1
DİLDE, FİKİRDE VE İŞTE
BİRLİK Akçura- Galiyev- Gaspıralı- Gökalp
Kaan Turhan
2
Tarihin çığlığını duyanlara…
3
İÇİNDEKİLER Önsöz I.-Kemalist Devrim II.-Eleştirel Akıl, Pozitif Bilimler ve Halkçılıkla Türkçülük III.- Türk Dili Üzerine IV.-Osmanlı’da İslamcılık Eleştirisi ve Laiklik Üzerine V.-Türk Aydınının Ahlakı ve Varlık Nedeni VI.-Doğu Devriminin Kaynakları ve Türkçü Sosyalist Mir Seyyit Sultan Galiyev VII.-Tarihsel Gerçekliğin Yokedilmesi Çabası VIII.-Kemalist Eğitim Modeli VIII.-Türkçü Devrimcilerin Kısa Yaşamöyküleri Kaynakça
4
Önsöz
Osmanlı İmparatorluğu’nun yapısal düzeni Türklerdeki milliyetçilik düşüncesinin gecikmesinde en önemli faktörlerden biridir. Osmanlı imparatorluğu içinde yaşayan çok sayıda etnik grup ve ulusu ‘millet sistemi’ adı verilen bir yapı içinde örgütlemiş ve bu sistem içinde topluluklar dinsel cemaatler şeklinde belirlenmiştir… Osmanlılar gaza yoluyla küçük bir beylikten imparatorluk haline geldiklerinde; Fatih Sultan Mehmet’le birlikte İmparatorluğu ‘İslamiyet öncesi Türk devlet gelenekleri’, ‘İslamiyetin kuralları’ ve ‘fethedilen yerlerdeki düzen’ olmak üzere üç unsurun etkisinin görüldüğü bir yapısal düzen üzerine oturtmuşlardır. Osmanlı toplumsal düzeni, 15. ve 16. yüzyıllarda dünyadaki diğer toplumsal düzenlerin en iyisi durumundadır. Ancak Türklerin büyük çoğunluğunun yaşadığı Anadolu, bu toplumsal yapı içerisinde özel bir yere, statüye sahip olmadığı gibi genelde duraklama ve gerileme dönemlerinde giderek artan anlayışla bir savaş zamanında asker ve diğer zamanlarda da vergi alınacak bir gelir kapısı olarak görülmüştür. Türklerin İslamiyeti kabul etmelerinden sonra İslam dünyasının koruyuculuk görevini de üstlenmeleri, bir ideolojiye bağlılık şeklini almış ve 20. yüzyılın başlarına kadar Türk ve Türkçülük unsurları gözden uzak tutulmuştur. Kısacası Osmanlılar milliyet ayrımını ortadan kaldırıp din ayrımına dayanan ‘millet sistemi’ni kurarak Osmanlılık ruhunu aşılamak istemişlerdir. Yine ‘gaza’ esasına dayalı bir toplumsal düzen kurulması Osmanlı İmparatorluğu’nun özünü oluşturan Türklerde para ve sermaye birikimine önem verilmemesi sonucunu doğurmuştur. Bu anlayışın sonucu olarak dünyada değişen ve gelişen ekonomik, sosyal ve ticari koşullar ve anlayışlar Osmanlı ekonomik ve toplumsal düzenini 16. yüzyılın son çeyreğinden itibaren sarsmaya başlamıştır, sonra duraklatmış, geriletmiş ve nihayet çökertmiştir. Coğrafi keşifler ve bunun sonucunda merkantilizmin ortaya çıkması sonucunda 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı geleneksel düzeni çökmüştür. Bu yüzyıldan itibaren imparatorluktaki ticaret gayrimüslim tebaanın eline geçmiş, bunlara alternatif olarak geliştirilmeye çalışılan Müslüman Hayriye Tüccarları, ticari hayatta başarılı olamamışlar ve 1838 Osmanlı – İngiliz Ticaret Anlaşması’ndan sonra da İmparatorluk içindeki sanayi dış pazarlarla rekabet edemeyerek çökmüştür. Dolayısıyla Türkler arasında milliyetçiliğin gelişmesinde odak rolü oynayabilecek sermayedar ‘Türk girişimci sınıfı’ ortaya çıkamamıştır. Görüldüğü üzere, Osmanlı’da Türkler arasında milliyetçilik akımının çok geç başlamasının temel nedenleri imparatorluğun monarşik, teokratik, kültürel ve sınıfsal 5
yapısından kaynaklanmaktadır. Yapısal nedenlerin yanında Türklerin kendi kurdukları ve çoğunlukta oldukları Osmanlı İmparatorluğu’nu devam ettirme düşüncesi de Türkler arasında milliyetçilik düşüncesinin geç doğmasına etken olmuştur.1 Kemalizm’e olan kaynaklığıyla da önem taşıyan Türkçülük siyasetinin önündeki engeller, siyasal olgunluk düzeyine ulaşmasına neden oluşturabilecek koşul ve ortamın yaratılamamış olması, Türklerin kendilerini gerçekleştirmesinin önünü tıkamıştır. Osmanlı’nın emperyalizme teslim olması süreci sonunda yıkılan bir ülkeyi yaşatmak güçleşmiş ve yeni bir devletin tarih sahnesine çıkması gündeme gelmiştir. Bu doğrultuda, Türkçülük siyaseti çözümün dinamiği olarak yer almıştır. Türkçülüğü gündeme getiren koşullar yavaş yavaş olgunluk devresine girmiş ve kendini gerçekleştiren bir siyasal birikim oluşmuştu. Mithat Atabay’ın saptamalarıyla, Türkçülük siyasetinin oluşmasının temel değişkenleri şöyledir: Türkoloji alanında yapılan çalışmalar, Avrupa’da birçok bilim adamı eski Türklere, Hunlara ve Moğollara ait tarihi ve arkeolojik araştırmalar yaparak Türklerin çok eski bir ulus olduğunu, geniş bir alana yayılmış bulunduğunu ve çeşitli zamanlarda dünyaya hâkim olan büyük devletler ve uygarlıklar meydana getirdiklerini ortaya çıkarmışlardır. Tanzimat’tan sonra başlayan edebiyat, dil ve tarih çalışmalarının Türk Milliyetçiliği’ne etkisi genç Osmanlılardan Şinasi, Ziya Paşa ve Namık Kemal, Tanzimat döneminde verdikleri eserlerle Türk Milliyetçiliği’nin doğuşunda göze çarpan isimler olmuşlardır. Şinasi’yle başlayan ve edebiyatta devrim ismiyle anılan bu yeni edebiyat, başlangıçta belirsiz bir nitelik arz etmesine karşılık; bir sisteme doğru gitmeye çalışan geniş bir eğitim faaliyetiyle dikkati çekmiştir. Rus halkçılığının (Narodnizm) etkisi, Türk Milliyetçiliği düşüncesinin ortaya çıkışında ve gelişmesinde halk ve halkçılık hareketinin önemi büyüktür. Bütün milliyetçilik hareketlerinin ortak özelliklerinden biri ve belki de en belirgin olanı halkçılıktır. Halkçılık düşüncesinin etkisi daha ziyade Rusya kaynaklıdır. Rusya’da 1870’li yıllarda gelişmiş olan ve ‘narodnichestvo’ yani halkçılık denen hareket, 1890 yılına kadar süren tarihinde çeşitli aşamalardan geçmiş olmakla beraber, Rusya’daki aydınla halkın ilişkilerini çeşitli yönleriyle belirleyen bir hareket olmuştur. Bu hareket aydının halka gitmesi düşüncesiyle başlamış ve halkı aydınlatması düşünülmüştür. Ancak asıl sorunun bu olmasına karşın her şeyden evvel aydının toplumla barışmasını sağlayacak olan aydının kendisinin halkı tanıması ve böylece halktan toplumsal sorunları öğrenmesi haline dönüşmüş ve Rus toplumunun gerçekte olması gereken şeklinin temelinin halkın geleneksel kurumları, özellikle de köy komünü olacağı davası şekline girmiştir. Rusya’daki halkçılık akımı üç dolaylı yoldan Türk aydınını etkilemiştir. Birincisi, balkan ve özellikle Bulgar aydınlarıdır. ‘Halka Doğru’ hareketinde balkan eğitimci ve yazarlarının etkisi görülmüş ve halkçılığın, Rus narodnik hareketinden ve Balkanlar’daki uzantısı popülizm ve peasantismden (köylücülük) ilhamla benimsendiği dikkat çekmiştir. Rus halkçılığının Türk aydını üzerindeki dolaylı ikinci etkisi, Rusya’dan gelen Türklerdir. Azerbaycanlı Hüseyinzade Ali Bey, Petersburg Üniversitesi’nde okurken orada devrimci öğrenci toplulukları görmüş ve İstanbul’a gelip Tıp Fakültesi’ne girdiğinde birkaç arkadaşıyla birlikte Rusya’da gördüğü narodnik modele benzer ilk üniversite gizli öğrenci derneği olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni kurmuştur. Yusuf Akçura’ysa Rusya’da yapılan çalışmaları örnek alan Tatar çağdaşlaşma hareketini, basın yoluyla Osmanlı aydınlarına 1
Mithat Atabay, II. Dünya Savaşı Sırasında Türkiye’de Milliyetçilik Akımları, Kaynak Yayınları, 1. Baskı, Ocak – 2005, İstanbul, Ss. 46 – 48.
6
aktarmıştır. Türk Yurdu dergisinde yer alan yazılarla Tatar burjuvazisinin ilerlemeci ideolojisi Osmanlı toplumunda yayılmaya çalışılmış ve Osmanlıların da aynı yolu izlemesine adeta davetiye çıkarılmıştır. Tatar modelinin içeriği üç başlık altında toplanabilir: İslamiyet, Türklük, modernlik. Yusuf Akçura’ya göre, Tatarlar Osmanlılardan daha çok Müslüman, daha çok Türk ve daha çağdaştır. Burada Ziya Gökalp’in 1912’de yayımlanan ünlü “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” makale dizisinin sloganı ortaya çıkmaktadır. Aslında bu formülü ilk ortaya atan Hüseyinzade Ali Bey’dir. 1907’de Füyûzat gazetesinde yayımladığı ‘Bize hangi ilimler lazımdır’ adlı makalesinde ‘Türklere çağdaş bilimler lazımdır, çağdaşlık telkin eder ve Müslüman kavimler için Türkleşmek, İslamlaşmak ve Avrupalılaşmak’ gereklidir demektedir. Halkçılık hareketinin Türk aydını üzerindeki üçüncü etkisi, Ermeni aydınlarının başlattığı ve milliyetçi Taşnak hareketinden ayrı olan sosyalist Hınçak hareketidir. Çünkü bu ikincisi narodnik düşüncelerin şiddetli etkisi altında doğmuş ve Meşrutiyet’in ilanından sonra yasal bir sosyalist parti olarak kurulmuş, Bulgar halkçıları gibi bunların da Meclis-i Mebusan’da üyeleri yer almıştır. Bu hareketlerin etkisi özellikle Ömer Seyfettin’de kendisi göstermiştir. Türk milliyetçisi aydınlar arasında halk kavramı 1910’lardan itibaren yeni bir çekim alanı haline gelmiş ve bu çekim alanının ortaya çıkardığı yeni bir dergi, Halka Doğru dergisi yayın hayatına başlamıştır. Halka Doğru dergisi, herkesçe benimsenen sade bir dilin kullanıldığı, pratik sorunlara ve eğitim konularına yer vermek düşüncesinin ürünüdür. Bu derginin yazarları Türkiye’de milliyetçi hareketin olduğu kadar, ‘halkçılık’ düşüncesinin de önderleri olmuşlardır. Rusya’dan gelen Türklerin etkisi, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında Volga, Orta Asya, Azerbaycan ve Kırımlı Müslüman Tatarlar ve Türklerin Osmanlı İmparatorluğu’na göç etmeleri Pantürkçülük hareketine büyük bir devinim kazandırmıştır. Rusya’dan gelen bu göçmenler genellikle Rus ve Batı üniversitelerinde iyi eğitim almış kimselerden oluşmaktadır. Bunlar Rus Türkolojisi’nin başarılarını görmüş ve Panislavizmin mistiğiyle karşı karşıya kalmış, hatta bu harekete karşı tepkilerini göstermiş kimselerdir. Rus Çarlığı’nda yaygın olan halkçı ve devrimci eğilimlerden de etkilenmiş olan bu kişiler, Türkoloji’nin yeni bulgularıyla Türklük gururlarının beslenmesine karşın, Osmanlıların yenildiği ve Müslümanların küçük düştüğü bir sırada bir hanedan, din veya devlete değil de; Avrupa ortalarından Pasifik’e kadar olan geniş topraklardaki Türk halkına dayanan yeni bir siyasal akım olan Pan-Türkçülüğün gelişmesine yardım etmişlerdir. Bu süreci teorik ve pratik olarak deneyimleyenler: Hüseyinzade Ali Bey, Kazanlı Şahabettin Mercani, İsmail Gaspıralı, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu olarak sınırlanabilir. Pan-Türkçülük konusunda örgütlenmeler, 1908’deki Jön Türk devrimiyle oluşan özgürlük ortamında, Osmanlıcılık düşüncesi nedeniyle önceleri zayıf ve ikinci planda kalan Pan-Türkçülük düşüncesi de ortamın 'dernekleşme enflasyonu'na ayak uydurarak örgütlenme yoluna gitmiştir...1908 yılının sonlarından itibaren özellikle Rusya'dan gelen Türk aydınlarının girişimleriyle İstanbul'da çeşitli dernekler kurulmuş ve bu derneklerin çıkardıkları yayın organları yoluyla Türk milliyetçiliğinin doğması ve yayılması sağlanmıştır. 1910 yılında Ali Canip Yöntem, Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp gibi önemli kişilerin toplanarak çıkardığı 'Genç Kalemler' dergisi aracılığıyla 'Yeni Lisan Hareketi' dilde Pan-Türkçülük yapmaya başlamıştır. Aralık 1908'de örgütlenmeye başlayan Türk milliyetçiliği, sırasıyla Türk Derneği, Türk Yurdu, Türk Ocağı ve Türk Birliği Derneği isimleri altında toplanmıştır. Bunlardan başka Rusya'da 'Sakin
7
Müslüman Türk Tatarlarının Haklarını Müdafaa Cemiyeti', Halka Doğru Cemiyeti ve 'Teavüni İçtimaî Cemiyeti' gibi örgütlenmeler olmuştur.2 Türk tarihi, devrimler tarihi olarak da anılabilir. Bağımsız bir ekonomi, kültür, dil gibi bir ulusu ulus yapan toplumsal değişkenler için, savaşmış/savaşım vermiş aydınlar; tarihe bıraktıkları etkileriyle anılırken, bu etkilerin ayrıntıları da önem taşıyordu. Ayrıntıların yazılması, çok da kolay bir şey değildir. Hele ki, bir döneme damgasını vurmuş, aynı dönemde yaşamış, Kemalist devrimin temellerine etki etmiş üç aydını birden, ele alıp bir araştırmaya girişmek çok da kolay bir iş değildir. Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, İsmail Gaspıralı: hem uzak hem yakın aydınlar! Dil, din, kadın, fikir, toplumsal eleştiri, Osmanlı’ya eleştiri ve geleceğin bağımsız ülkesini kurmak için gösterilen çaba! Hepsi de bir kitaba sığamayacak kadar derin ve meşakkatli konular. Üç aydını, Gaspıralı’nın tarihe düşmüş ve deyime dönüşmüş: “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” söylemiyle birlikte anıp, bu söz üzerinden yola çıkıp, tarihteki izleri takip etmek; düşünceleri arasında dolaşıp ortaklıklarını yakalamak da zorlu bir araştırma sürecini gerektiriyordu. Üç aydının konulara bakışları, konuları çözümlemeleri ve farlılıklarıyla ortaklıkları buluşturulmaya çalışılmıştır. İçindekiler bölümünü kapsayarak yeniden tanımlarsak. İlk bölümde: Osmanlı dönemine ilişkin eleştirilerindeki ortak yönler yer alıyor. İkinci bölümde: siyasal, fikri tartışmaları yer alıyor. Üçüncü bölümde: Türkçe üzerine yorumları, dilde sadeleşme üzerine fikirleri yer alıyor. Dördüncü bölümde: bir sömürü aracı haline gelmiş din konusunun tabu olmasına ilişkin eleştirileri ve dinin toplumcu, özgürlükçü ve aklın öncülüğünü savunan irdelemeleri yer alıyor. Beşinci bölümde: Türk aydınının görev bilincini, aydın olmanın anlamı üzerine tartışmaları yer alıyor. Osmanlı’nın çöküşünün tartışıldığı dönem, Rusya’da yaşayan Türklerin varlık mücadelesinin görüldüğü dönem: çeşitli gruplaşmalar, siyasal örgütler, dernekler ve vakıflar: bu kargaşa içinde, bir çözüm umudunun arayışı içindeydiler. Çeşitli siyasal akımlar bu tartışmalarda etkisini göstermiş ve geleceğin bağımsız Türkiye’sini kurgulamaya çalışmışlardır. Benim yapmış olduğum bu çalışma, tarihe yön vermiş yapıtları ve mücadeleleriyle; üç Türk aydınının, Türkiye’nin sarpa sarmış, karmaşıklaşmış ve emperyalizme sonuna kadar bağımlılaşmış yapısına karşı, tarihin ardından attıkları çığlıklarına tercüman olmaktı. Bu üç büyük Türk aydını, tarihte Türklerin umudunun bittiği, çöküş sürecine girildiği dönemde yol gösterici olmuştu. Şimdi de, Türkiye’nin tam bağımsızlığı için yol göstermek üzere aramızdalar. Kitabın yayımlanmasında, fikri ve manevi desteğinden ötürü Doğu Kitabevi Yayınları sahibi ve yazar/yayıncı/araştırmacı İbrahim Horuz’a: teşekkürü borç biliyorum. Çalışmada öncelikle Akçura, Gaspıralı, Gökalp üçlüsünün fikriyatında yer eden ve Kemalist devrimi oluşturan bileşenlerin neler olduğu: ortak fikriyattan nasıl bir temel oluşabildiğini irdeledim. 2
Mithat Atabay, a.g.e., Ss. 48 – 68.
8
Sonrasında Türkiye için ve tüm Doğu halkları için önem arz eden; Mir Seyyit Sultan Galiyev’in fikriyatı, mücadelesi, Kemalist devrime bakışını ortaya koymaya çalıştım. Bunlardan yola çıkarak tarihsel gerçekliklerden kopup; geçmişin devrimci birikimine ihanetle karşılık veren günümüz toplumsal/siyasal düzenini anlatmaya çalıştım. Türk tarihinin tahrifatı, geçmişte olduğu gibi yine Batılı ‘efendi’lerce, ‘köle’ olarak görülen Doğu ülkesi, Türkiye’yi hangi noktaya getirdi? sorusunun yanıtını vermeye çalıştım. Bu nedenle usul-u cedit öğretim metodundan yola çıkan devrimci aydınların, Mustafa Kemal Atatürk’ün eğitim reformundaki etkilerini ve özel olarak da Kemalist eğitim öğretim modelinin temel felsefesini açımlamaya çalıştım. Son bölümdeyse; kitapta sözü geçen Türkçü devrimcilerin kısa biyografilerine yer verdim. Tanımak, tanıtmak, unutmamak, yaşatmak ve sürekli düşünmek ereğiyle…
Kaan Turhan Şubat – 2013
9
I.- KEMALİST DEVRİM
Dünya, kapitalizmin altında inlerken ve de sömürülen ülkeleri, geri teknolojileri, geri kültürleri, geri siyasal ve ekonomik politikalarıyla; emperyalist ülkelerin kapitalist hegemonyasına “muhtaç” hâle getirilmişti. Özellikle ekonomi, 18. ve 19. yüzyıllarda çok büyük önem kazanmıştı ve ileri nitelikli; sanayi, tarım, emperyalist işgal programlarıyla belirleyici etken olarak etkisini gösteriyordu. Yusuf Akçura da, Avrupa’nın ekonomik işgalinden söz etmekte ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bu işgale 13. yüzyıldan başlayarak nasıl eklemlendiğini şöyle anlatmaktadır: “Şark meselesi, Hicri 19. yüzyıl ortalarından başlayarak, üçüncü devresine, yani iktisadiyatın diğer etkenlere hâkim olduğu devreye dâhil olmuştur. Zaten bu sıra bütün cihanın beşeri muamelelerinde, iktisadiyatın diğer etkenlere üstün olduğu daha açık görünür: Tarih beşeriyetin bu bölümünde, en medeni sayılan birkaç milletin İngiliz, İngiliz azmanı Amerikan, Fransız, Alman, İtalyan ve Rus milletlerinin içinde türemiş bir sınıfın, büyük sermaye sahiplerinin, şimdi moda da olan bir tabirle kapitalistlerin bütün dünya işlerine hükümran oldukları görünür. Büyük sermayedarlar, yani fabrika, banka, maden ocağı, şimendifer, vapur. ilaahirih sahipleri, bütün cihanı sermayenin, kapitalin hükmü altına almaya uğraşırlar. Bu tarihi devreyi, diğer tarihi dönemlerden ayırt eden nitelik, büyük sermayenin oynadığı azim roldür. Bu devrede hükümetler, hükümdarlar, ordular, serdarlar hep büyük sermayenin hademesi konumuna inmişlerdir. Miktarları gittikçe eksilen, fakat sermayeleri gittikçe artan miktarı sayılı sermayedarlar kendi vatandaşlarının ekseriyeti, şahsi refah ve saadetlerine, israf ve sefahatlerine hizmetçi ameleye dönüşmüşlerdir. Lakin yalnız kendi vatandaşlarına hükümran olmada sefih hayatlarını temine kâfi gelmediğinden bunlar medeniyetçe daha az gelişmiş memleketler ahalisini yani Avrupa’dan gayrı kıtaat-ı Cihan Dünya kıtalarındaki oturanları kendilerine tamamen kul ve köle yapmak isterler ve bunun için dünyaya musallat olurlar. Yeryüzünün bütün zenginlik kaynaklarını ellerine geçirmeye, bütün insanları hayvan gibi yalnız işleyebilecek kadar besleyip kendi fayda ve hesaplarına çalıştırmaya, yine moda tabirle sömürmeye, istismar etmeye, işletmeye uğraşırlar. İşte bu maksatlar ve bu maksatların tatbikatına bugün emperyalizm namı veriliyor. Demek oluyor ki, Avrupa’nın kapitalistleri ve onların hadim ve memurlarından ibaret Avrupa hükümetleri ve Avrupa orduları bütün dünyanın servetini emmek, bütün dünya ahalisini kendi uğurlarında çalıştırmak için, cihangirlik – emperyalizm siyaseti takip etmektedirler...Kapitalistler çok akıllı, çok kurnaz ve çok uygulamacı ademlerdir: istismar edecekleri memleketler ahalisinden kendilerine yardakçı bulmanın işi hayli kolaylaştıracağını pekala takdir ederler.. Bu zavallılar, bilerek veya bilmeyerek, Avrupa kapitalistlerinin mükellef sofralarında yere düşen kırıntılara tamahla onlara hizmetçilik, çığırtkanlık ederler.. Dünyanın her tarafında takip olunan bu siyaset, henüz izah ettiğim manasıyla emperyalizm siyaseti, 13. asr-ı hicri ortalarından itibaren Şark meselesinde de tatbik olunmuştur. O vakitten beri, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan ve Rus kapitalistleri ve bundan dolayı hükümetleri, İslami Şarkta bütün iktisadi kaynakları, yani gerek toprak üstünde, gerek toprak altında bulunan bütün doğal servetleri ellerine geçirmeye, Müslüman ahaliyi de o servetlerin ede edilmesinde kullanılır hayvanlar haline indirmeye uğraşmaktadırlar...Memleketlerin servet membalarını tamamen zapt etmek, memleketlerin halkını da esirler ve hayvan soyu amele yapmak yapmak...İşte efendiler, 19. ve 20. miladi asırlarında Şark meselesinin gayesi!.. 13. asrın ortalarından itibaren Avrupa sermayedarları Osmanlı hükümetinin sarraflığını üstlendiler. Osmanlı hükümetine borç almanın tadını tattırdılar. Osmanlı hükümetine, borçla muhteşem yaşamak kolaylığını öğrettiler. Böylece, sermaye, kapital, Osmanlı ülkesine girmeye başladı. Bu, Osmanlı tarihinde çok mühim bir vakıadır. Bununla beraber milletin bir kısmı, yüksek denilen 10
sınıflardan başlayarak, Avrupa medeniyetinin fikri ve bedeni zevklerine alışıyordu: Avrupa düşünceleri, Avrupa adetleri, Avrupa giysileri, Avrupa kitapları, Avrupa kanunları, Avrupakari saraylar, kâşaneler... İstanbul’dan, saray ve bakan dairelerinden her tarafa yayılıyordu. Bu efendiler, herkesçe bilinen Tanzimat devridir. Avrupa sermayesinin Osmanlı ülkesine girişiyle, Tanzimat-ı Hayriye’ye süratle başlanmış oldu... Büyük, küçük her sermayedar kapana tutacağı fert veya millet hakkında hep aynı usulü takip eder; kapana yem asar, yani ferde veya millete ödünç para verir, borçlandırmada bulunur. Pekâlâ, bilirsiniz ki, oğlunu evlendirmek için yahut tarlasını alabilmek için, kasabada Agop Ağa’ya borçlanmış köylü Mehmet Ağa bir daha o borcundan kurtulup felah bulamaz; evi, barkı, tarlası hepsi nihayet Agop Ağa’nın mülkü olur, gider. Agop Ağa ta işin başından Mehmet’i bin tatlı sözle muttasıl borçlanmaya teşvik eder. Bu küçük misali, büyütünüz: Çar zamanında Kırım ve Kafkasya’da toprağın yerliler elinden Rus bankalarına, Cezayir ve Tunus’ta Fransız bankalarına nasıl geçtiğini anlarsınız. Biraz daha büyütünüz: Avrupa büyük sermayesinin, Osmanlı Bankası namını taşıyan İngiliz Fransız bankası, Kredi Lyone, Deutche Bank, Banko de Roma, sonuna kadar vasıtalarıyla Somanlı ülkesini nasıl zapt-u yağma ettiklerini anlarsınız. Osmanlı hükümetine ettikleri borçlandırmayla maksatlarının ancak bir kısmını elde eden Avrupa sermayedarları, maksatlarına tamamen nail olmak yani Osmanlı ülkelerini açıktan açığa istismar eylemek için Tanzimatçı paşalardan mütemadiyen imtiyaz koparırlar; sırf kendi menfaatlerini gözeterek, yani devletin ve milletin menfaatlerine hemen hiç kulak asmayarak, demir yollar döşeme, rıhtımlar inşa, bankalar kurarlar, madenler işletirler, eskavaro ameliyatıyla uğraşırlar ve iyi kötü, fakat kötüsü iyisinden fazla pek çok işlenmiş ürünle şehirlerimizin çarşı ve pazarlarını doldurarak yerli sanatları öldürürler. İşte bu vakaların hepsi, Avrupa sermayesinin, kapitalin Osmanlı ülkesine doğrudan doğruya ve muzafferane akını demektir.3 Osmanlı ve Dış Borçlar Avrupa’nın, ülkeyi sömürmesini ve yerli ekonomiyi yavaş yavaş, bağımlılık ilişkileriyle bitirmekteydi. Kapitülasyonlar, Tanzimat-ı Hayriyeler, Baltalimanı antlaşmaları… Osmanlı, Avrupalı sömürücülerin merkezinde çözülen ve bağımlılaştırmada “düyun-u umumiye”yi kurduracak kadar ilerleyen bir işgalin görüntüsü yaşanmaktaydı. “Osmanlı'da kapitülasyonlar nedeniyle oluşan dışa bağımlı ticarî ve ekonomik yapı, Avrupalı yabancı tüccar sınıfının ve on sekizinci yüzyılda beratlı gayrimüslim tüccarların etkinliğiyle tamamen kozmopolit bir yapıdadır. Bu kozmopolit iktisadi ve ticari yapı, 1838 Baltalimanı Antlaşması hükümleriyle tamamlanmıştır. İmparatorlukların çöktüğü, ulus devletlerin ortaya çıktığı bir süreçte her devlet kendi çıkarlarına uygun olarak ulusal iktisat modelini uygularken, Osmanlı Devleti söz konusu kozmopolit yapının etkisiyle liberal iktisadi politikaların tutsağı olmuştur. Bu nedenle, söz konusu yapının tasfiyesi ve yerine ulusal burjuvazinin geçirilmesi bir zorunluluk halini almıştır. II. Mahmud, Müslüman tüccarların “Hayriye Tüccarı” adıyla Avrupalı tüccarlara tanınan hak ve imtiyazlardan yararlanmalarını sağlamış ve her iki kesimi de birbirine denk tutmuştur. Bütün bu gayretler, ne yazık ki, sonuçsuz kalmış, 1838 yılında imza edilen Baltalimanı Antlaşması'yla Osmanlı pazarı ve ekonomisinin, Avrupa piyasalarıyla bütünleşmesi tamamlamıştır. Mevcut kozmopolit/komprador yapıya tepkiyle, 1908 yılında itibaren tartışılmaya başlanan ve 1913 yılında uygulamaya konulan neo merkantilist ulusal iktisat politikası, ulusal burjuvazinin milliyetçi ideolojinin iktisadi ilkesi olmuştur. Bu iktisat anlayışı kozmopolitliği değil, milliyeti; kompradoru değil, ulusal olanı geçirme gayret ve gayesindedir.” 4 3
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktidar, Yayına Hazırlayan: Erdoğan Mura, Sinemis Yayınları, Temmuz – 2006, içinde, Vaziyetimiz ve Vazifelerimizden Birisi, Sebilürreşat Mecmuasının 18 Haziran 1921 tarihli sayısında yayımlanmıştır. Ss. 37-41 4
Halit Erdem Oksaçan, Kavimden Ulusa Türkler, Tekin Yayınevi, 1. Basım, Ocak – 2009, İstanbul, Ss. 81 – 82.
11
1908 devrimi ve tartışmalarda görülen ve yabancı bağımlılığını ortadan kaldırmayı ulusal bir ekonomik programla yeni Türkiye’yi kurmayı hedeflemekteydiler. Ancak ülke, Akçura’nın saptamalarıyla çok ciddi sonuçlarla karşı karşıyaydı: “Avrupa sermayesinin Türkiye’yi istilasından şu sonuçlar doğdu: Memleketimizin maden servetleri ecnebi sermayedarlara mal oldu; memleketimizin karasal ve denize ait nakliyat araçları, demir yollar ve vapurlar, tamamen ecnebi sermayedarlar elindedir; memleketimizin belli başlı iskelelerinin limanları, sahillerimizin fenerleri, yine ecnebi sermayedarlar elindedir; memleketimizin belki en mühim bir kaynak serveti olan tütün işi de ecnebi sermayedarlar elindedir; memleketimizde akça piyasasının kesin ve despot iktidarı olan sözde Osmanlı Bankası ecnebi sermayedarlarının elindedir ve nihayet düyun-u umumiye kurumsallaştı ki onun vasıtasıyla memleketin kaynaklarının gelirlerinden birkaç belli başlısı doğrudan doğruya ecnebi sermayedarlarının idaresi altına geçti; ve devletin bağımsızlığının bir kısmı, bu suretle zayi olmuş oldu..Efendiler, banka, reji, düyun-u umumiye Avrupa kapitalinin Türkiye ekonomisinin bağımsızlığını asmak için hazırladığı altından bir sehpadır...Düyun-u Umumiye’nin bildiğiniz muazzam ve muhteşem binası, tesadüfi olarak, İstanbul’un bağrına ve Babıali’nin ta tepesine kurulmuş değildir; bu yerin seçiminde, hatta binanın şekil ve kıyafetinde bile timsali bir mahiyet vardır. Padişah sarayından ve hükümet binasından daha sağlam, daha mükemmel daha gösterişli olan bu bina, Tanzimat’tan beri Osmanlı devletinin hakiki hükümdarı olan Avrupa kapitalin, Avrupa sermayesinin şahlar şahı sarayıdır..Bu istiladan dolayı Osmanlı ülkesinde küçük ve orta sanayi hemen hemen kalmadı; Avrupa sermayesiyle temasa gelen şehirlerimizde esnaf adeta kayboldu; dokumacılar, peştamalcılar, saraçlar, çadırcılar, kazancılar, kılınçcılar, kaşıkçılar, fincancılar, tarakçılar... Avrupa büyük sermayesi, yani Avrupa fabrika sanayi bunları sürekli öldürüyor. Zanaatlar böyle! Yerlilerde büyücek ticaret olsun kaldı mı? Meddah hikâyelerinden, orta oyunlarından öğrendiğimiz bedesteniler, Asma altı ve Mısır çarşısı tüccarları şimdi nerededirler? Eskiden Mısır’a, Tunus’a, hatta Hind’e gemi donatan büyük İslam tacirlerinin yerlerinde bugün kimler var? Ecnebiler! Yerli ticaretini de Avrupa büyük sermayesi, Avrupa banka ve şirketleri bitirdi.. Bugün şurada gördüğümüz iki üç Osmanlı tüccarı da, nihayet Avrupa sermayedarlarının komisyoncu ve tezgâhtarı derecesindedirler: Avrupa sermayedarlarının parasıyla bir komisyon karşılığında memleketten ham eşya alır gönderirler; Avrupa sermayedarlarının fabrika mamulâtını dükkânlarında satıp, bir komisyon alırlar; diğer tabirle tezgâhtarlık ücreti alırlar... Müstakil ticaretimiz, Avrupa sermayesine, Avrupa banka, fabrika ve ticaretgâhlarına haraç vermeyen ticaretimiz hiç kalmış mıdır? Son zamanlarda ecnebi sermayesi, yegâne iktisadi temelimiz olan yerimize, yurdumuza ana toprağımıza da taarruz ediyor: İstanbul’da, sahil şehirlerinde emlak ve akar, Müslümanlar elinden, gün geçtikçe artan bir süratle, ecnebiler eline geçiyor. Küçük sanayi, Avrupa büyük sanayi tarafından yutulurken, hiç olmazsa, çiftçilerimiz, çobanlarımız kazandı mı, onlar zenginleşti mi? Hayır! Anadolu’nun, büyük bir mera ve çiftlik olan Anadolu’nun bugünkü haline, toprağı işleyen ve hayvan yetiştiren köylü sınıfının fakirlik derecesine bir bakınız!... Avrupa sermayesi yerlileri soyup soğana çevirerek sanatsız, sermayesiz, yersiz, yurtsuz bırakmak gayesine tamamen ermek istiyor. Çünkü bu halde yerliler, ucuz ucuz ancak boğaz tokluğuna çalıştırılabilen bir nevi iş hayvanı olacaktır!5 Avrupalı Tüccarlara İmtiyazlar ve Kıskaca Alınmış Türk Üreticisi Öylesine bir saldırdırki ki bu: Anadolu’nun kendi üretimine yabancılaşmasına döndü. Gökalp, örneğin: “Almanlar ucuz boyalar icat ettiler.” diyordu: Anadolu’nun halıcıları, ucuzluğundan dolayı Almanya’nın bu madeni ve gayri sabit boyalarını, kendi nebati ve sabit 5
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktidar, a.g.e, Ss. 44 – 47
12
boyalarına tercihen kullanmaya başladılar. Bugünden itibaren, Anadolu halıları kıymetlerini kaybettiler. Az zamanda boyası atan bu halılar gayet dün bir fiyatla satılmaya başladı.”6 Kapitalist ve emperyalist işgal politikaları, Gökalp’e göre; halkları da birbirine düşman kılıyordu: “Milletler arasında iktisadi, ilmi ve medeni tesanütler, mübadeleler de yok mudur? O halde, milletler birbirine doğal olarak düşman değildir, bilakis dostturlar. Milletleri birbirine düşman yapan, mutaassıp papazlarla, emperyalist ve kapitalistlerdir. Bunlar ortadan çekilirlerse, milletler birbirini kardeş gibi seveceklerdir.”7 Kapitalist, emperyalistin ellerini çekmesi, tamamen, bağımlılık ilişkilerini koparmaları pek de olanaklı değildi. “Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren, kendinden çok yabancıları sevmek ve onlara güvenmek, Anadolu insanı için olağan bir gelenek ve alışkanlık olmuştur… Bir yabancı hayranlığı topluma yerleşmiştir. Bu yüzden akılcı bir diplomasi yerine, ulusal kapsamda da, uluslararası alanda da yabancılarla her zaman aşk/nefret ilişkisi tercih edilmiştir.”8 Örneğin; II. Abdülhamit Döneminde; “Tunus (1881), Mısır (1887), Girit’de (1887-1888) Fransız, İngiliz ve Yunanlar karşısındaki yenilgiler anımsanabilir. Aynı dönemde yabancı sermaye, ülkenin yer altı ve yer üstü kaynaklarını ele geçirmişlerdir. 1887 – 1896 yıllarında Ereğli kömür, balya kurşun ve linyit, bakır, manganez, boraks madenleri yabancı şirketlerin tekeline, demiryollarının yapımı yabancı bankalara bırakılmıştır. 20 Aralık 1881’de yayımlanan bir yasayla (Muharrem Kanunnamesi) Osmanlı’nın dış borçlarının ödenmesi için “Düyun-u Umumiye” adıyla yabancılara örgüt kurma ayrıcalığı verilerek devlet ve gümrük vergilerini toplama yetkisi tanındığı bildirilmiştir. Konu hakkında Halit Ziya Uşaklıgil: “İllerden ilçelere dek tüm ülke içten ve dıştan kurtlar tarafından kemiriliyordu. Hükümet bütün zenginlik kaynaklarını sarayın açgözlü, doymak bilmeyen ağızlarına yediriyordu. Ülkenin her yerinde casuslar vardı. Ve onlara cömertçe para, yiyecek, rütbe dağıtmaktaydı. Bu kara yazgılı ülkedeki her şey onların açgözlü karınlarına gidiyordu. Bu ülkede hainlerden memur, hırsızlardan bakan devşiriliyordu. Kötülükten başka bir şey olmayan göğüslerinden değerli taşlardan nişanlar takılıydı. Uçuruma düşmüş alçaklara yüksek makamlar veriliyordu.”9 Bunda da en büyük etken olarak, eğitim dikkat çekmekteydi. Ekonomik, siyasal sömürü düzeninin egemenliğinin yarattığı ve geçen sayfada sözünü ettiğimiz halkın yabancı hayranlığı, eğitimin milli nitelikten yoksunluğuyla değerlendirilebilirdi. Konu hakkında, Gökalp; “Sarayı temsil eden seçkinler, sarayın verdiği ihsanlarla, maaşlarla geçinmekteyken halkın saz ve söz ustaları, halkın hediyeleriyle yaşarlardı. Ulemâ-yı rüsum adını alan Osmanlı uleması kazaskerlikte, kadılıklarda yüksek maaşlar ve arpalıklar alırdı. Halk hocalarından ve şeyhlerinden ibaret olan Türk diniyatçılarınıysa yalnızca halk beslerdi.” Ayrıca, “seçkinlerin çocukken aldıkları terbiyede milli hars yoktu. Çünkü içinde okudukları mektepler (halk mektebi) değildi. Milli mektep değildi. Bu nedenle memleketimizin seçkinleri milli harstan mahrum yetiştiler.” 10
6
Ziya Gökalp, Makaleler 9, Yeni Gün, Yeni Türkiye, Cumhuriyet Gazetelerindeki Yazılar, Haz. Şevket Beysanoğlu, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul – 1980. Ss. 154 – 155 7
Ziya Gökalp, Makaleler 9, a.g.e, s. 76
8
A. Didem Uslu, Saffeti Ziya’dan Orhan Pamuk’a Doğu Batı Arasında Sıkışmışlık: Türk Aydınının Çelişkisi ve Eylemsizliği, Sözcükler Dergisi, Sayı: 16, Kasım – Aralık 2008, s. 102 9
Şükran Kurdakul, Edebiyatımızda II. Abdülhamit, Yazko Edebiyat, Mart – 1981, Sayı: 5, s. 68.
10
Celaleddin Çelik, Gökalp'in Bir Değişim Dinamiği Olarak Kültür Medeniyet Teorisi, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 21, Yıl: 2006/2, s. 53
13
Yusuf Akçura, “Sebilürreşat”ta bugün “komprador” diye adlandırılan emperyalizmin yerli aracılarını şöyle tanımlamaktadır: “Kapitalistler, çok acıklı, çok kurnaz ve çok pratik adamlardır. Sömürecekleri memleketler halklarından kendilerine yardakçı bulmanın, işi kolaylaştıracağını pekâlâ takdir ederler. Bunun için bazen fikrî ikna yoluyla, fakat çok kez maddi can alacakları memleketin ahalisinden bazılarını saflarına kazanırlar, kendilerine bilinçli ya da bilinçsiz tellâllar, acenteler bulurlar. Bu zavallılar, bilerek ya da bilmeyerek, Avrupa kapitalistlerinin mükellef sofralarından yere düşmüş kırıntılara tamah edip, onlara hizmetçilik, çığırtkanlık yaparlar… Bugün şurada gördüğünüz iki üç Osmanlı tüccarı da nihayet Avrupa sermayedarlarının komisyoncusu ve tezgâhtarı mesabesindedirler: Avrupa sermayedarlarının fabrika mamulâtını dükkânlarında satıp, bir komisyon alırlar, tâbir-i diğerle tezgâhtarlık ücreti alırlar...”11 Doğan Avcıoğlu’nun anlatımında, ülke talan edilmekteydi. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, Avcıoğlu’na, İzmir’in Avrupa aristokrasisi sömürüsü altında olduğu bilgisi: ülkenin talanı hakkında küçük bir örnek olması açısından anlamlıdır: Emperyalist talanın ikinci basamağında, ticarî ve malî organizasyon gelmektedir. Talan konusunu, köylünün ve çok az sayıda işçinin ve esnafın, tarlada, maden ocaklarında, dokuma tezgâhlarında vb. ürettikleri değerin mümkün olan en büyük kısmının alınması teşkil edilmektedir. Bu amaçla üç basamaklı bir biçimde belirtilirse, organizasyon kurulmuştur. Çok basit bir biçimde belirtilirse, organizasyonun tepesinde bankalar ve Türkiye’ye yerleşmiş olan Avrupalı büyük tüccarlar vardır. Bunlar, çoğu Rum ve Ermenilerden olan ikinci basamaktaki aracılar eliyle faaliyetlerini yürütmektedirler. Rum ve Ermeni ikinci basamak aracıları, büyük toprak ağalarıyla derebeylerine ürün karşılığı avanslar açmakta ve ürünü toplamak için üçüncü basamaktaki çoğu Türk olan aracıları hizmetlerinde kullanmaktadırlar. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, kendisiyle yaptığımız bir konuşmada, en büyük ihracat şehri olan İzmir’in durumunu şöyle anlatmıştır: “Tepede Vitol ve benzeri Avrupalı büyük tüccarlar vardı. İhracatı bunlar yaparlardı. Vitol gibiler, Rum simsarların hizmetlerinden yararlanırlardı. Rum simsarlar, mahsulü ipotek ederek, büyük çiftçilere avanslar açarlardı. Rumlar, Türk simsarlar kullanırlardı: Salepçizâde, Leblebicizâde gibi”.12 Akçura’ya göre, Osmanlı’nın son dönemindeki yüksek sömürge durumuna, İttihat ve Terakki’nin çabaları milli bir tavır/tutum/siyasal bakış olarak örgütlenmişti. İtilaf ve Hürriyet fırkası da, milli burjuvazinin temellerinin atılmasında başat rol oynamıştı: “Sultan Abdülhamid-i Sani’nin son zamanlarında askeri ve mülki memurların bir kısmı, bilhassa burjuvaziye dâhil olanları, hâkimiyet menfaatlerinden yeterli derecede varlık içinde büyürken, diğer bir kısmı, bilhassa burjuvaziden hariç kalanlar (mesela aylıkla geçinir ufak taşra memurları, yine aylıkla geçinir küçük rütbeli Makedonya’da eşkıya takibine memur subaylar) hizmet ve çalışmalarının tamamen ödenmediğini pekiyi biliyorlardı. “İttihat ve Terakki” işte bu proleter mülki ve askeri memurları örgütleyerek, yani iktisadi durumlarından memnun olmayan memurların temsilcisi sıfatıyla işe başladı ve mevcut hükümete muhalif bir fırka halinde ortaya çıktı. Gayr-i Müslim ve Gayr-i Türk bazı milli demokrat fırkalar da (belli başlı Ermeni Taşnakiston’la ihtilalcı Bulgar fırkaları) ihtilalın oluşumu sırasında hususi 11 12
Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni Dün, Bugün, Yarın, 1. Kitap, Tekin Yayınları, s. 191 Doğan Avcıoğlu, a.g.e, Ss. 190 – 191.
14
amaçlarını elde edebilmek ümidiyle İttihat ve Terakki Fırkasına yardımcı ve hatta onunla müttefik oldular, Selanikli tüccarların da ekseriyeti İttihat ve Terakki’ye dâhil oldu; büyük ticaret yeteneğine malik olan bu tüccarân, ihtilalın muvaffakiyetini tahmin ettiler ve muvaffakiyet halinde, milli ve beynelmilel büyük ticareti ve özellikle hükümet müteahhitliğini hemen hemen tekellerinde bulunduran İstanbul’un Rum ve Ermeni tacirlerini iktisadi mevkilerinden kaydırabilmek ümidinde bulundular. Nihayet Rumeli’de büyücek çiftlik sahibi olan beylerden bir kısmı (mesela Siroz beyleri) fırkaya girdi; Bulgar, Sırp ve Yunan çetelerinin mütemadi tahribatı Rumeli Türk beylerinin gelirlerine büyük zararlar verdiğinden hükümetin değişimiyle iktisadi durumlarının düzeleceği ümit olunabilirdi. 2. Abdülhamit Hükümeti’ne gelince başkentte hüküm ve zevk süren büyük rütbeli ve büyük sermayeli askeri ve mülki memurların (bir Müşir Zeki Paşanın, bir Vezir Holo İzzet Paşanın emlak ve akan hatıra getirilsin!) iç ve dış ticaretin önemli kısmını ve hususiyle hükümetin müteahhitlik ve mültezimliklerini ellerinde bulunduran Müslim ve gayr-i Müslim tüccarların (ki ekseriyetle gayr-i Müslim’di) geçim ve hayatlarının kolaylaştırılmasına hayli itina edilen ufak İstanbul halkının ve nihayet vilayetlerde menfaatlerinin teminine, şan ve şereflerinin çoğalmasına çalışan eşraf ve ayanın temsilcisiydi; yani bu zümre ve sınıfların menfaatlerini müdafaa ediyordu. İttihat ve Terakki, bir askeri ayaklanmayla hükümeti ele geçirir geçirmez, eskiden hükümetin sahibi olan zümre ve sınıflar tabii ve elde olmayan bir tarzda muhalefet tarafına geçti. Muhalefet muhtelif unvanlarla örgütlenmeye uğraştıktan sonra, nihayet “İtilaf ve Hürriyet” namı altında, bir dereceye kadar birleşti, uyuştu, teşekkül etti. Demek oluyor ki “İtilaf ve Hürriyet” Fırkası, ilk önce, inkılâp neticesi makam ve mevkilerini kaybetmiş eski memurların, eski hükümet zamanında servet ve önem kazanmış tüccarların ve bazı vilayet eşrafının temsilcisi olarak ortaya çıkmıştır. Gayr-ı Türk milli fırkalardan bazılarının, ezcümle Rum, Arap, Arnavut ve Kürt fırkalarının da özel maksatlarını elde etmek amacıyla, ara sıra İtilaf ve Hürriyet’e yardımcı oldukları görülmüştür. Meşrutiyet’in ilanından beri cereyan eden büyük vakalar, bu iki Osmanlı fırkasının bünyelerinde önemli değişimleri doğurdu. Harb-i Umumi esnasında bu iki fırka ilk ortaya çıkışlarında örgütledikleri sınıf ve zümrelerin mümessili kalamadılar; zira o sınıf ve zümrelerin menafi ve mürrasebetinde değişimler meydana gelmişti. İttihat ve Terakki artık gayr-ı memnun memurların fırkası değildi, bilakis kendi yetiştirdiği, geliştirdiği, sermayedarlaştırdığı büyük memurların fırkasıydı..13 Akçura’nın saptamaları, dikkatleri; milli burjuvaziye, ulusal sermayeye ve ulusal üretim olanaklarına çekiyordu. Sömürgecilikten tamamen kurtulunmadıkça da ulusal varlığın oluşturulamayacağını da ifade ediyordu: “Ecnebi büyük sermaye ve sanayinin esareti altında bulunan sömürge veya yarım sömürgelerde yerli sanayin, yerli ticaretin gelişmesi saçma şeydir. Ecnebi büyük sermaye ve sanayinin Osmanlı ülkesinde hükümran olması, küçük sanayimizi öldürdü. Artık en milli esas ev aletlerimizden olan idris ağacından kaşıklarıyla kahve cezvelerimizi, pilav kuşhanelerimizi bile ecnebi ürünlerinden kullanmak zorunda kaldık. Fatih’ten Eminönü’ne gitmek için ecnebi sermayedarlara vergi vermek mecburiyetindeyiz! Ecnebi sermayedarlara vergi haraç vermeksizin bir bardak buzlu şerbet, bir paket cigara içemez olduk! Eğer bugün Galata ve Beyoğlu’nun genişleyip yükseldiğini görüyorsak, bunun etkeni yine ecnebi sermayesidir.. Kısacası, Avrupa’da büyük sanayi ve 13
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, Yayına Hazırlayan: Erdoğan Mura, Sinemis Yayınları, Temmuz – 2006, içinde, “İttifak”a Dair, 9 Haziran 1919’da İleri Gazetesi’nden Lütfi Fikri Bey’in yazısı üzerine yazılmıştır. Ss. 13 – 15
15
sermayenin oluşmasıyla, Osmanlı ülkesine girişi milli ekonomimizi alt üst etti ve memleketimizin ekonomik krizinde hiç şüphesiz, en önemli bir etken oldu...2. Mahmut zamanında, yabancılardan, ecnebi milletlerden borç almak, borçlanmak düşünüldü. Mahmud’un birçok müşavirleri bu tedbirin aleyhinde bulundular. Abdülmecit zamanında borçlanma kapısı geniş açıldı ve en çok bu kapıdandır ki Avrupa’nın büyük sermayesi, Osmanlı ülkesine girip istila etti. Sanayi ürünleriyle memleketten aldığı kazanca para kirası olarak aldığı faizler eklendi. Ecnebiler alınan ödünç paraların mühim bir kısmı, egemen zümre ve padişahlar tarafından verimsiz masraflara tutuldu. Boğaziçi’nin sahillerini süsleyen padişah, şehzade, sultan ve damat saraylarının, Beyazid civarlarında görülen paşa konaklarının çoğu ve hangi zaferin hatırası olduğunu bir türlü anlayamadığım askerlik dairesindeki zafer takı borçlanma devlerinin harılarıdır... Devlet bütçesinin masraflar kısmına borç faizleri de yüklenince, denge daha çok bozuldu. Fakat bu borçlanma belası bununla da kalmadı. Devlet, borcunun faizlerini düzenli ödeyemeyince, müflis borçlulara yapılan muamele, konkordato Osmanlı Devleti’ne reva görüldü: umumi borçlar kuruluşu oluştu.. Kim ne derse desin, Osmanlı saltanatında, Düyun-u Umumiye Kurumu, devlet içinde devlet mahiyetindeydi, iktisadi bağımsızlığımızı ve bunun üzerine siyasi bağımsızlığımızı büsbütün yaraladı.14 Osmanlı, dış borçları için ayrıca bir yapılanmaya bile girmesi, kapitalizme bağlılığın ötesine geçtiğini, yerli sermayenin sadece adının olduğunu ve yabancı sermayenin hâkim ve belirleyen ekonomik güç olduğunu göstermekteydi. Osmanlı’da, İslamcılık, da; bölünmenin, ezilmenin önüne geçememişti. Tam tersine; bu dönemlerden günümüze akan, Müslim/gayr-i Müslim ‘ayrımı’nın temelini atmıştı: “Abdülhamit’in siyaseti, müslim ve gayrimüslim arasındaki nifak ve zıddiyeti arttırdı. Gayrimüslim tebaanın bir kısmı daha istiklal kazanarak, diğerlerinin şevklerini çoğalttı. Rusya’nın gittikçe kuvvet ve şevketi arttığından, Osmanlı Devleti’ne olan zararlı tesirleri çoğaldı. Sırp, Yunan, Bulgar, Karadağ tesirleri peyda oldu. Avrupa efkârı daha ziyade Türkler aleyhine çevrildi. Osmanlı milleti siyasetinin en kuvvetli taraftarlarından Fransa, Paris Muahedesi devrindeki azameti kaybederek, Rusya’nın yardakçısı oldu. Hulasa, memleketin dâhilinde ve haricinde bu siyasete büsbütün karşı bir muhit doğdu... İslam Birliği, Osmanlı tebaası arasında dini nifak ve düşmanlığın artması, böylece gayrimüslim tebaayla onların ekseriyetle meskûn oldukları memleket kısımlarının kaybı ve binaenaleyh Osmanlı Devleti’nin kuvvetinin azalması gerekecekti. Bundan başka, umumiyetle Türkler arasına Müslim ve gayrimüslim farkı girecek, soydan doğma kardeşlik din ihtilaflarıyla bozulacaktı... İslam, siyasi ve içtimai işlere pek çok ehemmiyet veren dinlerden biridir. İslam’ın esas kaidelerinden biti “din ve millet birdir”, düsturuyla ifade olunur. İslam, mümin olan kimselerin cinsiyet ve milliyetlerini bitirir; lisanlarını kaldırmaya çalışır, mazilerini, ananelerini unutturmak ister: ‘İslam, kuvvetli bir değirmendir ki, farklı cins ve din müntesiplerini öğütüp, dinen, cinsen bir, aynı haklara sahip, yekdiğerinden hiç farksız Müslümanlar çıkarır...’ İslamın meydana çıkışında, güçlü, muntazam siyasi teşkilatı vardı. Kanun-i Esasi Kuran’dı. Resmi dili Arapça’ydı. İntihap edilmiş bir reis, mukaddes bir riyaset merkezi vardı... Hicretten henüz bir asır geçmemişti ki, Arap ve Acem milliyetleri zıddiyeti, Emeviye ve Haşimiye hanedanları arasındaki nefret tarzında tecelliyle, İslam 14
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktidar, Yayına Hazırlayan: Erdoğan Mura, Sinemis Yayınları, Temmuz – 2006, içinde, İktisadi Buhrana (Krize) Dair, Haziran 1923’te İstanbul Darülmuallimiyeti ve Kadıköy Mekteb-i Sultanisi Konferans Salonunda söylenmiştir. Ss. 171 – 173
16
birliğine kapanma bilmez bir yara açtı, Sünni ve Şii büyük ihtilafını ortaya çıkardı. Daha sonraları, Arap ve Acem unsurları da karıştı. Bunlar İslamın düzeltmek, birleştirmek ve temsildeki şiddetine rağmen, milli his ve ihtirasını kısmen muhafaza eylemiş olduklarından, İslamdaki fikir ve siyaset birliği daha ziyade bozuldu. Şarkta da, tıpkı garpte olduğu gibi küçük sultanlıkları hâsıl oldu. Hilafet, manevi riyaseti bir dereceye kadar muhafaza etmekle beraber, pek geniş Darül İslam, her tarafta türeyen küçük küçük ve geçici emirlikler, saltanatlar, şahlıkları, padişahlıklarla parça parça oldu. Bizzat hilafet de ikileşti, hatta üçleşti. Resmi ve dini lisan da birliğini kaybetti. Acemce, Arapça kadar hak iddiasına kalkıştı... İslamın kuvveti en aşağı noktasına doğru inmeye başladı. İslam ülkelerinin bir kısmı, gitgide büyük kısmı, dörtte üçünden fazlası, Hıristiyan devletlerinin hâkimiyeti altına geçerek İslamiyet’in birliği delik deşik oldu.”15 Çıkış Yolunda Arayışlar: Türkçülük İslamcı politik tercihlerin/seçeneklerin yanı sıra, Avrupa aristokratlarının burjuva yapılanmalarının da örnek alındığı; hatta ve hatta Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nce ‘taklit’ edildiği yapılanmalar, ülkenin kurtuluş reçetesi olmaktan uzaktı: “1865’te, yani Abdülaziz’in tahta çıkmasından dört yıl sonra kurulan “Yeni Osmanlılar” cemiyetinin kuruluş oturumunu, bizzat cemiyete dâhil bulunması nedeniyle asli kaynaklardan öğrenmiş olması gereken Ebüzziya Tevfik Bey, Yeni Osmanlılar Tarihi adlı eserinde şöyle nakil ve hikâye eder: ‘İlk toplantıya cemiyetin kurucularından Suphipaşazade Ayetallah Bey, ‘karbonari’ cemiyeti ve Lehistan Gizli Cemiyeti’yle ilgili ‘iki mühim’ kitabıyla birlikte gelir. Toplantıda Şair Namık Kemal de hazırdır. Ayetallah’ın getirdiği kitaplar okunarak, inkılâp cemiyetinin kuruluşuna girişme hakkında görüşme yapılır.” Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyelerinden Ebüzziya Bey, ilk toplantıyı anlattıktan sonra şöyle bir görüş beyan ediyor: “Bu altı vatanperver adam o Karbonari kanunlarını, o sardunya gibi küçük bir devleti..Bir İtalya devleti haline getiren Kömürcü namındaki fedakâr gençlerin, kararlı girişimlerini ve yüceltici işlerini okudukça kim bilir milliyetçiliğin nasıl bir kükremiş aslanı, hürriyet şarabının nasıl bir neşeli keyifli sarhoşu kesiliyorlardı.” Bu ilk toplantının tasviri ve tasvir eden Ebüzziya Bey’in samimi düşünceleri pek açık göstermiyor mu ki, bu pek hürriyetçi, idealist aristokrat yavrularının, o zamanlar Avrupa’yı karıştıran fikir akımları ve o akımların pratikteki ortaya çıkışları hakkında o kadar açık bilgileri yoktur; kendi memleketlerinin durumlarını ve olaylarını tahlil edip görecek derecede teorik hazırlıkları da yoktur. Ne kendileri, ne kendilerinden önce gelenler, Osmanlı sosyal hayatını incelemek için Avrupa’nın fikri esaslarını öğrenerek, Avrupa’nın inceleme metotlarını kullanarak, bir düşünce sistemi, bir ideoloji hazırlamışlardır. Karbonariler Cemiyeti Nizamnamesi’ni çevirmek ve onun hükümlerine göre faaliyete geçmekle her şey olup biter, istenen sonuçlar elde edilir sanmışlardır!”16 Taklitçi politikalardan, özgün İslamcı, Türkçü ve Osmanlıcı siyaset üretme pratikleri sürekli gündemdeydi. Akçura’nın anlattığına göre; Türkçülük politikası, sürekli olumsuz eleştiriyle karşılanan bir siyasetti: “Abdülhamit devrinde, Türkçülük akımına karşı hükümetin aldığı tavrı Çelebi Efendi şöyle tespit ediyor: “Dil bahisleri yasaktır diye padişah emri çıktı; Türkçüler susturuldu. Ve artık Meşrutiyet’e kadar ‘dille ilgili bahisler’ gazetelerde görülmez 15 16
Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, Lotus Yayınevi, Mart 2005, Ankara. Ss. 54 – 57 Yusuf Akçura, Türkçülüğün Tarihi, Kaynak Yayınları, 1. Basım: 1998. Ss. 23 – 24.
