin kavramsal çerçevesinin dışına düşen başka belirlemeleri gerektirmektedir. Bu koşulları incelemek için iş birliği kavramı, bir bağıntı çerçevesi sağlamaktadır. Öte yandan kapitalist iş birliği tanımı, kapitalist üretim biçiminin genel koşullarının açıklanmasını gerektirmektedir. Bu noktalardan hareket edildiğinde, iş birliğinin kapitalist niteliği, üretimin amacı olan artı değer, iş sürecinin "emek gücünün kapitalist tarafından tüketim süreci" olarak biçimlenmesi, kapitalistin iş birliği içinde bulunan bireyler üzerindeki denetimi ve ü r ü n ü n kapitalistin mülkiyetinde olması olguları tarafından belirlenecektir. Bu koşullara dayanarak şimdiden "yabancılaşma"nm iki anlamını çıkarsamak m ü m k ü n d ü r : kapitalistin satın aldığı bir malın (emek gücü) tüketiminin sonucu olarak ürüne yabancılaşma ve iş birliğinde işçinin kendi emeği üzerindeki denetimini yitirmesi anlamında işçinin kendi emeğine yabancılaşması. Kapitalist üretim biçiminin genel koşullarından biri, işin ve işin ü r ü n lerinin sahibi olan kapitaliste işçinin tabi olmasıdır. Ekonomicilerin genel olarak "kapitalin emek üzerindeki buyruğu" olarak ifade ettikleri bu tabilik, iş birliği içinde toplumsal ilişkiler oluştuğuna göre, yönetim kavramına ilişkin olarak ele alınmalıdır. Bu durumda yönetim basit tarafın15 Ibid., s. 485.
66
dan iş sürecinin asgarî bir koşulu olma anlamım kazanmayacak; içinde bulunduğu toplumsal ilişkiler bağlamı veriyken, münhasıran kapitalistin işlevi haline gelecek ve sonuç olarak otoriter bir yönetim olarak belirlenecektir. "Kapitalistin yönetim işlevi yalnız toplumsal iş sürecinin mahiyetinden doğan ve ona ait olan özel bir fonksiyon olmayıp, aynı zamanda, toplumsallaşmış bir iş sürecinin sömürüsü için gerekli ve dolayısıyla da sömüren ile sömürücünün hammaddesi arasındaki kaçınılmaz düşmanlığın zorunlu kıldığı bir işlevdir". 1 6 Bazı ekonomicilerle polemik içindeki Marx, içinde bulundukları soyutluk düzeyine göre farklı işlev kazanan kavramların ayırdedilmesi konusuna açıklık getirmektedir. Ekonomici "kapitalist üretim biçimini incelerken bir arada çalışılarak yürütülen iş sürecinin mahiyetinden doğan yönetim işlevini bu sürecin kapitalist ve dolayısıyla da taraflar arasında düşmanlık doğurucu özelliğinin gerekli kıldığı farklı denetim işlevi ile bir tutar. Kapitalist, endüstriyel yönetici olduğu için kapitalist değildir; tersine, kapitalist olduğu için endüstriyel emir ve kumanda gücüne sahip bir kimsedir". 1 7 Yönetim kavramı, demek ki, iş birliğinin zorunlu bir koşulu olabilir ya da iş birliği içindeki belirli bir ilişkinin toplumsal anlamını belirlemeye yardımcı olabilir. Yönetim kavramının farklı işlev ve anlamları arasındaki bu ayrım, özellikle yönetim işlevinin teknik karakterinin çok başatlık kazanıp, her zaman için bir güç grubunun toplumsal işlevi olduğu olgusunu gözlerden uzaklaştırdığından, temel bir yöntembilimsel araç olarak önem kazanmaktadır. Bu yol yalnızca farklı soyutlama düzeylerine uygun düşen kavramlar arası karışıklığı önlemekle kalmamakta, aynı zamanda iş sürecinin teknolojik yapısı, karar verme süreçlerinin yapıları ve iş birliğindeki toplumsal ilişkilerin anlamı arasında sürekli ilintiler sağlamaya olanak vermektedir. Bu ilintiler manüfaktür ve fabrika sistemi çözümlendiğinde açık seçik ortaya çıkmaktadır: çünkü, bir yandan iş birliği kavramı, tüm gerçekleşme biçimleriyle, toplumbilimsel araştırmaya olanak verirken, öte yandan da üretime ilişkin otoriter yönetim, kapitalist plân ve amaç kategorileri bu iki t ü r iş birliğinde farklı değerler kazanmaktadır. 1S
ibid., s. 485. Otoriter yönetim kavramı, Marx tarafından iş birliğinin kapitalist biçimlerinin niteliklerinden biri olarak incelenmiştir. Ne var ki uyarlama alanı, sınıflara bölünmüş ve yerine getirme işlevleriyle yönetim ve denetim işlevleri arasında kesin bir bölünmeye dayanan bir toplum varsayıldığında, bütün iş birliği biçimlerine yaygınlaştırılabilir. Alman İdeolojisinde otoriter yönetim kavramı "yabancı güç" terimiyle ifadelendirilmişti. Bu terim, yabancılaşma kategorisini kullanarak, belirli sınıfların iktidar dışına itilmelerini ve bu a r a d a iktidarın el ve kafa emeği ayrımı yapılmış tüm toplumlardaki otoriter niteliğini ifade ediyordu. Kapital'de otoriter yönetim arızi olarak "yabancı irade gücü" (ibid.) olarak tanımlanmaktadır ama bu tanımın, daha dar anlamında anlaşılan iş birliğine ilişkin olduğuna kuşku yoktur. I 7 ibid., s. 486-7.
67
Toplumbilimsel kategorilerin yer aldığı bu iki soyutlama düzeyi belirlenince, yönetim işlevlerinin, sermayenin özgül işlevleri olarak kazandığı, sermayeye özgü özelliklerini belirlemek gerekmektedir. 1 8 Üretimin kapitalist ereği, gerçekten, yönetimin ve genel olarak iş birliği içindeki tüm ilişkilerin toplumsal anlamını belirlemeğe olanak v e r m e k t e d i r 1 9 Bu anlamda, artı değerin anlamlı tolpumsal ilişkileri ayırdetmede bir ölçüt görevi gördüğünü ve yabancılaşmanın 1844 Elyazmaları'nda gördüğü işlevin tıpkısını Kapital'de yerine getirdiğini söylemek m ü m k ü n olacaktır. Otoriter yönetim genelde m ü m k ü n olan en yüksek miktarda artı değer elde etmek için çalıştırılan işçileri sömürme işlevine sahipken, özelde tabi olanların "karşı koyma" biçimindeki davranışlarını denetlemekte ve bastırmaktadır. Çalışma etkinlikleri, işin uygun bir biçimde yerine getirilmesini ve araç ve gereçlerin gerektiği biçimde kullanılmasını sağlayan kurallarla düzenlemelidir. 2 0 "Bunun gibi, işçinin karşısına yabancı bir mülkiyet olarak çıkan üretim araçlarının boyutları büyüdükçe, bunların maksada uygun bir biçimde kullanılmasını kontrol zorunluğu da artar". 2 1 Örgütlenmenin büyümesiyle, o halde, giderek daha yetkinleşen denetim normlarına gerek duyulacaktır. Ama bu normlar aynı zamanda, toplumsal iş sürecinin yapısı ve yabancı mülkiyet olgusu tarafından belirlenecek ve buna göre otoriter yönetim bir geçerlik kazanacaktır. Marx, bir yandan üretimdeki olası dönüşümlerin örgütlenmede yaratacakları sorunların çözümünün, iş sürecinin teknik gereklerine bağlı olduğunu ileri sürerken, öte yandan da bu çözümü, kapitalist iş birliğindeki karar verme sürecinin yapısına ilişkin olarak incelemiştir. 2 2 Denetim normlarından farklı olarak, tabi olanların karşı koyucu davranışlarını bastırmaya ilişkin özgül işlevleri olan normlar, kapitalist iş birliğinin işleyişinin tipik gereğidir. Denetleyici normlarla baskıcı normlar arasındaki ayırım çok önemlidir. Marx'a göre, denetleyici normların her üretken örgütlenişin zorunlu koşulu oluşları ve teknik işlevleri toplumsal işlevlerden her zaman ayırd etmenin m ü m k ü n oluşu yanı sıra, baskıcı normlar çok özel bir toplumsal anlama sahiptir ve geçerli oldukları alan, yerine getirme işlevleriyle yö-
18 Bkz.: ibid., s. 484. "Her şeyden önce, sermayenin kendisini mümkün olduğu kadar fazla değerlendirmesi, değerine değer katması, yani mümkün olduğu kadar fazla artık değer üretilmesi, dolayısıyla iş gücünün kapitalist tarafından mümkün olduğu kadar çok sömürülmesi, kapitalist üretim sürecinin itici dürtüsü, mutlak ve kesin aracıdır" (ibid.). 20 Bkz.: ibid., s. 281. 21 Ibid., s. 485. 22 Bu tutum örgütlenme çözümünü kapitalist amaçlarla ilişkilendirmeye ve dolayısıyla tek mümkün çözüm olarak kabul etmemeye olanak vermektedir. 19
68
netim işlevlerinin kesin olarak ayrılmasına göre ortaya konulan, iş birliği biçimlerince belirlenmektedir. 2 3 ( Artı değer amacı veriyken, işçilerin karşı koymaları ve baskı altına alınmaları, kapitalist ile işçi arasındaki "kaçınılmaz karşıtlığın bir sonuc u d u r . Buna göre örgütlenmenin karmaşıklığı, giderek daha otoriterleşen normlar gerektirmektedir: "Bir ve aynı zamanda çalıştırılan işçi kitlesi ile birlikte bu kitlenin direnme gücü ve bununla da birlikte zorunlu olarak sermayenin bu direnmeyi yenmek için girişeceği karşı baskı artır". 2 4 Burada baskıcı araçlar olarak normların koyulmasını gerektiren çekişmenin zorunlu niteliği ortaya çıkmaktadır. Yönetim işlevinin çözümlenmesi, "yürüttükleri işlevler arasında kurulan ilişki ve kendilerinin bütünleşmiş bir üretim mekanizması halinde biraraya getirilmeleri, ... işçilerin karşısına kapitalistin kafasında önceden düşünülmüş bir plân" olarak değil de "pratik bakımdan kapitalistin sahip bulunduğu bir otorite, onların faaliyetlerini kendi amacına tabi kılan bir yabancı irade gücü olarak" çıktığım göstermektedir. 2 5 1844 Elyazmaları'nda emeğin yabancılaşması olarak sunulan durum, Marx'ın üretken örgütlenmelerin işleyişini ve bunların içindeki toplumsal ilişkileri incelediği, Kapital'de çok daha etraflı ve yetkin bir biçimde sunulmuştur. Marx gençlik yıllarının felsefî dilini bırakmış ve yabancılaşma kategorisini görgül araştırmalarla bütünleştirebilecek kavramlardan yararlanmaya başlamıştır. "Yabancı ve düşman varlık", artık kapitalistin "despot" yönetimi, yani denetici ve baskıcı normların t ü m ü olmuştur. Demek oluyor ki emeğin yabancılaşması, üretken örgütlenmelerin v e iş birliği yapılarının çözümlenmesiyle elde edilen sonuçlar üzerinde yeniden formüle edilmiştir. Marx artık basit tarafından işçilerin dışında kalan emekten söz etmemekte, "işçilerin dışında olan, kendilerini bir araya getiren ve bir arada tutan sermaye"den söz etmektedir. 2 0 Yabancılaşm a süreci, normların oluşturulmasındaki karar sürecinin dışında tutulma biçimini almaktadır. Ne var ki bu bağlamda karar sürecine katılma, zorunlu olarak dışta t u t m a n ı n koşulu olan, kaçınılmaz karşıtlığın aşılması 23
Buradaki akıl yürütme Saint-Simon'un "buyurma"yla "yönetme" a y r ı m ı n a varırken kullandığı akıl yürütmeye benzemektedir. Bkz.: C.H. de Saint-Simon, İki Kervan: Hükümet-Yönetim, çev. Sina Akşin, Sosyalist Siyasal Düşünüş Tarihi, cilt I, der. Mete Tunçay, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1976 içinde, s. 17-21. 24 Kari Marx, Kapital, Cilt I - Kitap I, op. cit., s. 484-5. "Kooperasyonun boyutlarının büyümesiyle bu despotluk kendisine özgü şekillere bürünür" (ibid., s. 486). Marx, iş birliği ölçeğinin büyüdüğü durumlarda bir gereklilik olarak ortaya çıkan gözetleme işlevinin, yetki göçerilmesiyle kapitalistlerden başkaca kimselere bırakılacağına işaret etmektedir. 25 Ibid., s. 485. 26 Ibid,
69
ve aynı zamanda bu kararları yönlendiren ereklerin biçim değiştirmesi anlamına gelmektedir. İster iş birliğinde olsun ister manüfaktür ve fabrikanın özel analizlerinde olsun, yönetimin kapitalist niteliği, Marx'ın bu toplumsal ilişkiye, iş sürecinde oluşan bütün diğer ilişkilere göre daha başat bir açıklayıcı rol vermesine yol açmıştır. İşçilerin girdikleri ilişkilerin diğer ucunda kapitalist yönetim vardır ve ortak çalışmanın anlamı da buna bağımlıdır. "İşçiler bağımsız kişiler olarak, bir ve aynı sermaye ile ilişkiye girişen fakat, kendi aralarında ilişki bulunmayan bireylerdir. Bunlar arasındaki kooperasyon, ancak iş sürecinde meydana gelir; ama, iş sürecinde artık kendi kendilerine ait olmaktan çıkmışlardır. İş sürecine adımlarını attıkları andan itibaren sermaye ile birleşir, onunla bir vücut olurlar. Birlikte ve bir arada faaliyet gösteren kimseler olarak, faaliyet halindeki bir organizmanın organları olarak bizzat işçilerin kendileri sermayenin özel bir varoluş şeklinden başka bir şey değildirler". 2 7 Buna göre de, "ücretli işçilerin kooperasyon halinde çalışmaları, sırf bu işçileri bir ve aynı zamanda çalıştıran sermayenin yarattığı bir zorunluluktur". 2 8 İşçiler karar süreçleri açısından bir tabilik ilişkisi içindedirler ve çalışmaları da, yönetimin ereklerinin bağımlı değişkeni olduğundan, aynı tabilik ilişkisi içine girmektedir. Aynı konu başka bir açıdan da ele alınabilir. Bileşik emek gücü kapitalistçe tanınmaz; kapitalistin bildiği, tek tek emek güçlerinin mekanik toplamından başka bir şey olmadığı için, ücret de tek tek emek gücü açısından önemlidir. B u n u n içindir ki, bileşik emek gücünün geliştirdiği üretken güç, yönetimin ereklerinin bağımlı değişkeni olarak ele alındığından, bileşik emek gücünün toplumsal karakteri de işçilerce kendi tek tek çalışmalarının anlamı olarak algılanmamaktadır. Bileşik emek gücü olmasından ileri gelen, emek gücünü toplumsal karakteri, bireysel emeğin anlamı olmaktadır, tek tek işçiye yabancıdır bu. Burada da iş süreci toplumsallığını yalnızca kapitalist yönetime ilişkin olarak kazanmaktadır; bunun dışında tek tek işçilerin arasında t ü m toplumsal anlamından soyutlanmış bir ilişki kalmaktadır. Böylelikle yabancılaşmanın 1844 Elyazmalan'ndaki tanımlarla ilişkilendirilebilecek, son iki belirlenimi ortaya çıkmaktadır. İş birliğinde işçiler kendi kendilerine ait olmaktan uzaklaşırlar; çünkü emeğe yabancılaşma, yabancı plân ve kararlarca oluşturulan bir iş sürecinde iş birliği biçiminde ortaya çıkmaktadır. "İş süreci kapitalistin satın almış olduğu [şeyler arasında], ona ait mallar arasında cereyan eden bir süreçtir". 2 9 İş birlğinde toplumsal ilişkiler şeyler arası iliş27 Ibid., S. 487-8. 28 Ibid., s. 485. 29 Ibid., s. 281.
70
kilere indirgenmişse, işçiler arası ilişkiler de işçilerin birbirlerini araç olarak gördükleri ilişkilerdir; çünkü bu ilişkiler işçilerin özgür üretken etkinliklerinden ayrılmaz ölçütlere göre oluşmamakta, tersine kapitalist yönetimin yükümlemesiyle oluşmaktadır. 3. MANÜFAKTÜRDEKİ İŞ BÖLÜMÜ Kapitalist toplumsal ilişkilerin iş sürecine getirdiği biçim değişikliği gözönüne alınırsa, basit iş birliği, özgül olarak kapitalist bir iş süreci olarak karşımıza çıkmaz. Gerçekten, başlangıçta kapitalist, gelenekten gelen üretim örgütlenmesi ve tekniklerini kabul eder; ancak daha sonraları, değerleme gereklerine yanıt olarak, iş yerine örgütlenme yenilikleri getirir ki işte bunlar, özgül olarak kapitalistleşen iş sürecini incelemeyi olanaklı kılar. Öte yandan basit iş birliği, kapitalist iş sürecinin —özgül tekniklerin gündeme getirilmesiyle manüfaktür ve fabrika sistemi olarak beliren— evrelerinden biri olarak da karşımıza çıkmaz; tersine belirli olmayan, arızî ve rastgele bir biçim olarak karşımıza çıkar. Kapitalist iş birliği başlangıcında, içinde yeni çalışma teknikleri belirdiği için değil de, iş sürecinde yer alan toplumsal ilişkiler zaten kapitalist ilişkiler olduğu için, diğer iş birliği tiplerinden farklılaşır. Gerçekten de kapitalist iş birliğini incelerken Marx, bunu, teknik yenilikler açısından değil de iş birliği içindeki bireyler ve bunlarla yönetim arasındaki ilişkilerin büründüğü yeni toplumsal anlam açısından betimlemiştir. Mümkün olan en fazla miktarda artı değerin oluşması ve dolayısıyla üretken gücü giderek artan oranlarda arttırma gereği biçimindeki kapitalist üretimin ereği sayesinde, iş birliği, basit biçimlerinden iş bölümü ve makinelerin üretime sokulduğu evrelerine geçmiştir. İşte buna ilişkin olarak Marx, iş sürecinin teknik yenileşmesi gereğinin kapitalizm öncesi iş birliği tiplerinden ileri gelmediği, yalnızca kapitalist yönetimli iş birliğinden ileri geldiği tezini ileri sürmüştür. Marx, "kapitalist üretim sürecinin karakteristik bir biçimi olarak" manüfaktür dönemini tarihsel olarak, kabaca XVI. yüzyılın ortalarıyla XVIII. yüzyılın son otuz yılı arasına o t u r t m a k t a 3 0 ve iş bölümünün sağlam bir toplumsal yapıya kavuşması sürecini betimlemektedir. Bir kur u m olarak iş bölümünün ortaya çıkışı, bir seri rastlantısal olaydan hareketle aydınlığa kavuşturulmaktadır. Bu olayların tekrarıyla, yani zanaatçının artık mesleğini t ü m yaygınlığıyla yerine getirmeme alışkanlığıyla, çalışma alanının daraltılması dolayısıyla ussallığın ve etkinliğin sağladığı çıkarların göz önünde tutulmasıyla ve başka nedenlerle, iş bölüm ü n ü n "kristlleşme"sine ya da "kemikleşme"sine ve giderek bütün iş 30 Bkz.: ibid., s. 379.
71
dallarına yaygınlaştırılmasına varılmıştır. "îş bölümüne dayanan kooperasyon yani manüfaktür, başlangıç dönemlerinde kendiliğinden gelişen bir kuruluştur. Bir dereceye kadar tutarlılık ve genişlik kazanır kazanmaz, bu kooperasyon veya manüfaktür, kapitalist üretim biçiminin bilinçli, plânlı ve sistematik şekli haline gelir". 3 1 Bu noktada kurum tümüyle biçimlenmiştir ve kendine özgü bir fizyonomisi olan bir toplumsal yapı olarak tanınmış ve ekonomiciler ve teknologlar tarafından incelenmeye başlamıştır. İş bölümünün kurumlaşma sürecini açıklarken Marx, manüfaktürün tarihsel kökenini ele almakta ve farklı iki başlangıç noktasına göre iki farklı doğuşunu belirlemektedir. Birinci doğuş biçiminde, belirli bir sayıdaki bağımsız zanaatçı meslek, toplumsal iş bölümü bağlamında bir kristalleşme süreci içinde değişerek, iş bölümü çerçevesinde bağımlı etkinlikler biçimini almaktadır. İkinci doğuş biçiminde ise homojen bir zanaat benzer bir kristalleşme süreci içinde, değişik heterojn işlemlere bölünmektedir. Hir iki durumda da, o halde, değişiş ya bağımsızlıktan bağımlılığa ya da homojenlikten heterojenliğe doğru oluşmaktadır; ne var ki manüfaktürün her iki doğuş biçiminde de aynı olgu söz k o n u s u d u r : çalışmanın teknik temelinin daraltılması ve eski zanaatçı mesleğe göre sınırlı sayıda işlemlerin sadece ve yalnızca tekrarı. "Çalışmanın kristalleşmesi", çalışma alanının daraltılması ve bu dar alana denk düşen işlemlerin yinelenmesinden başka bir şey değildir. 3 2 Manüfaktürcü iş bölümü olarak iş birliğinin tanımı, Marx'ın 1844'den beri toplumsal iş bölümünden ayırdettiği, iş yerindeki iş bölümünün anlamının bir açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. 3 3 Daha o zaman açık seçik ortaya konmayan bu ayrımın işlevi ilk kez Felsefenin Sefaleti'nde ifade edilmiştir, 3 4 ama işlerlik kazanması için Kapital'i beklemek gerekmektedir. Bu son yapıtta, manüfaktürdeki iş bölümü özgül araştırma alanı olarak ele alınmıştır. Her iki kavramın ortak yanı işin "toplumsal" niteliğinde görülmektedir, işin toplumsallığı ise, işin aralarında bölündüğü etkinliklerin karşılıklı ilintilerinden ya da birbirlerine bağımlılığından, yani kısacası iş birliğinden hareketle tanımlanabilir. 3 5 Bununla birlikte Marx, benzerlikler değil de farklılığı yaratan yönler üzerinde durmaktadır. Bundan da amacı, hem çalışmanın manüfaktürcü örgütlenmesinin sı Ibid., s. 53i. 32 Bkz.: ibid., s. 492-6. 33 Kari Marx, 1844 ..., op. cit., s. 220-8. 34 Kari Marx, Miseria della filosofia, op. cit, s. 108 vd. 35 Marx bu bağlamda "çeşitli iş kollarını görünmez bir bağın birbirine bağlayıp kaynaştırdığımdan söz etmektedir, üstelik bu bağm biçimi de öneırli değildir (Kari Marx, Kapital, Cilt I - Kitap I, op. cit, s. 518).
72
tarihsel koşullarım saptamak hem de bu iki kavramın Adam Smith'de aldığı yetersiz belirlenimleri eleştirmektir. "İş birliği"nin bilinen iki anlamına ilişkin olarak, toplumda bağımsız üreticiler arasındaki ilişki malların değişimi dolayısıyla olurken, iş yerinde iş birliği içinde çalışanların arasındaki ilişki dolaysızdır. Ürüne ilişkin olarak, toplumda bağımsız üreticiler mal üretirken, iş yerinde tek tek işçiler, aslında tüm iş sürecinin nihai öğesi olan, bitmiş ü r ü n ü üretmezler. Son olarak, iş birliğinin kapitalist biçimine ilişkin olarak, b u r j u v a toplumunda etkinliklerin karşılıklı bağımlılığı "rekabet" ve "anarşi" biçimlerine bürünürken, iş yerinde bu, "otoriter yönetim" olarak ortaya çıkar. 3 6 Manüfaktür, içinde iş sürecinin, zanaatçı bir etkinliğin parçalanması sonucu, aralarında ilintili, farklı ya da heterojen işlemlere bölündüğü ve bu işlemlerin kalıcı bir biçimde tek tek işçilere tahsis edildiği, iş birliği olarak tanımlanmaktadır. 3 7 Marx, özellikle, münhasır tahsisin manüfaktürcü örgütlenme tipinin varlık koşulu olması üzerinde durmaktadır. Bu tahsis olayının üç sonucu vardır : ilk olarak zanaatçı etkinliği "tek yanlı" kılar, ikinci olarak, örneğin, eylem alanını "daraltır" ve üçüncü olarak çalışma etkinliğinin "el yatkınlığı"nı arttırır. İş sürecinin tek tek işlemlerine bölünmesi, tahsis olayı açısından "parça iş" ya da "münhasır iş" adını, bu münhasır işi yerine getiren işçiler ise "parça işçi" adını alırlar. Bu çalışma örgütlenmesiyle gerçekleşen iş birliği, Marx tarafından, "organları insanlar olan bir üretim mekanizması" olarak tanımlanmaktadır. 3 8 36
Ibid., s. 513 vd. Toplumsal iş bölümüyle manüfaktürdeki iş bölümü arasındaki ayrımı göremeyen Adam Smith'e Marx'ın yönelttiği eleştiri ilginçtir. Marx'a göre, bu iki kavram arasında ayrım yapılmazsa, manüfaktürü tarihsel örgütlenme tipi olarak tanımlamak olanağı ortadan kalkar. Çünkü toplumsal iş bölümü mal değişimi olan her toplumsal oluşumda vardır. Üstelik bu ayrım, dah a geniş toplumda iş birliği biçimlerini çözümlemeye göre daha özerk biçimde, iş yerindeki toplumsal ilişkileri incelemeye olanak vermektedir. 37 Gerçekten Marx şunları saptamaktadır: a) "bir üretim sürecinin özel safhalarına dağılışı el zanaatı şeklinde yürütülen bir faaliyetin kendi çeşitli parçalarına bölünüşü ile noktası noktasına uyuşan ve el ele giden bir olaydır"; b) "her bir işçi münhasıran bir parça işe yatkın bir işçi ve işçinin iş gücü de bu parça işin ömür boyu organı haline gelir"; c) "bu iş bölümü kooperasyonun özel bir türüdür" (ibid., s. 496). 38 Ibid., s. 496. Marx zanaatçının işini, sonuç açısından, varacağı yer bitmiş ürün olan, tek bir kişinin, belki de çırak ve kalfaların yardımıyla, yerine getirdiği çalışma olarak; etkinlik açısından ise davranışsal ve psiko-fizyolojik isterlerin yerine getirilmesi olarak almaktadır. Manüfaktürde çalışmanın zanaatçı niteliği yitmemekte ama iş bölümüne gidilmekle tüm yanlarından daraltılmaktadır. "Bileşik olsun basit olsun her iş el zanaatı biçiminde yani. elle yapılır" ve "her biri ürünün bir kısmını üreten parça süreçlerin (Teilprozess), elle yapılan bir parça iş (Teilarbeit) olarak yürütülmeleri zorunluluğu vardır" (ibid.).
73
Manüfaktürün analiz birimleri ya da, Marx'ın terimleriyle, "basit öğeleri" parça işçi ve onun araç ve gerecidir. Bunlar iş bölümünün özgül niteliklerini belirlemeyi olanaklı kılarlar; bunlar basitlik, tek yanlılık, yinelenirlik, farklılaştırma ve sürekliliktir. Bu belirlenimler ise, öte yandan, uzmanlaşma kavramınca özümlenmektedir ve böylelikle bu kavram hem işçinin hem de onun araç gereçlerinin niteliklerinin tanımlanmasına yardımcı olmaktadır. Manüfaktürcü örgütlenmeye varmada ilk durak, "üretim sürecinin özel safhalarına dağılışı"nın analizidir. 3 9 Bu yöntemin amacı, önceleri ard arda gelen heterojen işlemlerin yapılmasıyla, tek bir bireyce yerine getirilen zanaatçı iş sürecini "parçalarına ayırmak"tır. Bu işlemler, o zaman "farklı" parça işler haline gelecektir. Örgütlenmeye ilişkin ikinci durak ise, tek tek işlemlerin tek tek işçilere "münhasıran ve devamlı olarak tahs i s i d i r . Bu iki durak aralarında sıkı sıkıya ilintili olup, bu ilinti manüfaktürdeki iş birliğini, işlerin tahsisi iş süreci analizini gerektirmeyen ve tam anlamıyla, iş bölümüne sahip olmayan, öteki iş birliği biçimlerinden ayırdetmeye yaramaktadır. Marx'm üzerinde özellikle durduğu son sınırlayıcı koşul, işlemlerin münhasıran ve devamlı olarak tahsisi ile ilişkilidir ve bu koşul, manüfaktürün zanaatçı teknik temeli olduğundan, olanaklıdır. Görüldüğü gibi analiz, zanaatçı bir meslekten kalkarak zanaatçı işlemlere varmaktadır. Bu da, parça işin yerine getirilmesinin, bağımsız zanaatçı işini belirleyen isterlerin ayrımlarını gerektirdiği anlamına gelmektedir. Üstelik işlemin gerektirdiği uzmanlıklar ve doğal isterleri en üst düzeyde geliştirmek ve sömürmek olanağı da, işlemin devamlı yinelenerek yapılmasıyla ortaya çıkmaktadır. 4 0 işin analiziyle devamlı tahsisi arasındaki ilinti manüfaktürü zanaatçılıktan ayırır. Gerçekten zanaatçının çalışmasında davranışsal gerekler "çok yönlü" gelişirken, manüfaktürde doğal ya da kazanılmış yetenekler "tek yönlü" olarak güçlendirilir. Bundan da öteye, zanaatçı iş sürecini meydana getiren işlemler serisi, zanaatçının bir çalışma alanından ötekisine ya da bir araçtan ötekisine geçerken harcadığı zaman süresi tarafından her işlemin ötekisinden ayrıldığı anlamında, "kesikli"yken, yapısının basitli39 Ibid. *o "Bir ve aynı faaliyetin devamlı tekrarı ve dikkatin bu sınırlı faaliyet üzerinde toplanması ile, istenilen sonuç ve etkinin en az emek harcayarak nasıl elde edilebileceği, geçirilen deneyler yardımıyla öğrenilir" (ibid., s. 497). Zanaatçı teknik temel veriyken iş bölümünün verimlilik koşulu, işçilerin münhasıran tek bir parça işe verilmesine bağlıdır. "Bir yandan işçilerin doğal özellik ve yetenekleri iş bölümünün üzerine kurulduğu temeli meydana getiriyorsa, diğer yandan manüfaktür de bir kere başlatılınca, tabiatı itibariyle bir tek, sınırlı ve özel bir işe uygun ve yatkın iş gücü geliştirir" (ibid., s. 511).
74
ği ve dolayısıyla daraltılmış çalışma alanı nedeniyle parça iş "sürekli"dir. Doğaldır ki manüfaktürdeki işçinin işinin sürekliliği, işinin çeşitliliğinin azlığı ya da çokluğuna göre değişir. 4 1 Manüfaktürün iş birlikçi niteliği, parçaların ilintisini sağlarken, daha önce bölünmüş ama ilintili bir iş sürecinde, ayrışmış iş süreçlerini tekrar birleştirir ve iş evreleri arasında bir sürekliliği belirler. Bu sürekliliği sağlayan örgütlenme teknikleri üzerinde araştırmalarsa, manüfaktür sisteminin bölümleri arasındaki ilintilerin araştırılması haline dönüşür. Bu araştırma, örgütü bütünleşmiş bir yapı, yani organik bir bütün olarak ele almayı gerektirir. îş süreci kendini meydana getiren evreleri bakımından çözümlendiğinde, farklı parça işleri yerine getirmenin gereklerini tahmin etmek ve bu gerekleri onlara sahip olmayan işçilere uydurmak m ü m k ü n olur. 4 2 Her işlev belirli yetenek, el yatkınlığı, dikkat v.b, düzeyi gerektirdiğinden, karmaşıklık düzeyine göre bir işlev hiyerarşisi kurmak ve emek güçleri hiyerarşisini ve ücret skalasmı bu hiyerarşiye denk düşürmek mümkündür. îş sürecini yeniden birleştirme ve parçalar arasında ilinti kurma, sonucu sağlayan örgütlenme evresi olmaktadır. Bu da çalışma gruplarının oluşturulmasını ve gruplararası iş birliğini olanaklı kılmaktadır. Parçaların ilintisinin gerçekleşmesini sağlayan koşullar, Marx tarafından iş sürecinin "teknik yasaları" olarak ifade edilmektedir. İş sürecinin sürekliliğini ve onu meydana getiren parçaların karşılıklı bütünleşmesini öngören ilk yasa, her işlemin sonucunun her zaman için belirli bir sürede elde edileceğine ilişkindir. 4 3 Bu durumda bütünleşme, bir iş sürecinin parçalarının karşılıklı bağımlılığı anlamına gelmektedir. Aynı zamanda bu bütünleşme, üretkenliği tehlikeye düşürecek duraklamalardan iş sürecini korumaktadır. Bu üretken örgütlenmenin sonucu, bir çalışma zinciridir ve burada ana öğeler parça işçi olabileceği gibi, işçi grupları da olabilir. 4 4 Parçaların ilintisi yeni bir teknik yasa gerektirmektedir; buna göre grup41 Bkz.: ibid., s. 499. « Bkz.: ibid., s. 511-2. 43 "İşte ancak bu varsayım iledir ki, biri diğerini tamamlayan çeşitli iş süreçleri kesilmeden, bir ve aynı zamanda ve mekân bakımından birbirinin yanısıra yöneltilip devam ettirilebilirler. Şurası açık bir şeydir ki, işlerin ve dolayısıyla da işçilerin aralarındaki bu doğrudan doğruya bağımlılık, bunların her birini kendi işini yaparken sadece gerekli olduğu kadar iş zamanı harcamaya mecbur bırakır, ve böylece, yapılan işlerde bağımsız el zanaatlarında ve hatta basit kooperasyonda görülenden bambaşka bir devamlılık, birbiçimlilik, düzenlilik, düzen ve hatta iş yoğunluğu elde edilir" (ibid., s. 505-6). 14 İkinci bir durumda her grup, ya öğeleri homojen olan basit iş birliğine (gruplar arasında iş bölümü olan iş süreci) ya da iş bölümüne (homojen gruplar arasında iş birliği olan iş süreci) göre örgütlenebilecektir. Bkz.: ibid., s. 507-9.