17
oldu… Türklerin de ‘Türk Milliyeti’ esasına değer vermelerinin önüne geçmek istiyordu. Abdülhamit, milliyet fikrini reddeden İslam’ın halife sultanı olmak, bütün Müslüman tebaasını, yalnız dini birlikle hükmü altında tutmak, kısacası maddi ve fikri etkilerle gerçekte devamı artık imkân dışına çıkan hilafet saltanat sistemini devam ettirmek emel ve hülyasındaydı. Bu hülyanın, gerçeğe uygulanamadığının, uygulanamayacağının farkına varamıyordu… Yalnız padişah ve hükümet değil, aydın geçinen Batı Türklerinin çoğunluğu bile, milliyet fikrinin siyasi değil, hatta dil, tarih kısacası ilmi ve teorik sahalarda desteklenmesi ve yayımlanmasına karşıydı: “Türkçülükle daima uğraşır belli başlı kimseler olmasa gerek ki, o vakit dil meselesi oldu mu Necip Asım’la Veled Çelebi ortaya atılırdı; yani muhterem bir mesleğin salikleri diye değil, tam aksine alay zemini hazırlamak üzere ‘şu mahutlar!’ yerine hatırlıyorlardı. Dünya ilerlerken bu zavallılar şu güzelim olgunlaşmış Osmanlı edebiyat dilini bırakacaklar da Asya çöllerindeki Özbeklerle bize aynı dili konuşturacaklar. Fuzuli’yi, Nedim’i bırakıp Hoca Ahmet Yesevi’yi, Sofiallahyâr’ı takip ettirmek istiyorlar..’ diye daha birtakım cazibeli sözlerle gençleri bizden nefret ettirmeye kalkışıyorlardı. Hele Ebüzziya, Sultan Hamid’in tam can damarına dokunacak sözler bulur, Türkçülere hücum ederdi; hücum değil, sövüp saydığı da olurdu. En son yazdığı aleyhtar bir makalesinde ‘bunlar şu kadar milyon İslam camiasının hep birden dilini süslediği ‘la ilahe illalah’ı kaldırıp yerine ‘yoktur tapacak, Çalap’tır ancak’ tekerlemesini koymak istiyorlar’ diye yazdı...” Türkçüler aleyhine taaruza en ileri giden adam, öteden beri İslamcı, yalnız İslamcı değil, hatta Arapçı tanınan Ebüzziya Tevfik Bey’di – ki Araplığa muhabbetinden dolayı oğullarına Talha ve Velid gibi Arap olmayan Müslümanlar arasında az duyulmuş koyu Arapça adlar koymuş ve kendisi de Arap usulünce isim olarak Ebüzziya künyesini almıştır – Namık Kemal’ler devrinden artakalan bu az kabiliyetli, fakat çok marifetli gazeteci ve matbaacının Türkçülük aleyhine açtığı ‘cihat’, Meşrutiyet devresinde, oğulları ve Süleyman Nazif Bey gibi dostları tarafından devam ettirildi.”17 Türklüğü, yeni Türkiye’nin esasları olarak kabul etmeyip, olumsuz yönde eleştirerek; Tanzimat aydıncılığı/taklitçiliği yapmanın gölgesinde bırakanlar, Tanzimat’ın ne kadar hayırlı(!) olduğunu anlayamamışlardı. “Yabancı devletlerin baskısından doğan zaruretlere karşı Osmanlı devleti yöneticileri tarafından alınmış pratik ve ampirik siyasi, idari ve iktisadi tedbirlerin bütünüdür ki, Osmanlı tarihinde Tanzimat adını alır. Tanzimat’ın ayırıcı özelliği, ‘taklit’tir. Tanzimat’la Avrupa taklit edilmek istenmiştir: Kaptan-ı Derya Halil Paşa 1830 tarihinde şu sözleri söylemişti: ‘Rusya’dan dönüyorum. Dönüşümde her zamandan çok inandım ki, eğer Avrupa’yı taklide hızla girişmezsek, bizim için Asya’ya dönmek mecburiyetinden başka çare yoktur.’ Tanzimat, Nizam-ı Cedid’in devamıdır. Nizam-ı Cedid, Avrupa’nın silahlarını satın aldı. Avrupavâri asker elbiseleri diktirdi. Avrupa’nın askeri talimnamelerini tercüme ettirip uygulamaya çalıştı; Tanzimat da Avrupa’nın sivil elbiselerini herkese giydirdi, ceza ve ticaret kanunlarını tercüme ettirdi.”18 Osmanlı’nın Tarih Yazıcılığı: Padişah Kalemi Vakanüvisler İsmail Gaspıralı’nın, dilde, fikirde, işte birlik siyasası: Anadolu’ya ulaşmakta çok geç kalmıştı, yıkılan bir imparatorluktan Yeni Türkiye doğarken; Gaspıralı’nın siyasası, aslında 17 18
Yusuf Akçura, a.g.e, 1. Basım: 1998. Ss. 92 – 93 Yusuf Akçura, a.g.e, 1. Basım: 1998. S. 25
18
belirleyici olmuştu. Osmanlı’yı dağılmaya iten nedenler, ekonomikse de; yönetici sınıftan halktan kopukluğu, halkı ve malları (toprak, araç gereç) kendi malı saymaları her şeyi kendi tasarrufunda görmelerindendir. Yani padişahlık, halifelik gibi ortaçağ kalıntısı kurumlardır. Akçura’nın belirlemelerine göre; “Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma devrini 19. yüzyıl iptidasından başlatmak doğru olur. Bu dağılmanın birçok amilleri vardır: 1. Garp müverrihlerinin Reformation ve Renaissance dedikleri fikri hareketin, 15. ve 16. asırlarda, Garpta zuhur edip yayıldığı zaman, medeniyetçe Hıristiyan Garba mütefevvik bulunan İslam Şarkın ve onun aksamasından bulunan Osmanlı Müslüman camiasının başka dillerle konuşup başka mezheplere tabi bulunmasından dolayı, bu harekete iştirak etmemiş olması, 2. Garp kavimlerinin geniş denizlere seferler tertip edip, müstemlekeler elde ederek servet ve marifetlerini artırdıkları 16. asırda, Osmanlıların b Avrupa hareketlerine tamamen iştirak edememeleri, 3. Rönesans’ın, reformasiyonun, denizaşırı kıtalara yayılmanın, elhasıl yeni kurunu orta kurundan ayıran belli başlı hareketlerin Avrupa Hıristiyan halkında husule getirdiği fikri ve ilmi intibahla servet artmasından neşet eden maddi ve manevi tefevvuka umumiyetle İslam Şarkın, hususuyla Osmanlı âleminin muvaffakiyetle karşı koyacak vasıtalardan mahrum kalması, 4. Büyük devletlerin cümlesi gibi muhtelif dinlere, mezheplere inanan, muhtelif dillerle konuşan birçok kavimlere hâkim Osmanlı İmparatorluğu’nun tebaasını, maddi manevi tesirlerle uzlaştırarak birleştirmeye muvaffak olamaması, 5. İmparatorluğun çok geniş sahaya yayılmış bulunması, merkezi kuvvetin bütün memleketlere kati bir kontrol yapmasını, o zamanki muhabere ve muvasala vasıtalarına nazaran imkân haricine çıkardığından, iyi ve muntazam bir idarenin kabil olmaması, 6. Türklerde tabii bir haslet olan istila ve tevessü arzusunu, ihtişam ve azamet emelini tatmin ve gittikçe genişleyen memleketin mudil idaresini temin için, o zamanki usullerle dâhilden toplanan varidatın kifayet etmemesinden naşi, harp ve istilaların bi varidat membaı sayılarak, sonu gelmeyen harplere girişilmesi, 7. 17. asır ortalarından sonra, harplerin varidat membaı olmaktan ziyade büyük masrafları mucip olması, 8. 17. asır sonlarındaki Viyana ricatından itibaren harp ve sulh inisiyatifi artık Osmanlı Devleti’nin elinden çıkmış olduğundan komşu devletin ardı arası kesilmeyen taarruzlarına mukabele etmek için hazırlanmak zarureti hâsıl olan orduların, edilmek lazım gelen harplerin hemen hiçbir varidat temin etmeksizin ancak devletin askeri ve iktisadi membalarını çok daraltmaya sebep olması, 9. Kanuni Süleyman zamanında temeli atılıp, Mahmut 1. devrinde vazıh ve kati bir biçim alan Kapitülasyonlar, Osmanlı Devleti’nin harici ticaretinde Osmanlı tebaasının çok zarar görmelerini bais olduğu gibi, Şark sularında Fransız sancağına daha sonraları Felemenklilere, Venediklilere ve İngilizlere verilen imtiyazların da Osmanlı tüccar gemilerinin inkişafına engel teşkil etmesi, 10. Kapitülasyonlarla gayri Müslim Osmanlı tebaasının bir nevi himayesine hak kazandıklarını iddia eden ecnebi devletlerin tesirleriyle, muhtelif mezheplere mensup Hıristiyan tebaasının hükümet tarafından idaresinde birtakım müşkülatın baş göstermesi, 11. Osmanlı Devleti’nin zayıflamasından fırsat bulan ecnebi devletinin Kapütülasyınlarda münderiç bazı maddeleri fazla serbest tefsire başlayarak, Osmanlı tebaası Hıristiyanları himayeye kalkışıp onları metbu devletlerine karşı itaatsizliğe teşvik etmeleri, 19
12. Fatih zamanında İstanbul Rum Patrikliği’ne bahş ve ihsan olunan imtiyazları, Rum Patrikhanesi’nin mitamadiyen tevsie çalışması ve Hıristiyan tebaanın, herhangi cins ve mezhepten olursa olsun, cümlesi üzerine pek geniş olan sultasile de iktifa etmeyerek, adli, idari ve hatta siyasi hususlarda daha geniş iddialara kalkışması, 13. Rum Patrikhanesi’nin gölgesi altında üretip artan Fenerli Rum Beylerinin, çok defa Osmanlı Devleti’nin harici siyasetinde ve mali işlerinde mühim mevkiler tutarak, bu kudret ve nüfuzlarını bazen Osmanlı menfine münafi bir surette kullanmaları, 14. Harplerin mağlubiyetle kapanmasından dolayı, iktisaden alettevali zararlara uğrayan Osmanlı içtimai heyetinde husule gelen hoşnutsuzluk ve tezebzübün ve idaresi hükümette iktisadi sıkıntılardan naşi, gittikçe artan suiistimallerin neticesi olarak, hükümetle ahali arasında imtizaç ve ahengin eksilmesi; alelhusus Hıristiyan tebaanın gerek dahili sıkıntılar, gerekse harici propagandalar tesiriyle Osmanlı camiasından ayrılmak emel ve arzularının kuvvetlenmesi, nihayet bunların fiili hareketlere bile kalkışmaları, 15. Osmanlı Devleti’nin siyasi, adli ev idari teşkilatının esaslarından biri olan İslam şeriatının zaman ve mekâna göre terakki ve tekâmül ettirilmemesinden naşi, devleti ve içinde bulunan kavimleri idareden aciz kalması, 16. Gerek merkezde, gerekse vilayetlerde adaleti tevzi ve saltanatı temsil eden makamların şeriata ve kanuna mugayir keyfi hareketlerinin artması ve binnetice zulmün, irtikâp ve irtişanın meydan alması, 17. Şeriat esaslarına göre tanzim olunan mektep ve medreselerin, 17. asırdan itibaren garpta inkişaf eden serbest ulumu benimseyemediğinden dolayı, Müslüman Osmanlıların medeni tekâmüllerine kâfi derecede hizmet edememesi, hatta bu mektep ve medreselerin 15. ve 16. asırlarda bulunduğu seviyeden aşağı düşerek ilim ve marifetçe Osmanlıların Garba nazaran geri kalmalarına sebep olması, 18. Garpta Rönesans’tan sonra, üniversiteler, yani medreseler mütemadi terakki ve inkişaf ettikten ve dini alakalardan yavaş yavaş sıyrılmaya yüz tuttuktan başka, ayrıca ihtisas mektepleri, mesela barbin usul ve kaidelerini, gemilerin inşasını, top ve tüfek imal ve istimalini, istihkâm hafir ve tanzimini öğreten mektepler açılmışken Osmanlı memleketlerinde ve umuyetle şarkta, 18. asır sonlarına kadar böyle teşebbüslerin hemen hiç vaki olmaması, 19. Harplerde muvaffakiyetsizliklerin, idarede tezebüzüplerin, maliyede sıkıntıların, adliyede adaletsizliklerin, hükümdarlarda zaf ve aczin, ulum ve maarifte inhitatın tabii bir neticesi olmak üzere cehil ve taassubun hâkim mevkie geçmesi ve her nevi teveddüt ve terakkiye mümanaat edebilecek bir kuvvete malik olması, 20. 18. asırda buhar kuvvetinin ve buharlı makineler, imalinin garpta keşfolunarak 19. asır başlarından itibaren Garpta servetin tezayüt ve temerküze başlaması ve bu suretle Garbin Şarka karşı korkunç bir iktisadi tefevvuk kazanması; nihayet Garpta büyük sanayi sermayesinin ve buharlı büyük sanayinin mütemadiyen inkişafı esnasında, şarkın küçük sermaye ve sanayi sahasında, yani siyasi ve içtimai hayatın ruhu demek olan bir sahada, şarkın garptan çok geriye kalması.”19 Osmanlı’yı bitiren nedenleri, doğru saptayamamamızın nedenlerinin başında, birinci elden kaynakların güvenirliği sorunudur. Akçura’nın ortaya koyduğu bu yirmi maddelik süreç; birçok Osmanlı vakanüvisi yazmış, birçok kişi yorumlamıştı. Ancak tüm çıplaklığıyla ve temelleriyle Akçura önemli saptamalarda bulunmuştur. Akçura’ya göre; “Osmanlı dönemi tarihçiliğinin temel anlayışı olan vakanüvisliği “bazı manasız ve rabıtasız malumat parçalarından oluşan, kuru ve cansız, olayların tespih taneleri gibi itisaksız sıralanmış olduğu, içinde tarihsel olgular zincirini kavramanın ve tarihin mantığının gelişmesini görme 19
Yusuf Akçura, Osmanlı Devletinin Dağılma Devri (18. ve 19. Asırlarda), Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1985 – Ankara. Ss. 6 – 9
20
olanağının bulunmadığı” bir tarihçilik olarak değerlendirmiştir. “Bir memleketin ahval-i iktisadiye ve içtimaiyesi malum olmazsa, vekayi-i tarihiyesi katiyen anlaşılmaz.” demiştir. 20 “Tarihin birçok tecrübeleri, sarayların menfaatiyle milletlerin menfaatleri ayrı şeyler olduğunu meydana koydu. Bilhassa, mütarekeden sonra, hain bir hükümdarla onun damadı olan hain bir sadrazamın düşmanlara satılıp millet aleyhinde son derece şeni cinayetler irtikâp etmeleri, hep millete ait hakların saray menfaatine gasp edilmesi maksadından ileri geldi. Bu acıklı tecrübeler, Türk Milleti’ne gösterdi ki bundan böyle siyasi mukadderatını, kendi menfaatinden başka bir şey düşünmeyen bir sarayın eline bırakmak asla caiz değildir. Buna binaen, Türk Millet’i kendine ait olan saltanat hakkını, tamamıyla eline alarak, teşri ve icra sahalarındaki velayet-i ammesini vekâlet tarikiyle yalnız Büyük Millet Meclisi’ne tevdi etti.”21 Gökalp’e göre, artık saltanatın egemenliği, ulusun egemenliğini gasp etmektedir. Meclis çatısı altında, artık menfaati olan sadece ve sadece halk olacaktı. Gökalp’e göre bu koşullarda: “ulusal egemenliğimizin büyük bir belirtisi yasama yetkisinin dış güçlerle sınırlandırılmamasıdır. Tam ve gerçek bir egemenlik ancak kendi kendini sınırlayabilir. Bu duruma kendi kendini sınırlandırma adı verilir. Her ulus, yasalarını yaparken, bireylerin temel ve kaldırılması olanaksız haklarını ortadan kaldıracak yasaları koymaktan kaçınmazla yükümlüdür. Fakat bu ahlaksal yükümlülüğü ona dıştan bir güç öneremez ve yükleyemez. O yalnız kendi ahlaksal bilincinin ve ulusal kültürünün doğru yolu göstermesi ve aydınlatmasıyla bu gibi aşırılıklardan kendi kendini engeller. Bir gücün kendi kendini sınırlaması özgürlük ve bağımsızlığına engel değildir. Tam tersine akıl ve mantı çizgisi içinde davrandığı için fazla olarak ruhsal bir özgürlük ve bağımsızlığı da yoktur. Akıl ve mantık, siyasal egemenliklerin üstünde evrensel bir egemenliğe sahiptir… Halk Partisi’nin programı: “egemenliğin bağımsız ve koşulsuz ulusun olduğunu ve ‘TBMM dışında hiçbir bireyin, hiçbir gücün ve hiçbir makamın ulusun yazgısına egemen olamayacağını’ ve bütün yasaların düzenlenmesinde, her tür örgütte, yönetimin genel ayrıntılarında, genel eğitim ve ekonomi konusunda ulusal egemenlik ilkeleri içinde davranılacağını bildirmesinden anlıyoruz ki bundan böyle ulusal egemenliğimizi yasalar yaparken ve ülkeyi yönetirken ‘kendi kendini sınırlandırma’ kuralından, başka bir deyişle ulusumuzun akıl ve isteminden başka hiçbir güç sınırlayamayacak ve bağlayamayacak. Saray hükümetine ve birey saltanatına son verildiği için artık bu yönden bir bağ altına girme olasılığı yoktur. Halk Partisi’ne giren bütün bireyler, birey saltanatını yeniden gelişine kan ve canları pahasına engel olmaya çalışmak üzere ant içmiş ve söz vermişlerdir. Bu ant ve sözü tutmayanlar ulusun gözünde sonsuza değin, lanetlenecektir. Çünkü bir ülkede saray egemense, ulus egemen olamaz. Ulus, bütünüyle egemenliğini kullanmak isterse, artık saray kalamaz. Hele bir ülkede sarayın gelenekleri ulusal geleneklerin tümüyle karşıtıysa, bu iki egemenliğin birlikte kalmasına olanak yoktur.”22 “Osmanlı Milleti” Kavramı ve Osmanlıcılık Gökalp, egemenliğin kayıtsız koşulsuz halka devrini öngörecek olan, Yeni Türkiye’nin, yabancı sermayeye bakışını bir eğretilemeyle şöyle açıklamıştı: “Dün yine meçhul filozofla konuştuk. Ona sordum: “bazı kimseler, ecnebi sermayesinin memleketimize girmesinden sakınıyorlar. Bu hususta fikriniz nedir? Şu yolda yanıt verdi: “Cihan harbinden beri iktisadi zafüddeme uğrayan vatanımızın kansız kalan damarlarına ecnebi sermayesi aşılanmasıyla bu sevgili vatan, yeni bir hayata nail olacaktır.” Ben itiraz ettim: “Ecnebi sermayesinin hiçbir mahzuru yok mudur? Yanıtladı: “Eğer siyasi şartlarla memleketimize 20
Kemal Şenoğlu, Yusuf Akçura Kemalizmin İdeoloğu, Kaynak Yayınları, Ekim – 2009, İstanbul, Ss. 67 – 68.
21
Kâzım Nami Duru, Ziya Gökalp, 3. Basım, Milli Eğitim Basımevi, 1975 – İstanbul, Yeniden Gözden Geçiren: Mübeccel N. Duru, içinde, “Hilafetin Gerçek Niteliği”, Küçük Mecmua, 2 Kasım 1922, Sayı: 24. s. 92 22
Ziya Gökalp, Türkleşmek İslamlaşmak Çağdaşlaşmak ve Doğru Yol, Hazırlayan: Yusuf Çotuksöken, İnkılâp ve Aka Yayınları, 1976, İstanbul. Ss. 99 – 100
21
girmek istiyorsa! Bugün, böyle şartları kabul edebilecek bir Türk Hükümeti yoktur. Sermayenin, menşeleri olan hükümetlere tabi anonim şirketler haline gelmesi doğru değildir. Memleketimizde iş görecek bütün anonim şirketler, birer Türk şirketi olmalıdırlar… Ecnebi sermayeden korkmayalım. O, harap memleketimize girerse, feyizli bulutlar gibi, memleketimiz iktisaden iska ve ihya edecektir… “Ecnebi sermayeler geliyor!” derlerse, ‘hoş geldiler, safa geldiler’ demeliyiz. Milli sermayelerimiz çoğalıncaya kadar, memleketimize ecnebi sermayeler gelsinler, milli teknisyenler yetişinceye kadar, ecnebi teknisyenler de gelsinler. Bunlar, ikisi beraber çalışarak memleketimizi imar etsinler. Biz şimdilik tek başımıza, ne ferden ne de Hükümetçe bu işi başarabileceğiz.”23 Savaştan, hem de ulusal kurtuluş savaşından çıkmış bir ülkede, yoksulluk, yoksunluk, nüfus kaybı, insan gücünün tükenişi, ekonominin çöküşü, ülkeyi yeniden inşa için girişimde bulunabilecek uluslararası sermayeye Gökalp, bu eğretilemeyle yol açmaktaydı. Ulusal kalkınma için, yerli sermaye önceliği yaratılması koşulken, yabancı sermayenin o güç koşullar altında, kontrollü katkısı düşünülse de emperyalist öz niteliğinden vazgeçmeyen bir kapitalizm heyulasının kol gezdiğini unutmamak gerekmekteydi. “Osmanlı İmparatorluğu neydi? Türk ananesi ve İslam şeriatıyla beraber Roma müesseselerine dayalı, Ortaçağ atığı bir siyasi topluluk..” diyen, Akçura, şunları söylüyordu: “idaresi altında yaşayan kavimlerden sürülerek çıkmış bir saltanat zümresinin, imparatorluk etrafında toplanarak bir nevi askeri ve mülki soylu, bir egemen zümre teşkil etmişlerdi. Bu egemen zümre, sultanla beraber, sultan namına imparatorluk dâhilinde yaşayan kavimleri işleterek, istismar ederek neşeli ve övünen hatta debdebe ve ihtişamla yaşayıp gidiyordu... Osmanlı saltanatında harp, sultanla etrafına toplanmış Osmanlıların yani egemen zümrenin geçimini sağlamak için bir araçtı. İmparatorluk dâhilinde yaşayan kavimlerin menfaatleri, ihtiyaçları gözetilerek göğüslenen bir mecburiyet değildi. Egemen zümre, yüz binlerce halkını bir araya ordu halinde toplayarak, Garp ve Şark’a, Frengistan ve İran’a sevk eder, komşu memleketleri talan eder ve toplanılan ganimet mallarından bir kısmını, çalışma ücreti olarak ordu fertlerine dağıtır fakat asıl aslan payını kendisine ayırırdı.24 Akçura, Gökalp ve Gaspıralı; Osmanlıcılık, İslamcılık siyasetinden öte Türkçülüğü benimsemişler ve Yeni Türkiye’nin esaslarında, Türk kimliğini, sosyolojik/kültürel bir aidiyet olarak tasarlamışlardı. Gökalp: “Niçin, Türk enmuzecinin her şeyi güzel, Osmanlı enmuzecinin her şeyi çirkindir? Çünkü Osmanlı enmuzeci Türkün harsına ve hayatına muzır olan emperyalizm sahasına atıldı, kozmopolit oldu, sınıf menfaatini milli menfaatin fevkinde gördü. Filhakika, Osmanlı İmparatorluğu genişledikçe yüzlerce milletleri siyasi dairesine aldıkça, idare edenlerle idare olunanlar ayrı iki sınıf haline giriyorlardı. İdare eden bütün kozmopolitler Osmanlı sınıfını, idare olunan Türkler de Türk sınıfını teşkil ediyorlardı. Bu iki sınıf, birbirini sevmezdi. Osmanlı sınıfı, kendini milleti hâkime suretinde görür, idare ettiği Türklere milleti mahkume nazarıyla bakardı. Osmanlı daima, Türk’e ‘eşek Türk’ derdi. Türk köylerine resmi bir şahıs geldiği zaman, Osmanlı geliyor diye herkes kaçardı. Türkler arasında Kızılbaşlığın zuhuru bile bu ayrılıkla izah olunabilir.” 25 Anadolu sathına yayılmış; Türklerin ezilmişliğini, yoksulluğunu ve aşağılanmışlığını ortadan kaldırmanın yolu: bu topraklarda yaşayanlara, kendi egemenlik hakkını tanımaktan geçmekteydi. Geçmişten günümüze, “Osmanlı kuruluşundan yıkılışına kadar kendi öz halkını toprağa bağlı (reaya) konumuna getirmiş, askeri-sivil yönetimi veya stratejik sektörleri de yabancı soylulara 23
Ziya Gökalp, Makaleler 9, a.g.e, Ss. 164 – 167
24
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktidar, Yayına Hazırlayan: Erdoğan Mura, Sinemis Yayınları, Temmuz – 2006, içinde, Türk Milliyetçiliğinin İktisadi Köklerine Dair, 27 Nisan 1922’de Ankara Türk Ocağı’ndaki toplantı. Ss. 117 – 118 25
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Varlık Yayınları, Şubat – 1952. s. 27
22
bırakmıştır. Bu husus, Gökalp sosyolojisinde önemli bir dikotomidir. Çünkü Türk toplumunu yönlendiren itici güç, milli kültürden yoksun yabancı soylu bir tabakanın eline geçmiştir. Devleti kuran Türk halkı milli değerleri taşırken bu yabancı soylular, Enderun’da yetişmiş, milli kültür ve değerler sisteminden yoksun, Gökalp’in deyimiyle; “tamamen kozmopolit” unsurlardır.”26 Osmanlı, Tanzimat’tan bu yana: “Osmanlılık” kavramını inşa etmeye çalışmıştı. Gökalp’in ifadesiyle: “Tanzimat, güya milliyet sevdasıyla hoşnutsuzluk gösteren Hıristiyan unsurları tatmin için “Osmanlılık” mefhumunu Müslim ve gayri Müslim bütün ahaliye teşmil etmeye çalıştı. Artık gayri Müslimler raiye addolunmayacaktı; artık onlar Osmanlıların tebaası değil, bizzat Osmanlı olacaklardı. Devlet, bir İslam devleti mahiyetinden çıkarak bir ittihadı anasır devleti şekline girecekti. Tanzimat’a göre din umuru ferdiyeden maduttu, herkes için kendi hususi mabedinde yaşanacak şahsi bir hayattan ibaretti, yani din bir vicdan meselesiydi, içtimai bir mahiyeti haiz değildi; binaenaleyh devlet, din itibariyle, bitaraf olacaktı…27 Akçura’ya göreyse: “Osmanlı milleti vücuda getirmek arzusu, pek yüksek bir hayali gayeye, pek yüksek bir ümide doğru yücelmiyordu. Asıl maksat, Osmanlı memleketindeki Müslim ve gayrimüslim ahaliye aynı siyasi hakları tanımak ve vazifeleri yüklemek; böylece aralarında tam müsavat husule getirmek; fikirlerce ve dince tam serbesti vermek; bu müsavat ve serbestîden faydalanarak, söz konusu ahaliyi aralarındaki din ve soy ihtilaflarına rağmen yek değerine karıştırarak ve temsil ederek, Amerika Birleşik Hükümetleri’ndeki Amerikan milleti gibi müşterek vatanla birleşmiş yeni bir milliyet, Osmanlı milleti meydana çıkarmak ve bütün bu zor ameliyatın neticesi olarak da, Osmanlı Devleti’ni asli şekliyle yeni eski hudutlarıyla muhafaza eylemekti.28 Bu boş ve reellikten uzak stratejinin yanı sıra, Avrupa’yı taklitten, Avrupa’nın liberalliğini benimsemekten dolayı “milli birlik” hep geri kalmıştı. “Avrupa’daki Genç Türkler, İstanbul bey ve paşalarından veya bey ve paşazadelerinden ibaretti; hepsi, Osmanlı birliğini esas bir ilke sayan meşrutiyetçi liberallerdi; hemen bir asırdan beri Avrupa’yı sarsan milliyetçilik ve halkçılık akımlarını adamakıllı anlayamamış, hele Osmanlı ülkesinde bu akımların meydana getirdiği etkileri hakkıyla kavrayamamış kimselerdi. “Anasır” tabiriyle gerçek değerlerini eksiltmek istedikleri “millet”lerin “birliğine” ve bu “birlik” sayesinde “Osmanlı Milleti” adını verdikleri hayali varlığın “ilerleyeceğine”, safça inanıyorlardı.”29 Taklitçilik, Mandacılık ve Yeni Türkiye Osmanlı aydını, Avrupa’yı taklitten kurtulamamıştı. Yeni Türkiye’nin, Kemalist devrimin temellerindeki Türkçülük ‘akımı’, İslamcı ve Osmanlıcı akımlardan öte bir ulusal kurtuluş savaşının eseri olarak, ortaya çıkmıştır. “…Yeminindeki Osmanlı ve İslam kavramları nedeniyle, İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeliğini kabul etmeyen Yusuf Akçura, tıpkı Atatürk gibi bu cemiyete uzak duruyor ve İttihatçıların orducu tutumlarına karşı daha halkçı bir örgütlenmeyi Mustafa Kemal gibi askerî kesimin dışında kalarak gerçekleştirmeye çalışıyordu. Zaman içerisinde Jön Türklerle de ters düşen Akçura daha bağımsız ve gerçekçi düşüncelerle Türkçülük akımını geçerli kılmaya çalışıyordu. Ulusal Kurtuluş Savaşı
26
Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Ulus Devlet Düşünürü Ziya Gökalp, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 1. Baskı, Mart – 2005, İstanbul. s. 338
27
Kâzım Nami Duru, Ziya Gökalp, 3. Basım, Milli Eğitim Basımevi, 1975 – İstanbul, Yeniden Gözden Geçiren: Mübeccel N. Duru, içinde, Tanzimat Dönemini İnceleyen “İttihat ve Terakki Genelgesi”nden. s. 58 28 29
Yusuf Akçura, a.g.e, Ss. 35 – 36 Yusuf Akçura, a.g.e, s. 121
23
sonrasında Atatürk’ün hızla sivil bir rejim kurmasında ve orduyu siyasetin dışına çekmesinde böylesine bir tutumun fazlasıyla yararı olmuştur.”30 Yeni Türkiye’nin ülküsü, halkçılık temelindeyse, bu ülkünün oluşumu; ulusal bağımsızlıkla açıklanabilir. Gökalp; “Bir ulus büyük bir yıkıma uğradığında, korkunç bir tehlike karşısında bulunduğunda bireylerindeki kişilikleri bütünleşir: o zaman kamunun ruhunda yalnız ulusal bir kişilik yaşar, bütün kalplerde bu ulusal kişiliği yaşatmak istediğinden başka bir duygu kalmaz. Bu karışıklık sırasında bireyler kendi özgürlüklerini değil, uluslarının bağımsızlığını düşünürler. İşte o kutsal duyguyla karışık olan b u kutsal düşünceye ülkü denilir.”31 diyordu. Dolayısıyla, “Yeni Türkiye’yi harekete getiren atılım, devrim ruhudur. Yeni Türkiye’nin ülküleri, çağdaş bir ulus, çağdaş bir devlet haline geçmektir. Yeni Türkiye’nin amaçları da kültür alanında Türkçülük, siyaset alanında halkçılıktır.”32 Bunun somut örneğiyse, Kemalist Devrim gerçekleştirmişti. Ulusal bir devlet inşası, büyük bir idealdi. Akçura’nın belirlemeleriyle: “Türkiye Cumhuriyeti’nin, başta ‘Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ adıyla, sonra gerçek adıyla kurulması, Türk milliyetçiliği açısından Türkçülük idealinin gerçekleşmesi demektir. Çoğu Türkçülerin belki hayatlarında gerçekleşeceğini ümit bile edemedikleri ideal, bir Türk dehasının kudretiyle bir gerçek olmuştu; milli Türk devleti kurulmuştu. Türk milliyetçileri, dilin Türkçeleşmesini, hukukun Türk hukuku olmasını ve bundan dolayı kadının eski Türk kanunlarına uygun bir hürriyet kazanmasını, bedayi’in (güzel ve yeni şeyler) Türkçeleşmesini, yani şiirin, musikinin, ressamlığın.. vb milli ve asli olmasını, kısacası Türk kültürünün yabancı etkilerden kurtulup kendi asliyetini bularak gelişmesini diliyor ve buna ellerinden geldiği kadar çalışıyorlardı. Fakat bütün bu kültürel hürriyet ve bağımsızlığın siyasi sahada tam hürriyet ve bağımsızlık kazanılmadıkça elde edilemeyeceği Meşrutiyet tecrübesiyle anlaşılmıştır. Osmanlı devletinin siyaseti, sayısız sebepten dolayı serbest olmadığı gibi, Türkün kültürü de, Gökalp Ziya Bey’in dediği gibi birçok kapitülasyonla bağlıydı. Bu kapitülasyonların bazılarını Doğu, bazılarını Güney, bazıları da Batı Türkün boynuna takmıştı. Türk, bütün bu ağır ağır halkaları atıp, istediği gibi yürüyebilmek için, hayat kudretini belirten ve gösteren bir iktidar ve hâkimiyet fiilini yapmak, başarmak zorundaydı. Türk milleti, başlarına geçen eşsiz Mustafa Kemal’in rehberliğin ve idaresi sayesinde, bu iktidar ve hâkimiyet fiilini, Osmanlı İmparatorluğu’na galip gelmiş dış düşmanların iradesine boyun eğmeyerek ve dış ve iç düşmanları memleketten kovmak ve ihraç etmek suretiyle, askeri ve siyasi sahada gösterdi ve bununla siyaseten tam hürriyet ve bağımsızlık kazandı. Artık kültürel saldırıları da birer birer söküp atmak yolu açılmıştı. Türk milleti, açtığı bu yolda enerji ve başarıyla devamlı ilerledi; kültürel hürriyet ve bağımsızlığını sınırlayan engelleri ara vermeden kaldırdı ve hâlâ kaldırmakta devam ediyor. Son kalkan kültürel kapitülasyon, Türk diline uygun olmayan harfler sistemiyle imla tarzıdır.33 “Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan sonra kazanılan, bağımsızlık özgürlük ortamında; hâlâ batı yaşam tarzını, batı siyasasını, batı ekonomisini benimseyenler vardı. Osmanlı’dan devrolan en kötücül kavramsa: “mandacılık”tı! “Uğursuz Mütareke’den sonra Türkiye’de iki siyaset cereyanı belirdi. Cereyanlardan birisi, zehirden şifa ummak kabilinden, düşmanlardan hayır bekliyordu. Bu cereyanın taraftarları, Amerika, İngiliz, Fransız, İtalyan, hâsılı hangisi tenezzül buyurursa, onun mandası altına girmeyi özleyendiler; bir gün evvelîsi Türklüğü, 30
Anıl Çeçen, Atatürk ve Yusuf Akçura, YAR Müdafaa-i Hukuk, Nisan – 2009, s.24
31
Ziya Gökalp, Türkleşmek İslamlaşmak Çağdaşlaşmak ve Doğru Yol, Hazırlayan: Yusuf Çotuksöken, İnkılap ve Aka Yayınları, 1976, İstanbul. Ss. 63 – 64 32 33
Ziya Gökalp, Yeni Türkiye’nin Hedefleri, Sadeleştiren: Cavit Orhan Tütengil, 1977, İstanbul, içinde, Irklar Arasında Eşitlik. s. 24 Yusuf Akçura, a.g.e, Ss. 183 – 184
24
Müslümanlığı imha için üzerimize saldıranların himayesini kabul ederek, Türklüğe, Müslümanlığa hayat, istiklal ve refah kazandıracaklardı! Bu acayip siyasetin taraftarları hiç de budala değildir; memleketin milletin hayat ve istikbalini hürriyet ve istiklalini hiçe sayan, kendi hayatının masrafını, şahsi menfaatlerini düşünen, hürriyet ve istiklal cihadında menfaatlerine zarar geleceğinden, zevk-i sefaları eksileceğinden ürken kimselerdi. Bununla birlikte aralarında memleket ve millet muhabbet ve endişesiyle kalpleri dolu olduğu hâlde, Mısır ve Tunus gibi Avrupa müstemlekelerinin durumlarını iyi tetkik etmeksizin, Garplıların yalancı medeniyet programlarına kanmış adamlar da vardı. Mandacılık, bazı değişimler geçirdikten sonra nihayet Ali Kemal ve hempalarının İngiliz himayesi dilenciliğinde karar kıldı. Menfaatperest yahut iğfal edilmiş kimseler mandadan kurtuluş umarken, ecdadının bütün erdemli niteliklerini şahsında temsil eden bir zatın gür sesi yükseldi: “Celadet gösteriniz!” Mustafa Kemal Paşa’nın ağzıyla bütün ecdat, bütün tarih bu kumandayı veriyordu; vicdanlarının en derinlerin daima bu hitabı işiten öz Türkler, hakiki ve tabii başbuğlarının emrine derhal icabet ettiler: Milli ordu, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, Büyük Millet Meclisi toplandı; Osmanlı Türk milleti kendini topladı. İşte bu, ikinci siyaset cereyanıydı; asıl Türk milletinin siyasetiydi.”34 Gökalp, “Bugün… Çağdaşlaşmak demek, Avrupalılar gibi zırhlılar, otomobiller, uçaklar yapıp kullanabilmek demektir. Bu nedenle modernleşmek, şekilce ve yaşayışça Avrupalılara benzemek değildir. Ne zaman bilgiler ve sanayi malzemelerini aktarmak ve satın almak için Avrupalılara muhtaç olmaz hale geldiğimizi görürsek, o zaman çağdaşlaşmış olduğumuzu anlarız.”35 1925 yılında İstanbul Üniversitesi'ndeki bir konferansta Yusuf Akçura, Atatürk'ün çağdaş devlet kavramının nitelikleriyle ilgili olarak şunları söylemişti: “çağdaş devlette egemen güç devleti kuran ulusun kendisidir. Bireyin bireye baskısını doğuran kurumlara yer verilmemiştir. Çağdaş devlet ulusaldır. Ulus aynı kültürün ürünüdür. Bundan dolayı da en azından çoğunluk aynı ülküye bağlıdır. Devletin kendisinden başka hiçbir dinsel ya da siyasal güç bulunmaz. Çağdaş devlet özgürlükçüdür. Ulusu oluşturan bireylerin özgürlükleri devletin bağımsızlığına ve egemenlik gücüne zarar vermeyecek biçimde yasalarla korunur. Çağdaş devletin ayırt edici özelliği halk egemenliğidir. Çağdaş devlet aynı zamanda ekonomik bir devlettir. Hükümetin birinci görevi ekonomik eykinlikleri düzenli biçimde yönetmektir.” 36 Ziya Gökalp de: “Harp esnasında askerî bir mucize gösteren bu millet, sulh devrinde de iktisadî bir mucize gösterebilir. Bu mucizeyi gösterebilmek için, hangi yoldan yürümeli? Tanzimat’tan beri yürüdüğümüz yanlış yolu terk edersek doğru yolu bulabilir. Tanzimat’tan beri, milli ruhumuza uymayan İngilizlerin iktisadî nazariyeleri bizi şaşırttı: 'Hükümet fabrika tesis edemezmiş, milli sanayi ihyaya ve himayeye çalışamazmış. Belediyeler ticaret yapamazlarmış. İktisadî teşebbüsler yalnız fertlerden ve şirketlerden beklenirmiş” İşte bu gibi umumî mahiyeti haiz olmayan nazariyeler, eski iktisadımızın yıkılmasına neden olduğu gibi yeni bir iktisadî hayata girmemize de mani oldu. Tanzimat’tan evvel gayet zengin sanayimiz vardı, gayet bediî tekniklerimiz vardı; çinicilik, halıcılık, boyacılık, teclidcilik, tezhipçilik, demircilik, marangozluk vs. Bu tekniklerden her biri, büyük bir millete iftihar sermayesi olacak bediî sanatlardandır. Tanzimat’tan sonra bütün bu teknikleri kaybettik. Yerlerine yenilerini de koyamadık. Eski ticaret teşkilâtımız, esnaf teşkilâtlarımız da büsbütün yıkılıp gitti.” 37 34
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, Yayına Hazırlayan: Erdoğan Mura, Sinemis Yayınları, Temmuz – 2006, içinde, “Celadet (Yiğitlik) Gösteriniz!”, 26 Nisan 1921’de yazılmıştır. Ss. 27 – 28 35 36
Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Ulus Devlet Düşünürü Ziya Gökalp, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 1. Baskı, Mart – 2005, İstanbul. s. 17 Kurtul Altuğ, Atatürk'ün Çağdaş Devleti, Aydınlık, 15.11.2011
25
Ulusal Egemenliğin Temeli: Halktaki Cevher Gökalp, böylesine bir reellikte mahvolmuş bir ülkenin, umudunu her daim koruması gerektiğini; kültür, dil, felsefe, sosyoloji gibi bilimlerle memleketi ayakta tutup, insanlık değerlerini/erdemlerini taçlandırmayı en başa koyar: “Ruhumun kanına can veren manevi müvellidülhumuza ümittir. Ruhumu ne kadar boşaltsanız içinde biraz ümit kalır. Etrafımda birçok yeis rüzgârları essin, bu rüzgârlar, içlerinde büyük fırtınalar gizleyen kasırgalar kadar şiddetli olsun. Bu sert rüzgârları birer birer ruhumdan geçiriniz. Hiçbirisi orada ışıldayan ümit kandilini söndüremez. Ruhumu kardan, buzdan daha soğuk bir itimatsızlık kışı istila etsin. Bu kışın soğuğu, şimal kutbunda bile rast gelemeyeceğiniz bir bürudet olsun. Bu soğuk muhit içinde bile, ruhumun ümit ocağı sönmez, için için yanar… bir memleket, maddi ümranca tahrip edilmiş fakat ümidi sağlam kalmış olursa, mütemadi imarlar sayesinde, yeniden bir güzel mamure halini alabilir. Mesela İngilizlerle Yunanlar, Anadolu’yu baştanbaşa yıktılarsa da Türklerin ruhundaki ümit mamuresine dokunamadılar. Bundan dolayıdır ki, Anadolu bugün yaşıyor ve istikbalde de yaşayacaktır… bu memleket bilhassa ümitle kurtulacaktır. Türklerin en büyük kuvvet membaları ruhlarındaki ümittir. O halde, filozoflarımızın vazifesi, bu ruhi haleti idame için Türklere bir ümit felsefesi yaratmaktır. Âlimlerin vazifesi, bu millete bir ümit kanunu keşfetmektir. Şairlerin vazifesi bu millete bir ümit edebiyatı vücuda getirmektir. Bestekârların vazifesi, bir ümit şarkısı ibda etmektir.”38 Ayrıca, Gökalp bağımsızlık deyince, yeni Türkiye’nin milli davasında her yönden bağımsızlığa işaret ediyordu: “Akıl ve mantığın siyasi egemenliğin üzerinde, dünya ölçüsünde bir egemenliğe sahip olduğunu kabul ederek, milletin temsilcisi olan ve onun adına yönetimi kullanan kurumun, akıl ve mantık esaslarına göre kendi kendisini sınırlayarak, bireylerin (esas ve kaldırılamaz) haklarını ihlal etmemesi gerektiğini vurgulamıştır. Milli hâkimiyet esası kabul edildikten sonra, halk, hükümeti kontrol eder duruma gelmiştir... Devlet, ilme, sanata, üniversiteye karışmamalı, sadece maddi yardımda bulunmalı, basın özgürlüğüne dokunmamalı, meslek kuruluşlarına müdahale etmemeliydi.”39 Bunları yaparken de kuşkusuz, egemenliğin halkta olduğu; hiçbir zümrenin, şahsın buyruğunda olmayan bir memleket olmalıydı ve devlet olmanın koşulunu da belirmişti. Bir devlet ancak üç şeye malik olmakla hakiki devlet olur. Evvela vatandaşlardan mürekkep bir milleti hâkimesi, saniyen hududu muayyen bir memleketi olmalı, salisen bu memleket üzerinde teşri, kaza, icra hakları yalnız kendisinde, yani unsur-u asli olan zümre-i hâkimenin siyasi teşkilatında bulunmalı.40 İsmail Gaspıralı, “Gündoğdu” başlıklı hikâyesinde: “milletin haline aşina olmadan millete hizmetin mümkün olmayacağını anlayan Danyal Bey, bu hususta ilmini ve marifetini arttırmaya karar verip, milletin arasına katıldı. Köy düğünlerinde, derviş ve ulema meclislerinde beyler ve ağalar ziyafetlerinde, medrese hücrelerinde vesaire her türlü içtimada bulunup, az söyleyip çok dinleyip birkaç sene ameli dersler aldı. Her zümrenin yahşi cihetlerini ve uygunsuz hallerini görüp öğrenmiş, milli zaafın neden ibaret ve milletin neye muhtaç olduğunu anlamıştı.. Ne işlemeli, işi nerede tutmalı, sönmüş kalpleri neyle yandırmalı, basireti örtmüş perdeleri neyle kaldırmalı, gaflet sahrasında serilip kalmış koca bir milleti neyle ayağa kaldırmalı gibi suallerle hayli zaman uğraşmıştır.”41 diye, anlatmaktadır. Gaspıralı’nın vurguladığı şey, anlaşılacağı gibi halktan olmakla, halka ait ve 37
Ziya Gökalp, Muhasebe: İktisadî Mucize, Küçük Mecmua, Sayı: 23, Diyarbakır, çeviriyazı: Prof. Dr. Şahin Filiz, Küçük Mecmua III, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i hukuk Yayınları, Şubat 2012, s. 9 38 39
Ziya Gökalp, Makaleler 9, a.g.e, s. 159 – 161 Cihan Osmanağaoğlu, Ziya Gökalp’te Türkçülük Akımı, On iki Levha Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Ocak – 2008. Ss. 134 – 135
40
Kâzım Nami Duru, Ziya Gökalp, 3. Basım, Milli Eğitim Basımevi, 1975 – İstanbul, Yeniden Gözden Geçiren: Mübeccel N. Duru, içinde, Tanzimat Dönemini İnceleyen “İttihat ve Terakki Genelgesi”nden. s. 63 41
Dr. Yusuf Ekinci, Gaspıralı İsmail, Ocak Yayınları, 1997 – Ankara s. 13
26
halka doğru olmakla, yakından/içinden gözlem ve izlemlerle çözümlemeyle politika belirlemekti. Özgürlüğü/bağımsızlığı her daim elinde olan millet kavramı üzerinde düşündüğümüzde, daha önceki bölümde de vurgulandığı gibi “ırk” esas olamazdı. Gökalp, insanın maddi yapısından öte, manevi yapılarıyla ayakta duran bir birlikteliğin ifadesi olduğunu söylemiştir. “Millet, dilce, dince, ahlakça ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir topluluktur” ki millet, düşünüre göre duygu birliğini ifade eder. Bu açıdan bakıldığında Gökalp’in millet anlayışının, diğer yazarların konuya ilişkin belirlemelerinden pek farklı olmadığı görülür. Anlaşıldığı gibi milleti, maddi değil manevi unsurlarda aramakta, “manevi varlık maddi varlıktan önce gelir” ifadesiyle manevi varlığı, maddi varlıktan önde gördüğünü anlatmaya çalışmaktadır. Tanımı yaparken manevi unsurlardan dini göz önünde bulundurmuş ancak milleti sadece buna dayandırmamıştır. Aynı zamanda bireyin iradesinin de milleti belirleyemeyeceği görüşünü benimsemiştir. Coğrafya, ırk, siyasi teşkilat gibi unsurlara milleti dayandırmamış, bunlara millet tanımında diğer unsurların yanında da yer vermemiştir. Örneğin “gerçi atlarda şecere aramak lazımdır; çünkü bütün meziyetleri içgüdüye dayandığı ve bunlar ırsi olduğu için hayvanlarda ırkın büyük bir ehemmiyeti vardır. İnsanlardaysa, ırkın sosyal vasıflara hiçbir tesiri olmadığı için, şecere aramak doğru değildir” sözüyle millet tanımında ırka yer olmadığını göstermiştir.42
42
Cihan Osmanağaoğlu, a.g.e, Ss. 14 – 15
27
II.- ELEŞTİREL AKIL, POZİTİF BİLİMLER VE HALKÇILIKLA TÜRKÇÜLÜK Davası olan her millet ve birey için, bu dava: onların geleceklerini biçimlendirecektir. Öyle ki Gökalp konu hakkında şunları söylemekteydi: “Ülkü her ülkeyi cennet yapacak. Her millet cennetinde hür ve mesut yaşayacak. Dinler, uygarlıklar birbirini sevecek! Eskiden herkes, her millet insanların sırtından geçinirdi. Yeni hayatta herkes ve her millet emek anahtarlarıyla doğanın gizli hazinelerini açarak oradan geçinecek. Kimse milletini sevdiği için suçlu sayılmayacak. Değil en iyi adamlar, hatta iyi olmayanlar bile esarette çürütülmeyecek! O (yeni) zamanın kanunları yalan, ahlakları sahte, ilim ve felsefeleri hileli olmayacak!”43 Tarık Zafer Tunaya’ya göre: “Ziya Gökalp, Osmanlı fikir hayatının uzun zamandır unuttuğu bir teamülü canlandırmakta ve bir ekol kurmaktadır.”44 Gaspıralı da, ulusları ve bireyleri, devletleri harekete geçiren şeyin “fayda olduğunu ifade etmekteydi: buradaki “fayda”, pragmatizmden öte, ‘dava’yı imliyordu: “insanları, cemiyetleri, heyetleri hareket ettiren nedir? Hareketten matlup nedir? Akşam sabah gönlümüzü aklımızı istila eden nedir? Bana göre, bireysel menfaatlerden ve faydalardan hiçbirisi değildir. Eski Yunan, taze Avrupalı Atina Cumhuriyeti, Belçika kraliyeti hep bir matluba hizmete ediyorlar. Hareket nedenleri, muamelelerinin esası birdir. Bu da fayda, fayda ve faydadır. Herkes maddi ve manevi faydasını arıyor; ona çalışıyor, ona çabalıyor. Ahlak, terbiye, hukuk hep bu meslek-i umumi üzere tesis olunmuşturlar. Dünyaya niçin geldin? Niçin yaşıyorsun? Özüm için. Niçin okuyorsun? Öz faydam için. Ne muradın var? Faydalanmak. Ne arıyorsun? Fayda. Bu gayret niye? Faydam için. İşte insanları alıp gezen hep faydadan maada başka bir şey görülmüyor.”45 Eleştirel Akıl, Bilim ve Ahlak Ulusal bir dava için gerekli sacayakları, bilim ve ahlak olarak gündeme gelmekteydi. Gökalp’e göre: “İnsanı insan yağan ilimle ahlaktır. Bu ikisini kazanmaya çalışmalı. Felaketler insanı ahlakça yükselmeye sevk ederse büyük nimet yerine geçer. Büyük adamları yetiştiren de felaketlerdir. Şimdi de büyük ruhlu kızların yetişeceği bir devirdir. Siz de bu felaketten yararlanarak yüksek ruhlu olmaya çalışmalısınız…”46 İnsanlığın ve kendi ulusunun/halkının acılarından damıtacağı, reellikle, harekete geçecek olan irade; bir ve birlik olmanın gereğine değgin olarak toplumsal yönüyle var olacaktı. “İnsanda organik eğilimlerden başka, toplumsal eğilimler de vardır. Bu toplumsal eğilimler ‘ülküler’le ‘kavram’lardır. İnsan, dinsel, aktöresel, estetik ülküleriyle organik düşkünlüklerini yenebilir. Ussal kavramlarıyla, iç dünyasına akla uygun bir yön verebilir.”47 Toplumun/toplumsalın ve ülke kuruculuğunda felsefi/kuramsal bilgilerin temelinde olan akılcılıkla yön alan yaklaşımın, gereksineceği tek şey belki de zamandı. “Zaman, yalanların yüzündeki sahte örtüleri çıkarıp atan, türlü hilelerle saklanıp halka gösterilmeyen 43 44
Orhan Karaveli, Ziya Gökalp’ı Doğru Tanımak, Doğan Kitap, 1. Baskı, Ekim – 2008. s.121 Cihan Osmanağaoğlu, Ziya Gökalp’te Türkçülük Akımı, On iki Levha Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Ocak – 2008.
45
İsmail Gaspıralı, Fikri Eserleri, Seçilmiş Eserler:2, Yayına Hazırlayan: Yavuz Akpınar, Ötüken Yayınları, İstanbul – 2005, içinde, Sosyalist Öğreti (Sosyalizmin Temel Eserlerinden Özetlenmiştir) Ss. 209 – 210 46 47
Orhan Karaveli, a.g.e, s. 90 Ziya Gökalp, Yeni Türkiye’nin Hedefleri, 1977, İstanbul, içinde, İnsanlar Özgürdürler, s. 30
28
gerçekleri meydana çıkaran, özetle, hiçbir kahramanın yapamayacağı işleri yapan tanrısal bir güçtür. Boş yere akıp gitmez. Suçsuzların temizliğini, hainlerin alçaklığını ortaya koyan adil bir mahkemedir zaman…”48 Akılcı çizgide kavramsallaştırılan, zamana gereksinim duyan ve aynı zamanda organik bir yapı gibi sürekli birlikteliği olan toplumdur. Eşitsizliği, halkçılıkla çözmenin yolunu önerir, Gökalp. Bu da, toplum içindeki yapay/sonradan yaratılmış, kapitalist sömürü ilişkileriyle gelişmiş ayrılıkların sonu ancak, halkçı politikalarla sonlandırılabilirdi. Gökalp şöyle diyordu: “İnsanlar arasındaki eşitsizlikleri inceleyiniz. Göreceksiniz ki bunların çoğu yapay eşitsizliklerdir, doğal eşitsizlikler değillerdir. Bir esirin efendisine, bir yarıcının ağasına, bir işçinin patronuna, eğitim görmemiş bir cahilin bilgili bir kişiye eşit olmaması doğal eşitsizlikler midir? Yoksa insanların yapay olarak ortaya koydukları esirlik, serflik, mülkiyet, miras gibi toplumsal kurumların sonuçları mıdır? Kuşkusuz bunlar doğal eşitsizlikler yani organik oluşmalardan ve doğuştan yeteneklerden meydana gelmiş ayrılıklar değildir. Eğer bu eşitsizlikler organik yeteneklere ve soydan gelen istidatlara dayanmış olsaydı, onları gidermek mümkün olmayacaktı. Fakat mademki bu eşitsizlikleri meydana getiren toplumdur; onları gidermek gücü de toplumda olmak gerekir. Halkçılığın en büyük görevi bu yapay eşitsizlikleri ortadan kaldırmaktır.”49 Halk İçinde Eşitsizlik ve Yozlaşmış Kültürel Alan Toplumsal dinamiklerin doğurduğu, ayrıca da, kapitalist mülkiyet ilişkilerinin doğurduğu toplum eşitsizliği halkçılık programıyla aşmanın gerekliliği üzerinde duran Gökalp, bu mücadele sürecini de bilimle/bilime doğru gelişmeyle olanaklı olduğunu söyler: “Asrî milletler sırasına geçmek için vücudu mutlaka lazım olan bazı şartlar var: bunlardan en birincisi ‘ilme doğru’ gitmektir. Ferdin kendisine mahsus düşünüşü, duyuşu iradesi olduğu gibi milletlerin de bu kabilden ruhî melekeleri vardır: milletlerin düşünüşü, ilimle felsefe, duyuşu, sanat iradesi, ahlâk siyaset ve iktisattır. Asrî bir millet müspet ilimlerle düşünen mahlûk demektir. Felsefe düşünüşten ziyade bir nevi seziş mahiyetindedir. Bundan başka, müspet ilimlere karşıt olmamak mecburiyetinde olunması da onu ilimlerle sıkı bir alâka halinde bulundurur. O halde asrî bir millet, düşünmeye veda etmek istemiyorsa, mutlaka müspet ilimlere doğru gitmesi lazımdır.”50 Bilimsel gelişmeyi, kültürel yapıya uygun olarak izlemenin felsefesi üzerine söyledikleri ortada olan Ziya Gökalp, toplumsal bir ülkü diye tanımladığı halkçılığı açıklarken Türk toplumunun yapısına uygun bir kalkınma modeli olarak ‘solidarizm’ akımını önerir. Toplumsal halkçılık adını da verdiği bu akımın genel özelliklerini şöyle sıralar: “bugün içinde bulunduğumuz siyasal halkçılık döneminde siyasal katmanlar kalmamakla birlikte, birtakım ekonomik katmanlar yine vardır. Bu ekonomik katmanlara sınıf adı veriliyor. Bu sınıflar büyük eşraf, yani büyük burjuvazi; küçük eşraf, yani küçük burjuvaziyle gündelikçilerdir. İşte bugün toplumsal halkçılık adı da verilebilen solidarizm akımı eski dönemlerdeki siyasal katmanlar gibi ekonomik sınıfların da ortadan kaldırılmasına çalışıyor. Siyasal halkçılık herkesi siyasal hukuk bakımından ayanlar derecesine çıkarmıştır. Toplumsal halkçılıksa herkesi eğitim ve ekonomi yönünden elde ettikleri başarılarla burjuvaziye eşit yapmak istiyor. Halkçılığın ilkesi toplumun içinde sop, kast, hiyerarşi, ocak, sınıf diye birtakım tekelci ya da ayrıcalıklı topluluk ve katmanların bulunmamasıdır. Halkçılık, ayırıcı topluluklar yerine, 48
Orhan Karaveli, a.g.e, s. 112
49
Ziya Gökalp, Yeni Türkiye’nin Hedefleri, Sadeleştiren: Cavit Orhan Tütengil, 1977, İstanbul, içinde, Yapay Eşitsizliklerin Kaldırılması ve Doğal Eşitsizliklerin Onların Yerine Konulması. s. 24 50
Ziya Gökalp, Küçük Mecmua – 1, Çeviri yazı: Prof. Dr. Şahin Filiz, Yeniden Anadolu ve Müdafaa-i Hukuk Yayınları, Nisan 2009, Antalya, içinde, Küçük Mecmua – 1922, Diyarbakır Vilayet Matbaası. s. 27
29
toplumun bireylerini sıkı bağlarla birleştiren meslek topluluklarının yerleşmesine çalışıyor. Bir toplumun içinde birtakım katmanların ya da sınıfların bulunması, iç eşitliğin bulunmadığını gösterir. Bundan dolayı halkçılığın amacı katman ve sınıf farklarını kaldırarak, toplumun birbirinden farklı topluluklarını, işbölümünün doğurduğu meslek topluluklarına bağlamaktır. Yani halkçılık, felsefesini bu ilkede toplar: ‘sınıf yok, meslek var’ Türkler, özgürlük ve bağımsızlığı sevdikleri için ortaklıkçı olamazlar. Fakat eşitliği sevdiklerinden bireyci de kalamazlar. Türk kültürüne en uygun olan solidarizm, yani dayanışmacılıktır. Özel mülkiyet, toplumsal dayanışmaya yararlı olduğu ölçüde geçerlidir.”51 Solidarizm önermesi, ekonomik anlamda sınıfsal çatışmayı, Marksist çözümlemeyi de içeriyor: çünkü hem toplumsal hem de ekonomik sınıfların ortadan kaldırılmasını öngörüyor. Toplumsal halkçılık, toplum içindeki zorla oluşturulmuş farklılıkları ortadan kaldıran bir arka plana sahiptir. Dolayısıyla; soy/sop, hiyerarşi, sınıf gibi ayrıcalıklı toplumsallıklara yer yoktur. Toplumsal halkçılığın gerçekleştirilmesindeki en büyük engel de kültürsüzlüktür ya da kültürün yozlaşmasıdır. “içtimai dejenerelik, hayati dejenerelikten büsbütün başkadır. İçtimai dejenereliğin, uzvi hadiselerle hiçbir irtibatı yoktur. Fizyolojistler ve biyolojistler, içtimai dejenerelerde ‘uzvi dejeneresans’ın hiçbir izini ve eserini görmezler. Çünkü ‘içtimai dejeneresans’ kültürsüzlükten ibarettir. Milli harsını kaybeden her fert yahut zümre, dejeneredir. Milletlerin ırklarla, uzvi verasetle ve uzvi dejeneresansla hiç alakası yoktur. Her millet, hususi harsa malik bir zümre demektir. Kendine mahsus harsı olmayan bir zümre, hiçbir zaman millet olamaz. O halde, milletler arasındaki medeniyet tefavütlerini, içtimai müsavatsızlıkları, ırki ruhta ve uzbi verasette değil, başka cihetlerde aramak lazımdır.” 52 “Milli harsı bulabilmek için evvela, hiçbir medeniyetin, hiçbir ananenin hususi taraftarı olmamak lazımdır. Avrupa medeniyetine yahut Arap – Acem medeniyetine perestiş eden bir adam milli harsı duyamayacağı gibi eski Türk medeniyetine hayran olan bir kimse de bugünkü Türk harsını anlayamaz… Bir medeniyette müşterek olan müesseseleri arasındaki aşikâr yahut gizli farkları aramak lazımdır. Bu suretle müşterek bir ananenin muhtelif milletlerde ne gibi tahavvüllere uğradığı ve birbirine benzemeyen nasıl müesseseleri doğurduğu meydana çıkar. Bir medeniyete mensup milletler zahirde birbirine benzedikleri halde, hakikatte yekdiğerine mübayindirler; bunu görmek için ananelerin müşabehetine aldanmayarak, müesseselerin mübayenetini aramak iktiza eder.53 Ulusal kültürün oluşumunda, belli başlı etken uç noktalardan uzak durmayla olanaklı olacaktır. Ne geçmiş dehlizlerde takılıp kalacaktır, ne de belirli bir medeniyetin gelenekleriyle yoğrulmuş kültürü kucaklayacaktır. Kavramlar arası, halkın değerleri arasındaki zıtlıkları, onları birbirinden ayıran unsurları saptamak ve ortadan kaldırmak gerekmektedir. Bunun çözümünü de, Gökalp şöyle açıklamıştır: “Biz, uygarlıkça Avrupalı, kültür açısından da Türk olmalıyız. Kültür halktan alınmalıdır. O nedenle eski ‘yazı dilini’ bıraktık, halkın konuştuğu gibi yazıyoruz. Aruz veznindeki gazeller gibi şarkılar da halka yabancı kalmıştır. Halkın iyi gördüğünü Hak da iyi görür, fakat uygarlığa gelince bunu kesinlikle halktan alamayız. Çünkü uygarlık ilimdir, fendir, sanayidir. Türk ve Müslüman kalarak “Avrupalı bir millet” olmalıyız. Amacımız, Avrupa uygarlığı içinde bir ‘Türk Kültürü’ yaratmak olmalıdır…”54 Halkçılığın Temelleri ve Bireyciliğe Eleştiri 51
Ziya Gökalp, Türkleşmek İslamlaşmak Çağdaşlaşmak ve Doğru Yol, Hazırlayan: Yusuf Çotuksöken, İnkılâp ve Aka Yayınları, 1976, İstanbul, içinde, önsöz, Yusuf Çotuksöken. Ss. 8 – 9 52
Ziya Gökalp, Makaleler 9, Yeni Gün, Yeni Türkiye, Cumhuriyet Gazetelerindeki Yazılar, Haz. Şevket Beysanoğlu, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul – 1980. Ss. 60 – 61 53
Kâzım Nami Duru, Ziya Gökalp, 3. Basım, Milli Eğitim Basımevi, 1975 – İstanbul, Yeniden Gözden Geçiren: Mübeccel N. Duru, içinde, “Milli Terbiye Meselesi”, Öğretmen Dergisi, 1915. s. 125 54
Orhan Karaveli, a.g.e, s. 99
30
Türklerin, sanatsal, ulusal imgeler belirlemede ‘estetik’ açısından; gelişmiş ülkelerin, uluslararası ustalarından dersler alarak bu, Türk Kültürünün kendi benliğini oluşacağını ifade eder: “Estetik Türkçülük, Türk toplumunun milletleşmesinde diğer faktörlerin yanında bireylerin, duygusal yönden birlikteliklerinin göstergesi olacaktır. Onun estetik Türkçülüğünün temeli, her millete güzellik anlayışının başka olduğuna ilişkin düşüncesine dayanmaktadır. Ona göre milletin milli bir zevki vardır; eğer bundan uzak düşmüşse sanat sahasında yaptığı şeyler taklitten ibaret kalır. Bu nedenle estetik sahada yükselmek isteyen millet her şeyden evvel milli zevkini bulmaya çalışmalı, bunun için de halka doğru gitmelidir. Fakat hakiki sanat için bu millileştirme yeterli değildir. Aynı zamanda işlenmesi, güzel sanatların milletlerarası ustaları olan dâhilerden zevk dersleri alınması gereklidir.”55 Gelişmiş kapitalist ülkelerden alacağımız değerlerle birlikte medeniyetimizi kavrayacağız, aynı zamanda da kendi benliğimizi oluşturup ulusal kültürümüzü inşa edeceğiz. Ancak bu gelişmiş ülkelerde olanlar, Gaspıralı tarafından şöyle ifade edilmiştir: “Mal, mülk, akça, sanayi aletleri ve makineler vs. ve hatta hükümet ve idare hep ‘sahipler’, sermayedarlar elinde bulunduklarından işçiler zahiren hür oldukları halde, aslında esir ve özgürlükten mahrum bulunuyorlar. Kanun, nizam ve idare sahipler elindedir. Malsız, akçasız, çaresiz işçi, azıcık bir bedele karşı kuvvetini yani işini sahiplere satmaya mecbur bulunuyor. Kuvvetini satmamaya çaresi yoktur… Razı olmadığı gün aç kalacaktır… Batı medeniyetinde ve Avrupa’da iyice ortaya çıkmış bu hal, sosyalist öğretinin doğmasına neden olmuştur. Hürriyetin yaygınlaşması ve eğitimin, matbuatın intişarı bu mezhebin intişarına büyük hizmet etmiştir. İşçi ve sahip ve daha doğrusu iktisat ve maişet meselesine dair Avrupa dillerinde birçok eserler neşredilmiştir. Ekonomist ve sosyalist âlimleri bu günde en itibarlıdırlar.”56 Toplumsal halkçılığın; sosyalist politikayla birlikte değerlendirildiğinde: çözüm için Gökalp’in yanılmadığını, Gaspıralı’nın gözlemleriyle de anlayabilmekteyiz. Öyle ki Gökalp de bireyi/ferdi, bireyselliğinden soyutlamak gerektiğini ifade etmiştir. Birey ancak toplumsal kurtuluşu benimsediğinde ya da kolektif bir karaktere büründüğünde; kendini oluşturmuş olur. Öte yandan, birey toplumdan kopuşuyla birlikte; menfaatçi, bencil bir karaktere bürünür. “Günümüz anlamında bireyi, fert olarak ifade eden Gökalp, ona toplumdan ayrı, başlı başına bir varlık tanımamıştır. Şahsiyetini cemiyet içinde bulabilecektir. Zira sosyal hayat yaşamayan bireyin hayvandan farkı yoktur… Ancak sosyal hayat yaşayıp mefkûreler sahibi olunca, insan özelliğini kazanabilecek böylece beşeriyetten insanlığa yükselecektir. Beşeriyeti yazılarında daha çok ferdiyet olarak kullanmıştır ki aynı şekilde ferdiyet insanın maddi varlığını oluşturmaktadır. Zira ona göre insan, bir organizma ve bir şahsiyet sahibidir. Ferdiyet sahibine ferdi insan dediği gibi, ferdi insanla ferdi şahsiyet sahibi insanı da birbirinden ayırmıştır. Çünkü ona göre ferdiyetle ferdi şahsiyet birbirinden farklıdır… “Az bir toprak üzerinde çok nüfusun toplanması”yla cemiyette meydana gelen iş bölümü, beraberinde ferdi şahsiyeti de getirecektir. İş bölümünün oluşmasıyla insanlar mesleki topluluklara ayrılırlar ve mesleki uzmanları sayesinde ferdi şahsiyetlerini de elde ederler. Bu şahsiyetlere sahip olanlarda, kendilerine özgü hayat, ahlak, hukuk vb. anlayışlar oluşmaya başlar. Fakat bu bireysel görüşlerin toplumda müşterek olan din, ahlak, hukuk, estetik, siyaset gibi anlayışlara dayanması gerekir. Aksi halde şahsiyet, mahiyetini kaybederek ferdiyet şekline dönüşür… Sosyal kaynaklı gördüğü bireysel karakter, toplumun sahip olduğu karakterdir. Öyleyse toplumun karakteri milli kültür, kolektif karakter olmaktadır. Ne var ki birey söz konusu kolektif karakteri temsil etmedikçe, kendi kişiliğine onu temel almadıkça, karakter sahibi olamayacak ancak ferdiyet sahibi olup beşer düzeyinde kalabilecektir. Bu durumda kolektif karakterlerle bireysel karakterin birbirinden pek ayrılamadığı görülmektedir. Şöyle ki, biri diğerine temeldir, birinin varlığı diğerine bağlıdır. Ancak Gökalp, bireylerin adi 55 56
Cihan Osmanağaoğlu, Ziya Gökalp’te Türkçülük Akımı, On iki Levha Yayınları, İstanbul, Ocak – 2008. Ss. 16 – 17 İsmail Gaspıralı, Fikri Eserleri, Seçilmiş Eserler:2, a.g.e, Ss. 200 – 201
31
zamanlarda bireysel hayatlarını yaşadıklarını, onların uyanık olduğu bu tür zamanlarda toplumun uykuya dalmış olduğunu, coşkulu dakikalardaysa bireysel karakterlerini kaybederek, tamamıyla kolektif karakterle yaşamlarını ve toplumun varlığını devam ettireceklerini ifade etmiştir… Bireylerin toplamından başka bir varlığa sahip olan toplum fedakârdır, menfaatsizdir. Buna karşı bireyse, menfaatçi ve bencildir. Bu durumdaki birey ancak toplum hayatı yaşadığı takdirde, toplum gibi fedakâr olabilecektir. Bir eserinde, birey değerlendirmesinde daha da ileri giderek, bireye ait her şeyin aşağılık olduğunu söylemiştir. Bireyin arzularını ferdiyetini pislik olarak görmüş, ferdi bireysellikten soyutlamak gerektiğini söylemiştir.”57 Gökalp’in, bireyin ‘aşağılanarak’ dönüştürülerek; kolektif hafızaya sahip bir cemiyetin üyesi olamaması sonucunda ne olacağını, Gaspıralı şöyle anlatmaktadır: “Âdemoğlu doğup artık çoğaldıkça cemiyetler, uluslar ve kabileler oluşturarak yeryüzünde istedikleri yerlerde yerleşip, şu yeri “menim” edip sahiplenip yaşamaya başladılar. Âdemoğlu pek az olan zamanlarda dahi nefisleri doymayıp cemaat cemaatle, taife taifeyle kanlı vuruşmalar ettikleri bilinmektedir. Cenab-ı Hakk’ın verdiği nimetlerden payını almak için az mı çok mu herkes çalışmak gerekti. Balık isteyen suya varıp avlamak, meyve isteyen ormana gidip seçmek/toplamak süt isteyen çıkıp sığırı sağmak gerekirdi. Lâkin insanların bir kısmı bu tabii işlerden kaçıp muhtelif bahanelerle başka bir insanı işletip emeğinin semeresiyle geçinmek ve yaşamak gibi zalimce bir yolu seçmek gibi kötü bir iş işlediler. Dünyanın fesat ve bozgunluğu bu noktadan başlamıştır ve tarihin başlangıcından bu günlere gelinceye kadar bu zulüm devam ederek yalnız dış görünüşü değişir olmuştur. İlk önce güçlüce olan kişi zayıfça olanı işletmeye başladı: ‘Var su getir içeceğim’ emriyle bir insan diğerini ‘hademe’ yoluna koymuştur. Çünkü emre itaat etmeyen zayıf, güçlü kuvvetli kardeşinden dayak yiyeceği gün gibi aşikârdır. Bundan böyle insanın ortaya çıkışıyla beraber ‘güçlü sahipler’ ve ‘zayıf işçiler’ peyda oldukları malumdur. Sahipler türlü sıfata girip toplum önderi, kabile reisi, hâkimi han, emir, sahib-i mülk, sahib-i su, sahib-i orman, soylu, ağa, bey gibi isimlerle tarihlerde yâd olunuyorlar… Hilelerden biri, ilk zamanlarda seçkinlerle yan yana yetişmiş din adamları sınıfıdır. Hükümdarcıklar, sipahiler dayakla kâhinler ahret korkusu vermekle âdemoğlunu sersemletip sihirlediler. Ağalar “işle, işle” emrini verdikçe ve dayakları saldıkça kâhinler “evet, çalışınız, durmayınız. Kutsal ruh kızgındır, gazaplıdır. İşitin gök gürlüyor!..Bakın gökten ateş çıkıyor. Eğer kaçsanız ya da itaat etmeseniz bu ateş sizi yakar, yandırır.. Bilmiş olunuz, Tanrı’nın emri, sizlere çalışmak, bizlere yemektir” yolunda vaaz ve nasihatler verirlerdi. Bundan böyle bir taraftan zor ve dayak ve diğer taraftan batıl inançlarla âdemoğulları ‘işçi’yle ‘yiyici’ iki sınıfa ayrılıp, bu günlere kadar bunlar mevcut bulunmaktadır.”58 Sömürülen Türklük ve Rusya’daki Türklerin Esareti Sömüren ve sömürülen ilişkisine ilişkin; kendi kültürünü ve birliğini sağlayamayan Türkler hakkında, Gaspıralı: yine, bir hutbesinde şunları söylemişti: “Âlemi İslam’ın hali hazırına dikkatle bakılırsa her tarafta az çok efkâr uyandırdığı görülür. Her tarafta muharrirülefkâr gazetelerin çıktıkları ve bazı müzakere meclislerinin vaki olduğu bu güzel alâmetlerdir. Lâkin bu güzel alâmetlere aldanıp gaflet caiz değildir, belki hatadır çünkü gayet geride nöbette kaldığımızdan temin-i istikbal için pek çok gayretler, pek ciddi çalışmalar iktiza edecektir. Şimal’deki Kazan’dan cenuptaki Mısır’a, mağripteki Fas’dan şarktaki Cava’ya kadar nazar-ı teftişle ziyade, asar-ı tedenni görülecektir. Medreseler ve mektepler harap ve faydasız bir haldedir. Kisb-i sanayi mahalliyeler ya münkariz oluş ya olmak 57 58
Cihan Osmanağaoğlu, a.g.e, Ss. 84 – 87 İsmail Gaspıralı, Fikri Eserleri, Seçilmiş Eserler:2, a.g.e, 191 – 193
32
yolundadır. Esnaflar sönmektedir. Âlemin ticaretinde hissemiz pek az kalmıştır. Umur-ı sarfiyede methalimiz olmadığı gibi, ticaret-i bahriyeden bi haber bulunuyoruz. Üç yüz milyonluk bir milletin vapurlu bir şirket-i bahriyesi, beş milyon sermayeli bir bankası mevcut değildir. Hazerat! Dikkat edin, cümlemizin esbab-ı taayyüşü ancak baba ecdattan kalma toprakların verdiği bereket-i tabiye sayesindedir. Hüner ve marifetle hâsıl ettiğimiz şey pek azdır. Bereketli topraklarımız birçok şeyler hâsıl ediyor, onları âlem pazarlarına çıkarıp satmak elimizden gelmiyor. Bundan başka bereketin bir hissesini malımızı nakleden ecnebi gemicilere vermeye mecburuz. Ticaret meydanı olan Avrupa, Amerika kıtaları aranılırsa hiçbir beldesinde Müslüman taciri bulunmaz, bulunduğu takdirde müstesna kabilinden olur. Şarklı tacire rast gelinirse ya Ermeni’dir, ya Rum’dur, ya Yahudi’dir, ya Hindu; lâkin Müslüman değildir! İş bu Mısır’da yirmi kadar Hint mağazaları var, güzel ticaret ediyorlar ama hiçbiri Müslüman ticarethanesi değildir. Bizim Kazan’da ve Bakü’de her milletten tacir ve misafir bulunur ama Hintli ya da Mısır’lı bir Müslüman tacir görülmez. Memalik-i hariciyede iş görmediğimizden sarfınazar, kendi vatanımızda dahi aciz kalıyoruz. Turan ve İran’ın, Osmanlı ve Mısır’ın, Mağribin ve Hindin ticaret-i mahalliyesi, alışverişi yine ecnebiler elindedir! Hazerat! Yağmur yağar içeriz, yerden çıkar yerizle bugün dünyada ömür sürmek mümkünse, yarın böyle hayvanca geçinmek ve rızık kasbetmek mümkün olmayacaktır. Bu miskinlik, bu faaliyetsizlik, bu hünersizlik sizleri bitirecektir. Ecnebisiz ve yalnız Müslüman işçileriyle İslam hükümetleri de iş göremiyorlar. Demiryolu, deniz rıhtımı, kanal, fabrika tesis olunacaksa ecnebi mühendislerine muhtaç kalıyorlar. Hülasa-i kelam mağripte Ribat şehri, şarkta Şahabat hep bir derece berbat; işgüzar olsa yaramıyor. Ali, Murat, Hudadat; gerek oluyor ya Jorj, ya Ferdinant! Bir kavim veya millet iktidar-ı siyasiyesini ve istiklalini kaybetse evet, büyük yıkıntıdır, büyük ziyandır. Lâkin faaliyeti kisbiye fıkdanile meydan-ı iktisat ve ticarette mevkiini kaybederse bir değil on defa ziyandır ve inkırazın mebadisidir. Umum islamın teessüflü bu haline sebep nedir? Maarifsizlik, cehil denilirse bunların sebebi nedir suali geliyor. Milel ve akvam-ı ecnebiyeden sarfınazar, bundan elli altmış yıl mukaddem Müslümanlarla birlikte yaşayan, Müslüman adetlerine tabi bulunan Ermeniler, Rumlar, Bulgarlar, Farslar, Yahudiler ve Budiler bizlerle bir seviyede bulundukları halde, bugün temeddün ve terakkide bizlerden ileriye neyle ve nasıl çıktılar? Hazerat! Bu halleri düşünmeliyiz, halimiz çok acı ve aşikâr bir haldedir. Lâkin buna karşı göz yummak, bu hali seyretmek değil, caddelerde, meydanlarda bağırıp çağırıp söylemelidir. Yokluğunu gizleyen var olmaz, derdini söylemeyen şifa bulmaz. Derdimize, çaremize bakmalıyız aksi halde dâhilen çürüye çürüye bir gün düşer, yayılır kalırız. Hazerat! Meselenin hallini, marazın devasını benden istemeyeniz, acizlerinde bu kadar bilgi ve kuvvet yoktur. Ancak çok senelerdir bu meseleyle uğraşıyorum, lâkin çaresini bulamıyorum.. Kavm-i Necib-i, Arabın istidad-ı medenisi ve faaliyet-i iktisadiyesi tarihle müsbettir. Kahraman Türkler’in yetiştirdikleri ulemanın âsârı, Semerkand rasathanesinin harabeleri, bütün Asya’ya kanun ve intizam verdikleri bunların dahi istidad-ı tabilerine delildir. Akvam-ı Turaniye’den olan Finlandiyalıların ve Macarların faaliyet-i iktisadiye ve medeniyeleri cümle Türkler’in medeni istidatlarına diğer bir burhandır. Farsların, İranilerin tarih ve edebiyatları keza istidatlarına kefidir… Demek istiyorum ki Arap, Türk, Fars ve Hint akvam-ı İslamiyesinin bugünkü düşkünlüğü hilkat ve tabiatlarından ileri gelen bir hal değildir. Böyleyse, faaliyet ve temeddün yollarımızı kestiren dini mübin-i İslam mı? Hayır, hayır! Müşerref bulduğumuz dini İslam terakki ve temeddünün membaıdır, evvelce görülmüş terakkimizin, belki baş nedeni ve muharrikidir. Dinimiz bir kanun-ı mukaddestir ki ‘cümleniz çalışınız, cümleniz okuyunuz, cümleniz tedbir ve sanatla yaşayınız’ kaadilerini amirdir, bizlerse hazırda bu ecamir-i şerifenin tamamen aksini işliyoruz. İşsizlik, sanatsızlık, nadanlık hep bizde. Hikmet, halimizin burasındadır. İktisadi düşkünlüğümüze fikir ve akıl hareketsizliği, yani şark âleminde bir fikir, bir eser ve bir edip zuhuruna karşı garp âleminde yüz fikir, yüz eser, yüz edip baş gösterdiği ilave olunursa, halimizin ne kadar müşkül olduğu daha güzel anlaşılmış olur. İslam Âlemi’nin 33
düşkünlüğüne bir derece Amerika kıtasının keşfi sebep olmuştur zannederim: şark ve garbın eski yolla ticaretinde memâlik-i İslamiye umum kervansaraydı, büyük istifadeler ediyordu. Amerika’nın keşfi deniz ticaretine, deniz yollarına meydan açıp memalik-i İslamiye’ye sekte ve durgunluk getirdi; bununla beraber Avrupa’da makinecilik terakki edip bizim eski usul tezgâhların emtiası derece derece pazarlardan çekilip fabrika imalatı meydanı aldı, galebe çaldı. Bu haller inkâr olunamaz. Lâkin bizleri yıkan, düşüren yalnız bu olmasa gerekir. Belki daha ziyadesi fena adetlerimizde, evham ve türlü hurâfâttan ileri gelmiştir… Böyle bir meselenin halli, esbâb-ı tedennimizin keşfi ve devâsının tertibi bir ya da iki adamın iktidarı haricindedir. Binaenaleyh akl-ı kasirâneme göre asrımızın ulemasından, fudalasından erbab-ı umur ve üdebasından mürekkep ve müteşekkil bir cemiyetin buna çalışmasına ihtiyaç vardır zannındayım. Yani böyle bir meseleye ve böyle dertlere çareler bulabilir… Hemen şurasını acelece arz edelim ki, Müslüman kongresi, mütemeri İslamı dediğimden panislavizm ya da siyasi bir içtima akla gelmesin. Hutbemin başından beri söylediğim tedenni ve düşkünlüğe nihayet vermek, terakk-i içtimaimize ve iktisadiyemize yol açmakta asrın terakkiyatından hissemad olmaz arzusundan başka bir şey olmadığı anlaşılmak gerekir. Binaenaleyh mevadd-ı siyasiden bahsedilmemek şeraiti tahtında mütemeri İslamiye davet ve cem edilmesini zaruri görüyoruz.”59 Gaspıralı’nın, dünya Türkleri ve Müslümanlarıyla onları esir alanlar (:Rusya Müslümanları özelinde) arasındaki ilişkilerin düzenlenmesini gündeme taşımıştır. “Bir arada yaşamak, iç içe olmak ve de Gaspıralı’nın öncüsü olduğu ceditçilik hareketinde belirleyici özellik olan medeniyet kıvılcımına nail olmak; ancak uzlaşarak ve de en önemlisi kendi ulusal kimliğinden, kültüründen ödün vermeksizin olanaklı olabilirdi: İsmail Gaspıralı, emperyal Rusya'da Ruslarla Rus olmayan Müslüman Tatarların ilişki zeminin ne üzerine kurulmasını gerektiğini, metaforlarla ifade etmektedir. Müslüman Türklerin, ferdiyetinin, yani onları Ruslardan ayrı kılan tüm öznel yapının, 'Ruslaştırma' siyasetinin asla başarıya ulaşamadığı ve ulaşamayacağı gerçekliğinden hareketle, korunarak geliştirilmesi, yenileştirilmesi ve buna bağlı olarak Rus 'medeni' hayatına yan yanalık ve yakınlık esasında dâhil edilmesini önermektedir. Gaspıralı üzerine araştırmalarda yakınlaşma (sblijenie) kavramı hakkında yorumlarda 'iç içe olma' ve 'yan yana olma” durumuna, bu eksende bu iki iradi ilişki yönü arasındaki farka işaret etmeksizin vurgu yapıla gelmektedir. Gaspıralı İsmail yan yana olmanın dinamikleri üzerine kafa yormuştur. Bu kavramıysa mühim bir metaforla kuvvetlendirmiştir. “Işık, ışık veriniz bize” derken, Rusların Müslümanları bilmesi, Müslümanların Rusların bilmesi, karşılıklı bilmesi, peşin hükümleri bertaraf etmek için tanıması, bunun yolunun açık, serbest bırakılmasının şart olduğunu dikkate sunar. Işık metaforu, medeniyet kıvılcımından, bilgiden, bilginin aydınlığından başka bir şey değildir. Bilgi, eğitim ve medeniyet ilişkisini Gaspıralı bu çerçevede kavrar ve açıklar. Bilgi edinme, en başta kendini bilme, kendi hakkında olacaktır, buysa Gaspıralı'nın mantık silsilesi takip edildiğinde milli ferdiyetin korunması meselesinde ana dili bilmek, ana dilde kimliğini bilmek, farkında olmak fiilidir. Buysa, 'maarif' araçlarıyla gerçekleştirilecektir. Muallim Gaspıralı din ve din dışı alanda öncü olduğu 'cedit' fikrine bu eksende odaklanır.” 60 Kültür ve Medeniyet: Ulusal Felsefi Düşün ve Siyasa Yokluğu Gökalp de Türklerdeki eksikliğin ulusal bir dava eksikliğinden kaynaklandığını, ümmetçiliğin Türklüğü gerektirdiği ve hatta ulusal siyaset ve kültürün çöküşüne zemin hazırladığını ve medeniyete ulaşma yolunda ilerlerken, medeniyetin emperyalist hesaplama da 59
Dr. Yusuf Ekinci, Gaspıralı İsmail, Ocak Yayınları, 1997 – Ankara, içinde, Uluslararası Müslüman Kongresi, 1 Kasım 1907 Ss. 41 – 44
60
Saime Selenga Gökgöz, İsmail Gaspıralı'nın 'Medeniyet' ve 'Millet' Fikri Üzerine Entellektüel Retoriği, Ankara Üniversitesi Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 2, Haziran – 2005, Ss. 24 – 25.
34
dikkat çekerek kültürün bağımsız bir yapı olarak korunması gerektiğini ifade eder: Kültür medeniyet kavramsallaştırmasının temel vurgularından biri de Türk toplumundaki 'milli ideal eksikliği'ni ortaya koymaktır. Gökalp'e göre, “Bu mahrumiyet Türkleri milli iktisattan mahrum ettiği gibi, dilin sadeleşmesine, güzel sanatlarda milli üslupların gelişmesine de engel oldu. Bunlardan başka, milli bir ideal olmadığı için şimdiye kadar Türk ahlakı da ferdi ve ailevi bir şekilde kaldı. Dayanışma, hamiyet ve fedakarlık hisleri aile, köy ve kasaba çevrelerini aşamadı.. Ümmet ideali çok yaygın ve milli ideali çok dar olduğu için Türk ruhu fedakârlık ve feragat, dini ve siyasi müesseselerimizin çöküşü bunun neticeleridir.” bu çerçevede Gökalp, Türkleri kültürde zengin fakat medeniyette yoksullaşmış olarak görmekte, kültürün önemini belirterek medeniyetin tuzaklarına karşı uyarır.” 61 Gökalp, yaşadığı dönemin şartları içinde stratejik önem kazanan kültür kavramını, kendi özgün perspektifinden işliyordu. Gökalp'e göre, değişim sürecinde öncelik ve ağırlık verilmesi gereken kültürdür, çünkü kültür medeniyetin aksine 'milli olma' imkânını içermektedir. Milli kültürün unsurlarıyla halkın yaşadığı kültür içinde aranmalıdır. Bu amaçla O, öncelikle halk edebiyatı, dil, folklorik değerler üzerinde durmak suretiyle 'milli din' ve 'milli edebiyat'ın yaratılması için çabalamıştır. Bu çabaların özünde ümmet kimliğinden milli kimliğe geçişin temellendirilmesi bulunmaktaydı. Gökalp, bu nedenle çok milletli ümmet kimliğinin temeli olarak gördüğü 'medeniyet' kavramını milli olarak nitelendirdiği 'kültür' veya 'hars'tan ayrı tutmuştur. Kültürün iki anlamını işleyen Gökalp, bunlardan harsın (milli kültürün) demokratik, tezhibinse (işlenmiş kültür) aristokratik nitelikli olduğunu savunmuştur. 'Tehzib'de çeşitli milletlerin kültürel etkileşimine açık olma söz konusu iken, 'hars'da, milletin kültürüne değer vermek esastır. Tehzib, insanları hümanist, hoşgörülü ve iyiliksever kılıp eklektisizme yönlendirirken; hars, milliyetçiliğe yönlendirir. Gökalp'e göre bir geçiş dönemi yaşayan Türk toplumu bir yandan milli kimliğini oluşturma mücadelesi verirken, diğer yandan farklı toplumsal katmanlar ve unsurlar arasında da kimlikle ilgili farklı duruşlar söz konusudur. 62 Gökalp bunlara dikkat çekerken; milliyetçilik akımından, ümmetçiliğe, ulusal kültüre: ayrımları önemle vurgulamaktaydı. Gökalp, Türklerin medeniyet ve ulusal kültür arasındaki ayrımından çıkarsamalarla, milletin tanımını tersten yani millet kavramının ne olmadığından yola çıkarak tanımlama yapmıştır: Milletin ne olduğunu anlamak için evvel emirde ne olmadığını tetkik etmek lâzımdır. Demişti, Ziya Gökalp: “1. Millet, evvela coğrafi bir zümre değildir. Mesela “İran” dediğimiz zaman, bu memleketin yalnız İran milletini muhtevi olduğunu zannetmemelidir. Orada, İranilerden başka birçok Türkler ve Kürtler de vardır. Bunun gibi Arabistan'da da bütün nüfusun Arap olduğunu zannetmek hatadır. Gerek Suriye'de, gerek Irak'ta birçok Türkler vardır. Anadolu'da birçok Kürt aşiretleri ve köyleri bulunduğu gibi ekseriya Kürt olan mahallelerde de umumen Türk bulunan şehirlerden başka birçok Türk köyleri de vardır. O halde, hiç kimse mensup olduğu ülkeye göre milletini tayin edemez. 2. Millet, saniyen ırk ve kavmiyet demek de değildir. Cemiyetler, tarih öncesi zamanlarda böyle ırken saf ve kavmiyetçe halis değildiler. Muharebelerde esir alınan, temsil ve örnekleme, muharecetler, kız alıp vermeler daima milletleri birbirine karıştırmıştır. Tarih öncesi zamanlarda, saf bir ırk mevcut bulunmaz, tarihî devirlerdeki kavmi, hercü merclerden sonra artık, saf bir kavmiyet aramak abes olmaz mı? Esasen içtimaî hasletler uzvî verasetle intikal etmediği, yalnız terbiyeyle intikal ettiği için, ırkların millî seciye nokta-i nazarından hiçbir rolü de yoktur. 3. Millet, salisen, bir imparatorluk dâhilinde müşterek bir siyasi hayat yaşayanların mecmuu da değildir. Meselâ eski Osmanlı İmparatorluğu'nun umumî tebaasına Osmanlı milleti namını vermek hataydı. Çünkü bu hilafetin içinde müteaddit milletler cardı. 4. millet, dördüncü 61
Celaleddin Çelik, Gökalp'in Bir Değişim Dinamiği Olarak Kültür Medeniyet Teorisi, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 21, Yıl: 2006/2, Ss. 49 – 50. 62
Celaleddin Çelik, a.g.e, s. 47
35
olarak, bir adamın kendisini keyfine ve menfaatine uyarak mensup addettiği herhangi bir cemiyette değildir. Filhakika, fert zahiren kendisini şu yahut bu millete mensup telâkki etmekte hür zanneder. Hâlbuki fertte böyle bir hürriyet yoktur. Çünkü insandaki ruh duygularla fikirlerden ona aşılanmıştır. Binaenaleyh, ruhumuzun normal bir halde bölünebilmesi için fikirlerimizin hislerimize uygun olması lâzımdır. Fikirleri hislerine tevafuk ve istinat etmeyen bir adam ruhen hastadır. Böyle bir insan hayatta mesut olamaz. Meselâ, hissen dindar olan bir genç, fikren kendisini dinsiz telâkki ederse, ruhen muvazeneye malik olabilir mi? Bunun gibi biz de hislerimizle muayyen bir millete mensubuz. Bütün duygularımız o milletle müşterektir. Çünkü milliyet de haricî bir şeniyettir. İnsanî milleyetîni taharri ve tahkikle keşfedebilir. Fakat bir fırkaya girer gibi, sırf iradesiyle şu yahut bu millete intisap edemez. O halde millet nedir? Coğrafi, ırkî, siyasi, iradî, kuvvetlere tefevvuk ve tahakküm eden başka ne gibi bir rabıtamız vardır? İçtimaiyat ilmi gösteriyor ki, bu rabıta terbiyede, harsta yani duygularda iştiraktir.” 63 anlaşılacağı gibi, Gökalp’e göre, millet: özel çıkarlarla donatılmış bir zümre değildir; “Osmanlı İmparatorluğu gibi kozmopolit tabandan oluşan yönetimlerin üstünde bir kavramdır ve Osmanlı milleti deyimi yanlıştır. Duygularla, millet olmak arasında kuvvetli bir bağ vardır ve bu doğuştan gelen, bireysel tercihlerle açıklanamayan sosyolojik gerçekliktir. Bu doğrultuda, Gökalp verilecek bilimsel eğitimin de temellerini belirlemişti: Gökalp bilgiyi ikiye ayırmıştı. Yaratıcı bilgi ve yaratılmış bilgi. Yaratıcı bilgi, ilmin hakikatleri araştırırken kullandığı faal usullerdir. Diğer yandan, yaratılmış bilgi, yaratıcı bilgi yoluyla keşfedilen bilginin tamamını oluşturmaktadır. Yaratılmış bilgiyi diğer milletlerden almanın ve özümsemenin zor olması ve bilimsel konulardaki bağımsızlığı sınırlaması nedeniyle, öğrenciler yaratıcı bilgi kapasitelerini geliştirmek üzere eğitilmelidirler. Gökalp yaratıcı bilgiye ezber karşısında büyük bir değer vermektedir. Gökalp yaratıcı bilginin Türk okullarında olmadığını düşünmekte ve ders kitaplarını ezberlemeye yapılan aşırı vurgu nedeniyle dönemindeki eğitim sistemini şiddetle eleştirmektedir. Yaratıcı bilgi, anlamaya öncelik verir. Ayrıca Gökalp, bilimsel yaratıcılığın doğuştan olmadığını ve eğitim yoluyla kazanılabileceğini kabul etmektedir. Üniversite yaratıcı bilginin olduğu (veya olması gerektiği) yerdir. Doğal olarak profesörler yeni bilimsel olguları bulmak için çabalamalıdır. Gökalp, Milli Eğitim Bakanı Şükrü bey tarafından İstanbul Üniversitesi'ne profesör olarak atandığı zaman, yaptığı konuşmada gerçek anlamda bilginin ne olduğunu bilen çok az kimsenin olduğundan yakınmıştı. Medrese mezunları bilgiden sadece kelam ve fıkıh gibi dini malumatı anlıyorlardı. Diğer yandan Avrupa'da eğitim görmüş kimseler için bilgi Avrupalı âlimlerin dediklerinden ibaretti. Ona göre gerçek âlim bilimsel usulleri kalbinde canlı tutan ve araştırmalarını ona göre yapan kimsedir. Gökalp'e göre, yaratıcılığı geliştiren bazı ön şartlar söz konusudur, bunlar arasında en önemlisi üniversitelerin özerkliğidir. Siyaset ve kültür arasında bir denge kurulması gerektiğini savunan Gökalp, bu dengenin bozulduğunda her bir tarafın diğerine baskın çıkmaya çalışacağını öne sürer. Eğitim kültürün en duyarlı alanlarından biri olması nedeniyle siyaset tarafından kolayca etkilenebilmektedir. Geçmişte hükümet niteliksiz insanları eğitim kadrolarına atamaya başladığında, birtakım sözde âlimler ortaya çıktı. Zamanla ilmî payeler ailevi konuma dayalı olarak beşikteki bebeklere kadar dağıtıldı. Bu da ancak üniversitenin bilimsel meselelerde devletten bağımsız olması ve profesörlere tam olarak öğretim özgürlüğü verilmesiyle mümkün olabilir. Gökalp, İstanbul Üniversitesi'ne atandığında, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin bazı üyeleri onun üniversitedeki diğer profesörleri Cemiyetin ideolojisine uygun olarak dersler verme konusunda etkileyeceğini ummaktaydı. Gökalp, açıkça bunun söz konusu olamayacağını belirtti. Hükümetten akademik özgürlüğün teminatını almada ve bu özgürlüğün İstanbul Üniversitesi'nde tesis edilmesinde Gökalp'in önemli bir rol oynadığı rahatlıkla söylenebilir. Eğitim Bakanlığı'nda iki çeşit kurula (idari ve bilimsel) ihtiyaç 63
Ziya Gökalp, Muhasebe: Millet Nedir?, Küçük Mecmua, Sayı: 28, Diyarbakır, çeviriyazı: Prof. Dr. Şahin Filiz, Küçük Mecmua III, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i hukuk Yayınları, Şubat 2012, Ss. 89 – 90.
36
olduğunu söyleyen Gökalp, idari müdürlerden oluşan idari kurula yönetimle ilgili işleri, üniversite hocalarından oluşacak yüksek öğretim kurulunaysa sadece eğitim öğretim işlerini bırakır. Burada amaç, üniversite profesörlerini genel eğitimle ilgili konularda sorumlu tutarak üniversiteyi genel eğitim sisteminin en üstüne yerleştirmek; üniversite hocalarını hem idari hem de eğitimle ilgili meselelerden sorumlu tutarak, üniversite öğretimini siyasetten ayırmak.” 64 Demokratik ve Emperyalist Ayrımında Türkçülük Gökalp’in, medeniyet ve kültür ayrımına dikkat çekerken; Akçura da Türkçülük akımını “demokratik” ve “emperyalist” olarak tanımlıyordu. Demokratik Türkçülük, her millete hak tanıyan, aynı derecede eşitliğe sahip olduğunu ifade eden bir mahiyetteyken; emperyalist Türkçülüğünse, Avrupa nasyonalistlerinin ideolojisine benzetiyordu. Yani, kazanılmış haklar için değil; kendi güç istencini geliştirmek için ve millet içindeki etnik farklılıkları görmezden geldiklerini ifade ediyordu. Ve Turancılık hayâlinde cereyan eden hareketlerin sonunun, taarruzî nitelikte olduğundan, çökmeye mahkûm olacaklardır. Akçura konuyu şöyle ayrıntılandırmıştı: “Türkiye’de milliyetçilik cereyanının tarihi bizde henüz iyice tahkik ve tetkik olunup yazılmış değildir. Az çok tarafsız birkaç tecrübe-i kalemiyeden (yazma babasından) gayri elde bir şey yok. Ben, yine biraz indi olarak, bizde Türkçülük cereyanının gitgide iki kola ayrıldığını iddia etmek istiyorum. Bu iki cereyanın gitgide iki kola ayrıldığını iddia etmek istiyorum. Bu iki cereyanı şimdi moda olan tabirlerle tarif etmek istersek, birisine “Demokratik Türkçülük”, diğerine “Emperyalist Türkçülük” diyebiliriz. Demokratik Türkçülük, milliyet esasını, her millet için bir hak telakki ediyor ve Türkler için talep ettiği bu hakkı, diğer milletlere de aynı derecede hak olarak tanıyordu. Mesela Osmanlı İmparatorluğu’nda, Arap’ların, Arnavut’ların ve diğer milletlerin bu hakka istinaden muhik (haklı) olarak istediklerinin verilmesine taraftardı. “Türk Yurdu” müdürünü “milliyetperver değil, milelperverdir (milletleri sevendir)” diye tavsif etmişti (nitelendirmişti). Demokratik Türkçülük, ihtimal ki Türk’lerin ekseriyeti diğer milletlere mahkûm mevziinde bulunduklarına ve hatta hâkim sayılanlarının bile iktisaden ve harsen yalnız mağlup değil, adeta tabi olduklarına ve binaenaleyh ancak hakka istinaden kurtuluş mümkün olacağına kanaatten neşet etmekteydi (doğmaktaydı)…Bundan başka, Demokrat Türkçüler, Türk’ün mevcut milli birikmiş kuvveti, şimdilik kendi kendini yaşatmaya ancak kifayet eder, diye düşünürlerdi; diğer milletleri temsil etmek şöyle dursun, idareye çalışmayı bile, o kuvveti azaltmaya sebep olacağından, zararlı sayıyorlardı. Emperyalist Türkçülerse, ekser Avrupa Nasyonalistlerine benziyorlardı: mücerret hakka değil, sırf kendi kuvvetlerini arttıran milliyetçiliğe taraftar idiler. Vakıa ekser Avrupa Nasyonalistlerinin nazarında milli hak, mücerret ve mutlak değildir; bir siyaset aracıdır. Mesela Rusya, kendi dâhili ve haricindeki Slav’ların milli hakkını iddia ve talep ve bunun için icap ederce harp bile ederdi; fakat imparatorlukta dâhil Fin’lerin, Gürcü’lerin, Ermeni’lerin, Türk’lerin tabii haklarını bile kabul etmezdi, evvelce aldıklarını geri almaya çalışırdı. Kuvvetli zannolunan ve yüz milyonluk bir Rus kitlesine dayanan bu siyaset muvaffakiyetle taçlanacak diye beklenirken, yuvarlandı, gitti. Alman’ların da gerek Almanya’da, gerek Avusturya’da takip etmek istedikleri bu nevi milli siyasetleri, muvaffakiyetsizlikle son buldu. Daha az maddi ve manevi kuvvete dayanan emperyalist Türkçülük de muvaffak olamazdı… Demokratik milliyetçilik hakka müstenit ve sırf savunmaya dayalıdır. Gasp edilen hakkı almaya, gasp edilmek istenilen hakkı müdafaaya çalışır; emperyalist milliyetçilikse taarruzîdir, diğerlerinin hukukuna tecavüzü bile uygun bularak kendi milliyetini takviyeye çalışır. Taarruzî milliyetçilik, dünyada henüz bitmiş değildir. Fakat zannediyorum ki bu nevi milliyetçilik, er geç zevale mahkûmdur; Rus’ların, Avusturyalıların, 64
A. Hadi Adanalı, Ziya Gökalp'in Eğitim Felsefesi ve Yüksek Eğitim Hakkındaki Görüşleri, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XLV (2004), Ss. 65 – 67.