75
lar ve parça işçiler arasında sayısal oran kurulmaktadır. Farklı işlemler yerine getirilişlerinde eşit olmayan zaman süresi gerektirebileceğinden, zaman biriminde, eşit olmayan nicelikte m a m u l kısımları elde edilecektir. Bu yasa toplumsal iş sürecinin "nicel kural ve orantısını" ifade ederek bitmiş iş evrelerindeki üretim aksamalarını engeller. 4 5 Üçüncü teknik yasa, ister aralarında işin bölündüğü parça işçilerin sayısına ilişkin olsun ister aralarında iş bölümü olan grupların sayısına ilişkin olsun, iş birliği ölçeğinin gelişmesini düzenler. 4 6 Bu üç teknik yasa manüfaktürcü örgütlenmenin ussallığını ifade etmektedir. Ne var ki manüfaktürün ana sınırlılığı, teknik temelinin zanaatçı olmasından ileri gelmektedir. Dar bir çalışma alanında kullanılmalarından ötürü yetkisizleştirilmiş olsalar da, özde zanaatçı araç ve gereçleri olmaktan öteye gitmeyen üretim araçları, aynı araçların kullanılmasıyla ilintili davranışsal isterlere iş sürecinin uydurulmasını zorunlu kılmaktaydı. Üretim sürecinin analizi de, zanaatçı araçlarının varlığında ve bu araçların insanlar eliyle kullanılması zorunluluğunda aşılmaz engelle karşılaşmış olmaktaydı. Bunun anlamıysa, araç kullanımının, iş sürecinin parçalarına ayrılmasını belli bir sınırdan ötede zorunlu olarak durdurmasıydı. 4 7 insanlar arası iş bölümünden ve sonuç olarak zanaatçı teknik temelden ileri gelen ikinci bir eksiklik, iş sürecinin sürekliliği ilkesinin, üretimin değişik evrelerinin "tecrit"inde karşılaştığı sınırdır. Bu, çalışma zincirinin bir noktasından ötekisine sürekli insanların ve hammaddelerin yer değiştirmesini gerektiren, parça işçilerin bir araya getirilmesi olgusundan başka bir şey olmayan, manüfaktürün bileşik mekanizmasından ileri gelmektedir. 4 8 Bu iki sınırlılık, manüfaktürün gerektiği yüksek üretim maliyetlerini ve yüksek bir üretkenliği gerçekleştirmenin teknik zorluklarını açıklamaktadır. 4. MANÜFAKTÜRDEKİ ÎŞ BÖLÜMÜNÜN YARATTIĞI YABANCILAŞMA Kapital'in birinci cildinin dördüncü bölümünde Marx, yalnızca iş sürecinin örgütlenme biçimlerinin çözümlenmesini yapmamış, üretken güçlerin kapitalist kullanımını da tanımlamak istemiştir. Bu ikinci araştırma yönü, ilk olarak üretimin kapitalist ereğini ele almayı içermektedir ve bu açıdan da örgütlenme, m ü m k ü n olan en çok miktarda artı değer ger« Ibid., s. 507. Yani iş birliği ölçeği "ancak, her özel işçi grubu için bir çarpan uygulanarak, genelleştirilebilir" (ibid.). Bkz.: ibid., s. 496. Bu bağlamda Marx "iş bölümünün ... öznel ilkesi"nden söz etmektedir. (Kari Marx, Kapital, Cilt I - Kitap 2, op cit., s. 22-3). «• Bkz.: Kari Marx, Kapital, Cilt I - Kitap 1, op. cit., s. 504.
76
çekleştirmek için kullanılan tekniklerin bütünü olmaktadır. Manüfaktür ve fabrikaya ilişkin olarak iki farklı tekniğin —iş bölümü ve makineler— kullanıldığını belirlemek mümkündür. Marx bunları, çalışmanın örgütlenmesi ve kapitalist iş birliğinin toplumsal yapısı arasındaki ilinti bağlamında ele almaktadır. Bu ilinti, yalnızca kapitalist çalışma örgütlenmesinin tarihsel evrelerindeki toplumsal sonuçlarının nedenselliğini doğru olarak kavramayı m ü m k ü n kılmamakta, bunun da ötesinde yabancılaşma kavramını açıklayıcı olarak kullanmayı m ü m k ü n kılmaktadır. Manüfaktür ve fabrika sistemi, toplumdaki üretken güçlerin farklı ölçülerde gelişmesini sağlayan ve dolayısıyla iş birliğindeki ve toplumdaki toplumsal ilişkileri farklı biçimlerde koşullandıran, çalışmanın kapitalist örgütlenmesinin iki ayrı biçimidir. Buna göre, bu çerçeve içinde yabancılaşmanın analizi, her iki örgütlenme biçiminde emeğin sermayeyle ilişkisinde aldığı anlamın belirlenmesi olarak ortaya çıkmaktadır. Basit iş birliğinde üretken gücün artması ortak çalışmanın dolaysız bir sonucuyken, iş bölümüne gidilmesi, daha yüksek bir üretkenlik ve dolayısıyla daha yüksek miktarda artı değer sağlamaya olanak vermektedir. Daha önce iş sürecinin ussallaşması için ilke olarak ele alınan şey, şimdi emek gücü sömürüsünün tekniği olmaktadır. Manüfaktürü örgütlenmenin özgül tekniğini meydana getiren, üretimin ereğine göre kullanımına ilişkin olarak iş sürecini parçalarına bölme ve bunları yeniden birleştirme yöntemleri, kapitalistin gücünü arttırma işlevini kazanmaktadır. Bileşik, toplam işçinin geliştirdiği üretken güç miktarı ya da, başka bir deyişle, üretilen artı değer miktarı, bu durumda, yabancılaşmanın yoğunluğunu saptamanın ilk ölçütünü belirlemeye olanak vermektedir. Yabancılaşma kavramı, değişik iş birliği tipleri hesaba katılmadan formüle edilmiş olmasından ötürü, her özel yabancılaşma biçimini tanımlamak için bağıntı terimi olarak sürdürülmektedir. "Manüfaktürdeki iş bölümü, kapitalistin, sahibi bulunduğu bütün halindeki bir mekanizmanın parçalarından başka bir şey olmayan insanların üzerinde kayıtsız ve şartsız bir otorite kurmuş olmasını gerektirir". 4 9 Bununla birlikte Marx, otorite ilişkisini, basit bir varsayım olarak değil de kendi görgül belirlenimleriyle ele aldığında, bunun çalışmanın örgütlenme biçimleriyle de bağlantısını kurmaktadır. Manüfaktür örneğinde, iş bölümünün ussal ilkeleriyle kurduğu bağlantı, bu özel örgütlenme tipindeki yabancılaşma biçimini belirlemeye olanak vermektedir. Basit "kooperasyonda olduğu gibi manüfaktürde de çok sayıda işçinin birarada, birbirine yardımcı ve biri diğerini tamamlayıcı şekilde çalıştırılması, sermayenin bir varoluş şeklidir. Çok sayıda bireysel parça işçilerden meydana gelen toplumsal üretim me« Ibid., s. 520.
77
kanizması, kapitaliste aittir. Bundan dolayı, emeklerin birleştirilmesinden doğan üretme gücü sermayenin üretme gücü gibi görünür". 5 0 Bununla Marx, bir yandan iş birliğinde emeğin yabancılaşmasının değişmez niteliğini ifade ederken, öte yandan da, parça işçi ve emeklerin birleştirilmesi kavramlarını kullanarak, örgütlenmenin manüfaktürcü yapısıyla kapitalist erek arasında bağlantı kurmaktadır. Genel olarak ele alınan iş birliği hakkındaki önermenin manüfaktür hakkındaki önermeye çevrilmesi, bu özel iş birliği biçimi içinde benimsenen üretim tekniklerinin incelenmesini gerektirmektedir. Buna bağlı olarak işe yabancılaşma, manüfaktürdeki iş sürecinin bölündüğünü parça işlerin aralarındaki ilintiyi düzenleyen normlara yabancı kalma biçiminde ifade edilmektedir. Bundan başka, çalışmanın örgütlenmesi açısından iş sürecinin parçalara bölünmesinin sıradan sonucu olan, çalışma alanını daraltması, işçinin karar verme alanının bir bölümünün kapitaliste geçirilmesi anlamına gelmektedir. "Üretimin gerektirdiği akıl ve düşünce güçleri, boyutlarını tek yönde genişletirler; çünkü, diğer bir çok yönlerde yok olmuşlardır. Parça işçilerin kaybettiği şeyler, sermayede birikmiş olarak karşılarına çıkar. Maddi üretim sürecinin akıl ve düşünce ile ilişkili güçlerinin, işçilerin karşısında bir yabancının malı ve kendilerine hükmeden bir kudret olarak yer alması, m a n ü faktür tipi bir iş bölümünün bir sonucudur". 5 1 Zanaatçının çalışmasında, iş sürecinin plânı, yapacağı tam işin evrelerinin ard arda gelmesi ve aralarındaki ilintiyle aynı anlama gelmektedir. Oysa manüfaktürde iş sürecinin parçalara bölünüp yeniden birleştirilmesini düzenleyen teknik yasalar, işçiye otoriter bir plân olarak sunulmaktadır. Marx, zanaatçı teknik temelle bağlantı kurarak, işçinin sürekli aynı işe koşulmasını açıklamıştı; ne var ki bu açıklamada, iş birliğinin daraltılması, yabancılaşmanın biçimini nitelemeye yeterli değildir; zanaatçı teknik temelle manüfaktürcü iş bölümü arasındaki ilintiye otoriter yönetim kavramını sokmak gerekmektedir. "Sadece özel parça işler farklı bireyler arasında dağılmakla kalmaz, bireyin kendisi de bölünür, bir parça işin otomatik motoru haline gelir". 5 2 İş sürecini örgütlemek gücüne de sahip olduğu için, otoriter yönetim, işçiyi kapitalistin otoritesine daha da fazla tabi kılar. Yönetim işlevinin, teknik açıdan daha ayrıntılı denetim normları gerekliliği anlamında, daha da karmaşık olması, işçinin davranışlarının denetimini daha da otoriter kılar. Artık, "işçinin mekanizmanın bütünü ile olan bağlılığı ise onun bir makinenin parçalarında görülen uyumlu çalışmaya zorlar." 5 3 50 ibid., 51 Ibid., 52 Ibid., 53 Ibid.,
78
s. 526. s. 527-8. s. 526-7. s. 511.
îş sürecini iş bölümüyle örgütleme erki, iş yöntemleri ve işlerin daha bir değişikliğe uğramadığı, basit bir iş birliğine göre, yabancılaşmanın yoğunluğunda farklılık sağlamaya olanak verir; iş yöntemlerinin ve çalışm a işlemlerinin değişmesi 5 4 işçiyle yönetim arasında daha güçlü bir bağımlılık ilişkisi kurar. "İşin başında işçi gücünü sermayeye, bir malın üretimi için gerekli maddi araçlara kendisi sahip bulunmadığı için, satıyorsa şimdi işçinin iş gücünün bizzat kendisi, sermayeye satılmadıkça kendisinden beklenen hizmeti yerine getiremez bir durumda kalır. İş gücü, görevini, artık ancak, satışı ile birlikte doğan bir durum içinde, kapitaliste ait iş yerinde yerine getirir". 5 5 İşlemlerin uzmanlaşması işçinin kendi emek gücünü satma zorunluğunu arttırır. İşçi yalnızca çalışma araçlarına sahip olmadığı için otoriter yönetimin egemenliği altına girmekle kalmaz, üstelik, artık bir mesleği bütünüyle gerçekleştirme yeteneğini yitirdiği için buna zorunludur. Böylece işçinin kendi işine ve kendi kendine yabancılaşması, yani iş birliğinde yer alması olgusunun dolaysız sonucu yoğunluk kazanır. Kapitaliste ait bir nesneye indirgenmiş olmakla, artık bir mekanizmanın "ayrıntısı" olmuştur. Manüfaktür, iş sürecini değişikliğe uğratan ussal yöntemler geliştirmişse de, bu sürecin teknolojik yapısını özünde değiştirmemiştir. Bu, aynı zamanda, manüfaktür örgütlenmenin üretkenlik sınırlarım ve zanaatçı dönemin değer ve kurumlarına hâlâ bağlı işçinin davranışını açıklar. İşte uzmanlaşma her ne kadar zanaatçı yetenekleri kullanılmaz, çıraklığı gereksiz kılmışsa da, işçi bağımsızlığını sağlamış olan mesleğine ilişkin ayrıcalıklarını sürdürmeye eğilim gösterir. "El zanaatı hüneri manüfaktürün temeli olarak kaldığı ve manüfaktürü yürüten mekanizmanın bütünü işçilerden bağımsız objektif bir iskelete sahip olmadığı için, sermaye devamlı olarak işçilerin emir ve disiplin tanımazlıkları ile uğraşmak zorunda kalır". 5 6 Denetim normlarıyla karşı koyma davranışları arasındaki uyumsuzluk ilişkisi, çalışmanın bilimsel bir analizini engelleyen, zanaatçı temelle açıklanır. Bu açıdan kapitalist iş birliğinin içerdiği çekişmeler özel bir biçime bürünürler. İşçilerin emir ve disiplin tanımazlıkları, aşılmış bir tarihsel dönemin değerlerine ilişkin olduğundan, üretken güçlerin gelişimini frenlerken çekişmelerin keskinleşmesi sürecini de yavaşlatır. Manüfaktürün toplumun ekonomik oluşum sürecinin bir anı olduğu hesaba katılırsa, işçilerin itaatsizliklerinin ve karşı koymalarının tutucu bir nitelik taşıdığı kolayca görülebilir. 84
"Basit kooperasyon, bireysel işçinin çalışma biçimini genel olarak ve büyük ölçüde bir değişikliğe uğratmadan bırakırken, manüfaktür bunun tenselinden değiştirir ve bireysel iş gücünü ta kökünden yakalar" (ibid., s. 526)
55 ibid., s. 527. 85 ibid., s. 536.
79
II.
FABRİKA SİSTEMİ VE YABANCILAŞMA 1. FABRÎKA SlSTEMÎ VE MAKİNELERİN KAPİTALİST KULLANIMI
Kapital'de "fabrika" ve "büyük endüstri" deyimleri, makinelerin genelleşmiş kullanımıyla nitelenen endüstriyel gelişme evresinin iş yerlerini ifade eder. Makineler basit tarafından iş sürecinin belirli araçları olarak anlaşılmış olduğundan, genel olarak fabrika "aynı türden ve aynı anda çalışan iş makinelerinin mekân itibariyle bir yerde toplanmaları şeklinde karşımıza çıkar". 5 7 Marx iş sürecinden söz ederken zamanının mekanik bilgilerinin cari tanımlamalarından yararlanmaktadır. Bu tanımlamalara göre "alet ... basit bir makine, makine bileşik bir alettir"; bu bakış açısıyla matematik ve mekanik bilginleri "bunlar arasında mahiyet itibariyle hiç bir fark germezler ve hatta manivelâ, eğik düzlem, vida, kama (oduncu kaması) v.b. gibi basit mekanik güçlere makine ismini verirler. Gerçekte her makine nasıl kılık değiştirmiş ve nasıl bir araya getirilmiş olurlarsa olsunlar, bu gibi basit güçlerden meydana gelir". 5 8 Buna göre, iş sürecindeki makineyi betimlerken Marx, bundan "basit araçların bileştirilmesi" biçiminde söz etmektedir; yani makine teknik anlamında, "bir anda bir sürü aynı ya da benzer (zanaatçı) aleti işleten ve, şekli ne olursa olsun, tek bir hareket sağlayıcı güçle işleyen bir mekanizma" 5 9 olarak ele alınmalıdır. Ne var ki, teknolojik bakış açısıyla cari tanımları kabul ederken, Marx bunların geçerlik sınırlarını aydınlığa çıkartmaktadır; gerçekten "ekonomik bakış açısından bu açıklama hiçbir işe yaramaz; çünkü burada tarihi unsur yer almamaktadır". 6 0 Bu sorunun tarihsel bakımdan ele alınması, makine kavramını, üretken güçlerle toplumsal ilişkiler ve özellikle çalışma araçlarıyla iş sürecinin örgütlenmesi arasındaki ilintiye sokma olanağını verecektir. Üretimdeki araçların teknolojik tanımları, Marx'a endüstriyel devrimi inceleme ve fabrikanın özel niteliklerini belirleme olanağını sağlarken; makinelerin kullanımını, fabrikanın toplumsal yapısıyla ve fabrikanın içinde genel bir olay olduğu toplumun yapısıyla ilintilendirecek bir açıklamada, bu tanımlar işe yaramamaktadır. Buna göre, 57 Kari Marx, Kapital, Cilt I - Kitap 2, op. cit., s. 21. 58 Ibid., s. 10. 59 Ibid., s. 16. Araçların bileştirilmesi olarak tanımlandığından, makine kavramı tutarlı olarak, yeni belirlenimler gereksinmeksizin, daha önce verilen iş sürecinin genel tanımına sokulmaktadır. «> Ibid., s. 10.
80
terimler farklı iki dile ait olduklarından, makine ile fabrika arasında karşılıklı ilişki kurulamamaktadır. "Makine" teknoloji diline aitken ve iş sürecinin teknik açıklamasına girerken, "fabrika" terimi tarih, ekonomi diline aittir ve toplumsal oluşların toplumbilimsel açıklamasını gerektirmektedir. Oysa kullanım kavramıyla olanak içine sokulmuş karşılıklı ilişki, makine kullanımıyla fabrika arasında olagelmektedir ve bu bağlamda makineyi toplumsal ve ekonomik bakımdan anlamlı bir olay olarak ele almak olanaklı olmaktadır. 6 1 Buna göre "makine"nin tanımı konusunda da, ya üretken tekniklerin ya da bu tekniklerin içine sokulduğu toplumsal yapıların incelenmesi söz konusu olacağından, usa v u r m a da buna göre belirlenecektir. İlk durumda konuyu ele alma teknolojik açıdan olacaktır. Doğaldır ki, bu, konuyu örgütlenmenin analizi anlamında ele almayı engellemeyecektir. Gerçekten bu analiz, başka ölçütlere dayanarak, veri bir toplumsal yapıda makinenin kullanımını ilişkin olarak yapılacaktır. Böyle olunca Marx da, teknik açıklamaları teknik olduklarından ötürü değil de ekonomi politiğin açıklamalarını tükettikleri savından ötürü eleştirmektedir. 6 2 Makinelerin betimlenmesinde, Ure'un smıflandıı masına dayanarak, Marx şu ayrımı y a p m a k t a d ı r : "Bütün geliştirilmiş makineler mahiyet itibariyle birbirinden farklı üç kısımdan meydana gelir: hareket sağlayıcı makine (motor mekanizması), güç iletici mekanizma (transmisyon mekanizması) ve nihayet alet makine veya iş makinesi" İlk iki bölüm "ancak iş makinesine hareket sağlamak ve iletmek için mevcuttur ve bu görevle yükümlüdür; böylece harekete getirilen iş makinesi, iş nesnesini (üzerinde çalışılan şeyi) kavrar ve ona istenilen şekli verir". Araç makine ya da iş makinesi, işlemleri benzer araçlarla zanaatçının yerine getirdiği işlemlerin aynısı olan bir ya da daha çok araçtan ve bir çerçeveden meydana gelir. İş makinesinde "çok kere son derece değişikliğe uğramış şekillerde olmakla beraber, genel ve bütün olarak ele alındıklarında, el zanaatkârlarının ve manüfaktür işçilerinin kullanmış oldukları araç ve gereçleri gene karşımızda buluruz; ancak bu kere bir fark vardır; bunlar, eskiden insanoğlunun araç ve gereçleri iken şimdi bir mekanizmanın araç ve gereçleridir, mekanik araç ve gereçlerdir". 6 3 Makinenin basit araç ve gereçlerin bir bileşimi olarak betimlenmesi 61
Bu ince kavramsal ayrım "makinelerin ekonomik bir kategori" değil de "üretken bir güç" olmalarından gerekmektedir; başka bir deyişle "makinelerin (iş sürecine) uygulanmasında temellenen modern fabrika toplumsal bir üretim ilişkisi, ekonomik bir kategoridir" (Kari Marx, Miseria della filosofia, op. cit., s. 113). 62 Bkz. : Kari Marx, Kapital, Cilt I - Kitap 2, op. cit., s. 10-12 ve özellikle dn. 89. 63 Ibid., s. 12-3.
81
ve makinenin zanaatçının kullandığı araç ve gereçlerin benzerleriyle işlemesi düşüncesi, teknolojik usa vurmanın nasıl zanaatçı teknoloji modeline göre yapıldığını göstermektedir. Gerçekten araç makine "daha evvel işçinin benzer araç ve gereçlerle yaptığı aynı işlemleri yerine getiren bir mekanizmadır". 6 4 Araç-makine ilişkisi sorunu bu öğelerle ortaya konulunca, manüfaktürdeki çalışma açısından mekanik işlem herhangi bir anlam kazanmamakta, el emeğini yeniden değerlendirme ölçütlerini belirleme olanağı da yitip gitmektedir. îş makinesi ile, özellikle araç ve gereçlerin kullanımına ilişkin olarak, zanaatçı çalışmanın içerdiği başka bir sınırlılık da ortadan kalkmış olmaktadır. Zanaatçı ve manüfaktür dönemlerinde işçinin aynı anda çok sayıda araç ve gereci kullanması olanağı doğal olarak sınırlıydı. Ama ne var ki iş makinesi bu organik sınırlılıktan kurtulmuştur. 6 5 Fabrikada hareket sağlayan makine ile iş makinesi aralarında ilintili olduklarından, birbirlerini koşullarlar: iş makinesi, örneğin araç sayısı arttırılarak genişletildiğinde, motor mekanizması da bir değişikliğe uğratılmalı, örneğin araç sayısıyla ilişkili olarak sürtünmeyi yenmek için daha yüksek bir güce kavuşturulmalıdır. Bu koşullanma buharlı makinelerin kullanıma sokulmasının nedenlerinden biridir; böylelikle doğadan sağlanan motör gücün sınırlılığı da aşılmış olmaktadır. 6 6 Ure'un sistem kavramına baş vurarak Marx, fabrikanın "kendi kendine hareket eden bir ilk motör tarafından işletilmeye başlar başlamaz, bizzat dev bir otomat meydana" getirdiğini ifade etmektedir. 6 7 Marx'a göre sistem "uyuşum içinde işleyen" 6 8 öğelerden meydana gelmektedir. Fabrika sistemi iki farklı teknolojik örgütlenme biçimi gösterebilir: makinelerin iş birliği ve makineler sistemi. Homojen makinelerin iş birliği temeline dayanan fabrika örgütlenmesi, manüfaktürün örgütlenme ilkesini meydana getiren, iş bölümünü ortadan kaldırır. Ardarda gelen işlemler serisince meydana getirilen iş 64 Bkz.: ibid., S. 13-4. 65 "Bir ve aynı iş makinesinin bir ve aym anda işlettiği aletlerin sayısı, el zanaatkarının kullandığı araçların alanını daraltan organik sınırlardan daha işin başından itibaren kurtulmuştur" (ibid., s. 14). 66 Bkz.: ibid., s. 15-6. Teknoloji tarihi bakımından "köklü değişiklik geçirmiş b u h a r makinesini gerekli kılan şey iş makinelerinin icadı"dır (ibid., s. 16) savını doğrulayan bir görüş olması bakımından bkz.: R.J. Forbes, "Power to 1850", A History of Technology, eds.: Charles Singer e t al., Vol. IV içinde, Oxford University Press, London, 1967, s. 148-167 ve özellikle s. 161 vd. 67 Kari Mars, Kapital, Cilt I - Kitap 2, op. cit., s. 27. "Otomat" ve "fabrika" eş anlamlıdır. 68 Ibid., s. 83.
82
süreci bileştirilir ve bir makineye uygulanır. 6 9 Marx'ın verdiği örnek mekt u p zarfı manüfaktürüdür. Burada, iş süreci değişik üretim birimlerince yerine getirilen değişik işlemlere bölünmüştür; makinenin iş sürecine sokulmasıyla tek tek üretim birimlerince yerine getirilen işlemler birleştirilmektedir. Demek ki, bu açıdan bakılınca, basit iş birliğinin iki tipik niteliği yeniden gündeme gelmektedir. İlk olarak her üretim biriminin işlemlerinin homojenliği söz konusudur, şu farkla ki ilk durumda birim işçiyken burada birim işçi-makine sistemidir. 7 0 İkinci olarak, her biri bitmiş ü r ü n ü elde etmek için farklı işlemlerin t ü m ü n ü yerine getirdiği anlamında, birimler ve işlemler arasında karşılıklı bağımlılık söz konusudur. 7 1 Bu örgütlenme biçiminde, işçi-makine sisteminin ötesinde, üçüncü bir niteliğe rastlanır ki bu basit iş birliğinin ayırdedici öğesidir. Motör mekanizmaya ortaklaşa bağımlılık sayesinde, iş makinelerinin gerçekleştirdiği işlemlerin yerine getirilmesindeki yüksek düzeyde zamandaşlık v e birörnekliğin meydana getirdiği "teknik birlik" işte bu öğedir. Manüfaktürde teknik birlik işin zanaatçı temelince belirlenirken, homojen makinelerin iş birliğinde bu, "bir çok iş makinesi[nin] ..., şimdi bir ve aynı hareket makinesinin ... sadece aynı türden organlarını" meydana getirmesi olgusunca belirlenir. 7 2 İkinci bir fabrika örgütlenmesi tipi, farklı makineler arası iş bölümü ilkesine dayanan makineler sistemidir (ya da bileşik, kombine iş makinesi). Bu durumda iş bölümünün tipik nitelikleri olarak bağımlılık ve heteroj enlik ortaya çıkar. Manüfaktürde tek bir iş sürecinde tek tek işlemler birbirlerine bağımlıyken, fabrikada tek makine heterojen makineler zincirinin bütünleşmiş sonucu olmaktadır. "Çeşitli parça işçilerin, söz gelişi yünlü dokuma manüfaktüründe yün atıcısının, tarayıcısını, kırpıcısırun, eğricisinin v.b. spesifik aletleri şimdi spesifikleşmiş iş makinelerinin aletleri haline gelmiş bulunurlar; bu iş makinelerinden her biri, kombine bir alet mekanizması olan sistemin bütünü içinde belli bir iş gören özel bir organ durumundadır". 7 3 Son olarak otomatik makineler sistemi sözü edilen iki tipin yetkinleştirilmesiyle ortaya çıkar ve denetim işlevlerinin de makineye emdirilmesiyle nitelenir: bu sistem "belli bazı hareketler için işçinin yardımını ge69 "Manüfaktürde bölünmüş olarak ve biri diğerini izleyen işler halinde yürütülen toplam süreç, burada, çeşitli aletlerin bir arada doğurdukları sonucu tek başma meydana getiren bir iş makinesi tarafından tamamlanır" (ibid., s. 20-1). 70
B k z . : ibid., s. 21.
71 "Nihai ürünün bütünü bir ve aynı iş makinesi tarafından yapılır. Bir zanaatkarın kendi aleti ile ... çeşitli zanaatkarların çeşitli aletlerle bir sıra içinde yürüttükleri çeşitli işlerin hepsini şimdi bu iş makinesi yapar" (ibid., s. 20). •72 ibid., S. 21. 73 ibid., s. 22.
83
rektirir". 7 4 Otomatik makineler sistemi tam olarak üçüncü bir örgütlenme tipi meydana getirmez, özünde değiştirilmemiş makineler sistemi içinde bazı iş makinelerinin teknik bakımdan yetkinleştirilmiş olmasından başka bir şey değildir. 2. FABRİKA SİSTEMİNİN BİLİMSEL TEMELLERİ Marx, iş sürecinin yalnızca teknolojik açıdan ele alınmasını aşıp fabrikayı toplumsal bir etkinlik bütünü olarak incelemeye girerken, Ure'un tanımına atıfta bulunmaktadır. Buna göre fabrika, "yetişkin ve yetişkin olmayan çeşitli işçi tabakalarının merkezî bir güçle (bir ilk motorla) aralıksız bir şekilde işler halde tutulan bir üretken makineler sisteminin işleyişini hüner ve gayretle gözeten bir kooperasyonu"dur. 7 5 Böylelikle fabrika tınımı, ilk bir toplumsal görünüm kazanmakla, zenginleşmiştir. Bu görünüm çalışma görevlerinin yeni yapısıyla ilişkili olup henüz üretim ilişkilerinden ve iş birliğinin kapitalist biçiminden bağımsızdır. Bu yeni örgütlenme yapılarına ilişkin ilk genel çözlem için gereçli ölçüt, bunların içinde bulundukları toplumsal sistemlerin yaygın bir endüstriyel gelişme gösterip göstermemiş olmaları ölçütüdür. Bu ölçüt, "makine sistemi bir bütün olarak bir ve aynı anda ve uyuşum içinde işleyen çok sayıda çeşitli makinelerden meydana gelen bir sistem olduğu ölçüde" geçerlidir. 7 6 Makineler sisteminin kapitalist kullanımının içereceği başka türden toplumsal olguların neler olacağı daha ilerde görülecektir. Manüfaktürü incelerken Marx, iş bölümünün öznel ilkesine, yani çalışma işlevlerinin henüz zanaatçı bir teknolojik temelde ayarlanmış olmalarına ve bunların öznel değişkenlere göre betimleneceğine değinmiş bulunuyordu. Çalışma etkinliği açısından, manüfaktürde davranışsal ve fizyolojik etmenler belirleyiciliklerini koruyorlardı. Üstelik çalışmanın zanaatçı niteliği de iş bölümünce azaltılmış ve basitleştirilmiş olmasına rağmen yitmemiş ve bu zanaatçı teknik temel işin daha da bölünmesine bir sınır getirmişti. Makinelerin üretime sokulması, iş sürecinde t ü m öznel koşullanmaları kaldırarak ve öznel örgütlenme ilkesinin yerine "nes74 Ibid., s. 24. Marx "otomatik durdurucu" örneğini de burada vermektedir. Benzer bir tanıma Grundrisse'de rastlamak m ü m k ü n d ü r : "bir otomatik makineler sistemi (makineler sistemi; otomatik olan yalnızca daha uygun ve yetkin olan biçimidir ve yalnız bu makineleri sisteme dönüştürür) bir otomat tarafından harekete getirilmiş, kendi kendisini harekete getiren motör güç" (Kari Marx, Grundrisse, op. cit., Vol. I, s. 706). 75 Kari Marx, Kapital, Cilt I - Kitap 2, op. cit., s. 81. Grundrisse'de ise, "bu otomat çok sayıda mekanik ve akıllı organca kurulmuştur, öyle ki işçilerin kendileri bunun yalnızca bilinçli organları olarak belirlenmişlerdir" (Kari Marx, Grundrisse, op. cit., Vol. I, s. 706-7). 76 Kari Marx, Kapital, Cilt I - Kitap 2, op. cit., s. 83.
84
nel bir ilke"yi koyarak, işçinin çalışma alanına ilişkin el işlemlerinin en önemlilerinin bu makinelere aktarılmasını sağlamıştır. "Nesnel" terimiyle düşünür, bilimsel çözümleme, yani niceliksel türden bilimsel ölçütlerin uygulanabilme olanağını anlamaktadır. Bu durumda nesnellik iş sürecinin sorunlarına bilimin uygulanabilmesidir ve bu uygulama "teknoloji bilimi"ni ortaya çıkarmaktadır. 7 7 Örgütlemeye ilişkin bir sorun verilmişken, teknoloji bilimi şöyle bir yöntem kullanmaktadır : bileşik iş sürecini kısmi süreçler bakımından, bunları da üretici eylemler bakımından çözümler; bu eylemleri de basit öğeleri, yani "insan vücudunun üretim işiyle ilgili her hareketinin kendilerinde zorunlu olarak yer aldığı bir kaç ana ve temel hereket şekli" bakımından çözümler. Bu çözümlemeden hareketle basit öğeler model bir üretici eylemde bir araya getirilir ve makineye aktarılır. Nihayet mekanize kısmî süreçlerin bir üretim zinciri halinde bir araya getirilip eşgüdüme alınması, örgütleme sorununa çözüm olarak, yeni bir bileşik iş sürecine varılmasını sağlar. 7 8 Kısmî süreçlerin bir araya getirilmesi ise manüfaktürdeki iş sürecini düzenleyen aynı teknik yasalara göre yapılır, ne var ki fabrikada bu yasaların yüksek düzeyde teknik bir birlik gerçekleştirmesine dikkat edilir 7 9 . Gerçekten bu yasalar, sayılarına, genişliklerine ve hızlarına göre makine grupları arasında ölçülebilir ilişkiler kurmaktadır. Makineler ve makine grupları arasındaki bağlantı öyle olmalıdır ki hammadde bir evreden ötekisine kesintisiz ve insan eli karışımı gerekmeksizin geçebilmelidir. Demek oluyor ki t ü m süreç, manüfaktürdeki iş bölümünün değişik evrelerinin "kesikliği"nin tersine "kesintisizlik"le nitelenmektedir. Basit iş birliği, sınırlı bir mekânda birden fazla bireyin bir araya gelmesinle, çalışmanın toplumsal niteliğinin zorunlu temellerini atmışsa, manüfaktür de, bir plâna göre iş bölümünde bireyleri bir araya getirip aralarında ilintilendirerek, teknik yasalar olarak ifade edilen ölçütlere göre çalışmayı örgütlemiştir. 8 0 Fabrikada ise iş sürecinin toplumsal niteliği, örgütlenme giderek us77
"Büyük endüstrinin her üretim sürecini, bizatihi ve insan eliyle yapılabilir olup olmamasına hiç bakılmaksızın, kendisini meydana getiren unsurlarına ayırıp parçalamak ilkesi modern ve yepyeni bir teknoloji bilimini doğurmuştur" (ibid., s. 181). 78 Bkz.: ibid., s. 23-4, 181-2. TO Bkz.: ibid., s. 24. 80 "El zanaatları içinde yapılan işleri parçalayıp bölmek, iş araç ve gereçlerim belli işlere özgü biçimde geliştirmek, işçileri bütün işin parçalarını yapan parça işçiler haline getirmek, bunları bir mekanizma içinde gruplara ayırmak ve toplamak suretiyle manüfaktür biçimi iş bölümü toplumsal üretim sürecinde nitel bir dereceleme ve nicel bir orantı meydana getirmiş ve dolayısıyla toplumsal işe belli bir düzen ve örgüt kazandırmış ve böylece de aynı zamanda toplumsal emeğe yeni bir üretme gücü sağlamıştır" (Kari Marx, Kapital, Cilt I - Kitap 1, op. cit., s. 32).
sallaştıkça, yoğunluk kazanmaktadır. Öte yandan makinelerin üretime sokulması da daha yüksek iş birliği ölçeği ve daha karmaşık bir plânla ilişkilidir. Makinelerin gündeme gelmesi, çalışmanın örgütlenmesi sorunlarına bilimlerin uygulanmasının sonuçları olarak, iş sürecinde kökten biçim değişiklikleri yaratmıştır. Burada bütünleşme, basit tarafından iş birliğinin biçimsel koşulu olarak ya da, manüfaktürde olduğu gibi, raslantısal ve geçici çözümler bütünü olarak görülmemelidir. Fabrikada bütünleşme gerçek örgütlenme sorunları yaratmakta ve özgül bir araştırma konusu olarak ortaya çıkmaktadır. Bütünleşme sorunu, bu durumda, iş sürecinin sürekliliğine teknik yasanın uygulanması sorunu olarak gündeme gelmektedir. Fabrika sistemi, Marx'a göre, üretimin örgütleniş tarihinin, içinde toplumsal iş sürecinin ilk kez bilimsel temeller üzerinde gerçekleştiği son evresi olmaktadır. 8 1 İşçinin çalışma etkinliği açısından emeğin toplumsal niteliğinin sonuçları, tempoya, sürelere, davranış normlarına katı bir biçimde uyma ve iş sürecine tersine çevrilmez bir biçimde bağımlı olma olguları olarak ortaya çıkmaktadır. "Toplumsal iş sürecinin manüfaktürdeki organizasyonu sırf öznel bir şeydir, parça işçilerin toplanıp bir araya getirilmelerinden ibarettir; makine sisteminde ise büyük endüstri, tamamen nesnel bir üretim organizmasına sahiptir; işçi, bunu, üretimin son şeklini almış maddi şartı olarak karşısında hazır bulur". 8 2 Manüfaktürde işçi gruplarının sayısal oranını düzenleyen bir teknik yasa varken ve bu yasa, bireysel yetenekleri belirleyici olarak ele alıp, uygulanabilirken, fabrikada iş sürecinin eşgüdümü bizzat makinelerin varlığı ile sağlanmakta ve dolayısıyla tek tek işçilerin davranış ve yetenek farklılıkları koşullayıcı niteliğini yitirmiş bulunmaktadır. Öznel öğe ise yalnızca yeni bir toplumsal d u r u m a uyma sorunu olarak ortaya çıkmaktadır. 8 3 Manüfaktürde yalnızca toplumsal çalışmanın koşulları söz konusuyken ve bu teknik yasa, özel bazı durumlarda geçerli olduğundan, bireysel özgürlüklere geniş alanlar sağlayabilirken, şimdi fabrikada örgütlenmenin vaz geçilmez koşulu d u r u m u n a girmiştir. "Basit kooperasyonda ve hatta kooperasyonun iş bölümüne da81 Marx'm bu ifadesini tarihsel olarak yerli yerine oturtmak için, bilimsel araştırmaya konu olacak bütünleşme sorunlarının sadece ve yalnızca dar anlamda iş süreciyle ilişkili olduğunu burada belirtelim. Aslında personel sorunları denilen sorunlar, o dönemde bilimsel olarak ele alınmakla birlikte, iş süreci karmaşıklaştıkça giderek önem kazanacaklardır (bkz.: Domenico de Masi, loc. cit., S. 16, 26-48).
82 Kari Marx, Kapital, Cilt I - Kitap 2, op. cit., s. 32. 8J "Makinelerin başında yapılan bütün işler, işçi kendi hareketini bir otomatın yeknesak ve devamlı hareketine uydurmasını öğrensin diye, işçinin çırak olar a k erken yaşlarda işe başlamasını gerektirir" (ibid., s. 83). Bu konuda ayrıca bkz.: Benjamin Coriat, La Fabbrica e il Cronometro, çev. L.F. Bravo, Feltrinelli, Milano, 1979, s. 24.
86
yanan şeklinde bile tek ve kendi başına çalışan işçinin yerini kollektifleşmiş işçinin alması, hâlâ az çok tesadüfe bağlı gibi görünür. Makineler ... ancak doğrudan doğruya toplumsallaşmış emekle, ya da bir araya getirilmiş toplu emekle işletilirler. Demek ki, iş sürecinin kooperatif karakteri, artık bizzat iş aracımn kendi mahiyetinden ileri gelen teknik bir zorunluluktur". 8 4 Bu teknik yasayladır ki ancak, "fabrika sisteminin varlığının temel şartı", "elde edilmek istenen sonucun normal olarak güvenle beklenebilmesi, yani belli bir zaman aralığında belli bir miktarda malın ya da varılmak istenen sonucun üretilmesi" gerçekleştirilebilecektir. 8 5 Bu amacı gerçekleştirmek için söz konusu çözümlerden fabrikanın örgüt yapısıyla ilgili olanlar, iş sürecini "toplumsal olarak düzenleme"yle ilişkilidir. Bu düzenleme artık bilimsel çözümlemenin de konusudur ve bununla ilişkili bağımsız değişkenlerin değeri arttıkça gerçekleştirilmesi de ivedilik kazanmaktadır. Başka bir deyişle düzenleme "büyük boyutlu kooperasyon ile iş araçlarının, özellikle makinelerin, müşterek kullanımı"yla zorunluluk kazanmaktadır. 8 6 İş sürecini toplumsal düzenleme, veri bir amaca ulaşmayı m ü m k ü n kılan ve işçilerin çalışırkenki davranışlarıyla ilgili örgüt normları bütünü anlamına gelmektedir. Toplumsal düzenleme, böylece tanımlanınca, iş sürecinin ussallığının bir koşulu olmakta ve her fabrika sistemi için kendi yapısından bağımsız olarak geçerli normatif bir ilke olarak meydana çıkmaktadır. İşçinin rolünü tanımlama bakımından, makinelerin gündeme gelmesinin nasıl manüfaktürdeki emeğin biçimini değiştirdiğini açıklamak için Marx, iş sürecinin kavramsal çerçevesine baş vurmaktadır. Amaca uygun etkinlik bakımından, işçi fabrikada "kendi faaliyetinin yapılış ve yürütülüş biçimini bir kanun olarak belirleyen ve kendi iradesini tabi kılmak zorunda olduğu, kendinin bilincine sahip bulunduğu ... amacını" gerçekleştiremez. 8 7 Zanaatçı temel söz konusu olduğu sürece, yani işçi, nesnesine vereceği biçim, kullanacağı araçlar, bunların kullanış biçimi hakkında karar verme olanağına sahip olduğu sürece işlemlerini nasıl düzenleyeceğine karar verebilmekteydi. Ne var ki fabrikada, projeyi yapanın doğal nesnesi makinelerdir; makinelerin kullanım ve örgütlenme biçimleri hakkında karar veren yer yönetimdir. Tek tek işçi bakımından ise çalışm a alanı makineye içerilmiş durumdadır. Başka bir deyişle, makine önceden belirlenmiş yöntem ve tempoyla belirli bir t ü r işi yerine getirmesi için planlanmış bulunmaktadır. Oysa, iş sürecinin kavramsal çerçevesinde, araç, insan etkinliğinin aktarıcısı, insanla doğa arasındaki alış-verişin 84 ibid., s. 32. 85 ibid., s. 165. 88 ibid., s. 88. 87
Kari Marx, Kapital., Cilt I - Kitap 1, op. cit.. s. 270-1.
87
aracısı durumundadır. Ama artık zanaatçının araç ve gerecinin yerini makine almıştır; buna göre de zanaatçının işlevi biçim değiştirmiş, insanla araç, araçla doğa arasında farklı bir ilişki kurulmuştur. Marx Grundrisse'de, zanaatçı aracın doğayla alış-verişte insan etkinliğinin aktarıcısıyken, makineli fabrikada insan etkinliğinin makinenin doğa üzerindeki eylemine aracılık ettiğini belirtmektedir. 8 8 Asıl emek işlemlerine ilişkin olarak, Marx, bunların indirgendiği iki ana tipi belirlemektedir: makineler dolayısıyla yaratılan yeni işlevler olarak, mekanik işleyişi düzeltme ve makineyi ham ya da yarı mamul maddeyle besleme anlamında, gözcülük ve yardımcılık hizmetleri ve ikinci olarak, her zaman mekanikleştirilebilecek el hizmetleri (örneğin makineyi otomatik olarak durduracak mekanizmanın uygulanmasına kadar görülen makineyi işletip durdurma hizmeti). "İş aleti ile birlikte işçinin bunu kullanırken gösterdiği hüner de makineye geçer. Aletin iş yapma yeteneği, beşerî iş gücünün kişisel kayıtlarından kurtulur. Böylece de, manüfaktürdeki iş bölümünün üzerine konulduğu teknik temel yıkılır yok olur". 8 9 İşlemler bu iki tipe indirgenildiğinde, işlevler hiyerarşisinden ya da yetenek düzeylerinden söz etmek anlamsızlaşmaktadır. "Uzmanlaşmış işçiler arasında meydana gelen ve manüfakt ü r ü karakterize eden hiyerarşinin yerini, otomatik fabrikada, makinelerin yardımcıları olan işçilerin yapmak durumunda oldukları işlerin birbirlerine eşit hale getirilmesi veya bir düzeye indirilmesi eğilimi, parça işçiler arasında suni olarak meydana gelmiş olan farklılıkların yerini, özellikle, yaş ve cinsiyetten ileri gelen doğal farklılıklar alır". 9 0 Esasında Marx için, zanaatçı araç ve gerecinin karşıtı olarak, makine. işçinin çalışma alanını yok edinceye kadar daraltabilecek ve önceden belirlenemeyecek kadar gelişme olanağına sahip mekanizmadır. Bu açıdan da asıl el işlemleri, teknolojik yeniliklerin giderek hemen mekanize edeceği kalıntılardan başkaca bir şey değildir ve, sırf kalıntı olmaları nedeniyle, fabrikanın örgütlenmesinde ilgisiz bir olgu olarak kalmaktadır. Bu görüş, genel olarak, büyük endüstrinin otomasyona gitme eğilimi göz önüne alınırsa bir ölçüde geçerlik kazanacaktır. Ne var ki endüstriyel devrim XIX. yüzyılın ilk yarısının da ötesine kadar başka sorunlar (iş günü süresi, kadın ve çocuk çalıştırma, teknolojik işsizlik, yoksulluk v.b.) da yaratmıştır ve bu sorunlar şu ya da bu biçimde el emeğinin nitelik kaybıyla ilişkilidir. İş yerleri ise iş kazaları ve sağlık koşullan sorunlarına ivedi çözümler gerektirmekteydi, Marx'ın bu gibi soı unlarla ilgilenmekten çok makinenin gündeme girmesiyle uğraşması aslında doğan ve doğacak sorunların nedeninin nerede yattığını arama kaygısından ileri gel88 Bkz.: Kari Marx, Grundrisse, Vol. I, op. cit., s. 707. 89 Kari Marx, Kapital, Cilt I - Kitap 2, op. cit., s. 82. 90 Jbid.
88
mektedir. Sorunların belirli bir tip içinde çözümü ise Marx'ın başka bir düzeyde tartıştığı bir konudur. 3. FABRİKA SÎSTEMÎNDE BAĞIMLILIK Görüldüğü gibi, işçiler arasındaki iş bölümünün yerini makineler arasındaki iş bölümü almış bulunmaktadır. Bununla birlikte Marx, makinelere dağıtılan işçi grupları arasında "sadece teknik" bir iş bölümü olduğunu ileri sürmektedir. "İş bölümü otomatik fabrikada tekrar kendini gösterdiği ölçüde her şeyden önce işçilerin özel ve belli işleri yapan makineler arasında, ve artık organik gruplar teşkil etmeyen işçi kitlelerinin, fabrikanın çeşitli departmanları arasında, her bir departmanda birbiri yanı sıra dizilmiş aynı türden alet makinelerin başında çalışmak üzere, dağılmaları şeklinde olur; demek oluyor ki, bunlar arasındaki kooperasyon sadece basit kooperasyondur". 9 1 Üç temel türde işçi grubuna rastlamak m ü m kün olmaktadır: a) iş makinesindeki çalışma grubu ki makineye bakan işçi başıyla makineyi besleyen az sayıda çıraklardan meydana gelmektedir; b) hareketi sağlayan makineye bakan çalışma grubu ki işlevi bu makineyi devamlı denetlemek ve işler halde tutmaktır ve c) tüm makineleri çalışır halde tutan çalışma grubu ki bunlar arasında mühendisler, mekanisyenler bulunacağı gibi zanaatkârlar da bulunabilir. 9 2 Çalışmanın makineleştirilmesi çalışma etkinliğini basitleştirdiği ve hatta içeriğini boşalttığı için, makineleri yoğun olaıak kullanma, işlemlerin işçilere sürekli olarak tahsisini artık gerektirmemektedir. Manüfaktürde olagelmiş olanın tersine, her işlev farklı farklı işçilerce yerine getirilebilecekken, bu arada, farklı işlemler aralarında yer değiştirebilecek ya da gerektiğinde bu işlemlerin yerini makineler alabilecektir. Bunun içindir ki, "makineli üretim bir ve aynı işçiyi devamlı olarak bir ve aynı işe bağlayarak bu dağılımın oturtulup sabitleştirilmesi zorunluluğunu ortadan kaldırır. Fabrikanın bütün olarak hareketi işçiden değil fakat makineden başladığı için, personelin, iş sürecinde bir kesilme olmadan, her istenildiği ve gerektiği zaman değiştirilmesi mümkündür"; aynı biçimde "işçi çıraklarının yaptıkları işlere gelince, fabrikada bunların yerini kısmen makineler alabilir, kısmen de pek basit işler oldukları için, bu zahmeti yüklenmiş kişileri hızla ve istenildiği veya gerektiği anda değiştirmeye imkân verirler". 9 3 Iş değişikliği yapma olanağı ile, o halde, şema-
sı Ibid,
92
"Bu, kısmen bilimsel eğitim görmüş kısmen zanaatkâr olarak yetişmiş kimselerden meydana gelir, diğerlerinin dışında ve onlara sadece eklenen, daha üstün bir sınıftır" (ibid., s. 83). Ne var ki bu konumdakiler için de çalışmanın makineleştirilmesinin sonuçlan geçerlidir. w Ibid., s. 83-5.
89
dan da görülebileceği gibi, basit iş birliği ilkesine geri dönülmektedir; yalnız burada işlerin eşitleştirildiği ve işlemlerin geçici tahsisi varsayımlarını göz ardı etmemek gerekmektedir. İŞ BİRLİĞİ TİPLERİ (*)
ZANAATÇI TEKNİK TEMEL
GEÇİCİ TAHSİS
Zanaatçılık
SÜREKLİ TAHSİS
Manüfaktür
Heterojen İşlemler
Basit iş birliği
MAKİNALI TEKNİK TEMEL
Fabrika
Fabrika
Homojen işlemler
(*) İşbirliği tipleri tahsis biçimleri, işlem tipleri ve teknik temel gözönüne alın a r a k düzenlenmiştir.
Bununla birlikte sındaki ilinti yalnızca tedir. Marx'a göre, iş hakkında bir karara mek gerekmektedir.
şu da belirtilmelidir ki örgütlenmeyle araçlar araiş değişikliği yapmanın teknik olanağını belirlemekdeğişikliği olmasının koşulları ve toplumsal anlamı varabilmek için farklı açıklayıcı ölçütler kabul et-
Kapitalist iş birliği kategorilerine göre yorumlanan otoriter fabrika kuralları ve tabiliğe ilişkin kavramlar, fabrika incelenirken, iş sürecindeki işçinin durumuyla makinelerin kapitalist kullanımı arasındaki ilintiyi ifadeye yaramaktadır. Marx'm fabrika sistemine ilişkin tanımları kendisinden aldığı Ure, fabrikayı iş birliği, işçilerin eşgüdümü ve fabrika kuralları kavramıyla tanımlamaya çalışmıştı ve bu bağlamda, işçinin makineye tabi olması, münhasıran eylemlerinin bütün örgüt plânında eşgüdümlendiği anlamına gelmekteydi. Marx'a göre, Ure'un tanımı, iki farklı bakış açısını karıştırmaktadır. İş sürecinin örgütlenmesi bir şeyken, iş birliğinin içindeki toplumsal ilişkiler başka bir şeydir. Ure'deki karışıklık, bir yanda yönetim ve toplumsal düzenleme kavramlarıyla, öte yanda otoriter yönetim ve otoriter fabrika kuralları kavramları arasında bir ayrım yapmamasından ileri gelmektedir. Bu nokta Marx'ın Ure'un tanımını iki farklı tanıma bölmesine olanak vermiştir; böylece kavramsal ayrım yapılmış olmaktadır. Gerçekten Marx, Ure'un fabrikayı bir yandan "çeşitli işçi tabakalarının ... kooperasyonu", bir yandan da "çeşitli mekanik ve bilinçli or-
90
ganlardan meydana gelen ve b ü t ü n bu organlan kendi kendine hareket eden bir hareket gücüne tabi bulunan muazzam bir otomat" olarak tanımladığını söylemektedir. 9 4 İkinci tanımda tabilik kavramının bulunması, bu kavramı kendi otoriter yönetim kavramıyla ilişkilendirip yorumlayarak, Marx'm ayrımı nasıl yaptığını göstermektedir. Marx'ın tabilik kavramının yorumlanması, kapitalist fabrikanın incelenmesinde bu kavramın önemini ortaya koymakta ve Kapital'in birinci cildinin dördüncü bölümündeki iki araştırma yönünü, yani teknik ve toplumsal görünümleriyle iş sürecinin örgütlenmesinin çözümlenmesini ve iş yerlerindeki kapitalist iş birliği biçimlerinin incelenmesini açıkça desteklemektedir. Gerçekten Ure'un iki tanımına ilişkin olarak Marx, "birinci tanım makinenin düşünülebilecek büyük ölçüdeki her kullanımı için geçerli ve uygulanabilir bir tanımdır; ikincisi, makinenin kapitalist biçimindeki kullanımını ve dolayısıyla da modern makine sistemini karakterize eden bir tanımdır" demektedir. 9 5 Tabilik ve makinelerin kapitalist kullanımı kavramları, Marx'ın emeğin yabancılaşmasını, makinelerin kullanımının öncülü olan kararlara işçinin tabi olması biçiminde ifade etmesine olanak vermektedir. Ure'un basit tarafından otomatik sistemin eşgüdümüne olanak veren kurallar büt ü n ü n ü anlatmak için kullandığı "fabrika kodeksi" ya da fabrika kuralları terimi, Engels tarafından, Marx'ın Kapital'de kullandığı anlamda kullanılmış bulunmaktadır. Bazı fabrikaların iş kurallarının incelenmesi, Engels'in işlemlerin eşgüdümünü, normlarla otoriter yönetim arasındaki ilişkiden ayırdetmesini sağlamıştı. Normların yapılma biçimi ve yürürlüğe konulması, Engels'in, istediği gibi kurallar koyduğu için, işverenin "mutlak bir yasa yapıcısı" olduğunu ifade etmesine olanak vermiştir. 9 6 Eşgüd ü m sorununun müstebit kurallarda çözümünü bulması koşullarını bir kez saptayınca, Engels, normların örgütleyici işlevini otoriter ve baskıcı işlevinden ayırdedebilmiştir. 9 7 Bu ayırıma uygun olarak, toplumsal düzenleme ve otoriter kurallar kavramı aracılığıyla, Marx normların iki işlevini açıklamaktadır. Manüfaktürü fabrikadan farklılaştıran temel nokta, eşgüdüm sorununun farklı biçimde konulması olmaktadır. Çalışma evrelerinin bütünleştirilmesi açısından, bu sorunun çözümü iş sürecinin sürekliliğini düzenleyen yasalarca ve, makinelerin kapitalist kullanımı anlamında, eşgüdümce sağlanmaktadır. Bu anlamda emeğin yabancılaşması, iş sürecinin hangi kullanıma, hangi ölçüte göre örgütlenebileceğine işçinin si ibid., s. 81. 35 ibid. 9« Friedrich Engels, İngiltere'de Emekçi Sınıfların Durumu, çev.: Oktay Emre, Gözlem Yayınlan, İstanbul, t.y., s. 281. 97 Bkz.: ibid., s. 281-2. Engels 1840'larda bir fabrikanın nasıl örgütlendiği hakkında bir fikir veren bir kaç fabrika kuralı aktarmaktadır. Temel yaptırım aracı parasal cezalardır.
91
karışmamasıdır; başka bir deyişle, kullanımın, ölçütün önceden belirlenmesi için gerekli karar sürecinde işçinin yer almamasıdır. 9 8 Çalışma sürecindeki davranışlar açısından çözüm, işçilerin iş sürecinin öncülleri olan kararların dışında tutulmalarından dolayı, otoriter kurallar olarak beliren toplumsal düzenleme tarafından sağlanmaktadır. Bu durumda toplumsal düzenlemenin ussallığı, kaçınılmaz olarak çekişmeci olan bir davranışı denetlemek ve kendilerine yabancı bir amaç uğruna işçileri iş birliğine zorlamak için kullanılan yöntemlerin ussallığı olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna göre "otoriter kurallar" denildiği zaman, normları kapitalist tarafından konulan toplumsal düzenlemeyi anlamak gerekmektedir. Üstelik, normların kapitalistin erkinin araçları olması yüzünden kurallar otoriter bir nitelik kazanmakta ve zorlayıcı bir biçimde uygulanmaktadır. "Burjuvazinin —başka alanlarda bu derece sarıldığı kuvvetlerin ayrılığı ilkesini ve bundan da fazla bayıldığı temsilî sistemi hiç işe karıştırmadan, sermayenin çalıştırdığı işçiler üzerindeki otokrasisini, özel bir kanun koyucu gibi ve sırf kendi iyi niyetine göre, formüle bağladığı— fabrika kodeksi, büyük boyutlu kooperasyon ile iş araçlarının, özellikle makinelerin, müşterek kullanımının iş sürecinde gerekli kıldığı toplumsal düzenlemenin kapitalistçe bir karikatüründen başka bir şey değildir". 9 9 "Otokrasi", "özel kanun koyucu", "kendi iyi niyetine göre" terimleri, kapitalistlerin koşulsuz bir özgürlük ve erk peşinde olduklarını ve işçiler tarafından her hangi bir denetimi de yadsıdıklarını göstermektedir. Üstelik normların sırf örgütleyici ve teknik işlevlerinin az ya da çok bilinçli olarak saptırıcı yorumlanışı söz konusu olduğundan, otoriter kurallar, toplumsal düzenlemenin kapitalistçe karikatürü olarak nitelendirilmiştir. Saptırma ise, otoriter kuralları basit tarafından toplumsal düzenleme olarak sunmak ve böylece sermayenin değerlenme sürecine ilişkin kuralları iş sürecinin içerdiği teknik nedenlere bağlamak biçiminde ortaya çıkmaktadır. 4.
FABRİKA KURALLARI VE YABANCILAŞMIŞ EMEK
Emeğin yabancılaşmasını Marx, işçinin otoriter kurallara tabi olması biçiminde tanımlar. Başka bir deyişle çalışma koşulu işçiyi kullanır ve "bu tersine dönüş ilk defa olarak makine ile teknik bakımından somut bir sa îş sürecinin kapitalist kullanımına, itaatsizliğin denetimi ve bastırılması için makinenin kullanılması da girer. "Makine işçinin karşısına sadece onu daima yenen ve 'fazla' haline getiren güçlü bir rakip olarak çıkmakla kalmaz. Sermaye onu bütün aleme işçinin düşmanı bir güç olarak ilân eder ve bundan kendi çıkarı yönünden yararlanır. İşçilerin sermayenin otokrasisine karşı giriştikleri devresel ayaklanma, grev, v.b. hareketlerini ezmekte, makine en güçlü bir savaş aracı olarak kullanılır ve işe yarar" (Kari Marx. Kapital, Cilt I - Kitap 2, op. cit, s 104).
99 Ibid., s. 88.
92
gerçeklik kazanır". 1 0 0 Hangi kapitalist iş sürecinde olursa olsun işçi, kendi emek gücünü harcayabilmek için, önceden var olan iş birliği koşullarını hazır bulmalıdır. Bu yüzden işçi, kendi ereklerini gerçekleştirmek için işlevlerini önceden düzenlemiş bir örgüte, bir iş yerine girer. Ne var ki iş araçları örgütün bütünleyici parçalarıdır ve üstelik bunlar tam anlamıyla örgütün işçiye sunduğu çalışma koşullarıdır. işte bu anlamladadır ki çalışma koşulu işçiyi "kullanır". Çalışma alanı makineye aktarıldığı ve dolayısıyla işçinin tek tek işlemleri denetleme olanağı yittiği için, işçinin tabiliği teknik bakımdan somut bir gerçeklik kazanmaktadır. Bu nedenle de fabrika manüfaktürden farklı bir kategori olmaktadır. "Manüfaktür ve zanaatta işçi aletten yararlanır, fabrikada ise işçi makineye hizmet eder. ilk ikisinde iş aracının hareketi işçiden başlar; sonuncuda ise, işçi iş hareketini izlemek zorundadır. Manüfaktürde işçiler canlı bir mekanizmanın üyelerini teşkil ederler. Fabrikada işçilerden bağımsız bir mekanizma vardır ve işçiler buna canlı m ü t e m m i m cüz'ler olarak eklenirler". 1 0 1 Çalışma alanının içeriğinin boşalması, işlemleri denetleme olanağının yitmesi çalışmanın makineleştirilmesiyle ilintili olaylar olmakla birlikte, işçinin kapitalist iş sürecine tabiliğini açıklamazlar. Manüfaktürü analizden çıkan sonuçların da gösterdiği gibi, işlemlerle ilişki kurmak yabancılaşmayı tanımlamaya y e t m e m e k t e d i r : zanaatçı çalışma alanının daraltılması olsun, fabrikalarda işlevlerin içeriğinden kaybetmeleri olsun, ancak teknik temelle çalışmanın örgütlenmesi arasındaki ilintiye dikkat etmekle yabancılaşma açıklanabilir. Öte yandan bu ilinti, yabancılaşmanın özel bir biçimini tanımlamaya elverişli bir olaylar bütününü soyutlamaya olanak vermektedir. Yalnızca özel bir örgütlenmedeki yabancılaşmanın belirleniminden hareketle, çalışma alanına toplumsal bir anlam vermek ve işlemlerin giderek makineye emdirilmesi ve aktarılmasının işçinin müstebit kurallara daha da tabi kılınmasıyla eş değerli olduğunu söylemek mümkündür. Bu durumda, kapitalist fabrikada yabancılaşmanın nedeni yalnızca işlevlerin içerik kaybı değil de karar alma erkinin gittikçe yönetimde yoğunlaşmasıdır. "Üretim sürecinin akla bağlı güçlerinin el emeğinden ayrılması ve bu güçlerin sermayenin emek üzerindeki kudreti haline gelmesi ... makinelerin meydana getirdiği temel üzerine kurulmuş olan büyük endüstride tamamlanır. Yaptığı iş kendisi için ilginçliğini yitirmiş bireysel fabrika işçisinin özel hüneri, makine sisteminde bir araya gelip birleşen ve bu sistemle birlikte 'patron'un kudretini meydana getiren bilim, muazzam doğal güçler ve kitle halinde yapılan toplumsal iş önünde sonsuz ıoo ibid., s. 86. 101 Ibid., s. 85.
93
derecede küçük bir zerrecik gibi yok olur gider". 1 0 2 işçinin akla bağlı güçlerinden soyutlanışı, Marx'm Alman İdeolojisi'nde kafa emeğiyle el emeğinin ayrılmasının yabancılaşmayla son bulacağı hakkındaki ifadesinin başka bir biçimde ortaya konuluşudur. "Kapitalist üretim biçiminin, genel olarak, işçinin karşısındaki iş araçlarına ve emek ü r ü n ü n e verdiği bağımsız ve yabancılaşmış şekil demek oluyor ki, makine ile birlikte tam bir antagonizm halini alıyor". 1 0 3 Büyük endüstri, bilimi iş sürecinde kullanarak ve işçiyi bilimden uzaklaştırarak bu ayrışmayı en yüksek düzeyine getirmektedir. "Yapıları sayesinde makinelerin cansız organlarını bir amaca uygun olarak otomat gibi harekete zorlayan bilimin işçilerin bilincinde yeri yoktur; ama aynı bilim, makine aracılığıyla, işçilerin üzerinde bir yabancı güçmüş gibi, sanki aynı makinenin bir erkiymiş gibi işçileri harekete geçirir". 1 0 4 Teknik açıdan makinelerin üretime sokulması sonucu işlevlerin eşitlenmesi fabrika içinde yatay hareketliliği yüksek bir düzeye çıkarabilmelidir. Bunun her zaman olagelmesi, yabancılaşmanın yalnızca çalışma alanının içeriğiyle ilişkilendirilerek açıklanmaması gereğini gündeme getirmektedir. Ancak otoriter yönetim ve kapitalist amaç gibi kavramlar hesaba katıldığında, otomatik sistemin yarattığı işlerin değiştirilebilmesi olanağının tersine, işçinin aynı makineye sürekli tahsisiyle "işçinin fabrikanın bütününe, yani kapitaliste çaresiz bir şekilde bağlanması işi"nin de tamamlanmış olduğu anlaşılmış olacaktır. 1 0 5 Fabrika gerçeği işçiyi makinenin bir tamamlayıcı parçası durumuna indirgeyerek iş bölümünü tekr a r üretmektedir; bunun ötesinde yatay hareketliliğin gerçekleştiği ender durumlarda, işçilerin yer değiştirmesi otoriter yönetimin isteklerine bağlı olmaktadır. 1 0 6 Münhasıran çalışma alanının ele alınması, yabancılaşmayı belirleme]: için ölçütler sağlayamadığı gibi makinelerin betimlenmesi de, yalnızca bunların alternatif kullanımlara konu olabileceğini belirleme olanağı vermektedir. Makineler yorgunluğu azaltmak, iş gününü kısaltmak, doğayı daha çok denetim altına alabilmek, verimliliği arttırmak v.b. için, kullanılabileceği gibi, işçiyi emek gücünü satmaya zorlama, kapitalist gelişmenin isterlerine işçinin daha elverişli olmasını sağlama işlevlerine de sahip olabilir. Makineler kapitalist toplumda başat üretimin aracı oldukları zaman, emek gücünün kullanılma olanağı sadece makinelere bağlı ve her hangi bir el ya da kafa yeteneği genellikle satılamaz bir emek gücü 102 Ibid., s. 86-7. 103 Ibid., s. 98. 104 Kari Marx, Grundrisse, Vol. I, op. cit., s. 707. 105 Kari Marx, Kapital, Cilt I - Kitap 2, op. cit, s. 85. 108 Bkz.: ibid., s. 178-81, 83-6, 83 dn. 182.
94
türü olarak kalmaktadır. Manüfaktürde parça işçi kapitalistin atelyesine kapılanmak zorunda olmakla birlikte hâlâ belirli bir zanaatçı yeteneği kalıntısına ve dolayısıyla nisbî bir bağımsızlığa sahip olabilmekteyken, fabrikada işçi özerkliğini tümüyle yitirmiştir. İşçinin çalışmakla varlığım sürdürebilme olanağı dahi münhasıran kapitalistin onun emeğini kullanmasına bağımlı olmaktadır. "İş bölümü bu iş gücünü, tam bir uzmanlaşmaya tabi tutarak, bir tek parça aleti kullanacak özel bir hüner haline getirir. Aletin kullanımı ve yönetimi makine ile yapılan bir iş haline gelir gelmez, iş gücünün kullanım değeri ile birlikte değişim değeri de yok olur". 1 0 7 İşçinin kullanma elverişliliği kavramı fabrikadaki tabiliğine sıkı sıkıya bağımlıdır ve bu durum, işçinin emek gücünü satarken karşı karşıya kaldığı baskının bir ölçütü de olabilir. Ölçüt buysa, işçi manüfaktürde büyük endüstride olduğundan daha az bir baskı altındadır. İşçinin kapitalistin otoritesine tabi olması anlamında yabancılaşma, bir yandan üretken güçlerin farklı gelişme düzeylerince belirlenen farklı tarihsel evreleri tek bir kategori içinde toplamaya olanak verirken, öte yandan da çalışmanın kapitalistçe örgütlenmesinin bir evresinden ötekine geçişte işçinin durumunda meydana gelen bazı değişiklikleri de hesaba katmaya olanak vermektedir. İşçinin davranışı açısından manüfaktürden fabrikaya geçiş, işçinin direnme koşullarının ve nisbî özerkliğiyle ilintili itaatsizlik biçimlerinin ortadan kalkmasına yol açmaktadır. Makineler özerkliğin her bir kalıntısını yok ettiklerinden işçinin karşı koyma olanağını da yok etmektedirler. İşçi manüfaktürde zanaatçı mesleğin ona sağladığı güvencelere sarılma olanağını artık yitirmiş bulunmaktadır. Onun içindir ki "makine, erkek işçinin sermayenin despotizmine karşı manüfaktür döneminde gösterebildiği direnmeyi nihayet kırar, yok eder". 1 0 8 Zanaatçı ayrıcalıkların korunması anlamında itaatsizliği besleyen kurumların yok olması ve değerlerin bırakılması toplumsal çekişmeyi bütünüyle farklı bir biçime yöneltmektedir. Parça işçinin iş bölümüne itaatsizliği, fabrika sistemiyle, makinelerin kapitalist kullanımına itaatsizlik biçimini almıştır, denebilir. Kapital'in birinci kitabının dördüncü bölümünde yabancılaşmış toplumsal ilişkilerin yorumu, çalışmanın örgütlenmesiyle iş birliğinin toplumsal yapıları arasındaki ilintiyle belirlenen ve sınırlanan bir çerçeve içinde yürütülmüştür. Dahası, Marx, iş birliği biçimlerini çözümlerken kullanacağı kavramlar serisini üretmiş ve bu iş birliği biçimlerini yabancılaşma kategorisi çerçevesinde yorumlamaya çalışmıştır. 1844 Elyazmalan'ndan Kapital'e kadarki araştırmaları adı geçen çerçeve içinde yapılmıştır, denebilir. Ne var ki gençlik yazılarında çekirdek halindeki ilgi 107 i b i d . , s. 97. 108 i b i d . , s. 56.
95
alanı sosyo-ekonomik araştırmalar biçiminde somutlaştığı ölçüde, yabancılaşma kavramı —kavramsal yapısı bakımından değişmese bile— farklı bir anlatımla yeniden dile getirilmiş ve yeni kullanım alanlarına uygun yeni özelliklerle donatılmıştır. Artı değer kavramının geliştirilmesi, kapitalist üretimin amacını gerçekleştirmeyi m ü m k ü n kılmak üzere, çalışmanın ussallaştırılmasmı ve iş birliğinin istikrarını sağlamak anlamında, işçi davranışlarını denetleme tekniklerini araştırmayı Marx'm ilk plâna almasını gerektirmiştir. Bu açıdan basit iş birliği, manüfaktür ve fabrika, içlerinde yabancılaşmanın özel biçimleriyle incelenebileceği, çalışmanın kapitalistçe örgütlendiği üç tip olarak ele alınmıştır. Basit iş birliğinde çalışma etkinliği zanaatçı yapısını sürdürmekte ve işçi nisbî olarak yaygın bir alanda etkinliğini değişik biçimlerde gösterebilmektedir. Bununla birlikte burada, işçi, kapitalistin buyruğuna girmekle, bağımsız üretici özerkliğini yitirmiş bulunmaktadır. Manüfaktürde iş hâlâ bir içeriğe sahiptir ve aracı kullanan işçiye uyarlanmıştır. Ne var ki burada çalışma alanı daralmış bulunmaktadır. Fabrikada ise zanaatçı teknik temel artık yitmiştir. Araç ve gereçler makinelere yedirilerek bunlarla birleştirilmiş ve işçi sürekli olarak aynı makinenin gözetimine bağlanmıştır. İşlemler içeriklerini yitirince, iş bölümünün dışta bıraktığı ve basit iş birliğinin sınırlı olarak zanaatçı çalışmada gerçekleştirdiği, işlerin çeşitlenmesi ve eşitlenmesiyle birlikte üretim evreleri arasında hareketliliğin koşulları gerçekleşmiş olmaktadır. Ne var ki işlevlerin ne m ü n h a sıran tahsisi, ne eşitlenmesi, ne de iş gücünün olası hareketliliği özgür üretken etkinliğin gerçekleşmesine olanak vermektedir. Manüfaktürde çalışma, dar bir alanda da olsa, münhasır bir işlevde kristalleşmiş bir içeriğe sahiptir. Fabrikada ise, işlev akışkanlık kazanmıştır, yani kişi bir işten ötekisine geçebilmektedir; ne var ki işlevler içerikten yoksundur ve bir işten ötekisine yer değiştirme her zaman kapitalistin yükümlediği koşullar altında olabilmektedir. Manüfaktürde, çalışma alanının daraltılması, işlevin sürekli tahsisi ve bunların getirdiği olumsuz sonuçlar pahasına, işte nisbî bir kararlılık söz konusuyken; fabrikada iş içeriğini yitirdiğinden istikrardan da söz etmek m ü m k ü n değildir. Demek oluyor ki istikrar-içerik evresinden istikrarsızlık-içeriksizlik evresine giderek geçilirken yabancılaşma olgusu da ağırlaşmaktadır. Çalışma alanına ve çalışmanın değer anlamına ilişkin olarak tanımlanan bu yabancılaşma kavramı, ayrıca, işçinin kendi üretken etkinliği üzerindeki denetimini giderek yitirmesi öncülünü içermektedir. "İş süreci sırf bireysel bir süreç olduğu sürece, bir ve aynı işçi, sonradan birbirlerinden ayrı işlevler haline gelen bütün işlevleri kendisinde birleştirir. Kişi, doğal nesneleri kendi geçimini sağlamak üzere kendi kendine elde ederken, kendini kendisi denetler. Oysa, o daha sonra başkalarının denetimi altına girer. Tek bir in-
96
san, kendi beyninin denetimi altındaki kaslarını harekete geçirmeden doğa üzerinde etkide bulunamaz. Daha sonra bunlar birbirlerinden ayrılır, bu ayrılma bunlar arasında düşmanca bir karşıtlığın doğacağı noktaya kadar devam eder". 1 0 9 Kapitalist toplumda yabancılaşmış ilişkilerin tarihi, el emeğiyle yönetim işlevi arasındaki ayrılmanın giderek derinleşmesine ve dolayısıyla giderek çalışmanın değer yitirmesine yönelen zorunlu bir süreç olarak ortaya çıkmaktadır. "Bu ayrılma süreci, bireysel işçinin karşısında kapitalistin, toplumsal birleşik işçinin birlik ve bütünlüğü ile iradesini temsil ettiği basit kooperasyonda başlar. Bu süreç, işçiyi parça işçi şeklinde güdükleştiren manüfaktürde gelişir, bilimi bağımsız bir üretim gücü olarak emekten ayıran ve sermayenin hizmetine sokan büy ü k endüstride tamamlanır". 1 1 0 Bu ayrılma ve işçinin çalışmasını denetleme olanağını yitirmesi sürecine, üretken güçlerin ve emeğin toplumsallaşmasının gelişmesi süreci denk düşmektedir. İşçilerin aynı yerde bir araya gelmeleri, iş bölümü ve makineleşme, giderek daha ussallaşmayı ve üretken güçlerin artmasını gerçekleştiren üç örgütlenme tekniği ve bunların her biriyle ilişkili eşgüdüm ölçütleri, her bir dönemdeki emeğin toplumsallaşması düzeyini belirlemektedir. Toplumsallaşma münhasıran iş sürecinin evrelerinin eşgüdümü ve bütünleşmesi açısından ele alınmaz, tersine, kapitalist iş birliğine ilişkin olarak ele alınırsa, toplumsallaşma süreci toplumsallaşmanın giderek yabancılaşması süreci halini alacaktır. "Bundan dolayı, kapitalist üretim biçimi, kendini, iş sürecinin toplumsal bir süreç haline dönüşmesi için, tarihî zorunluluk olarak ortaya koyarken, diğer yandan iş sürecinin bu toplumsal şekli de, iş sürecini kendi artan ü r e t m e gücü ile daha kârlı bir şekilde istismar etmek için, sermaye tarafından uygulanan bir metod olarak görünür". 1 1 1 Büyük endüstri döneminde en yüksek gelişme düzeyindeki üretken güçlerle bunlara yabancılaşmış işçiler arasında tam bir karşıtlığın koşulları gerçekleşmiş olacaktır. Bu karşıtlık, iş birliğinin kendi bütünlüğü içinde, iş sürecinin yönetimini kendi üzerine almasını sağlayacak çalışma etkinliğinde çeşitlilik ve yer değiştirme olanağı ile işçiyi bu otoriteye tabi kılan, yönetim işlevleriyle yerine getirme işlevleri arasındaki bölünme arasındadır. "Büyük endüstri, mahiyeti icabı, bir yandan iş için değişmeyi, işlevler için akılcılığı, emek için tam bir hareketliliği gerekli kılarken, bir yandan da kendi kapitalist şekli içinde, eski iş bölümünü, bunun katılaşmış özellikleriyle birlikte, yeniden meydana getirir. ... Bu, bu gelişmenin olumsuz yönüdür. Şimdi, işin uğradığı değişiklik, bir taraftan hükmüne boyun eğilen bir doğal kanun olarak ve her yerde mukavemetle karşılaşan bir tabiat kanununun gözü kapalı yıkıcılığı ile kendini ortaya im Ibid., s. 213-4. no Kari Marx, Kapital, Cilt I - Kitap 1, op. cit, s. 528. «1 Ibid., s. 490.