37
Alman’ların başına gelen, bir gün olup diğer emperyalistlerin de başına gelecektir… Türklerin taarruzî ve emperyalist milliyetçiliği hatadır… Türkçülük cereyanının mahiyetini, gayesini tetkik etmeyen veya bilmek istemeyenler – en garibi bunların içinde bazı Türk’ler de vardır! – Emperyalist ve Demokrat Türkçülük farkını görmüyorlar veya görmek istemiyorlar… Türk Ocağı gibi Türk müesseseleri, İfham, Türk Dünyası gibi Türkçü gazeteler, bütün medeniyet dünyasının, bugün hiç olmazsa zahiren kabule mecburiyet gördüğü sırf hakka savunmaya dayalı milliyetçilik esasının yayıcısı olmalıydılar.”65 Pozitif Bilimlere Ulaşmak: Halk, Medrese, Mektep Ayrımı Akçura, üç tarz-ı siyasette de, İslamiyet’in birleştirici ve Türklük ülküsünü (:Turan) geliştirebileceği üzerinde duruyor. Elbette yeni doğmuş bir İslamcılık anlayışıyla böylesi bir siyasal hareketin olamayacağını kendi saptamaktaydı: “..dilleri, ırkları, adetleri ve hatta ekseriyetinin dinleri bile bir olan ve Asya kıtasının büyük bir kısmıyla Avrupa’nın şarkına yayılmış bulunan Türklerin birleşmesine ve böylece diğer büyük milliyetler arasında varlığını muhafaza edebilecek büyük bir siyasi milliyet teşkil eylemelerine hizmet edilecek ve işbu büyük toplulukta Türk toplumlarının en güçlü ve en medenileşmişi olduğu için Osmanlı Devleti en mühim rolü oynayacaktı. Son vakıaların fikre getirdiği uzakça bir istikbalde, meydana gelecek beyazlar ve sarılar âlemi arasında bir Türklük cihanı husule gelecek ve bu orta dünyada Osmanlı Devleti, şimdi Japonya’nın sarılar âleminde yapmak istediği vazifeyi üzerine alacaktı... Osmanlı ülkelerinde meskûn, Müslim olup da Türk olmayan ve Türkleştirilmesi de mümkün bulunmayan kavimlerin Osmanlı Devleti elinden çıkması ve İslamiyet’in Türk ve Türk olmayan kısımlarına ayrılarak artık Osmanlı Devleti’nin Türk olmayan Müslümanlarla ciddi bir münasebeti kalmaması mahzurları vardır... Türklük fikirleri, Türk Edebiyatı, Türkleri birleştirmek hayali henüz yeni doğmuş bir çocuktur. İslamiyet’te gördüğümüz o kuvvetli teşkilattan, o pür hayat ve pür heyecan hissiyattan, hulasa sağlam bir ittihadı meydana getirebilecek madde ve hazırlıktan hemen hiç birisi Türklükte yoktur. Bugün ekseri Türkler mazilerini unutmuş bir halde bulunuyorlar... Zamanımızda birleşmesi muhtemel Türklerin büyük bir kısmı Müslüman’dır. Bu cihetle, İslam dini, büyük Türk milliyetinin teşekkülünde mühim bir unsur olabilir. Milliyeti tarif etmek isteyenlerden bazıları, dine bir amil gibi bakmaktadırlar. İslam, Türklüğün birleşmesinde şu hizmeti yerine getirebilmek için, son zamanlarda Hıristiyanlıkta da olduğu gibi, içinde milliyetlerin doğmasını kabul edecek şekilde değişmelidir... Zamanımız tarihinde görülen umumi cereyan ırklardadır. Dinler, din olmak bakımından, gittikçe siyasi ehemmiyetlerini, kuvvetlerini kaybediyorlar. İçtimai olmaktan ziyade şahsileşiyorlar. Cemiyetlerde vicdan serbestliği, din birliğinin yerini alıyor. Dinler, cemiyetlerin ek işleri olmaktan vazgeçerek, kalplerin hadi ve mürşitliğini deruhte ediyor. Ancak halikle mahlûk arasındaki vicdani rabıta haline geçiyor. Dolayısıyla dinler ancak ırklarla birleşerek, ırklara yardımcı ve hatta hizmet edici olarak, siyasi ve içtimai ehemmiyetlerini muhafaza edebiliyorlar... Türk Gazetesi’nin ismini işittiğim zaman, nihayet beni rahatsız eden şu sule cevap bulacağımı ümit ve ismine nazaran o cevabın da Türklük siyaseti olacağını zanneylemiştim. Lakin gördüm ki, ‘hukuku muhafaza’ olunacak, zihinleri temizlenecek, fikirleri sevindirilecek Türk, sandığım gibi şimdi bile Hanbalık’tan, Karadağ’a, Tümur yarımadasından Karalar iline kadar Asya, Avrupa ve Afrika’nın mühim birer kısmını kaplayan büyük ırkın efradından bir Türk olmayıp, ancak Osmanlı Devleti tebaası olan bir Garp Türküdür. ‘Türk’ yalnız onları görüyor, onları biliyor. Ve hem de ancak miladi on dördüncü asırdan beri ve Fransız membalarına nazaran biliyor. Ve binaenaleyh, şu zamanda aynı devletin tebaası olup Müslim veya gayrimüslim ve fakat diğer cinsten bulunan cemaatler ve harici milletlere karşı yalnız onların ‘hukukunu muhafaza’ etmek istiyor. Türk 65
Yusuf Akçura, Siyaset ve İktisat, Yayına Hazırlayan: Erdoğan Mura, Sinemis Yayınları, Temmuz – 2006, içinde, Cihan Harbine İştirakimiz ve İstikbalimiz, 16 Eylül 1919’da İstanbul Türk Ocağı’ndaki nutku. Ss. 7 – 9
38
için Türklüğün askeri, siyasi ve medeni geçmişi yalnız Hüdavendigarlarından, Fatihlerden Selimlerden, İbni Kemallerden, Nefilerden, Bakilerden, Evliya Çelebilerden, Kemallerden teşekkül ediyor; Oğuzlara, Cengizlere, Timurlara, Uluğ Beylere, Farabilere, İbn-i Sinalara, Teftazani ve Nevailere kadar varamıyor.”66 Tüm kuramsal çatışmalar, ayrışımlar, tartışmalar bir kenara; Gökalp’in vurguladığı, kendimizi (:Türklük ve Müslümanlık), değerlerimizi koruyarak: batı medeniyetine giremez miyiz? Bilimsel gelişmelerin, biyoloji, kimya, matematik, jeoloji vs. tüm pozitif bilimlerdeki gelişmelerin; batıdaki gelişmelerden almamız kadar olağan bir şey var mı? Halk, medrese ve mektep: bu üç tabakayı birleştirmeden millet olunabilir miydi? “Türklüğümüzü ve Müslümanlığımızı muhafaza etmek şartıyla garp medeniyetine kati olarak giremez miyiz? Garp medeniyetine girmeye başladığımız günden beri değiştirdiğimiz şeyleri tetkik edelim. Bakalım, bunlar arasında dinimize, milliyetimize taalluk eden şeyler var mı? Mesela, Rumi takvimi bırakarak bunun yerine garp takvimini aldık. Rumi takvim bizim için mukaddes bir şey miydi? … Aristo’nun istidlal mantığını bırakarak Descartes’le Bakon’un istikra mantığını ve bu mantıktan doğan ‘usulliyat’ı almanın dinimize ve harsımıza ne zararı olabilir! Eski heyet (astronomi) yerine yeni heyeti, eski hikmete mukabil yeni hikmeti (fizik) eski kimyaya bedel yeni kimyayı almakla ne kaybederiz? Hayvanat, nebatat, arziyata (jeoloji) dair eski kitaplarımızda ne kadar malumat bulabilmek imkânı var? Şarkta bulunmayan hayatiyatı (biyoloji), ruhiyatı, içtimaiyatı garptan almaya mecbur değil miyiz? Evvelce, eski ilimlerimizin cümlesini Bizans’tan almıştık. Şimdi Rumların ilimlerini Avrupa ilimleriyle mübadele edersek, dinen ve harsen ne kaybederiz? Memleketimizde, gerek medeniyetçe gerek pedagojice birbirine benzemeyen üç tabaka vardır: halk, medreseler, mektepliler. Bu üç sınıftan birincisi hala Aksayı Şark medeniyetinden tamamıyla ayrılamamış olduğu gibi ikincisi de henüz şark medeniyetinde yaşıyor. Yalnız üçüncü sınıftır ki garp medeniyetinden bazı feyizlere mazhar olabilmiştir. Demek ki milletimizin bir kısmı kurunu ülada, bir kısmı kurunu vustada, bir kısmı kurunu ahirede yaşamaktadır. Bu üç tabakanın medeniyetleri ayrı olduğu gibi pedagojileri de ayrıdır. Bu üç terbiye usulünü tevhit etmedikçe, hakiki bir millet olmamız mümkün müdür?”67
66 67
Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, Lotus Yayınevi, Mart 2005, Ankara. Ss. 59 – 62 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Varlık Yayınları, Şubat – 1952. Ss. 48 – 50
39
III.- TÜRK DİLİ ÜZERİNE Türkçe, kökenleri kimilerine göre Sümerlere kadar uzanan köklü bir dildir. Göktürk kitabelerinde saptanan bir dil; Türkiye’nin Kemalist devrimiyle, latif alfabesini benimseyerek yeni bir biçim aldı. Osmanlı döneminde, halk dili olan Türkçe; resmi-dil olarak yok sayılmış ancak yaşamıştı. Saray dili, Arapça, Farsça, Türkçe karma bir dildi. Gökalp’in dediğince; “Türk edebiyatı ne Âşık Paşa’yla ne de Nevai’yle başlar. Edebiyatımızın kaynaklarını bir yandan taş üzerine yazılmış yazılarda, ceylan derilerinde, öbür yandan da halkın koşmalarında, masallarında, destanlarında aramalıyız.”68 Bunun bilincinden yoksun, Türk dil araştırmalarında derinleşemeyenler, dilin tarihçesini ancak Osmanlıcadan ibaret ve başlangıç olarak düşünüyorlardı. Gaspıralı’nın: “Lisan, edebi dil, din derecesinde aziz, mukaddes, değerli bir ilahi nimettir ki bunun kadrini bilmeyen millet, nankörlük suçundan, günahından ötürü yıkılmak cezasına çarptırılır..Bu da tarihle ispatlanmış bir hakikattir.”69 Türk tarihinde, tüm Türklerin anlaşabileceği bir ortak dil kurma çabaları, yeni Türkiye’yle hızlanmıştı. Gaspıralı, tarihle ispatlanan bir hakikat olarak ifade ettiği, ‘dil bilinci’ olarak anlayabileceğimiz saptaması; Osmanlıca ve Türkçe dil ayrımından kaynaklanan; edebiyata, müziğe de yansıyan yönüyle de karmaşayı işaret etmekteydi. Saray Dili Osmanlıca ve Halk Dili Türkçe Gaspıralı’nın saptamalarına ek olarak, Gökalp’in dil ikiliğinden yaşanan sorunlara ilişkin görüşleri şöyleydi: “Memleketimizde yan yana iki dil yaşıyordu. Bunlardan birincisi, resmi bir kıymete malikti ve yazıyı inhisar altına almış gibiydi. Buna Osmanlıca adı veriliyordu. İkincisi, yalnız halk arasında konuşmaya münhasır kalmış gibiydi. Buna da istihfafla Türkçe adı veriliyordu. Be avama mahsus bir argo zannediliyordu. Hâlbuki asıl tabii ve hakiki dilimiz buydu. Osmanlıcaysa, Türkçe, Arapça ve Acemceden ibaret olan üç dilin sarfını, nahvini, kamusunu birleştirmekle husule gelmiş suni bir halitadan ibaretti… Memleketimizde bu iki dil gibi, vezin de yan yana yaşıyordu. Türk halkının kullandığı Türk vezni, usulle yapılmıyordu. Halk şairleri vezinli olduğunu bilmeden gayet lirik şiirler yazıyorlardı. Tabii bu ilhamla ibdayla oluyordu. Usulle ve taklitle yapılmıyordu. O halde, bu vezin de Türk harsına dâhildi. Osmanlı veznine gelince, bu Acem şairlerinden alınmıştı. Bu vezinde şiir yazanlar taklitle ve usulle yazıyorlar. Bundan dolayıdır ki aruz vezni denilen bu vezin halk arasına nüfuz edememişti. Bu vezinde şiir yazanlar, Acem edebiyatını tedris tarikiyle öğreniyorlar, usul vasıtasıyla aruzu tatbik ediyorlardı. Binaenaleyh, aruz vezni milli harsımıza dâhil olamadı, Acemlerdeyse köylüler dile aruz vezninde şiirler söylerler. Binaenaleyh, aruz vezni İran’ın milli harsına dâhil demektir. Memleketimizde bunlardan başka, yan yana yaşayan iki musiki vardır. Bunlardan birisi halk arasında kendi kendine doğmuş olan Türk musikisi, diğeri Farabi tarafından Bizans’tan tercüme ve iktibas olunan Osmanlı musikisidir. Türk musikisi ilhamla vücuda gelmiş, taklitle hariçten alınmamıştır. Osmanlı musikisiyse, taklit aracılığıyla hariçten alınmış ve ancak usulle devam edebilmiştir… Edebiyatımızda da aynı ikilik mevcuttur. Türk edebiyatı halkın darbımeselleriyle, destanlarından, halk cenk nameleriyle menkıbelerinden, tekkelerin ilahileriyle nefeslerinden, halkın nekregûyâne fıkralarından ve halk temaşasından ibarettir. Darbımeseller doğrudan doğruya halkın hikmetleridir. Bilmeceleri de vücuda getiren halktır. Halk masalları da fertler tarafından düzülmemiştir. Bunlar Türkün esatir devrelerinden başlayarak ananevi bir surette 68
Ziya Gökalp, Türkleşmek İslamlaşmak Çağdaşlaşmak ve Doğru Yol, Hazırlayan: Yusuf Çotuksöken, İnkılâp ve Aka Yayınları, 1976, İstanbul. s. 37 69
İsmail Gaspıralı, Dil, Edebiyat, Seyahat Yazıları Seçilmiş Eserleri:3, Yayına Hazırlayan: Yavuz Akpınar, Ötüken Yayınları, İstanbul – 2008, içinde, Can ya ki Dil Meselesi, 22 Yanvar 1908. s. 120
40
zamanımıza kadar gelen peri masallarıyla dev masallarıdır. Dede Korkut kitabındaki masallar da ozandan ozana şifahi bir surette intikal ederek ancak birkaç asır evvel yazılmıştır… Karagöz’le orta oyununa gelince, bunlar da halk temaşası yani ananevi Türk tiyatrosudur. Karagöz’le Hacivat’ın çekişmeleri, Türk’le Osmanlı’nın yani o zamanki harsımızla, medeniyetimizin mücadelelerinden ibarettir.70 Anlaşılacağı gibi, her saptama/çözümleme: ‘edebi dil’ meselesini gündeme taşıyordu. İnsan yaşamına, çevreye, güzelliklere ve de çirkinliklere; kendini ‘soylulaştırma’da, daha çaplı ve olgun değerlendirmeler yapabilmek için, ülkenin edebi dili ve dolayısıyla okuma kültürü artırılmalıydı. Gaspıralı İsmail Bey, “Rusya Müslümanları III. Kongresi”nde, delegelere hitaben: “Bizler umumen Türkler, aslımız birdir, neslimiz birdir. Zamanla, mekânlar ihtilâfıyla şivemizde, adetlerimizde ihtilaf peyda oldu; gittikçe farklılık arttı. Birimiz diğerimizin lisanını anlamamak derecesine geldik... Mektep Medrese Komisyonu hazır etmiş raporda iptidai mektep derslerine dört sene tayin olunmuştur. Üç senesi sade mahalli lisanla olsa, dördüncü sene de umumi bir lisanla yazılmış kitap tedris olunsa, tedricen lisan birleşirdi.”71 diyerek, azınlığın kurtuluşunun önce “ortak bir edebi dil” etrafında birleşmekten geçtiğini vurgulamaktaydı. Gaspıralı da; bu, dilde ortaklığın/birleşmenin sağlanması halinde, halkın ve dilin bundan yüksek derecede yarar göreceğini ifade ediyordu: “muharrirler ve tercümanlar Pazar, sokak diline pek o kadar yol vermeyip edebi Türk diliyle yazmaya himmet buyurmalılar ki yazdıkları, cümle vilayetlerde münteşir olabilsin. Şimdi de böylece her tarafta anlaşılır ve muteber eserler vardır. Demek isteğimiz olanaksız bir şey değildir. İş murat ve efkârdadır. Lisan birliği pek mühim bir şey olduğu herkese malumdur. Bir milletin edebi lisanı yoksa özü de yoktur. Edebi, umumi lisana sahip olmayan kavim, maarifte, irfanda hiç terakki edemez; ama edebi lisan münteşir oldukça kitapçılık güçlenip kuvvet alır ve okuyanların miktarı yüzer yüzer artar. İş ve maarif terakki eder. Ulus için dil can ve ruhtur.”72 Ancak iş öyle hâl almıştı ki, dil birliğinde, dilin kullanımında ve sözcüklere yüklenen anlamlara kadar bir karmaşa yaşanıyordu: “..Fen ve bilim terimlerini Türkleştirmekten başka, genel olarak Osmanlı dilini Türklendirmek lazımdır; çünkü, Türk Dili, kırk milyonluk boyların dilidir. Yabancı lügatlerin kullanmasını bilgili olma ve hüner zannedip dillerini harap etmiş Osmanlılar “kız, çağına geldi” derler ama çağ; “vakit, zaman” olduğunu bilmezler. Aslımız Türk’tür, derler Türkçeyi kaba bilip özlerine layık görmezler; şöyle ki merhum Süleyman Şah ve Gazi Ertuğrul dirilip gelselerdi İstanbul’da hiçbir vatandaşla anlaşamazlardı.”73 Çünkü eğitim dili medreselerde, kırma bir dil olan Osmanlıcayla yapılmaktaydı. Gaspıralı: “mekteplerimiz yok mu? Allah’a şükür var. Öğretmenlerimiz kâfi derecede çalışmıyorlar mı? Evet, çalışıyorlar. Mekteplere yardım eden ve destekleyenler yok mu? Evet, var. Halk öğrenmek istiyor mu? Evet, hem de çok, o halde problem nedir? Mektepler eğitim ve öğretimde iyi bir metot kullanmıyorlar. İşte aksaklık budur.” diyordu ve ekliyordu: “uzun yıllar mekteplerde hocalık yaptım. Bu bana, Rus ve Müslüman mektepleri kâfi bilgi verdi. Müslüman mekteplerinde okuyan zavallı çocuklar günde 6 – 7 saat çalışır ve bunu 5 – 6 sene devam ettirirler. Bu çocukların hiçbir netice elde edememelerinden doğan perişanlıklarını gördükçe pek çok gecelerim üzüntüden uykusuz geçmiştir. Talebelerin çoğu ne iyi bir bilgi, ne de iyi bir araştırma yeteneği alabiliyordu. Öğrendikleri sadece birkaç cümleyi geçmeyen Arapça parçalardan ibaretti.”74 Bu da kuşkusuz, baskıcı yönetim anlayışının; dil üzerinde 70
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Varlık Yayınları, Şubat – 1952. Ss. 23 – 25
71
Necip Hablemitoğlu – Şengül Hablemitoğlu, Şefika Gaspıralı ve Rusya'da Türk Kadın Hareketi (1893 – 1920), Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2. Baskı, Aralık – 2004, İstanbul, Ss. 126 – 127. 72
İsmail Gaspıralı, Dil, Edebiyat, Seyahat Yazıları Seçilmiş Eserleri:3, Yayına Hazırlayan: Yavuz Akpınar, Ötüken Yayınları, İstanbul – 2008, içinde, Kitap ve Kitapçılık, 1 Oktyabr 1904. Ss. 73 – 74 73
İsmail Gaspıralı, Dil, Edebiyat, Seyahat Yazıları Seçilmiş Eserleri:3, Yayına Hazırlayan: Yavuz Akpınar, Ötüken Yayınları, İstanbul – 2008, içinde, Hizmet Gazetesi, 27 Oktyabr 1888. s. 33 74
Dr. Yusuf Ekinci, Gaspıralı İsmail, Ocak Yayınları, 1997 – Ankara s. 25
41
tahakkümünü gösteriyordu. Örneğin, Abdülhamit döneminde, Türk dili üzerine baskılar üzerine Akçura: “Bir taraftan Ahmet Mithat Efendi'nin yalısındaki dostça sohbetlerle, diğer taraftan Ahmet Cevdet Bey'in, 'İkdam'ında çıkan makalelerle şekillenmeye başlayan lisan ve tarihte Türkçülük cereyanı, derhal Abdülhamit idaresinin dikkatini çekmiş, sade Türkçe, yani Arapçası ve Acemcesi az bir üslupla yazılan makalelerin yayını yasak edilmiştir; aynı zamanda Türk tarihinin incelenmesine neden olmak üzere basılmakta olan kitapların da yayını menolunmuştur.” 75 demektedir. Rusya’da Türk Dili Üzerindeki Baskılar Örneği Bu tür baskılar: sadece, Osmanlı’da olmamakta; Türklerin, Rusya’da, Kafkasya’da ve Balkanlar’da kimlik mücadelesinde de kendini göstermekteydi. Ancak, Gaspıralı’nın, “insanoğlu hakikati ve saadeti hiç bulamaz ve lâkin bu hakikat ve saadet yolunda yürüyene yardımcı bir şey vardır, bu karanlıkta fenere benzer, buna eğitim yaki bilgi derler, eğitim insanın fikrini çok eder, aklını keskin eder, zekâsını çoğaltır. Bir insanın aklı ve zekâveti artsa kuvveti ve serveti dahi artar.”76 Mücadele uğrunda, yaşamlarını adayanların bilgi için varlık ve yokluk savaşı vermesi; baskı ortamını kurmaları, tahayyül edebileceği bir erdemlilik değildir. Örneğin, Rusya’daki Ceditçilik akımıyla, Türk okullarında milli unsurların geliştirilmesine yönelik çabalar, türlü engellerle karşılaşmıştır. Rusya'daki Türk okullarıyla ilgili olarak Rusya'nın korktuğu başına gelmişti; Türk okullarında resmen olmasa da fiilen, matematik ve diğer fen bilimleri ders olarak okutulmaktaydı. İlk usulü cedit okulunun açıldığı Bahçesaray'da, 1906 yılı itibariyle muntazam Türk okullarının sayısı 35'e yükselmiş; Kuzey Azerbaycan'da ilk usulü cedit okulu Ordubad'ta, 1890'da açılmışken, bunu Şemahı, Kuba, Salyan, Bakü ve diğer yerleşim merkezleri izlemiş; Orta Asya'daysa tüm resmi engellemelere karşılık, Münevver Kari, Mahmut Hoca Behbudi ve Çorabay gibi idealist eğitimci ve din adamlarının öncülüğünde peşpeşe yeni okullar açılmıştı. “Kongreler Dönemi”nde bu sayı 100'e yaklaşmıştı. 20. yüzyılın başları itibariyle, bütün Rusya'da usulü cedit üzerine eğitim veren okul ve medreselerin sayısı 5.000'i aşmış olup, gelişme, artarak devam etmekteydi. Bu okullar, Rus Hükümetinin Eğitim Bakanlığı dışında gelişmekteydi. Yani, okulları denetleyecek ayrıca bir kurumsal yapı bulunmamaktaydı. Okulların bu yüzden, müfredatı farklılık göstermekteydi. Örneğin, Vyatka vilâyetinin Sarapul yöresinin Esen köyünde, 15 Ocak 1906 tarihinde gerçekleştirilen bir toplantıda belirlenmiş müfredat şöyleydi: “Hazırlık sınıfının (burada yedi yaşından itibaren çocuklar girebilirdi) müfredatında alfabe, Türkçe okuma ve yazma, ilmihal (Müslümanlığın farzları üzerine), Kuran'a Başlangıç, Riyaziye (Matematik) ve Türkçe Gramere Giriş, Kısa İslâm Tarihi ve Genel Coğrafya vardı. İlkokulun birinci sınıfında, bunlara, Arapça Etimoloji, Dört Temel İşlem, Avrupa Coğrafyası, Kaligrafi, Dogmatik, Ahlâk, Metot ve haftada bir kere Arapça telaffuz çalışmaları; ikinci sınıfta, Cebir, Mantık, Asya Coğrafyası, Kuran'ın Yorumu, Arapça İmlâ, Psikoloji, Dünya Tarihinin İlk Dönemi... Üçüncü sınıfta Tecvitle Kuran, Din Filozofisi, Hitab, Kuran ve Kutsal kitaplara ait yorumlar...”77 yer almaktaydı.78 75
Yusuf Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, Türk Yılı, 1928, Kültür Bakanlığı, 1981, s. 97, aktaran, Demirtaş Ceyhun, Ah Şu Biz “Kara Bıyıklı” Türkler, E Yayınları, 3. Baskı, Haziran 1992, İstanbul, s. 122. 76 77
Doç. Dr. Nadir Devlet, İsmail Bey Gaspıralı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 962, 1988, Ankara. s. 60 Necip Hablemitoğlu – Şengül Hablemitoğlu, Şefika Gaspıralı ve Rusya'da Türk Kadın Hareketi (1893 – 1920), a.g.e, Ss. 73 – 74.
78
“İlköğretimin ıslahı ve eski eğitim sisteminin yeni eğitim sistemiyle değiştirilmesinin en önde gelen temsilcisi, Gaspıralı'dır. Cedidçilik akımını olgunlaştırıp sistemleştirmekle birlikte, okullarda reform yapma fikri, ilk kez Kazanlı Şehabettin Mercani'nin öğrencisi ve meslektaşı Hüseyin Feyizhani (1828-1866) tarafından ortaya atılmıştır. Feyizhani, Islah-ı Medaris adlı eserinde, medreselerin müfredatına pozitif bilimlerin de alınmasını ve Avrupa modeline uygun Tatar okulu açılmasını öneren ilk reformcudur. Bu öneriyi geliştirerek pratiğe geçiren İsmail Gaspıralı, eğitim gördüğü İstanbul'da Jön Türkler'den, Paris'te de liberallerden ve sosyalistlerden etkilenmiştir. Kırım'da, Kazan'da ve Türkçe'nin değişik lehçelerini konuşan tüm ülkelerde halkın içinde bulunduğu geri koşullardan kurtulabilmesinin ilk adımını, eğitim ve kültüre bağlamıştır. Eğitim ve kültüre uzanan yolun ilk kapısının da ilkokullar olduğu fikri işleyen Gaspıralı, eski eğitim yöntemlerine ve kurumlarına karşı sistematik bir savaş açmıştır.” Bkz: Halit Kakınç, Sultangaliyev, İmge Yayınevi, 1. Baskı, Ss. 118-119
42
Ceditçilik ve Türklere Ortak Tek Bir Dil Rusya’da Usul-ü Cedit’le Türk okullarını: bilimle, Türk diliyle, matematikle buluşturan Gaspıralı, baskıları göğüslemiş ve Anadolu’da bu ceditçi hareketin halkın azim ve kararlılığıyla daha da kolay uygulanacağına inanmaktaydı: “Ben öyle görüyorum ki, Türkiye’de eğitimin temin ve inkişafı her memleketten kolay olacaktır, çünkü Anadolu halkının eğitime, mektebe, tahsile, büyük ve gayet tabii ve hakiki bir aşkı var. Hatta Türklerin Avrupalılardan ziyade tahsile heveskâr olduğunu itiraf etmemek onlar hakkında iftira etmek demek olur. Türklerde çocuğun tahsile başladığı gün bir bayram sayılır, bu hangi millette var? Eğer Türkler dillerini biraz daha sadeleştirmiş, kıraat ve imlayı tahsil edecek surette Hurufi-ı savtiyeyi istimal etmeye başlamış olsalardı, beş altı seneye kadar Rusya Müslümanlarıyla lisanları suret-i katiyyede birleşmiş olurdu. Bundan husûla gelecek faydaları izaha hacet yoktur sanırım.”79 Gaspıralı, aynı yönde, Azerbaycan Türklüğü için de mücadele etmiştir. Azerbaycan’da çıkan, Füzuyat dergisine gönderdiği mektupta; dergiyi biçim yönüyle olumlu karşılamış ancak dili konusunda sadeleşmeye dikkat etmeleri gerektiğini, gerekçesiyle yazmıştır: “Füzuyat’ın birinci sayısını aldım. Güzel tertib ve tab olunmuş, hayırlı olsun. Lisanını biraz daha sadeleştirirseniz avam arasında daha ziyade münteşir mucib olurdu, zannındayım. Yazmaktan usanıyorum, lâkin dilsizlikten canım yandı. Volga, Kazan ve bu aralık çıkardıkları gazetelerin muhtelif ve kaba dilleri ve Tatarlıkları Millet gazetesinin tesisine beni mecbur etti. Sade Türkçeyi intişara mahsus olacaktır.”80 Sade Türkçe için, Gaspıralı’nın Tercüman Gazetesi büyük bir etki göstermiş ve işlevi tüm dünya Türklüğünde emsal olmuştur. “Tercüman olarak anılan gazetenin tam ismi, Tercüman-ı Ahval-i Zaman’dır. Adını Şinasi’nin İstanbul’da çıkardığı Tercüman- Ahval’den alan bu gazetenin Rusça adı da Perevotçik olacaktır. Zühre Hanım’ın ziynet eşyalarını ve annesinden kalan kıymetli elbiseleri satarak elde ettiği paraya, 300 ruble kadar abone parasını da ilave ederek eski bir makine ve hurufat alan Gaspıralı, ilk nüshayı 10 Nisan 1883’te çıkarır. Böylece, “bahar güneşiyle dünyanın dirilip çiçeklendiği günlerde, uzun yıllardan beri karlı kefenlerle örtülüp ölü gibi uyuyan şimal Türklerinin ilk beyaz bahar çiçeği”81 doğmuş oluyordu. Tercüman’da, dergilerde/gazetelerde kullanılan “tatar dili” üzerine eleştirilerini yazmış ve Türklükle, Türk dili bağlamında: Gaspıralı, Tercüman Gazetesi'ndeki bir yazısında82: “Hürmetli 'Nur' gazetesinin 11. nüshasında (A.A.) imzasıyla neşrolunmuş “Tatar Tili” makalesini okuduk. Cenab-ı muharrir (sayın yazar) diyor: 'Biz Tatarmız, Arab ya ki Türk tügülmüz (değiliz). Şulayuk (şöyle oldukta) tilimiz özümüze ayrım (başka) bir tildir.” Makalenin bu beş satırlarını gördükten sonra ilerisini okumaya hacet yoktur. Demek oluyor ki, Hankirmanlı bir Türk olan Ataullah Efendi özünü bir Tatar zannediyor. Öyle mi? Bu çok büyük bir hatadır. Eğer olmuş geçmiş zaman olsaydı, bu itikad-ı batılayı (batıl inanışı) yazan, ya ki 'cebir efendi'dir (zorlama efendi) zannederdik. Her şeyin doğrusunu, tamamını yazmaya müsaade edilmiş bir zamanda efkâr-ı umumiyeyi (kamuoyunu) böyle karıştırmak ve edebiyat-ı milliye meydanına böyle tefrika (ayrılıkçılık) düşürmek yalnız 'Nur' refikimizin (arkadaşımızın) malûmatsızlığına yüklemek lâzım geliyor. Mukaddemce (evvelce) Tiflis'te çıkmış refikimiz 'Şark-i Rus', elifba tebdili (alfabe değişimi) meselesini ortaya atmıştı. Hazırda 'Nur' til meselesi çıkardı. Fikir ve til ve amel (iş) birliğine yumruk 79 80 81 82
Dr. Yusuf Ekinci, a.g.e, s. 30 Dr. Yusuf Ekinci, a.g.e, Ss. 31 – 32 Dr. Yusuf Ekinci, a.g.e, S. 19 İsmail Gaspıralı, Yeni Lisan Bahsi, Tercüman, 21 Kasım 1905, Nu: 95
43
uruldu. Lâkin ziyansızdır. Herhalde 'tevhid' (birleştirme) gibi vücud-u aziz mükkerremin (aziz ve muhterem varlığın) müdafaasına çalışmak borcumuzdur. Biz Arap değiliz amma Tatar da değiliz efendim. Çünkü 'Tatar milleti' bizlerden bambaşka bir milletdir. Tatarlar Kıtay'a (Çin) tâbi ve Moğolistan'ın bir köşesinde dolanan bedevi (göçebe) ve mecusi, putperest bir kavimdir. Tilleri bizim tille hiç oşamaz (benzemez). Rusya'da bunlardan bir nefer bulunmaz. Elinizde tarih kitap olsa gerektir. 'Babürname', 'Şibân-ı Name', 'Şecere-i Türki' hatta merhum Mercani'nin 'Tarih-i Bulgar'ı gibi, atalar eserlerine müracaat buyrun. Eğer bunlar elde yoksa Rus tilinde yazılmış 'istorya' ve 'etnografya' kitapları Petersburg'da yüzlep (yüzlerce) bulunurlar. Bunlara müraacat buyrun. Her ilim ve fenden icmalen (özetleyerek) haber veren seksen cilt Brockhaus Lûgat-ı umumisine müracaat edelim. Bu lûgat-ı ilmiyenin 47. cildinin, 189. ve 344. betlerine (sayfalarına) bakın ne demiş: “Türk tilini şiveleriyle tekellüm eden (konuşan), taifeler (boylar) Asya'nın birçok yerlerinde, Avrupa'nın şimal (kuzey) ve cenub-i şarkisinde (güneydoğu) ve kısmen Afrika'nın şimal-i şarkında ikâmet ederler. Bahr-i Muhit-i Müncemitten (Buz Denizi) ta İran ortalarına kadar, ta Rusya ortalarından Kıtay'da Hankirmanlılar, Makedonya'da Osmanlılar bu millete mensupturlar. Til lisan itibariyle Sibirya'nın Yakutları, Sibirya Türkleri, Baraba, Kazak, Kırgız, Karakalpak, Başkırt, Nogay, Kazanlı, Kırımlı, Kumuk, Uygur, Özbek, Tarançe, Sart, Azerbaycan ve Osmanlı namlarıyla maruf taifeler, orumlar hep Türk tiliyle söyleşirler. Hep Türklerdir. Biz Tatarız diyen kişiler rücu kılmalı (sözünü geri almalı), bu fikirde kaytmalı (geri dönmeli) Gelelim 'Tatar Tili'ne, yazdığınız Tatarcaysa, gazetenizin yine şu 11. nüshasında, Perm vilâyeti Osa şehri, Biçom Köyünün imamı Abdurrahman Efendi'nin, Uralsk beldesinden Zarif Elhari Efendi'nin, Orenburg vilâyeti Bozuluk şehri imamı Ali Asgar Efendi cenapları tarafından gelmiş ve derc edilmiş (yayınlanmış) mektupların tili nasıl tildir? Ata, ana tili yani Türkçe değil midir? Sizin kullandığınız til hiç 'tatarca' değil, lâkin uram ve izvoşcik arabacı şivesidir. Şehabettin-i Mercani'den Kayyum Nasıri'den başlayıp, 25 – 30 seneden beri elenmiş ve bir derece hallonulmuş milli ve umumi lisan-ı edebiden niçin oluyor da haberiniz yoktur? Bu gaflet hiç caiz görülemez. Hiç olmazsa aldığınızz özünüzden menkul. Dokuz yüz mektuptan yedi yüz ellisi lisan-ı edeple yazılmış olduklarından ibret ve meslek almak gerek” Dilde Özleşme ve Tasfiyecilik Tartışması Gaspıralı’nın bu sert eleştirilerinin yanı sıra, övgüye değer olan, hakkıyla sahip çıkan aydınlarla da iletişim halinde, birbirlerini besleyen, birbirlerine cesaret ve güç veren aydınlarla da ilişkilerini korumaktaydı. Mehmet Emin Yurdakul’a yazdığı mektupta: “Kânunuevvel üç tarihli mektubunuzu yedisinde alıp hediye buyurduğunuz ‘Türkçe Şiirler’e sevindim gelmesine muntazır kaldım. Rusya nizamınca asar-ı şarkiye, postadan doğruca Tiflis sansürhanesine yollanıp muayeneden sonra adreslerine gelir… Bundan dolayı eserinizi pek geç aldım. Okudum, pek ziyade ferahlandım. Eserleriniz hakkında edeceğim mütalaayı Şemsettin Sami Beyefendi yazmış, tekrarına hacet yoktur. Bir denilecek kalmışsa, şiirlerinizin dilinden maada efkârı da İstanbul’un ‘mahitap’tan, ‘kara saçla mavi göz’den ibaret asar-ı Şiriyesinin cümlesine faik olduğudur. Cübbeleri kıyamet olan efendilerin bastonları, ceketleri alamet olan şık beylerin usulüne muhalif sade ve ‘kaba’ Türkçe kalem çekmek büyük cesarettir; asar-ı edebiye ve şiriye arasında böyle mesleki bir eser araştırmak Türk âlemine büyük bir hizmettir ki, derûnen tebrik ediyorum. Türk âlemine dediğim mübalağa zannolunmasın. Mübalağayı ne severim ve ne de ederim; doğrusudur; çünkü şiirlerinizi Edirne, Bursa, Ankara, Konya, Erzurum Türkleri anlayıp, lezzetle okuyabilecekleri gibi Tiflis, Tebriz, Şirvan, Horasan, Türkistan, Kaşgar, Deşt-i Kıpçak, Sibirya, Kazan ve Kırım Türkleri de okuyacaktır ki, bu şerefe Fuzuli ve Nabi nail olamadılar. Kırk, elli milyonluk ve otuz asırlık âleme iptida bir karışık oğul balını yediren siz oldunuz ki, size şereftir, bize saadettir! Tekrar tebrik ediyorum. Tercüman’ın da çabaladığı bu yolda hizmettir, sadece ve ‘kaba’ lisanıdır ki, 44
Dersaadet’in hamal ve kayıkçılarına Çin dâhilinde bulunan Türk devecilerine ve çobanlarına, gazeteyi tanıtmıştır. Kazan’da, Sibirya’da olduğu gibi Tebriz ve Horasan’da da Bahçesaray dilini öğrenmeye meyil olmuştur. İstanbul edebiyatının mesleksiz devamında ve tutukuşu lisanından usanmış, kararmıştım. Şiirleriniz büyük teselli oldu. Bunun için de Allah sizden razı olsun. Size kardeşçesine gazetemi takdim ediyorum. Duhulü memnun değildir. Lâkin sansürle posta müvezzilerine emanet edemeyip Rusya postanesinde kalmak üzere adres yazdım. Her Salı günü gönderip alırsanız pek memnun olurum..”83 Gaspıralı, Akçura; dilde özleşmeyi, halk dilinin egemen kılınması üzerine ideolojik, ekonomik ve kültürel mücadele verirken; Gökalp, Türkçede sadeleşmeyi “tasfiyecilik”le açıklayarak, dilde özleşme çabalarına mesafeli davranmıştır. Gökalp: “Tasfiyecilik, dilimizden Arap, Acem köklerinden gelmiş bütün kelimeleri çıkararak, bunların yerine Türk cezrinden doğmuş kelimeleri yahut Türk cezrinden yeni edatlarla yapılacak yeni Türk kelimelerini ikame etmekten ibaretti. Bu nazariyenin fiili tatbikatını göstermek üzere neşrolunan bazı makaleler ve mektuplar zevk sahibi olan okuyucuları tiksindirmeye başladı. Halk diline geçmiş olan Arabî ve Farisi kelimeleri, Türkçeden çıkarmak, bu dili en canlı kelimelerden, dini, ahlaki, felsefi tabirlerinden mahrum edecekti. Türk cezrinden yeni yapılan kelimeler, sarf kaidelerini hercümerç edeceğinden başka, halk için ecnebi kelimelerden daha yabancı, daha meçhuldü. Binaenaleyh, bu hareket dilimizi sadeliğe, vuzuha doğru götürecek yerde, muğlakiyete ve zulmete doğru götürüyordu. Bundan başka, tabii kelimeleri atarak, onların yerine suni kelimeler ikamesine çalıştığı için, hakiki bir lisan yerine suni bir Türk esperantosu vücuda getiriyordu. Memleketin ihtiyacıysa, böyle bir yapma esperantoya değil, bildiği ve anladığı munis ve gayrı suni kelimelerden mürekkep bir anlaşma vasıtasınaydı. İşte, bu nedenden dolayı ikdamdaki tasfiyecilik cereyanından fayda yerine mazarrat husule geldi. Bu sırada Tıbbiyede teşekkül eden gizli bir inkılâp cemiyetinde Pantürkizm, Panottomanizm, Panislamizm mefkûrelerinden hangisi daha ziyade gerçeğe muvafık olduğu münakaşa ediliyordu.”84 Gökalp, “tasfiyecilikle” aslında ince bir çizgiyi göstermeye çalışıyordu. Aşırılığa, kemikleşmiş sözlerin/sözcüklerin atılmasının doğru olmadığına ilişkin görüşleri vardı. Arapçadan, Farsçadan: Türkçeye geçmiş, halkın günlük kullanımında olan ve ‘canlı’lığını koruyan sözcükleri Türkçeye eklemlemek, Türkçeden koparmamak üzerine, Gökalp, şunları yazmaktaydı: “Bazıları yeni Türkçeyi yalnız menfi gayelere malik zannederler. Lisanımızda fazla birçok kelimeler, terkipler, edatlar var. Yeni Türkçe bu fazla unsurların lisanımızdan çıkarılmasını ister. Bu hedef, yeni Türkçenin yalnız menfi gayesidir. Fakat yeni Türkçenin gayeleri lisanımızın hastalığı yalnız fazla kelimeleri, terkipleri, edatları havi olması değildir. Hastalık bundan ibaret olsaydı, bu fazla unsurları atmakla lisanımızı kolayca tedaviye muvaffak olabilirdik. Hâlbuki yazı lisanımızın bir hastalığı da birçok kelimelerin eksik bulunmasıdır. O halde lisanımızın tam bir tedavisi, bu eksik kelimelerin ilâvesine de muhtaçtır. İşte yeni Türkçenin müspet gayesi de bu eksik kelimelerin aranıp bulunması ve lisanî uzviyetlerimizde yerli yerine konulmasıdır. Yazı lisanımızda fazla olan kelimeler hiçbir ihtiyaca tekabül etmeyen Arabî, Farisi kelimelerdir. Meselâ ‘gece’ kelimesi varken ‘şeb’ ve ‘leyl’ kelimelerine ne ihtiyaç vardır. Fakat bazı Arabî ve Farisi kelimeler de vardır ki Türkçeleri artık kullanılmıyor. “Şahit, ayna, hasta” kelimeleri gibi. Bunların Türkçeleri olan “tanık, gözgü, sayrı” kelimeleri canlılığını kaybederek müstehase haline girmiştir. Ölmüş kelimelerin tekrar dirilmesi kabil olmadığından artık bu gibi müstehase kelimeler canlı Türkçemize avdet edemezler. O halde, bu kelimelerin yerine kaim olmuş olan Arabî ve Farsi kelimeler, lisanımızın canlı uzuvları sırasına geçmiştir. Bundan başka, Türkçe mukabilleri de 83 84
Dr. Yusuf Ekinci, a.g.e, Ss. 32 – 33 Ziya Gökalp, a.g.e, Ss. 7 – 8
45
lisanımızda müstamel olmakla beraber, hususi bir manayla onlardan ayrılan Arabî ve Farsi kelimeler de lisanımızın eczasındadır. Bu gibi Arabî ve Farsi kelimeleri lisanımızdan atarak yerlerine eski Türkçelerini koymak isteyenlere ‘tasfiyeci’ denilir. Yeni Türkçecileri bu gibi noktalarda tasfiyecilere muhaliftirler. Arabî ve Farsi terkiplerle edatlara gelince, yeni Türkçeciler bunların hepsini Türkçeden atmak lüzumuna kaildirler. Yazı lisanımızda eksik olan kelimeler de iki bölümdür. Bir, milli tabirlerdir; yazı lisanı, konuşulan halk lisanına uygun değilse milli değildir. İstanbul’da ve Anadolu’da konuşulan birçok tabirler ve tabir-i mahsuslar vardır ki yazı lisanımızda kullanılmıyor. Hâlbuki lisanımızın milli zenginliğini bunlar teşkil eder. Bunların yavaş yavaş keşfedilerek yazı lisanımıza alınması, lisanımızın millileşmesini temin eder. İki, uluslararası kelimelerdir; bir millet hangi medeniyet zümresine, hangi uluslararası alana mensupsa, onun bütün mefhumlarını ifade edecek hususi kelimelere malik olması da lazımdır. Türkler, şimdi Avrupa medeniyetine girdiklerinden, Avrupai mefhumları ifade edecek kelimelere muhtaçtırlar.”85 Türkçenin Ulusal Dil Olmasında Ölçütler Gökalp’in bunca muhalefet ettiği, dilde özleşmenin/sadeleşmenin aşırılığına gösterdiği tepki: onu, Türkçenin öz savunuculuğunu yapmasına engel olmamıştır. Ulusal bir dil oluşumu içim, Gökalp; yapılması gerekenleri şöyle özetlemiştir: “1. Milli dili oluşturabilmek amacıyla, Osmanlı dili hiç yokmuş gibi bir tarafa atılarak, İstanbul halkının bilakis İstanbul hanımlarının, konuştukları gibi yazılacak, böylece İstanbullu hanımların konuşma dili yazı dili haline getirilerek milli dil ortaya çıkartılacaktır. 2. Halk dilinde Türkçe eş anlamlıları bulunan, Arapça ve Farsça kelimeler atılacak, anlamsal bakımdan küçük bir farkı olanlar dilde muhafaza edilecektir. 3. Halk dilinde geçmiş olup, söyleniş ve anlam bakımından, hatalı olan, kurallara uymayan Arapça ve Farsça kelimeler, bozulmuş şekilleriyle Türkçe sayılacaktır. 4. Eski kelimeler diriltilmeye çalışılmayacaktır. 5. Yeni terimler arandığında, önce halk dilindeki kelimelere bakılacak, bulunamadığı takdirde, Türkçenin gramer kurallarıyla yeni kelimeler, buna da imkân bulunmadığında Arapça ve Farsçadan –tamlama şeklinde olmaksızın- yeni kelimeler kabul edilerek, bazı devirlerin ve mesleklerin özel durumlarını gösteren kelimelerle, tekniklerle ait alet isimleri yabancı dilden aynen alınacaktır. 6. Arapça ve Farsçanın, kip, edat ve tamlamaları dilimize sokulmayacaktır, 7. Türk Halkı’nın bildiği ve kullandığı her kelime, Türkçe olarak kabul edilecektir. 8. İstanbul Türkçesi, yeni Türkçenin temeli olduğundan, başka Türk lehçelerinden, kelime, kip, edat, tamlama kuralları alınamaz. Fakat bu lehçelerin derin bir şekilde incelenmesine de gerek vardır. 9. Eski Türk müesseselerinin isimleri terim olarak kalacaklardır. 10. Yeni Türkçenin bu ilkeler ışında bir sözlüğü ve grameri oluşturulmalıdır.” 86 Kemalist devrim, dil devrimini gerçekleştirmiş; yeni harflere halkın alışması kolay olmuş. Osmanlıca için 6 – 7 yıl dil eğitimi alan bir öğrenci; Türkçe’yi kısa sürede öğrenebilmektedir. Bunu, ceditçi hamleden başlayarak, onulmaz baskılar altında verdikleri mücadelelerle ‘dil’ üzerine çalışmış, dil araştırmalarına yaşamını vermiş aydınlara borçlu olduğumuz, katıksız gerçektir.
85
Kâzım Nami Duru, Ziya Gökalp, 3. Basım, Milli Eğitim Basımevi, 1975 – İstanbul, Yeniden Gözden Geçiren: Mübeccel N. Duru, içinde, Yeni Türkçenin Olumlu ve Olumsuz Amaçları, Küçük Mecmua, 20 Kasım 1922, Sayı: 23. Ss. 5 – 6 86
Cihan Osmanağaoğlu, Ziya Gökalp’te Türkçülük Akımı, On iki Levha Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Ocak – 2008. Ss. 15 – 16
46
IV.-OSMANLI’DA İSLAMCILIK ELEŞTİRİSİ VE LAİKLİK KAVRAMINA KATKI Yeni Türkiye’nin kuruluşunda, laiklik kavramına ilişkin en belirgin ifadeler, görüşler; Gaspıralı, Gökalp ve Akçura tarafından dile getirilmiştir. İlk çağlardan bu yana, toplumsal düzende; toplumu sıkıştıran, toplumu sınırlayan dinsel hukuk ilişkileridir. Şeriat hukuku (:aslında padişah hukuku) olarak ifade edilebilecek ve Osmanlı döneminde halka vergi olarak yansıyan birçok uygulama, tarımsal kalkınmanın/üretimin önünde engel teşkil etmiştir. Gökalp, konuya ilişkin olarak şu saptamalarda bulunmuştur: “Kölelik çağında var olan birtakım insanları, başkalarının boyunduruğu altında çalıştırmaya zorlayan durum; politik ve hukuksal kuruluşlardı. Ama kalıtım gibi mülk iyeliğini ilgilendiren kuruluşlar ekonomik – hukuksal niteliğindeydiler. Bizde bu ikisinden başka bir de dinsel – hukuksal rejim vardır. Bugün Avrupa’nın hiçbir yerinde dinsel – hukuksal rejime rastlanamaz. Oysa bizde yaşantımız üzerinde derin etkiler bırakan birçok dinsel yargılar vardır. Örneğin, faizin şeriat bakımından sakıncalı olması uzun süre ekonomik yaşamın gelişmesine engel olmuştur. Vakıf kuruluşlarının birçok durumlarda mülkten yararlanması gerekiyordu. Vergi yöntemimize öteden beri egemen olup şeriat vergisinden sayılan ağnam, aşar gibi vergiler, tarımsal yaşantının gelişmesine büyük oranda set çekiyordu. Bu vergi yöntemleri nedeniyle bugünkü Türk köylüsünde üretimi arttırmak konusu duygusal çıkar bakımından çok az etkili oluyor. Başka memleketlerde toprak vergisi sınırlı ve belirli olduğu ve üründen hiçbir vergi alınmadığı için köylü çok ürün üretmekte büyük çıkar görüyordu. Türk köylüsüyse çok ürün elde ederse o orandan da vergi ödemek zorundadır. Yüz yıllardan beri süregelen bu durumun etkisiyle Türk köylüsü doğal olarak işi oluruna bırakmış, kanıklaşmış, zenginlik ve ilerleme istekleri bayağı yitmiştir. Ağnam vergisi de benzer nitelikte olduğundan, köylü hayvanlarını arttırmaya karşı da ilgisiz kalıyor. Demek oluyor ki bizde Avrupa’dan fazla olarak ekonomik yaşantıyı etkileyen bir de dinsel rejimler vardır. İşte ulusal ekonomiyi kurmak isteyenler, ekonomik gerçeklerin oluşmasına dayanak olan kuruluşların üretim biçimlerini ayrı ayrı incelemelidirler. Üretim, tüketim ve sürüme değgin kuruluşların tekniklerini birer birer incelemek, gözlemek, açıklamak gerekir. Örneğin, bizde kapitülasyonlar döneminde siyasal ve hukuksal bakımlardan birtakım etkiler görülüyor ve bunlar ekonomik yaşantımızın her aşamasında meydana çıkıyordu.87 Rusya’da Yaşayan Türklerin Güçsüzlüğü: Boyun Eğmek! Dinin, ekonomik alanda kullanılması böyleyken; İslamiyet’e inananların inançlarından kaynaklanan saflıklarından, yararlananlar da her dönem olduğu gibi 19. yüzyılda da olmuştu. Akçura’nın saptamalarıyla: “19. yüzyılda dünya medeniyet tarihine en çok etki eden fikir milliyet fikridir. Milliyet fikrine, bu büyük kuvvete hiçbir şey galip gelmedi. Yüz binlerle muntazam ordular, bu fikir karşısında yenildi. Bugün milliyet fikrini yenebilecek kuvvet, şiddet, zulüm, top, tüfek değildir; belki milliyet fikrinin ana ve babası olan hürriyet ve eşitlik fikirleri onu yenebilir..Sosyal ve siyasi devrimlerin en kuvvetli sebebi sosyal sınıflar, hakim mahkum milletler arasındaki gerçek kuvvet dengesi olup, görünürdeki ve önemsiz olayların etkileri pek azdır. Müslümanlar ya da genellikle Rus olmayan halklar, Ruslarla olan ilişkilerinde, ne kadar kuvvet gösterebilirlerse ancak o kadar hukuka sahip olabilirler. Bundan dolayı Rus olmayanlar ve demokrasi aleyhine kanunun değiştirilmesi, bu ili çeşit 87
Kâzım Nami Duru, Ziya Gökalp, 3. Basım, Milli Eğitim Basımevi, 1975 – İstanbul, Yeniden Gözden Geçiren: Mübeccel N. Duru, içinde, “Ulusal Ekonomi Nasıl Oluşur?”, İktisat Mecmuası, Sayı: 35. Ss. 95 – 96
47
sosyal kuvvetlerin zaafındandır; yani Rusya Müslümanlarının kusurları, cezayı gerektiren suçları, kuvvetsizlikleridir…Müslümanlar evvelden beri alıştıkları boyun eğmek, yalvarma ve yüze gülme siyasetiyle darbelerden korunacaklarını düşünüyorlarsa çok yanılıyorlar..”88 Rusya’da yaşayan Müslümanların güçsüz kalması, Gaspıralı’ya göre de var olan insan üzerinden yaşamaktan kopmuşlukla, dini hurafe ve kurtuluşa bağımsızlığa yönelik bir inançlarının olmamış olmasıdır: “Rusya Müslümanları, Rus vatanının çıkarlarına ilgi duymuyor, memleketin dertlerini ve sevinçlerini gerçek manada bilmiyorlar; onlar için genel devlet hedefleri ve emelleri de anlaşılır değildir. Rus dilini bilmemeleri onları Rus düşüncesinden ve edebiyatından soyutluyor. Hele umumi beşer medeniyetinden tam manasıyla soyutladıklarını söz konusu bile etmiyoruz. Rusya Müslümanları, sanki bütün beşeriyetten kopmuş gibi kendi eski kavramlarının ve hurafelerinin dar ve bunaltıcı ortamında manasız bir hayat sürmektedirler ve rızıkları olan bir lokma ekmekten başka kaygıları, karınlarını doyurmaktan başka bir idealleri yoktur. Şaşılacak şey değil mi; İstanbul, İzmir, Kahire, Şam, Tunus ve diğer birçok Asya merkezlerinin Müslüman toplulukları, tüm meselelerde, Rusya Müslüman topluluklarından o derecede ileri gitmişlerdir ki o Müslümanlar arasında siz, Avrupa’yı, düşünce ve ahlak hayatının canlanmasını hisseder; Asyalılarınkine hiç benzeme ki o Müslümanlar arasında siz, Avrupa’yı, düşünce ve ahlak hayatının canlanmasını hisseder; Asyalılarınkine hiç benzemeyen yeni idealleri ve arzuları işitirsiniz. Hâlbuki herhangi bir Bahçesaraylının, Kazanlının, Kasımlının ve diğerlerinin hazır ki durumu, bize Korkunç İvan, Yermak ve Çoban Giray dönemlerinin, hareketsizlik ve durgunluktan kokuşmuş havasıyla maddi ve manevi görüntüsünü hatırlatır.”89 Maddi ve manevi yönden çökmüş bir halk görüntüsü veren, Rusya Müslümanları; kendi içlerinde de, Rusya’nın politik/kültürel çıkarları gereği parçalanmaktaydı: “Rusya Müslümanları ‘cins itibarıyla kimdir?’ Yani isimleri nedir? Diyorlar ki bu ‘Tatar’dır’, bu ‘Başik’dir’, bu ‘Kumuk’tur’, bu ‘Kırgız’dır’, bu ‘Sart’ ya ‘Tarança’dır, bu ‘Kaşgari’dir’, bu Şirvanlıdır, Karabağlıdır, Kırımlıdır, Hivelidir. Rus bilim adamları böyle diyor; bizlere böyle telkin ediyor ve çok yazıklar olsun ki gözü perdeli bazı Osmanlı muharrirleri dahi ‘Tatar’ dedikte bizleri göstermek istiyorlar. Hâlbuki Rusların bir miktarına Katsap, bir miktarına Ukraynalı, bir miktarına Beyaz Rus ve bir miktarına Kazak denilse de hepsi bilimsel ve kültürel olarak Rus oldukları gibi bizler de genel olarak hepimiz Türk oğlu Türkleriz.”90 Gaspıralı, bir makalesinde bunları söylerken; uluslararası, ulusal politikalar gereği de Rusya’yla, Türkiye’nin ortak hareketini, ortak düşman olan Avrupa’ya karşı savunmaktaydı. Bunun öteki taraftan amacı; Türklerin, Rusya’da var olabilmelerinin muhafaza etmekti. Milli bir devlet içinde, Rusya Müslümanları/Türkler, kendi varlıklarını koruyabilmek içindir ki; topraklarında barındıkları Rusya’yla, çıkarlar adına ortaklığı bozmamalıdırlar düşüncesinde, Gaspıralı şöyle yazmıştı: “Rusya kendi gelişmesi ve kısmen, Doğu Hıristiyanlarının kaderini iyileştirmek namına Müslümanlarla savaşmak zorundaydı. Bu savaşların amacı, Müslüman topraklarının mahvedilmesi ve zayıflaması değildi. Bu, savaşların tabii sonucuydu ve bunda Rusya’yı iyi komşu gibi görmeyen ve yalnız Batılı dostlarını dinleyen Türklerin de suçu az değildi. Batılılar her zaman Türkiye’yle Rusya arasındaki düşmanlığı ustalıkla kullanarak birincileri sömürerek, ikincileri kuvvetten düşürüyorlardı. Türklerle Rusların geçmişi unutarak birbirlerine samimiyetle yakınlaşmalarının akıllıca ve yararlı olacağını düşünüyoruz. Belki de Avrupa bunu istemeyecek ve buna imkân vermeyecek. Buna rağmen 88
Yusuf Akçura, Türkçülüğün Tarihi, Kaynak Yayınları, 1. Basım: 1998. s. 139
89
İsmail Gaspıralı, Fikri Eserleri, Seçilmiş Eserler:2, Yayına Hazırlayan: Yavuz Akpınar, Ötüken Yayınları, İstanbul – 2005, içinde, Rusya Müslümanları, Fikirler, Notlar, Gözlemler. Ss. 84 – 85 90
İsmail Gaspıralı, Dil, Edebiyat, Seyahat Yazıları Seçilmiş Eserleri:3, Yayına Hazırlayan: Yavuz Akpınar, Ötüken Yayınları, İstanbul – 2008, içinde, Refiklerime Açık Mektup, 25 Mayıs 1907. Ss. 114 – 115
48
ortak çıkar ve yararlar adına bunun için uğraşmak lazımdır. Avrupa, Türkiye ve Rusya’nın ortak düşmanıdır.”91 İslamiyet Ulusal Birlik İçin Ancak Katkıdır Akçura’nın belirttiğine göre, Gaspıralı’nın İslam’a bakışı, milli hayatla uyum üzerinedir. Akçura şöyle demektedir: “İsmail Bey’in İslam’a bakışı, milli hayata fayda derecesi noktasındadır. 19. yüzyıl sonlarına doğru Doğu İslam’ının şurasında burasında beliren yenilikçilerin davalarını amacına uygun bulur. İslam, Batı medeniyetinin meydana getiricilerindendir; İslam, Batı medeniyetinin bazı şatlar dairesinde kabulüne engel olmaz. İslam, kadınların hürriyet ve eşitliğine, hayatta erkeklerle el ele çalışmalarına teşvik edicidir. İslam, Müslüman kavimlerin mezhep ayrılıklarını reddeder.. gibi esasları benimser; ve ‘vakt-ı saadet’e dönüş iddiasıyla ortaya çıkan bu ‘Yeni İslamcılığı’ millettaşları arasında yaymaya çalışır.”92 Gaspralı gibi, Gökalp de; İslam dininin eşitlikçiliğine, ezilenlerden yana ve hatta Sosyalizm, Feminizm kavramlarının içeriğinde etken olduğuna değinmektedir. Dinin, mazlumların, kölelerin, ezilen yurttaşların birliğiyle doğuşunu anlatmakta ve Kureyş kabilesinin aristokratik baskıcılığına karşı tepki olarak ikamesinden söz açmaktadır: “İslamiyet’in suret-i zuhurunu tetkik etmiş olanlar pekâlâ bilirler ki İslamiyet, Kureyşin aristokratik hükümeti yerine demokratik bir hükümet ikame etti. Fukara ve üsera sınıflarını himaye ederek bir nevi sosyalizm tesisine çalıştı. Aynı zamanda, Arabistan’ın o devirdeki vaziyetine göre imkânın en müsait olduğu derecede bir hakiki feminizm mesleği tatbik etti. İslamiyet’i ilk kabul edenler hazreti peygamberin yaran-ı kadimi ve akrabay-ı karibesi müstesna olmak üzere umumiyetle kadınlar, fakirler ve esirlerdi. Sanadid-i Kureyş son dakikaya kadar İslamiyet’e muarız oldular. Çünkü İslamiyet, medeniyet-i cahiliyenin kadınlara ve zayıflara karşı reva gördüğü zulümleri kökünden izaleye çalışıyordu. Buysa, tabii, mazlumlar için büyük bir müjde-i necat, zalimler için bir haber-i matem hükmündeydi. Binaenaleyh birçok Avrupalı âlimler Hazreti Muhammed’i demokrasinin, sosyalizmin ve feminizmin ilk müessisi ve piri olarak tanımaktadırlar. Hal böyleyken, bilhassa din namına, kadınları birçok hakaretlere maruz ve suizanlara hedef bulundurmak ve daima onların birtakım cahil ve ahlaksız polisler tarafından taht-ı tevkife alınmasına, polis dairelerinde yahut merkez kumandanlıklarında şetmlere, hakaretlere duçar olmalarına mesai göstermek nasıl muvafık görülebilir? İslamiyet’te kadın muhterem ve mukaddestir. Ona polis yahut kanun neferi el uzatamaz ve uzatmamalıdır. Esasen kadınları bu gibi muamelelerle mağdur etmeye de pek lüzum yoktur. Çünkü taksim-i amalin gittikçe ilerlemesi eski pederşahi ailenin inhilalini mucip olduğundan, bugün kadınlar eskisi gibi aile muhitinde bir emniyetli melce bulamamaktadırlar.”93 Dinde Dil Türkçedir, Halk Dilidir Gökalp ayrıca, dinin toplumsal bir olgu olarak kalıp; toplum bünyesinde, uyumlu olarak çalışmasının yegâne işlevinin laiklikle olabileceğini anlatmıştır: Gökalp, dinde ıslahat fikrini önerirken, dini toplumsal bir olgu olarak benimser ve ona ulusal bir renk vermeye çalışır. Ona göre, toplumsal iş bölümü ve sekülarizasyon sonucu din, kendi öz alanı olan vicdan alanına çekilmelidir. Bu çekilme, dinin toplumsal öneminin ortadan kalkması anlamına gelmez. Tersine din, iş bölümü ve uzmanlaşma sonucu bölünen toplumun bütünleşmesinde en temel faktörlerden biri olarak önemini korumaktadır. Din, bu toplumsal yapıştırıcılık görevini 91 92
İsmail Gaspıralı, Fikri Eserleri, Seçilmiş Eserler:2, a.g.e, s. 131 Yusuf Akçura, Türkçülüğün Tarihi, Kaynak Yayınları, 1. Basım: 1998. s. 73
93
Kâzım Nami Duru, Ziya Gökalp, 3. Basım, Milli Eğitim Basımevi, 1975 – İstanbul, Yeniden Gözden Geçiren: Mübeccel N. Duru, içinde, Tanzimat Dönemini İnceleyen “İttihat ve Terakki Genelgesi”nden. s. 80
49
daha fonksiyonel olarak yerine getirebilmesi için toplumsal bünyeye uyum sağlamalıdır. Dinin toplumsal bünyeye uyumunun ilk şartı, devlet, hukuk, siyaset, sanat ve tüm sosyal faaliyet alanlarının dinin tekelinden kurtularak, toplumun laik bir temel üzerine oturtulmasıdır.94 Gökalp, laikliğin toplumsal yaşamda ve devlet üzerinde egemen kılınmaması durumunda; halkın dini ve ahlaki çöküşüne neden olacağını ifade etmiştir: “İnsanlar ıstırari olan her kaideye isyan etmek isterler; iradi kaidelerse seve seve itaat ederler. Bundan dolayıdır ki bir memlekette manevi inzibatlar mevcut bulunmazsa maddi inzibat mevcut olamaz. Bir memlekette ahlaki bir inzibat mevcutsa, mutlaka onun neticesi olarak hukuki bir inzibat da mevcuttur. Ahlaki kuvve-, müeyyidelere malik olmayan bir memlekette hukuki müeyyideler hiçbir tesir icra edemez ve binaenaleyh böyle bir muhiti hiçbir hükümet tesis edemez. Hâsılı, hukuku yapan ahlaktır. Fakat ahlakı yapan hukuk değildir. Hükümet ne dinsiz bir muhiti dindar yapabilir, ne de ahlaksız bir millete ahlak verebilir. Belki hükümetin dini ve ahlaki işlere müdahalesi yüzünden, dini bir muhit dinsizliğe, ahlaki bir millet ahlaksızlığa doğru sukuta başlar.”95 Dolayısıyla, Gökalp teokratik yönetimden ve bağnazlığın Türk dilini, dinden uzaklaştıran uygulamalardan; halkın ahlâk anlayışına geçilmesi ve dini işlerin Türkçe yapılmasını, salık vermiştir: Gökalp ‘dini Türkçülük, din kitaplarının ve hutbelerle vaazların Türkçe okunması demektir” ifadesini kullanmakta, hutbe, vaaz ve duaların Türkçe olmasını istemektedir… Nitekim Kuran-ı Kerim’in Türkçe olarak okunmasından bahsetmiştir. Dini Türkçülüğün temelinde, millet bireylerinin din kitaplarını okuyabilip, dinlerinin gerçek mahiyetini anlayabilmeleri yatmaktadır. Birey, dini hayatında daha derin bir heyecan duyabilecektir. “Bu çağın milletleri arasına geçebilmek için en esaslı şart, milli hukukun bütün dallarına teokrasi ve klerikalizm kalıntılarından büsbütün kurtarmaktır” diyen Gökalp, dinden ayırdığı hukukun halkın ahlakına dayanması gerektiği fikrindedir.96 Din işlerini, devlet işlerinden bağımsızlaştırıp; ahlaki varoluşu terk ederek düzenlemeyi yapmak elbette bir fikirdi, ha keza, bu durumdan toplumun, devletin zaruretle de kurtulmaya ihtiyacı vardı. Osmanlı, halifelikle zaten devleti, din adına safsatalarla yönetip, halifelik kadroları oluşturmuştu: “Günümüzdeki hükümdar, sultan, padişah lakapları yerine halife dini sıfatını koymaya çalıştı; genel siyasetinde din, İslam dini mühim bir mevki tuttu. Nizami mekteplerin tedrisatında dini maddelere ayrılan zaman arttırıldı. Tedrisatın esası dinileştirilmek istendi. Dindarlık, müttakilik velev zahiri ve riyakârane olsun hilafetpenahinin teveccühünü celbeltmeye en kavi vesileler haline geçti. Yıldız saray-ı hümayunu, hocalar, imamlar, seyitler, şeyhler, şeriflerle doldu. Bazı mülki memurluklara sarıklılar tayin edilir oldu. Dinde sağlamlık belki de hilafet makamına, hilafet makamından ziyade o makamı işgal eden zata şiddetli merbutiyet ve kulluk, gayrimüslim kavimlere karşı nefret telkin etmek üzere halk arasına vaizler gönderildi. Her tarafta tekkeler, zaviyeler, camiler yapım ve tamirine çalışıldı. Hacılar ehemmiyet kazandı. Hac mevsiminde hilafet evine uğrayan hacılar, Müslümanların önderinin lütuflarına ve inayetine mazhar edilerek gerek kendilerinin ve gerekse memleketlerindeki diğer Müslümanların hilafet makamına celp ve kalplerinin raptına çalışıldı. Yakın zamanlarda Müslüman ahalisi kalabalık olan Afrika içlerine ve Çin diyarına elçiler gönderildi. Bu siyasetin en sağlam icra vasıtası olmak üzere Hamidiye Hicaz demiryolunun inşasına başlanıldı. Lakin işbu siyasi doktrinle, Osmanlı Devleti, Tanzimat devrinde terk etmek istediği dini devlet şeklini tekrar alıyordu. Artık vicdan ve fikir serbestliğini, siyasi müsaviliği, medeni müsaviliği terk etmeye mecbur kalıyordu. Binaenaleyh, Avrupavâri meşruti hükümete veda etmek devletin tebaası arasında cins ve din ihtilafından, içtimai vaziyet ihtilafından çıkarak öteden beti mevcut olan sevişmezlik ve 94 95 96
Mustafa Keskin, Ziya Gökalp'in Din Anlayışı, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 8 (2003, s. 113 Kâzım Nami Duru, Ziya Gökalp, 3. Basım, a.g.e, s. 78 Cihan Osmanağaoğlu, a.g.e, Ss. 119 – 120
50
zıddiyetin artmasına ve bunun neticesi olmak üzere de ayaklanma ve isyanların çoğalmasına, Avrupa’da Türklüğe düşmanlığın şiddetlenmesine katlanmak iktiza ediyordu.”97 Avrupalılarla sorunlara ilişkin, hükümdarlık makamının ortadan kaldırılması halifeliğe karşı cephe alınması; Avrupa’nın haçlı irtica faaliyetlerine de karşıtlığı içeriyordu. Artık Avrupa dinle/dini işlerle/dini bahanelerle; Yeni Türkiye’ye karışamayacaktı. Avrupalılar zaten zulüm davulları çalarak, Anadolu’yu işgale meylediyordu. Gaspıralı, Avrupa’daki Rönesans ve Reform hareketlerinin önemini yok saymayacak; Müslümanların, kendi bünyelerine uygunluğunu tartmadan taklitçiliğe soyunmalarını anlayamadığını ifade ediyordu: “Avrupalılar kendi davalarını kendileri halledip, medeniyetlerinin en iyi ve son medeniyet olduğunu hükmederek dünyanın her köşesine zorla ulaştırmaya kalkıyorlarsa da bu merhametin başlıca nedeni marş marşla gelmekte olan haksızlık ve açlığın korkunç devrimidir… Yeni icatların, keşiflerin ve fenlerin yararlı hizmetini inkâr etmiyorum. Ancak İslam Âleminin, reformlara ve ilerlemeye muhtaç olduğu sırada eleştiri süzgecinden geçirmeden Avrupa’yı taklit etmesini akıl hesap etmiyorum.”98 Batıyı taklitçilikte, Müslüman ülkeler ve uluslar rahatsızlık duymuyorlardı. Gelecek günlerin; özgünlükle, Türklüğe ve İslam dinine uygunlukla biçimleneceğini öngöremiyorlardı. Laik bir Türkiye’nin, haçlı emperyalizme karşı tek direngen yapı olacağından habersizlerdi.
97 98
Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, Lotus Yayınevi, Mart 2005, Ankara. Ss. 40 – 42 İsmail Gaspıralı, Fikri Eserleri, Seçilmiş Eserler:2, a.g.e, s. 181
51
V. TÜRK AYDINININ AHLÂKI VE VARLIK NEDENİ
Yayınlar (:gazete, dergi, kitap), yeni Türkiye’yi oluşturan ruhun temelini oluşturuyordu. Dil, kültür, edebiyat, ekonomi, siyaset işlerine Türk aydınları olabildiğince destek veriyordu. Türkiye’nin kuruluşunda Gaspıralı, Akçura ve Gökalp’in; “dilde, fikirde, işte birlik” bilinciyle yayınları sürekliydi. Yeni Mecmua, Tercüman ve Yayınlar: Aydının Varlık Nedeni Gökalp, “Yeni Mecmua” dergisini ve yaşamdaki/yayın dünyasındaki yerini şöyle betimliyordu: “Bilmem kaç sene evveldi. İstanbul’da, hayat mücadelesinin heyecanlı gürültülerinden, ferdi ihtilatların bitmez tükenmez dedikodularından bıkmıştım. Ruhumu dinlendirecek bir istirahat köşesi. Kalbime teselli verecek bir gönül arkadaşı arıyordum. Aradım aradım nihayet; yeşil çamlar arasında bir istiğrak yurdu: Bir ‘Çınar Altı’ buldum. Burası iş dünyasının zihin yorucu uğultularından uzaktı. Buraya cihanın hay hevesinden kaç tek tük münzevilerden başka kimse uğramazdı. Bu münzeviler uğradığında, benim gibi huzura, dinlenmeye muhtaç bir ruha rast geldim. Bununla arkadaş oldum. Ve arkadaş bana hiç nefretlerden bahsetmezdi. Yalnız sevgilerini anlatıyordu bana hiç çirkinlikleri, fenalıkları göstermezdi. Her şeyde benim henüz sezemediğim gizli güzellikleri, meçhul iyilikleri meydana çıkarırdı. Azıcık yeisi olsa bile gizlerdi. Ben onu daima ümitvar görürdüm. Azıcık bedbinlik olsa bile saklardı: ben onu her sabah daha çok nikbin bulurdum. Sevdiği güzellikler ekseriyetle vatanımızın güzellikleriydi; yabancılara mensup güzelliklerden ancak egzotik bir zevkle hoşlanırdı. Ululadığı iyilikler bilhassa ümmetimizin faziletleriydi. Ecnebilere ait meziyetlere de, sahiplerinin uluslararası ahlâklarına göre kıymet biçerdi. Camilerimizin kubbeleriyle minarelerini, evlerimizin saçaklarıyla cumbalarını çeşmelerimizin çinileriyle kitabelerini anlatmaya doyamazdı, halk dilinin güzelliğine, halk masallarının inceliğine, halk şiiriyle musikisinin rebabîliğine âşıktı. Halkın düşünüşsüz felsefesine, halkın iftiharsız kahramanlığına, halkın sakince kendinden geçmesine kayrandı. Kâh buradan dem vurur, kâh tarihimizin şanlı maceralarını naklederdi. Çocukların, kadınların, ümmilerin açık, güzel, doğru Türkçesiyle söyler söylerdi. Ben bu tatlı sözleri cennetten gelen sesler gibi dinlerdim. Ülküler âlemine yükselerek ruhanî bir ferahlık içinde yaşardım. Şimdi belki, bu çınar altının nerede olduğunu, bu gönül arkadaşının kim olduğunu soracaksınız, söyleyeyim: çınar altı, “Yeni Mecmua” adlı haftalıktı.”99 Türk Kadınının Özgürlüğü: Aydın Olmanın Tohumu Gaspıralı, hikâyelerinden birinde; toplumsal rollerinin yerlerini değiştirerek: İslam toplumunda, kadının konumunu alaysamayla şöyle anlatır: “Sudan’da Mehdilik iddiasında bulunan Muhammed Ahmet’e yardıma giden Molla Abbas ve arkadaşları Büyük Sahra’da bir çöl fırtınasında yollarını kaybedip kadın askerlere esir düşerler. Kadın askerler bunları kraliçe tarafından idare edilen bir kaleye götürür. Burası “Kadınlar Ülkesi”dir. Ülkede 99
Ziya Gökalp, Küçük Mecmua – 1, Çeviri yazı: Prof. Dr. Şahin Filiz, Yeniden Anadolu ve Müdafaa-i Hukuk Yayınları, Nisan 2009, Antalya, içinde, Küçük Mecmua – 1922, Diyarbakır Vilayet Matbaası. Ss. 13 – 14
52
kadınlarla erkeklerin konumu terstir: kadınlar ailenin reisidir, ülkeyi idare eder, askerlik yaparlar. Erkeklerse evde çocuk bakar, yemek pişirir ev işleriyle uğraşırlar. Kadınlar birden fazla eşle evlenebilir; erkeklerse evden dışarı çıkmazlar, çıksalar da örtünmeleri gerekmektedir, yüzlerini eşleri olan kadınlardan başkasına gösteremezler! Burada aslında İslam toplumunun ters yüz edilmiş bir şekliyle karşılaşırız.”100 Kadınlarına bunca zulmeden bir toplum yapısı, geleceğin Türkiye’sinde nasıl konumlanacaktır: yaşananlarla nasıl konumlandığı, kadının 21. yüzyılda dahi intiharlara, çocuk yaşta evliliklere, pazarlamalarla karşı karşıya bırakmalarla ortadadır. Gökalp de bir hikâyeden söz eder: “Eski zamanlarda Türk kızları gayet iyi ev kadını olacak biçimde eğitilirlerdi. Kınalızade, kitaplığımızdaki, Türkçe Ahlak-ı Alâiyye adlı kitabında bir öykü anlatır. Kazvin kenti vaktiyle Selçuki prenseslerinden, yani sultan hanımlarından birini malikânesiymiş. Her yıl ilkbaharda burada otağını kurdurur, malikânesinin düzenini gözetirmiş. Yılların birinde lağım yapımı için halktan yardım toplanırken bir heyet de katkıda bulunması için sultan hanıma gitmiş. Heyet, otağının önünde onu oturmuş nakış işlerken görünce bu hareketini hasisliğine vermişler, para koparamayacaklarına hükmetmişler. Geri de dönemedikleri için durumu mecburen anlatmışlar. Sultan hemen haznedarını çağırtıp gerekli paranın tamamını ödetmiş ve halktan toplananların da derhal iade edilmesini emretmiş. Eşraftan biri “Sultanım, biz elinizdeki işi görünce sizden hiç para alamayacağımızı düşünmüştük. Oysa siz gerekenin fazlasını verdiniz.” deyince de “Hanedanımıza mensup bütün kadınlar ordu ve ülke yönetiminden uzak kaldıkça boş eğlencelerle vakit geçirmeyip ev işleriyle uğraşırlar. Bu, eski bir geleneğimizdir..” cevabını vermiş. Bu hareket, yalnız Selçuk kızlarının değil, bütün Türk kızlarının geleneğidir… Ben önceleri de erkek evladım yok diye hiç üzülmezdim. Çünkü kız evlatla erkek evlat arasında fark gören eski kafalı babalardan değilim. Düşünmeye başladığım ilk günden beri kadınla erkeğin eşitliğini, kız evlatla erkek evladın aile ocağını devam ettirmede aynı olduğunu kabul etmiştim.”101 Gaspıralı, kadının ‘yüce’liği üzerine yazdıkları, yine dil üzerinde durması, dikkat çekicidir: “insanları doğuran, doğurduktan sonra büyütüp besleyen, bir hayli asradıktan sonra dil öğreten, dil bildirmekle beraber terbiye veren, dinden, ilimden, olgunluktan haber veren kadınlardır. Bütün insanlık kadınların kucağında büyüyüp, rızıklarını bunların göğsünde bulup, ilim ve olgunluğu bunların ağzından, edep ve namusu bunların hal ve hareketlerinden aldıkları herkesin gözü önündedir. Bundan dolayı kadınlar insancıklar değildir; her biri koca bir insandır ve insanlığa pek büyük hizmet eden insandır. Malumdur ki bir milletin kadınları sağlam vücutlu, namuslu, çalışkan ve bilgili olursa bütün milli yapı dahi kavi bedenli, namuslu, gayretli ve âlim olur. Bunun aksi olarak kadınları zayıf, namussuz, gayretsiz ve cahile olan milletin bütün bireyleri dahi bu eksiklikleri taşımaktadır.”102 Gaspıralı kadınlarla ilgili ilk yazılarından birinde de: “Bütün şarkta en muhafazakâr ve en geride bir unsur bulunsa, o da kadınlardır. Bu hâl en ziyade Müslüman kadınlarına mahsustur. Bu zamana kadar onların arasına pek mahdut dini bilgilerden başka hiçbir bilgi girmedi. İnkıraz devrinde, Müslümanlık kadını kendine has haklarından mahrum etti ve Kuran'ın ona temin ettiği imtiyazları da kat'i bir surette kesti. Milletler tarihinde çok görüldüğü gibi burada da cehalet ve adet idrake galip geldi. Lâkin bu cehalet devresi, yavaş 100
İsmail Gaspıralı, Roman ve Hikâyeler, Seçilmiş Eserleri:1, Yayına Hazırlayanlar: Yavuz Akpınar, Bayram Orak, Nazım Muradav, Ötüken Yayınları, İstanbul – 2008, içinde, İstanbul Gazeteleri, 8 Eylül 1888. s. 68 101
Orhan Karaveli, a.g.e, s. 143
102
İsmail Gaspıralı, Fikri Eserleri, Seçilmiş Eserler:2, Hazırlayan: Yavuz Akpınar, Ötüken Yayınları, İstanbul – 2005, içinde, Kadınlar, Tercüman Gazetesi’nin Taş ve Hurufat Basmahanesi, Bahçesaray – 1903. s. 288
53
da olsa, ötesinden berisinden yırtılmaya, açılmaya başlıyor”103 diyordu. Cahilliği, dinin kadına verdiği ayrıcalıkları tırpanlamakla, kadının anaçlığını unutturup, robotlaştırmakla, kan pazarında kadını insafsızca boğmakla açıklayabiliriz. Ancak dinimiz, bunları aydınlıkla yırtan bir cevheri taşır ve bunu ancak, aydın olanlar görüp yaşar/yazar. Aydınlar Arasındaki Köprüler Olarak Yayınlar Gökalp için, bir ‘çınar altı’ olan: Yeni Mecmua’sı, Gaspıralı’nın Tercüman’ı vardı. Gaspıralı İsmail Bey, Tonguç’u ve diğer süreli yayınlarını çıkarmasını 7 Kasım 1883 tarihli Tercüman’daki İfade-i Hâl adlı yazısında şöyle anlatır: “Bir insana nutk ve dil ne kadar gerekse, çok insanlara yani bir millet, bir kavme matbuat ve neşriyat ol derecede gerekir; çünkü matbuat; halkın, milletin dilidir. Matbuat, bir dili milliyedir ki sesi dünyanın bir tarafından bir tarafına kadar gider. Bir dildir ki sedası bin yıl sonra işitilir. Matbuat, bir kuvvettir ki denizlerin, çöllerin, bir tarafından bir tarafına geçer; zamanları birbirine karıştırır. Zamanımızda bu acayip kuvvete malik olan ufak ve zor milletler olduğu halde, bizde matbuat eseri yok denecek derecede olması, nice vakitlerden beri deli gönlümüze bir kaygı bir ağrı vermekteydi… Gazete şeklinde mecmualar neşrine tutunduk. On numer neşrinden son, mecmualarımız haftalık gazeteye benzediğinden ve gazete çıkarmaya imtiyazımız ve ruhsatımız olmadığından Matbuat İdaresi tarafından mecmualar men olundu. Durduk. Şimdi ne yapalım? Salname-i Türkî kitabını tertip edip türlü başka kitaplar yazıp neşretmeye karar verdik; ama mecmua ya gazete neşretmek fikrinden çıkamayıp bir tarafı Rusça, bir tarafı Türkçe olarak bir gazete neşrine murat eyledik. Bu gibi gazeteden biraz Türkçe bilen Ruslar ve biraz Rusça bilen İslamlar istifade ederlerdi. Münasebetçe gazetenin namına Tercüman dedik.”104 Türk Ulusu’nun, hislerine ‘tercüman’ olan, Tercüman Gazetesi’ni105 Paris’te bulunan Kazanlı aydın Sadri Maksudi Aksal da takip etmiştir. Şöyle söylemektedir: “Bir gün Yusuf bey (Akçura) beni talebe lokantalarından birinde buldu. Gaspıralı İsmail Bey’den mektup aldığını, birkaç ay sonra Tercüman Gazetesi’ni çıkarmaya başladığının yirminci yıldönümü olacağını yazdığını söyledi ve şu sözleri ekledi: başka millette olsaydı, bu münasebetle bir jübile yapılırdı, millet o adama karşı hürmet ve şükranını bildirdi dedi. Ben ‘Biz de yapalım’ dedim. Yusuf Bey’in: ‘Çok iyi olurdu, olanak var mı? Jübile yapmak bizim elimizde mi?’ demesi üzerine, ben: ‘Jübile yapılması için biz teşebbüste bulunabiliriz, öncelikli davranabiliriz’ dedim ve neler yapılabileceğini söyledim. Yusuf Bey, her zaman olduğu gibi kendine mahsus bedbinlikle nikbinlik arasındaki bir tavır ve tonla: ‘Yapalım!’ dedi. O gün her ikimizin de dersleri vardı. Ayrılacağımız zaman, Yusuf bey yapılabilecek işleri, gelecek görüşmeye kadar, tahriren tespit etmemi rica etti. Ben de ‘jübile’ yapılması için alınması lazım olacağını tahmin ettiğim tedbirleri tahriren tespit ettim. Bu planın hülasası şuydu: şimdilik Yusuf Bey’le benden mürekkep bir teşebbüs komitesi teşekkül edecek, bu komite tarafından İsmail Bey’in ‘Tercüman’ vasıtasıyla yaptığı milli hizmetleri anlatan ve ‘Tercüman’ın yirminci yılını ikmal etmesi münasebetiyle, milletin ona karşı beslediği hürmeti tebarüz ettirmek üzere, bir jübile yapılması gerektiğini izah eden bir broşür hazırlanacak ve bu broşür Türkiye ve Rusya’daki tanınmış kimselere mektup şeklinde, kapalı zarf içinde gönderilecek.. Yusuf Bey planı tasvip etti, seslendi ve gülerek: ‘O halde şu andan itibaren kendimizi komite ilan edelim!’ dedi. Bundan sonra ben: ‘Siz ağabeyimsiniz, sizin reis olmanızı rica ediyorum’ dedim. Yusuf Bey kabul etti ve işe başladık. İsmail Gaspıralı, arada sırada Abdülhamit rejimini tenkit ettiğinden ve tasarlanan jübile konusunda Osmanlı 103
Necip Hablemitoğlu, Şengül Hablemitoğlu, Şefika Gaspıralı ve Rusya'da Türk Kadın Hareketi, a.g.e, s. 68
104
İsmail Gaspıralı, Fikri Eserleri, Seçilmiş Eserler:2, Yayına Hazırlayan: Yavuz Akpınar, Ötüken Yayınları, İstanbul – 2005, içinde, İsmail Gaspıralı’nın Faaliyetlerine Genel Bir Bakış. Ss. 16 – 18 105
“Kırım’da ‘Tercüman’ gazetesini çıkaran İsmail Gaspıralı’dır ki Türkçülükteki şiarı “dilde, fikirde ve işte birlik”ti. Tercüman gazetesini şimal Türkleri anladığı kadar şark Türkleriyle garp Türkleri de anlardı. Bütün Türklerin aynı lisanda birleşmelerinin kabil olduğuna bu gazetenin vücudu canlı bir delildi.” Bkz: Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Varlık Yayınları, Şubat – 1952. s. 6
54
hükümetinin takınacağı tavır belli olmadığından, jübileye çağrı broşürünün Türkiye’dekilere gönderilmesini Yusuf Akçura münasip görmez. Bu bakımdan broşürü, Kazan Türkçesiyle kaleme almak vazifesi Sadri Maksudi’ye düşer. Broşür yazıldıktan ve Yusuf Akçura tarafından gözden geçirildikten sonra, 100 adet basılması için Yusuf Akçura’nın Cenevre’deki Mahir Sait adlı, matbaa sahibi bir arkadaşına gönderilir. Basılıp geldikten sonra, iki arkadaş, Sadri Maksudi’nin odasında oturup, 100 zarf üzerine daha önce hazırlanmış listedeki isim ve adresleri yazarak broşürü Rusya Türkleri arasındaki Kazanlı, Kırımlı, Azerbaycanlı, Türkistanlı belli başlı kimselere postalarlar. Sadri Maksudi’nin: ‘Bu broşür Rusya Türkleri arasında İsmail Bey için bir jübile yapılması lehinde cereyan yarattı ve hakikaten, 1903 yılı ilkbaharında, münevver milletseverler Bahçesaray’da toplandı. İsmail Bey için, ‘Tercüman’ın yirminci sayısını ikmal etmesi münasebetiyle, parlak bir tören yapıldı. Bu tören ve toplantı Rusya Türklerinin ilk milli meseleler, milli kültürü yaşatma çareleri ve Çarların Ruslaştırma siyasetiyle mücadele için alınması lazım olan tedbirler hakkında görüşmüş oldular. Tercüman’ın jübilesi Rusya Türklerinin milli uyanış tarihinde yer alan bir vaka oldu. Bu ilk kongreden sonra kongreler birbirini takip etti.”106 Türk aydınları arasındaki bu dayanışma, geleceğin ortak dil, birlikte mücadele stratejisi için önemliydi. Türkiye’deki aydınlarla, Türkiye dışında yaşayan Türklerin arasındaki köprüydü, yayınlar. Bu köprülerin bilinciyle, halkı yakından tanıyıp, sorunları yakından/içinden/birebir ilişkilerle tanıyıp, çözmek için gayret içindeydiler. Akçura, Gaspıralı hakkında şunları aktarıyordu: “İsmail Bey, yazdığı hikâyelerinde kendi özgeçmişinden bahseder. 1906 senesi Tercüman’da tefrika olarak yayımlanmış “Gün Doğdu” hikâyesinin kahramanı ‘Danyal Bey’, bizzat İsmail Bey’dir. Bu hikâyeden 1874 – 1878 senelerinde İsmail Bey’in neler düşündüğünü, neler yaptığını bir dereceye kadar anlayabiliriz: “Milletin haline aşina olmadıkça millete hizmet mümkün olmayacağını anladığıyla Danyal Bey bu yönden ilim ve marifeti artırmaya karar verip milleti arasına katıldı. Köy düğünlerinde derviş ve ulema meclislerinde, beyler ve ağalar ziyafetlerinde, medrese hücrelerinde ve diğer her türlü toplantıda bulunup, az söyleyip çok dinleyip, bir sene kadar pratik dersler aldı. Her sınıfın yahşi yönlerini ve uygunsuz hallerini görüp, öğrenip, milli zaafın neden ibaret ve milletin neye muhtaç olduğunu anlamıştı. Ne işlemeli, işi nereden tutmalı, sönmüş kalpleri neyle yandırmalı, basireti kesmiş perdeleri neyle göstermeli ve gaflet sahrasında serilip kalmış koca bir milleti neyle ayağa kaldırmalı gibi sorularla hayli zaman uğraşmıştır.”107 Aydının Aslolan Görevi: Halk İçin Savaş Ziya Gökalp de108, aydına; halka ‘kültürü taşımak’ gibi bir görev yüklemişti. Halkı tanımanın yolu da, halkla yan yanalığıyla, halkın yaşayışını, halkın öz kültüründe var olanları çekip çıkarıp, taşıyacağı kültürle harmanlayarak, milli bir yapı kurulacağını ifade etmiştir: “Güzideler, halka hars götürmek için gitmelidirler… Memleketimizde hars denilen şey, yalnız halkta mevcuttur. Güzideler henüz harstan nasiplerini almamışlardır. O halde harstan mahrum bulunan güzideleri harsın canlı bir müzesi olan halka ne suretle hars götürebilecekler? Güzideler medeniyete maliktir. Halkta hars vardır. O halde, güzidelerin halka doğru gitmesi şu iki maksat için olabilir: bir, halktan harsi bir terbiye almak için, halka doğru gitmek; iki, halka medeniyet götürmek için, halka doğru gitmek. Güzidelerin harsı 106 107
Dr. Yusuf Ekinci, a.g.e, Ss. 33 – 35 Yusuf Akçura, Türkçülüğün Tarihi, Kaynak Yayınları, 1. Basım: 1998. Ss. 68 – 69
108
“Türk sosyologları, bir taraftan Türklüğün, içtimai tekâmülün hangi seviyesinde bulunduğunu, hangi medeniyet dairelerine mensup olduğunu, bu medeniyetlerle Türk harsı arasında ne gibi farklar bulunduğunu aramalıdır. Diğer taraftan da milletlerin intizam ve terakkisinin, ne gibi içtimai kanunlara tabi olduğunu tetkik ederek milli hayatımıza sekte veren marazi amillerin bu kanunlar dairesinde tedavisine çalışmalı, milli tekâmülümüze selim bir istikamet vermeye uğraşmalıdırlar.” Bkz: Ziya Gökalp, Tamamlanmamış Eserler, 1. Cilt, Sosyoloji Dersleri, Hukuk Sosyolojisi, din Sosyolojisi, Tatbiki Sosyoloji, Halk Klasikleri 1. Nasreddin Hoca’nın Lâtifeleri, Hazırlayan: Şevket Beysanoğlu, Neyir Matbaası, Ankara, 1985. s. 125
55
yalnız halkta bulabilirler, başka bir yerde bulamazlar. Demek ki, halka doğru gitmek, harsa doğru gitmek mahiyetindedir. Çünkü halk, milli harsın canlı bir müzesidir. Güzidelerin çocukken aldıkları terbiyede milli hars yoktu. Çünkü içinde okudukları mektepler halk mektebi değildi, milli mektep değildi. Bu nedenle milletimizin güzideleri milli harstan mahrum olarak yetiştiler, gayri millileşerek yetiştiler. Şimdi bu eksikliği tamamlamak istiyorlar. Ne yapmalıdır? Bir taraftan halkın içine girmek, halkla beraber yaşamak, halkın kullandığı kelimelere, cümlelere dikkat etmek… Söylediği darbımeselleri, ananevi hikmetleri işitmek. Düşünüşteki tarzı, duyuşundaki üslubu zapt etmek. Şiirini, musikisini dinleyerek, raksını, oyunlarını seyretmek. Dini hayatına, ahlaki duygularına nüfuz etmek. Giyinişinde, evinin mimarisinde, mobilyalarının sadeliğindeki güzellikleri tadabilmek. Halkın masallarını, fıkralarını, menkıbelerini, tandırname adı verilen eski töreden kalma akidelerini öğrenmek. Halk kitaplarını okumak. Kokut Ata’dan başlayarak aşık kitaplarını, Yunus Emre’den başlayarak tekke ilahilerini, Nasreddin Hoca’dan başlayarak halk nekreciliğini, çocukluğumuzda seyrettiğimiz Karagözle orta oyununu aramak bulmak lazım. Halkın cenk namelerin okunan eski kahvelerini, ramazan gecelerini, Cuma arifanelerini, çocukların her sene sabırsızlıkla bekledikleri coşkun bayramlarını yeniden toplayarak milli müzeler vücuda getirmek lazım. İşte, Türk milletinin güzideleri ancak uzun müddet halkın bu milli hars müzeleri ve mektepleri içinde yaşadıktan ve ruhları tamamıyla Türk harsıyla meşgul olduktan sonradır ki millileşmek imkânına nail olabilirler.”109 Gaspıralı da kendi ilk hitabında, halkın öz kültürünün harmanından söz etmekteydi: İsmail Gaspıralı’nın birinci Türkçe eseri olan Tonguç’un Akmescit’te taşbasmasıyla okunamayacak kadar kötü basılan ilk basımının önsözü, yani İsmail Bey’in milletine kendi diliyle ilk hitabı şöyle başlıyor: “Milletimizin eseri olan dilimiz, edebiyatça işlenmemişse de eğitime ve kaidelere gelecek dildir. Gayet nazik Tatar türkülerinden, Nogay çeklerinden (cönklerinden), Kırgız ve Türkmen cırlarından anlaşılır ki, eğer dilimiz usta bulup, kaleme alınıp işlenirse, şimdikine göre çok dereceler parlak ve kullanışlı olur..Muradımız dilimizi ilerletmektir.”110 Yayınlarda Türkçe Kullanımı ve Yazarlık, Gazetecilik Ahlakı Amaç büyük ve çetindi: tek ömür değil, birkaç ömürle, inanla yürütülecek denli zorlu bir hareketti. Elbette, bu savaşımın ilk temsilcileri, Kemalizm’e zemin hazırlayan aydınlar, Osmanlı’nın karmaşık dil politikalarıyla da mücadele etmekteydiler. Gaspıralı, Osmanlıcanın, ulusal bir dil olmadığını, haklı olarak vurgulamaktaydı: “Aldığımız Osmanlı gazetelerinden Mürüvvet ve Tercüman-ı Hakikat nüshalarında lisan ve edebiyat hususunda bazı görüşler ve tartışmalar görüldü. Genel yazım kuralları ve kavmi bir lisan-ı edebiyeye hacet olduğu bahsolunur. Gerçekten meselenin zamanı gelmiştir; çünkü bu vakte kadar Türk dili umum tarafından kabul olunmuş kurallara bağlı olmayıp herkes bildiği gibi gelişigüzel söyleyip yazar. Kalemde yazıdan kullanılan dilinse adı Türkî’dir; lakin özü Arabî, Farsi, Türki, Rum, Slav ve bir miktar Fransevi lügatlerinden oluşma karmakarışık lisan çorbasıdır ki itibarlı sayılan Osmanlı şivesi “Türklükten” çıkıp ulusal dil özelliğini kaybetmiştir.”111 Gaspıralı başka bir yazısında da ‘yayınlarımızda’ diyerek; Türkçülük davasında yayınların birliğini öncelemekten söz açıyordu: “Milletimiz büyük millettir. Zaman ve mekân ve mesafe tesirleriyle fırka fırka ayrılıp birbirini bilmez ve anlamaz dereceye geldiği ve ‘Türk’ 109 110
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Varlık Yayınları, Şubat – 1952. Ss. 33 – 34 Yusuf Akçura, a.g.e, s. 71
111
İsmail Gaspıralı, Dil, Edebiyat, Seyahat Yazıları Seçilmiş Eserleri:3, Yayına Hazırlayan: Yavuz Akpınar, Ötüken Yayınları, İstanbul – 2008, içinde, İstanbul Gazeteleri, 8 Eylül 1888 Ss. 30 – 31
56
yüce adını unutup kimi Tatar, kimi Karapapak, kimi Kazak, kimi Tarança namlarıyla dağılıp parçalandıkları malumdur. Bir hayli zamandan beri edebiyat, kültür dili, tevhid-i dil fikri ve işi, hayli ilerlediği bir sırada, her bir gazetemiz başka bir şive ve imla kullanıp tekrar bölücülük deryasına düşmeyelim.”112 Gaspıralı’nın, gazeteciliğin şiarı, özü ve ahlaki temeli olabilecek nitelikteki şu saptamaları; genel yayın politikalarına: şerefle, beklentisizce adanılmasının gerekliliğini haykırmıştır: “Gazeteciliğin bir ciheti edebiyatsa da diğer ciheti çaresiz ticarete bağlı olduğu malumdur; fakat gazete ticaret için tesis edilmediği ve para kazanmak ‘meslek’ dairesinden hariç olduğu sırada müşteri toplamak ve perakende satışı ilerletmek için yazarlık şerefinden ayrılmak hiç caiz görülmez. Kar etsin, zarar etsin muharrir ve edip; helvacı ve bozacı rengine giremez. Yağmurlu havalarda küflü yerde peyda olan mantar gibi zuhur eden reklam, şantaj, tellâl, gazeteleri Avrupa’da çoktur; lakin bunların edep ve edebiyatta alıp verecekleri olmadığından Şark’a emsal olamayacakları malumdur.”113 Gaspıralı’nın bu sözlerle; kâr hırsının, kapitalist beklentilerin, gazetecilikle bağdaşmayacağını; batının çirkeflik tellallığının; yeni Türkiye’ye ve tüm doğu halklarına örnek olamayacağını vurgulamıştır. Gökalp, kızlarına yazdığı mektupta; insanın önce davası olması, ülküsü olması, hedefi olması gerektiğini yazmıştır. Bu; aydının, kendini gerçekleştirmede nüve olarak değerlendirmesini; ‘milli bir dava’ olarak benimseyeceklerinin ‘vecd’ halinde yaşayacağını, aydın olmanın en belirgin niteliği olduğunu ifade etmiştir: “yaşamak için, evvela insanın bir mefkûresi olmalı! Mefkûre tükenmez vecdlerin, ümitlerin kaynağıdır. Mefkûreler, milli felaketler zamanında doğar. Bugün, Türklerin en ziyade mefkûreli olacakları bir zamandır. Sizin için bir mefkûre daha vardır ki kadınların ilim, ahlak ve hukukça yükselmesine çalışmaktır. İşte bu gibi mefkûreler hem insanın ruhunu yükseltir, hem de o ruha büyük vecdler ve saadetler bahşeder. Mesut olmak, vecdli bir hayat yaşamak demektir. Vecdin kaynağıysa mefkûredir. O halde mefkûreli bir adama, “Nasıl vakit geçiriyorsun?” diye sormamalı! Mefkûreli, nerede olsa vaktini vecd içinde geçirir. Harici ahvalin hiçbirisi, onu milli ümitten mahrum edemez.”114
112 113
İsmail Gaspıralı, Dil, Edebiyat, Seyahat Yazıları Seçilmiş Eserleri:3, a.g.e, s. 77 İsmail Gaspıralı, Dil, Edebiyat, Seyahat Yazıları Seçilmiş Eserleri:3, a.g.e, s. 252
114
Şevket Beysanoğlu, Yeni Türkiye’nin Manevi Mimarı Ziya Gökalp, 1. Cilt, Ziya Gökalp Derneği, Ankara, 2002, içinde, Kızlarına Yazdığı Mektup, 11 Ağustos 1919, Mondros. s. 138
57
VI.-Doğu Devriminin Kaynakları ve Türkçü Sosyalist Mir Seyyit Sultan Galiyev “Dostlarım!.. İster zifir karanlıkta kaplanmış olsun Dört bir yan. İster halkın ağlayıp inlemesi duyulsun ülkede, İster düşmanların muzaffer kılıçlarının şakırtısı duyulsun, İster zayıflamış olalım, Boyun eğmeyin, dostlarım, hep ileri Atılın!.. Bizi yıldızımız aydınlatır!.. Ölümden korkmayın, dostlarım!.. Cesurca ileri, dostlarım… İster az olalım, İster dört bir yanımız sarılmış olsun Düşmanlarla… Ölümden korkmayın… İleri yürüyün… Hakikat yanımızda, Tanrı yanımızda…”115 Sultan Galiyev
18 Mart 2009’da yitirdiğimiz: sosyolog, Sosyalist Yayınları’nın kurucusu Hasan Basri Gürses’in aziz hatırasına…
Galiyev, batı emperyalizmine karşı: doğu halklarının bağımsızlığını savunan, komünist, Türkçü bir aydındı. Rusya’nın yaşadığı ve tüm Avrasya coğrafyasını etkileyen: 1917 devrimi, ezilen doğu halkları için bir ‘çıkış’ın ipucunu vermişti. Yusuf Akçura, İsmail Gaspıralı gibi Kazanlı aydınlarla “dil”, “fikir”, “iş” birliği üzerinden iletişim halinde/yoldaşlık halinde olan Sultan Galiyev: tam boy batı emperyal/kapital sisteminin analizini ortaya koymuş ve kurtuluşun: doğu halklarının direnişinde/birlikteliğinde görmüştür. Hasan Basri Gürses’in ifadesiyle: “Galiyev ilerici, Ceditçi bir aydın olarak sürekli Türk dünyasındaki aydınlarla” 116 temastaydı. Galiyev ezilenlerle, ezenler arasındaki bu çelişkiden yola çıkarak her durumda ezilmekten kurtulamayan Asya’nın Müslüman ve Türk halklarına seslenerek onları “Turan Federal Sosyalist Cumhuriyeti” adı altında milli bir Bolşevik partisi ve Doğu Enternasyoneli bayrağı altında toplamayı öngörüyordu. Burada belki bazı çevrelerde rahatsızlık yaratan “Turan Federal…” tanımı bugün ne bazı çevrelerin anladığı bir faşist söylemdi; ne de “Sosyalist Cumhuriyet”i bazı çevrelerin anladığı anlamda batıcı enternasyonal komünizmi ifade ediyordu. Onun “Turan Federal Sosyalist Cumhuriyeti” mazlum ülkelerin emperyalizme karşı başkaldırılarında ve milli bağımsızlık savaşlarının gerçekleşmesinde bir moral kaynağı, lojistik bir destekti. Bu nedenle milli bir sol hareketin olduğu kadar, bağımsızlıkçı bir model arayışının yolu öncelikle, millilikten yani yerellikten geçer.” 117 115
Sultan Galiyev, Hasan Basri Gürses, Sosyalist Turan ve Doğu Birliği, içinde, Bitmemiş Şarkı (1918), [Bu şiir Petersburg’da yayınlanan “Musulmanskaya Gazeta”nın (Müslüman Gazetesi) bir sayısında yer aldı, ama eksik olarak: çar sansürünün acımasız eli şairin “Söylenmemiş Şarkı”sını sansürledi ve o kısmın yarısı boş çıktı.], Rusçadan Çeviren: Sabri Gürses, Doğu Kitabevi (Sosyalist Yayınlar), İstanbul, Ss. 181 – 183. 116
Sultan Galiyev, Hasan Basri Gürses, Sosyalist Turan ve Doğu Birliği, içinde, Hasan Basri Gürses, Doğu Birliği, Birinci Doğu Halkları Kurultayı, TKP ve Komintern, a.g.e, Ss. 387 – 388. 117
Erol Cihangir, Avrasya Jeo-Politiğinin Sistem Arayışlarına Sultan Galiyevci Bir Yaklaşım, Ulusal Akademik Politik Kitap Dizisi, Sayı: 4, Güz: 1997, s. 61
58
Molla Nur Vahidof ve Doğu Ayaklanmasında Galiyevizm İlhan Selçuk’un ifadesiyle: “Sultan Galiyev’in en beğenilecek yanı Avrupa’dan gelen hazır sosyalist reçetelerini düşünmeden benimseyeceği yerde, (aklın muhakemesinde yargılaması) eleştirel bir görüş oluşturmaya çalışmasında belirginleşiyor.” 118 Galiyev’in bu eleştirel düşüncesinin yapı taşlarını, Molla Nur Vahidof belirlemişti: Galiyev, onun yardımcısıydı. Doğu birlikteliğinin mimarı olarak, Galiyevci devrimciliğinin mirasını bırakan ilk teorisyendi: Ekim Devrimi’nin teorisyen ve pratikçileri arasında gerçekçi çözümlemeler yapan iki Tatar Türkü Molla Nur Vahidof ve Sultan Galiyev’dir. Vahidof, erken bir tarihte (1918) karşı devrimci Kolçak kuvvetleriyle mücadele ederken esir düşmüş ve kurşuna dizilmiştir. Alimcan İbrahimof, Vahidof’un ölüm yıl dönümünde (1919) anısına yazdığı makalesinde: “Vahidof, sadece Tatar Başkurd’un veya Rusya Müslümanlarının değil, bütün İslâm doğusunun büyük devrimcisiydi. O hayattayken doğuda devrim meselesine gereğince önem verilmedi. O sadece kendinin bitmez tükenmez devrimcilik gücüyle doğuya önem verdirmeye, doğuda devrim alevini uyandırmaya önem verdirmeye çaba harcamaktaydı. Yapılması gereken en önemli işin doğuda olacak olan büyük devrim alevini hazırlamak ve ona yol açmak olduğunu söylerdi. Devrimimizin şimdiki hareketiyse Vahidof’un yanlış yolda olmadığını gösterdi… 1917 Şubat Devrimi’nden önce cemaat dünyasında Molla Nur Vahidof’un ismi yoktu. O alevlenerek geldi, ateş yaktı, sağa sola ateşli çizgiler çizdi ve yok oldu. Tıpkı şimşek çakması gibi parlayarak geçti. Doğuda sosyalizm yolunda ateş yaktı, iz bıraktı.” Vahidof’un bıraktığı iz: Galiyev ve Galiyevizm’di. Vahidof’un yardımcısı Galiyev, bu nedenlerden ötürü sosyalist devrim potansiyelinin doğuda olduğunu belirleyerek devrimci önderliğin, burjuvalaşmış batı işçi sınıfıyla vakit kaybetmek yerine enerjisini doğu mazlumları üzerinde harcaması gerektiğini söylemiştir… Galiyev’in deyimiyle: “sömürge/yarı sömürge halklarla metropolya halkları arasında aleni bir sosyal eşitsizlik oluşmakta, bir bütün olarak çağdaş insanlığın medeni yönden gelişmesi engellenmektedir.” Önce, bu dünyasal dengesizlik giderilmelidir, doğu batı eşitsizliği, ezen ezilen, zulmeden mazlum ulus ikilemi ortadan kaldırılmalıdır. Ancak ondan sonra karmaşık sistem doktrin tartışmalarına girilebilir. Yani önce esaret zincirleri kırılmalı ve böylece (özgürleşme sayesinde) kolektif ulusal enerji gücünün açığa çıkarak, ulusların ilerici hareketler (sosyalizm) yapma konumuna gelmesi sağlanmalıdır. Kısacası, ‘önce ulusalcı devrimler…’ 119 Sömürgeci Bakış: Batı ‘Efendiliği’ ve Doğu ‘Köleliği’ Galiyev, dünya siyasal/ekonomik çözümlemesini yapıyor: batıya rağmen ve batıya karşı; doğu ayaklanmasının stratejisini belirliyordu: “İngiliz, Fransız, Amerikan ve İtalyan burjuvazileri, herkesin gözlerinin önünde Almanya, Türkiye ve Avusturya’yı talan etmekle uğraşıyor. Rusya’daki devrimi bastırmak için de Rus burjuvazisine ve Rus toprak ağalarına açıkça destek veriyor. Kolçak’ın, Denikin’in alçaklıklarını görerek Sovyet Hükümeti’ne karşı mücadele etmeleri için onlara silah ve para yardımında bulunuyor… Evet… Avrupalı işçilerin bir kısmı mücadele ediyor, grev de yapıyor. Fakat, bu grevlerin büyük bir çoğunluğu ücret artışı veya bıyık bırakma izni gibi konularla ilgili. Bu isteklerin yerine getirilmesi de İngiliz ve Fransız burjuvazileri için hiç de zor bir şey değil… Dünya devriminin bir tek yolu vardır. Biz doğulu Bolşevikler, bu yolu gösteriyoruz. Daha net bir şekilde ifade edecek olursak, her şeyden önce doğu ülkelerini kudretli Avrupa sermayesinin elinden kurtarmak ve bu sermayeyi hammaddeden mahrum bırakmak gerekir. Ancak bundan sonra İngiltere, Fransa ve diğer 118
Zeki Büyüktanır, Sekseninci Yılında Ekim Devrimi ve Sultan Galiyev, Ulusal Akademik Politik Kitap Dizisi, Sayı: 5/6, Kış/Bahar: 1998, s. 195 119
Hakan Reyhan, Önce Ulusalcı Devrimler, Ulusal Akademik Politik Kitap Dizisi, Sayı: 5/6, Kış/Bahar: 1998, s. 5
59
Avrupa ülkelerinin işçileri kendi burjuvazilerinin gırtlaklarına sarılabilecekler ve ancak bundan sonra bu ülkelerde devrim başlayabilecektir. Avrupa sermayesinin istismar etmekte olduğu ulusları ayağa kaldıramazsak, onlara ruh veremezsek ve bu sermayenin bizzat da kendisine karşı mücadele etmeleri için silahlandıramazsak, dünya devrimi başlayamayacaktır. Emperyalizmi, yani bir halkın diğer bir halk tarafından istismar edilmesini ve kapitalizmi bitirmek -tüm dünyada sosyalizmi kurabilmek için- ilk önce ezilen doğulu halkları silahlandırmak gerekmektedir.” 120 Batı emperyal kapitalist sistemine karşı, doğu halklarının önemini oluşturan koşullar da önemliydi. Batı, doğuya: “efendi”, “köle” karşıtlığı/çarpıklığı çerçevesinde bakıyor ve doğunun “vahşiliği”ni öne çıkarıyordu. Galiyev, buna karşı, (batının bu emperyalist bakışını) şu saptamaları yapmaktaydı: “Çağdaş Türk dünyasının günümüz uluslararası ekonomi ve politika sistemi içindeki yeri ve rolü sorunu, bize göre, Asya ve Avrupa Türk halklarının sosyal-politik, ekonomik ve kültürel gelişme temelleri şeklindeki başlıca sorunumuzun doğru çözümü için ele almamız gereken, temel sorundur… “Efendi” halkların “kültürlü” dilinde ilk grup, insanlığı “kölelikten, cehaletten ve düşüklükten” kurtarmış olarak bilinen “uygarlaşmış”, “kültürlü” milletler adını taşırlar ve onların “âlim” yargılarına göre, “efendi halkların” çıkarlarına hizmet etmek için yaratılmışlardır. “Yerliler” ve “vahşiler” “uygar” halklar için özel terimler icat etmemişlerdir daha veya sözlüklerinin yoksulluğunda ya da “bilgisizlikten” onlara sadece “köpekler”, “haydutlar”, “cellâtlar” ve buna benzer “yersiz” anlaşılmaz sıfatlarla çağırırlar… Batı halklarının teknoloji ve kültürünün ilerlemesine etkide bulunan tarihsel ve doğal coğrafi nitelikteki bir dizi koşul, dünyanın farklı kesimlerindeki halklar arasında ekonomik ve kültürel iletişim araçlarının, yani uluslararası iletişim yolları ve askeri stratejik noktaların onların eline geçmesini sağladı; böylece batı ve doğu kültürlerinin halkları arasındaki dünya ölçeğinde politik ve ekonomik karşılıklı ilişkiler konusunda bütün üstünlük onların eline geçti… Avrupa halklarının teknoloji ve kültürü, o zamanlar onlardan üstün dünya hegemonları olan Asya ve Afrika’nın Müslüman halklarının teknoloji ve kültüründen daha kudretli ve akılcı hale geldi ve onların bu hegemonları yenmelerine izin verdi, girilmez bölgelere girilmesiyle, etkilerini Asya ve Afrika kıtasının geri kalanına yaydılar. Dünya ticaret yolları, ticaret pazarları ve hammadde kaynakları, ayrıca askeri stratejik noktalar, ufak tefek istisnalarla batı halklarının eline geçti. Batı halklarının milletlerarası kölelik sistemi (eğer feodalizm çağında köylülüğün içinden köleci ekonomi biçimi çıktıysa, kapitalizm çağında sınıfsal boyunduruk da köleliği temsil etmektedir. İnsanın insan tarafından sömürülmesi ama farklı bir biçimde) bütün olarak sömürgelerine, “kara” ve “sarı” kıtalara yayıldı ve bu yolla “milletlerarası”, uluslararası bir sisteme dönüştü. Bu kıtaların halkları aslında, kendi ülkelerinin doğal zenginlikleri üzerinde mülkiyet hakkı olmayan ve “kültürlü” efendilerinin, metropol halklarının yararına çalışan köleler haline dönüştüler.” 121 Dönemin Avrupalı düşünürlerinin, doğuya: kölelik, tahakküm, sömürge/yarı sömürge, ucuz sermaye ve ucuz işgücü olarak baktığı gün gibi ortadaydı. Batının doğuya bakışını anlamak için; burjuva iktisatçısı J. B. Say: “Avrupalı ulusların Asya’daki etkilerini koruması hatta artırması insan türünün çıkarlarına uygundur… Despotları ve batıl inançlarıyla Asya’nın kaybedecek hiçbir iyi kurumu yoktur.” Filozof ve iktisatçı James Mill, “İngiliz Hindistan’ın Tarihi” adlı kitabında, Çinlilerin ve Hintlilerin ahlaki yapısını tanımlarken: “her iki ulusun da uygarlaşamamış bir toplumun olağan ölçülerini aşan oranda, birbirine çok yakın düzeyde samimiyetsizliğe; iki yüzlülük, hainlikle yalancılığa eğilimli” oldukları fikrini 120
Sultan Galiyev, Yolumuz, Doğru Yoldur, (Kızıl Armiya Gazetesi, 28 Temmuz 1919, Sayı: 110), Ulusal Akademik Politik Kitap Dizisi, Sayı: 5/6, Kış/Bahar: 1998, Ss. 221 – 222. 121
Sultan Galiyev, Hasan Basri Gürses, Sosyalist Turan ve Doğu Birliği, içinde, Asya ve Avrupa Türk Halklarının Sosyo-Politik, Ekonomik ve Kültürel Gelişme Temelleri Üzerine Tezler, a.g.e, Ss. 173 – 175.