97
koyar ve kabul ettirirken, diğer taraftan büyük endüstri, işin uğradığı değişikliğin ve dolayısıyla işçilerin, bu değişikliğe uymak üzere, m ü m kün olduğu kadar geniş bir çok yönlülüğe ulaşmalarının toplumsal üretimin genel kanunu olarak kabul edilmesini ve mevcut üretim şartlarının bu kanunun normal şekilde işlemesini kolaylaştıracak bir biçim almalarını, bizzat sebep olduğu felâketlerle, bir ölüm kalım meselesi haline getiriyor. Sermayenin değişen sömürü ihtiyacım karşılamak için yedekte tutulan, her an kullanıma hazır sefil ve perişan bir işçi nüfusunun yerini değişen iş ihtiyaçlarına uygun olarak her an mutlak olarak işe yarar ve kullanılabilir insanların alması; yaptığı iş bütünün ancak küçük bir parçası olan parça işçinin (bireyin) yerini tam ve bütün yönleriyle gelişmiş, çeşitli toplumsal fonksiyonları doğal ve edinilmiş yetenekleriyle ve birinden diğerine kolaylıkla geçerek yapabilen bir işçiye (bireye) bırakması, büyük endüstri ile ölüm kalım meselesi haline gelmiş bulunuyor". 1 1 2 Belirtmek gerekir ki, kapitalist endüstrinin tarihi bağlamında, Marx'm ele aldığı sorunlar, çözümleriyle birlikte temelleri olan değer öğretisine dayanan t ü m kapitalist üretim sürecini meydana getiren yapılarıyla, bir t ü r orta vadeli bir kuram meydana getirmektedir. Marx'ın ileri sürdüğü gibi, üretken güçlerin gelişmesi insanın varlığını edimsel olarak giderek daha tam ve bütüncül biçimlerde gerçekleştirmesi anlamına gelmekteyse, bu süreçte makinelerin her halde belirleyici bir işlev görmesi gerekmektedir. Marx, gerçekten, makineleşmiş çalışmada insan etkinliğini sınırlayan t ü m doğal ve toplumsal engellerin aşılmış olacağını görmektedir. Makineler, iş sürecini bilimsel temeller üzerinde bütüncül bir biçimde örgütlemeye ve el ve kafa emeği arasındaki kesin ayrılmayı ortadan kaldırmaya olanak verdiği ölçüde, iş birliğinin kendi kendini düzenlemesinin yollarını açmış olacaklardır. 1 1 3 Ure için makineler insanın doğa üzerinde bir zaferi gibi görünebiliyorsa, Marx için bunlar, insan emeğinin özgür ve t a m bir biçimde açınmasının engellerini yok edecek koşullardan başlıcasıdır. III.
YABANCILAŞMAYA DEĞİŞİK YAKLAŞIMLAR 1. YABANCILAŞMA VE KURALSIZLIK (ANOMİ) "Yabancılaşma" ile "kuralsızlık" arasındaki ilişkinin yarattığı sorun-
112 Kari Marx, Kapital, Cilt I - Kitap 2, op. cit., s. 183-4. us Teknolojik gelişme ile üretken güçlerin ilerlemesi arasındaki ilinti, Marx'm bu gelişmeye olumlu ve güvenilir bir değer vermesini ve komünizmde makineleşmiş çalışmayı en uç sonuçlarına götürebilecek iş birliği biçimini görmesini sağlamıştır, denebilir. Bu açıdan da komünizm, çalışmada çeşitlilik ve yer değiştirme kapitalist teknolojinin, genellikle olmasa da, baş vurduğu bir yöntem olduğu için, esaslı yenilikleri gündeme getirmeme durumundadır.
08
lar oldukça karmaşıktır. Örneğin toplumbilim kuramıyla ilgili kitaplarda ilk kavramdan ikincisine de değinilmeden söz edildiğine rastlamak oldukça zordur. Çoğunlukla da yapılan bu iki kavram arasında zımnî ve hatta bazen açık bir tıpkılık kurmak ya da kuralsızlığın yabancılaşmanın görünümlerinden biri olduğunu söylemek olmuştur. Bu yüzden de her iki kavramı farklı tarihsel ve toplumsal bağlamına oturtmak gerekmektedir. Yabancılaşma kavramının kökenini görmüş olduğumuza göre, kuralsızlık kavramına bakarsak, bu kavramın çok farklı siyasal ve toplumsal iklimde ve çok değişik bir kültürel gelenek bağlamında doğduğunu söylemek mümkündür. Hemen belirtmek gerekir ki "kuralsızlık" teriminin ilk kullanımını E. Durkheim'de, daha da kesin olmak gerekirse onun ilk kitabında (1893) görmek m ü m k ü n d ü r . 1 1 4 Felsefede pozitivist, siyasal açıdan düzen adamı, gelişimin doğal bir olay olduğunu savunan, Durkheim, "mekanik dayanışma"dan "organik dayanışma"ya geçişte, gelişmeye bağlı bulunan toplumsal iş bölümünün temelde olumlu olarak değerlendirilecek bir olgu olduğunu savunmuştur. Bununla birlikte, kendisinin "anormal biçimler" olarak adlandırdığı, iş bölümünün olumsuz, patolojik yanlarını da göz ardı etmemiştir. Gerçekten Durkheim'e göre "normal olarak iş bölümü toplumsal dayanışmayı yaratırsa da, bütünüyle farklı ve hatta ters sonuçlar meydana getirmesi m ü m k ü n d ü r . 1 1 5 Comte'cu ve Spencer'ci, özünde iyimser kültürel geleneğe bağımlılığı içinde, anormalliklerin normali açıklamada yararlı olacağına inanan, Durkheim için, kuralsızlık iş bölümünün "doğal yön"ünden saptığı ve dayanışmadan uzaklaşıldığı vakit ortaya çıkmaktadır. Toplumsal normların, kuralların yittiği duruma, başka bir deyişle kuralsızlığa ilişkin olarak Durkheim'in ele aldığı sorunlar, çoğu kez M a r x ' m yabancılaşma konusunda ele aldığı sorunların aynısı olmakla birlikte, bu sorunların önemlilik derecesini vurgulamasında büyük farklılıklar vardır. Üstelik Durkheim'in bu sorunlara getirdiği çözüm önerileri de bütünüyle Marx'ınkilerden farklı ve hatta bunlara terstir. Durkheim, hem işçilerin çalışmalarına ilişkin olarak hem de bilimsel çalışma alanına ilişkin olarak, uzmanlaşma olgusunu ele alıp soruna girmektedir. Her iki durumda da uzmanlaşma kuralsızlık kaynağı olabilecektir. Bilim adamlarına ve uzmanlıklarına ilişkin olarak düşünürümüz, bilimsel çalışmada uzmanlaşma oluştuğu ölçüde bilim adamının giderek "yalnızca bir bilim dalına değil de özgül bir sorunlar serisine" kapılıp kalma tehlikesinin ortaya çıktığını ifade etmektedir. 1 1 6 Böylelikle daha Emile Durkheim, La divisione del lavcro sociale, çev.: Fulvia Airoldi Namer, Edizioni di Comunita, Milano, 1971 U5 ibid., s. 347. 116 ibid., s. 350.
99
genel toplum sorunlarından uzaklaşan bilim adamı kendi öz etkinliğinin anlamını yitirmektedir. Kuralsızlığın bir kaynağı olarak endüstriyel toplumun eleştirisi işçilerin çalışmaları konusunda daha açık seçik ortaya çıkmaktadır. Burada Durkheim açıkça çalışanlarla işverenler, çalışanlarla çalışanlar, ya da çalışanlarla t ü m toplumun örgütlenmesi arasındaki ayrılık, bölünmüşlük durumundan ve dolayısıyle bu d u r u m u n çalışanları çalışmalarının anlamını kavrama olanağından uzaklaştırdığından söz etmektedir. "Pazar genişlediği ölçüde, etkisi patronlarla işçiler arasındaki ilintiyi değiştirmek biçiminde oluşan, büyük endüstri ortaya çıkar... Makinenin çalışması insanınkinin yerini alır... İşçi sıkı ve birörnek bir biçimde zorlanır. Tüm gün boyu ailesinden kopartılır, kendisini çalıştırand a n giderek daha da koparak yaşar, v.b.". 1 1 7 Durkheim, Marx'a göndermeleri açık seçik olmamasına karşın, toplumun "kasf'lara ya da " s ı n ı f lara bölünmesi sonucu ortaya çıkan iş bölümünü de ele almaktadır. Bu anlamda toplumun sınıflara bölünmesi "çoğunlukla çekişmelerin kaynağı olmaktadır. Geleneğin ya da yasanın kendilerine verdikleriyle tatmin olm a y a n ya da tatmin olmamaya başlayan alt sınıflar, kendilerine yasaklanan işlevleri amaçlamaya başlarlar ve bu işlevleri yerine getirenleri yerlerinden etmeye uğraşırlar: bunda da işin bölünmesi biçiminden ileri gelen iç savaşlar kaynağını bulur". 1 1 8 Demek oluyor ki Durkheim, endüstriyel toplumda işçilerin kuralsızlık d u r u m u n a işeret etmektedir. Ona göre bir olasılık olan bu durum, toplumsal yapının kökten değişmesiyle değil de, iş bölümünün patolojik biçimlerini aşmaya yarayan, basit tarafından çareler arayarak ortadan kaldırılacak bir şeydir. Gerçekten iş bölümünün patolojik olmayan biçimi kendiliğinden tek tek işçilerin, başka işçilerin yerine getirdikleri işlevleri ve farklı etkinlikler arasındaki karşılıklı bağlantının anlamını gözden gaçırmadan, kendi görevlerini yerine getirmelerini gerektirmektedir. Bun u n doğal ve olağan olarak nasıl oluştuğu ve tersinin nasıl patolojik bir biçimi simgelediği, inandırıcı ve konuyu tüketici bir biçimde açıklanmış değildir. Durkheim'ın ilk kitabının ikinci basısına önsözünde, 1 1 9 iş bölüm ü n ü n kuralsızlık yaratıcı görünümlerine çare olarak kooperasyonların —ya da meslekî birleşmelerin— önemi üzerinde İsrar ettiği bilinmektedir. Çalışan sınıfların tatminsizliği konusunda Durkheim, farklı sınıfların üyeleri arasındaki gerginliklerin, yalnızca tek tek bireylere verilen işlevlerin onların doğal eğilimlerine denk düşmediği durumlarda ortaya çıkacağını ve bu yüzden, toplumsal sınıflar arasındaki gerginliklerin nedenlerini kaldırmak için çalışma işleviyle bireysel eğilimin örtüşmesini sağlamanın 11T Ibid., s. 361-2. "8 Ibid., s. 365. 119 Önsözün alt başlığı "Mesleki Gruplaşmalar Konusunda Bazı (bkz.: ibid., s. 9-36).
100
Gözlemler"dir
yeterli olabileceğini, pek de ince eleyip sık dokumadan, ifade edip geçmektedir. Ne var ki bu savların bize yetersiz görünmesi olgusu, Durkheim'ın koyduğu teşhisin ve klâsik ekonomi politiğin bireyciliği hakkındaki eleştirisinin anlamını göz ardı ettirmemelidir. Marx için olduğu gibi Durkheim için de, insan, toplumsal bir varlık olduğu için insandır. Bununla birlikte Marx insanlık adına varolan toplumsal düzeni yadsımak isterken, Durkheim insanlığı teyid anlamında, insanları v a r olan düzene sokmak için en iyi yönetimi aramaktadır. Durkheim'a göre insanın gerçekleşmesi için, toplumsal düzenin ne olacağı değil de herhangi bir toplumsal düzenin olması önemlidir. Marx'a göre, insan b u r j u v a toplumunda hiç olmazsa var olan düzene karşı kendini gerçekleştirebilirken, Durkheim'a göre insanın en iyi koşullarda gerçekleşebilmesi için her şeyden önce düzenin kurulması —ya da yeniden kurulması— gereklidir. Yabancılaşma ve kuralsızlık kavramları arasındaki ilişkiyi açıklığa kavuşturmak için, Marx'a göre, her ne kadar tarihsel olsa da, insanlık kavramının var olan toplumasl yapıyı aştığını, buna karşın Durkheim'ın düşüncesinin toplumbilimsel görecilikte kökenini bulduğunu gözden kaçırmamak gerekmektedir. Gerçekten bu, kuralsızlık kavramının —göreci— toplumbilim geleneğinde yabancılaşma kavramına göre daha çok yer bulmasının ve yabancılaşma kavramının çoğu kez kuralsızlık kavramına indirgenmesinin nedenini açıklamaktadır. 1 2 0 Durkheim kuralsızlık kavramı hakkındaki düşüncelerini Toplumsal İş Bölümü'nden sonra İntihar (1897) adlı yapıtında tekrar ele alıp geliştirmiştir. 1 2 1 Burada da ana sorun, daha belirgin bir biçimde düzen sorunudur. Kuralsızlıktan ileri gelen intihar konusunda Durkheim'ın temel düşüncesi, intiharın kurulu düzeni rahatsız edecek, karıştıracak yeni bir olay yüzünden gerçekleşebileceği noktasındadır. Yalnızca aşırı ekonomik darlık, sıkıntı dönemleri değil, aşırı refah dönemleri de, rahatsızlıkları kışkırttıklarından intiharlarda artışa neden olmaktadırlar. "Endüstriyel ya da malî bunalımlar intiharları arttırıyörlarsa bunun nedeni [yalnızca insanları] yoksullaştırmaları değildir, çünkü refahtaki bunalımlar da aynı sonucu yaratırlar, neden bunalım, yani ortak düzenin rahatsızlığa uğramasıdır. Yüksek düzeyde zenginliği ve genel yaşamda yükselmeyi doğursa bile her denge bozulması [insanları] iradî ölüme iter". 1 2 2 Bununla birlikte, İntihar adlı kitabında Durkheim, kuralsızlık hakkındaki düşüncelerini geliştirdikçe, Toplumsal İş Bölümü'nde aynı konuda ileri sürdüklerinden ve doğallıkla Marx'm yabancılaşma kavramından 120
Bu noktaya ilerde tekrar değinilecektir. Emile Durkheim, Le Suicide, Librairie F. Alcan, Paris, 1912. 122 ibid., s. 271. 121
101
uzaklaşmaktadır. Endüstriyel toplumdaki insanı gözden kaçırmamakla birlikte Durkheim'in dikkati, çalışan insanın çalışma nedeniyle insanlıktan uzaklaşması sorunundan, kökenlerini toplumda bulan moral bağların yok olmasına kayar. Durkheim üstelik bu moral bağları iş bölümüyle ilintili olarak değil de kendi başlarına ele almaya başlamıştır. Böylelikle incelenen olay, dinle, zenginlikle, iş hayatında gerçekleştirilememiş beklentilerle, sivil konumla ilişkilendirilmiştir. Durkheim burada, normatif sistemleri çökme yoluna giren ya da çöken tek tek kesimlerde intihar yüzdesinin arttığını devamlı doğrulamaya uğraşmıştır. 1 2 3 Her hal ve kârda, burada kuralsızlık kavramını yabancılaşma kavramına yaklaştırmak istenirse, yabancılaşmayı toplumun üyelerinin yürürlükteki normatif sistemin dışına düşmeleri biçiminde almak gerekmektedir. Bu da aslında son zamanlarda bu bağlamda yapılanlardan çok farklı değildir. Ne var ki bu değişikliğin, kurulu düzeni eleştiren bir kategori olan yabancılaşma kavramının tümüyle saptırılması anlamına geldiğini söylemek gerekmektedir. 1 2 4 Bu sapmalar bir yana, yabancılaşma ya da kuralsızlık kavramları, bir bakıma aynı sonla karşılaşmışlardır: nesnel toplumsal durumları suçlam a k için doğan bu kavramlar —Marx'a göre yabancılaşma bireylerin kapitalist toplumdaki durumudur, Durkheim'e göre kuralsızlık toplumsal bir olaydır ve böylece dışardan ve zorlayarak bireylere yükümlenir— daha sonraki incelemelerle psikolojik ya da hiç olmazsa psikolojik-toplumbilimsel kategoriler haline getirilmiştir. 2. YABANCILAŞMA VE İNSANCILIK (HÜMANİZM) Marx'm düşüncesine insancılık açısından coşkulu bir yorum getiren 1 2 5 ve mevcut endüstriyel toplumlara eleştirici tutumla yaklaşan toplumbilimsel kuramın gelişmesine yazılarıyla katkıda bulunan Erich Fromm, psikanalist olarak, Marx'ın anladığı anlamda yabancılaşma sorunuyla psikanaliz arasında bir sentez bulma gerekliliğini en çok duyanlardan biri olmuştur. F r o m m yabancılaşmayı kapitalizmin tarihsel gerçeğine ilişkin olarak, yani Marx'ın terimleriyle ele almaktadır. Düşünürümüzün belirlediği kadarıyla, nesneler arası ilişki olarak ortaya çıkan ilişkilerin nesnelleşmesi ve dolayısıyla bunların niceliksel ve soyut karakteri, bunun so123 Bkz.: İbid., S. 282-8. 124 Bu konuda ilginç bir örnek olarak bkz.: J. Milton Yinger, "Anomie, Alienation, and Political Behavior" in Jeanne N. Knutson (ed.), Handbook of Political Psychology, Jossey-Bass, San Francisco, 1973, s. 176-7. 125 Bu konuda özellikle bkz.: Erich Fromm, Marx's Concept of Man, (Marx'ın 1844 Elyazmalan'nın İngilizce çevirisine Fromm'un yazdığı Giriş), Frederick Ungar Publishing Co., New York, 1961, s. 1-83.
102
nucu olarak da en gerçek ve vazgeçilmez insancıl gerekliliklerin kişi için bir kayıp olmadan gerçekleştirilme olanağı olmadığı, kapitalizmin tipik görünümleridir. Bunların ötesinde Fromm, Marx'ın en az değindiği bir noktada yani "insanın doğası" sorununda İsrar etmektedir. Bu ise bizzat insana ihanet etmeden, insanın hiçbir zaman ve hiçbir biçimde vazgeçilemeyecek bir takım gereklilikleri olduğu anlamına gelmektedir. Fromm bu temel gereklilikleri belirlemektedir. Bunlardan biri sevme gerekliliğidir; bu, başkalarıyla, ne kendi kişiliğini başkalarının uğruna ne de başkalarının kişiliğini kendi uğruna feda edecek, otoriter bir ilişki içine girmek değil de, kendini ve başkalarını karşılıklı birbirlerini güçlendiren etkin ve yaratıcı bireyler olarak görmek anlamına gelmektedir. Yıkıcılık değil de yaratıcılık, gerçeği yıkmadan değiştirmek başka bir temel gerekliliktir. Kökenini sıkı sıkıya psikoanaliz sorunsalında bulan bir gereklilik kardeşlik gerekliliğidir. Kendini ve kendi topluluğunu başkalanndan, sadece bunlar başka olduğu için farklı ve daha iyi gören kişi daha henüz anne ile olan bağlantısını koparmamış bir kimsedir. Gerçek insancıllık bu bağlantıyı aşmayı, topluluk, klan, ulus değil de tüm insanlarla kendini ilgili kılmayı içermektedir. Buna bağlı olarak kişilik gerekliliği vardır. Bunlardan başka bir yönelim sistemi gerekliliği söz konusudur. Fromm'a göre, "yönelim sistemi gereği iki düzeyde olmaktadır: ilki ve daha temel gerek, doğru ya da sahte olduğuna bakmadan herhangi bir yönelim sistemine sahip bulunmaktır. Kişi öznel bir takım tatminler sağlayabilen böylesi bir yönelim sistemi olmadan akıl bakımından sağlıklı olamaz. İkinci düzeyde gerek, gerçekle akıl yoluyla temasta olmak ve dünyayı nesnel olarak kavramak gereğidir". 1 2 6 Fromm'un bu kanılarının, doğaldır ki, tartışma götürmez olduklarını söylemek olanaklı değildir. Örneğin her bilginin aynı zamanda öznel ve toplumca koşullanmış olduğu göz önüne alınırsa, ussallığı nesnellikle nerdeyse bir saymak olanak dışıdır. Bununla birlikte bizi burada ilgilendiren, bu bağıntı çerçevesi içinde Fromm'un kendi sıraladığı temel gereklilikleri tatmine olanak vermeyen toplumsal koşullarda, yabancılaşmanın nedenini bulmasıdır. Yabancılaşma bu durumda, "kişinin kendi kendini bir yabancı olarak tanıdığı bir deney biçimi" olarak tanımlanmaktadır. 1 2 7 Bu kuramın eleştirici amacı, Fromm'un kapitalist toplumsal sisteme hücum ederken belirttiği şu ifadede açıkça ortaya çıkmaktadır: "Yabancılaşma kültürden kültüre, hem yabancılaşmış özgül kesimlerde olsun hem de sürecin tamlığı ve bütünselliğinde olsun, değişebilirmiş gibi görünmektedir. Çağdaş toplumda bulduğumuz biçimiyle yabancılaşma nerdeyse tamdır; 126 Erich Fromm, The Sane Society, Holt, Rinehart and Winston, New York, 1962, s. 65. 127 Ibid., S. 120.
103
insanın işiyle, tükettiği şeylerle, devletle, hemcinsleriyle ve kendisiyle olan ilişkilerini sarıp kaplamıştır". 1 2 8 İnsanın temel gerekliliklerini geliştireceğine bunlara ters düşen bir toplumun m ü m k ü n olup olmayacağı sorusuna, Fromm, "insanın her duruma nerdeyse her zaman kendini uyarlamasını bildiği doğruysa ... mutluluk için uğraş verme, mal, sevgi ve özgürlüğün onun doğasında bulunan gerekler" 1 2 9 olmasından hareket ederek olumlu cevap vermektedir. Başka bir deyişle insanın kendini uyarlaması olanakları çoktur, ne var ki temel gereklilikleri tatmin etmeyen olanaklar yabancılaşmaya yol açmaktadır. Buna göre, Marx'a göre olduğu gibi, Fromm'a göre de, insanın en insanca gerekliliklerine cevap vermeyen bir yaşam sürdürmesine yol açan, kapitalist toplumun ekonomik yapısıdır. Fromm bu noktada, Marx'm ekonomik yapının ideolojik üst yapılardan önde geldiğini belirlemesine karşın, bu koşullanma ilişkisini açık seçik ortaya koymadığını belirterek, marksizmle psikanaliz arasında bir köprü kurmaya çalışmaktadır. Fromm'a göre "psikanalizin araçları kullanılarak Marx'ın teorisinin bu boşluğu doldurulabilecek ve ekonomik temel yapıyla üst yapı arasındaki ilinti mekanizmaları gösterilebilecektir". 1 3 0 Burada yardımcı olacak kavram, ekonomik temelin insanın olanak ve yeteneklerini biçimlendirerek, insanın gerekliliklerine ve dolayısıyla varlığını sürdürmesine uygun bir toplumsal niteliği insana kazandırması anlamında, "toplumsal karakter" kavramıdır. "Toplumsal karakterin işlevi, bireylerin davranışının toplumun sunduğu modele uyup uymamak konusundaki bilinçli kararlarına bağımlı olması bakımından değil de, bireyler eylemde bulunmak gerektiği için eylemde bulunmayı isterlerken aynı zamanda o kültürün isterlerine uygun eylemde bulunulduğundan tatmin duymaları bakımından, toplumun üyelerinin enerjilerini biçimlendirmektir. Başka bir deyişle toplumsal karakterin işlevi, belirli bir toplum çerçevesinde bu toplumun işlemini devamlı kılmak için insan enerjisini ... kanalize etmektir". 131 Örneğin endüstriyel toplum u n oluştuğu ilk dönemlerde gerekli olduğu için bireyleri çalışma ve tasarruf idealine alıştırmak ve uymalarını sağlamak gerekirken, aynı biçimde günümüzün ileri endüstri toplumu varlığını sürdürmek için tasarrufu ve çalışmayı değil de tüketimi ve boş zamanı göklere çıkartan bir toplumsal karaktere dayanmak durumundadır. Yabancılaşma konusunda Marx'la Freud arasındaki ilinti F r o m m ' u n yapıtlarında daha da bir özgüllük kazanmaktadır. Gerçekten Fromm'a gö128 ibid., s. 124. 129 Erich Fromm, Beyond the Chains of Illusion, Pocket Books Inc., New York, 1963, s. 87. 130 Ibid., s. 76 . 131 Ibid., s. 84-5.
104
re, her iki düşünürün kendi zamanlarındaki toplum ve insan karşısında eleştirici bir t u t u m takınmış olmaları tartışılacak bir konu değlidir. Üstelik Fromm her iki düşünürün teşhislerinin, her ne kadar Freud'unkiler daha çok bireyin durumuna yönelik ve kötümser, Marx'ınkiler öncelikle topluma yönelik ve gelecek için iyimserse de, çok farklı olmadığını belirtmektedir. Gerçekten de, Fromm'a göre, yabancılaşmada Freud akıl hastalıklarının nedenini bulurken Marx hasta toplumun nedenini bulmaktadır. "Yetişkin sinir hastası yabancılaşmış bir insandır; kendini güçlü hissetmez, kendi eylem ve deneylerinin öznesi ve ortaya koyucusu olarak kendini görmediğinden ü r k ü n t ü duyar ve kendini engellemiş hisseder. Yabancılaşmış olduğu içindir ki sinir hastasıdır". 1 3 2 Demek ki farklılık yalnızca "Freud'un öncelikle bireysel patoloji ile uğraşması yanısıra Marx'ın bir toplumu ilgilendiren ve o toplumun özel sisteminden ileri gelen patoloji ile uğraşması" olgusunda aranmamalıdır. 1 3 3 Freud yalnızca bireyin nevrozlarından değil de "toplumsal nevroz"dan söz etse de, şurası açıktır ki "Marx kendi toplumunca oluşturulan bireyi ele almakta ve böylece patolojinin kökenlerini toplumsal örgütlenmenin özgül karakteristiklerinde bulmaktadır. Freud ise bireyin oluşumunun esasında aile grubundaki deneylerine bağlı olduğu görüşündedir; ne var ki ailenin toplumu temsil ettiği ve toplumun bir aracı olduğu olgusuna önem vermemektedir". 1 3 4 Fromm'un Freud'çu psikanlizi, daha çok tarihsel ve sosyolojik anlamlarla zenginleştirerek tadil etme çabası ortadadır. Gerçekten, yabancılaşmış kişiliği yaratan psikolojik süreçlerle ilgilenmesinin yanı sıra, Fromm, bu süreçleri her zaman için belirli bir sosyo-ekonomik yapıya ilişkin ve bu yapı tarafından belirlenmiş olarak ele almakta ve yorumlamaktadır. Yabancılaşmış bireyin psikolojik karakteristiklerinin kendi başlarına, içinde bulundukları toplumsal bağlamdan bağımsız olarak ele alınmasından dolayı bir eleştiri, demek oluyor ki, Fromm'a yöneltilemeyecektir. Ne var ki bu ifade, yabancılaşmayla ilişkili incelemelerinde, bunun sosyo-ekonomik bağlamla ilişkilerini gündeme getirmeyen başka araştırmacılar için geçerli olmayacaktır. 3. YABANCILAŞMA KAVRAMININ BOYUT YİTİRMESİ Yabancılaşma sorununa ilişkin çok sayıda "alan araştırmaları"nı ele almadan önce bu araştırmaların yapıldığı tarihsel, toplumsal ve kültürel bağlama bakmak gerekli çalmaktadır. Şimdiye dek gördüğümüz düşünürlerin yabancılaşma karşısında yazdıklarına şöyle bir bakılsa bile ortaya 132 Ibid., s. 55. 133 Ibid., S. 63. 1 3 4 Ibid., s. 64.
105
tartışılmaz bir nokta çıkmaktadır: yabancılaşma kategorisi, endüstriyel ve kapitalist toplumun yarattığı insanları insanlıklarından uzaklaştırma tehlikesiyle ilgilidir. Demek oluyor ki yabancılaşma, daha önce de belirtildiği gibi, eleştirici bir kategoridir. Şu anlamda ki bireyin insanlığını ve kişiliğini, insanlıktan uzaklaştırıcı, insanlığı yitirici toplumsal örgütlenme tiplerinin karşısına koymaktadır. Bununla birlikte en acil toplumsal sorun, bireyin mutlak gerekliliklerine cevap vermeyen, denk düşmeyen toplum değil de her hangi bir örgütlenmiş toplumda, bağıntı çerçeveleri ve değer sistemleri farklı ve hatta birbirlerine karşı bireyler bir arada bulunduklarından, bireyler arası ilişkiler sorunuysa; en büyük zorluk, kültürel farklılıklar veriyken, anlaşm a k için bir ortak dil, yol, yöntem bulmaksa, o zaman dikkatler toplumsal bütünleşme üzerinde yoğunlaşmaktıdr. Bu durum kanımızca Amerika Birleşik Devletlerinin d u r u m u n u yansıtmaktadır. İçinde farklı kültürel kökenlerden ileri gelen çekişmelere ekonomik ve siyasal çekişmelerin de eklendiği bir ulus, varlığını sürdürebilmek için, heterojen nüfusunun kabul edip paylaşabileceği ilkelere dayanak olacak ortak bir temeli meydana getirmek zorunda kalmıştır denebilir. Kuzey Amerika toplumbilimi, buradan hareketle, daha önceleri olduğu gibi zamanımızda da, bütünleşme sorununu ve, bunun karşıtı olan, geniş ölçüde yaygınlığa kavuşmuş toplumsal ilkelerden sapmayı inceleme göreviyle karşı karşıya kalmıştır. Üstelik bu görev, kanımızca, toplumsal ilkelerin "insanca" olup olmadığı sorununa pek önem verilmeksizin yerine getirilmiş ve dolayısıyla bu sor u n bu bağlam içinde "soyut", "kuramsal", "felsefî", v.b. olarak algılanmıştır. Bu çerçeve içinde "yabancılaşma" büyük ölçüde anlam değişikliğine uğramış, Durkheim'in kuralsızlık kavramına yaklaşmış ve temelde üyesi bulunulan toplumun paylaşılan tipik ilkelerine yabancılaşma anlamını kazanmıştır. Daha açık olmak gerekirse, 1960 dolaylarında "yabancılaşma" terimi Amerikan toplumbilim sözlüğüne girmeye ve yabancılaşma üzerine görgül araştırmalar yapılmaya başlamıştır. Araştırmaların yapısı, ana çizgileri ile ele alınırsa, örneklerin çoğunluğunda aynıdır. Bu araştırmalar genellikle sorunun çok kısa tutulmuş tarihsel özeti ile başlamaktadır. Bu özetler de çoğu kez yalnızca biçimsel bir saygı sunmadan ileri gitmemektedir, ö r n e ğ i n şöyle bir ifadeye rastlanabilmektedir: "İlk olarak Hegel insanın toplumda karşı karşıya kaldığı d u r u m u betimlemek için bu terimi (yabancılaşma) ileri sürmüştür. Kişi doğa dünyasına ve kendi doğasına yabancılaşmaktadır... Marx çalışmayı yabancılaştırıcı etmen olarak katmıştır". 1 1 5 Konunun ortaya koyuluşunun yetersizliği ve 13S Gwynn Nettler, "Una proposta per misurare l'alienazione", in Alberto Izzo (a cura di), Alienazione e sociologia, Franco Angeli Editöre. Müano, 1973, s. 223.
106
yüzeyselliği daha önce değindiğimiz noktalardan ileri gelmelidir. Kaldı ki Hegel ve Marx dışındaki düşünürlere de aynı biçimde değinilip geçilmektedir. Manc'la Durkheim arasındaki ilişki yönünde ise çoğu kez kuralsızlığın, yabancılaşmanın bir yüzünü oluşturduğuna ve yabancılaşmanın daha karmaşık bir durum anlamına geldiğine değinilmektedir. Daha da açıklığa kavuşmak için gene Nettler'e bakarsak, kuralsızlıkyabancılaşma ilişkisi üzerine şöyle demektedir: "kuralsızlık ... toplumdaki nisbî bir norm yokluğu durumuna ilişkindir, yabancılaşma ise bireysel bir psikolojik d u r u m d u r " . 1 3 6 Böylelikle yabancılaşmaya ilişkin literatürün olayın nesnel temelini toplumun yapısında arayan karakteristiği de göz ardı edilmiş olmaktadır. Demek oluyor, ki yabancılaşma "üye olduğu toplumdan uzaklaştırılmış, aynı topluma ve bu toplumun getirdiği kültüre düşman kılınmış" 1 3 7 bireyin durumudur. Doğaldır ki yabancılaşmayı ölçmek için kullanılan test soruları arasında "Televizyona bakmak hoşunuza gider mi?", "Son model Amerikan otomobilleri hakkında ne düşünüyorsunuz?", "Reader's Diegest okur musunuz?", "Ulusal sporlar ilginizi çeker mi?", "İnsan yaşamının tarihsel bir düzenin ifadesi mi yoksa kaos ve evrimin sonucu mu olduğuna inanırsınız?" 1 3 8 gibi sorular olması insanı şaşırtmamalıdır. Öncüller veriyken, olumsuz cevabın yabancılaşmanın belirtisi olarak ele alınması doğal olmaktadır. Demek oluyor ki bu durumda terimin özgün anlamı bakımından bazı sapmaların ortaya çıkmaması olanaksızdır. Sözü edilebilecek olanlar belirli bir toplumda genel olarak paylaşılan ilkelere yabancılaşan bireylerdir. Üstelik genel olarak paylaşılan ilkeleri ele almak, kendiliğinden, toplumu eleştirici olmadan kabul etmek anlamına gelmektedir. Bir de bireysel yabancılaşma düzeyi özgül toplumsal koşullarla ilişkilendirilmemektedir. Bu durumda özel bir yabancılaşma d u r u m u n u n özel toplumsal durumlara denk düşmesinden söz edilemeyecek, tersine bazı bireylerin fiilen içinde bulundukları toplumdan, başkalarına göre daha çok uzaklaştırıldıklarından söz edilebilecektir. Yapılan toplumbilimsel göreceliktir. Fromm'la birlikte belirtmek gerekirse, bu türden bir model "işlerliğini sürdüren her toplumun normal" olarak kabulünü ve "hastalığın, yalnızca böyle bir toplumdaki yaşam biçimine bireysel uyumsuzluk terimleriyle tanımlanmasını" gerektirmektedir. 1 3 9 Bu örnekle betimlemeye çalıştığımız araştırmalarda, bütünüyle ele (Makalenin ingilizce asli: "A Measure of Alienation". American Sociological Review, No.: 22/6, December 1957, s. 670-7). Belirtmek gerekir ki soruna böylesi basitçe yaklaşım daha sona bırakılmıştır. Ibid., s. 225. 137 Ibid. 138 Ibid., s. 231. 139 Erich Fromm, The Sane Society, op. cit., s. 12.
107
alman bir toplumun çözümlemesine hiç girişilmediğini ileri sürmek de t a m anlamıyla olanaklı değildir. Aslında testteki soruların hazırlanması bile, ele alınan toplumun kültürünün ana ilkeleri hakkında şu ya da bu ölçüde bir bilgi birikimi gerektirmektedir. Ne var ki "kültür ya da toplum gibi her hangi bir genel çerçeve içinde, bireyin yabancılaşmasını ölçme çabalarını ciddi bir biçimde bunalıma soktuğu" 1 4 0 sanılan bu "sakıncayı" gidermek için bir yol, görgül araştırmanın yöntembilimce kabul edilebilir olmasını sağlayacak bir çıkar yol aranmamış değildir. Böylelikle artık bir toplumun tipik ilkelerinden ayrılma olarak ele alınmayan yabancılaşma, yöntembilimsel nedenlerle, çok daha dar ve dolayısıyla kolaylıkla denetlenebilir bir toplumsal sistemin tipik ilkelerine yabancılaşma olarak incelenebilecektir. 1 4 1 Burada artık tüm toplum üzerinde akıl yürütme gündemden çıkmıştır; üstelik eleştirici yönelimin fiilen yerini alabilecek göreci yönelime de rastlamak olanak dışıdır. Görülen odur ki, toplum, toplumbilimin inceleme alanının dışına çıkartılmıştır. Melvin Seeman da, "yabancılaşma" terimi üzerine yazdığı makalesinde, kısaca örneklemeye çalıştığımız yazarların çoğunluğundan çok daha bilinçli hareket etmesine rağmen, temelde değindiğimiz yönelim çizgisi içinde kalmaktadır. Üstelik bu araştırmacıların Seeman'a genellikle göndermede bulunduklarını da belirtmek gerekir. Seeman'ın amacı "toplum içinde hareket eden bireyin kişisel açıdan yabancılaşmasını incelemektir; yani yabancılaşma burada sosyo-psikolojik açıdan ele alınmıştır". Buna göre de, yazarın açıkça belirttiği gibi, yabancılaşmayı "yaratan toplumsal koşullar" araştırmasının dışında t u t u l m u ş t u r . 1 4 2 Bu sosyo-psikolojik temel üzerinde yabancılaşma kavramının beş görünümü belirlenmektedir. îlki, genellikle bu tip araştırmaların üzerinde durduğu, güçsüzlüktür. Bu, 140 John P. Clark, "Come misurare l'alienazione all'interno di u n sistema sociale", in Alberto Izzo, op. cit., s. 225. (Makalenin ingilizce aslı "Measuring Alienation within a Social System", American Sociological Review, No.: 24/6, December 1959, S. 849-52). 141
Clark'a göre "yabancılaşma kişinin, özgül durumlarda haklı olarak kendisine ait gördüğü role ulaşma çabasında kendini güçsüz hissetmesinin yoğunluğuna bağlı" (ibid., s. 254-5) olduğundan, araştırmasının kesinlikle bu sonuca varmadığı ileri sürülebilir. Ne var ki bu yabancılaşma durumu toplumun bireye verdiği rolün yadsınması d u r u m u n a indirgenebilir. Buna göre de yaşanılan toplumu kabul etmeme biçimindeki bir yabancılaşma kavramına varılabilecektir. Ama burada önemli olan, araştırma alanının daraltılması gereğinin duyulmuş olmasıdır. 142 Melvin Seeman, "A proposito del significato di alienazione", in Alberto Izzo, op. cit., s. 238. (Makalenin ingilizce aslı: "On the Meaning of Alienation", American Sociological Review, No.: 24/6, December 1959, s. 783-91).
108
bireyin varmak istediği amaçlara varamamasının doğurduğu duyumlarla ilişkilidir, ikincisi, etkinliğin olumlu sonuç verebilmesi olasılığına ilişkin olarak, bireyin kendi etkinliğine bir anlam verememesidir. Olumlu sayılan amaçlara varma olasılığı olsa bile etkinlik anlam kazanamamaktadır. Seeman bu d u r u m u "anlamsızlık" olarak nitelemektedir. Üçüncü görünüm kuralsızlıktır; ama bu, kişisel beklentiler bakımından tanımlanmıştır. Yani burada söz konusu olan, istenen amaçlara ulaşmak için caiz olmayan yollara baş v u r m a gerekliliği hakkındaki inançtır. Dördüncüsü, üyesi bulunulan grubun ya da toplumun tipik ilkelerine yeterli olmayan biçimde katılma ya da bu ilkelere yabancılaşma anlamında soyutlanma olmaktadır. Beşinci görünüm ise kendi kendine yabancılaşmadır. Seeman burada hangi şeyden yabancılaşmış olduğunu belirlemenin zor olduğunu ifade etmekte ve şunu da eklemektedir: "açıktır ki burada postülâ olarak verilen, bireyin yabancılaşmış olduğu her hangi bir ideal beşerî durumd u r " . 1 4 3 Doğaldır ki Seeman'ın kesin bir yanılgı içinde olduğunu söylemek olanak dışıdır. Seeman, belirtildiği gibi, görgüsel araştırmaya dolaysız olarak uygulanabilecek kavramsal araçları bulmaya çalışan araştırmacıların, kavramsal sorunlar hakkında en bilinçli olanıdır. Bununla birlikte sorun başka bir biçimde de konabilir. Her hangi bir "ideal" bağıntı şeması olmadan işleyen bir toplum hakkında teşhis yapmanın olanaklı olup olmadığı ve toplumbilimin, yöntembilim uğruna bu teşhisten vazgeçip geçemeyeceği sorusu sorulabilir, ikinci olarak, şunu da vurgulamak gerekir ki bu temel görevden vaz geçilse bile herhangi bir "postülâ"dan kurtulunmuş olmaz, tersine başka bir postülâ kabul edilmiş olur ki bu da. belirtmiş olduğumuz gibi, "toplumbilimsel görecelik"tir. Demek oluyor ki çok güç bir durum içinde kalınmış olmaktadır. Yabancılaşma üzerine görgül araştırmanın en iyi somut örnekleri belki çalışma toplumbilimi tarafından sağlanmıştır. Gerçekten burada toplumbilime özgü gereklilikler, hiç olmazsa bazen araştırmanın toplumsal psikoloji terimleriyle sonuçlanmasını engelleyebilmiştir. Çalışma toplumbilimine ilişkin araştırmalarda, yabancılaşmaya götüren toplumsal bağlam daha kolay soyutlanabilmiştir. Ama bununla birlikte, endüstride çalışan işçinin dünyasıyla, bir bütünlük olarak endüstriyel toplum arasındaki ilinti pek zorlukla karşılaşılmadan belirlenebilir ya da hiç olmazsa kestirilebilir. Sorun açıkça ş u d u r : günümüzde işçilerin büyük bir bölümü için, işlemler, bunların katılımı olmaksızın plânlanmakta, örgütlenmekte ve yönetilmektedir. İyi işçi "düşünen" işçi değil de üretim ile ilgili talimata t a m olarak uyan işçidir, işçi sürekli olarak dıştan yönetilir bir d u r u m a girmiştir. Bu durumda uzmanlaşmış emek, kişiliğini yitirmiş emek olarak karşımıza çıkmaktadır. Çalışmaya işçi kendi kişiliğiyle katılmamaktadır. Ibid., s. 248.
109
Çünkü çalışma etkinliğinin nihaî anlamı hakkında bir fikre sahip değildir ve bu yüzden de bu etkinliğe gerçek bir ilgi duyamamaktadır. Friedmann, "çağdaş belirtiler, işçinin etrafını saran nesnelerin işçinin kişiliğini massettiğini vurgulamaktadır" 1 4 4 derken, nesneleşme olayının altını çizmektedir. Çağdaş insanın çalışma etkinliğine, "yabancılaşma" kavramından daha iyi uyan bir kavram yoktur. Sorunun bu temellerle konuluşunu, genç Marx'm yabancılaşmış emek hakkında söylediklerinden türetmek zor değildir. Bununla birlikte, gördüğümüz gibi, Marx'ta olayın kapsamı çok daha geniştir. Marx'ın ileri sürdükleri yalnızca işçinin çalışma ile ilgili işlevlerini kavramakla kalmamakta t ü m yaşamını, işçinin insan olarak özünü kavramaktır. Üstelik söz konusu olan yalnızca nesneleşmiş işçi, satılabilir duruma getirilmiş emek gücü, çalışma etkinliğinin anlamını kavramaktan yoksun kılınmış emekçi değil, bu işçiden yararlanan işverendir de. Ne var ki çalışma toplumbilimine ilişkin araştırmaların kapsamı çok daha dardır. Marx'ın ileri sürdükleri t ü m topluma yöneliktir diyebilirken, görgül araştırmaların, yapılabilmeleri için, zorunlu olarak ayırdedici, özele yönelik olmaları gerektiğini söyleyebiliriz. Gerçekten, kapitalist ya da endüstriyel toplumun herkesi aynı biçimde etkilediği öncülünden hareket edilirse, araştırma yararsız olmakla kalmaz, olanaksızlaşır diyebiliriz. Marxist sorunsala yakın düşen görgül araştırmalar da, kanımızca, yabancılaşmayı mutlak bir zorunluluk olarak değil de bir olasılık olarak ele almak durumundadırlar. 1 4 5 Örneğin Robert Blauner, "modem endüstride kişilerden nesneymişler gibi yararlanma eğilimi hâlâ sürmektedir ve endüstriyel örgütlenmenin doğası nedeniyle, işçiler üretken kaynak ve bunun yanısıra, bir dereceye kadar, örgütlenmenin amaçlarına ulaşmak için bir araç olduklarından bu belki de kaçınılmazdır" 1 4 6 dedikten sonra, bir bakıma Seeman'144
Georges Friedmann, Problemes humains du machinisme industriel, Gallimard, y.y., 1946, S. 95.
145 "Öznel" yabancılaşma zorunlu bir durum olmayıp, belirli koşullara göre yoğunluğu artıp azalabilerek gerçekleşen bir olasılıktır, demek olanaksız değildir. 145 Robert Blauner, Alienation and Freedom, The Factory Worker and His Industry, The University of Chicago Press, Chicago and London, 1964, s. 33. Blauner'e göre "ileri bir endüstri toplumunun nisbeten bir istikrar kazanması, çalışma dünyasmda, Marx'ın yapıtlarım verdiği ilk endüstrileşme dönemine özgü yabancılaşmanın ağır görünümlerini yumuşatmıştır" (ibid.). Bu, Batı dünyasında yabancılaşma sorunsahyla uğraşan düşünürlerce evrensel olarak paylaşılan bir sav değildir. Kanımızca bu sav, analizin yalnızca fabrika bağlamındaki çalışma etkinliğine belirttiğimiz terimlerle hasredilmiş olmasmdan ileri gelmektedir. Yabancılaşmayla insamn kendi durumu ve gerçek olanakları hakkında siyasal bilinçten yoksun olması anlaşıhyorsa, bu yabancılaşma, Marcuse'nin savlarına göre, ileri endüstri toplumlarındaki iktidarların her türlü "sınıf bi-
110
uı yaptığı ayrıma dayanarak, değişik endüstri dallarındaki işçilerin yabancılaşma derecelerini incelemeye geçmektedir. Ne var ki burada toplumbilimsel yaklaşımın, daha çok psikolojik bir yaklaşım uğruna bir kenara bırakıldığını söylemek olanaklı değildir. Yaklaşım sosyo-psikolojiktir, ama "yabancılaşma, toplumsal örgütlenmenin özgül biçimlerinden ileri gelen bireysel deneyin bir karakteristiği olarak ele alınmaktadır". 1 4 7 Yabancılaşma, bu çalışmada bağlamından ve yabancılaşmayı tahrik eden koşul ve durumlardan bağımsız olarak ele alınmıştır. Üstelik nesnel anlamında yabancılaşmayla öznel anlamında yabancılaşma arasında bir ayrım yapılırsa; ilk durumda yabancılaşma, kapitalist bir toplumda çalışmanın gerçek ve somut koşullarını ifade edebilecekken, ikinci durumda yabancılaşma, üretici ve tüketici olan bireyin bilincine, kendi yabancılaşmış d u r u m u n u n yansımaması anlamına gelecektir. Görgül araştırmaların öznel anlamda yabancılaşmaya yönelik olduklarını ve bu türden yabancılaşmanın bir olasılık olduğunu burada tekrar belirtmek gerekmektedir. Burada yabancılaşmanın ele alınıp incelenmesinde rastlanılan sorunların en güçlerinden birini bulmaktayız. Sorun, toplumun bütününe ve başlıca eğilimlerine ilişkin ifade ya da teşhislerin, farklı kurumlarının çözümlenmesi anlamında değil de toplumdaki ya da herhangi bir toplumsal birimdeki bireylerin olası farklı tutumlarını inceleme alanında, her hangi bir görgül araştırmanın özüne değgin gereklilikle nasıl u y u m haline getirileceğidir. Üstelik bu sorun, kanımızca, ideolojik öncüllerden de bağımsızdır. îlk bakışta ilk yönelimle ikincisi arasında bir çelişme yokmuş gibi gelebilir. Gerçekten t u t u m ve davranışların görgül çözümünden çıkan toplumun bütünü içindeki eğilimlerin, ele alman olayın niceliksel incelenmesi sayesinde belirlenebileceğini söylemek m ü m k ü n olabilir. Örneğin uygulanabilir bir yabancılaşma tanımı yaparak, bir toplumdaki yabancılaşma düzeyini belirlemek için, bu yabancılaşmanın farklı değişkenlere göre tek tek bireyler arasında nasıl dağıldığının araştırma konusu olabileceği ileri sürülebilir. Ne var ki, böylece bireysel t u t u m ve davranışlar ve bunların olası değişiklikleri vurgulanarak, kurumlarıyla linci"ni ve direnme iradesini yok ettiklerinden, azalmış olacağına artmıştır denebilir (Bkz.: Herbert Marcuse, One-Dimensionel Man, Routledge and Kegan Paul, London, 1964). W7 Robert Blauner, op. cit., s. 15. Seeman'ın ayrımına dayanan çalışma toplumbilimine ilişkin görgül bir araştırma için bkz.: Arthur G. Neal, Salomon Rettig, "Dimension of Alienation Among Manual and Non-Manual VVorkers", American Sociological Review, No.: 28/4, August 1963, s. 599-608. Burada yazarlar el işçileri ile kafa işçileri arasında yabancılaşma bakımından karşılaştırma yaparak, yabancılaşmanın değişik görünümlerine göre, bu iki kategoride kısmen farklı sonuçlar bulmuşlardır.
111
t ü m üyelerini kucaklayan toplumun, bireylerin dışında kalan, zorlayıcı, nesnel gücünü azımsama riskiyle karşı karşıya kalınır. Belirtmek gerekir ki, Marx olsun, Durkheim olsun, farklı düşünce yapısına sahip düşünürler, bireye ve onun iddia edilen özerkliğine karşın, toplumsal gerçeğin "nesnel", dışsal ve zorlayıcı niteliğinde mutabıktırlar. 4.
YABANCILAŞMAYA KAZANDIRILAN YENİ BOYUT
Bireylerden ve onların iradelerinden bağımsız zorlayıcı karakteristikler, bireyin rolünden de bağımsız, zorlayıcı değil de yalnızca olası olabilen, bireyden bireye değişebilen öznel karakteristiklerin karşıtıdır. 1 4 8 Yabancılaşmayı nesnel ve öznel anlamlarında ele aldığımız hatırlanırsa, toplumun kurumsal yapısının yalnızca psikolojik faktörlere neden indirgenemeyeceği anlaşılabilecektir. Bunu doğrulamak için toplumüstü gizemli bir gerçeği varsaymak hiç de gerekli değildir. Tersine, bu konudaki ilk düşünürlerin bu gizemli gerçeğini anlamak için, toplumun kurumsal yapısına bakmak gereklidir. Üstelik, insan tarafından yaratılan bir gerçek olan, kurumların, insanların dışında ve onlara yabancı bir gerçek olarak, bireylerin sırtlarına binmesi vurgulanırsa, yabancılaşma sorununa dönülmüş olacaktır. Kanımızca klâsik bir örnek sorunun öğelerini açıklığa kavuşturacaktır. Adorno ve Horkheimer çağdaş batı uygarlığını tanımlarken, psikolojik etkenlerin ve farklılıkların da ötesinde, bu uygarlığın "yabancılaştırıcı" karakterini belirtirken her zaman açık davranmışlardır. Aydınlanmanın Diyalektiği adlı yapıtlarında 1 4 9 her şeyi bir bütün olarak kavrayan eleştirici tutumlarıyla, psikolojik farklılıkların bir değeri olmadığını, tersine, ekonomik ve siyasal egemenlik nedeniyle, toplumun tümüyle birörnek kılındığını ve toplumda bu nedenle bireysel inisiyatif, gerçek bir muhalefet ve direnmenin olanak dışı olduğunu ileri sürmektedirler. Adorno ve Horkheimer'ın bu yapıtlarının kötümser bir marksizme bağlanabileceğini söylemek olanak dışı değildir. Uygarlığın zaferleri yerine barbarlıkların zaferi her zaman olasıdır. Düşünürler kitaplarının girişinde şöyle yazmaktadırlar: "Toplumdaki özgürlüğün ay148 Yabancılaşmaya ilişkin toplumsal gerçek ya da gerçek koşullar, mahiyeti gereği toplumsal yapı içindeki ilişkilerden ileri gelebileceği (örn.: ürüne yabancılaşma, v.b.) gibi, belirli bir teknolojik konumdan (kişisel inisiyatifin sınırlandırılması, işin parça iş haline getirilmesi, önceden belirlenen normların ve hareketlerin yükümlülük durumuna sokulması, v.b.) da ileri gelebilir. Daha geniş anlamıyla ele alındığında nesnel yabancılaşma durumları arasında tüketim biçim ve koşulları da ayırdedilebilir. Gerçekten kapitalizmin gelişmesinin, tüketim alanında, üretimde olduğu gibi, giderek artan inisiyatif ye denetimi gerektirdiği bilinmektedir. ıw Max Horkheimer, Theodor W. Adorno, Dialectlc of Enlightenment, çev. John Cumming, Ailen Lane, London, 1973.
112
dınlanmacı düşünceden ayrılmaz olduğuna ... bütünüyle inanmaktayız. Bununla birlikte sıkı sıkıya bağlı olduğu somut toplumsal biçimler gibi bu düşünce yöntemi biçiminin bugün her yerde görülen geri dönücülüğün tohumlarını içinde barındırdığını aynı açıklıkla anladığımıza inanmaktayız. Aydınlanma eğer bu gerici öğenin bilincine varmazsa kendi ölüm h ü k m ü n ü imzalamış olur". 1 5 0 Biraz daha ilerde bunun ne anlama geldiğini daha açık olarak görmek mümkündür: "Modern insanın çökmüş doğası toplumsal gelişmeden soyutlanamaz. Ekonomik verimlilik artışı bir yandan daha adil bir dünyanın koşullarını yaratırken, öte yandan da teknik araçlara ve bunlara yön veren toplumsal gruplara, nüfusun geri kalan bölümü üzerinde orantısız bir üstünlük sağlamıştır. Ekonomik gizler karşısında birey değerini tümüyle yitirmiştir." 1 5 1 Bu düşünürlerin düşüncesine göre, ekonomik ve siyasal güce sahip toplumsal gruplar, sömürülenlere göre daha özgür değildirler, insanları nesne, insanlararası ilişkileri nesnelerarası ilişkiler haline getiren süreç herkesi aynı biçimde kavramaktadır. "Kendi yaşamını koruma ve sürdürme süreci, ne kadar burj u v a iş bölümü aracılığıyla gerçekleşirse, teknik araçların gerekliliklerine göre kafalarını ve ruhlarını biçimlendirmek durumunda kalan, bireylerin o kadar kendi kendilerine yabancılaşmalarını gerektirir". "Akim ta kendisi her şeyi kavrayan ekonomik cihazın basit bir ayrıntısı haline gelmiştir". 1 5 2 Aydınlanmanın Diyalektiği'ndeki temel düşünceyi kısaca özetlemek gerekirse, amacı bireyi mitoslardan kurtarmakken, aydınlanmanın, bireyi, daha sonra, biçimsel ve değişmez mantık içine hapsettiğini söylemek gerekir. Üstelik, bu mantık, tek tek bireylerin egemenliğine konu olmayan, kapitalist ekonominin örgütlenmesinin mekanik ve insanlık dışı mantığına bağımlıdır. Böylelikle aydınlanmanın paradoksu, kişiyi özgürlüğe kavuşturma görevini yerine getirememesi biçiminde ortaya çıkmaktadır. Ekonomik ve siyasal sistem tarafından kötüye kullanılan, nesneleştirilen bireyler bir hiç d u r u m u n a indirgenmişlerdir. "Kötüye kullanılan topluluğun birliği herbir bireyin yadsınmasından ibarettir; bu, bireyi birey kılabilecek topluma yöneltilmiş bir olaydır". 1 5 3 Özgürleşmenin yerini yabancılaşma almıştır: "Birey kendisinden fiilen beklenen basma kalıp davranış ve tepkilerin bir düğüm noktası haline sokulmuştur. Animizm (canlıcılık) nesnelere can vermişken, endüstriyalizm insan r u h u n u nesneleştirmiştir". 1 5 4 150 151 152 153 154
Ibid., Ibid., Ibid-, Ibid., Ibid.,
s. XIII. s. XIV. s. 29-30. s. 13. s. 28.
113
Burada vurgulanarak belirtilmesi gereken, ekonomik ve siyasal sistem her şeyi kavrayıcı olması dolayısıyla her türlü farklılığı giderdiğinden, psikolojik öğenin tarihsel olarak yadsınmış olduğudur. "Kültür endüstrisi" üzerine yazılmış bölümde bu konuya daha açık olarak değinildiğini görmekteyiz : "... tüketicinin imgelem ve kendiliğindendik güçlerinin körelmesinin nedenlerini her hangi bir psikolojik mekanizmada aramanın gereği yoktur; bizzat ürünlerin nesnel doğası bu yeteneklerin felce uğramasının nedenidir". 1 5 5 Yazarlar biraz daha ilerde şunu ileri sürmektedirler : "Endüstriyel toplumun kudreti insanların benliğini kavramıştır. Kültür endüstrisinin ürünlerinin, tüketicinin dikkati başka yere yönelik olsa bile, özenle tüketileceği bilinmektedir. Çünkü ürünlerin her biri, kitleleri başlangıçtan itibaren, çalışma sırasında ve buna benzeyen boş zamanlarında baskı altında t u t a n dev ekonomik mekanizmanın bir modelidir". 1 5 6 Tarihsel olarak nesnel ve bireyleri baskı altında tutan bir varlık haline gelen toplum fikri, kanımızca, burada ifadesini bulmaktadır. Başka bir deyişle toplum, kendi çerçevesi içindeki yapılardan yararlanarak giderek kendi kendini güçlendiren, bir takım karakteristiklere sahiptir. Bu, kanımızca Marx'tan bir ayrılmayı ifade etmektedir. Gerçekten Marx'a göre, kapitalizmdeki maddi üretim koşulları, bizzat kapitalizmi temelden çürüten niteliklere sahiptir. Aynı düşünürün ileri sürdüğüne göre, tarihin hareketini sağlayan mekanizma üretken güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çekişme olmaktadır. Üretken güçler bilimsel bilgi, teknik donanım ve çalışmanın örgütlenme düzeyine bağımlıyken, üretim ilişkileri ise ifadelerini mülkiyet ilişkilerinde bulmaktadır. Marx'm görüşüne göre, burjuvazi üstünlüğünü, erkini sürdürebilmek için sürekli olarak daha güçlü üretim yöntemleri yaratmak durumundadır. Ne var ki üretim ilişkileri aynı oranda değişikliğe uğramamaktadır. Kapitalist sistem giderek daha çok üretmesine karşın çoğunluğun karşı karşıya kaldığı durum yoksulluktur ve işte bu, aynı zamanda, üretken güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişmenin ta kendisidir. Marx, bu d u r u m u n en sonunda devrimci bir bunalıma yol açacağını ileri sürmüştür. Ne var ki üretken güçlerdeki görülmemiş artış Marx'ın öngördüğünden farklı sonuçlar yaratmıştır. Üretken güçlerin gelişmesi, başka faktörlerin de etkisiyle, toplumsal patlamaya yol açıcı bir neden olmaktan daha çok, bir bakıma kurulu düzenin şu ya da bu biçimde mazur görülmescinin aracı olmuştur. Buna göre de var olan üretim ilişkileri, ussal bir toplum için teknik açıdan gerekli örgütlenme biçimi olarak ele alınabil155 Ibid., 6. 126. 156 Ibid., s. 127.
114
miş, t ü m sorunlar teknik düzenleme, ayarlama sorunları olarak sunulabilmiştir. Bu, çok yüksek bir gelişme düzeyine ulaştıklarında üretken güçlerin üretim ilişkileriyle yeni bir ilinti içine girdikleri anlamına gelmektedir. Bu ilinti, daha önceleri toplumu, toplumun güç yapısını eleştirmek için bir taban sağlarken, artık toplumdaki güç yapısını mazur göstermek için bir olanak sağlamaktadır. Bu değişiklik Aydınlanmanın Diyalektiği'nde saptanmış bulunmaktadır. 1 5 7 Ne var ki Horkheimer ve Adorno, teknolojinin kapitalizmin yıkıcısı olmaktan çok desteği olduğunu söylemenin de ilerisine gitmişlerdir. Başka bir deyişle, t ü m toplumsal yapıyı görüşleri farklıdır. Üretken güçler üretim ilişkileri çelişmesi üzerinde durmadıkları gibi, burjuvazi ile proletarya arasındaki çekişme de ilgileri dışında kalmaktadır. Kalkış noktaları iki akıl kavramı arasındaki kesin karşıtlıktır. Pratik akıl dıştan zorlamalardan kurtulmada temellenmekte ve bireylerin tek tek olsun, topluluk biçiminde olsun iyi bir yaşam sürdürmelerine yönelmektedir. Araçlaştıran (enstrümantal) akıl ise doğanın teknik denetiminde temelini bulmaktadır. Bu t ü r akıl, entellektüel plânda kendini doğa bilimlerinde, pratik plânda çağdaş teknolojide göstermektedir. Tarihsel olarak ikinci türden akıl, pratik aklı gölgede bırakmıştır. İnsanların doğadan öğrendikleri, doğayı başkalarını egemenlikleri altına almak için nasıl kullanacakları olmuştur. Doğanın teknik bakımdan egemenlik altına alınması, kendiliğinden insanları egemenlik altına alma sürecini oluşturmuştur; bu, entellektüel plânda beşerî bilimler ve pratik plânda toplumsal örgütlenme yoluyla, giderek yetkinleşen bir biçimde insanları yönetme olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu anlamıyla aydınlanmanın olguculuğa dönüştüğü, sermayenin hizmetine girdiği, totaliterliğe olanak verdiği ileri sürülmüştür. Adorno ve Horkheim e r ' m düşüncesine göre araçlaştıran aklın başarısı pratik akim başarısı olasılığını engellemiş bulunmaktadır. Horkheimer ve Adorno'da ekonomi politiğin eleştirisinin yerini araçlaştıran aklın eleştirisi almıştır. Bu anlamda Marx'ın çözümleme öğeleri massedilmiş ve yeni bağlamlara kavuşturulmuştur. Marx, m e t a değişimi ilkesini özgül bir mülkiyet sistemiyle ilintilendirmişken, Adorno ile Horkheimer bu sistemi, araçlaştıran ussallığın en yetkin ifadesi olarak görmektedirler. Üstelik, bu ussallığın kökenlerinin kapitalizmin ortaya çıkışından çok öncelere uzandığı belirtilmektedir. Ayrıca bu ussallığın sona ereceği göz önüne getirilse, düşünülse bile bunun ne zaman olacağının kestirilemeyeceği ileri sürülmektedir. 1 5 8 Adorno ve Horkheimer'ın 15' Bkz.: ibid., s. 120-67; Pierre V. Zima, Guida alla scuola di Froncoforte, çev.: Maria Grazia Meriggi, Rizzoli, Milano, 1976, s. 109-11. 158 Horkheimer ve Adorno, potansiyel olarak devrimci proletaryanın da yittiği kanısındadır. Bu ise, gereksinme ve kıtlık deneylerini körelten ve dolayısıyla bu
115
düşüncesine göre felsefenin her iki akıl tipinin karşılıklı birbirlerini eleştirmesini tahrik etmesi ve bu yolla, entellektüel plânda, gerçekte olası bir uzlaştırmayı hazırlaması olanaklıdır. Ne var ki düşünürlerimiz bu entellektüel ereğin kaçınılmaz olduğuna inanmamakta ve iki akıl kavramının uzlaşmasını, doğası tümüyle belirsiz bir ütopya olarak görmektedirler.
deneylerin siyasal alanda yankı uyandırmasını engelleyen, araçlaştırıcı aklın bir başarısıdır (bkz.: Max Horkheimer, Theodor W. Adorno, Dialectic of Enlightenment, op. cit., s. 29-32).
116
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM
YABANCILAŞMADAN SOSYAL POLİTİKAYA
I.
SOSYAL POLİTİKA 1. EKONOMİK VE SOSYAL POLİTİKALAR
Bu konuda öne sürülebilecek ilk düşünce sosyal politikanın betimlemesinin tanımlamasından daha kolay olabileceğidir. 1 Başka bir deyişle, sosyal politikanın sınırları zor belirlenebilir olmasına karşın içeriğinin zengin olduğu ileri sürülebilir. En geniş anlamıyla sosyal politika toplum u n yapısında değişiklik yapmaya yönelik t ü m politikaları kapsamalıdır. Ne var ki hiç bir politika bu kapsamın dışında kalamayacağından, sosyal politika basit tarafından hükümet politikasının bir başka adı olmaktadır. Bu durumda, sosyal politika teriminin anlamlı olabilmesi için genel politikalar b ü t ü n ü n ü n şu ya da bu ölçüde bir alt bölümü olması gereklidir. Tanım konusunda karşılaşılan bir başka güçlük de, geniş bir toplumsal yapının alt-yapıları ve toplumsal yaşamın her görünümünün kendi aralarında çok yoğun bir biçimde karşılıklı ilişkiler içinde ve karmaşık olmalarından ileri gelmektedir. Söz gelimi dış politikayla iç politika arasında kabaca bir ayrım yapılabilirse de bu ayrımı değiştirmeden korumak m ü m k ü n olmayabilir. Örneğin bir ülkenin iç politikası sayılabilecek tarım politikası uluslararası plânda önemli sonuçlar yaratabilir. Ya da dış politikanın çeşitli görünümlerinden, örneğin dış yardım, bir ülkenin iç politikasından sayılabilecek sosyal politikasının bazı ilkelerine sıkı sıkıya bağımlı olabilir. İşte bu nedenlerden ötürüdür ki kesin sınırlar bulmak ya da açık seçik bir tanım yapmak zorlaşmaktadır. Ne var ki bu zorluklar konunun önemini ortadan kaldırmamaktadır. Ayrıca ekliyelim ki yaşamdaki önemli ayrımların çoğu çok belirli olmayabilir ve toplumsal yaşamın girift çok boyutlu spekturumunda bazı alanlar, kesintisiz ışık spektrumundaki renkler algılanıp kavrandığı gibi, kavranılabilir. Sınırların değil de alanın belirlenmesi konusunda açık bir düşünceye sahip olunursa iş daha kolaylaşmış olacaktır. Başka bir sorun da, sosyal politikayı ekonomik politikadan ayırdetmek istendiğinde ortaya çıkmaktadır. Açıktır ki bu iki politika kendi araı Bu konuda bkz.: F. Lafitte, "Social Policy in a Free Society", in W.D. Birrell et al. (eds.), Social Administration, Penguin, Middlesex, 1973, s. 57-65.