60
korumaktaydı. David Ricardo’ya göreyse: “Hint halkının temsil ettiği ahlak dışı karakter, gelişmenin önünde ne müthiş bir engel teşkil etmektedir!” Hegel, “Dünya Tarih Felsefesi Üzerine Dersler” adlı kitabında, dünya tarihsel halklarını; kültürel olarak gelişmiş, güçlü devlet kurma yeteneğine sahip ve böylece dünya tarihinin gelişmesine katkı koyan halklarla tarihi olmayan, ruhsal olarak zayıf, güçlü devlet kurma geleneğinden yoksun ve bu nedenle tarih boyunca uygarlığın gelişmesi için misyon yüklenemeyen halklar olarak birbirinden ayırmıştır… Sultan Galiyev, “Görüşlerim” adlı çalışmasında batı (ya da Avrupa) uygarlığının temel özelliğini; batının maddi kültürünün varoluş ve gelişiminin sadece kölelik ve tahakküm sisteminin diğer bir deyişle sömürge ve yarı sömürgelerin tüm doğal ve beşeri zenginliklerinin düzenli istismarının korunması olmadığını çünkü sömürü düzeninin dinamikleri ve batının özgün gelişme eğilimiyle bağlantılı olarak: “…aynı zamanda bu ülkelerin üretim güçlerinin engellenmesi ve bunların maddi kültürünün artışına set çekici bir baskı uygulanması” olarak açıklamaktadır. Galiyev’e göre: “sömürge ülkelerdeki gerici ekonomik ve sosyal düzenlerin muhafaza edilmesi, sömürgeci batı emperyalizminin işine gelmektedir. Zira, metropollerin eşkıya kültürü yalnızca bu gerilik zemini üzerinde soluk alabilir… metropolya halkları ve onlar tarafından sömürülmekte olan sömürge halkları arasında görülen sosyal eşitsizliğin nedeni burada saklıdır.” 122 Her ne kadar, Ünlü iktisatçı, teorisyen Samir Amin: “Kapitalizmin bugüne kadar yol açmış bulunduğu en can alıcı çelişme olan merkez-çevre kutuplaşmasını, çözümlemenin bir köşesine değil merkezine koymak gerekir. Oysa batılı sosyalist güçler aşama aşama gerileyerek kapitalist yayılımının emperyalist boyutuna merkezi bir önem vermekten vazgeçtiler. Böylece egemen burjuva ideolojisinin en önemli unsurları yani Avrupamerkezciliği ve iktisadiyatçılığı benimsediler.” 123 diyerek, Avrupalı sosyalistleri eleştiriyor olsa da; Avrupa’nın ve genel olarak batı emperyalizminin merkezinde doğal olarak ekonomik sömürü yer almaktaydı. Öyle ki, batılı işçi, Galiyev’e göre, doğuya yönelik sömürge düşüncesine ortak olmaktaydı. Galiyev: “…Doğu’nun istismarına, sömürge mülklerinin uluslararası emperyalizm tarafından istismar edilişine, belki de kendi iradesi dışında ama Batı Avrupa’nın işçi sınıfı da dolaylı yoldan iştirak etmektedir. Batı işçileri, kendi burjuvazisine bu veya diğer bir ekonomik içerikli talep ileri sürdüğünde, burjuvazi hemen hemen her defasında bu ekonomik talepleri yerine getirmektedir; zira bu talepleri yerine getirmek için gereken potansiyele sahiptir; çünkü bu burjuvazinin elinde bitmez tükenmez kaynaklar bulunmaktadır ki, (yalnız kendi işçilerinin değil hem de sömürgelerin işçileri üzerindeki efendi konumunu devam ettirmek için) gereken taze kanı bu kaynaklardan devamlı olarak sömürmektedir. Bu durumda karşımıza bir soru çıkmaktadır: toplumsal devrim sürecinde doğunun konumu nedir? Uluslararası toplumsal devrim gerçekleştirmek zorundayız. Bunun için ilk önce uluslararası emperyalizmi yenmeliyiz, uluslararası sermayeyi yenmeliyiz… Uluslararası emperyalizm, Batı Avrupa emperyalizmidir; uluslararası sermaye Batı Avrupa sermayesidir. Canlanmakta olan Japon emperyalizmi, belki de Çin emperyalizmi, uluslararası emperyalizmin kuyruklarıdır… Doğu (Asya, Afrika, Avustralya dâhil) uluslararası emperyalizmin istismar alanıdır. Uluslararası emperyalizm, kendi durumunu muhafaza etmek için gerek olan tüm kaynakları esasen doğudan, kendi sömürge mülklerinden sömürmüştür… Amerika yerli ahalisinin istismarına, keza Afrika yerlilerinin dolaylı istismarına sadece İngiltere, Fransa, İspanya, Almanya değil tüm diğer Batı Avrupa devletleri de iştirak etmişler… Batı Avrupa emperyalizmi sıklet merkezini doğuya kaydırmış bulunuyor. Amerika’nın zenginlikleri bitince, Afrika kaynaklarını istismar etmiş, bunun ardınca sıklet merkezini Ortadoğu’ya, Hindistan’a, Afganistan’a, İran’a taşımışlar… Zira Batı Avrupa 122
Hakan Reyhan, Örsan Şenalp, M. Gürsan Şenalp, Yiğit Akın, Ulusal Sola Teorik Katkı, içinde, Mehmet Gürsan Şenalp, Avrupamerkezcilik, Marksizim ve Ulusallık Meselesi, Ulusal Dergisi Kitaplığı: 7, Ankara – 1999, Ss. 28 – 30. 123
Kaan Öğüt, Kemalist Bakış Açısıyla Avrasya Güçbirliğinin Değerlendirilmesi, Ulusal Akademik Politik Kitap Dizisi, Sayı: 4, Güz: 1997, s. 79
61
burjuvazisi, Batı Avrupa emperyalizmi, sadece Batı Avrupa’ya ait bir şey olmayıp, tüm yerkürenin emperyalizmidir. Bu noktada sadece Batı Avrupa emperyalizminin gücü yetersizdir; ezilen doğu halklarının gücüne de ihtiyaç duyulmaktadır. Bizim doğuya bakışımız, uluslararası toplumsal devrimle ilgili olan bu amaç doğrultusunda belirlenmek zorundadır.”124 Bu doğrultuda, “Bolşevik devriminin İslam dünyasında sevinçle karşılanmasının bir başka nedeni daha vardı. Kafkasya ve Orta Asya Türk Müslüman halklarının Çarlık Rusya’sıyla yüzlerce yıldır sürüp giden Hıristiyan-İslam kutuplaşması, özgürlük mücadelesi ve direnişi Ekim Devrimi’yle birlikte sona eriyordu. Devrimin ertesinde doğrudan bu halklara seslenen çağrılarda bağımsızlık, özgürlük ve kendi kaderlerini tayin hakkı vaat ediliyor ve devrimi desteklemeleri isteniyordu.” 125 Lenin ve Stalin 24 Kasım 1917’de, “Rusya’nın ve Doğunun Tüm Müslüman Emekçilerine” başlığıyla bir çağrıda bulunmuşlardı: “…Rusya Müslümanları, Volga ve Kırım Tatarları, Sibirya ve Türkistan Kırgızları ve Sartları, Transkafkasya’nın Türkleri ve Tatarları, Çeçenler ve Kafkas Dağlıları; Çarların ve Rusya’nın zalimlerinin camilerini ve tapınaklarını yıktığı, inançlarını ve geleneklerini alaya aldığı sizler! İnançlarınız ve adetleriniz, ulusal ve kültürel kurumlarınız bundan böyle özgür ve dokunulmaz olacaktır. Ulusal yaşamınızı özgürce ve müdahalesiz olarak örgütleyin.” 126 Ceditçilik, Türkçülük, Kemalizm, Sosyalizm Öte yandan, Hasan Basri Gürses’in saptamasına göre: “İngiliz Rus Ticaret Anlaşması’yla Sovyet hükümetinin İngiliz emperyalizmiyle uzlaşması ve sömürgelerde İngiliz aleyhtarı mücadeleyi teşvik ve propaganda etmeme, destek vermeme sözü Galiyev’in ideallerine vurulmuş en büyük darbe oldu. Zira o tarihte Fas’tan Hindistan’a kadar bütün İslam dünyası İngiliz ve Fransız emperyalizminin işgali altında birer sömürgeydi. Galiyev’se bütün İslam dünyasının İngiliz Fransız emperyalizminden kurtarılmasını amaçlıyordu.”127 Lâkin: “Orta Asya, Kafkasya ve Ortadoğu bölgelerindeki Türk ve Müslüman halkların komünistlerinde ve devrimcilerinde iki eğilim gittikçe güçleniyordu: İslâm dünyasının birliği ve Türk dünyasının birliği”128 Hasan Basri Gürses’in bu saptaması, tarihin seyrini değiştiren, devrimci atılımların nüvelerini taşıyordu. Gürses, Osmanlı’nın son döneminde: İttihat ve Terakki, Mustafa Suphi, Yusuf Akçura ve İsmail Gaspıralı ilişkilerini/birlikteliklerini şöyle vurgulamaktaydı: “Batı emperyalizmi… şark sorununu – ki batının dilinde bunun diğer adı Türk sorunudur – çözmeye karar vermiş ve Osmanlı’yı paylaşma kararı almıştır. İttihatçı kadrolar buna karşı çıkıyor; Osmanlı’yı paylaşma kararı almıştır. İttihatçı kadrolar buna karşı çıkıyor; Osmanlı’yı bütün mevcudiyetiyle demokratikleştirmek, modernleştirmek ve kalkındırmak istiyorlar. Bu nedenle ittihat ve terakki hareketinde Osmanlı Devleti’ni oluşturan her halktan aydını bulmak mümkündür… Osmanlı’da ilk Türk milliyetçisi parti Yusuf Akçura, Ahmet Ferit Tek ve Mustafa Suphi’nin de içinde bulunduğu “Milli Meşruti Fırka” adıyla kurulmuştur.” 129 “…gerek o dönemde Yusuf Akçura ve Ahmet Ferit Tek’le birlikte hareket eden Mustafa Suphi, bu Türkçülük hareketine bu ekiple birlikte katılmış oluyor ve bunu Mustafa Suphi ve arkadaşları eyleme de dökmüş oluyorlar ve ilk Türkçü parti olarak vurgulanan “Milli Meşruti Fırka”yı kuruyorlar. Ve bu partinin yayın organı olarak yayınlanan İfham’ın yazı işleri müdürlüğünü Mustafa Suphi yapıyor. Şimdi o dönemde çok 124
Hakan Reyhan, Örsan Şenalp, M. Gürsan Şenalp, Yiğit Akın, Ulusal Sola Teorik Katkı, içinde, Sultan Galiyev, Şark Meselesine İlişkin Konuşma [konuşma: 26 Kasım 1919’da Doğu Halkları Teşkilatları II. Umum Rusya Kurultayı’nda yapılmıştır.], Ulusal Dergisi Kitaplığı: 7, Ankara – 1999, Ss. 266 – 268. 125 126 127 128 129
Sultan Galiyev, Hasan Basri Gürses, Sosyalist Turan ve Doğu Birliği, a.g.e, s. 10 Sultan Galiyev, Hasan Basri Gürses, Sosyalist Turan ve Doğu Birliği, a.g.e, s. 11 Sultan Galiyev, Hasan Basri Gürses, Sosyalist Turan ve Doğu Birliği, a.g.e, s. 17 Sultan Galiyev, Hasan Basri Gürses, Sosyalist Turan ve Doğu Birliği, a.g.e, s. 15 Sultan Galiyev, Hasan Basri Gürses, Sosyalist Turan ve Doğu Birliği, içinde, Hasan Basri Gürses, Doğu Birliği, a.g.e, Ss. 371 – 373.
62
ilginç bir olgu var Mustafa Suphi açısından. O da şu: birincisi, ilk anti-sömürgeci yazıyı yazıyor Mustafa Suphi. “Talihi Temgin” başlıklı bir yazı. O bildiğimiz batının sömürgeleştirmek için kullandığı, sömürgeleştirmeye meşruiyet kazandırmak, gerekçe kazandırmak, bir misyon kazandırmak için ileri sürdüğü medenileştirmek misyonunu eleştiren bir yazıyı yazıyor Mustafa Suphi. Yine bu dönemde Mustafa Suphi’nin o dönemde yayınlanan Nevsali Milli’de “Türklüğün İstikametleri” başlıklı yazısı var. Bu dönemdeki Türkçülük hareketinin altını çizerek söylemek gerekiyor. Hiçbir şekilde şoven, ırkçı motivasyonla başlayan bir hareket değil. İttihat ve Terakki, Türkçülüğe karşı olduğu için 1913 Memduh Şevket Paşa’nın öldürülmesinden sonra getirdiği baskı döneminde bu partiyi kapatıyor, mensuplarıyla birlikte Sinop Cezaevi’ne kapatılıyor… Mustafa Suphi idealist bir aydın ve kendisini de mensubu olduğu, mensubiyet hissettiği Türklük âlemine, Türk halklarına hizmet etmeye adamak istiyor kendini. Bu nedenle 1913 yılında, ki dünya savaşı çıkmamış henüz, Sinop Cezaevi’nde 14-15 mahkûm kaçarlar. Diğerleri, ki genelde bunların hepsi siyasi mahkûm. Bu mahkûmların, kaçanların aşağı yukarı hepsi batıya iltica ederken, içlerinden sadece Mustafa Suphi doğuya gitmeye karar veriyor. Ve ilk gittiği yer Kırım’da Bahçesaray. İsmail Gaspıralı’nın yanına gidiyor. Gaspıralı’nın elini öpüyor ve oradan da daha içerideki, kuzeydeki Kazan bölgesine doğru Türk topluluklarının içine çalışmak üzere giriyor. Mustafa Suphi’nin o dönemde orada Ceditçi aydınlarıyla ilişkiye girdiğini varsaymamız mümkün. Çünkü uzun süreden beri Rus Çarlığı’na karşı mücadele eden Orta Asya, Kafkasya, Türk Müslüman topluluklarında zuhur etmiş, ortaya çıkmış olan bir aydınlanma hareketi diyebileceğimiz Cedit hareketi, modern aydınların Cedit hareketi var.” 130 Galiyev, ceditçi akımın içindeydi. Dönemin Türkçü devrimci, İslamcı devrimci ve sosyalist devrimci hareketleriyle dirsek temasını yitirmemiş ve tam tersine ortak hareketle: Türk devrim tarihinde benzersiz bir yer edinmişti. Galiyev, Kemalist devrim için şunları yazmıştı: “Türkiye’nin 1922 yılında uluslararası emperyalizmin haydutlarına karşı kazandığı zafer, önemli ölçüde, isyan eden Kemalistlerin Türkiye’sinin bu moment içinde kendini Türk halkının bütün sınıflarının milli bağımsızlık adına tek bir ateşli mücadele içinde birleşmiş olan, yekpare milli bir bütün olarak ortaya koyması, hasımlar cephesinin, Avrupa’nınsa kendini milli ve sınıfsal çelişkilerin kaynayan bir volkanı olarak ortaya çıkması sayesinde elde edilmiştir… Çok acı çekmiş olan Türk halkının ünlü düşmanları bile, bu ülkede neler olduğunu artık apaçık görmektedir: sağlıklı bir milli diriliş süreci… Türk işçi ve köylülerin ve ilerici Türk entelijensiyasının Türkiye’nin milli dirilişi çalışmasına adanmış süngüleri, gerçekçi düşünmeyi buna ihtiyacı olan herkese öğretti.” 131 Galiyev’in sürekli sorgulayan, sürekli devrimci bilinci; dünyanın kapitalist düzenine karşı, kök çözümün bileşenlerinin neler olabileceğini düşünüyordu. Galiyev: “…açık bir bilinçle, yaşamın insanlara mutluluk için verildiğini, onun kıymetini bilmek gereken en büyük ödül olduğunu ve ona özenle yaklaşmak gerektiğini kavradım. Yaşam kısacıktı ve onu üzüntülerle doldurmak olmazdı. Ama herkeste bu “üzüntüleri” gördüm. Yoksulluk gördüm, kölelik gördüm, insanların insanlar tarafından ezildiğini gördüm, onların acılarını, ezilmelerini, 130
Sultan Galiyev, Hasan Basri Gürses, Sosyalist Turan ve Doğu Birliği, içinde, Hasan Basri Gürses, Doğu Birliği, a.g.e, Ss. 371 – 373.
131
Sultan Galiyev, Hasan Basri Gürses, Sosyalist Turan ve Doğu Birliği, içinde, Asya ve Avrupa Türk Halklarının Sosyo-Politik, Ekonomik ve Kültürel Gelişme Temelleri Üzerine Tezler, a.g.e, Ss. 181 – 183.
63
sıkıntılarını ve güçlerinin yetmediği ağır çalışmaları gördüm. Ve düşüncelerim daha uzaklara uzandı. Bütün bunlar nedendi? Bütün kötülüklerin kökeni neydi? Bu soru beni durmaksızın takip etti, bana huzur vermedi. 132”
132
Sultan Galiyev, Hasan Basri Gürses, Sosyalist Turan ve Doğu Birliği, a.g.e, s. 47
64
VII.- Tarihsel Gerçekliği Yoketme Çabası
Türkiye'nin Avrupa Birliği üyelik süreciyle birlikte: tarihi birikimi ve tarihsel bilinci çarpıtma çabalarını gerçekleştirmeye dönük yayınlar hazırlandığını ve tarih öğretiminde "demokratikleşmeyi" bilinç körlüğü yaratarak, sözde Türk Yunan, Türk Ermeni dostluk programlarıyla destekleyerek yapılmak istenen: kuşkusuzdur ki, Tarihsel gerçekliği ‘hiç’ etmek ve ‘yeni dünya düzeni’ modeline eklemlenmiş bir tarihsel algı oluşturmaktır. Bu proje ve programlar kapsamında yayınlanması AB tarafından "emredilen" kitaplar yayımlanmış ve Türk Milli Eğitimi dahil tüm eğitim sistemi bu sözde demokratik çabalar doğrultusunda biçimlendirilmiştir. Ünlü para spekülatörü George Soros da bu sürece Açık Toplum Enstitüsü aracılığıyla katkı vermiştir: AÇEV ve Boğaziçi Üniversitesi'yle iki aşamalı olarak düzenlenen ve çocukları okula hazırlamayı amaçlayan, 'Güneydoğu Okul Öncesi Eğitimi Projesi' için 142.000 dolar; Tarih Vakfı'nın, Türkiye Bilimler Akademisi'yle işbirliği içinde, farklılıklara, çeşitli inanç, kültür ve kimliklere saygılı bir gençlik yetiştirilmesi amacıyla başlattığı 'Ders Kitaplarında İnsan Hakları Taraması Projesi' için 88.000 dolar; Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi bünyesinde kurulu Eğitim Reformu Girişimi'nin İki Aşamalı 'Herkes İçin Kaliteli Eğitim Projesi' için toplam 500.000 dolar; Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı'nın çocukları kültürel değerlerde tanıştırmayı, yaşadıkları çevrenin farkında olmayı sağlamayı hedefleyen 'Kültür Karıncaları Projesi' için 20.000 dolar bağışta bulunmuştur. 133 Avrupa Komiysonu Türkiye Temsilciliği'nin134 hazırlamış olduğu "Avrupa Ufukları Bilgi Programı": "... AB kurumlarının, siyasalarının ve AB'nin genişleme süreciyle ilintili konuların, Türkiye'deki kamuoyunca daha iyi anlaşılmasını sağlamayı ve bu alandaki bilinci artırmak amacıyla hazırlanacak bilgilendirme girişimlerine mali katkıda bulunmayı amaçlıyor. Program çerçevesinde, Türkiye'de, Avrupa Birliği ve genişleme konularında kamuoyunun aydınlatılması ve tartışma ortamları yaratılması amacıyla çalışmakta olan ve çalışmayı isteyen kuruluşların uyguladığı bilgi -iletişim projelerini destekliyor." Yetişkinler ve Çocuklar İçin Avrupa'yla İlgili Yayınlar Projesi: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı'nca yürütülen "Yetişkinler ve Çocuklar İçin Avrupa'yla ilgili Yayınlar" isimli projenin özet bilgisinde şunlar yazıyor: "Proje, bütünleştirilmiş bir bilgi yayma programı arasılığıyla Türkiye'de Avrupalı kimliği terimini güçlendirme ve desteklemeyi amaçlıyor. Proje, dört bileşenden oluşuyor: Toplumsal Tarih dergisinde 12 sayı boyunca yayınlanacak Avrupa Eki, 20. yüzyıl tarih eğitimine ilişkin 6 kitap Türkçe yayınlanması, 20. yüzyıl tarih ders kitabı yazımı çocuklara ve gençlere yönelik Avrupalılık konusunu işleyen bir dizi kitap yayınlanması" Projenin hedef kitlesi, okul çocukları, gençlik, tarih öğretmenleri ve entelektüeller olarak belirlenmiş. Bu iki program ya da diğer sözde kültürel ve toplumsal içerikli programlarla Türk tarihinin yeniden yazımı gündeme gelmiş. Sistemin en temel yapı taşları ilköğretim tarih öğretmenleri, 133 134
Ebru Erdoğan, Soros'tan Nasıl Para Alırsınız, Turkishtime, Sayı: 35, Mayıs 2005, s. 149. Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilciliği internet: http://www.deltur.cec.eu.int
65
üniversitelerin tarih bölümleri öğretim üyeleri ne yazık ki ve ne acı ki bu süretçe en önemli katkıyı sağlamışlardır. Örneklerle Türklük bilincini yok edecek, Türk tarihini çarpıtarak Ermeni, Yunan, Pontus emellerini ve iddialarını destekleyecek yayınları öven ve katkı koyanları sırasıyla incelemek gerekmektedir ki AB'nin ne denli dost ve başbakanın sakız ettiği "medeniyetler ittifakı"nı anlayabilelim. Tarih Vakfı başkanı Orhan Silier, gerçeği çarpıtarak ve Türklüğü hiçe sayarak, tarihin çarpıtılmasının ileriye yönelik stratejisini şöyle anlatmıştı: "ülkemiz insanları, yaşadıkları köy, kasaba, şehirden gelen bir yerel kimlikleri, konuştukları dilden, ait oldukları inanıştan, etnik kökenlerinden gelen kültürel kimlikleri, yürüttükleri mesleki faaliyetten ve konumlarından gelen sosyal kimlikleri, bu ülkenin yurttaşı olmaktan gelen ulusal kimlikleri, dünya vatandaşı olmaktan gelen insanlıkları ve inhayet "bir can" olmaktan gelen biyolojik kimlikleriyle yaşarlar. Avrupalılık bu kimlikler bütünü içinde ve ancak bunlarla birlikte anlam kazanan bir kimliktir... önümüzdeki 10-15 yılda Türkiye tarihi, sosyolojisi antropolojisi büyük ölçüde yeniden yazılacak, Türkiye'de bilim, sanat, felsefe çok önemli bir oranda yeniden yapılanacaktır. Eğer Türkiye Avrupa'yla bütünleşecekse, bu büyük proje her alanda yeni pradigmaları, temel yaklaşımları birlikte getirecektir."135 Irak'ta işbirlikçi Kürt grupların desteğiyle; tecavüzle, kimsayal silahlarla, mazlumun torağını işgal ederek "demokratikleşme"yi getiren amerikan Emperyalizminin öğretim üyeleri bu konuda ne demektedir ona bakmakta yarar vardır. Stanford Üniversitesi Hukuk Fakültesinde öğretim üyesi olan Prof. Lawrence M. Friedman "Tarihi Yeniden Yazma" başlıklı makalesinde şunları söylemektedir "her ulus, gördüğümüz gibi, standart bir öykü, standart bir tarihsel drama geliştirir. Benimsenen, okullarda öğretilen ve resmi statü kazanan bu öyküdür. Bu standart tarih bir tür ulusal mit biçimini alır; hayali toplulukla birlikte o topluluğun hayali tarihi olarak üretilmiştir. Popüler tarih hemen hemen her zaman mitiktir, fakat profesyonel tarih, tariçilerin tarihi, de bu kötülüklerden muaf değildir. Tam tersine, resmi tarih ve ana akım tarih sapına kadar milliyetçi, tek boyutlu ve kahramanca olma eğiliminde oldu. Geçmişin, tek boyutlu ve kahramanca olma eğiliminde oldu. Geçmişin bir kutsanması oldular. "Biz" ve "onlar"la ilgili öykülerdir. Tarih dışarıdakileri ele aldığında, düşman olarak ele alır; dışarıdakiler sınırların içindeyse, mesaj en iyi durumda hoşgörü ya da asimilasyondur. Tarihin bu türü çoğul eşitlik çağında tartışmalı hale gelir. Tarih kitapları herkesin taleplerini karşılama (boşuna) girişimiyle yeniden yazılmalıdır. Köken mitlerinin balonu söndürülür; kahramanlar çizelgesi budanıp yeniden düzenlenir. Yeni hikayeler yazılır; yeni yazarlar eski kahramanları çamura bular ve bronz heykellerini eritip hurdaya dönüştürür. Yeni kahramanlar (ya da kahraman grupları) ortaya çıkar."136 Sanki ABD'nin Irak'ta ve Afganistan'da yaptıklarını anlatmaktadır, yazar. Topraklarını Amerikan paralı askerlerine satan işbirlikçi Barzani, Irak'ın yeni kahramanı mı olacaktır? Ya da uzağa gitmeyelim kendi ülkemize dönelim: Kastamonu'dan Ankara'ya Kurtuluş Savaşı'nın silah ve mühimmat sevkiyatının yapıldığı "İstiklal Yolu"nda kağnısının başında bebeğiyle donarak şehit olan Şerife bacı kahraman değildir de, İngiliz'in, Fransız'ın ajanı olan mütareke basını mı kahramandır? Türk Tarihinin çarpıtılmasında önemli katkıları olan İlhan Tekeli, Türk Tarih 135 136
Orhan Silier, Tarih, Kimlik, Avrupalılık, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, 18.10.2005. Lawrance M. Friedman, Yatay Toplum, İş Bankası Yayınları, 1. basım, Nisan 2002, s. 165.
66
Kurumu'nu ve Türk Tarih tezi'ni kendi felsefesine uygun olmadığı için eleştirebilmektedir. Türk Tarih tezi için: "bu tarihin belli özellikleri var. Belgeye dayanmayı yücelterek aşırı ampirisizm içinde toplum ve siyasal bilim kuramları dışında kalmaya çalışıyor. Türklerin tarihinin ve kurumlarının benzersizliğini, özgünlüğünü göstermeye yöneliyor. Bu yönelim, kendisine seçtiği aşırı ampirist tutam tarafından beslendiği gibi, ulusçuluk ideolojisine katkıda bulunmasını kolaylaştırıyor. Özgünlük savından üstünlük savlarına kolayca köprüler kurabiliyor. Gerek seçtiği yöntem gerek ideolojik yönelimi, bu tarihçili, devlet açısından ve merkezin normatif olarak koyduğu kalıplar açısından yazılan bir tarihçilik haline getiriyor. Bu tarihçilik böyle bir bakış açısı içinde yerel farklılıkları görmüyor." Tekeli incilerini dökmeye devam ediyor: "Küreselleşen, başka bir deyişle ulus devletlerin aşılma sürecine giren dünyanın her yerinde tarih öğretiminin yeniden düzenlenmesi, tarih dersi kitaplarının yeniden yazılması gündeme gelmektedir ya da gelecektir. Ama Türkiye'de günümüzde bu konunun ele alınması bu genel eğilimin dışında, bir çok konuda olduğu gibi bu konuda da bir kriz yaşanmakta olması yüzündendir... Türkiye özelinde bir kriz haline olmasının hem evrensel hem de Türkiye'ye özgü nedenleri vardır. Evrensel nedenlerinin başlıcası belli bir küreselleşmenin yaşanmasıdır. Ulus devletlerden oluşan bir dünyada tarih kitaplarının konularını ve yazım biçimlerini büyük ölçüde ulusçu ideolojiler belirliyordu. Oysa ulus devletlerin aşılarak küreselleşmenin gerçekleşmeye başladığı ve barışçı bir dünya düzeni arayışlarının yaygınlaştığı bir dünyada böyle bir tarih yazımı çağdışı hale gelmiştir. Uluslararasında ayrılıklar inşa etmeye, "ötekiler" oluşturarak çatışmalara gerekçeler bulmaya dönük bir tarih yazımı yerine uluslar arasında köprüler oluşturmaya, dostluk ve yardımlaşmaya kaynaklık edecek bir tarih yazımına olan gereksinme her geçen gün daha çok duyulmaktadır."137 AB'nin projeleri kapsamında Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Türkiye'de ders kitaplarının yeniden yazımı projesini üstlenmişti. İlhan Tekeli de 1998'de bu kitabın oluşması süreci için Tarih Vakfı'ndaki çalışmalarını gösteriyordu. Her fırsatta Türklüğe, Kemalist devrime lanet yağdıranlar, küresel ptaronun kendine sadık hizmetçisi gibi davrananlar görülmektedir. Radikal Gazetesi'nden Haluk Şahin konuya şöyle derin(!) bir perspektif katmaktaydı: "21. yüzyılın kimlikleri yeniden tanımlama çağı olduğu biliyoruz... Tarihi Kentler Birliği (TKB) Çanakkale Buluşması'nda anlıyoruz ki bu tanımlama çabası yurdumuzun dört yanında yoğun bir biçimde devam etmektedir. 2000 yılında 54 tarihi kent belediyesinin katılımıyla kurulan TKB'nin üye belediye sayısı 165'i bulmuş." Şahin, tarihsel koruma açısından gerekli olan şeyi şöyle söylüyor: "tarihi kimlik konusunda kimi kafaların karışık olması, etnik ve dinsel sınırlamalardan özgürleşmiş, ulus devlet kavramı hatırına yapay bir mitoloji uydurmak çabasından arınmış, bu toprakların geçmişini bir bütün olarak kucaklayan bir tarih anlayışına ihtiyaç var. Bir zamanlar 'Mavi Anadolu'cuların önerdikleri türden, 'fetheden'le 'fethedilen'i birlikte kucaklayan bir tarih anlayışına.. hatta, bir senteze..."138 Aynı gazeteden, Türklüğe ve Kemalizm'e, belki de herkesten daha düşman Murat Belge de konuya katılıyor. "Cumhuriyet'in (özellikle de erken döneminin) toplumda eğitim, öncelikle de köylerde eğitim alanında ne gibi tasarım ve projeler olduğu sorusu" üzerine derin derin(!) düşünen Belge şunları söylüyor: "Eğitimden o gün anlaşılan şeyin, bugünkü anlamda eğitimden çok, bugün 'propaganda', hatta 'beyin yıkama' 137 138
İlhan Tekeli, Tarih Yazımı Üzerine Düşünmek, Dost Yayınları, 1. baskı, Şubat 1998, Ankara, s. 79 ve 93-94 Haluk Şahin, Tarihi Kimliklerimiz Lütfen, Radikal, 10.09.2005.
67
dediğimiz etkinliklere daha yakın bir şey olduğu, söylenenlerden, yazılanlardan, ders kitaplarından, popüler edebiyattan anlaşılıyor." Daha sonra kendisinin de zor bulduğunu itiraf ettiği deli saçması bir kitaptan alıntılar yaparak, Cumhuriyet'e saldırmanın coşkusu içinde kendisinden geçiyor: "Doktor Kamil Yazgıç, 1937'de, Türk Yıldızı Emine başlığını taşıyan romanında: Bu kitap Dahiliye Vekaleti'nin ilan ettiği Milli Romanlar müsabakasına girmek için yazılmıştır" denildiğini aktarıyor. Biz de bilmekteyiz ki bu yarışmaya giremeyen bir kitaptır: "Türk Yıldızı Ekime" yarışmaya dahi kabul edilmeyen, elenen, dışlanan bu kitaptan aktardığı saçma yazılarsa şöyle: "Kahraman kızımız Yıldız'ın kahraman amcası savaştan dönüyor. Tabii yaralı. Şöyle satırları okuyoruz: "...sonra torbasından bir tayın ekmeği çıkarıp, bana uzatarak: alınız size: "cehpei harp hediyesi getirdim" diyerek verdi. Ekmeği kokladım. Şanlı Türk askeri kokuyordu. Üç defa öptüm, başıma koydum.."139 Murat Belge, bu deli saçması metni alıntılayarak Kemalist devrimin analizini(!) yapmanın vermiş olduğu gururla, suç işlemeyecek olsa Mustafa Kemal'in emriyle yazıldığını söyleyecek, bu metinler nasıl yazdırılabilir demekten kendini alamıyor! Adeta Kemalist devrimi ve Atatürk dönemi sürecini "mide bulandırıcı", "iğrenç" uygulamaların şahikası olarak göstermek istiyor. Ve böylece AB emperyalizminin desteğiyle tarihin yeniden yazımı süreci için kamuoyu etkileme çabası büyük hızla sürüyor. Kuşkusuz AB, kararlarına dayanarak tarihin çarpıtılması gerektiğini vurgulamaktadır. "21. Yüzyıl Avrupa'sında Tarih Öğretimi Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nin Rec(2001) 15 No'lu Tavsiye Kararı" çerçevesinde bu konuya dikkat çekiyor. 31 Ekim 2001 tarihli 771. Bakan Vekilleri toplantısında Bakanlar Komitesi tarafından kabul edilen kararda; Tarihin Kötüye Kullanılması başlığında: "tarih öğretimi ideolojik çarpıtma ve propaganda aracı olmamalı, hoşgörüsüz, aşırı milliyetçi, yabancı düşmanı, ırkçı veya Yahudi düşmanı fikirlerin desteklenmesi için kullanılmalıdır... tarihin değiştirilmesi veya yanlış delillerin, çarpıtılmış istatistiklerin sahne fikirlerin yaratılması, bir diğer olayı haklı göstermek ya da gizlemek amacıyla başka bir olayın öne çıkarılması, propaganda amacıyla geçmişin çarpıtılması, tarihi kayıtların kötüye kullanılması, tarihi gerçeklerin göz ardı edilmesi"; Tarih öğretiminde Avrupa Boyutu, bölümünde: "...tarihi dönemler ve gelişmelerle ilgili en belirgin bilgilerin, özellikle Avrupa bilincni destekleyen tarihi ya da kültürel olayların ve eğilimlerin Avrupa boyutunda öğretilmesini teşvik etmek; Avrupa tarihiyle bağlantılı konularda okullar arasında proje değişimi ve işbirliğini teşvik etmek amacıyla her türlü imkanı, özellikle bilgi teknolojisini kullanmak, öğrencilerin, diğer Avrupa ülkelerin tarihlerine olan ilgilerini arttırmak"; Müfredat İçeriği, bölümündeyse: "Avrupa boyutuyla ilgili bilinç oluşturulmalı, müfredatlar hazırlanırken öğrencilere dünyanın geri kalanına açık bir "Avrupa bilincini" aşılanması dikkate alınmalıdır." denilmektedir. "Üstün Zekalı/Yetenekli Çocuklar ve Öğrenciler" konulu 106. Avrupa Seminerine katılan Gülçin Türksever'in raporunda da tarihin Avrupa emperyalizmi tarafından çarpıtılmak istenmesinin delilleri vardı. Türksever şu saptamaları yapmaktaydı: "insan hakları eğitimiyle faal ve sorumlu vatandaşlık için eğitim, çoğulcu demokrasilerin geliştirilmesi için çok önemlidir. Avrupa Konseyi, demokratik dönüşüm içerisindeki ülkelere, bu önümeli konularda yeni müfredat ve eğitim kaynakları geliştirmelerinde yardımcı olmak için özel programlar yürütmektedir. Yeni demokrasilerde, oldukça yüksek sayıda politikacı ve uygulayıcı bu yeni yaklaşımlar konularında eğitilmektedir... yeni üye devletlere, tarih müfredatlarını yenilerken, 139
Murat Belge, Eğitme ve Beyin Yıkama, Radikal, 06.01.2006.
68
yeni tarih ders kitapları hazırlarken ve tarih öğretmenlerini yetiştirirken: 1. Rusya Fedarasyonu'nda müfredat ve standart geliştirme, yeni ders kitapları hazırlama ve öğretmen yetiştirme programı, 2. Bulgaristan, Gürcistan, Moldova, Romanya, Rusya Federasyonu, Türkiye ve Ukrayna'nın katıldığı seminerlerin düzenlendiği, projelerin ve öğretim kitlerinin hazırlandığı Karadeniz Girişimi, 3. Ortak tarih kitapları hazırlanması için, Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan ve Rusya Federasyonu'ndan yazarların katıldığı Tiflis Girişimi, Avrupa Konseyi, İstikrar Parkı gereğince Güney Doğu Avrupa'da tarih öğretimi faaliyetlerinden de sorumlu olarak tarih öğretmenlerinin geliştirilmesi, tarih kaynakları hazırlanması ve gençler için gayri resmi eğitim faaliyetleri düzenlenmesi üzerinde durmaktadır."140 Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin Üye Devletlere Demokratik Yurttaşlık Eğitimine Yönelik Tavsiyesi DGIV/EDU/CIT (2003) 1 Demokratik Yurttaşlık Eğitimi 20012004 dönemini kapsayan 16 Ekim 2002 tarihli tasviyesinde de tarih yazımının AB çıkarlarına uygun olması yönünde öneriler bulunmaktaydı: "demokratik yurttaşlık eğitiminin; sosyal bağlılık, karşılıklı anlayış, kültürler ve dinler arası diyalog ve dayanışma etkeni olduğunu, erkek ve kadınlar arasında eşitlik ilkesine gerçekleştirmeye katkıda bulunduğunu ve demokratik toplum ve kültürün gelişimi ve savunulmasına olduğu kadar, bireyler arasındaki dengeli ve barışçıl ilişkilerin kurulmasını da teşvik ettiğini.. deklare eder." Ayrıca, "üye devletlerin yönetimlerine, onların kurumsal yapıları, ulusal ya da bölgesel konumları ve eğitim sistemleriyle birlikte saygı çerçevesinde; demokratik yurttaşlık eğitimi, eğitimsel politika ve reformlarında öncelikli amaç edinmeleri, yeni bir Avrupa ölçeğinde demokratik kültürü geliştiren, koruyan ve sağlayan önemli bir araç olarak "Eğitim Yoluyla Avrupa Yurttaşlık Yılı"nın hazırlanmasında ve ortaya konmasında etkin yer almaları..."141 yönünde kararlara imza atılmaktaydı. Tarihin Emperyalizm İçin Çarpıtılmasına Bakanlık Katkısı Başbakan olmadan önce Türkiye'yi bağlayacak açıklamalarla ve birtakım gezilerle kapılar ardında ne sözler verdiği bilinmeyen Tayyip Erdoğan, AKP'nin başına geçmiş ve devletin tüm kadroları gerici, ümmetçi bir anlayışın insafına bırakılmıştı. AB'nin dayatmalarına tek onurlu ulusal bir duruş gösteremeyen AKP ve dayatmalarına tek onurlu ulusal bir duruş gösteremeyen AKP ve kadroları, AB'nin ulusal eğitimi baltalayacak programlarını kabul etmişti ve Türk tarihini çarpıtılmış, yalan bilgilerle sulandırılmaya başlatılmasında öncü rol oynamıştı.142 Tarih yazımı üzerine Milliyet Gazetesi'nde Bahar Atakan imzalı haber143 dikkat çekiyordu: "Milli Eğitim Bakanlığı, içeriğini yenilediği ortaöğretim müfredatına, ilk kez "Ermeni Soykırımı" konusunu da aldı. Tarih ders kitabında, Ermeni iddialarıyla Türk görüşü ve Osmanlı belgeleri bulunacak. Tarih dersi Komisyonu 140
Gülçin Türksever, Üstün Zekalı/Yetenekli Çocuklar ve Öğrenciler konulu 106. Avrupa Semineri, 15-19 Kasım 2004, Donaueschingen.
141
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin Üye Devletlere Demokratik Yurttaşlık Eğitimine Yönelik Tavsiyesi DGIV/EDU/CIT (2003) 1 Demokratik Yurttaşlıklar Eğitimi 2001-2004 ve Üye Devletlere Demokratik Yurttaşlık Eğitimine yönelik Bakanlar Komitesinin Tavsiyesi (2002) 12. 142
T.C. Milli Eğitim Bakanlığı Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü, Genelge, Konu: Avrupa Birliği Eğitim Gençlik Programları. Sayı: B. 08.0. DİG.0.17.02.06.360.824-2/7129, Tarih 30.06.2004, Genelge'de AB eğitim ve gençlik programları çerçevesinde Milli Eğitim Bakanlığı'nın yapacağı faaliyetler açıklanmıştır: "Duyuruların yapılması, bilgilendirme toplantıları, bireysel eğitim desteklerinden yararlanma, proje başvurularının yapılması, halk eğitimi merkezlerinin Grundtvig programından yararlanmaları, il milli eğitim müdürlüklerinde görevlendirmeler, yurt içi ve yurt dışı görevlendirmeler, yurt dışı çıkış harcı." 143
Bahar Atakan, 'Soykırım' Okullarda, Milliyet, 26.01.2005.
69
Başkanı Prof. Dr. Mustafa Safran, "1917-1919 yılları arasında 1.5 milyon Ermeni kesildi denmiyor mu? 'Böyle iddialar var' diyeceğiz. Hem Türk hem Ermeni belgeleri olacak. Hükmü öğrenci kendisi verecek" Manda ve himayeyi kabul eden bir sömürge valisinin ancak söyleyebileceği bu sözler tarih komisyonu başkanının ağzından çıkmaktaydı. Orhan Pamuk gibi tarihten, edebiyattan yoksun bir kişinin saçma iddialarının mı ders kitaplarına koyacaktı, profesörümüz. Bununla da kalmıyor, incilerini dökmeye devam ediyordu: 'Yunan'ı ezdik' gibi ifadeler. Örneğin, adam bir hata yapmış ama 'vatan haini' denmiş. Vatan hainliği ve kahramanlık kelimeleri yerine göre kullanılacak... yerel kahramanlar anlatılacak. Çocuklar devlet adamını, askeri, gaziyi, şehidi bilecek. Milli mücadelede birçok Kürt aşiret saflarımızda yer almış. Öğretmen, yerel kahramanları araştırıp öğrenciye anlatacak." Bundan sonra küçük hatalar yapanları, örneğin düşmanla işbirliği yapan adamları, Şeyh Saidi, Ali Kemal'i, Vahdettinleri, vatan haini olarak anmayacağız. Bu ümmetçi anlayışın tam da Cumhuriyet'le hesaplaşmasında olduğu gibi istediği bir şeydir, Şeyh Sait hainini kahraman ilan etmek! yine aynı ümmetçi kadrolardan Talim Terbiye Kurulu Başkanı olan ve daha sonra istifa eden Prof. Dr. Ziya Selçuk Kemalizm'in aydınlanmacı olmadığını söylemekteydi. Kemalizm'in eğitime ne zararı var? Sorusuna: "çünkü eğitim bilimi bir ideoloji nesnesi olamaz. Bilime ideolojik yaklaşılamaz." Ardından gelen: "yeni müfredatın idelojisi yok mu?" sorusunu şöyle yanıtlıyordu: "tabii ki bir ideolojisi var. Ama bu eğitimin kendi ideolojisidir. Ardından gelen soru: "Aydınlanma ideolojisi mi?" ve yanıt: "kesinlikle."144 Ziya Selçuk başka bir söyleşisindeyse; tarih yazımına ilişkin şöyle söylemekteydi: "... hem vatandaşlık ve yurttaşlık eğitimi projesi ya da okul meclisleri projesi gibi projelerle hem de geliştirdiğimiz bu öğretim programları çerçevesinde, insan haklarına aykırı olan her şeyi mevcut kitaplardan temizlemek gibi bir çalışma yaptık. Ayrıca yeni geliştirdiğimiz programlarda da insan haklarıyla ilgili uluslararası ölçütlere dayalı olarak kendi öğretim programlarımızın insan haklarına duyarlı olmasını sağladık. Bunun için de bütün öğretim programlarını gözden geçirdiğimiz gibi ayrıca derslerin içerisine insan haklarına duyarlı olmayı kolaylaştıracak içerikler, katkılar, etkinlikler koyduk... bütün ders kitaplarında oldukça dikkat çekecek derecede sorunlar vardı ve onları hallettik."145 Ziya Selçuk bir başka haberde, şunları söylüyordu: "mevcut eğitim sisteminin insani gelişmişlik endeksi ölçütlerinden çok gerilerde ve ekonomiyle demokrasiye duyarsız olduğunu kaydeden Selçuk: "yapılacak tek şey, zihnimizin kime kiraya vereceğinize karar vermektir... Selçuk: "bir millete yapılacak en kötü şey, onu kendi kültürü içine hapsetmektir. Bu anlamda biz ulusalcı değiliz. Küreselci de değiliz. Muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak için kimi zaman ulusalcı, kimi zaman küreselci davranıyoruz."146 Adı bilim ve aklın aydınlığında olan bir dergide hem de Milli Eğitim Bakanlığı'nın resmi yayın organında bu sözleri sarf edebilen bir kurul başkanı, ulusal eğitimi geliştirmek adına çalışan vatansever bir profesör edesıyla konuşmasını yapmakta. Aynı dergide İnegöl Turgutalp Anadolu Lisesi Tarih Öğretmeni Metin Bulut, önceki sayfalarda sözünü ettiğimiz Avrupa Konseyi kararlarını övmekte ve tek yönlü bir biçimde, öğretmenliğin çok yönlü düşünce ve kararlılık gibi saygınlık niteliklerini yerlere sermekteydi: "toplumlar arası tarihsel nefret ve önyargıların sonlandırılması, husumet ve şiddet 144 145
Ziyar Selçuk'la söyleşi, Vatan, 27.09.2004 Ali Karaçalı, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı Prof. Ziya Selçuk'la söyleşi, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi, Yıl: 5, Sayı:54-
55 146
Cumhuriyet, 16.06.2005.
70
olgularının ortak tepki parantezine alınması, uzlaşma ve hoşgörü kültürürünün egemen kılınması, uluslararası işbirliğinin özendirilmesi gibi tutumlar, tarih biliminin öğretim ve yöntemler konusunda bölgesel ve küresel çapta değişime zorlandığının işaretleri. Sözgelimi Ermeni diasporasının asılsız soykırım iddialarıyla tarihten düşmanlık devşirmesi, ulusal önyargılarını tahkim eden tarih saptırmalarının, hoşgörü ve uzlaşma kültürünün evrensel karşı çıkışıyla susturulması beklenebilir. Bu tür beklentilerin ham hayalden öteye bir anlam taşıması, tarihin ele alınış şekli ve fonksiyon yükleniminin evrensel amaçlarla bağdaşmasına bağlı. Bu hususta referans önemindeki dayanak, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nin 31 Ekim 2001 tarihli 771. bakan temsilcileri toplantısında kabul ettiği: "21. Yüzyılda tarih öğretimiyle ilgili tavsiye kararıdır. Kararın altında Türkiye temsilcisinin de imzası bulunuyor. 2001 tarihli olması kararın taşıdığı içeren zenginliğinden ve güncelliğinden bir şey kaybettirmiyor. Tavsiye kararı, Avrupa Konseyinin tarih öğretimiyle ilgili 1949'da başlattığı ve 2000'li yıllara dek taşıdığı sürekli çalışmaların bir uzantısı niteliğinde. Karar, AB aile fotoğrafında yer alan ve tam üyelik için kararlı çalışmalarını sürdüren ülkemiz açısından, Avrupalılığın salt hukuki, siyasi ve ekonomik boyutların ötesinde sosyal bilimleri de kapsamına alması bakımından dikkat çekici... hukuksal ve siyasal hayatta Avrupa ailesine uyumun, sosyal bilimlere yansımasına dair tutulmuş bir projeksiyon gözüyle de bakılabilir konsey kararına."147 Milli Eğitimin temellerinin çöküşü, gençliğin yitişi çok acı bir şey. "Erasmus ve Comenius savaşlarla sarsılan Avrupa'yı eğitim yoluyla barış kıtası yapmaya uğraşmışlardır. Erasmus, Comenius ve diğer düşünürlerin düşünceleri ve yönlendirmeleri sonucunda Avrupa'da birlik oluşturulmuş ve barış sağlanmıştır. Şimdi en önemli olan bu barışın kalıcı olmasını sağlamaktır. Barışı sürdürmenin ve savaşsız yaşamanın en etkili yoluysa eğitim alanındaki işbirlikleridir. Eğitimin her alanında gerçekleştirilen ortaklıklar Avrupa'ya daha fazla barış ve güven getirecektir. İnsanların birbirlerini tanıdığı, anladığı, sevdiği, kabul ettiği, kişiliklerine ve kimliklerine saygı duyduğu bir Avrupa yaşamaya devam edecektir."148 diyen yazan birinin ulusal eğitimi geliştirmeye yönelik bir projede ne kadar katkı sağlayabileceği, yazdıklarının doğruluğu ya da yanlışlığı açısından değil, hizmet ettiği Avrupa emperyalizminin çabaları açısından tartışmalıdır. AB eğitim ve gençlik programlarının, Avrupa'nın bölgesel güç artırma politikalarının bir boyutu olduğunu görmekten uzak, koşulsuz bir anlayış çerçevesinde odaklanılan ve alternatifi her nedense düşünülemeyen bu konunun bizi ulusal eğitimden ne kadar soyutladığını görebilmek, ulusal bilinç taşıyan birisi için güç olmasa gerektir. AB ülkelerinin eğitim programlarını da inceleyeceğimiz ilerleyen sayfalarda, sözü edilen kararlar uyarında, geliştirilen projeler ve programlarla nelerin hedeflendiği ayrıntılı biçimde okuyucularla paylaşılacaktır. Tarih öğretiminin çarpıtılmasının ders kitaplarına girdiği bugünlerde konuya ilişkin medya desteği bitmek bilmiyor. Referans Gazetesi'nden Nabi Yağcı bu konuda farklı bir tarih bilinci yaklaşımıyla şu önemli(!) saptamalarını tuttuğu köşeden dile getiriyor: "Ermeni sorununu tartıştık ve halen de tartışıyoruz. Ermeni kıyımının bir soykırım olup olmadığı üzerine yapılan tartışmalar asıl gerçeği yani yaşanan kıyımın, trajedinin üstünü örttü. Bu kıyıma ne ad verileceğini önemsiz görmüyoruz. Öyle ya da böyle deyince ortaya çıkacak sonuçların da farkındayız ama asıl önemli olan ortada bir kıyımın olup olmadığıdır ki bunu 147
Metin Bulut, Tarih, Değişim ve Avrupa Konseyi, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi, Yıl: 5, Sayı: 52-53.
148
Abdullah Şahin, Avrupa ve Dünya Eğitim Felsefesinde Erasmus ve Comenius'un Eğitim Yaklaşımları ve Uluslararası Eğitime Katkıları, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi, Ocak 2005, Yıl: 5, Sayı: 59
71
kimse inkar edemiyor... bugün ülkemizdeki kürt sorunu da benzerdir. Kürt sorununu anlamak için derin analizlere, komplo teorilerine başvurmaya gerek yoktur... böylesi duyarlılıklar için resmi, bildik, alışılagelmiş tarih anlayışlarının, tarih yazımının dışına çıkabilmek, farklı bir tarih anlayışına varmak gerek. Başka deyişle içinde acıları sevinçleriyle gerçek insanı anlatmayan, salt kuru belge ve olaylar örgüsünden ibaret olan bir tarih anlayışının sığlığından kurtulabilmek gerek. Bunuysa ancak bu acı ve sevinçleri yaşayanlar, bizzat kendileri yaşadıklarına canlı tanıklık yaparak yaratabilirler. Günümüzde sözlü tarih biçiminin, bir kentin, bir mahallenin, bir binanın, bir toplumsal grubun tarihinin yani mikro tarihin git gide önem kazanması da bu nedenledir."149 Türkiye Bilimler Akademisi ve Tarih Vakfı işbirliğiyle 2002-2005 yılı arasında yürütülen "Ders Kitaplarında İnsan Hakları Projesi" sonuçlarının da bu başlık altında değerlendirilmesi önem taşıyor. Projenin temel amacı: "ders kitapları ve eğitim programlarıyla ilişkili tüm aktörlerin ilgisini bu konuya çekmek; ders kitaplarının, insan hakları ve demokrasi kültürünün ana kriterleri çerçevesinde biçim, içerik ve pedagojik yöntemler açısından var olan durumunu saptamak ve var olması gerekene ulaşmak konusunda uygulanabilir somut öneriler geliştirmek" olarak belirtilmektedir. Müfredatta insan hakları eğitiminin bağlamı başlığında şunlara yer verilmekte: "ders kitaplarında öğrenciye çoğulcu, çeşitliliği zenginlik olarak kavrayan bir toplum, dünya ve ilişki modeli sunulmalıdır. Ulusal kimliğin, esas olarak, etnik ve dinsel aidiyet üzerinden tanımlanmasına son verilmelidir, ders kitaplarında, öğrencilere demokratik değerlere ve insan haklarına aktif olarak sahip çıkarak, katılımla kendi yaşamlarında ve çerçevelerinde olumlu değişiklikler yapabilecekleri bilinci uyandırılmalıdır... sivil eğitim alanında tüm yerleşik normlara karşın yer alan, Milli Güvenlik Komitesi tarafından hazırlanan Milli Güvenlik Dersi yerine, kişi güvenliğini hedef alan, Barış Eğitim konulmalıdır."150 Geçmiş sayfalarda Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı'yla Avrupa Konseyi emirleriyle hazırlatılan bir kitap dizisi, Avrupa Birliği Horizons Programı kapsamında Avrupa ülkelerinde hazırlatılmıştır. Türkiye'nin koşulları ve gereksinimleri dikkate alınmaksızın çevirisi yapılarak kaynak kitaplar olarak eğitim dünyasına sunulmuştur. Bu kitaplarda neler söylenmekte bakmakta yarar görmekteyim. Birinci dünya savaşının sonuçları, "... ulus devletler üzerinde sarsıcı bir etki bırakmıştı. Bu nedenle Millet Cemiyeti karşılıklı yabancı düşmanlığıyla mücadele etme ve basmakalıp görüşlerden kaçınılmasını sağlama yollarını aramaya yöneldi... 1937 yılı tarih öğretimi yoluyla daha derin karşılıklı anlayışa varmaya yönelik ilkelerin formüle edilmesi açısından bir dönüm noktası sayılabilir. Yirmi altı devlet okul ders kitaplarını düzeltme konusunda hazırlanan Tarih Öğretimi Bildirgesi'ni imzaladı. Bildirgenin esası şu üç ilkeye dayanıyordu: 1. her ülkede uzman yetkililerin ve ders kitabı yazarlarının dikkatinin şu noktaların yararlılığına çekilmesi arzuya şayandır: öteki ulusların tarihine olabildiğince geniş yer vermek, dünya tarihini öğretirken ulusların karşılıklı bağımlılığının kavranmasını sağlayacağı öngörülen olguları öne çıkarmak. 2. her hükümetin öteki uluslara yönelik haksız önyargılar uyandırabilecek her türlü suçlama ve yorum karşısında öğrencilerinin tetikte 149 150
Nabi Yağcı, Farklı Bir Tarih Bilinci İçin, Referans, 06.03.2006 Orhan Bursalı, Ders Kitaplarında İnsan Hakları Projesi, Cumhuriyet Bilim Teknik, 12.02.2005
72
olmalarının hangi araçlarla sağlanabileceğini araştırması, özellikle okul kitaplarının seçimiyle bağlantılı olarak bu noktayı gözetmesi arzuya şayandır. 3. her ülkede düşünsel işbirliği ulusal komitesinin diğer ehliyetli kurumlarla işbirliği halinde tarih öğretmenlerini de kapsamak üzere öğretim mesleği mensuplarının yer alacağı bir komite oluşturulması arzuya şayandır."151 denilmekteydi. Birinci paylaşım savaşı sonrasında ezilen ve yok olma yoluna girmiş olduğunu söylemek anlamına gelen "sarsıcı etki" tarihin yeniden yazılması, gerçeklerin örtülmesini gerekli kılmaktaydı. George Eckert Uluslararası Ders Kitapları Araştırma Enstitüsü ve BM Eğitim ve Kültür Örgütü tarafından hazırlatılan kitapta, AB Eğitim ve Gençlik Programlarında göreceğimiz yabancı dil öğretimi programının da amaçlarını kapsayan, dil öğretimine ilişkin de bilgiler yer almıştı: "Braunschweig konferansı yabancı dil ders kitapları aracılığıyla iletilen kültürel enformasyona özel dikkat gösterilmesini tavsiye etmiştir. Günümüzde yabancı dil öğretimine dönük müfredat genellikle kültürler arası yeterliliğin üç farklı düzeyini belirlemektedir; öğrencinin karşı karşıya kalmayı bekleyebileceği durumlarda kullanılmak üzere iletişim yeterliliğinin gelişmesi, dilin ve dil öğreniminin niteliğine ilişkin bir bilincin gelişmesi, yabancı kültürlere ilişkin iç görünüm ve yabancı halklara karşı olumlu tutumların gelişmesi"152 Avrupa Konseyi Taraflılığa ve Önyargıya Karşı isimli özet yayınında, yapay Avrupalılık kavramına ve tarafsızlığa ancak şu konular dikkate alınırsa ulaşılabilir demektedir. Önyarcısız(!) AB'nin, tarafsız(!) yaklaşımı şöyledir: "her yazar hangi Avrupa kavramını kullandığını (sözgelimi terimin dayandığı bağlamın coğrafi mi, siyasal ekonomik mi yoksa kültürel mi olduğu) kesin bir dille açıklanmalıdır; bu Avrupa kavramı zaman içinde değişiyor mu?, Avrupa devletleri arasında gittikçe artan ve artık sadece AB üyeleriyle sınırlı olmayan ekonomik, siyasal ve kültürel bağlara ilişkin daha geniş bir anlayış geliştirilmelidir; Avrupa içindeki karşılıklı bağlılık ilişkileri bilincini güçlendirmek istiyorsak, Avrupa meselelerini araya serpiştirmekle ve birçok bölümde ancak yeri geldiğinde ele almakla yetimemeliyiz; Avrupa'yla ilgili ayrı bölümler veya başlıklar öğrencilerin kendileri ifade etmelerine, yurt içinde ve dışında başka öğrencilerle fikir alışverişine girmelerine yardımcı olacaktır. Birçok ders kitabımda böyle bölümler ya yoktur ya da çok sınırlı ve üstünkörü hazırlanmıştır."153 Dikkat edilirse beklentiler ve analizler doğrudan doğruya Avrupa'nın bölgesel yapılanmasını artırmasına yönelik çabalarını kapsamaktadır. Geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri içinde oluşturulacak eğitim programları sadece Avrupa'yı işaret edecek ve yapay Avrupalılık kavramının içini ulus devletleri yok ederek dolduracaktır. 20. Yüzyıl Avrupa Tarihini Öğrenmek ve Öğretmek Projesi kapsamında; Avrupa Konseyi bünyesindeki Kültürel İşbirliği Konseyi ve Belçika Fransız Topluluğu tarafından 1012 Aralık 1998 tarihleri arasında düzenlenen: "Tarih Öğretiminde Çoğulcu ve Hoşgörülü Bir Yaklaşım Doğru: Çeşitli Kaynaklar ve Yeni Didaktik Yöntemler" başlıklı sempozyumun açılış konuşmasını yapan; Annaks dergisinin yayın yönetmeni, Sosyal Bilimler Yüksekokulunda araştırma kurulu başkanı ARTE televizyonunda "Paralel Tarih" programının sorunlusu olan 151
Falk Pingel, Ders Kitaplarını Araştırma ve Düzeltme Rehberi, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, Çev. Nurettin Elhüseyni, s.6 152
Falk Pingel, Ders Kitaplarını Araştırma ve Düzeltme Reh., s.58.