119
larında ilişkilidir ve örtüştüklen alanlar bulunmaktadır. Değişik ekonomik ve sosyal politikalar serisi ele alınıp bunların sosyal ya da ekonomik niteliklerinden hangisinin ağır bastığına bakılırsa, bir yanda genellikle ekonomik yanları ağır basan politikalar bulunabilecektir. Para değerini istikrara kavuşturmaya yönelik politika, fiyat politikası, vergi politikasının bir bölümü, maliye politikası, belirli endüstrilere ya da ekonominin özgül bölümlerine yönelik politikalar gibi politikalar genellikle ekonomik yanları ağır basan politikalar olmaktadır. İş mevzuatına egemen olan politikanın sosyal yanının ağır bastığı söylenebilirken, en az ücret politikasının hem sosyal hem de ekonomik yönleri olduğu ileri sürülebilecektir. Oysa sendikaların yapıları ve gelişmelerine yönelik politikaların sosyal yanı ağır basmaktadır. Kimi ülkelerde kartelleri ve tröstleri engelleyen politikaların karakteristiği ekonomikken, söz gelişi, reklâmlarda doğr u bilgi verilmesini sağlayan politikalar, sosyal niteliklidir. Sosyal nitelikleri ekonomik niteliklerine üstün geldiği iddia edilebilecek politikalar arasında örneğin eğitime, yoksullukla savaşa, sosyal güvenliğe ve yardıma, işçi sorununa yönelik politikalar sayılabilecektir. Görüldüğü gibi ekonomik ya da sosyal yönlerinden biri ağırlık taşıyan politikalar olabileceği gibi her iki yönü de içinde taşıyan politikalar bulunmaktadır. Sosyal politikanın belirlenmesini güçleştiren bu d u r u m u n yanısıra, kimi ülkelerde görüldüğü üzere, ekonomik politikaya göre sosyal politikanın daha bırakınız yapsınlarcı karakteri de bu politikanın belirlenmesinde güçlükler doğurmaktadır. Kapitalist dünyada uygulandığı biçimiyle ekonomik politikanın genel ilkelerini algılayıp kavramak galiba daha kolay olmaktadır. Sözgelişi iktisatçı fiyat sistemine düşünsel ilk yaklaşımı ortaya koymaktadır; örneğin fiyat yapısı alternatif maliyetler yapısına denk düşmelidir, denmektedir. Adam Smith'in ünlü örneğini vermek gerekirse, ormanda bir karacadan vaz geçilerek iki kunduz avlama olanağı varsa ve pazardaki fiyat yapısı bir karacanın fiyatının iki kunduz fiyatına denk düşmediği bir biçimde oluşmuşsa, ilk yaklaşımdan ayrılma söz konusudur. Bu ayrılmayı mazur göstermek için değişik yollara baş vurulabilir. Örneğin kunduz derisinden şapka giymenin yakışık almadığı düşünülebilir ve bunların kullanılışının önüne geçmek için bir alım vergisi koyulabilir. Karaca eti yemenin özellikle sağlığa yararlı olduğuna inanılabilir ve karaca eti tüketimini arttırmak için karaca avcılığı malî bakımdan desteklenir. Vergileme kötü adetlere meşruluk kazandırıp teşvik etmedikçe ya da destekleme iyi alışkanlıkları bozmadıkça, kötü adetlerin vergilenip iyi alışkanlıkların destekleneceğini herkes kabul edebilecektir. Aynı biçimde pazar mekanizmasınca belirlenen fiyatlar, gerçek maliyetleri ve y a r a r l a n yansıtmadıkça, b ü fiyatlara düzenlemeler, yasaklamalar, vergiler, malî des-
120
teklemeler ve yardımlarla karışımda bulunulabileceğini herkes kabul edebilecektir. Ne var ki neyin kötü adet, neyin iyi alışkanlık olduğu ayrıntısında geniş bir anlaşmazlık ortaya çıkabilecektir. Bununla birlikte, genel bir ilkenin varlığı, politikanın tartışılması durumunda iktisatçıya, diğer sosyal bilimcilere göre daha fazla bir avantaj sağlamış olacaktır. Ama bu görünürdeki avantaj, kısmen iktisatçıların özellikle toplumsal yapının değişimin egemen olduğu bir parçasını incelemeleri ve değişim sisteminin, heterojen mallar kümesini ortak bir ölçüye indirgeyebilecek para ya da başka uygun bir mal olabilen, ölçü aracını kullanma olanağını gündeme getirme olgularına dayanmaktadır. Doğaldır ki bu gerçek bir avantajdır. Ne var ki iktisadın refah önerileri üretmedeki görünür başarısı, geniş ölçüde, genellikle ifade edilmeyen ve kolaylıkla karşı çıkılabilir ahlâki önermelerde dayanağını bulmaktadır, örneğin, iktisadî kaynakların yeni bir dağılımıyla, kendi değerlendirmelerine göre, hiç kimsenin refahının, başka bir kimsenin aleyhine olmaksızın yükseltilemeyeceğinden söz eden Pareto optimumu, başkalarının kötülüğünü isteyenleri dışta bırakan ahlâkî bir önermeye dayanmaktadır. 2 Üstelik bilindiği gibi siyasal ve uluslararası plânda başkalarının kötülüğünü isteme gerçek bir olay olarak ortadadır. Gelişme hızına bakılırsa, istikrarlı gelişmenin yıllar itibariyle gelişme hızının bir optimuma erişmesiyle tanımlanabileceğini görmek mümkündür. Üstelik bu optimum, mevcut kuşağın değerlendirmesine göre, daha yüksek bir gelişme hızının fedakârlığa değer olmadığı yargısına bağlı olabilecektir. Ayrıca istikrarlı gelişme, gelişme hızındaki dalgalanmaların kabul edilebilir sınırlar içinde tutulması anlamına gelmektedir ki kabul edilebilirlik burada bir belirsizlik unsurudur. Öte yandan istikrarlı gelişme, daha çarpıcı olarak, işsizliğin, kabul edilemeyecek sınırların altında ^utulması olarak da tanımlanabilir. Görüldüğü gibi bunlar ekonomik amaçlardır; şu anlamda ki, para, burada ussal biçimde bir ölçü birimi olabilmektedir ya da gerçek gelirdeki toplam artış haddi, adam başına gerçek ü r ü n de ölçü olabilmektedir. Doğaldır ki negatif bir gelişme hızı talihsiz bir başarısızlık olarak kabul edilebilecekken, yüzde 2'lik bir gelişme hızı, yüzde l'likten, yüzde 3'lük bir gelişme hızı yüzde 2'likten daha olumlu bulunacaktır. Ne var ki yüzde 9'luk bir gelişme hızının yüzde 8'lik2
G. Kazgan, L. Robbins'le birlikte "Kapitalist ekonomide, tüekticinin egemen olduğunu, her ferdin refahını, toplumsal çevredeı bağımsız bir davranışla kendi şartlarına göre maksimumlaştıran 'aşırı ferdiyetçi' yaratıklar olmasını göstermesi dışında" Pareto optimumun pek işe yaramadığım belirtmektedir. (Gülten Kazgan, İktisadî Düşünce veya Politik İktisadın Evrimi, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1974, s. 163). •
121
ten ne kadar iyi olacağı konusunda, yapılması gereken fedakârlıklar bakımından, bir takım tereddütler ortaya çıkabilecektir. H a t t a ekonomik gelişmenin değerlendirilmesinde saf anlamındaki ekonomik düşünceler bile sosyal politika alanına giren kaygılarca değişikliğe uğratılabilecektir. İktisatçı bile artan gelirin paylaşımına kayıtsız kalmayı göze alamayabilecektir. Bundan da öteye bu konuda iktisatçıların söyleyebilecekleri de olabilecektir ama genellikle bunların sonuçlan hakkında önceden bilinebilecek pek bir şey olmayacaktır. Ne var ki nüfusun yüzde 20'sine gelir artışı sağlayıp geri kalan yüzde 80'inin gelirini değiştirmeyen gelişmenin arzu edilebilir bir şey olmadığını ve bu d u r u m u n siyasal sonuçlara yol açabileceği hakkında herkesin düşünce birliği içinde bulunacağını söylemek olanak dışı değildir. Öte yandan, çok eşitlikçi bir toplumda gelişmenin meyvelerinin gelişmeyi başlatanların eline belli bir oranda geçmemesinin de toplumu duraganlaştıracağı ve gelişmeyi durdurabileceği hakkındaki fikirlerin de yer bulabileceği ileri sürülebilir. Gelir dağılımı hakkında iktisadın parlak ilkesi, herkes için gelirlerinin son lirasının aynı anlama gelebilmesidir. Ama, bu son liraya bireylerin vereceği anlamı ölçebilecek kişilerarası bir ölçüt olmadığından, bu ilkenin gerçek yaşamda uygulanabilme şansı ortadan kalkmaktadır. Buna karşılık bu olanaksızlığın yerini siyasal sürecin dış etkilere oldukça açık yapıları, sözgelişi, müterakki vergilerin oranları hakkında aldığı kararlar almaktadır. 2.
OPTİMUM SORUNU
Birçok durumlarda, her hangi bir şeyin optimum düzeyi kavramı gerçek yaşamda zor uygulanabilir olduğu için tatmin edici değildir. Aristo'nun "altın orta"sının doğurduğu rahatsızlık, kimsenin bu ortanın nerede olduğunu bilmemesinden ileri gelmektedir. Bununla birlikte her hangi bir politika alanında ya da her hangi bir davranışta, bu, kaçınılmaz bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bu sorun, üstelik, hem ekonomik, hem sosyal politika alanında önemlidir; örneğin, yüksek ekonomik gelişme oranlarının her zaman en iyi olduğu savunulamaz. Demek oluyor ki burada da optimum sorunu ortaya çıkmaktadır. Kendini çok yüksek bir gelişme hızına zorlayan bir toplum bu zorlamanın bedelini, toplumsal örgütlenmenin bozulması, kuşaklar arasında kopukluk ve geleneksel bütünleştirici sisteminin çözülmesiyle ödemek durumuyla karşı karşıya kalabilecektir. Ama genellikle rastlanan durum odur ki, toplumdaki politikaları plânlayan kimse ve grupların kafa yapıları çok boyutlu olup, yaptıkları, toplumun, optimum dolaylarında olmasını sağlamak yolundadır. Ekonomik gelişme hızı sıfırsa arttırılması gereği açık seçik ortadadır; ekonomik dalgalanmalar büyük bir depresyon doğurmuşsa bu azaltılmalıdır. 122
Bir topluluk üyesi olma duyguları zayıflayıp ya da yitip yaygın başkaldırmalar, yıkıcı grevler, kişisel güvenliğin ortadan kalkması ya da savaşla sonuçlanacaksa, toplumu bütünleştirici sistemlerin önemi ortaya çıkacaktır. Optimumdan daha aşağı bir düzeyde bulunuluyorsa, bu optimumun aşılabilmesinden kaygılanmamak gereği de ileri sürülebilir. Gerçekten uluslararası sisteme bakıp, bunun insanoğluna maliyetini düşünüp dehşete düşmemek çok zor olmakla beraber, dünyayı bütünleştirmede başarısızlığın insanlığın varlığına malolacağmı ileri sürmek abartma sayılmamalıdır. Kapitalist ülkelerin iç yapılarına bakıldığında sınıf yapılarının, farklılaştırıcı yapılarının topluma olan yüksek maliyetini görmemek olası değildir. Üstelik bu ülkelerin toplumsal bütünleşmelerinin optimum düzeyinden daha düşük bir düzeyde oluşturulduğu ve optimuma varmak için an• lamlı olabilecek girişimlerde pek bulunulmadığı da ileri sürülebilecektir. Kuramsal modeller ve daha yetkinleştirilmiş bilgi edinme yöntemlerinin yardımıyla, kapitalist ekonomide depresyondan kaçınma, istikran sağlama ve pekiştirme ve hattâ gelişme hızını arttırabilme olanaklannın ortaya çıkarılacağına güven duyabilir. Geniş anlamıyla sosyal politika alanına bakıldığında, burada bir bütünleştirici düşüncenin ve bilgi toplama sürecinin pek geliştirilemediğini söylemek mümkündür. Bu nedenle de sosyal politikayı yönlendirme çabalarının engellenmesi ya da sınırlanması d u r u m u n u n ortaya çıkması çok şaşırtıcı olmamalıdır. Üstelik geniş anlamda sosyal politika girişimlerinin de amaçladıkları sonuçlara t a m anlamıyla vardıklarını ileri sürmek m ü m k ü n olmamaktadır. Örneğin polis örgütünün güçlendirilmesi çabaları suçluluğun artmasını engelleyememektedir. Gençlik için hazırlanan programlar ve iş olanaklan gençlik suçluluğunu azaltıcı etki yaratamamaktadır Yoksulluğu giderici programlar yoksulluğun azalmasını sağlayamamaktadır. İş hukuku mevzuatının geliştirilmesine ve sosyal güvenlik programlarının yaygmlaştınlmasma karşın kitleler bu mevzuatın ve programların dışında kalabilmektedir. Uluslararası sistemde yetkinleştirici yöntemlerin uygulanmaya konmasının savaş tehlikesini azaltıcı bir etki yarattığı söylenememektedir. Şehirleşme alanında gösterilen çabalara karşın kentler giderek örgütsüzleşmektedir. Sosyal yardım çabaları amaçlanan sonuçlara ulaşmaktan uzak kalmaktadır. Eğitime verilen önem belki okur yazar oranını arttırmıştır ama uygar ve aydın kişilerin yetişmesinde pek başarılı olmamaktadır. Geniş anlamda sosyal politika bakımından kapitalist ülkelerin verdikleri genel görünüm insanı karamsarlığa götürecek niteliklere sahip olmakla birlikte, ekonomik politikada oluşan gelişmeler, sosyal alanda da bir takım değişiklikler olabileceğinin ip uçlarını, kanımızca, sağlamakta123
dır: Gerçekten, gelişmiş kapitalist toplumların 1930'lu yıllarda yaşamış oldukları, t ü m toplumu tehdit eden işsizlik olayı, o günlerde ekonomik politika alanında doğurmuş olduğu, ümitsizlik duygusunu artık doğurmamaktadır. Çünkü artık bu olayın tekrar etmemesi ya da hafif geçiştirilmesi için gerekli olan önlemler, o günlere oranla daha açık bilinmektedir. Demek oluyor ki, bir bakıma ekonomi alanında alınan ders, yani belirli bir olayın ya da sistemin kaynaklarının sonuçlarından çok uzakta olduğu konusundaki bilinç, sosyal politika alanında da alınmak durumundadır. 3.
EKONOMİK VE SOSYAL YAKLAŞIM ARASINDAKİ KARŞITLIK
Sorunlara ekonomik ve sosyal bakımdan yaklaşım arasındaki karşıtlık, en az yaşam düzeyinin sağlanması konusunda görülebilir. Belirli bir gelişme düzeyine ulaşmış tüm toplumların, hiç olmazsa potansiyel olarak, kendi toplum üyelerinin altına düşmeyecekleri bir en az yaşam düzeyini sağlamada bir takım sorumlulukları üstlendikleri ileri sürülebilir. Başlangıçta bu, dilencilik, yoksullara yardım, geniş aile gibi yöntemlerce gevşek ve örgütlenmemiş biçimde sağlanmıştır. Ne var ki bu sistem o denli gevşektir ki t ü m gereksinmesi olanları, yani yoksulları kapsıyamamıştır 3 . Ne var ki toplumun örgütlenme yetenekleri geliştikçe o noktaya varılmıştır ki, I. Elizabeth çağı Yoksul Yasası'nda (15'72) olduğu gibi, toplumun kendisi toplumsal bir asgarînin sorumluluğunu üzerine almıştır. 4 Toplum zenginleştikçe toplumsal asgarî de buna uygun olarak artma eğilimi göstermiştir. Bu soruna saf ekonomik yaklaşım, hiç böyle bir yaklaşım durumu olmamış olmakla birlikte, basit tarafından, zengin olsun, yoksul olsun, çalışır olsun, işsiz olsun, yaşlı olsun genç olsun, çalışma yeteneğine sahip olsun olmasın her vatandaşın hakkı olan bir en az gelirin belirlenmesi olarak ortaya çıkabilirdi. Ne var ki bu çözüm başlangıçtan itibaren kabul edilebilir bir çözüm olarak görülmemiştir. Yapılan, geçim yardımı görenleri yoksul olarak niteleyerek, toplumsal bir farklılaştırma yaratılması olmuştur. Buna ilişkin olarak, yoksulun yoksulluğunu hafifletecek yardımların, üretken olmayanların üretken olanları sömürmesine varacağı hakkındaki kaygı ve korkular her zaman genel geçerliğini korumuştur. Buna göre de, vatandaşlara para ödenmesini öngören saf ekonomik çözüm yerine, mal yardımlarını, çalışma yerlerini ve bugünkü sosyal yardımcılara benzetebileceğimiz kimselerin yoksulluğu hafifletici 3 Bu konuda bkz.: Jean Pierre Gutton, La societâ e i poveri, çev.: Carlo Capra, Mondadori, Milano, 1977, s. 60-74, 80-93. * Bu konuda bkz.: Paul Mantoux, op. cit., s. 431-3. Belirtmek gerekir ki çalışma gücünü tümüyle yitirenler dışındakiler, toplumun sağladığı asgarî karşılığı çalışma evlerinde çalışmak zorundaydılar. 124
önlemleri yönetmesini öngören çözümlere başvurulmuştur. Bir bakıma, böylesi bir çözümün ardında, yardım görenlerin bu yardıma muhtaç olması ve yapılan yardımın insanın kendi yaşamını kendisinin sürdürmesi eğilimini köreltmemesi gerekliliği hakkındaki düşünceler yatmıştır, denebilir. 5 Bu düşüncelere ilişkin tartışmaların sürdürülmüş olması ve henüz t a m bir çözüme varılamamış olması, sosyal politika sorunlarının ekonomik çözümleri aştığını göstermektedir. 6 Geniş anlamda sosyal politikanın değişik görünümlerinin ortak paydası ve onu sırf ekonomik olan politikadan ayıran nokta, daha önce de değindiğimiz gibi, toplumu bütünleştirici olmaya yönelik bir sistem olmasıdır. Bu politika toplumsal yaşamın işçi-işveren arasındaki alış-verişle belirlenen belirli değişim ilişkilerini kapsayacağı gibi, bir statüye, bir hakka, bir topluluğun üyesi olmaya bağlı olabilen, tek yanlı alış-verişe benzemeyen, gelir ve hizmet transferlerini de kapsamaktadır. Geniş anlamda sosyal politikanın ilgili olabileceği, okul, aile, sosyal yardım, sosyal güvenlik, suçlulukla savaş, iş mevzuatı, sendikacılık v.b. gibi kurumlar, az ya da çok, bireyin topluma kazandırılması amacının gerçekleşeceği y a da bireyin kendi öz benliğini bulacağı alanlar olmaktadır. Sosyal politikanın amacının, bireyin kendi aleyhine olan ticaret hadlerinden ya da başka bir deyişle "çok" vermesi karşılığında "az" alması d u r u m u n d a n m e m n u n olmasını ikna ya da zorlama yoluyla sağlamak olduğunu söylemek, her hal ve kârda çok aşırılığa gitmiş olmak anlamına gelecektir. Günlük yaşamdaki fizik mal alış verişlerinde ticaret hadlerinin her iki yan için uygun olabileceğini ileri sürmek yanlış olmayacaktır : bir yanın vazgeçtiğini öteki yan edinmektedir. Başka bir deyişle her iki yanın toplam tatmini alış-verişin maliyetini aşmaktadır. Ne var ki insanlarla insanlar ya da insanlarla örgütler arasında oluşan, daha üstü kapalı alış verişlere ya da değişimlere bakmaya çalışılırsa, bir yanın vaz geçtiğinin zorunlu olarak öteki yanın edindiğine eşit olmadığını görmek m ü m k ü n olabilecektir. Bu durum özellikle emek gücünün satılıp satın alındığı endüstri ilişkilerinde ortaya çıkmaktadır ki, bu yüzden iş gücü piyasası, evrensel olarak, ekonomik değil de sosyal yönü ağır basan bir 5
s
Bkz.: ibid., s. 435. Adam Smith Yoksul Yasaları'nın kişileri bulundukları yerlere bağladığından, serbest dolaşımı sınırladığı ve dolayısıyla bu durumun ücretlerin eşitlenmesini engellediğinden yakınmaktadır. Bkz.: Adam Smith, The Wealth of Nations, op. cit, Vol, I, s. 126-8. En az ücretlere ilişkin olarak Prof. Dr. Talaş, "son zamanlarda en az ücretlerin saptanmasında üzerinde durulan bir başka amaç ta, ulusal gelirin adil bir dağılımını sağlamaktır" (Cahit Talaş, Sosyal Ekonomi, S. Yayını, Ankara, 1976, s. 61), derken "adil" sözcüğüyle bir sosyal politika amacını, kanımızca vurgulamaktadır. 125
k u r u m olarak görülmektedir. Iş gücü piyasasında işçi zamanının ve emek gücünün alternatif kullanımlarından vaz geçerken, işveren emeğin ürününü elde etmektedir ki, bu, vaz geçilen kullanımdan tümüyle farklı bir şeydir. Buna göre, alış-verişte bir şeylerin yittiği anlamında, değişim ilişkisinde yüksek maliyet olasılığı çok fazladır. İşte sosyal politika bunun gibi, ticaret haddinin işçinin aleyhine oluştuğu durumlara karışacağı gibi, geniş anlamıyla, toplum içinde bulunan ve topluma kattığından daha az edinen gruplarla, gerekli enerji ve zamana sahip olup da toplumun tam anlamıyla üyesi olarak topluma katkıda bulunmayı yadsıyanlarla uğraşacaktır. Başka bir deyişle, sosyal politikanın geniş uğraşı alanı, toplumdaki yabancılaşmış ilişkilerin olanaklar ölçüsünde giderilmesini, toplumun yabancılaşmış bireylerinin olanaklar elverdiğince öz benliklerine kavuşmasını kapsamaktadır. Bu her iki alan toplumun bütünleştirilmesiyle ilişkilidir. Buna göre toplumsal alandaki çözülmeler yabancılaşma sorununu gündeme getirmekteyse, sosyal politika bütünleşmeye yönelik kurumlara dayanmak durumundadır. Düşük düzeyde bütünleşmiş, örgütlenememiş, içinde hiziplere parçalanmış, yoğun çekişmelere sahne olan toplumlar, uygun bir yasa ve düzen çerçevesi kuramadıkları gibi çok yönlü bir gelişme için gerekli insanlararası karşılıklı güveni sağlayamamış toplumlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaşanan birçok örneklerin de gösterdiği üzere, yeterli düzeyde bütünleşme sağlıyamama ekonomik gelişmeyi duraklatacağı gibi ters yöne bile çevirebilecektir; toplumun d u r u m u n u yetkinleştirecek kaynaklar ise, bu durumda, çekişme ve güvensizlikler ortamında boşuna harcanmış olacaktır.
4.
SOSYAL POLİTİKA VE YABANCILAŞMA
Geniş anlamında sosyal politikanın, siyasal alan dışında kalan bireylerarası güç ve fırsat dağılımıyla ilgilendiğini söylemek mümkündür. Bu anlamıyla sosyal politika, zengin ile yoksul, işveren ile işçi, sendikalı olanla olmayan, ev sahibi ile kiracı, erkeklerle kadınlar, ana-babalarla çocuklar, kafa ve bedence normal olanlarla olmayanlar v.b. arasındaki ilişkilerle uğraşacaktır. Bu bakış açısına göre toplumsal yaşamın ve insanlararası ilişkilerin t ü m ü n e yakın özellikleri sosyal politikanın ilgi alanına girmektedir. Bu alanı daraltma amacıyla günümüzün toplumuna bakıldığında, sosyal politikanın özünde ekonomik ilişkilerle ilgilenmediğini, ama ekonomik ilişki ve beklentilerin ne dereceye kadar yaşamın diğer alanlarında egemen olacağı ile ilgili olduğunu ileri sürmek mümkündür. Başka bir deyişle sosyal politika, rahatlıkla piyasanın sorumluluğuna bırakıla-
126
bilecek geniş tatmin alanının dışında kalan, maddi, kültürel, duygusal olabilecek gereksinmelere yöneliktir. 7 Sosyal politikanın bu açıklamalarının içerdiği temel düşünce, siyasal otoriteden soyutlandığında, toplumun hızla tahammül edilmez bir dur u m a geleceğidir. Toplu ve ortak eylem yoluyla ve özellikle piyasadaki güçlere devlet karışımının uygulanmasıyla toplum, kendi haline bırakıldığında doğal olarak izlemeyebileceği yöntemlerle, kamu örgütlenmesi olmadan erişilemeyecek, genel kabul gören ereklere yöneltilmek istenmektedir. Sosyal politika aracılığıyla ekonomik olmayanın ekonomik olana üstünlüğü ve yaşam biçiminin geçinip gitmekten daha önemli olduğu hakkındaki inanç ileri sürülmektedir. Bu anlamıyla sosyal politika insanlık kadar eskidir. 8 Antropologlar ve iktisat tarihçileri, insanların genellikle, ilkel olsun, gelişkin olsun, topluluk halinde yaşadıklarını ve ekonomik sistemlerin insanların toplumsal ilişkilerince kapsandığım göstermişlerdir. Bu olguların ışığında, endüstriyel devrime başlangıçta verilen karşılığın, insanlığın olağan gelişiminden şaşırtıcı bir sapma oluşturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu durumda sosyal politika, endüstriciliğin değişikliğe uğrattığı yaşamın yeni ve insancıl normlara kavuşmasını amaçlamıştır. Endüstriyel devrimle birlikte ortaya çıkan, bireysel kazanç güdüsüne dayalı, kendi kendini düzenleyen, rekabetçi bir piyasa ekonomisi kurma çabaları, toplumu piyasanın bir uzantısı olarak yönetmek amacım da içermiştir. Ekonomi toplumsal ilişkiler içine oturtulmak yerine, sosyal ilişkiler ekonomi içine hapsedilmek istenmiştir. Başka bir deyişle, toplumun ekonomik düzenlemeleri denetlemeye hakkı olmadığı, toplumun iyiliği için insanların topluca ve ortaklaşa kurumlar meydana getirmesine hiç gerek olmadığı, tersine t ü m toplumsal düzenlemelerin piyasa güçlerince belirlenmesine toplumun göz yumması gerektiği hakkındaki düşünceler, endüstriyel devrimin gündeme getirdiği düşüncelerdir. Bu düşüncelere ve bunlara uygun olarak yapılanlara tepki ve bunları protesto, sosyal politikanın ilk dayanağıdır. Sosyal politika bir başka dayanağını, bırakınız yapsınlarcı düşüncenin toplumsal sonuçlarının ekonomik bakımdan yetersiz olduğunun anlaşılmasında bulmuştur. B u n u n da ötesinde ekonomik liberalizmin, ilkede demokratik bir yaşam biçimine bağlı ve endüstriciliğin nihaî olarak özgürleştirici ve yetkinleştirici sonuçları hakkında iyimser bir dünya görüşünün yalnızca bir yüzü ol7 Benzer bir görüş kara, 1967, S. 5-6. 8 Benzer bir görüş İstanbul, 1966, s. na, Milli Mecmua
için bkz.: Cahit Talaş, Sosyal Politika, Sevinç Matbaası, Aniçin bkz.: Orhan Tuna, Sosyal Siyaset, Giriş, Sermet Matbaası. 15; ayrıca: Gerhard Kessler, İçtimai Siyaset, çev.: Orhan TuBasımevi, İstanbul, 1945, s. 3-4. 127
duğunu ve bu ümitlerin aldatıcı olmadığını söylemek mümkündür. Ne var ki endüstriyel devrimle ortaya çıkan kapitalizm başlangıçta ne demokrasici ne de eşitlikçi olmuştur. Özellikle fabrika sistemi içinde yer alan makinalar arası iş bölümü ve işçiler üzerindeki merkezî fabrika yönetimi ve fabrika kuralları ne demokrasiye ne de eşitliğe yer vermiştir. Üstelik iş bölümü ve fabrika kuralları nedeniyle, nesnel anlamında ürettiği ürüne yabancılaşan işçi, öznel anlamında, kişisel inisiyatifi sınırlanarak ve engellenerek, makinanın bir uzantısı haline getirilerek iş sürecine, iş arkadaşlarına ve kendi benliğine yabancılaştırılmıştır. Endüstriyel devrimin, başka bir deyişle, kapitalizmin yaratığı olan işçi varmak istediği amaçlara varmadaki güçsüzlüğü derinden duymuştur. Üstelik, varmak istediği olumlu amaçlara varmada, etkinliğinin bir anlam taşımadığının farkına varmıştır. Iş arkadaşlarıyla olan ilişkisinin anlamlı bir ilişki değil de, sadece makinaların uzantısı olmaktan ileri gelen bir ilişki olması nedeniyle, işçi öteki işçilerden de soyutlanmıştır. Kapitalizmin ilk dönemlerinde ortaya çıkan bu karanlık tablo, sosyal politika aracılığıyla daha bir demokratik, daha az eşitsiz bir toplumun yollarını açmıştır. Dolayısıyla sosyal politikanın bu karanlık tabloda başka bir temelini bulduğunu ileri sürmek mümkündür. Üstelik şunu da söylemek m ü m k ü n d ü r ki, endüstriyel devrimle hızlanan bilimde, teknikte ve teknolojideki ilerlemeler, insanlık tarihine oranla kısa sayılacak bir zaman sürecinde, insanoğlunun yoksulluğun, zahmetin, cahilliğin, açlığın eziciliğinden nisbeten de olsa kurtulmasının olanaklarını yaratmıştır. İnsanoğlunun fırsatları ve seçme olanakları giderek nisbeten zenginleşmeye başlamıştır. Ne var ki geniş kitlelerin, devletin toplumu düzenlemekte en önemli etmen olarak güçlendirilmesine gidilmemiş olması durumunda, bu gibi avantajlara kavuşma olanağını bulabilmiş olduklarını söylemek güçleşecektir. İyi gelişmemiş kamu hizmetleri, devletin toplumsal yaşamın sayısız noktalarına karışımda bulunmaması durumunda, karmaşık bir biçimde karşılıklı ilişkiler içinde bulunan, hızla değişen, şehirlemiş kitle toplumu yaşamını sürdürmekte önemli zorluklarla karşılaşabilir. İşte sosyal politikanın bir başka dayanağını da burada görmek m ü m k ü n olmaktadır. Gerçekten de kentsel-endüstriyel yaşama kendisini uydurmak isteyen her ulus, siyasal sisteminden bağımsız olarak, sosyal politikaya yönelmek zorunluluğunu duymaktadır. Üstelik, daha önce de değinmek fırsatını bulduğumuz gibi, sosyal politikanın toplumları bütünleştirici etkisi de sosyal politikanın ayırıcı özelliklerinden başlıcasıdır; buna göre, hızlı endüstrileşme ya da toplumsal değişme içinde bu etkisiyle, sosyal politikaya gereksinme daha açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. İngiliz sosyal politika deneyimine bakıldığında bu deneyimin kendi özgül bağlanımca belirlendiğini söylemek m ü m k ü n d ü r : daha önceleri bi128
linmeyen endüstricilik macerasına atılan ilk büyük "az gelişmiş" ülke İngiltere olmuştur, endüstrileşmeyi ya da toplumsal değişmeyi denetleme sanatı, başka bir deyişle sosyal politika İngiltere'de büyük zahmetler pahasına edinilmiştir. Endüstricilik eski İngiltere'nin göze batan eşitsizliklerine yeni eşitsizlikler eklemiş ve toplumsal zorluklar giderek devlet karışımını daha da gerekli kılmıştır; ne var ki devlet karışımını teşvik edenler, kurulacak özgür toplumun giderek devlet karışımını daha az gerekli kılacağı düşüncesinde olmuşlardır. Sosyal politika temaları, ilk yaklaşımlardan bu yana fizik donanım, yaşama ve çalışma koşulları üzerinde egemenlik kurma; ekonomik, toplumsal ve fizik bakımdan handıkaplıları koruma; sağlıksızlık yaratan koşulların, işsizliğin ve gelirin kesilmesinin önüne geçme; salt piyasa işlemlerince karşılanmayan ya da piyasanın göz ardı ettiği genel gereksinimleri karşılama üzerinde yoğunlaşmıştır. Başlangıçtan itibaren düzenleyici ve yeniden paylaşımcı önlemler herkese, ancak yeterli ve en az oranda da olsa, gereksinmelerin karşılanması ve fırsat sağlanması yönünde ilerlemiştir, denebilir. İngiliz sosyal politika deneyiminden çıkardığımız bu temalar sürekli olarak yetkinleştirilmiş bir uyumluluğa yöneliktir, amaç hiç olmazsa öznel anlamıyla yabancılaşmadan kurtulmuş bireylerden meydana gelmiş bir toplumdur; başka bir deyişle bu temalar, iç çekişmelerini olabildiğince azaltmış, bütünleşme çabaları içinde olan bir toplumun temalarıdır. Sorun, yabancılaşmanın aşılarak, genellikle belirtildiği üzere, sorumluluğun, özgürlüğün, eşitliğin ve toplumdaşlığın daha zengin ve daha az karışık bir toplumda elde edilmesi sorunudur. Bunun da ötesinde, demokrasiyle birlikte yaşamını çok kolay olmayan bir biçimde sürdüren kapitalizm ya da endüstriciliğin, sıkı bir denetim altına alınmazsa yaratacağı servet farklılıklarının, vatandaş-işçilerin demokratik duygularını aşağılayacağı ve onların zorluklarla elde edilmiş nisbî özgürlüklerini tehlikeye atacağını ileri sürmek mümkündür. Buna göre toplumun, yaratılan gelirlerdeki farklılığı gideremezse, daha çok yeniden paylaştırıcı önlemlere başvurmak d u r u m u n d a kalacağı söylenebilir. Buna göre sosyal politika önlemlerini, bireyleri, emekçi ve tüketici olarak, sırf daha akıllıca bir rekabet için don a t a n önlemler olarak ele almamak gerekmektedir. Bu önlemler yalnızca işçilerin bağımlılıktan özerkliğe tırmanışlarında, "zengin toplum"un kapısında bir yana atılacak, koltuk değnekleri de değildir. Tersine, hiç olmazsa toplumun geliştiği hızla gelişen sosyal politika, kendi endüstriciliğini demokratik ereklerin hizmetine sokmak isteyen bir toplumun vazgeçilmez bir aracı olmalıdır. Ancak bu anlamıyladır ki, sosyal politika işçilerin yalnızca özerkliğini sağlamış olmayacak, bunun da ötesinde katılmalı bir özerkliğe varmanın yollarını açmış olacaktır. İşçi bu takdirde, işyerinde, sendikasında ve geniş anlamda siyaset alanında yaşadığı güç129
süzlük, anlamsızlık, kuralsızlık, soyutlanmışlık ve kendi benliğinden kopmuşluk deneylerinden, kısacası öznel yabancılaşmışlık d u r u m u n d a n kurtulma olanaklarına kavuşmuş olmaktadır.
II.
SOSYAL POLİTİKANIN NİTELİĞİ VE İŞÇİNİN YABANCILAŞMA OLGUSUNA YÖNELİK BAZI ÖNLEMLERİ 1. SOSYAL POLİTİKANIN NİTELİĞİ
Geniş anlamıyla sosyal politika alanını giderek daraltarak ele aldığı miza göre, yurdumuzdaki literatüre bakarak, dar anlamıyla sosyal politikanın, Prof. Kessler'e göre, "sosyal sınıfların hareketleri, tezatları ve mücadeleleri karşısında devleti ve hukuk nizamını ayakta tutmağa ve idame etmeğe matuf bir siyaset" olduğunu görmek mümkündür. 9 Prof. Tuna'nın tanımlamasına göre ise, sosyal politika "kapitalist ekonomi düzeninde iki sınıf arasındaki tezatları ve mücadeleleri hafifletmeğe, m ü m k ü n olduğu takdirde bunları ortadan kaldırmağa, mevcut ve mer'î nizamı devam ettirmeğe ve sağlamlaştırmağa müteveccih bir siyaset olarak ortaya çıkmaktadır". 1 0 Prof. Talas'a göre "sosyal ekonominin gayesi sosyal adalet ve barış olan, umumi iktisadın tabiî kanunlarını tashih ve sınıf tezatlarının hafifletilmesini öngören bir 'sosyal muvazene ve itilâf ilmidir ... sosyal ekonominin sıklet merkezini, her şeye rağmen iktisaden zayıf dur u m d a bulunanların ve işçilerin himayesine matuf tedbirler ve bu maksadı sağlayan sosyal politika teşkil edecektir". 1 1 Görüldüğü gibi, ilk iki tanım daha çok yürürlükteki düzeni sürdürmeye önem verirken, son tanım daha çok zayıf durumdakilerin ve işçilerin korunmasını vurgulamaktadır. Kanımızca, ilk iki tanım, daha önce de değindiğimiz, toplumun bütünleştirilmesine yönelik bir görüşü paylaşmaktadır. Oysa son tanım, işçilerin korunmasının nedenini araştırmaya götürmektedir ki, tanımın sahibi Prof. Talaş bu konuda, "makinaların vücut vermiş olduğu sanayi devrimi ile birlikte iş bölümü (nün) de gittikçe gelişti"ğinden; "bir malı üretmek için belli işlerin tesbit edilmiş bulunan süreler içinde yapılması zarureti (nin), işçilerin artık istedikleri şekilde ve süratle çalışma durumlarım değiştirmiş ve onları bir bütünün bir çarkı haline getirmiş" olmasından; "makinaların çoğalması ve süratle yenilenmesi zarureti bir taraftan sermayeye duyulan ihtyiacı arttırırken diğer taraftan da sermayenin kudretini çoğalf'masından ve "bu keyfi9
Gerhard Kessler, op. cit., s. 4. ıo Orhaıı Tuna, op. cit., s. 16. U Cahit Talaş, Sosyal Politika, op. cit., s. 7.