153
Falk Pingel, Avrupa Evi, Ders Kitaplarında 20. Yüzyıl Avrupa'sı, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, Çev. Nurettin Elhüseyni, s.118.
73
Marc Ferro, tarih yazımına ilişkin şu üç öneriyi dile getirmişti: "bir Avrupa tarihi oluşturmanın son derece güç bir iş olduğunu unutmamalıyız. Birincisi, "diplomatlar"ın tarihçi komitelerine dayanarak başvurduğu yoldur. İkinci, Avrupa tarihi türü, her ülkenin bir bölümü yazasına dayanır. Fransa 14. Louis üzerine bir bölüm, İngiltere, 18. yüzyıl üzerine bir bölüm, Almanya Bismarck üzerine bir bölüm yazar. Veya 19. yüzyıla ilişkin bir Alman görüşüne, 18. yüzyıla ilişkin bir İngiliz görüşüne, 17. yüzyıla ilişkin bir Fransız görüşüne yer verilir. Böylece herkes memnun edilmiş olur." Düşünebiliyor musunuz hiç, böyle bir öneriyle Türkiye'ye sözde Ermeni soykırımı bölümünü yazdıracaklarını? Ferro konuşmasını sürdürüyor: "ulusallıktan çıkarılmış tarih versiyonu denebilecek bir üçüncü yöntem var. Bu yöntemin yol gösterici ilkesi uzlaşma değil, genel fikir verme çabasıdır. Bu şekilde 1914-1918 savaşı 1914'ten önce başlamış ve 1918'den sonra bitmiş olur. Böyle bir tarih askeri emellerle kesişen ekonomik çatışmalar ya da ekonomik emellerle keşisen askeri çatışmalar üzerinde durur. Yaklaşım o Dakar analitiktir ki artık Fransızlar ya da İtalyanlar söz konusu değildir; yaşandığı biçimiyle tutku ve hayat bu alandan arındırılmıştır."154 Bunun olanaklı olabileceğini düşünmek dahi çok güçtür. Birinci paylaşım savaşında Fransız, İtalyan, İngiliz ve diğer ülkelerin askeri birlikleri, ekonomik faaliyetleri, Anadolu pastasından alacakları paylar önemsizleşecek; tüm Avrupa'nın Türkiye'yi paylaşma projesine dönüşecektir. Zaten yapılmak istenen de Avrupa'nın kendi içindeki uzlaşmaz çelişkileri aşıp; vahşi kapitalizm gücüne bürünerek dünyanın kıt kaynaklarına odaklanmasıdır. Türkiye istediği kadar Ermenilere soykırım uygulanmamıştır, bizim gerçekleştirdiğimiz Ulusak Kurtuluş Savaşı'dır desin; Avrupa kendi direktifleri doğrultusunda hazırlatmış olduğu ders kitaplarında ve Türkiye'nin de altında imzası olan kararlarla Türkiye'yi Ermenistan'a toprak vermesi konusunda mahkum etmiştir. Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi'nin Avrupa Tarihine ve Avrupa Tarihini Öğretmeye İlişkin 1283 Sayılı Tavsiye Kararı'nda: "insanların geçmişlerine sahip çıkmama hakkı da vardır. Tarih bu geçmişi yeniden yazmanın ve bir kültürel kimlik yaratmanın çeşitli yollarından birisidir. Aynı zamanda geçmişin ve başka kültürlerin deneyimlerine ve zenginliğine açılan bir kapıdır. Bilgiye eleştirel bir yaklaşımı ve denetimli hayal gücünü geliştirme üzerinde duran bir dipislindir. Tarihin günümüz Avrupa'sında oynayacağı kilit bir siyasal rolü vardır. Bireyler arasında ve Avrupa halkları arasında daha fazla anlayış, hoşgörü ve güvene katkıda bulunabileceği gibi, bir ayrılık, şiddet ve hoşgörüsüzlük gücü haline de gelebilir." Her şey açık ve seçik ortadadır. Ama yine de incelememizi sürdürelim: "tarih öğretiminin ders konusu çok açık olmalıdır. Toplumların bütün yönlerine (siyasal tarihin yanı sıra toplumsal ve kültürel tarihe) yer verilmelidir. Kadınların rolünü gereğince takdir etmelidir. Yerel ve ulusal (ama milliyetçilikten uzak) tarihin yanı sıra azınlıkların tarihi de öğretilmelidir. Ders programlarında bütün Avrupa'nın tarihine, başlıca siyasal ve ekonomik olaylara, Avrupa kimliğini şekillendirmiş olan felsefi ve kültürel akımlara yer verilmelidir... Avrupa haklarına ait farklı tarihlerde yer alan temel unsurları inceleyin; bunlar herkesçe kabul edildiğinde, bütün Avrupa tarih ders kitaplarına alınabilir." 20. Yüzyılda Avrupa Tarihi Nasıl Öğretilmeli kitabının amaçları: "Avrupa genelinde 154
Marc Ferro, Tarih Öğretiminde Çoğulcu ve Hoşgörülü Bir Yaklaşıma Doğru. 20. Yüzyıl Avrupa Tarihini Öğrenmek ve Öğretmek Projesi kapsamında; Avrupa Konseyi bünyesindeki Kültürel İşbirliği Konseyi ve Belçika Fransız Topluluğu tarafından 10-12 Aralık 1998 tarihleri arasında düzenlenen: "Tarih Öğretiminde Çoğulcu ve Hoşgörülü Bir Yaklaşıma Doğru: Çeşitli Kaynaklar ve Yeni Didaktik Yöntemler" başlıklı sempozyum, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, Ss. 11-12
74
tarih öğretmenlerinin öğrettikleri 20. yüzyıl tarihinin kapsamını genişletmeye, özellikle son yüz yıl içinde bu kıtaya şekil vermiş olan ana kuvvetleri, akımları ve olayları hesaba katan daha geniş bir Avrupa boyutunu sunmaya teşvik etmek; öğretmenlere değişik perspektiflerden oluşan geniş bir yelpaze sunmak, böylece bir bütün olarak Avrupa için belirli önem taşımış konulara, temalara ve olaylara ilişkin fikirleri ve görsel malzemeleri öğretmelerini sağlamak." olarak belirtilmekteydi. "Avrupa tarihini öğretmede dikey tarihsel perspektifle yatay tarihsel perspektif arasında bir denge sağlama gereği" üzerinde durulmuş ve şu konularla ilgilenmeye yönlendirilmesi istenmektedir: "uzun bir zaman dilimindeki bazı kilit gelişim çizgilerini, özellikle de içinde yer aldıkları gelişim evrelerini anlamak. Bunlara 20. yüzyılda kadının değişen rolü vestatüsü, sömürgelerin bağımsızlaşma sürecindeki değişik evreleri gibi örnekler verilebilir; artan kentleşme, küreselleşme, demografik değişimler gibi daha önemli diyakronik veya gelişimsel yönelimleri ve modelleri anlamak." Bu bağlamda, "yatay perspektif öğrenciyi 20. yüzyıl Avrupa tarihi bağlamında şunlarla ilgilenmeye yöneltir: Avrupa'nın farklı kesimlerinde ve yüzyılın farklı dönemlerinde yaşam tarzları -kentsel yaşam, tarımsal yaşam, ticaret, iletişim, gelenekler- arasında karşılaştırmalar yapmak ve karşıtlıklar bulmak; Komşu kültürlerin birbirlerini nasıl etkilediği, bölge ve hatta Avrupa dışındaki kültürel gelişmelerden nasıl etkilendiğini ortaya koymak; yüzyılın belli bir noktasındaki ulusal ya da yerel olayların ve gelişmelerin, Avrupa'nın başka yerlerinde nasıl yaşandığına ya da algılandığına bakmak; Avrupa'daki rekabetlerin, çatışmaların, bölümlenmelerin -ekonomik, siyasal ve dinsel- yakın dönemdeki ulusal tarihi nasıl etkilediğini incelemek; uluslararası süreçlerin, gelişmelerin ve kurumların -sözgelimi 1919 Paris Barış Konferansı Milletler Cemiyeti, Birleşmiş Milletler, NATO, Varşova Paktı- Avrupa genelinde nasıl algılandığını incelemek."155 Kendilerinin soykırım uyguladığı mazlum ülkeleri hâlâ sömürgeleri olarak gören bir anlayış; Irak'ta işbirlikçi kürt gruplarla tecavüz yoluyla, işkence yoluyla "demokratikleştirme" göreviyle bölgemize gelen ABD'nin yanında yer alan çoğu Avrupa ülkeleri şimdilerde "hoşgörü", "tarafsızlık" gibi erdemli kavramların yüzünü kızartırcasına, kanlı elleriyle tarihe de el atmak istemektedir. Aynı kitabın ilerleyen bölümlerinde Tarih öğretiminde çok perspektiflikten söz açılmaktadır. Buna göre: "çok perspektiflilik farklı perspektifler arasında ilişki kurma becerimize bağlıdır. Bu yaklaşımın özünde şu varsayımlar yatar: tamamen özerk olduğu söylenebilecek çok az grup, kültür veya ulus vardır. Her verili durumda böyle kesimlerin tepkileri ve hareket alanları diğer grupların, kültürlerin veya ulusların çıkarları ve siyasal etkileri tarafından şekillenir ve kısıtlanır. Benzer şekilde onlar da başkalarının tepkilerini etkileme ya da kısıtlama konumunda olabilirler. Tarih ve tarih öğretimi bağlamında çok perspektifliliğin üç amacı vardır: bütün ilgili ve farklılıkları hesaba katarak, tarihsel olaylara ve gelişmelere ilişkin daha kapsamlı ve daha geniş bir anlayışa varmak; uluslar, sınır komşuları veya aynı ulusal sınırlar içindeki azınlıklar ve çoğunluklar arasındaki tarihsel ilişkiler konusunda daha derin bir anlayışa varmak; ilgili insanlar ve gruplar arasındaki etkileşimleri ve karşılıklı bağımlılığı inceleyerek, olup bitenlerin dinamiklerine ilişkin daha net bir tablo elde etmek.”156 Söz konusu Türk tarihinin çarpıtılması olunca Almanya olmazsa olur mu? Friedrich Ebert Vakfı'nın katkılarıyla, Tarih Vakfı tarafından hazırlanan: "Tarih Öğretiminin Yeniden 155 156
Robert Stradling, 20. Yüzyıl Avrupa Tarihi Nasıl Öğretilmeli, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, Çev. Aysel Ünal, Ss. 14-16 Robert Stradling, a.g.e., s.123.
75
Yapılandırılması" kitabı 2-3 Aralık 2000 ODTÜ Kongre ve Kültür Merkezi'nde düzenlenen Atölye çalışmasının metinlerini içermektedir. "İlköğretim Okulları ve Liselerde Tarih Eğitimi" üzerine konuşan Talim ve Terbiye Kurulu Tarih Komisyonu üyesi olan Orhan Özalp şunları söylemişti: "... bu yüzyılda 'küreselleşme' sürecine giren dünyada, yeryüzü ölçüsünde işbirliği olanakları gelişmiş, dünyadaki bütün ulusların çıkarlarıyla barış arasında güçlü bir bağ kuran koşullar oluşmaya başlamıştır. Dünyadaki bu yeni yaklaşım tarih öğretiminde; milliyetçi tarih anlayışı yerine milli tarih anlayışını öne çıkarmayı; ulusal, yerel, bölgesel, kıtasal tarihle dünya tarihi arasında uygun dengeleri kurmayı; siyasi ve askeri tarihten çok kültürel, ekonomik ve sosyal tarihe yer vermeyi; gençlerimizin diğer toplumlara yönelik olumsuz imajlarını ortadan kaldırarak onlara olumlu bir bakış açısı geliştirmeleri konusunda yardımcı olmayı, böylece toplumlar arası yakınlaşmaya katkıda bulunmayı; gençleri demokratik, insan haklarına saygılı, barışçı, toplumsal sorumluluk taşıyabilen, sorunlara çözüm yolları getirebilen biçimde yetiştirmeyi hedeflemektedir."157 Özalp'in konuşmasının: "Türkiye, Avrupa Konseyi aracılığıyla düzenlenen Karadeniz Tarih Girişimi, Tiflis Süreci, Balkan Tarihinin Yazılması" projelerinden bahsettiği bölümü ayrıca önem taşımaktadır. Talim ve Terbiye Kurulu Tarih Komisyonu üyelerinden Aliye Burkay atöyle çalışmasının sonunda, bu konu üzerine söz alıyor ve haklı olarak şunları söylüyor: "... arkadaş "gerçek tarihi öğretelim" deyince, aklıma çeşitli sorular geldi. Anladığım kadarıyla bunu eleştiri anlamında söyledi; yani bizim kitaplarım gerçek tarihi vermiyor. Peki kafalarında acaba gerçek tarih şudur diye bir çerçeve oluştu mu? Oluşmadıysa kendileri öğrencilerine bilgi boyutunda ne veriyorlar ya da her şey açık uçlu mu? Tarih geçmişin yorumu olduğuna göre, o zaman biz yazılan bütün tarihi gerçek değil diye mi algılayacağız? Kişilere göre tarih diye mi algılayacağız? Ben bir örnek vermek istiyorum. Karadeniz tarih eğitim girişiminde Ukrayna'nın hazırlamış olduğu metni gördüm. Atatürk'e orada etnik tehcirci diye ithamda bulunuyordu ya da ülkeler haritasını gösteren bir haritada Güneydoğu Anadolu'yu Kürdistan olarak gösteriyordu. Demek ki onlara göre gerçek bu. Peki ne olacak şimdi ya da Avrupa'ya göre nasıl olacak? Türkler Anadolu'da işgalci, Ermenistan'a göre Türkler Doğu Anadolu bölgesini işgal etti. onların elinden aldı. Peki gerçek ne? Siz öğrencilerinize neyi öğretmeyi isterdiniz..."158 1997 yılında İspanya Eğitim Bakanı M. Delgado Morcira, "Kültürel Vatandaşlık ve Avrupalı Kimliğinin Yaratılması" başlıklı yazısında: "AB'nin, Avrupalı kimliğini ortaya koyuş şekli, bir resmi milliyetçilik örneğidir. Birlik, bütün kalbiyle bir süper devlet yaratmak istemektedir. Bunu gerçekleştirmek için uyguladıkları prosedürle beraber Avrupalı kimliği, 1850'lerden sonra Avrupa'da patlak veren (Rusya, Britanya İmparatorluğu, Avusturya Macaristan İmparatorluğu) milliyetçilik ve emperyalizmin tarzıyla benzerlik göstermektedir. Bu anlayışlar gibi, Avrupalı kimliğinin, milli göstermektedir. Bu anlayışlar gibi, Avrupalı kimliğinin, milli popülizm tehditlerine bir karşı tepki olması; hem alttan (işsizlik, azınlıklar gibi) hem de dıştan gelen (büyüyen göç oranı) baskıyı sindirmesi ve propaganda, militarizm, ilk öğretim, tarihin yeniden yazımı ve kimliğin inşası konularında belirleyici olması amaçlanmıştır. Bu milliyetçilik anlayışı, milli devletlerdeki ve etnik azınlıklardaki (geleneksel ve yeni) kültürel ağlarla Avrupalı kimliğinin bağlantı kurmasını zayıflatmakla kalmaz ayrıca bunlarla gelecekteki Avrupalı kimliği ve vatandaşları arasındaki 157
Tarih Öğretiminin Yeniden Yapılandırılması, 2-3 Aralık 2000 ODTÜ Kongre ve Kültür Merkezi'nde düzenlenen Atölye çalışmasının metinleri, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, Aralık 2000, İstanbul, Ss.4-5 158
Tarih Öğretiminin Yeniden Yapılandırılması, s.103.
76
ilişkiyi de göz ardı eder."159 demektedir. Tarih yazan, tarihi yapana sadık olmadıkça gerçekler ortaya çıkmaz! uyarısında bulunan Mustafa Kemal Atatürk'ün sözü doğrultusunda tarihi yok etmek isteyenlerin en önemli amacı tarihsel gerçekliği çıkarları doğrultusunda çarpıtmaktır. Gerçekten, siz, çocuklarınıza hangi 'tarih'i öğretmek istersiniz? Emperyalist amaçlarla güdümlü yapay tarihi mi? Türk Milli Eğitim Sistemi AB'ye Emanet AEGEE isimli hükümet dışı örgütü AB Eğitim ve Gençlik İzlenceleri'yle hangi boyutta ilişkilendirilebilir? Ve AEGEE'nin işlevi AB Eğitim ve Gençlik İzlenceleri'nin Türkiye'de kabul edilmesi ve pilot alanda uygulama süreci içerisinde nerede başlamaktadır? Yeni dünya düzeni kurulurken emperyalist güçlerin hedefledikleri kendi ulusal çıkarları temelinde düzenlemelerdir. Eğer emperyalizmin ulusal çıkarları "demokrasi"den geçmekteyse, emperyalizm uygulama alanı ülkelerde "demokrasi"nin; emperyalizmin öngördüğü yapısal değişimde ya da dönüşümde hedeflerine ulaşabilme yolunda çözüm olarak algıladığı yaklaşım "tek boyutlu insan hakları savunuculuğu"ysa emperyalist güç "tek boyutlu insan hakları savunuculuğu"nun yanındadır. Kısaca emperyalist güçler ulusal çıkarları doğrultusunda kurumsal, yapısal, beşeri gibi insan yaşamını birinci derecede etkileyebilme konumunda bulunan ve insanların güncel yaşantılarıyla uzun erimde toplumsal örgütlenmeyi temelinden sarsabilecek tüm yapıları "düzenleme" çabası içine girmektedir. Türkiye'de de karşı-devrimin önceleyerek öngördüğü yapısal değişim öncelikle eğitimle olmaktadır. İmam hatipler pıtrak gibi çığaldığından bu yana ulusal, laik eğitim çökerken; şimdi de çağdaşlık anlayışı çerçevesinde sunulan AB'nin eğitim öğretimde ve gençlikte tasarladığı "kimlik değişim" için önü açılan programlar gündeme gelmektedir. Değişim: Kemalist devrim şehidi Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı'nın vurguladığı gibi 160 yüzeyseldir. Özle birlikte bir değişim için başkalaşma terimi kullanılmaktadır. Her ne kadar iyimser biçimde "değişim" nitemini kullanıyorsak da madalyonun diğer yüzü göründüğünden çok farklıdır. AB Eğitim ve Gençlik Programları'nın Türkiye'de kabul edilmesini ve uygulamaya konulmasını sağlama yönünde lobicilik etkinlikleri düzenleyen AEGEE tam da bu açıdan önemlidir. Söz ettiğimiz gibi AB'nin programlarının Türkiye tarafından üye olmadan benimsenmesi161 ve hızlı bir biçimde "AB'ye uyum süreci" doğrultulu bir düzenleme olarak kendini göstermesi düşündürücüdür. Düşündürücüdür, çünkü AB'ye üye olmadan Gümrük Birliği'ni kabul eden Türkiye'nin gümrüklerdeki çelişkisi iç ve dış pazarda Türkiye zararına işlediği gerçeği gözeltildiğinde; eğitim gibi gençlik gibi birinci derecede yaşamsal öneme sahip konularda gümrüklerdeki çelişkiyi yaşamak, zararın ülke insanı üzerine yansımasını doğurur ki bu da Cumhuriyet'i omuzlarında taşıyacak ve onu yüceltecek Türk gençliğinin uzun dönemde yitirilmesi demektir. "Üniversite öğreniminde nasıl bir 'Avrupa alanı' yaratılmalıdır ki, Avrupa kültürünün olağanüstü düzeyine ve bilimsel konulardaki zengin 159 160
Aydilge Sarp, Avrupa Birliği Kültür Politikaları, www.eurozine.com, 20.10.2005, Ss.3-4. Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, Ben Demokrat Değilim, 4. Baskı, Kasım 1999, İmge Yayınları
161
AB Eğitim ve Gençlik Programları kapsamında vurgulanan bir terim-çifti söz konusudur: "Avrupa boyutu". Avrupa boyutu salt üye devletlerce değil, birliğe üye olmayan devletlerce de programların kabulünü öngören anlayışı içermektedir. Aynı "zaferi" Türkiye ikinci kez yaşayacak: Gümrük Birliği üyeliğiyle "zafer" ilan eden "media" bu süreci de "zafer" olarak niteleyecek ancak. Türkiye için, ulusal eğitim için, Kemalist eğitim öğretim seçeneği için, Türk gençliği için... çok geç olacak.
77
geleneğine yakışır bir çekicilikten bütün dünyada genç beyinlerin ilgi odağı olsun!"162 felsefesiyle yola çıkan Avrupa Birliği bugünkü yaşlı ve sorunlu nüfusunun gelecek için tasarlanan: "Avrupa Birleşik Devletleri" önünde en büyük engel olacağını biliyordu. "AB üyesi devletler, Avrupa'nın geleceğini değişim, mobilite (hareketlilik) ve dolaşım serbestisine bağlı olarak değerlendirmeleri nedeniyle diğer üye ülkelerin eğitim sistemleri konusunda bilgi sahibi olmaya önem vermektedirler. Avrupa Birliği içinde bilgi, deneyim ve yeniliklerin değişimi, karar mekanizmalarının daha sağlıklı kararlar almasına yardımcı olacağı gibi eğitim alanındaki işbirliği, Avrupa Boyutunun uzlaşma içinde gerçekleşmesine katkıda bulunacaktır. Bu alanda AB'nin bütün etkinlik programları, üye ülkeler ve Komisyon'dan gelen üst düzey yetkililerin oluşturduğu 'Eğitim Komitesi' tarafından, Topluluk seviyesinde koordine edilmektedir. Eğitim Komitesi'yse Bakanlık Konseyi'nce yönlendirilmektedir. Ayrıca, AB Komisyonu'na bağlı 'İnsan Kaynakları, Eğitim, Öğretim ve Gençlik Görev Gücü' eğitim alanında önemli görevler üstlenmiştir. Comett, erasmus, Lingua, Tempus, Petra, Eurotecnet, Force, Iris, Youth, Eurydice ve Arion izlenceleri, Maastricht Antlaşması öncesinde, Topluluk düzeyinde uygulanan eğitime yönelik başlıca topluluk programlarıdır."163 "Avrupa boyutu" söylemiyle: AB içinde uygulanan eğitim ve gençlik programlarının salt AB'yle sınırlı kalmaması ve "AB'ye aday merkezi ve Doğu Avrupa ülkelerinin katılımına açık olan tüm Topluluk programları" bağlamında katılımın gerçekleştirilebileceğini içermektedir. Bu doğrultuda "Türkiye Cumhuriyeti ile Avrupa Topluluğu Arasında Türkiye Cumhuriyeti'nin Topluluk Programlarına Katılmasının Genel İlkeleri Hakkında"ki "Çerçeve Anlaşma"sı: "5 Mart 1995 tarihli Türkiye-AB Ortaklık Konseyi İlke Kararı, Türkiye-AB işbirliğinin kapsamını genişletmek amacıyla, Türkiye'nin belirli Topluluk programlarına muhtemel katılımı da dahil olmak üzere, çeşitli alanlarda girişimler başlatılmasını öngörmüştür."164 1989 Kalkınma Planında yer aldığı biçimiyle Türk Eğitim sisteminin Avrupa Topluluğunun eğitim sistemleri ve standartlarına uygun olarak yeniden düzenlenmesi çalışmalarına ilişkin bir hüküm165 koyan Türkiye Cumhuriyeti devleti: "Avrupa boyutu" kapsamında AB'nin programlarına; "AB bütçesine mali katkıda bulunma" koşulunu ve Türkiye'nin göndereceği temsilcilerin ancak Türkiye'nin mali katkıda bulunacağı programları izlemekle sorumlu yürütme komitelerine, Türkiye'yi ilgilendiren konularda ve gözlemci 162
Deniz Ilgaz, Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi, Marmara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Enstitüsü, Ilgaz'ın makalesi için internet adresi: http://www.egitim.aku.edu.tr/ilgaz.doc 163
Yrd. Doç. Dr. adil Karaman, Cumhuriyet Üniversitesi İ.İ.B.F.Ç.E.E.i Bölümü Anabilim Dalı Öğretim Üyesi, Maastricht Sonrası AB Eğitim ve Gençlik Programları, Çimento İşveren Dergisi, Mart 2000, Sayı: 2, Cilt: 14, s.16 164
Türkiye Cumhuriyeti Resmi Gazete, 1 Eylül 2002/24863, Anlaşma Kabul Tarihi: 22 temmuz 2002. İlgili anlaşmanın maddeleri şöyledir: "Madde 1. Türkiye, AB'ye aday Merkezi ve Doğu Avrupa Ülkelerinin katılımına açık olan tüm Topluluk programlarına, bu programların kabulüne dair hükümlere uygun olarak katılabilir. Madde 2. Türkiye, katıldığı belirli programlara uygun olarak Avrupa Birliği bütçesine mali katkıda bulunur. Madde 3. Türkiye'nin temsilcileri, Türkiye'nin mali katkıda bulunacağı programları izlemekle sorumlu yürütme komitelerine, Türkiye'yi ilgilendiren konularda ve gözlemci statüsünde katılabilecektir. Madde 4. Türkiye'den katılımcılar tarafından sunulacak proje ve girişimler, ilgili programlar için Üye Ülkelere uygulamalarla mümkün olduğunca aynı koşul, kural ve usullere tabi olacaktır. Madde 5. Türkiye'nin her bir programa katılımıyla ilgili olarak ödenecek mali katkı payını da içeren özel hüküm ve şartlar, Topluluk adına hareket eden Avrupa Komisyonu ile Türkiye'nin yetkili makamları arasında yapılan anlaşma ile belirlenecektir. Katılım öncesi strateji çerçevesinde Türkiye'ye yönelik yardımlara ve özellikle bir Katılım Ortaklığı oluşturulmasına ilişkin 26 Şubat 2001 tarih ve 390/2001 sayılı Konsey Yönetmeliği temelinde, Avrupa-Akdeniz ortaklığı çerçevesinde ekonomik ve sosyal yapıların reformuna eşlik eden mali ve teknik tedbirler (MEDA) hakkında 23 Temmuz 1996 tarih ve (EC) 1488/96 sayılı Konsey Tüzüğüne veya Türkiye'deki ekonomik ve sosyal gelişmeyi teşvik etmeye yönelik tedbirlerin uygulanmasına ilişkin 22 Ocak 2001 tarih ve (EC) 257/2001 sayılı Konsey Tüzüğüne veya Türkiye'ye Topluluk dış yardımı sağlamak üzere gelecekte kabul edilebilecek benzer bir Tüzüğe ugyun olarak. Türkiye'nin Topluluk dış yardımı için başvuruda bulunması durumunda, söz konusu Topluluk yardımının Türkiye tarafından kullanılmasına ilişkin koşullar bir Mali Muhtıra ile belirlenir. Madde 6. Anlaşma süresiz olarak uygulanacaktır. Taraflardan birinin 6 ay önceden yazılı bildirimde bulunması koşuluyla, Anlaşma feshedilebilir..." 165
Uğur Kılınç, "Türkiye-Avrupa Toplulukları İlişkilerinde Ekonomik, Sosyal ve Siyasi Gelişmeler (1983-1988)", Türkiye Cumhuriyeti Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 1989, s. 113.
78
statüsünde katılabilme koşulunu da imzalayarak kabul etmiştir. AB'nin programlarına "olası" katılımına ilişkin "Çerçeve Anlaşması" sonrası: "... Avrupa Birliği Eğitim ve Gençlik Programlarından yararlanabilmesi amacına yönelik olarak, Ulusal Ajans görevini yerine getirilmesi öngörülen Avrupa Birliği Eğitim ve Gençlik Programları Daire Başkanlığı 15.01.2002 tarih ve 2002/3547 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanması ile kurulmuş ve Avrupa Komisyonu Eğitim ve Kültür Genel Müdürlüğü ile işbirliği içerisinde, ülkemizin Genel Eğitim (Socrates), Mesleki Eğitim (Leonardo Da Vinci) ve Gençlik (Youth) programlarına 2004 yılından itibaren tam katılımını sağlayabilmesi için gerekli Hazırlık Tedbirleri dönemiyle ilgili sözleşmeler 23 Aralık 2002 tarihinde ülkemiz, 27 Aralık 2002 tarihinde de Avrupa komisyonu tarafından imzalanarak yürürlüğe girmiş bulunmaktadır."166 AB Eğitim ve Gençlik programları olarak isimlendirilen Socrates (genel eğitim), Leonarda da Vinci (mesleki Eğitim) ve Youth (gençlik) programlarını Türkiye'de duyurmak, bu programlara katılım çalışmalarını yürütmek, eşgüdümlemek (koordinasyon), izlemek ve Avrupa Komiyonu'na rapor sunmak, Komisyon ile gerekli görüşmeleri yapmak ve uygulama sözleşmelerini imzalamak görevlerini üstlenen Ulusal Ajans sözleşmelerini imzalamak görevlerini üstlenen Ulusal Ajans konumundaki Devlet Planlama Teşkilatı bünyesinde kurulan birim; Ulusal Ajans olarak belirlenirken bu sürece AEGEE'nin bakışı da önemli bir olgu olarak değerlendirilebilir. Ulusal Ajans'ın bir devlet kurumu olması "büroktarik" bir yapı üzerinde yükseldiğinden ötürü AEGEE'cileri benimsedikleri "...gençliğe uzak, büroktarik biryapıdan kaçınmanın..." gerekliliği temelinde rahatsız etmişti. Ulusal Ajans yapılanması içinde üniversite temsilcilerine, gençlere ve sivil toplum örgütlerine yer verilmemesinin tepkiye neden olması sonucu örgütlerine yer verilmemesinin tepkiye neden olması sonucu AEGEE tarafından Avrupa Birliği bu noktada bu duruma nasıl bakar, yaklaşımını geliştirdi? 167 166
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı (Avrupa Birliği Eğitim ve Gençlik Programları Dairesi Başkanlığı), Yazışma, Sayı: 56/822, Konu: AB Eğitim ve Gençlik Programları, Tarih: 24 Mart 2003, Müsteşar adına Müsteşar Yardımcısı Lütfi Elvan. AB Eğitim ve Gençlik Programları konulu Yazışmada ayrıca: "hazırlık tedbirleri döneminde, Ulusal Ajans alt yapısının oluşturulması, personel eğitimi, programları ülke genelinde tanıtacak rehberlerin eğitimi, programların tanıtım materyallerinin çevirisi, çoğaltımı, programların ülke genelinde kamu ve özel sektöre, üniversitelere, sivil toplum kuruluşlarına tanıtımı ve Ulusal Ajans web sayfasının oluşturulması gibi temel faaliyetler gerçekleştirilecektir. Bu faaliyetlerin gerçekleşmesi için, Sokrates Programının Pilot Faaliyetleri hariç olmak üzere, AB MEDA Fonundan 3.7 milyon Euro hibe temin edilmiştir. Bu miktar, Hazırlık Tedbirleri dönemi toplam bütçesinin %78'ini oluşturmaktır. Bütçenin %22'lik kısmı ise Devlet Bütçesinden karşılanacaktır. Hazırlık dönemi içerisinde Socrates Programı kapsamında bazı pilot çalışmalar da yapılacaktır. Pilot çalışmaların ayrıntıları Müsteşarlığımız Avrupa Birliği Eğitim ve Gençlik Programları Daire Başkanlığı'nın geçici web sayfasında yer almaktadır. Ülkemizin söz konusu programlardan azami faydayı sağlayabilmesi, Komisyona sunulacak kaliteli proje sayısına bağlıdır. Bu nedenle, Üniversitenize bağlı Fakülte ve Yüksekokullara, Ulusal Ajansın Avrupa Birliği Eğitim ve Gençlik Programları Dairesi Başkanlığı adı ile kurulduğu, Socrates, Leonardo da Vinci ve Youth programlarının Hazırlık Tedbirleri sözleşmelerinin ülkemiz ile AB arasında imzalanarak yürürlüğe girdiği ve 2003 yılı Kasım ayından itibaren ikili ya da çok taraflı, Avrupa boyutu olan ve yenilik içeren Proje Ön Tekliflerinin sunulmaya başlanacağı ve aşağıda verilen web sayfası adreslerinden daha ayrıntılı bilgi alabileceklerinin bildirilmesi gerekli görülmektedir; Avrupa Birliği: http://www.eu.int..." (yazışmanın bu bölümde programların internet adresleri verilmiştir) "...Üniversitenize bağlı Fakülte ve Yüksekolulların yukarıda yer alan internet adreslerinden indirecekleri, Proje Hazırlayıcılar için Herber (Guide for Project Promoters), İdari ve Mali El Kitabı (Administrative and Financial Handbook), Teklif Çağrısı (Call for Proposals), Başvuru Formları (Application Forms), dökümanları ile En İyi Uygulamalar (Best Practices) ve Proje Ortağı Arama Veri Tabanı (Partner Search Database), sayfalarını, Socrates için Başvuru Rehberi (Guidelines for Applications), Comenius, Gruntvig ve Minerva Programları Daire Başkanlığı'nın yapacağı tanıtım faaliyetlerini takip etmeleri ve mümkün olduğu kadar bu tanıtım faaliyetlerine katılmaları gerekmektedir. Diğer taraftan, ilgililerin hazırlayacakları projeler için AB üyesi ülkelerden ve aday ülkelerden de "Ortak" bulmaları bir zorunluluktur. Her proje ile ilgili olarak AB'nin sağlayabileceği yıllık tahsis miktarını ve diğer bilgileri bu dökümanlarda bulmak mümkündür." denilmektedir. 167
Berna Özşar, Eğitimde Avrupa Modeli, Milliyet Gazetesi, 14.03.2000. Milliyet'te Özşar'ın haberi şöyle: "Eğitimde Avrupa boyutunu geliştirmek, öğrenci ve öğretim üyelerinin değişimini kolaylaştırarak onlara başka ülkelerde çalışma fırsatı vermek ve eğitim kurumları arasında işbirliğini sağlamak üzere Avrupa Birliği bünyesinde başlatılan Socrates Programı'nın, Türk eğitim sistemine yeni bir soluk getirmesi bekleniyor. Anaokulu eğitiminden lisansüstü eğitime kadar uzanan geniş bir alanı kapsayan bu programa geçiş için çalışmalar başlatıldı. Değişim programını ulusal seviyede koordine edecek bir Ulusal Ajans'ın kurulması, öncelikle hedefler arasında yer alıyor. Avrupa Öğrencileri Genel Forumu (AEGEE) girişimiyle geçen hafta ODTÜ'de düzenlenen "Eğitimde Avrupa Boyutu, Socrates ve Türkiye" konulu konferansta Socrates Programı ve Türkiye'nin programdan ne şekilde yararlanabileceği tartışıldı. Konferansa AB Komisyonu Temsilciliği Başkanı Karen Fogg'un yanı sıra ODTÜ, Dışişleri Bakanlığı, DPT'den de konuşmacılar katıldı. Kurulacak Ulusal Ajans'ın bürokratik bir yapıda olacağı yönündeki sinyaller, öğrencileri rahatsız etti. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) koordinasyonunda oluşturulacak olan Socrates Ulusal Ajans'nın kuruluş çalışmalarında üniversite temsilcilerine, gençlere ve sivil toplum kuruluşlarına yer verilmesi, tepkiye neden oldu. Türkiye'nin AB eğitim programlarına kabul edilmesinde en büyük paya sahip olan AEGEE de bu oluşumumda kapsam dışı bırakıldı.
79
AB'nin çıkarlarına uygunluğu öngören bu yaklaşım AEGEE'yi "ne denli hükümet dışı" olduğu konusunda bir kez daha kanıtlamış bulunmakta değerlendirilmesi gerçeklerden uzak olmayacaktır. Avrupa Birliği'nin ABD'nin karşısına ("Avrupa Birleşik Devletleri") dünyanın ikinci büyük gücü olarak çıkmayı hedeflediği için: "AB, çeşitli programları uygulamaya koyarak yapılanmasını gerçekleştiriyor." 168 Bu doğrultuda programlar için kurulması zorunlu olan Ulusal Ajans AEGEE'nin istemlerine yanıt vermekten uzak görülüyor. AEGEE bu konuya ilişkin: "Avrupa bütünleşmesinin resmi kurumlar düzeyi ötesinde, toplum düzeyine yayılması gerektiğini savunuyor."169 AEGEE'nin tüm çabalarına karşın "toplum düzeyli" bir yapılanmadan çok toplum düzeyine NGO'lar aracılığıyla ulaşmaya eğilimli biryapıyla Ulusal Ajans DPT etkinliklerine hızlı bir biçimde başlıyor. İlkin "540 Sayılı Devlet Planlama Teşkilatı Kuruluş ve Görevleri Yapılması Hakkında Kanun"la; DPT'nin görevlerinde AB Eğitim ve Gençlik Programları temel alınarak değişiklik yapılıyor. Yapılan bu değişikli uyarınca (Ek Madde 2): "Avrupa Birliği Eğitim ve Gençlik Programlarını (izlence) Türkiye'de duyurmak; bu programlara katılım çalışmalarını yürütmek, koordine etmek, izlemek ve Avrupa Komisyonu'na rapor halinde sunmak; bu programlar hakkında Avrupa Komisyonu ile gerekli görüşmeleri yapmak ve uygulama sözleşmelerini imzalamak amacıyla tüzel kişiliği haiz, idari ve mali özerkliğe sahip, bu maddede belirtilmeyen durumlarda özel hukuk hükümlerine tabi, Devlet Planlama Teşkilatı ile ilgili olmak üzere Avrupa Birliği Eğitim ve Gençlik Merkezi Başkanlığı kurulmuştur."170 Türkiye Cumhuriyeti'nin TRT'sini dahi ele geçirip, Türkiye ve Kemalizm karşıtlarınca programlar yapılan ve devlet televizyonu aracılığıyla Türk Ulusu'nun belleğini silip, yaratmak istedikleri "yayılmacılığın işbirlikçisi" konumu üzerinde çabalarla yol açma noktasında bulunan yöneticiler nasıl devlet kurumlarına yuvalanıyorlarsa; devletin DPT'si de: "Türkiye Cumhuriyeti ile Avrupa Topluluğu Arasında İmzalanan, Türkiye Cumhuriyeti'nin Topluluk Programlarına Katılmasının Genel İlkeleri Hakkında Çerçeve Anlaşması'nın Onaylanması Hakkında Karar"la başlayıp; "540 Sayılı Devlet Planlama Teşkilatı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun"la ve 15 Nisan 2004'te DPT Eğitim ve Gençlik Programları Merkezi Başkanı Nuri Birtek'in Brüksel'de AB yetkilileriyle mutabakat zaptı171 imzalamasıyla sürdürülen yasal alt yapıyla AB için, AB Konuyla ilgili eleştirileri yanıtlayan DPT temsilcisi Nuray Tanrıtanır, kendisine iletilen kaygıları ilk genel kurul toplantısında dile getireceğini söyledi. Gözlemcilerse çalışmaların demokratik değil, bürokratik bir yapıda sürdürüldüğüne işaret ettiler ve bunun Avrupa'da tepkiyle karşılanacağını belirttiler. Yıl sonunda yürürlüğe girecek olan Socrates Programı, her yıl Avrupa ülkeleri arasında yüz binlerce öğrencinin değişimini öngörüyor. Türkiye de aday ülke olarak bu kapsama alındığı için, değişim programlarından yararlanabilecek." 168
AB'nin Eğitim Fonları Türkiye'ye Akacak, alıntılanan http://www.ekstrahaber.com/Egitim/HaberDetay.asp?haber_ID=2315 169
haber
için
"Ekstra
Haber"
internet
adresi:
Emine Uşaklıgil, internet: http:/www.ntvmsnbc.com/news/36182.asp?cp1=1
170
Türkiye Cumhuriyeti Resmi Gazete, "540 Sayılı Devlet Planlama Teşkilatı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun", Sayı: 25191, Kanun No. 4968, Kabul Tarihi: 31.07.2003 171
Cumhuriyet Gazetesi, 23.04.2004, s.8, Cumhuriyet'in ilgili haberi şöyle: "AB'den tam üyelik için müzakere tarihi beklentisinde olan Türkiye, birliğe üye olmadanbirliğin gençlik ve eğitim programlarına üye statüsünde katılma hakkı elde etti. DPT Eğitim ve Gençlik Programı Merkezi Başkanı Nuri Birtek, 15 Nisan 2004'te Brüksel'de AB yetkilileriyle birmutabakat zaptı imzaladı. Yürürlüğe girmesi için Bakanlar Kurulu'nda imzaya açılan protokol, yılda 2 bin 500 öğrencinin AB'deki eğitim kurumlarına gönderilmesini, 300 Türk akademisyenin de AB üniversitelerinde eğitim vermesini öngörüyor. Türkiye, hazırlıklarını AB fonlarıyla 15 aydır yaptığı Sokrates Genel Eğitim Programı, Leonardo da Vinci Mesleki Eğitim Programı ve Erasmus Yüksek Öğretim Programı'na katılan 31. ülke oldu. Türkiye'deki öğrencilerin bu programlara katılabilmeleri için akademik başarı ortalamalarını yüksek tutmaları ve yabancı dil düzeylerini geliştirmeleri isteniyor..." Haberin YÖK'le ilgili bölümünde şunlar yazılmış: "YÖK de üniversitelerin AB eğitim programlarında yer alabilmesi için yönlendirme ve bilgi işlemlerini gerçekleştirecek bir birim kurdu. YÖK bünyesinde, "AB ve Uluslararası" adı altında kurulan birim, AB'deki tüm gelişmeleri yakından izleyecek. Üniversiteler ve ilgili kuruluşlardan gelen soruları yanıtlayacak birim, Türkiye'nin yer almadığı eğitim
80
uğruna çalışan birimler oluşturulma noktasında bünyesinde değişiklikleri "sorgulamazsızın" kabul etmiştir. 3 Ekim 2005'te kabul edilen Türkiye için Müzakere Çerçeve Belgesi'nde "Müzakerelerin Kuralları" bölümü altında, madde 2 şöyleydi: "...eğer Türkiye'nin tam üyelik yükümlülüklerini tamamen üstlenecek konumda olmadığını ortaya koyarsa, Türkiye'nin mümkün olan en güçlü bağla Avrupa yapılarına bağlanması sağlanmalıdır." 172 Bu madde sömürge ülkelerine uygulanabilecek bir metinde ancak yeralabilir. Bu kapsamda eğer Türkiye, örneğin AB Eğitim ve gençlik programlarına katılımda isteksizlik, ulusal iradenin gösterilebilmesi sonucu kabul etmeme söz konusu olursa dahi AB Türkiye'yi en güçlü bağlarla kendisine bağlayacaktır. "540 Sayılı Devlet Planlama Teşkilatı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Tasarısı"nın sadece tek maddeyle gündeme gelmiş olması, TBMM'de görüşmelerde hukuka aykırılık konusunu CHP Milletvekili Kemal Kılıçdaroğlu dile getirmişti: "..eğer yeni bir teşkilat kuruyorsak, kuracağımız bu teşkilatın görevleri, idari ve mali açıdan özerk olduğu, personelin statüsü, personelin nasıl alınacağı, gelirlerinin nasıl harcanacağı eğer tek bir maddede işlenecekse... biz geçen gün, burada Sosyal Sigortalar Kurumu Yasa Tasarısını görüştük, BAĞ-Kur Yasa tasarısı'nı görüştük, niye onlarda ayrı ayrı maddeler yaptık da burada tek madde yapıyoruz? Başbakanlığın yayımladığı kanun yapma tekniğiyle ilgili bir genelge var. Bu tasarı, Başbakanlığın bu genelgesine de aykırı. Şimdi, eğer biz, yeni kurulacak bir teşkilatı tek bir maddeyle düzenleyip parlamentoya getirirsek, bunun bir tek yolu var. AKP yeter sayısı yoktur, parlamentoda uzun tartışmalara yol açar, o nedenle, biz, tamamını birmadde halinde düzenleyelim ve parlamentodan geçirelim... Bu yasada bir değişiklik öngörüldüğü taktirde ne denilecek, 1'inci maddenin falan paragrafı, 1'inci maddenin falan paragrafı diye değişiklikler gelecek. Yasa yapma tekniğine hukuka aykırı bir düzenleme."173 Ama nitekim AKP'nin oy çokluğuyla tasarı yasalaşıyor. DPT bünyesinde kurulan Ulusal Ajans'ın hazırlık dönemi çalışmalarını DPT'nin yayınlamış olduğu Basın Duyurusu'ndan174 öz biçimde okuyalım: "Türkiye, AB bütünleşmesinin en önemli araçlarından olan Eğitim ve Gençlik Programlarına katılmaya hazırlanıyor. Programlara katılım öncesinde uygulanacak hazırlık önlemlerine ilişkin anlaşmalar Türkiye ve AB Komisyonu'nca imzalanarak 27 Aralık 2002 tarihinde yürürlüğe girdi. AB ülkeleri yanında, EFTA/EEA üyesi ülkeler ve aday ülkelerin de içinde bulunduğu toplam 30 ülke halen uygulanan programlarda yer almaktadır. Türkiye'nin 2004 yılı başından itibaren 31. üye olarak programlara entegrasyonu planlanıyor. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) bünyesinde Ocak 2002'de kurulan Ulusal Ajans (National Agency) 2003 yılı süresince hazırlık önlemlerinin uygulanmasını koordine edecektir. Varılan anlaşmaya göre, ulusal Ajans tarafından hazırlanan ve AB Komisyonu yetkilileriyle görüşülecek Aralık 2002'de nihai haline getirilen iş programları ve bütçelere dayalı olarak bir dizi hazırlık çalışmasının yürütülmesi planlanıyor. Bu çerçevede, ülke içinde programların koordinasyonundan ve aynı zamanda hazırlık çalışmalarının yürütülmesinden sorumlu olacak Ulusal Ajans alt yapısının kurulması ve geliştirilmesi, programların ülke genelinde bütün bölgeler itibariyle tanıtımının yapılması, programlarını da inceleyecek." Ayrıca Mutabakat Zaptı Resmi Gazetenin, 8 Mayıs 2004 tarih ve 25456 sayılı sayısında yayımlanmıştır. 172 173
Cumhuriyet, 05.10.2005, s.9. TBMM Tutanak Dergisi, 114. Birleşim, Dönem: 22, Cilt: 25, Yasama Yılı: 1, 31.07.2003.
174
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı, "AB Eğitim ve Gençlik Dünyasına İlk Adım" isimli Basın Duyurusu, 9 Ocak 2003
81
ilgili kurumlardan koordinatör konumunda yetkililerin eğitimi ve bazı alanlarda pilot uygulamalar yapılması bekleniyor. Hazırlık çalışmalarına koşut olarak, Kasım 2003 tarihi itibariyle, Türkiye AB Komisyonu'na 2004 yılında değerlendirmeye alınacak ortak projeler için Ulusal Ajans aracılığıyla ön öneri sunma hakkına sahip olacaktır. Hazırlık etkinlikleri için 6 milyon Euro civarında bir bütçe tahsis edilmiş bulunuyor ve bu miktarın yüzde 78'lik kısmının AB Komisyonu tarafından verilecek hibeyle finanse edilmesi öngörülüyor." AB Eğitim ve Gençlik Programları için ayrılan 6 milyon Euro'luk parasal alt yapının %78'lik kısmının hibe yoluyla AB Komisyonunca, %22'lik kısmının da Türkiye tarafından karşılanması sonucu hem parasal yükü açısından hem de bu parasal yükün dış borç yüküne yansıması açısından ağır olumsuzluklara neden olacaktır. Türk eğitiminde; Baş Öğretmen Mustafa Kemal Atatürk isminin yerini Socrates almış, Hasan Âli Yücel isminin yerini Erasmus almış ve Türk Kültürü yerine yapay "Avrupalılık" iliştirilmiş, dahası Kemalist Eğitim politikaları yerine karşı - devrimci, güdümlü eğitim politikaları yeğlenmiştir. Yapay Kimlik Avrupalılık AB Eğitim ve Gençlik Programlarıyla ulaşılmak istenen ve Avrupa'nın "yapaylık" üzerine yeniden üretilmesi sürecini işaretlerini barındıran "Avrupalılık" kavramıyla ulaşılmak istenen ve Avrupalılığın ortaya çıkışını oluşturan temel nedenler, toplumsal bir süreç midir, Avrupa'nın jeopolitik ve jeostratejik üstünlük arayışları mıdır, bölgesel yapılanması sürecinde dünyaya meydan okumanın anahtar kavramı mıdır, Türkiye'de Türklüğün yerine geçirilmek istenen ve dolayısıyla etnik, dinsel, dilsel azınlıklar yaratmanın bir ifadesi midir? Tüm soruların yanıtlarını aramaya çalışacağım metnin sonunda umuyorum her şey berrak biçimde su yüzüne çıkacaktır. Kimi düşünürlere göre; tartışma, gelecek ve köken çevreninde dönüyor. Ya gelecek ya köken gibi bir yoğun kesin ayrım zamanı sıkıştırıyor, ulusların bağımsızlığını engelliyor. ulusun, kendisine dayatılan ulus üstü unsura tepkisi; yine ulusun kendi değerleri ekseninde yanıt niteliğiyle kendini gösteriyor. Avrupa için (köken ve gelecek açısından) Avrupalılık sorun olmayabilir gibi görünse de gerçek hiç de böyle değil. "... Avrupa'nın siyasi egemenliği parçalanmaya başlıyor: uluslar onun uyguralığını özümsemeye başladılar. ama Avrupalılaşma sürecine böylesine etkin olarak girmeleriyle, aynı zamanda onların tarihsel kültürü de, içinden bir daha asla eski biçimiyle çıkmayacağı bir değişim akımının içine çekilecek. yani Avrupalılaşma, Avrupa dışı ulusların kök salmış yaşam biçimlerinden çözüldükleri, toplumsal üretimin, kültür ve eğitimin, devlet - toplum örgütlenmesinin Avrupa'da geliştirilmiş biçimlerini kabul ettikleri ve bunları kendiliklerinden ve etkin olarakbenimsedikleri süreçtir."175 Kısaca "Avrupalılık" kendi dışındaki ulusal değerleri imbiğinden geçiriyor ve uluslara bir üst kimlik niteliğinde dayatılıyor. Ancak bu sorun salt Avrupa dışı uluslar için değil, Avrupa için de bir sorun olma niteliğiyle var oluşunu sürdürüyor. Belki de bugün, Avrupalılık; toplumsal, siyasal, kültürel ve eğitsel açılardan, bölgesel yapılanma düzeyine erişmiş Avrupa için en büyük sorun olarak gündeme gelmeye başlıyor. Bu süreçte Avrupa'nın çözüm bulma noktasında sıkıntılar yaşadığı da bir gerçek. ulusal yapılar, üst kimlik Avrupalılığı özümseyemiyor ve Avrupalılık kimliğinin dayatılmasından da hoşlanmıyor. Kimi düşünürler de Avrupa'nın kültür, toplum, eğitim ve bir çok değer üzerinde 175
Joachim Ritter, Avrupa'nın Sorunu Olarak Avrupalılaşma, Felsefe Yazıları Ansiklopedisi: 2, AFA Yayınları: 283, Ekim 1994, Ss. 38-39.
82
Avrupalılığın ruhsal (tinsel) bir bileşim olduğu savını ileri sürüyor: "Avrupa'nın tinsel Gestalt'ı (biçim) nasıl belirlenmektedir? Yani, coğrafi olmayan ve harita olarak görülmeyen, burada bölgesel olarak birlikte yaşayan insanların Avrupa insanlığı olarak sınırlanmadığı bir Avrupa. İngiliz sömürgeleri, Birleşik Devletler vb, tinsel anlamda besbelli Avrupa'nın parçasıdır, ama Eskimolar ya da yıllık canlı hayvan pazarındaki Kızılderililer ya da Avrupa'da durmadan oradan oraya göçen Çingeneler değil. Burada Avrupa başlığı altında tinsel bir yaşamın, eylemin, yaratmanın bütünlüğü açıkça görülüyor: Tüm amaçlar, ilgili, kaygılar ve çabalarla, amaçların ürünleriyle, kurumlarla, örgütlerle. İçinde, basamak basamak çeşitli topluluklardan, ailelerden, soylardan, uluslardan gelme tek tek insanlar eylem halinde, hepsinin arasında tinsel bağlar var ve tinsel bir biçimin bütünlüğü içindeler. Bununla kişilere, gruplara ve onların tüm kültür üretimlerine hepsini birbirine bağlayan bir özellik yüklenmiş olmalı."176 sorgulaması kültürü, eğitimi, toplumsallığı önceleyen önemden bağımsızlaştırmıyor, gerçeği. “Soğuk savaş sonrasında imzalanan işbirliği anlaşmalarının bir çoğunda vurgulanan hedefin sadece Avrupa'nın sınırlarını korumakla sınırlı kalmadığı, aşama aşama topyekûn bir Avrupa kimliğine doğru gidiş bir Avrupalılık bilincinin yaratılmaya çalışılması olduğu görülecektir. Soğuk savaş sonrasında Avrupalılık bilincini doğuran ortak değerlerden ulaşılan fikir birliği bir ulus üstü kurum olarak AB'nin gücünü artırmıştır. 1991 Maastricht Anlaşması, 1993 yılında üzerinde mutabakata varılan Kopenhag kriterleri, 1997 Amsterdam Anlaşması gibi bazı önemli belgeler bu dönüşüme şahitlik etmektedirler. Halihazırdaki haliyle Avrupa Birliği üye ülkelerin çıkarlarını maksimize eden devletlerarası bir organizasyon özelliklerini sahip olmasının yanı sıra günden güne artan ekonomik karşı bağımlılığı, ortak para birimi, Avrupa Komisyonu'nun günden güne artan ekonomik etkisiyle ulus üstü bir hükümet etme tarzını da içinde barındıran bir örgüt"177 olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak temel soruna ilişkin bir görüş Huntington'dan geliyor. “Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliği, Hıristiyan mirası nedeniyle Avrupa kimliğinin bozulması anlamına gelir mi, burada laik bir ülke söz konusu olsa bile? Yanıt: her halükârda Avrupa kimliğini değiştirir. Eğer Avrupalılar kimliklerini kültürel ve tarihi bakımdan değil de daha geniş anlamda örneğin toplumsal ve siyasi bakımda tanımlamak istiyorlarsa o zaman mesele olmaz. Fakat Avrupa o zaman, tarihi bakımdan sahip olduğu anlamını kaybedecekitir."178 “Söz konusu olan Avrupa'nın tanımlanmasındaki güçlüktür. Avrupa dini, siyasi, ekonomik, toplumsal, tarihi olarak hangi açıdan ve hangi zeminde yükselecektir? Görünüşe göre Avrupa devletleri derinleşme yönünde her alanda güçlü ittifaklarla çok boyutlu biçimde büyümekte. Büyümekte, genişlememektedir. Yeni üyelerin katılımıyla anlamını bulan "genişleme", büyümenin içindedir. Ancak AB'nin çıkar yolu ve görünürdeki hedefi de büyümedir! 21. yüzyılda Avrupa'nın geleceğinin ne olacağı. Kimliğimizin ne olduğunun bilincinde olmamız gerektiğine inanıyorum. Ancak dünyanın değiştiğini, 21. yüzyılın bize yeni olanaklar sunduğunu, çok kültürlü ve çok uluslu yapıdan oluşan yeni bir karışım içerisinde yaşadığımızı da bilmeliyiz.. ancak çok ulusluluk, çok dinlilik ve çok kültürlülük 21. yüzyıl Avrupa'sının özellikleridir."179 Diyen Polonya Cumhurbaşkanı Alexander 176
Edmund Husserl, Avrupa İnsanlığının Krizi ve Felsefe, Cogito, Sayı: 39, 2004, Ss. 56-57.
177
Ramazan Kılınç, Avrupa Yolunda Türkiye ve Bulgaristan, 27-28 Temmuz 2002 tarihlerinde, Bulgaristan-Sofya'da düzenlenen konferansta sunulan tebliğ. 178 179
Emre Kongar, Huntington, İslam ve Türkiye, Cumhuriyet, 07.11.2005 Alexander Kwasnievski, AB'nin Sınırları Coğrafi Değildir, Franffurter Allgemeine, 02.09.2005, Radikal, 05.09.2005.