130
yet (in) emeğin sermaye tarafından istismarı kaidesini doğur"masından; 1 2 "makina çağı(nın), b ü y ü k m i k t a r d a işçi kütlelerini bir makina etrafında çalışmaya mecbur etmiş, yani b ü y ü k fabrika hayatını y a r a t m ı ş " olmasından; "bu b ü y ü k fabrika hayatı içinde gittikçe a r t a n bir iş bölümü (nün) vücuda gelmiş, işçi(nin) eski devirlerde olduğu gibi emeğinin direkt neticesini g ö r m e k gibi m a n e v î z e v k t e n y o k s u n k a l a r a k a d e t a
makinanm
bir parçası haline gelmiş" olmasından ve "makinalar gelişip yayıldıkça, başlangıçta uzun çalışma süreleri, düşük ücretler, işsizlik, küçük yaşta çocukların çalıştırılmaları gibi sonuçlarla işçiler için uygun olmayan bir d u r u m ( u n ) " yaratılmış olmasından 1 3 söz etmektedir. Anlaşılacağı gibi Prof. Talaş, işçilerin yabancılaşması sorunsalına bir t a n ı m ı n dar çerçevesi dışında değinmiş bulunmaktadır. Öte yandan, Prof. Tuna da sosyal politikanın niteliğinden söz ederken, sorun "kalitatif yönden ele alındığı takdirde, modern endüstri cemiyetlerinde, ücret karşılığı çalışan fertlerden m ü r e k k e p sınıf dışında kalan grup ve sınıfların iktisadî serbestliklerini muhafaza etmekte olduklarını ... Halbuki işçi sınıfı(mn) u m u m i y e t le i k t i s a d î b a ğ ı m s ı z l ı k t a n m a h r u m v e istihsal m a l l a r ı n a s a h i p " o l m a d ı k l a r ı n ı b e l i r t i p , " b a h i s k o n u s u sınıf e k o n o m i k b a k ı m d a n s e r b e s t çalışabil-
m e k imkânlarına sahip bulunmadığı gibi, aynı sınıf çalışma hayatında bazı ağır risklerle karşı karşıya gelmektedir. ... öteden beri yapılan tecrübeler sosyal nizamı tehdit eden başlıca tehlikelerin, bilhassa bu çalışan sınıftan geldiğini göstermektedir" demektedir. 1 4 Görüleceği gibi, Prof. Tuna'nın vurguladığı nokta, emeğin yabancılaşmasını doğuran bağımlı çalışmadan başka bir şey değildir. Üstelik sosyal düzeni tehdit eden tehlikelerin bu sınıftan geldiğini belirterek, paylaştığı toplumu bütünleştirici görüşü de dolayısıyla desteklemektedir. Bu yaptığımız geniş alıntılar bir y a n d a n ülkemizdeki sosyal politika literatürünün, dolaylı da olsa, yabancılaşma sorunsalına ilk değinişini açıklarken, öte y a n d a n dar anlamda sosyal politikanın "işçi sorunu"na ya da eski deyimiyle, "sosyal sorun"a bir cevap oluşturduğu kanısına bizi götürmektedir. 1 5 Gerçekten sosyal politika bir seri özgül çalışma ve işçi sorunlarına ve bu arada örneğin işsizliğe, iş kazalarına, çocuk ve kadın işçi çalışmasına, meslek hastalıklarına, iş uyuşmazlıklarının önüne geçilmesine, bu uyuşmazlıklar ortaya çıkarsa kotarılmasına ve düzenlenme12 Ibid., s. 2. (Altını biz çizdik). 13 Ibid., s. 2*7-8. (Altını biz çizdik). 1 4 Orhan Tuna, Sosyal Siyaset, Giriş, op. cit., s. 18. (Altını biz çizdik). ıs Prof. Tuna, dar anlamdaki sosyal politikanın içeriğini işçi sınıfının meydana getirmediğini savunmaktadır (ibid., s. 26). Ne var ki ileri sürdüğü önlemler zaten geniş anlamda sosyal politikaca kapsa ndığıı? dan bu görüşe katılmak olanaksızlaşmaktadır. 131
sine, işçi devrine, ücret sorununa ve ücret ödeme yöntemlerine, bilimsel yönetime ilişkin sorunlara cevap aramaktadır. İşte "işçi sorunu" bu konuları içeren uygun bir ortak payda olarak karşımıza çıkmaktadır. Sorunun etik ve moral yanlarının da olduğunu göz ardı etmeden, daha önceki bölümlerde de açıkladıklarımıza dayanarak, sosyal politikanın temelinde, özellikle işçinin nesnel ve öznel yabancılaşmasının yattığını ileri sürebiliriz. Gerçekten sosyal politika, işçinin ürününe, iş sürecine yabancılaşmasının yanında, kendi benliğinden uzaklaşmasına çözüm olarak, şu ya da bu ölçüde onarıcı, az ya da çok telafi edici, kısacası işçiyi sorumlu, özgür, eşit ve topluluk bilincine ulaşmış bir birey haline getirmenin yollarını araştırmakta, bulduğuyla yetinmemekte ve dolayısıyla da bir yetkinleşme sürecinde sürekli çaba içinde bulunmaktadır. Sosyal politika, başka bir deyişle, toplumdaki bir sınıfı odak noktası olarak almıştır, yani konusu, bağımsız üreticiler değil de kendi emek gücünü, hizmetini başkalarına satarak bağımlı bir biçimde çalışanların meydana getirdiği işçi sınıfıdır. İşçilerin kendileri için kendi başlarına çalışmaları değil de, başkaları hesabına, işverenin şu ya da bu ölçüde belirlediği koşullar altında çalışmaları sonucu, bu t ü r çalışmanın işçilerde yarattığı olumsuz etkilerin giderilmesi sosyal politikanın özgül ilgi alanını meydana getirmektedir. Yani endüstriyel devrimin yarattığı ücretli emek sisteminin ekonomik, fizik ve psikolojik koşullarının ve üretimi yönetme biçim ve yaklaşımlarının emek gücünü satanların üzerinde meydana getirdiği sonuçlar, sosyal politikanın ilgilendiği sonuçlardır. Öte yandan kapitalist sistem içinde büyük bir çoğunluk için, işçi sor u n u belirttiklerimizden de öteye moral boyutlar kazanmıştır. Bu, kanımızca, emek gücünü satan işçinin üretim aracı olmasının yanı sıra insan olmasından ileri gelmektedir. Burada da, emek-sermaye ilişkisi içinde sermaye tarafından sömürülen emek gündeme gelmektedir. Ne var ki bu ilişkiden de öteye ama bu ilişkiyle ilintili olarak, sermayenin etken özne emeğin edilgen nesne olması bir an için bir yana bırakılıp, emeğin özne olarak ele alınması sonucu olarak da ortaya çıkan emeğin yabancılaşması sorunu, moral kaygıları daha da ağırlaştırabilmektedir. Yani işçinin, hem üretimde bir araç hem de insan olmasından ileri gelen ikili durumu, üretimdeki etkinliğiyle insan olarak ilgileri arasında bir aykırılık yaratmaktadır. Başka bir deyişle çalışmayla yaşama arasındaki uyuşmazlık, çalışmanın yaşamı egemenliği altına alması tehlikesini yaratmaktadır. Soruna moral açıdan bakış, demek oluyor ki, işçi sorununun iki noktayla, yani bir yandan, mevcut ekonomik yapının kurumları ve özellikle ücretli emek sisteminin ve buna eşlik eden koşulların, çalışma ile yaşama arasındaki uyuşmazlığa etkileriyle; öte yandan, işçi olarak insan etkinliği ile birey olarak insan ilgilerini uyumlaştırmayla ilgili olduğunu ortaya koymak132
tadır. Belirtmek gerekmektedir ki sosyal politika işçi sorununun bu moral boyutlarından geniş ölçüde etkilenmektedir. Daha önce tartışmaya çalıştığımız, optimum sorunu da göz önüne alındığında, işçi sorunuyla ilgili konularda yani sosyal politikada anlaşmazlığa düşmekten çok anlaşmaya varmanın daha kolay olacağını söylemek m ü m k ü n d ü r . 1 6 Üstelik ne yapılacağı konusunda görüşlerin farklı olması konuların saptanmasını da engellememektedir. Sözgelişi iş günün ü n uygun süresi tartışma konusu olabilirken, işçilerin aşırı uzunlukta iş gününe karşı korunması gereği sosyal politikada üzerinde uzalaşmaya varılmış bir konudur. 2.
SOSYAL POLİTİKANIN ÖNLEMLERİ
Sosyal politikanın konularına ya da uğraştığı sorunlara daha yakından bakılırsa, bunların genel olarak işçiyi koruma, bireysel olsun toplu olsun iş uyuşmazlıklarını önleme ve düzenleme ve işçiye fırsatlar sağlama konularında yoğunlaştığını görmek mümkündür. İşçinin korunması gereği, bir yandan toplumsal ve ekonomik bakımdan handikaplı bir sınıfın daha az insancıl bir konumdan daha insancıl bir konuma getirilmesi amacını içerirken, öte yandan da bu sınıfın toplumla bütünleştirilmesi amacını içinde taşımaktadır. Gerçekten işçinin işsizlikten, hızlı çalışma tempolarından, uzun çalışma sürelerinden kurtulmasını sağlayacak önlemler, işçinin bu tehlikeler dolayısıyla karşılaştığı yabancılaşma d u r u m u n u n onarılmasını sağlamasa bile, en azından yumuşamasına yöneliktir. William Beveridge ile birlikte Prof. Talas'ın da belirttiği gibi "işsizliğin doğurduğu en büyük fenalık, bedenî değil manevî, getirebileceği sefalet değil kin ve korkudur. Talep ve çalıştırmayı sürdürmeyi yalnız işverenden beklemek de gülünç bir şey olur. Şu halde bunlar demokrasinin denetimi ve gözetimi altında devlet tarafından yoluna konulmalı ve parlamento adamları tarafından gerçekleştirilmelidir". 1 7 Öte yandan işçilerin hızlı çalışma tempolarından korunmaları, uzun çalışma süreleriyle karşı karşıya kalmamalarını sağlayan önlemlerse, bir anlamda, işçilerin makinalı iş bölümü ya da fabrika sistemi içinde, makinalarm uzantıları olarak çalışmalarının önüne geçmek, makinaların dinlenmesi anlamında bir düşünce öne sürülemeyeceğine göre, buna karşın, işçiye dinlenmesi için uygun bir zaman sağlamak amacını gütmektedir. 16
Demokratik ilkeleri benimsemiş ülkelerde yargımızı güçlendiren bir özellik olarak, işçi nüfusun genel nüfus içinde gösterdiği yüksek oran ve bunun siyasal plândaki yansımalarını burada hatırlatmak gereklidir. Bu konuda bkz.: ibid., s. 21-3; Cahit Talaş, Sosyal Politika, op. cit., s. 28-30. 7 1 Cahit Talaş, Sosyal Ekonomi, op. cit., s. 105. (Altım biz çizdik). 133
İşçinin korunmasına yönelik öteki önlemlerse, gece çalışmasının düzenlenmesi, iş kazalarına, meslek hastalıklarına karşı önlemler, işyerinde sağlığa aykırı koşulların giderilmesi, işçiye işverenin keyfî muamele yapmasının önüne geçilmesi, düşük ücretlere yer verilmemesi ve işçinin kişi olarak nitelik ve yeteneklerine uygun olmayan işlerde çalıştırılmasının engellenmesi biçimlerinde ortaya çıkmaktadır. Kuşkusuz bu önlemler, işçinin yalnızca işleyen bir alet, makinanın bir uzantısı olmaması nedeniyle, işçinin fizik varlığının korunmasına yönelik önlemler olmaktadır. Öte yandan kadın ya da çocuk işçilerin söz konusu olması durumunda, bu alanda da alınacak özel koruma önlemleri gündeme gelecektir. Bu özel işçi kategorilerini korumaya yönelik önlemler, bunların fizik varlıklarını göz önüne aldığı kadar, moral ve kültürel varlıklarını sürdürmelerine ve geliştirmelerine yönelik olmaktadır. Gerçekten çocuk ve kadınların yapılarına uygun. olmayan işlerde, yerlerde ve saatlerde çalışmalarının engellenmesi bunların fizik varlıklarını gözetirken, çocuk işçilerin eğitimini sağlamaya, kadın işçileri hamilelikleri sırasında ve doğum sonrasında korumaya yönelik önlemler bunların fizik, moral ve kültürel varlıklarını sürdürmelerini ve geliştirmelerini sağlamayı amaçlamaktadır. Öte yandan işçiyi çalışması sırasında iş kazası ve meslek hastalıklarından, fizyolojik ve sosyo-ekonomik risklerden koruyan ve işçiyi işçi niteliği sona erdiği zaman, yani yaşlılığında gözeten iş güvenliği ve sosyal güvenlik önlemleri de, işçinin bir birey olarak varlığına yönelik önlemler olarak ortaya çıkmaktadır. Gerçekten çalışabileceği dönemde değişik nedenlerle geliri kesilen işçinin gelirinin sağlanması ve özellikle yaşlılık ya da başka nedenlerle çalışma yaşamı sona eren işçinin gelirsiz kalmamasını sağlayan önlemler, işçinin bu gibi durumlarda toplumca bir kenara atılmadığı, çalışmasa bile öz benliğini sürdürmesine katkıda bulunulduğu duygusunu güçlendiren önlemlerdir. Başka bir deyişle bu önlemler çalışmayan işçinin kendini güçsüz, soyutlanmış, toplumdan uzaklaştırılmış ve hatta gereksiz görmesini ve bunun getirdiği öznel anlamında yabancılaşmayı, t a m anlamıyla yok etmese bile, azaltan önlemler olmaktadır. Bireysel olsun, toplu olsun, kısacası, endüstriyel uyuşmazlıkları önleyici ve düzenleyici sosyal politika önlemleri, bu alandaki sınıflararası çekişmeleri bir anlamda çerçeve içine alan ve dolayısıyla kurumlaştıran önlemler bütünü olarak genellikle karşımıza çıkmaktadır. 1 8 Bu önlemleri 18
Bu konuda bkz.: Ralf Dahrendorf, Class and Class Conflict in Industrial Society, Stanford University Press, Stanford, 1959, s. 271-77; siyasal oydaşım oluşturulması bakımından, Claus Offe, "Political Authority and Class Structures" in Paul Connerton (ed.), Critical Sociology, Penguin Books, Middlesex, 1976, s. 397-8, 400-4; ve ayrıca Anthony Giddens, The Class Structure of Advanced Societies, Hutchison, London, 1973, s. 203-4.
134
zenginleştiren ve bu önlemlerle ilintili başka bir önlemler demeti de, işçiye fırsatlar sağlamaya yönelik önlemlerden meydana gelmektedir. Bu fırsatlar, günlük çalışma sırasında işçiye inisiyatifini, yargı gücünü, becerisini ya da benzer başka niteliklerini göstermesini sağlamak biçiminde yaratılacağı gibi, işçilerin, işsizliğe, ücret indirimine ya da başka dezavantajlara yer vermeksizin, kazançlarını ve moral tatminlerini azaltabilecek baskıcı kurallar, politikalar ya da geleneklerden kurtarılması biçiminde de ortaya çıkabilir. Ayrıca işçinin, daha nitelikli bir iş için kendini yetiştirmesine ya da yetiştirilmesine yönelik, işçinin iş süreci hakkındaki bilgi ve bilincini arttıracak, işçiyi işyerinin yönetiminde nisbeten de olsa söz sahibi olmasını sağlayacak ve işçinin çalışma dışında dinlenmesini ve ücretli iznini güvence altına alacak önlemler de işçiye fırsat sağlayıcı önlemler arasında sayılabilecektir. Bu dar anlamındaki sosyal politika önlemlerine başkalarının da eklenebileceğini söylemek gerekmektedir. Kuşkusuz, endüstriyel uyuşmazlıkları önleyici ve düzenleyici önlemler arasına, toplumsal bir partner olarak ortaya çıkan ve sosyal politikanın oluşturulmasında önemli katkıları görülmüş olan, sendikacılığı güçlendirici önlemler de katılabilecektir. Kaldı ki güçlü bir sendikacılık hareketi içindeki bireysel işçinin öznel yabancılaşmasının onarılabileceği birçok fırsatlar ortaya çıkabilecektir. Ayrıca eklemek gerekir ki bu değinmeye çalıştığımız önlemlerin belirlenişi de karmaşık bir d u r u m u yansıtmaktadır. Endüstrici ya da kapitalist bir toplumda sosyal politika, devlet, işçi ve işçi kuruluşları ile işveren ve işveren kuruluşlarının arasındaki ilişki, bağlantı ve çekişmelerin bir bileşkesi olarak ortaya çıkacaktır demek yanlış olmayacaktır. 3.
TOPLUMSAL DENETİM AÇISINDAN SOSYAL POLİTİKA
Bütünleştirici niteliğine daha önce değindiğimiz sosyal politika ve önlemleri, başka bir perspektif içinde, işçinin yabancılaşmasını bir ölçüde giderebilecek toplumsal denetimin araçları olarak da görülebilir. 1 9 Gerçekten, nerdeyse bir dünya sistemi haline gelişiyle, yoğunlaşmasıyla, giderek gelişen teknolojisiyle ve bilimi kullanılışıyla, sermayenin doğasındaki nesnel eğilim, emeğin sermayeye tabiliğinin temellerini çürütmekte ve bu tabiliği bir anakronizm haline getirmektedir, denilebilir. Deneylerin gösterdiklerine göre, işlevsel iş bölümünün içerdiği hiyerarşik ve yapısal biçimler, giderek sermayenin yoğunlaşması ve emeğin toplumsallaşması 1 9 Bkz.: Istvan Meszaros, "Alienation and the Necessity of Social Contrpl" in Ralph Miliband, John Saville (eds.), The Socialist Register 1971, Merlin, London, 1971, s. 1-20. 135
sonucu bozulmaya başlamıştır. Bu değişişin göstergelerinin neler olduğuna bakılırsa, ilk olarak, çağdaş endüstri örgütlenmesinin, kendini kor u m a ve savunmada, XIX. yüzyılın fabrikasından farklı olarak, giderek zorluklarını beraberinde getiren bir süreç içinde bulunması görülür. Gerçekten, sözgelişi bir avuç işçinin yaptığı ani ve kısmî grevlerin, bunların altında yatan ekonomik ve teknolojik süreçler bilindiğinde, ne denli geniş dalgalanmalar yaratabilecekleri anlaşılmaz olmaktan çıkabilecektir. Bir başka gösterge endüstrideki üretim dallarının giderek sıkı bir karşılıklı ilinti içine girmelerinde aranabilir. Böylelikle üretim açısından geniş ölçüde bütünleşen sistem içinde üretimin sürekliliğinin de korunması yaşamsal bir önem kazanmıştır. Sistemin bütünleşmesi arttıkça değişik dallardaki, sözgelişi grev dolayısıyla, üretimin duraklamasının etkileri çok daha hızlı bir biçimde duyulur olmuştur. Kısacası artık rahatsızlıklardan etkilenmeyecek endüstriler söz konusu değildir. Paternel girişimlerin çağı geri dönülmez bir biçimde kapanmaktadır. Öte yandan, başka bir gösterge olarak, geleneksel adıyla "boş zaman" ya da başka bir deyişle toplumsal açıdan gerekli olmayan fazla zamanın giderek artması, halkın geniş bir bölümünün, kendi zihinsel güçlerini kullanmaktan uzak tutulmasını pratik olarak olanaksız, artan ölçüde anlamsız kılmaktadır. Ağırlığı olan bir takım toplumsal ve ekonomik faktörlerin etkisiyle, eskiden kalma entellektüel seçkincilik de tarihe karışmaktadır. B u n u n da ötesinde, artan aydın işsizliğine koşut olarak, sermayenin otoritesine geniş aydın kitlenin geleneksel tabiliğini sürdürmek giderek güçleşmektedir. Işçiyse, tüketici olarak, kapitalist üretimin kesintisiz işleyişinin sürdürülmesinde giderek artan bir öneme kavuşmaktadır. Ne var ki üretim ve paylaşımın denetlenmesinde bütünüyle dışta bırakılmaktadır. Buysa, iş bölümüne dayanan, kurulu üretici sisteme daha da karmaşıklıklar getiren bir çelişme olmaktadır. Kapitalizmin fiilen bir dünya sistemi haline gelmeye başlaması, tarih içinde oluşmuş, yerden yere değişiklikler gösteren, toplumsal ve siyasal tabakalaşma ve denetlemeye ilişkin kısmî yapıların çözülmesine büyük ölçüde katkıda bulunmaktadır; ama buna karşın dünya ölçüsünde birleştirilmiş bir denetleme sistemi kurmakta başarısız kalınmaktadır. Bütün bu noktalar, nihaî bir çözümlemede, toplumsal denetime ilişkin olmaktadır. İnsanlığın gelişmesi içinde toplumun kendisi toplumsal denetimden uzaklaştırılmış, bu konuma yabancılaştırılmış ve bu yetki sermayeye göçerilmiştir. Böylelikle sermaye, üretim ve paylaşımda daha çok ya da daha az denetleme olanaklarına kavuşma ölçütüne göre, insanları hiyerarşik bir yapısal ve işlevsel kalıp içinde gruplama olanağını kazanmıştır. Bununla birlikte, ilginçtir ki, iş sürecinin mekanik parçalara bö136
lünmesinden otomasyona dayanan sistemlerin yaratılmasına, sermayenin yerel birikiminden dünya ölçüsünde yaygınlaşarak yoğunlaşmasına, yerel ve kısmi bir iş bölümünden kapsayıcı bir uluslararası iş bölümüne, sınırlı tüketimden yapay olarak harekete geçirilen ve yönlendirilen kitle tüketimine, ayrıcalıklı azınlıkların tekelindeki "boş zaman"dan boş zamanı dolduracak mal ve hizmetlerin kitlesel üretimine geçişe ilişkin, sermayenin gelişmesinin içerdiği nesnel çizgi, sermayenin çıkarlarına karşıt sonuçları da beraberinde getirmektedir. Buna göre, bu yaygınlaşma ve yoğunlaşma süreci içinde, sermayenin edinmiş olduğu denetim gücünün, kısmen de olsa, özellikle sosyal politika kurumları, önlem ve yöntemleriyle, fiilen tekrar topluma göçerilmesi koşullarının oluşmaya başlaması söz konusudur. Burada temel bir çelişmenin de ortaya çıktığını saptamak gerekmektedir. Çelişme, denetim erkinden fiilî kayıplarla kurulu denetim biçimi arasındadır. Sermaye, doğası gereği, denetim ve dolayısıyla yönetimden başka bir şey değildir; çünkü toplumun kendisinden ayrı ve onun karşısında, işçinin yabancısı olduğu denetim ve dolayısıyla yönetim işlevinin nesnelleşmiş bir biçimidir. O halde son zamanlarda dünyanın bir çok yerinde işçilerin denetimine, işçilerin yönetime katılmasına ilişkin görüş ve düşüncelerinin önem kazanmasına şaşmamak gerekmektedir. 4.
SENDİKACILIK VE DENETİM
Sosyal politikanın önemli kurumlarından biri olan ve bu poliitkanın oluşturulmasına katkıları da önemli boyutlara ulaşmış olan sendikacılığın gelişmesinin, geniş ölçekli endüstrilerin ve makinalaşmanın bileşik etkisiyle beslendiğini ileri sürmek olanaklıdır. Üstelik bu etkinin sınıf bilincinin belirmesine ve keskinleşmesine neden olduğu da söylenebilir. Kapitalist bir toplumda sendikalaşmanın ve sendikacılığın kaynaklarına bakıldığında genel olarak iki genel potansiyelin söz konusu olduğu görülebilecektir : sendikalar, bir yandan işçi ile işveren arasındaki pazarlık sürecinde, bunların piyasa güçlerinin dengesizliğini elverdiğince giderme girişim ve çabalarınca simgelenebilirken; öte yandan, iş bölümü içinde görevini yerine getirmesine ilişkin olarak, işçinin girişimdeki tabilik kon u m u n u olanaklar ölçüsünde giderme girişim ve çabalarınca da simgelenebilecektir. İşçilerle işverenler arasındaki çekişme ilk amaca yönelikse, bu durumda kıt ekonomik kaynakları sağlamaya yönelik piyasa gücünün tadiline ilişkin bir mücadele söz konusudur. Çekişme ikinci sorunu çözmeyi amaçlıyorsa, bu durumda girişim içindeki denetim ve dolayısıyla yönetim yapısının değiştirilmesine ilişkin bir mücadele gündeme gelmiştir. Kanımızca bu çekişme türlerinden ilkini "ekonomizm"e, ikincisini "denetim"e yönelik olarak nitelendirmek mümkündür. Denetime yönelik mü137
cadele —terimin en geniş anlamıyla— "siyasal" bir mücadeledir. 2 0 Çünkü bu mücadele, işçi sendikalarının, endüstrinin "yönetim"inde söz sahibi olma ya da, en radikal bağlamında, bu "yönetim"i tekeline alma çabalar ı m zorunlu olarak içermektedir. Marxçı anlayışın sendikal anlaşmazlıkların, en özgül anlamıyla, siyasal anlaşmazlıklarla sonuçlanacağı hakkındaki görüşü, kapitalist toplumların genel gerçeğince doğrulanmadığı için, hangi mekanizmaların endüstriyel çekişmelerin büyük bir bölümünü ekonomizm çerçevesinde sınırladığını sormak gerekecektir. Buna göre, çalışma yaşamında toplu pazarlık tekniklerinin kurumlaşarak gelişmesi ve, işçi sınıfının örgütü olan sendikaların bir partner olarak tanınıp kabul edildiği, toplu pazarlık sürecinde ekonomik ve siyasal alanların bir birinden ayrılması veriyken, anlaşmazlığın kısmi olarak ekonomik alanla sınırlanmasının nedenini aramak gerekecektir. Başka bir deyişle endüstriyel çekişmenin denetim alanına da taşırılması, kapitalist devletin temelini oluşturan ekonomik ve siyasal anlaşmazlıkların kurumsal olarak bölünmüşlüğünü tehdit edecektir. Bu taşırma, ayrıca, siyasal yaşamdaki siyasal güçle, ekonomik düzendeki işçi sınıfının "siyasal" tabiliği arasındaki ilintiyi gün ışığına çıkarabilecektir. Sendikayla işveren arasındaki, ekonomi i m i n gerektirdiği çatışmaların ilke olarak uzlaşmayla sonuçlanabileceğini, ama denetimle ilgili çatışmaların genellikle uzlaşmaya varmayacağını vurgulamak gerekmektedir. Veri bir zaman noktasında ücret ve kâr arasında bölüşülecek gelir "past a c ı n ı n miktarı arttırılabilecek ve ücret artışları verimliliğe ağırlık veren toplu sözleşmelerle trampa edilebilecektir. Uzun dönemde, gerçek ücretlerde sürekli bir artış olduğu takdirde, bu süreç, denetime ilişkin çatışmalara yol açılmadan, işlerliğini sürdürebilecektir denebilir; üstelik XX. yüzyılda kapitalist ekonomilerde başarılan da bu olmuştur. Ne var ki bu çözüm denetime ilişkin değildir. Bununla birlikte şu da belirtilmelidir ki b ü t ü n endüstriyel kuruluşlarda işçiler, genellikle biçimsel olarak örgütlenmemiş bir biçime, kendi işlerinin ve çalışma çevrelerinin üzerinde bir dereceye kadar denetim olanağına ulaşmışlardır. Buradan hareketle sendikaların, işçilerin bu enformel denetimlerinin tanınması ve bir açıklığa kavuşturulması yönündeki, faaliyetlerinin girişimcilerin çıkarlarını tehlikeye atması söz konusu olmayacaktır denebilir; tersine bu yöndeki faaliyetler, d u r u m u n gerçeklerini açıklığa kavuşturacağından, işverenin çıkarlarına da denk düşebilecektir. Bu anlamdaki sendika faaliyetleri, işçilerin 20 "Başkalarının toplumsal ereklerinin aksine, bir bölüm kişilerin belirli toplumsal ereklere ulaşmadaki etkinliklerinin biçim ve içeriği" (Bu konuda bkz.: William Lazonick, "The Subjugation of Labor to Capital: the Rise of the Capitalist System", The Revievv of Radical Political Economics, vol. 10, no. 1, Spring 1978, s. 2). 138
denetim olanaklarının kabul ettirilmesine yönelik olması, başka bir deyişle, enformel bir biçimde var olan denetim olanaklarının savunulması noktasında yoğunlaştığından, bu faaliyetlerin "savunmacı denetim"e ilişkin olduğunu söylemek mümkündür. O halde savunmacı denetimi sürdürmeye yönelik faaliyetler geniş ölçüde, girişim içindeki otorite hiyerarşisini değiştirme olanaklarını arayan işçilerin ve sendikaların denetime ve dolayısıyla yönetime ilişkin faaliyetlerinden farklı olacaktır. Buna göre, adına endüstriyel çekişmelerin kurumlaştırılması denilen olgu bu çekişmeleri saldırgan bir ekonomizm ile savunmacı bir denetim çerçevesinde sınırlayan olgu olmaktadır. 2 1 Yüksek düzeyde saldırgan bir ekonomizmin uygulandığı sendikacılık hareketlerinin işçilerin yabancılaşmasını azaltıcı yönde etkiler yaratmadığını söylemek m ü m k ü n olmamakla birlikte, bu t ü r sendikacılığın aslında işçilere çekişmeci ve hatta çatışmacı bir bilinç aşıladığını ileri sürmek mümkündür. Esasında ekonomizmin ve savunmacı bir denetimin sınırları içinde kalan sendikacılık hareketinin, ideolojik rengi ne olursa olsun, niteliğinin belirttiğimiz sınırlılıkları taşıdığı ifade edilebilir. Ne var ki, sendikaların nerdeyse münhasıran ekonomizmle ilgili olmaları, işçilerin işçi liderlerinin "ihanef'ine uğradıkları anlamına gelmemektedir; çünkü ekonomizm temelini ve dayanağını işçinin her gün içinde bulunduğu deneyinde bulmaktadır ve üstelik aynı işçi, sendikanın toplumdaki konum u n u güçlendiren işçidir. Ekonomik konularda fikir değiştirebilen ama denetim konusunda ya da, klâsik deyimiyle, "sevk ve idare" konusunda aynı esnekliğe sahip olmayan, bir işverenle karşı karşıya kalan işçi, kolayca elde edebileceğini edinmekte, kendisine tanınmayanınsa kendi üzerindeki baskısını azaltma yollarını aramaktadır. Aynı argüman doğaldır ki sendikacılık için de geçerlidir. Bu durum, işçinin yabancılaşmışlığını kısmen sürdürürken, onu kapitalist toplum yapısının dışına atmamakta, tersine bu yapıyla kısmen de olsa uzlaşmasını sağlamaktadır. Sosyal politika önlemleri, kurumları ve yöntemleriyle öznel anlamındaki yabancılaşmışlığı onarılmakta ve giderilmekte olan işçi, ekonomik bir bedel karşılığında kendi üretken güçlerinden soyutlanmağa zorlandığında, bir bakıma ikili bir bilinç edinmektedir ki bu konumda ücret bilinciyle, denetim bilinci birbirlerinden bütünüyle ayrılmış olmaktadır.
31
Michael Mann, Consciousness and Action Among the Western VVorking Class, Mac Millan, London, 1973, s. 21. 139
SONUÇ
Tek başlarına bireyler tarafından denetim altına alınamayacak doğa güçleriyle karşı karşıya kalan kişi, varlığını sürdürebilmek için zorunlu olarak hemcinsleri ite iş birliği yapmak, dolayısıyla toplumsal üretime girişmek durumundadır. Doğa güçlerini kendi denetimine almak için. gerçekleştirilen insan çabalarının tarihi, bir ürün birikimiyle sonuçlanmıştır denebilir. Bu ü r ü n birikimi, başka bir deyişle, insan güçlerinin ve özellikle nesnelleşmiş biçimiyle emek gücünün giderek yetkinleşmesinin yarattığı üretim araçlarının birikiminden başka bir şey değildir. İnsanların doğaları bulundukları durumca, özellikle yaşamlarını sürdürebilmek için sahip oldukları araçlar ve donanımca koşullandığına göre insan doğasının da tarihsel olarak gelişmesi gerekmektedir. Bu tarihsel gelişme, bir iş birliği biçimi olan iş bölümünü gündeme getirmiştir. Hiyerarşinin kapitalizmde kökenini bulmadığı gibi, iş bölümü de kökenini kapitalizmde bulmamaktadır. Toplumsal iş bölümü yani meslek ve işlevlerde uzmanlaşma, endüstrileşmiş ya da ekonomik bakımdan gelişmiş toplumlara özgü olmaktan çok, karmaşık toplumların bir karakteristiğidir. Üstelik teknik iş bölümü de, yalnızca kapitalizme ya da modern endüstriye özgü değildir. Adam Smith'e göre, kapitalist iş bölümü teknolojik bakımdan üstün bir yöntem olduğu için gündeme gelmiştir ve işin inceden inceye bölünmesi piyasanın genişliğince belirlenmektedir. İş bölümünün üstünlüğü bazı argümanlara dayandırılmaktadır. Zamandan tasarruf kuşkusuz önemlidir. Ne var ki zamandan tasarruf öncelikle işlemlerin bölünmesi ve çalışma etkinliğinin süresini içermektedir. İşçilerin değişik işlemlerde, aralarında yer değiştirerek çalışma etkinliklerini sürdürmeleri olanağı h e r zaman var olduğundan, burada uzmanlaşma söz konusu değildir. Smith'in ilkel toplumlardaki bireylerin farklılaşmış uğraşılarda kendi yeteneklerini geliştirmelerine, buna karşılık uygar toplumda iş bölümünün insan yeteneklerini köreltmesine, kısacası insanların buluşlarda bulunmaları olanağına ilişkin düşüncesi ise inandırıcı değildir. Çünkü yapılmakta olan seçim ilkelliğin olanaklarıyla uygarlığın yarattığı alıklık arasında değil de, işçinin çalışma etkinliğinde denetim alanının genişliğiyle darlığı arasındadır. Gerçekten, kapitalist iş bölümünü niteleyen aşırı uzmanlaşma işçinin yeni buluşlarda bulunma yeteneğini arttırsaydı, asıl bu şaşırtıcı olurdu. 143
Adam Smith'in iğne yapımına ilişkin ünlü örneğinde, uzmanlaşmayla tek tek iğnelerin iş bölümüne gidilmeksizin yapımı arasındaki karşıtlıksa yapaydır. Çünkü zamandan tasarruf teknolojik olarak uzmanlaşma olmadan da olanaklıdır. Gerçekten karısı ve çocuğuyla beraber bir işçi iğne yapımında beraberce bir işlemden ötekisine sırayla geçebilerek, tüm üretimi evrelerine bölmekle, zamandan tasarruf anlamında bir avanta] sağlayabilecektir. Bu d u r u m a göre, bu yapım sistemindeki iş bölümü, ne den uzmanlaşmayı ve işlemlerin kişiler arasında bölünmesini gerektirmektedir sorusuna verilecek cevap, üretim sürecinde, kapitalistin, uzmanlaşma olmadan, kendisine bir yer ve bir rol bulamayacağı noktasında yoğunlaşmaktadır. Pahalı makinelerin kullanımına gidilmediği sürece, ancak üretimde her bir işçiye tahsis edilecek işlemleri bölmek yöntemiyledir ki, kapitalist, üretim sürecine gerekliliğini güvence altına almış olmaktadır: gerçekten o, farklı işlemlerin bir üründe bütünleşmesini sağlayacak kimseden başkası değildir. Öte yandan kapitalistin bütünleştirici işlevine bağımlı endüstriyel sistemin gelişmesi, üreticinin kendi ü r ü n ü n ü bütünleştirmesinin teknolojik anlamda daha elverişsiz olduğunu da kanıtlamamaktadır. Bağımsız üreticinin emek gücünü ücret karşılığında satması durumu, makinelerin maliyetlerinin yükselmesinden ve geniş ölçüde kullanılmasından önce gerçekleştirilmiştir. Bu durum, manüfaktür sistemini karakterize eden, bireylerin alt-işlemlerde uzman! aştırılmalarının dolaysız sonucudur. Bu sistemin ayırdedici bir başka niteliği de, karmaşık makine donanımından çok araç ve gereç donanımına dayanmış olmasıdır. Üstelik, işçilerin üretimin örgütlenmesinde bir rolleri olmamakla birlikte araç ve gereçleri kullanmalarında şu ya da bu ölçüde geniş bir denetim olanağına sahip olmaları bu sistemin başka bir özelliği olmaktadır. Makinelerin yoğun bir biçimde karşılıklı bağımlılık içinde kullanılmasına geçilmesi, başka bir deyişle fabrika sistemi, işçilerin iş süreci içindeki sözü edilen denetim olanaklarını da ellerinden almıştır. Fabrika sistemi işçileri makinelerin bir uzantısı konumuna getirerek, teknik iş bölümünü makinelerin iş bölümü haline getirmiştir. Bu ise, iş sürecinin makineler bakımından örgütlenmesini ve işçilerin de bu bağlam içinde disiplin altına alınmalarını ve eşgüdümünü gerektirmiştir. Artık söz konusu olan teknik değil de toplumsal iş bölümüdür. Manüfaktür ve bunun arkasından gelen fabrika sistemi, giderek artan bir zenginliğe karşılık, işçilerin yoksullaşması çelişmesini de beraberinde getirmiştir denebilir. Bu olgudan hareket ederek, felsefenin yardımıyla ve ekonomi politiğin eleştirisiyle, Marx, çelişmenin altında ne yattığını araştırmıştır; vardığı sonuç, bu çelişmenin emeğin yabancılaşmasından ileri geldiğidir. Yabancılaşmanın önemli iki görünümü, Marx'm tar144
tışmasma göre, işçinin ürününe ve üretim sürecine yabancılaşmasıdır. Bu iki görünümden bir üçüncü görünüm çıkarsanmaktadır ki, bu da, yabancılaşmış emeğin insanı, t ü r ü n e ve dolayısıyla tek tek bireyleri türdeşlerine yabancılaştırmasıdır. İşçinin ürününe yabancılaşması dolaysız olarak kapitalist mülkiyet ilişkilerinden ileri gelirken, öteki iki yabancılaşma biçimi Marx'ın insan doğası kavramına bağımlıdır. İşçinin üretim sürecine yabancılaşması anlamındaki kendi kendine yabancılaşması, işçinin emeğinin kendi öz varlığıyla uyum halinde olmaması anlamına gelmektedir. İnsan türsel bir varlık, yani kendi özünün ve türdeşleriyle paylaştığı ortak özünün bilincinde bir varlık olduğuna göre, yabancılaşmış emek, emeğin kendini olumlayarak nesnelleşmesini engelleyerek insanın öz varlığını yadsırken, insanın türsel bilincinin temelini oluşturan ortak özünü de yadsımaktadır. Böylelikle üretim sürecindeki işçinin yabancılaşmasıyla insanın kendi t ü r ü n e yabancılaşması insanın öz varlığına bağımlı kılınmış olmaktadır. İnsanın özünü açıklamada, türsel varlık kavramı Marx'ın ilk yabancılaşma formülasyonunda yaşamsal bir öneme sahiptir; kapitalizmin toplumsal ilişkileri bağlamında varlığını sürdürmesinin insanın özüyle çelişmesi, kişiyi yabancılaştırması sonucu, bu kavrama bağımlıdır. Ne var ki Marx'ın ilk yapıtlarında geliştirdiği insan doğası kavramı, insan özüne ilişkin doğrulanamayan bir ilk öncüle, insanın türsel bir varlık olması öncülüne dayandırılan, kuramsal bir yapıya sahip olduğu için bilimsel olm a k t a n çok ideolojiktir. Daha sonraları Marx'ın vardığı, insanın özünün, onun gerçekte toplumsal ilişkilerinin bütünü olduğu konusundaki düşünce, ilk yapıtlarmdaki insanın özü anlayışından bir kopmayı simgelemektedir. Daha önceleri insanın özü toplumsal ilişkilerinden soyutlanmış bir biçimde betimleniyorken, artık insanın özü, gerçekte insanın içinde varlığını sürdürdüğü toplumsal ilişkilerin bütünü olarak açıklanmıştır. Buna göre ilk yapıtlarda geliştirilen insan anlayışı ve buna ilişkin, varoluş ile öz arasındaki çelişme anlamında, yabancılaşma kuramı bir yana bırakılmış olmaktadır. İnsan doğası, varlığının koşullarının bir ü r ü n ü olarak ele alındığından, bunu genel olarak ele almak olanaklı değildir; demek ki insan doğası hakkında her tartışma zorunlu olarak tarihsel, yani olanla ilgili olm a k gerekmektedir. İnsan dış dünyayı işlediğine ve değiştirdiğine göre, aynı zamanda kendi doğasını da değiştirmektedir. Buna göre, gerçek bireyler gerçek tarihsel koşulları bağlamında ele alınmalıdır. Bundan başka, gereksinmelerinin karşılanmasında insanın temel dayanağı emek gücünde yatmaktadır. İnsan bu gücünü doğaya uygulayarak 145
tüketimini sağlamaktadır. Bununla birlikte, dolaysız tüketimin sağlanması dışında, insan sürekli olarak araç ve gereçlerini üretmekte ve bunlararacılığıyla üretim sürecinde doğayı, yani dış dünyayı işlemektedir. Ne var ki bu araçlar, emek gücünün birikiminden, nesnelleşmesinden başkaca bir şey değildir. En gelişkin bir makine bile son bir çözümlemede nesnelleşmiş emektir. O halde, işçinin ürününe yabancılaşmasının öncülü edinme (temellük) olgusu olacaktır. Bu durumda, yabancılaşma kişinin yaşayan ve nesnelleşmiş insanî güçlerinden ayrılması, uzaklaşması anlamına gelecektir. Yabancılaşmış işçi, yaşayan emek gücünden uzaklaştırılmış işçidir, çünkü, kapitalist sistemin yarattığı ilişkiler sistemi içinde, yaşamını sürdürmesi için emek gücünün bir mal olarak girişimciye satmak durumundadır. B u n u n da ötesinde, yarattığı, nesnelleşmiş emek gücü anlamında, ürününden de uzaklaştırılmıştır. Ürünü, özel mülkiyet rejimi içinde, girişimci tarafından edinilmiş bulunmaktadır. Bu durumda yabancılaşmış işçinin karşılaşacağı ilk durum, iş sürecinin içinde bulunmakla birlikte, bu sürecin denetim ve yönetiminden soyutlanmışlık durumudur. Denetim ve yönetim, işçinin emek gücünü satın alan, ü r ü n ü n ü edinen girişimcinin işlevleri arasındadır; hatta kapitalist sistem içinde, girişimcinin tek işlevinin denetim ve yönetim olduğu söylenebilmektedir. Bu anlamda kapitalist iş bölümü, Adam Smith'in ileri sürdüğü gibi, çalışmanın örgütlenmesinde teknolojik bakımdan daha üstün bir yöntem olarak değil de, girişimciye, işçilerin ayrı ayrı çabalarını pazarlanabilir bir ü r ü n biçiminde bütünleştirici olarak, üretim sürecinde esaslı bir statü sağlamak için kullanılmaktadır. Aynı biçimde fabrikanın ortaya çıkışı ve başarısı teknolojik olarak üstünlüğüne bağımlı değildir. Fabrika iş sürecini ve ü r ü n miktarını, işçinin ne kadar çalışıp, üretimde bulunacağını denetlemek ve yönetmekte, işçinin yerini kapitalistin alması sonucu oluşmuştur denebilir. Bundan başka, üretimin hiyerarşik denetiminin toplumsal işlevinin sermaye birikimini sağlamaya yönelik olduğunu söylemek mümkündür. İş bölümünün hiyerarşik yapısı içinde işçi, yabancılaşmışlık olgusunu, üretim araçlarına sahip olamama ve denetliyememe ve yaşamının değişik yönlerinin birbirinden kopukluğu biçiminde yaşamaktadır. Bu yapısal ve nesnel koşullar işçinin bireysel gelişmesini engellemektedir. Başka bir deyişle, daha soyut bir genelleme düzeyinde, Marx'ın yabancılaşma kuramı bireylere yönelik olarak ele alındığında, kişinin benliğiyle genel olarak etkinliği ve özel olarak çalışması arasında bir bölünmüşlük olduğu ileri sürülebilecektir. Bundan başka, işçiyle etkinliğinin ve çalışmasının ürünleri arasında bir kopukluk olduğu söylenebilecektir. İşçi başkalarıyla ve 146
özellikle belirli sınıflarla örtüşemeyecektir. Üstelik işçi, kendisiyle geleceği ve gelişmişliği arasındaki bağları da kurmakta başarısız kalabilecektir. Daha somut bir düzeyde, işçinin, varmayı başaramadığı, bu değinmeye çalıştığımız, amaçlarıyla özgül ilişkisi değişik boyutlara sahiptir. Yabancılaşmış işçi bu amaçlara kayıtsız, ilgisiz kalabilecektir; bu amaçlara yaklaşımda işçi kendi benliğinin, bencil, yararcı yanları gibi, kısmî yanlarını tatmine çalışabilecektir; amaçlar işçinin bilinçli denetiminde olmadığı için, bunlara işçinin yönelimi de bilinçli olmayabilecektir. Amaçlara karşı işçi, güçsüzlük, acıma gibi bazı "duygu"lar hissedebilecektir. Yabancılaşmışlık olgusunun üretim araçlarına sahip olamama ve ürüne ulaşamama yönleri, daha çok işçinin nesnel yabancılaşmasını simgelerken, aynı olgunun öteki yönlerinin işçinin öznel yabancılaşmasını simgelediğini söylemek mümkündür. İşte bu bağlam içinde, Marx'ın yabancılaşma kuramının, işçinin öznel yabancılaşmasına daha çok ağırlık verdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Kaldı ki, kapitalist sistemin özellikle XIX. yüzyılın başından itibaren uygulamaya koyduğu ve giderek daha yetkinleşen önlemler alan, sosyal politika yaklaşımlarının özellikle işçilerin öznel yabancılaşmasını onarıcı sonuçlar yaratan önlem ve kurumları ürettiğini söylemek olanaklıdır. Doğaldır ki sosyal politikanın yaratıcıları kapitalistler olmamıştır. Ne var ki ekonomik, siyasal ve insancıl faktörlerin etkisiyle ve uluslararası çalışmalarla sosyal politikaya zaman içinde giderek zenginleşen bir içerik kazandırılmaktadır. Üstelik girişimciler de direnmeleri pahasına da olsa, sosyal politika önlem ve kurumlarının bütünleştirici etkisini anlamaktan uzak kalmayabilmişlerdir. Öte yandan sosyal politikanın sosyal denetime açık olduğu da, özellikle tutucu olmayan sendikalar ve iktidarlar tarafından anlaşılmaya başlanmıştır denebilir. Şimdiye kadarki deneyiyle, başka faktörler yanında özellikle işçinin öznel yabancılaşmasının giderilmesinde temelini bulan sosyal politika olgusunun önüne, işçinin nesnel yabancılaşmasını da onarabileceği ufuklar, işçilerin denetime ve yönetime katılmasına ilişkin görüş ve düşüncelerin yoğunlaşmasıyla, açılmaktadır.
147
YARARLANILAN
KAYNAKLAR
KİTAPLAR: Althusser, Louis, For Marx (çev. Ben Brewster), Penguin Books, Middlesex, 1969. Aptheker, Herbert (ed.), Marxismo e alienazione (çev. Roberto Vigevani), Nuova Italia, Firenze, 1973. Argyle, Michael, The Social Psychology of Work, Penguin Books, Middlesex, 1976. Ash, WilUam, Marxism and Moral Concepts, Monthly Review Press, New York, 1964. Avinieri, Shlomo, The Social and Political Thought of Kari Marx, Cambridge University Press, Cambridge, 1969. Axelos, Kostas, Marx, penseur de la technique, Les Editions de Minuit, Paris, 1961. Bartoli, Henri, Science economique et travail, Dalloz, Paris, 1957. Bedeschi, Giuseppe, Alienazione e feticismo nel pensiero di Marx, Laterza, Bari, 1972. Berger, Peter L„ et. al., The Homeless Mind, Penguin Books, Middlesex, 1974. Bernardo, Robert M., The Theory of Moral Incentives in Cuba, The University of Alabama Press, Alabama, 1971. * Blauner, Robert, Alienation and Freedom, The University of Chicago Press, Chicago, 1964. Blumberg, Paul, Sociologia della partecipazione operaia (çev. Lucio Trevisan), Franco Angeli Editöre, Milano, 1975. Braverman, Harry, Labor and Monopoly Capital, Monthly Review Press, New York, 1974. Burns, Tom (ed.), Industrial Man, Penguin Books, Middlesex, 1969. Burrows, David J., Frederick R. Lapides (eds.), Alienation, A Casebook, Thomas T. Crowell, New York, 1970. Calvez, Jean-Yves, II pensiero di Carlo Marx (çev. Celso de Stefanis, Mario Rettori), Borla, Roma, 1977. Cascioli, Alfio, Assenteismo e alienazione, Franco Angeli Editöre, Milano, 1977, Chiodi, Pietro, Sartre e il marxismo, Feltrinelli, Milano. 1973. Connerton, Paul (ed.), Critical Sociology, Penguin Books, Middlesex, 1976. • * Coriat, Benjamin, La fabbrica e il cronometro, (çev. L. Ferrari Bravo), Feltrinelli, Milano, 1979. * Dahrendorf, R„ Class and Class Conflict in Industrial Society, Stanford University Press, Stanford, 1959. Yanlarında (*) bulunan yapıtlara metin içinde doğrudan yollama yapılmıştır. Bu işaretin bulunmadığı yapıtlardansa genelde yararlanılmıştır. 151
Davydov, J.N., II lavoro e la libertâ, Einaudi, Torino, 1966. Delfgaauv, Bernard, The Young Marx (çev. Franklin Schütz, Martin Redfern), Sheed and Ward, London, 1967. * Durkheim, Emile, La divisione sociale del lavoro (çev. Fulvia Airoldi Namer), Edizioni di Comunitâ, Milano, 1971. * Durkheim, Emile, Le Suicide, Librairie F. Alcan, Paris, 1912. Edwards, Richard C„ et. al., The Capitalist System, A Radical Analysis of American Society, Prentice-Hall, Englewood Cliffs, 1978. Eflatun, Devlet (çev. S. Eyüboğlu, M.A. Cimcoz), Remzi Kitabevi, İstanbul, 1958. Elliott, David ve Ruth, The Control of Technology, Wykeham, London, 1976. * Engels, Friedrich, İngiltere'de Emekçi Sınıfların Durumu Cçev. Oktay Emre), Gözlem Yayınları, istanbul. Fallot, Jean, Marx e la questione delle macchine Cçev. Marcello Pantani), La Nuova Italia, Firenze, 1975. * Ferguson, Adam, An Essay on the History of Civil Society Ced. Duncan Forbes), University Press, Edinburgh, 1966. Ferrarotti, Franco, Uno sociologia alternativa, de Donato, Bari, 1975. Feuerbach, Ludwig, L'essenza del cristianesimo Cçev. Camilla Cometti), Feltrinelli, Milano, 1975. ı Fişek, Kurthan, Yönetim, SBF Yayınları, Ankara, 1975. Fişek, Kurthan, Yönetime Katılma, TODAÎE Yayınlan, Ankara, 1977. Freud, Sigmund, L'avvenire di un'illusione, Boringhieri, Torino, 1975. * Friedmann, Georges, Problemes humains du maclıinisme industriel, Gallimard, 1946. Friedmann, G., P. Naville, Trattato di sociologia del lavoro CçeJv. Massimo Paci), Edizioni di Comunitâ, 2 cilt, Milano, 1971. Fromm, Erich, Avere o essere (çev. Francesco Saba Sardi), Mondadori, Milano, 1977. * Fromm, Erich, Beyond the Chains of Illusion, Pocket Books Inc., New York, 1963 * Fromm, Erich, Marx's Concept of Man, Frederick Ungar, New York, 1961. * Fromm, Erich, The Sane Society, Holt, Rinehart and Winston, New York, 1962 Fromm, Erich (ed.), Socialist Humanism, An International Symposium, Doubleday, New York, 1966. Galbraith, J o h n Kenneth, The New Industrial State, Signet Books, New York, 1968. Giddens, Anthony, Capitalism and Modern Social Tlıeory, Cambridge University Press, Cambridge, 1977. * Giddens, Anthony, The Class Structure of the Advanced Societies, Hutchison, London, 1973. Goldthorpe, John H., et al., The Affluent VVorker in the Class Structure, Cambridge University Press, London, 1969. Gorz, Andre, II socialismo difficile, Laterza, Bari, 1S68. Gorz, Andre (ed.), The Division of Labour, Harvester Press, Nr. Brighton, 1978. 152
I
Gutton, Jean Pierre, La societâ e i poveri Içev. Carlo Capra), Mondadori, Milano, 1977. Harrington, Michael, The Accidental Century, Penguin Books, Middlesex, 1967. Horkheimer, Max, Theodor W. Adonıo, Dialectic of Enlightenment (çev. John Cumming), Ailen Lane, London, 1973. Hyman, Richard, Marxism and the Sociology of Trade Unionism, Pluto, London. 1975. Hyppolite, Jean, Saggi su Marx e Hegel (çev. Stefano Tommaso Regazzola), Bompiani, Milano, 1965. Israel, Joachim, Alienation, from Marx to Modern Sociology, Humanities Press, New Jersey, 1979. Izzo, Alberto (ed.), Alienazione e sociologia, Franco Angeli Editöre, Milano, 1973. Josephson, E.M. (ed.). Man Alone: Alienation in Modern Society, Dell, New York, 1962. Kazgan, Gülten, İktisadi Düşünce veya Politik İktisadın Evrimi, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1974. Kerr, Clark, et. al., Industrialism and Industrial Man, Harvard University Press. Cambridge, 1960. Kessler, Gerhard, İçtimaî Siyaset (çev. Orhan Tuna), Milli Mecmua Basımevi, İstanbul, 1945. Kranzberg, Melvin, Joseph Gies, Breve storia del lavoro (çev. G. Canavese, U. Livini), Mondadori, Milano, 1976. Kuczynski, Jürgen, The Rise the Working Class, Weidenfeld and Nicolson, London, 1967. Lange, Oscar, Political Economy (çev. A.H. Walker), Pergamon Press, London, 1963. Lichtheim, George, Marxism, An Historical and Critical Study, Routledge and Kegan Paul, London, 1961. Lobkowicz, Nicholas (ed.), Marx and the Western World, University of Nötre Dame Press, London, 1967. Lobkowicz, Nicholas, Theory and Practice, University of Nötre Dame Press, London, 1967. Lukacs, G., Storia e coscienza di classe (çev. Giovanni Piana), Sugar Co. Edizioni, Milano, 1974. Mallet, Serge, La nuova classe operaia (çev. Goffredo Fofi), Einaudi, Torino, 1970 Mandel, E., La formazione del pensiero economico di Carlo Marx, Laterza, Bari 1971. Mandel, E., George Novack, Marksist Yabancılaşma Kuramı, Yücel Yayınları, İstanbul, 1975. Mann, Michael, Consciousness and Action Among the Western VVorking Class, MacMillan, London, 1973. Mântoux, Paul, The Industrial Revolution in the Eighteenth Century, Harper and Row Publishers, New York and Evanston, 1961. 153
Mercuse, Herbert, An Essay on Liberation, Penguin Books, Middlesex, 1973. * Marcuse, Herbert, One-Dimensional Man, Routledge and Kegan Paul, London, 1964. Marcuse, Herbert, Reason and Revolution, Routledge and Kegan Paul, London, 1955. * Marx, Kari, 1844 Elyazmaları, Ekonomi Politik ve Felsefe (çev. Kenan SomerJ, Sol Yayınlan, Ankara, 1976. * Marx, Kari, Economical and Philosophical Manuscripts, 1844 (in Kari Marx, Early Writings, çev. R. Livingstone, G. Benton), Penguin Books, Middlesex, 1975, S. 279-400. Marx, Kari, II capitale libro primo capitolo sesto inedito (çav. Liliana la Mattina), Newton Compton, Roma, 1976. * Marx, Kari, Friedrich Engels, L'ideologia tedesca (çev. Fausto Codino), Editori Riuniti, Roma, 1975. * Marx, Kari, Kapital, Cilt I, 2 cilt (çev. Mehmet Selik), Odak Yayınevi, Ankara, 1974. * Marx, Kari, Lineamenti fondamentali di critica dell'economia politica ("Grundrisse"), (çev. Giorgio Backhaus), 2 cilt, Einaudi, Torino, 1976. * Marx, Kari, Manoscritti economico-filosofici del 1844 (çev. Norberto Bobbio), Einaudi, Torino, 1975. * Marx, Kari, Miseria della filosofia (çev. Fausto Codino), Editori Riuniti, Roma, 1975. * de Masi, Domenico (ed.), Sociologia dell'azienda, S.E. il Mulino, Bologna, 1973. * McLellan, David, Kari Marx, His Life and Thought, MacMillan, London, 1973. McLellan, David, Marx prima del Marxismo (çev. Roberto i-ong), Einaudi, Torino, 1974. McLellan, David, Marx's Grundrisse, Paladin, St. Albans, 1973. McLellan, David, The Thought of Kari Marx, MacMillan, London, 1971. Meszaros, Istvan, La teoria dell'alienazione in Marx (çev. Mario ve Elena Cingoli), Editori Riuniti, Roma, 1976. Mondolfo, Rodolfo, Umanismo di Marx, Einaudi, Torino, 1975. Mühlestein, Hans, Utopyacıhk ve Marxçı Humanizma (çev. Vedat Günyol), Çan Yayınları, İstanbul, 1976. Nisbet, Robert, The Social Philosophers, Heinemann, London, 1974. Nisbet, Robert, The Sociological Tradition, Basic Books Inc. Publishers, New York, 1966. Novack, George, Humanism and Socialism, Pathfinder Press, New York, 1973. Odajnyk, Walter, Marxişm and Existentialism, Doubleday Anchor, New York, 1965. Ollman, Bertell, Alienation, Marx's Conception of Man in Capitalist Society, Cambridge University Press, Cambridge, 1971. Orfei, Ruggero, Marx, il regno della libertâ, Coines, Roma, 1970. Ossowski, S., Struttura di classe e coscienza sociale, Einaudi, Torino, 1966. 154
de Palma, Armando, La macchina e l'industria da Smith a Mars, Einaudi, Torino, 1971. Pappenheim, E., The Alienation of Modern Man, Monthly Review Press, New York, 1959. Plamenatz, John, Kari Manc's Philosophy of Man, Clarendon Press, Oxford, London, 1975. O'Rourke, James J., The Problem of Freedom in Marxist Thought, D. Reidel Publishing Co., Dordrecht, 1974. Ruitenberg, Hendrik M. Ced.), Varieties of Modern Social Theory, Dutton, New York, 1963. Schaff, Adam, II marxismo e la persona umana (çev. Ludovico Tulü), Feltrinelli, Milano, 1973. Schaff, Adam, Lucien S6ve, Marxismo e umanesimo (çev. Augusto Ponzio), Dedalo, Bari, 1975. Schumpeter, J„ History of Economic Analysis, Oxford University Press, New York, 1955. Seve, Lucien, Marxismo e teoria della personalitâ (çev. Silvia Ade, Mario Miegge), Einaudi, Torino, 1977. Smith, Adam, Lectures on Justice, Poliçe, Revenue, and Arms (ed. Edwin Cannan), August M. Kelley, New York, 1964. Smith, Adam, The Wealth of Nations, 2 cilt, J.M. Dent and Sons Ltd., London, 1934. Swingewood, Alan, Marx and Modern Social Theory, MacMillan, London, 1975. Talaş, Cahit, Sosyal Ekonomi, S Yayınlan, Ankara, 1976. Talaş, Cahit, Sosyal Politika, Sevinç Matbaası, Ankara, 1967. Townsend, Peter, Sociology and Social Policy, Penguin Books, Middlesex, 1976. Tronti, Mario, Opera! e capitale, Einaudi, Torino, 1971. Tucker, R.C., Philosophy and Myth in Kari Marx, Cambridge University Press. Cambridge, 1961. Tuna, Orhan, Nusret Ekin, Otomasyon ve Sosyal Meseleleri, Î.Ü. İktisat Fakültesi Yayınlan, istanbul, 1970. Tuna, Orhan, Sosyal Siyaset, Giriş, Sermet Matbaası, İstanbul, 1966. Ure, Andrew, The Phiolosophy of Manufactures, C. Knight, London, 1835. Ünlü, Erden, Leyla Yaldır, Bülent İlik, Ali Rıza Demirdelen, Türk Traktör Fabrikasında Çalışan İşçilerin İçinde Bulunduktan Yabancılaşma Olgusunun Boyutları ve Sonuçları, Sosyal Hizmetler Akademisi, Ankara, 1977 (çoğaltma). Vanek, Jaroslav (ed.), Self Management, Economic Liberation of Man, Penguin Books, Middlesex, 1975. Walton, Paul, Andrew Gamble, From Alienation to Surplus Value, Sheed and Ward, 1972. Weisskopf, VValter A., Alienation and Economics, Delta Books, New York, 1971. Zima, Pierre V., Guida alla scuola di Francoforte (çev. Maria Grazia Meriggi). Rizzoli, Milano, 1976. 155
MAKALELER. Althusser, Louis, "Genç Marx'ın Evrimi Üzerine", Soyut, sayı 80, Haziran 1975, s. 75-83. Archibald, W. Peter, "Using Marx's Theory of Alienation Empirically", Theory and Society, vol. 6, no. 1, 1978, s. 119-132. Bedeschi, Giuseppe, "Alienazione", in Enciclopedia, vol. I, Einaudi, Torino, 1977, s. 309-343. Benhabib, Şeyla, "Metalarm Fetişizmi ve Îdeoloji/Bilim Sorunu", Birikim, no. 32, Ekim 1977, s. 33-51. Bottomore, Tom, "Socialism and the Division of Labour", in Bhikhu Parekh (ed.), The Concept of Socialism, Croom Helm, London, 1975, s. 154-166. Bowles, Samuel, Herbert Gintis, "Class Power and Alienated Labor", Monthly Review, vol. 26, no. 10, s. 9-25. Brighton Labour Process Group, "The Capitalist Labour Process", Capital and Class, no. 1, Spring 1977, s. 3-26. * Clark, John P., "Come misurare l'alienazione all'interno di u n sistema sociale", in Alberto Izzo (a cura di), Alienazione e Sociologia, Franco Angeli Editöre, Milano, 1973, s. 254-261. Cornu, Auguste, "Ekonomi Politik ve Felsefe Elyazmaları", Kari M a r x : 1844 Elyazmaları, Ekonomi Politik ve Felsefe (çev. Kenan Somer), Sol Yayınları, Ankara, 1976, s. 271-379. Cornu, Auguste, "Marx, Ricardo'nun Değer Teorisinin Yadsınması ve Hegel'in Yapıtlarındaki Emek Kavramının Eleştirisi", Ülke (çev. Kenan Somer), sayı 2, Ocak-Mart 1978, s. 249-272. Cornu, Auguste, "Marx ve Engels'in 1848 Devrimine Kadarki İdeolojik Evrimleri". Kari M a r x : 1844 Elyazmaları, Ekonomi Politik ve Felsefe (çev. Kenan Somer) , Sol Yayınları, Ankara, 1976, s. 380-396. van Dyck, Jules, Mart van Oers, "Sur quelques dimensions empiriques de l'alienation", Sociologie du Travail, vol. 11, no. 1, Janvier-Mars 1969, s. 44-60. Eccleshall, Robert, "The Undivided Self", in Bhikhu Parekh (ed.), The Concept of Socialism, Croom Helm, London, 1975, s. 95-119. Ehrenreich, John ve Barbara, "Lavore e coscienza", Monthly Review, Edizione Italiana, vol. IX, no. 7/8, s. 14-17. Ergil, Doğu, "Yabancılaşma Teorisinde Klasik öğretiler", Birikim, no. 50-51, Nisan-Mayıs 1979, s. 44-51. * Forbes, R.J., "Power to 1850", in Charles Singer, et. al., (eds ), A History of Technology, vol. IV, Oxford University Press, London, 1967, s. 148-67. Gabel, Joseph, "Utopian Consciousness and False Consciousness", Telos, no 29, Fail 1976, S. 181-186. Geras, Norman, "Essence and Appearance: Aspects of Fetishism in Marx's Capital", New Left Review, no. 65, January-February 1971, s. 69-85. Gordon, David M., "Efficienza capitalistica e efficienza socialiste" Monthly Review, Edizione Italiana, vol. IX, no. 9, s. 1-8. 156
Hamowy .Ronald, "Adam Smith, Adam Ferguson, and the Division of Labour" Economica, Vol. XXXV/139, August 1968, s. 249-259. Haraszti, Miklos, "Macaristan'da Parça Başına Ücret" (çev. ö z e r Sarı), Birikim, no. 42-43-44, Ağustos-Eylül-Ekim 1978, s. 150-162. Hegedüs, Andras, "The Division of Labor and the Social Structure of Socialism', Peter Brger (ed.), Marxism and Sociology, Appleton Century Crofts, New York, 1969, S. 128-145. Kon, Igor, "The Concept of Alienation in Modern Sociology", Peter Berger (ed.), Marxism and Sociology, Appleton Century Crofts, New York, 1969, s. 146-167. Lafitte, F„ "Social Policy in a Free Society", in W.D. Birrell, e t al., (eds.), Social Administration, Penguin Books, Middlesex, 1973, s. 57-65. Lazonick, William, "The Subjugation of Labor to Capital: the Rise of the Capitalist System", The Review of Radical Political Economics, vol. 10, no. 1, Spring 1978, s. 1-31. Lefort, Claude, "L'alienation comme concept sociologique". Cahiers Internationaux de Sociologie, vol. 18, 1955, s. 35-54. Leogrande, William M., "An Investigation into the 'Young Marx' Controversy", Science and Society, vol. XLI, no. 2, Summer 1977, s. 129-151. Lewin, Haskell, Jacob Morris, "Marx's Concept of Fetishism", Science and Society, vol. XLI, no. 2, Summer 1977, s. 172-190. Lichtheim, George, "Alienation", in International Encyclopaedia of the Social Sciences, vol. 1, MacMillan and Free Press, 1968, s. 264-268. Lindenfeld, Frank, "Work, Automation, and Alienation", in F. Lindenfeld (ed.), Radical Perspectives on Social Problems, MacMillan, New York, 1973, s. 238-249. Lobkowicz, Nicholas, "Alienation", in Marxism, Communism and Western Society - A Comparative Encylopedia, vol. 1, Herder and Herder, 1972, s. 88-93. McLellan, David, "Marx and the Whole Man", in Bhikhu Parekh (ed.), The Concept of Socialism, Croom Helm, London, 1975, s. 62-71. Meek, Ronald L„ "The Scottish Contribution to Marxist Sociology", in John Saville (ed.), Democracy and the Labour Movement, Lawrence and Wishart, London, 1954, s. 84-102. Meszaros, Istvan, "Alienation and Social Control", The Socialist Register 1971 (R. Miliband, J. Saville eds.), Merlin, London, 1971, s. 1-20. Miller, David, "Ideology and the Problem of False Consciousness", Political Studies, vol. XX, no. 4, December 1972, s. 432-447. Neal, A r t h u r G., Salomon Rettig, "Dimension of Alienation Among Manual and Non-Manual Workers", American Sociological Review, No. 28/4, August 1963, S. 599-608. Nettler, Gwynn, "Una proposta per misurare l'alienazione", in Alberto Izzo (a cura di), Alienazione e sociologia, Franco Angeli Editöre, Milano, 1973, s. 223-236. Niel, Mathilde, "Teknoloji Olgusu: İnsanın Kurtuluşu mu, Yabancılaşması mı?", Soyut, sayı 87, Ocak 1976, s. 66-76 157
* Offe, Claus, "Political Authority and Class Structures", in Paul Connerton (ed.), Critical Sociology, Penguin Books, Middlesex, 1&76, s. 388-421. Parekh, Bhikhu, "Marx's Theory of Man", in Bhikhu Parekh (ed.), The Concept of Socialism, Croom Helm, London, 1975, s. 38-61. Piccone, Paul, "Reading the Grundrisse: Beyond 'Orthodox' Marxism", Theory and Society, vol. 2, no. 2, Summer 1975, s. 235-255. * Rosenberg, Nathan, "Adam Smith on the Division of Labour: Two Views or One?", Economica, vol. XXXII/126, May 1965, s. 127-139. Rosenberg, Nathan, "Kari Marx and the Economic Role of Science", Journal of Political Economy, vol. 82, no. 4, July/August 1974, s. 713-728. Rosenberg, Nathan, "Marx studioso di technologia", Monthly Review, Edizione ItaUana, vol. IX, no. 9, s. 14-21. S., M., "Alienation", in The New Encyclopaedia Britannica, Macropoedia, vol. 1, 1974, s. 574-576. * de Saint-Simon, C.H., "İki Kervan: Hükümet-Yönetim" (çev. Sina Akşin), Mete Tunçay (ed.), Sosyalist Siyasal Düşünüş Tarihi, Cilt I, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1976, S. 17-21. Schaff, Adam, "L'appareil conceptuel de la thâorie marxienne de l'alienation". L'Homme et la Societâ, nos. 41-42, Juillet-Août-Septembre 1976-Octobre-Novembre-Decembre 1976, 13-34. Schaff, Adam, "Marxçüık ve Bir İnsan Görüşü", Soyut, sayı 92, Haziran 1976, s. 52-59. Schaff, Adam, "The Marxist Theory of Social Development", in S.N. Eisenstadt (ed.), Readings in Social Evolution and Development, Pergamon Press, London, 1970, S. 71-94.
* Seenıan, Melvin, "A proposito del significato di alienazione", in Alberto Izzo (a cura di), Alienazione e sociologia, Franco Angeli Editöre, Milano, 1973, s. 237-253. Simeunovic, Vozin, "Character, Structure and Essence of Marxist Theory", Survey - Periodical for Social Studies, Sarajevo, year 5, no. 3, 1978, s. 242-264. Vidal, Daniel, "Un cas de faux concept: la notion de l'alienation", Sociologie du travail, vol. 11, no. 1, Janvier-Mars 1969, s. 61-82. * Weiss, Donald D., "Marx contro Smith sulla divisione del lavoro", Monthly Review, Edizione ItaUana, vol. IX, no. 9, Settembre 1976, s. 21-26. * West, E.G., "Adam Smith's Two Views on the Division of Labour", Economica, vol. XXXI/121, February 1964, s. 23-32. West, E.G., "The Political Economy of Alienation, Kari Marx and Adam Smith", Oxford Economic Papers, vol. 21, no. 1, March 1969, s. 1-23. Winfield, Richard, "The Dilemma of Labor", Telos, no. 24, Summer 1975, s. 113-128. * Yinger, J. Milton, "Anomie, Alienation and Political Behavior", in Jeanne N. Knutson (ed.), Handbook of Political Psychology, Jossey-Bass, San Francisco, 1973, S. 171-202. 158
A.Ü. S.B.F. Basın ve Yayın Yüksek Okulu Basımevi, Ankara -1982
İ80 T L .