83
Kwasnievski kuşkusuz Avrupa'nın gerçekten de bu değerler üzerine kurulu olduğunu ama en çok da ulus devlet yapısını koruyan ve sağlamlaştırarak ileriye bakan bir yapı olduğunu vurgulayan kavramlar kullanıyor. Avrupa'da, ortak tarih yapılması taahhüdü altına girmeksizin, Avrupalı kimliklerin düzenlenebileceğini düşünmek mümkündür. Şimdiki birçok Avrupalı söylemin niçin milliyetçilik modu üzerine döndüğünü anlamak kolaydır... “Tarihi, Avrupa kimlik oluşumundan çıkartmak ve entegrasyon yoluna dahil etmek mümkündür. Bunlar arasında, milli kimliklerin ilerletilmesi olarak bilinen dışlayıcı tarz açık biçimde hakimdir. Bunun nedeni, her bir aday ülkenin, tarihi deneyim ve milliyetçiliğin sürekli zorlamasının hakim olduğu kimlik oluşum mantığına birkaç kez yakalanmalarından dolayı olabilir."180 Ulus devlet yapısı düzeninin, aşılmasının güçlerini ve ne denli sert bir küreselleşme yaşanırsa yaşansın; ulus devletin vazgeçilemez bir yapı olduğunu bildiği içindir ki AB, 21. yüzyılın çok uluslu kavramı içinde barınmaktadır. Ancak Avrupa'yı en çok yıpratan da yine küreselleşme boyutudur: "21. yüzyılın başında Avrupa'yı pembe rüyasından uyandıran ve Avrupalıyı geleceğinden endişe eden, karamsar bir ruh haline sokan en önemli etken küreselleşme oldu. Rekabet gücü zayıflayan, araştırma-geliştirme ve eğitim uygulamaları eskiyen, bilim ve teknoloji için çok zor fon ayırabilen, sınırları içindeki işsiz sayısı 90 milyona çıkan, önlem alınmazsa 2030 yılında enerjide dışa bağımlılığı %70'e çıkacak olan ve Ortak Dış ve Güvenlik Politikası'nı bir türlü etkinleştiremeyen AB, "küresel güç" yarışında geride kaldığı gibi küreselleşmenin ağır yükünün altında da bunalmaya başladı."181 Dönemin İspanya Başbakanı Felipe Gonzelez şunları söylemişti: "kendi kaderini tayin hakkının ilke olarak yalnızca uluslararası düzeyde ele alınıp karara bağlanmasından yanayım. Aksi taktirde, parçalanmanın sonu gelmez ve bu Avrupa için çok tehlikeli bir durum yaratır. Avrupa'da sınırların sürekli değiştiği bir sürece girmek, çok büyük risklerle dolu bir döneme girmek demektir."182 Gonzelez, yeni güdümlü devletlere gebe iç savaş çerçevesinde söylemekteydi bunları. Ancak Avrupa'nın, kendi deyimiyle, "entegrasyonu sağlayamadığı" yerlerde ne denli endişeli olduğunu gösteren bir örnek olması açısından değerlendirmeye değerdir. Ardından, 1974-1986 arası Birleşmiş Milletler Genel Sekreter Yardımcısı olan Brian Urquhart şunları dile getiriyordu: "ulus devletin modası henüz geçmedi ama kuşkusuz geçmeye başladı, etnik ayaklanmalar onu alttan aşındırıyor; karşılıklı bağımlılık ve yeni sorumluluk biçimleriyse üstten."183 Türkiye söz konusu olduğunda, açıktan destek verdiği bölücülerin, irticai faaliyetler içinde olanların ve teröristlerin hamiliğini yapan Avrupa, kendi bölgesel yapılanması söz konusu olduğunda "ulus devlet" yapısından başkaca bir yapıyı dile getirmiyor. Avrupa Uluslarının Ulus Devlet Seçeneği "2000 yılının baharında, Avrupa Birliği'ne üye ülkelerde, çok geniş bir kamuoyu araştırması yapıldı. Bu araştırmada sorulan soru şuydu: "Kimliğinizi nasıl tanımlıyorsunuz, kendinizi ne kadar Avrupalı görüyorsunuz?"184 alınan yanıtların sonuçları: Avrapa halkının 180
Iver B. Neumann, Avrupa Kimliği, AB Genişlemesi ve Entegrasyon Dışlaması Bağıntısı, Avrasya Dosyası, Avrupa Birliği Özel Sayısı, Cilt: 5, Sayı: 4, s. 17 181
Cemile Akça Ataç, Tartışmalar ve Ayrılıklar Gölgesinde Avrupa Günü Küreselleşme AB'nin Temellerini Sarsıyor, Cumhuriyet Strateji, 8 Mayıs 2006, Yıl: 2, Sayı: 97. 182 183 184
Felipe Gonzelez, Kendi Kaderini Tayin hakkının Sınırları, NPQ Türkiye, Cilt. 1-3, Kış 1992, s. 24. Brian Urquhart, Ulusal Egemenliğin Sınırları, NPQ Türkiye, Cilt:-1-3, Kış 1992, s. 29. Yılmaz Dikbaş, Ulusal Kimlik, Müdafaa-i Hukuk, Eylül 2003, Sayı: 61, s. 17.
84
yarısından fazlası, yalnız ulusal kimliğiyle tanınmak istenmektedir. Önce ulusal kimliğiyle, daha sonra Avrupalı olarak tanınmak isteyenlerin oranı yüzde 26-40 arasında değişmektedir. Önce Avrupalı olduğunu söyleyip, ulusal kimliğini ikinci sıraya indirenlerin oranıysa yüzde 319 arasında değişmektedir. Ulusal kimliğinden hiç söz etmeyip, kendisini yalnız Avrupalı olarak tanımlayanların oranıysa sadece yüzde 1-6 arasındadır, Avrupa halkının ezici çoğunluğu, yüzde 79-93 arası, ulusal kimliklerine sıkı sıkıya bağlıdırlar, ortak dil ve ekine sahip oldukları halde, Avrupa halkının sadece yüzde 1-6 arası kendisini sadece Avrupalı olarak tanımlamaktadır, bu sonuçlar; Türkiye'de uzun süredir bazı çevrelerce kabul ettirilmeye çalışılan, "ulusal sınırlar artık kalktı", "ulus devletler yıkıldı", "ulusalcılık bitti" yollu söylemlerin doğru olmadığını kanıtlamaktadır." Avrupa için "demokratik meşruiyet sorununu" doğuran halk desteğinden yoksunluk yukarıdaki tablolarla da doğrulanmaktadır. Avrupa'da "... halk kendini Avrupa Parlamentosu ile özdeşleştirememiştir; çünkü üye devletlerin halkları sınırlı parlamenter yetkileri bulunan Avrupa Parlamentosu aracılığıyla kendi çıkarlarının temsil edileceğine inanmamaktadır."185 Avrupa Birliği bu açıdan büyük bir çıkmazın içindedir. Amsterdam anlaşmasıyla 186 birliğin yurttaşlığı yerleşmiş, her üye devletin yurttaşları, birlik yurttaşı da olmuş ve birlik yurttaşlığı ulus yurttaştığın yerini alamaz yönünde karara bağlanmıştır. Tablo da verdiğimiz istatistikler değerlendirildiğinde ulaşacağımız sonuç: Avrupa'nın bütünleşmesinde; hep Alman ülkelerinin çerçevesinde dönen bir birlik olmasının olumsuz etkisiyle hem de ulusal değerlerin üye ülkelerin yurttaşları açısından önceliğinin korunuyor olması birliği kısır bir döngü içerisinde onarımı güç sonuçlara götürmesi yönünde rahatsızlık yaratacağıdır. "1993 yılı Maastricht kararında Alman anayasa Mahkemesi "No Demos" olarak bilinen tezi çerçevesinde Avrupa halkının varlığından söz edilemeyeceğini belirtmiştir. Anayasa Mahkemesine göre, halk -demos, 'volk', bir siyasal sistemin bireyleri - objektif, organik kökenli ve sübjektif unsurları olan bir kavramdır. Sübjektif unsurlar, sadakat, yazgı birliği, kolektif kimlik ve sosyal birliktir. Bu sübjektif unsurları sağlayacak olan objektif öğelerse ortak dil, tarih, kültürel alışkanlıklar, etnik köken, din ve duyarlılıklar olarak tanımlanan etno-kültürel ölçütlerdir. Sübjektif ve objektif unsurların yanı sıra organik bir durum da söz konusudur."187 Ayrıca almanya Avrupalılık gibi bir kavramı/demosu kabul etmemektedir. "...Demos olmaksızın, Avrupa düzeyinde bir demokratikleşme olmayacaktır. Demos'u olmayan bir sistem hem olanaksızdır, hem de baskıcıdır." Meşruiyet; bir düşünce veya eylemin bir ana ilkeden veya ana sebepten hareket ederek haklılığını ispat etme arayışıdır. Bir ilk sebep arayışı olarak ideal bir düzeni, sağlam bir temellendirmeyi, aşkın bir değer veya ilkeyi ve gelecek için davranış kalıplarını, dürtülerini içeren devletin popüler bir iktidar ve kuşatıcı bir bütünlük arayışı olan meşruiyet, bir düşünce ve eylemin haklı bir kökene dayandırılıp rasyonelliğinin ispatlanması çabası olarak da değerlendirilebilir. Meşruiyet, siyasal iktidarın amaçlarını ve eylemlerinin 185
Araş. Gör. Sinem Akgül Açıkmeşe, Avrupa Birliği'nde Demokratik Meşruiyet Sorunu, Ankara Avrupa Çalışmaları dergisi, No: 4, (Bahar 2003) Ss.23-45. 186
Berna Türkdoğan, Ulus Devletler ve Avrupa Birliği, Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkilâp Tarihi Enstitüsü, Lisansüstü Eğitim, Öğretim ve Sınav Yönetmeliğinin Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Anabilim Dalı İçin Bilim Uzmanlığı Tezi, Ankara, 2001, s. 100. Berna Türkdoğan ilgili tezinin 3. ekinde: "... Avrupa birliği, üye olmadığı gerekçesiyle Türkiye ve Norveç gibi NATO üyesi ülkeleri karar mekanizmasına dahil etmek istemiyor, bu ülkelerin danışmanlığıyla yetinileceğini biltiriyor." Aynı zamanda Amsterdam Anlaşması'nın 6. Maddesi konusunda da ilk üç maddeyi aktarıyor: "1. Birlik, üye devletler için ortak olan özgürlük, demokrasi, insan haklarına saygı ve temel özgürlükler, hukuk kuralları ve ilkeleri üzerine kurulmuştur. 2. birlik, 4 Kasım 1950'de Roma'da imzalanan Avrupa Temel Özgürlük ve İnsan Haklarının Korunması Anlaşması uyarınca temel haklara saygı göstermelidir ve böylece; üye devletlerin ortak meşrû geleneklerinden topluluk hukukunca geçilmiştir. 3. Birlik, üye devletlerin ulus kimliklerine saygılı olmalıdır." 187
Araş. Gör. Sinem Akgül Açıkmeşe, a.g.e.
85
niteliklerini topluma kabul ettirme sorunudur. Bir meşruiyet kaynağı aramayan, düzenleyici ya da uygulayıcı gücünü bir yasaya bağlı kılmayan siyasi iktidar kullanılamaz, sürdürülemez. İktidar, toplumu ne adına yönettiğini söylemeden, toplumdan onay almadan meşrulaşamaz. Aynı zamanda, hiçbir toplum da saygı duyduğu otoritenin (meşru güç) beslemediği bir güç ilişkisine siyasi iktidar adı verilemeyeceği; otoritesiz gücün, yasasız uygulamanın, ilkesiz kullanımın her türlü sosyal ve siyasal düzenlemeyi olanaksız kılan bir kaosa, krize ve meşruiyet bozumuna yol açacağı gerçeği bizi toplum ve siyasal iktidar ilişkileri de meşruiyetin olmazsa olmazlığını götürür.”188 Bu açıdan AB'nin kararları halk desteğinden yoksunluk temelinde meşru olarak kabul edilemez. AB kararları meşru değildir. "Avrupa Birliği'nin yeterince demokratik olmadığı ve işleyiş yöntemlerinin karmaşıklığı nedeniyle yurttaşlardan giderek uzaklaştığı ve yurttaşlarla karar alma merkezleri arasındaki mesafenin kapatılamadığı" eleştirisini temel alan 'demokrasi açığı' kavramı, "birlik, kurumsal yapısı, yasama ve yürütme yetkilerine sahip olan AB Konseyi'yle demokratik meşruiyet olmayan Komisyon'un egemenliği altındadır. Bir başka deyişle temsili demokratik bir politik yapıya dayanmayan Birlik politikalarıyla yönlendirilmesi önemli bir demokrasi açığı sorunu oluşturmaktadır."189 Ve denilmektedir ki: "günümüzde kolektif iradeye daanmayan bir iktidarın varlığını sürdürebilmesi mümkün değildir. Totaliter rejimlerde kitllerin devlet tarafından propaganda yoluyla seferber edilmesi gibi Avrupa Birliği dahil demokrasiler de halk iradesi tarafından seferber edilmeye ihtiyaç duyarlar.. asıl sorun, siyasal demokrasi teknikleri açısından ulus devlet mekânındaki demokrasiyi Avrupa mekânına aktarma; "demokratik süreci Avrupalılaştırma" ya da "Avrupa sürecini demokratikleştirme" sorunudur."190 Avrupa halk desteğinden yoksun bir yapılanma olduğunun farkındanlığını elbette yeni farketmiyor. Dönemin Avrupa Konseyi Genel Sekreter Yardımcısı Gaetano Adınolfi Forum dergisinin 3/79 sayısında yayımlanan "Avrupa Seçim Sonuçları" başlıklı makalesinde: "Unutulmaması gereken konu, önemli olanın şu ya da bu kuruluşun kuvvetlendirdiği değil ancak hepimizin kuvvetle bağlı olduğu Avrupa'ya has "tipik bir toplum fikrini" geliştirecek dengeli ve önemli adımlar atılıp gelişmenin sağlammasıdır." yönünde yazmıştı.191 Avrupa Birliği'nde: "... ortak çıkarlar çoğu zaman ekonomiye bağlı olmakla birlikte, özünde siyasi olmuştur. Bu şekilde açıklanabilecek siyasi çıkarların, ortak şekilde tanımlanması, kabulü ve buna bağlı olarak da ulusal egemenlik sorununu topluluğun gündemine sokmuştur. Teorik olarak, ekonomik bütünleşmeyle siyasi bütünleşme arasındaki neden-sonuç ilişkisi ve soğuk savaşın sona ermesini ortaya çıkardığı konjonktürel değişim, Avrupa Topluluğu'nu siyasi birlik yönünde zorlamaktadır. Ancak topluluğun söz konusu değişime uyum gösterebilmesi için ulusal egemenlik duvarını aşması gerekmektedir."192 188
Halis Çetin, Demokratik Meşruiyet Versus Karizmatik Meşruiyet, T.C. Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Mayıs 2003, Cilt: 27, No: 1, s. 92. Çetin konuya ilişkin ayrıca şunları da söylemektedir: "modern demokrasi, meşruiyet sorununu pratik alana indirmiştir. Dinsel, geleneksel, metafiziksel ve mitsel kökenler yerine fiziki gerçeklerin belirleyiciliğinde siyasal iktidarın meşruiyetini oluşturmaya çalışmıştır. Bu bağlamda modern demokrasi, Tanrı yerine insanı, gelenek yerine kuralları, metafizik amaçlılık yerine fiziki araçlılığı, mitolojiler yerine kurumları, karizma yerine bireyi siyasal iktidarın meşruiyet kaynakları olarak ilan etmiştir." S. 93. 189
Leyla Sanlı, Avrupa Birliği ve Demokrasi Açığı, Alan Yayıncılık, 1. Baskı: Ekim 2005, s. 43.
190
Erol Manisalı ve Öğrencileri, Avrupa Birliği Çıkmaz Sokak!, Bir Millet Uyanıyor: 6, Yöneten: Attilâ İlhan, Bilgi Yayınları, 1. Basım: Kasım 2005, içinde, Engin Selçuk, Anayasasını Arayan Avrupa, Avrupa Anayasal Antlaşma Tasarısı Üzerine, s. 150. 191
Gaetano Adınolfi, "Avrupa Konseyi ve Avrupa Topluluğu", Avrupa Konseyi Dergisi, 1980/1, Ss. 16-17.
192
Çınar Özen, "Avrupa Bütünleşmesinin Temelleri ve Maastricht Antlaşması", Türkiye Cumhuriyeti Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1994, s. 115.
86
7 Şubat 1992 tarihinde Maastricht'de imzalanan ve 1 Kasım 1993'te yürürlüğe giren ve üye ülkelerin ulusal (toplumsal, kültürel, tarihsel) özelliklerini yadsımayacak bir biçimde dayanışmayı öngören "Maastricht Antlaşması"yla (Avrupa Birliği Antlaşması) Avrupa Topluluğu'ndan Avrupa Birliği'ne dönüşüm ulus devletlerin oluşturduğu bir konfederasyon yapısı içerisinde gerçekleştirilmiştir."193 Yeni üye katılımıyla sonuçlanan süreci içeren "genişleme" kavramı; Maastricht Antlaşması sonrasında geliştirilen yaklaşımlar çerçevesinde, "genişleme" ve "derinleşme" kavramları arasındaki kutuplaşmayı doğurmuştur. "Derinleşme" taraftarları, AB'nin işleyiş biçimi ve kurumların yapısı tümüyle yeniden gözden geçirilmediği sürece üyelerin sayısının arttırılmaması gerektiğini savunmaktadır. "Genişleme" taraftarlarıysa bu hedefin öncelikli olduğunu ileri sürmektedir. 194 Bu aşamada Avrupa için ileri sürülen, siyasi bütünleşme: "üye ülkelerin işbirliği alanlarının artması yoluyla daha fazla birbirine yaklaşması, bu süreç içindeki ülkeler arasında var olan sınırların giderek ortadan kalkması ve ulus devletin gücünün zayıflayarak, en son aşamada egemenliklerini ulus üstü otoriteye devretmesi olarak" tanımlanmaktadır.195 Demokrasinin temel yapı taşlarından olan ve sağlıklı bir demokrasi anlayışı temelinde yükselinmesinde belirleyici olan halkın destefi; Avrupa'da görülmemektedir. Avrupa Birliği bu açığını kapatabilmek için; birlik ismini aldığı Maastricht Antlaşması'yla düzenlemeye, açığına yasal alt yapı getirmeyle beklentileri doğrultusunda sonuçlanabileceği sanısına kapılmıştır. Maastricht Antlaşması, resmî ismiyle Avrupa Siyasi Birliği Antlaşması; Avrupa kömür ve Çelik Topluluğu'nu kuran Paris Antlaşması'nı, Avrupa Ekonomik Topluluğu'nu ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu'nu kuran Roma Antlaşmaları'nı değiştiren bir antlaşmadır. 196 Avrupa Topluluğu'nun bütünleşme sürecinde kaydedilen gelişmelerden, üye devlet yurttaşı özel kişiler, tüzel kişiler kadar yararlanamamıştır. Özellikle ekonomik bütünleşmenin çeşitli alanlarda etkinlik gösteren topluluk firmalarına sağladığı yararlar karşısında, insanların elde ettiği avantajlar çok sınırlı kalmıştır. Bu nedenle, Maastricht Antlaşması'nın Avrupa bütünleşmesiyle bu bütünleşmeye üye devlet yurttaşlarının katılımı arasında doğrudan bir bağlantı kurduğunu görüyoruz. Kurulan söz konusu bağlantı, Maastricht Antlaşması'nın II. Başlığı altında bulunan ikinci bölümde tanımlanmış "Birlik Yurttaşlığı"dır. Maastricht Antlaşması, bir üye devletin uyruğunda olan herkesin birlik yurttaşı olacağını belirtmektedir. Ve birlik yurttaşlarının sahip olduğu hakları şöyle sıralamaktadır: Bütün birlik yurttaşları, bu antlaşmada ve uygulanmasıyla ilgili olarakyapılan düzenlemelerde öngörülen sınırlamalar ve koşullar saklı kalmak kaydıyla, üye devletlerin toprakları üstünde serbestçe dolaşmak ve ikamet etmek hakkına sahiptir. (Madde 8a/1) Uyruğu olmadığı bir üye devlette ikamet eden bütün birlik yurttaşları, ikamet ettiği üye devlette ikamet eden bütün birlik yurttaşları, ikamet ettiği üye devletin uyruklarıyla aynı koşullarda yerel seçimlerde oy kullanmak ve seçilmek hakkına sahiptir. (Madde 8b/1) Maastricht Antlaşması konusunda 2 Haziran 1992'de Danimarka'nın yapmış olduğu 193
Tomris Çavdar, "Avrupa Sosyal Modeli" ve Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri "Avrupa Sosyal Modeli"nin Eğitim Politikaları Açısından Değerlendirilmesi, Bilim-Sanat-Dağıtım, Mayıs 2003, Ankara, s. 30. 194
Tomris Çavdar, a.g.e., Ss. 50-51.
195
Deniz Altınbaş Akgül, "Avrupa'nın Geleceği: Avrupa Birleşik Devletleri Federasyonu mu?", Stratejik Analiz Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 24, Nisan 2002, s. 7. 196
Çınar Özen, "Kesim 2: Maastricht Antlaşması'nın Yürürlüğe Girmesi ve Karşılaşılan Güçlükler, Alt Kesim 1: Genel Olarak Maastricht Antlaşması'nın Onayı", a.g.e., s. 85.
87
refarandumda alınan olumsuz sonuçların giderilebilmesi için çözüm yollarının tartışıldığı; 1112 Aralık 1992 tarihleri arasında İngiltere'nin Edinburgh kentinde yapılan "Edinburgh Zirvesi" sonucunda yayınlanan "Başkanlık Sonuç Belgesi"nde: "Birlik yurttaşlığının, üye devlet yurttaşlarına "ek haklar ve korumlar" verdiği, ulusal yurttaşlığın yerine geçmediği ifade edilmiştir.”197 Çözüm üretme noktasında sıkıntı yaşayan "Avrupa Birliği'nin bütünleşmesi ve genişlemesi konusundaki halk desteğinin önemli ölçüde azaldığının fark edilmesiyle, bu doğrultuda öncelikle Avrupa Komisyonu başkanının halk tarafından doğrudan seçilmesi düşünülmektedir. Diğer bir çözümse ulusal parlamentoların rolünün arttırılmasıdır. Böylece hem Avrupa halklarının AB düzeyindeki politikalarla yaklaştırılması, hem de siyasî bütünleşme, federasyon, ulus üstücülük gibi kavramlara şüphe ve endişeyle bakan İngiltere ve Danimarka gibi ülkelerin dengelenmesi ve bir ölçüde memnun edilmesi sağlanabilir."198 "Normatif meşruiyeti haiz kuruluşlar nazarı itibara alındığında bu kuruluşların her şeyden önce "halk" tarafından haklı görülmesi öncelikle bir meşruiyet kıstası olarak karşımıza çıkmaktadır... ulusal ve Avrupa devlet sistemleri arasındaki farklılaşmış siyasî süreçlerin varlıklarını devam ettirdikleri noktasından yola çıkarak "sözleşmeci meşruiyet" geleneğine bağlı kalırken; bu modelin karşısında ortak bir Avrupa demosunun ve iletişimsel bir Avrupa kamu alanını varolmasını ya da ortaya çıkmasını merkez alan analizler yer almaktadır. Günümüz siyasi fikirlerinin önemli çelişkilerinden birisini, geleneksel kuramın demokrasi fikrinin, hükümetin birbirleriyle savaşım içinde olan "seçkinciler" arasından seçilmesi fikrine indirgenmeye çalışılması teşkil etmektedir. Bununla birlikte, demokratik yönetimlerin kurumsal egemenliklerinin, toplum üzerindeki etkin güçleriyle dengelenemeyeceği inancı da geniş ölçüde kabul görmektedir... Avrpupa siyasi sistemine ait temel "meşruiyet sorunu", örneğin Avrupa kurumlarının, meşruiyetlerini, demokratik meşruiyetin kazanımı süreçlerinden -ulusal istencinden- değil;; halktan kopuk, seçkinci -teknokratik süreçlerden kazanmaya yönelmeleri noktasında biçimlenmektedir... AB'nin içinde bulunduğumuz uzak olmakla kalmamakta, önemli derecede "muğlaklık" arz etmekte; ancak her şeyden önce, demokrasinin işlerliğinin teminatı olan en temel meşruiyet kaynağından, yani ulus/halk istencinden beslenmemektedir. Zira, Avrupa Birliği antlaşması'ndan bugüne kadar meydana gelen gelişmeler ortaya koymaktadır ki, belirgin anayasal temellendirmelere sahip olmayan Avrupa Birliği'nin, doğmakta olan "devletsiz bir siyasi sistem" olarak değerlendirilmesi mümkündür. Bununla birlikte; AB; ulusal kimliğe eşdeğer bir yapılanmanın inşasını öngörmemektedir. Bu noktadan hareketle denilebilir ki, AB kurumları yeni bir Avrupa "ulusal mit"i yaratamadığı ve ulus devletin dayandığı biçimiyle bir kolektif kimliği hesaba katmadığı müddetçe ortada daima önemli bir meşruiyet açığının var olacağı aşikârdır... Jürgen Habermas'ın ağzından ifade etmek gerekirse: "ulusal sonrası bütünleşme için ele alınması gereken bütünleşme biçimi, herhangi bir Avrupa halkının alt katmanından yola çıkarak değil; tüm Avrupa'yı kapsayan, ortak siyasi bir kültür içerisinde gelişen, siyasi bir kamuoyunun iletişim örgüsüyle gerçekleşebilir; yani aynı anda, derneklerin, devlete bağlı olmayan kuruluşların, yurttaş inisiyatifi ve hareketlerinin yeraldığı sivil bir toplumun üstlendiği; ayrıca siyasi partilerin doğrudan Avrupa kuruluşlarının kararlarına yanıt verebilmesine ortam hazırlayan ve fraksiyon ittifaklığı ötesinde bir Avrupa partiler dizgesine doğru bir gelişmeyi sağlayabilecek arenalarda yer alabilen, siyasi bir kamuoyu yapılanmasını 197 198
Çınar Özen, "kesim 3: Maastricht Antlaşması'nda Öngörülen Temel Hedefler, Paragraf 2: Avrupa Vatandaşlığı", a.g.e., S. 94-100. Deniz Altınbaş Akgül, a.g.e., s. 13.
88
gerektirmektedir." Bu noktada nasıl bir yapılanma değerlendirmeleri sürerken; "... seçkinlerle halk arasındaki açıklık ve bütünleşme modeline karşı duyulan derin güvensizlik, AB'nin söz etmiş olduğumuz demokrasi ve meşruiyet sorunalrını daha da derinleştirmektedir." Bir ölçüde de olsa bu derinleşmeyi engelleme yönünde çabalar tükenmemiştir. Örneğin; Avrupa Günü 2004 kutlamalarıyla, 1 Mayıs 2004'te birliğe katılan 10 yeni ülkeyle AB'nin sınırlarının genişlemesinden dolayı çok daha büyük bir anlam kazanmış ve bu nedenle AB, 2004 yılında Avrupa Günü'nü, 'Farklılıkta Birleştik' sloganıyla kutluyor.”199 Avrupa Birliği Schuman Bildirgesi'nin 9 Mayıs 1950'de yayımlanmıştı. Avrupa Günü olarak tarihe geçen ve 1985'te yapılan AB liderleri Milano Zirvesi'nde alınan kararla, her 9 Mayıs "Avrupa Günü" olarak anılmaktaydı. Bu bildirimin üçüncü praragrafında: "Avrupa birdenbire ve tek bir plana göre oluşturulamaz. Önce fiili bir dayanışmayı yaratacak olan somut kazanımlarla kurulacaktır. Avrupa uluslarının bir araya gelmeleri, Fransa'yla Almanya arasında çok uzun süredir var olan karşıtlığın ortadan kaldırılmasını gerektirmektedir. Yapılacak her türlü girişim ilk önce bu iki ülkeyle ilgili olmalıdır."200 denilmektedir. Aynı biçimde 2001 yılının "Avrupa Diller Yılı" ve 26 Eylül'ün "Avrupa Dilleri Günü" olarak ilan edilmesi de önemlidir. Diller yılının ilan edilmesinin en büyük amaçlarından biri, yaygın olarak konuşulan dillerin öğretilmesi ve yaygınlaştırılmasından çok AB'deki farklı kültürleri, onların dillerini öğrenme yoluyla daha iyi tanıyabilmek ve bu çok dilliliğin "Birleşik Avrupa" için vazgeçilmez bir olgu olduğunu üye ülkelerin vatandaşlarına benimsetebilmektir."201 Bir başka açıdan da AB, NGO'ları da bu sürece dahil ederek Avrupalılık oluşumuna destek vermeye adeta zorlamaktadır. AB ekonomik ve Sosyal Komitesi (ESK) AB'deki sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarını ödüllendirmeye yönelik bir etkinkil düzenleme kararı alıyor. Bu kapsamda ESK tarafından belirlenen bir konu üzerine STK'ların yapacakları düşünsel çalışmaları ve somut eylemler ödüllendirilecek. ESK, 2006 yılı içinde STK'ların Avrupalı kimliğinin Avrupa'nın bütünleşmesindeki rolü ve önemi konusundaki çalışmalarını ödüllendirmeyi hedeflediğini duyuruyordu.202 Ancak Avrupa'da sivil toplum örgütlenmesi kolay oluşmuyordu. Tarihsel süreçte de bunun doğruluğu onaylanmaktaydı. Gerçekten, sivil toplumu var eden koşullar büyük ölçüde ekonomik gelişmelerde saklıdır. Ancak sivil toplumu yaratan koşullar onun güttüğü amaçlarla da ilgilidir. Devletlere karşı bireyin, özgürlüklerin, insan haklarının korunması ve siyasal iktidarın sınırlanması veya denetlenmesi gibi amaçlardır ki modern anlamda sivil toplumu yaratır. Tocqueville, toplumun bağımsız gözünün, birbirleriyle etkileşim içinde bulunan, kendi kendine örgütlenmiş ve sürekli uyanık duran birçok sivil örgütü içeren bir gözün demokratik devrimi pekiştirmek için gerekli olduğunu ısrarla" söylemektedir. "... sivil toplum, ilkesel anlamda iktidarın parçalanması ve çok merkezli bir iktidar yapısının doğması açısından önemli olduğu gibi alınan kararlarda çeşitli çıkar gruplarının temsil edilebilmesinin sağlanması açısından da işlevseldir."203 Avrupa'daki NGO örgütlenmesi de temel olarak bunu hedef almaktadır. AB'nın geleceğine 199
Güncel Haber, Sayı 34/Mayıs 2004, İlgili haberler: "Bugünkü AB'nin doğuşu kabul edilen 9 Mayıs'ın 'Avrupa Günü' olarak kutlanması kararı, 1985 yılında milano'da yapılan AB hükümet ve devlet başkanlığı zirvesinde alındı. Aradan geçen 54 yıllık sürede birlik yapısı, bugün kendisini oluşturan insanların özgürlüğüne ve kimliğine saygı duyan bir Avrupa yaratma hedefine doğru yürüyor." açıklaması yapılmaktadır. 200 201 202 203
Avrupa Birliği Schuman Bildirgesi, Avrupa Günü, 9 Mayıs 1950, AB Türkiye Temsilciliği, 9 Mayıs 2001. Gülşen Çulhaoğlu, AB ve Diller Sorunu, T.C. Çankaya Üniversitesi Gündem, Sayı: 23, Ekim 2005, s. 14. Bahadır Kaleağası, Brüksel'de Bir Hafta, 02.05.2006, 2006/17, TÜSİAD Brüksel, Ss 4-5. Meryem Koray, Avrupa Toplum Modeli Sosyal Bütünleşme Mümkün mü?, İmge Yayınları, 2. Baskı, Haziran 2005, Ss. 103 ve 107.
89
ilişkin olarak Federalistlerle, konfederalistler arasındaki derin çatlakta tastamam bu gerçek vardır. NGO'lar iktidarı parçalayarak karar sürecinde belirleyen mi olacaktır yoksa toplumsal duyarlılığın duyurulması açısından manivela işlevi mi görecektir? British American Tobacco ve Nestle gibi endürstri devlerinin faaliyetlerini götüren ve eş güdümünü sağlayan Avrupalı Sanayiciler Yuvarlak Masası gibi belli başlı çıkar gruplarının lobi çalışmaları. Brüksel'deki karar alma süreçlerini AB'ye üye ülkelerde oy kullananlardan daha çok etkiliyor. Ancak bu grup, tahminlere göre on bin profesyonel lobiciyi barındıran beş yüz endüstri lobisinden sadece bir tanesi."204 Kültürel ve sosyal açıdan birlik ruhu kazandırılmaya çalışılan AB ekonomik açıdan da küresel kapitalizmin dengeleyici bir gücü olma çabasında görünmektedir. Ancak, Avrupa'nın belli başlı özellikleri şunlardır: 'Avrupa, entergre bir iktisadi alan değildir, bu yalnızca geniş tercihler bir paardır; ne bir Avrupa üretim sistemi vardır, ne Avrupa üretim varlığı, ne Avrupa çokulusluları. Bu koşullarda ulusal üretim sisteminin kesim erozyonu Avrupa üretim sistemlerinin yeniden oluşumuna yardımcı olmaz ama onları parçalayacak ve küreselleşmiş üretim sistemleriyle onlar arasında bağ kuracak şekilde davranır. 205 Kuzey Avrupa'nın en büyük sigorta şirketi olan Sampo'nun yönetim kurulu başkanı Björn Wahiroos bu konuda şunları söylemektedir: "AB, Türkiye ve diğer aday ülkeleri üyelikten önce avroya yönlendirerek, bir taşla iki kuş vuracak. Birincisi, yolun yarısını daha üeliğe giden süreçte kat edecek, bu da gerçekçi bir genişleme sürecini başlatmasına imkan verecek. İkincisi aday ülkelere istikrarlı bir para birimi sağlayacak. Bu da geçmişte istikrarlı ekonomik kalkınmaya tehdit oluşturan ekonomik krizlere yönelik riski ortadan kaldıracak. Avronun kullanımı, ilerlemenin ve Avrupa devğerlerine bağlılığın simgesi olacak, demokrasiyi ve hukukun üstünlüğünü geliştirecek."206 Çok boyutlu büyüme temelinde, "uluslararası bir aktör olma hedefindeki Avrupa Birliği, bu genişleme dalgasıyla bu güce kavuşmak için eksik parçaları tamamlamayı planlamaktadır. Bu güç öncelikli olarak Avrupa kıtasında hakim tek siyasi ve askeri irade olmaktan geçmektedir."207 Ekonomik güçlenme süreciyle ilgili olarak; Avrupa istihdam stratejisinden söz ederken, stratejinin temel dayanaklarından girişimciliğin üzerinde önemle durulmaktadır. Avrupa Komisyonu istihdam ve Sosyal İşler Genel Müdürlüğü'nden Miltiades Economides, şunları söylemekteydi: "girişimcilik ruhunun geliştirilmesi, yerel teşebbüs, yaratıcılık ve yenilikler yoluyla insanların ve işletmelerin iş olanakları yaratmasına dayanmaktadır. Girişimcilik, işlerin kurulması ve devam ettirilmesi ve Avrupa'da yeni bir girişimcilik ruhu yaratılmasına yönelik önlemler içermektedir. Ayrıca, sosyal ekonomik yerel düzeyde iş olanaklarının arttırılmasına yönelik önlemler ve piyasa tarafından henüz karşılanmayan ihtiyaçlarla bağlantılı faaliyetler içermektedir.”208 NATO'ya Bağımlı Avrupa Ordusu Almanya Dışişleri Bakanı Joschka Fisher, Berlin Humboldt Üniversitesi'ndeki 12.05.2000 tarihli konuşmasında şunları söylemekteydi: "Kosova Savaşı'ndan sonra alınan 204 205 206 207
Autonomedia, Yeni Avrupa, Çev. Ali Nesin, Conatus Çeviri Dergisi, Sayı: 3, Ocak-Nisan 2005, s. 29. Samir Amin, Küreselleşme Çağında Kapitalizm, Çev. Vasıf Erenus, Sarmal Yayınları, 1. Baskı, Nisan 1999, s. 161. Björn Wahiroos, AB Avro Alanını Genişleterek Entegrasyonu Hızlandırabilir, Radikal, 08.06.2006. Menent Savaş, Avrupa Birliği: Derinleşme Genişleme Sorunsalı, www.stratigma.com, Mayıs 2003, Sayı: 4
208
Milliades Economides, Avrupa İstihdam Stratejisi Uluslararası Mesleki Eğitim ve İstihdam, Seminer, Avrupa Eğitim Vakfı ve Milli Eğitim Vakfı, 16-18 Ocak 2002, Kızılcahamam, Ankara, Ss. 201-207.
90
Avrupa ordusu kararı, birliğin Euro para biriminden sonraki ikinci önemli adımı olmuştur. Genişleme Pan-Avrupa programıdır. Genişlemenin, Alman şirketleri ve istihdam açısından büyük faydaları olacaktır. Bu nedenle Almanya doğuya süratli bir şekilde genişleme konusunu destekleyen tutumunu sürdürecektir."209 Yugoslavya'nın dağılma sürecinde Bosna Hersek ve Kosova'da yaşanan olaylar ve sorunların NATO'nun katkısıyla çözüme ulaşması, bu örgütün Avrupa barışı ve güvenliği için ne kadar gerekli olduğunu ortaya komuştur. Avrupa güvenliğini öncelikle NATO güvence altına almaktadır... Kosova Savaşı'nda ABD kullanmış olduğu silahlarda %85 oranında isabet kaydetmiş, atılan Curuise füzelerinin % 957ini sağlamıştır. Hava saldırısı sona erdiğinde, Avrupalıların ortak askeri güçleri yaklaşık 2 milyon civarındayken, barışı koruma misyonuna 40 bin civarında asker göndermişlerdir. Bu Avrupalı liderlerin, bir Avrupa askeri gücü oluşturma düşüncesi etrafında birleştiklerini ortaya koymaktadır... NATO'nun Avrupalı üyeleri savunma harcamalarını %22 oranında kısmışlardır. Bu nedenle AB bünyesinde bir Avrupa Ordusu kurulması düşüncesi hayata geçirilememekte ve bir düşünce olarak gelişimine devam etmektedir... Avrupa, giderek artan küresel riskler tehdidiyle karşı karşıya olmasına rağmen, bu tehditlere cevap verebilecek küresel yeteneklere sahip değildir ve kısa ve orta vadede güvenliği ve istikrarı için ABD'ye ve NATO'ya bağımlıdır."210 Kaldı ki, "üye ülkeler arasındaki görüş farklılıkları ve bütçe kaynaklı mali kısıtlamalar, AB'nin ortak Savunma ve Güvenlik Politikası'nı gerektirdiği askeri birimleri oluşturma ve etkin politikalar üretip uygulama konusunda istikrarlı ve kararlı bir duruş benimsemesine bugüne kadar olarak tanımadı."211 ABD'nin ulusal çıkarları açısından; AB'ye de uluslararası alanda, gereksinimi olduğu bilinmektedir. Örneğin, “Avrupa'da ve Birleşik Devletler'de terörizmin kullanabileceği konteynır taşımacılığının güvenliğini en iyi sağlayacak kurum NATO değil, AB'dir. AB halen havayolu yolcularının taranmasını, serbestçe dolaşan nükleer malzemenin güvenlik altına alınmasını, polis faaliyetlerinin eşgüdümünü ve şimdiden Amerikan varlıklarına yönelik bir dizi kampanyayı açığa çıkaran Avrupa'da istihbarat işbirliğinin güçlendirilmesini kontrol ediyor. AB'nin daha göze çarpan ve aleni bir rol üstlenmesi, Avrupa'nın üzerine düşeni yapmadığı yönündeki yanlış izlenimi silecektir."212 gibi yorumlar dikkat çekici biçimde önemlidir. ABD'nin dış politika, ulaslararası siyaset yapıcılarından olan Zbigniew Brzezinski'nin Avrupa'nın silahlı güce yönelik oluşum içinde olmasını desteklemekte ve Avrupa ordusunun ABD çıkarları için de gerekli olduğunu söylemekte: "kendi askeri ve siyasal yapısına sahip bir Avrupa'nın oluşmasına karşı çıkanlar aslında Avrupa'nın birleşmemesini ve Amerika'nın Atlantik müttefiklerinin patronu olmasını tercih edenlerdir. Atlantik ortaklığının temelinde iki dayanak noktası olmalıdır. Gerçekten birleşmiş bir Avrupa, Avrupa kadar Amerika'nın da yararınadır."213 Romanya eski Cumhurbaşkanı İon İliescu, her ne kadar AB'nin çatışma içinde olmadığını ve AB'nin "farklılıkların birliği" olduğunu söylemekteyse de 214; “gerçek göründüğünden çok farklıdır. AB üzerinde yoğunlaşan bir tartışmada, siyasi bir sistemin 209
Arslan Bulut, Avrupa'yı Kim Yönetecek, Yeni Çağ, 20.10.2005.
210
Muharrem Gürkaynak İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Avrupa'da Savunma ve Güvenlik, T.C. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Doktora Tezi, Ankara 2004. 211
Cemile Akça Ataç, ABD'nin Liderliğine Ortak Olma Hedefinde Güçlü Avrupa Arayışı, Cumhuriyet Strateji, 13 Şubat 2006, Yıl: 2, Sayı:
85. 212 213 214
Andrew Moravscik, Kalypso Nicolaidis, Avrupa'nın İmaj Sorunu Nasıl Çözülür?, Fereign Policy, Eylül/Ekim/Kasım 2005, s. 122. Zbigniew Brzezinski, Öncelikle Taahhütler, NPQ Türkiye, Cilt: 2/5, 1993, s.17. Leyla Tavşanoğlu, İon iliescu'yla Söyleşi, Cumhuriyet, 18.12.2005, s. 12.
91
sağlıklı ve güçlü temeller üzerinde yükselmesini mümkün kılan halk desteğinin yanı sıra; demokrasinin işlerliğinin dayanaklarından birini teşkil eden demokratik kültür noktası üzerinde durulması da elbette ki kaçınılmazdır. Avrupa siyasi kültürünün yumuşak karnını temsil eden ırkçı ve yabancı düşmanı partilerin Avrupa siyasî arenasında yeniden kuvvetlenmeleri süreci, bu kurumlara karşı güvensizlik duymalarına ve demokrasinin geleceğine ilişkin ciddi şüphelerin uyanmasına sebebiyet vermiş bulunmaktadır... artık demokratik kurum ve kuralların işleyişiyle bağdaşmayan yabancı karşıtı politikalar, aşırı partilerin güdümünde olmaktan çıkmış, neredeyse tüm Avrupa siyasi söylemini -öyle ki artık göçmen karşıtı söylemlere, "üçüncü yol"un önemli temsilcilerinden biri olan Tony Blair'in söylemlerinde dahi rastlanmaktadır- belirleyecek bir noktaya gelmiştir."215 Avrupa Anayasası Çabaları ve Avrupalı Kimlik Bunalımı Tüm bunlara karşı AB yasal boyutta bir dizi önlemler almaktadır. Bunlardan birisi açıkladığımız Maastricht Antlaşması çerçevesinde alınan kararlardır. Daha sonraki aşamadaysa; "bir dizi kültür adacığı bütünü, farklı kültür ve medeniyetler arasında sürekli ve çokça değişimin yaşandığı ve kimsenin mutlak egemenliğinin bulanmadığı bir yarımada"216 olan Avrupa'nın siyasi birliğine bir "anayasa" katkısı tartışılmaktadır. Ancak Avrupa içinden de bu çeşitlilik üzerine dayatılan "Avrupalılık" kimliğine ilişkin olarak olumsuzlayan yaklaşımlar eğilimini taşıyan düşünürler de vardır: Avrupa ifadesini, yakından bakıldığında her şeyin (isminin dahil) iç içe geçtiği, ipin ucunun kaçtığı bir belirsizlikler ve ayrımlar çilesinden oluşan bir rastlantılar karmaşasına atfetmektedirler. Böyle bir bilinmezcilik, aslında son demlerini yaşadığımız gaiplik çağının ürünüdür. “Oysa boşluk ideolojisi, kendine yandaş toplayabildiği sürece Avrupa kimliğine ilişkin bilişsel olanaksızlıklardan dem vuran doktrinler geniş yankı bulabilecektir. Dolayısıyla Avrupa'nın bir "ayrımların birliği" ya da "tezatlar bütünü" olduğunu savunan saçma fikirler ancak bu biçimde önemliymiş gibi gösterilebilmektedir. Gerçekteyse bu tür laflar, bu olağanüstü kıtanın, kendisi üzerine fikir yürütürken, halen üniversite hocalarının ve köşe yazarlarının ağzından konuştuğunu kanıtlamaktan başka bir işe yaramaz. Boşluk ideolojisinin çekim alanı içinde siyasal yönelimler, kaprisçi kimlik yayma sorunsalları yer almaktadır. Özellikle de boşluk rantiyeleri (genellikle niteliksiz sanatçılardır bunlar), çoğunluk ve başkalık üzerine methiyeler düzerek Avrupa'nın rüya görme sürecini uzatmaya çalışırlar."217 Çağın sorunu olarak gündeme gelen "Avrupalılık" kimliği temelde geçmiş imparatorluklar birikiminin günümüze yansıtılması sancılarının yönelimi olarak bir "görev" olarak nitelendirilmektedir: "...artık düşünme görevinin odağı değişmiştir.: Bizatihi imparatorculuğu imparatorcu - aşırı ya da imparatorculuk - sonrası bir siyasal mega - forma aktarmaktır geniş görev."218 “Formel bir Avrupa Yurttaşlığının yanı sıra gerçek bir Avrupa apartheidi ortaya çıkmış olmasını kabul etmeyi hayati bir nokta olarak görüyorum. Bu durum uzun hatta kısa vadede bile, AT'nin demokratik bir topluluk olarak kurulmasının önünde engel teşkil edebilir. Dolayısıyla bizzat Avrupa'nın kuruluşunu engelleyebilir. Çünkü uluslar üstü bir topluluğun 215
İldar Şahin, "AB, Meşruiyet Krizi ve Demokrasi Açığı I-II-III-IV-V", Siyaset ekseni Gazetesi, sırasıyla makalenin gazetede yayın sayıları: 32-33-34-35-36. 216 217 218
Alain Touraine'le Söyleşi-Ulaş Candaş, "Avrupa'nın Geleceği İslam Dünyasıyla İlişkisine Bağlı", Cogito, Sayı: 39, 2004, s. 270. Peter Sloterdijk, "Avrupa Uyandığında", Cogito, Sayı: 39, 2004, Ss. 172-173. Peter Sloterdıjk, a.g.e., s. 182.
92
Bismarck'vari yöntemlerle, otoriter bir biçimde başarılabilmesinin, güç biriktirme ya da dünyanın ekonomik, siyasal ve askeri süper gücüne eşit bir bölgesel güç yaratma adına bile yapılsa, hiçbir gerçek olasılığı yoktur. Uluslar üstü bir Avrupa topluluğu ancak halihazırdaki ulusal yapılarla karşılaştırıldığında çoğunluk için demokratik bir artı anlamına geliyorsa varolabilir" diyen Etienne Balibar, yeni bir takım yasal çabalarla hakların kime verilmek istendiğini şöyle ifade etmektedir: "yeni haklar kimin için? Bunun yanıtı da soyut konuşacak olursak, ya tüm Avrupa nüfusu için ya da daha sınırlı Avrupa hakları için olur... Masstrich anlaşması, kurucu ulusal devletlerin herhangi birinde yurttaşlık hakları olanları ve sadece bu hakkı olanları otomatik olarak Avrupa yurttaşlığını tanımakla bu sorunu basit bir biçimde çözmüştür."219 Sözünü ettiğimiz anayasa oluşturma çabaları; halkın bir anayasaya sahip olması üzerinden kendilerini daha fazla "Avrupa Vatandaşı" gibi hissetmeleri ve bir "Avrupalılık Ruhu"nun yaratılması için de gerekli görülmektedir. Anayasa terimi, Brüksel'den hâlâ "süper devlet" fikrini anımsatan bir tabu olarak görülmekte, bu nedenle oluşturulacak olan belge için "anayasa" yerine, "temel belge gibi daha farklı isimler kullanılmaya çalışılmaktadır.220 Tüm bu çabalara karşın "Avrupa kimliği ve Avrupa Vatandaşlığı kavramları AB gündeminde ciddi olarak yer almaktadır. Bilinçli bir Avrupa Vatandaşlığı kavramı gelitirilmeye çalışılmaktadır. Avrupa bütünleşmesinin Avrupa vatandaşlarının aktif katılımı olmadan gerçekleşemeyeceğinin anlaşılmasıyla AB'de STK'lara verilen destekler artmıştır." 221 Sivil toplumun gelişmesinin en önemli nedenlerin biri olan bunu vurgulamak önem taşımaktadır. Avrupa Belediyeler ve Bölgeler Konseyi IULA Avrupa Bölge Teşkilatı, 22. Avrupa Belediyeler ve Bölgeler konseyi Genel Kurulu'nun, 14-16 Mayıs 2003'te, Poznan'da düzenlenen toplantısında "Avrupa'nın Geleceğini Çizmek" başlıklı bildirge kabul edilmiştir. Bildirgenin, "Yurttaşlarına Yakın Bir Avrupa" alt başlıklı bölümünde şunlara yer verilmiştir: "yurttaşlarımıza en yakın düzey ve alanlardaki karar merkezi olduğumuzdan dolayı, onların önceliklerini paylaşmaktan uzaklaşır gibi gözüken bir Avrupa yapılanması karşısındaki büyüyen beklentilerinin ve endişelerinin bilincindeyiz. Gelecekteki Avrupa Anayasası'na ve genişlemenin başarısına bağlı sorunlar bize belirleyici geliyorsa, her şeyden önce bu günlük sorunlara çözüm bulmadaki ortak kapasitemiz sayesinde demokratik birliği kuvvetlendirebileceğimizin bilincinde olmalıyız. Bu anlamda, göç olaylarıyla ilgili olarak ortaya koyacağımız kapasite ve göçmen halkın entegrasyonunu sağlama işi temel bir konudur. Avrupa çeşitlilikltir, bunu kabullenmeli ve gelişmemiz için bir koz haline getirmeliyiz. Toplumsal kucaklama ilkesinin Avrupa Birliği'nin başlıca ilkelerinden biri olması gerektiğini düşünüyoruz. Bu tüm yurttaşların aynı temeller üzerinde topluma tam olarak karışması ve katılımıyla olur. Ayrımcılığın hiçbir biçimine izin verilmemelidir." 222 Bu yöndeki kararlarla da yerel yönetimler, sivil toplum gibi devreye girmekte ve halkın Avrupalılık çerçevesinde yönetime katılmasını sağlamaya yönelik girişimler olarak gözükmektedir. Avrupa Birliği çerçevesinde, "Bölgeler Avrupası", "Yurttaşlar Avrupası", 219
Etienne Balibar, Bir Zulüm Topgrafyasının Anahtarları, Küresel Şiddet Çağında Yurttaşlık ve Sivillik, Toplum ve Bilim, Kış 2000/2001, Sayı: 87, Ss. 33-34. 220
Deniz Altınbaş Akgül, "Avrupa'nın Geleceği: Avrupa Birleşik Devletleri Federasyonu mu?", Stratejik Analiz, Sayı: 24, Nisan 2002, s. 16.
221
İlhan Tekeli Selim İlkin, Avrupa Birliği Türkiye Yerellik, Uluslararası Yerel Yönetimler Birliği katkılarıyla, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yayınları, Aralık-2003, s. 89. 222
İlhan Tekeli Selim ilkin, a.g.e., 137.
93
"Bölgelerle Avrupa" gibi bir çok kavram geliştirilmiştir. Bütün bunlar ve bu zamanın gelişim eğilimleri dikkate alındığında, bütünleşmiş bir Avrupa istenmediği, tersine daha çok Avrupa'nın bölgeselleşmesinin istendiği ileri sürülmekte, daha doğru bir antamıl a bütünleşmenin sadece 'ulus devlet'e dayandırılmasının yeterli olamayacağı önem bir biçimde vurgulanmaktadır. Örneğin, Aralık 1991'de Maastricht'te danışma işlevli Bölgeler Komitesi'nin kurulması, ister devlet biçiminde isterse yerel yönetim biçiminde olsun, bölgelerin gelecekte Brüksel'de birlik organlarının önemli bir muhatabı olarak yerini olacak olması dolayısıyla, devlet bir adım olarak değerlendirilmektedir. Özerk bir organ olarak Bölgeler Komitesi'nin kurulması, adem-i merkezi yönetim birimlerinin, Avrupa'nın bütünleşmesi için anlamlı bir unsur olduğunun kabul edildiği önemli bir adımdır. Şimdiye kadar yerel yönetimler özellikle Avrupa Belediyeler ve Bölgeler Kongresi'nce, bölgelerse, çoğunlukla Avrupa bölgeler Meclisi'nce, temsil edilmişlerdi. Mart 1994'te Bölgeler Komitesi'nin örgütlenmesiyle topluluk ve üye devletler ikili düzeyinden oluşan mevcut dikey yapılı topluluğa üçüncü bir düzey eklenmiştir. Böylece AB'nin eyalet körlüğünün kesin bir şekilde aşıldığı ve yurttaşa daha yakınlık yönünde büyük bir adım atıldığı ifade edilmektedir."223 Böylelikle AB, bu süreçte de "bölgeler Komitesi"nin öngörülen "yurttaşa daha yakın olmayı kolaylaştırma" işlevini sağlamlaştırmak istemektedir. Temelde AB'nin geleceği tartışmasında ele alınacak konuların genel çerçevesi, ilk kez söz konusu tartışmanın başlatıldığı Aralık 1999 tarihli Nice Zirvesi'nde yayımlanan "AB'nin Geleceğine İlişkin Bildiği"de ortaya konulmuştur. Bu bildiride belirtildiği üzere, AB'de gelecek tartışmaları dört ana konu üzerine yoğunlaşmıştır: "AB ve üye devletler arasındaki yetki paylaşımı; Temel Haklar Şartı'nın statüsü, AB mevzuatının sadeleştirilmesi, ulusal parlamentoların AB yapılarındaki rolü."224 Buradaki maddelerde şunlar önemli görünmektedir. Yetki paylaşımı konusu genişlemeye paralel olarak gündeme gelmektedir. Temel haklar şartı bir türlü kabul edilemeyen AB Anayasası'yla güvenceye alınmak istenmektedir. Mevzuatın halk tarafından anlaşılması ve karmaşıklığın giderilerek; halkın, AB kurumlarının kararlarına güveninin sağlanabilmesi amaçlanmaktadır. Ulusal parlamentolarla AB kararları konusunda da Avrupa'da halkın, AB'nin kararlarından çok ulusal parlamentosu kararlarına destek vermesi AB'nin en önemli sıkıntılarından biri olarak sıcaklığını korumaktadır. AB Anayasası'yla yapılmak istenen; "birlik sürecinde şimdiye dek yapılan bütün antlaşmaları, tek bir metin içinde birleştirmek. Dolayısıyla, anayasa biçim olarak büyük bir yenilik oluşturuyorsa da içerik bakımından kapsamlı bir değişim getirmiyor. Anayasanın çok büyük çoğunluğu, var olan düzenlemelerin yinelenmesi niteliğinde."225 Anayasa sürecinin bu nitelikte olması, Avrupa'nın, "Avrupa kimliğinin oluşumunda önemli bir paya sahip olan 'öteki'nin kimliğinin inşası süreci; adeta ilerinin karşısında geri kalmışı, rasyonleni karşısına irrasyoneli ya da mistiği, medeniliğin karşısına barbarlığı koyan bir zincirleme yapılanmayı ifade edegelmiş"226 olduğunu örtmemektedir. AB'nin gelecekte nasıl bir yönetim biçimi alacağına ilişkin araştırmalar, sorgulamalar 223
Yrd. Doç. Mehmet Özel, Avrupa Birliği'nde Bölgeselleşme ve Bölge Yönetimleri Sorunu, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 59-2, Ss. 115 ve 122. 224
Ali İhsan İzbul, Avrupa Birliği'nin Geleceği: Konvansiyon, Taslak Anayasal Antlaşma ve Hükümetler Arası Konferans, Sayıştay Dergisi, Sayı: 49, s. 84. 225
Cem Eroğlu, Avrupa Birliği'nde Bir Anayasa, Mülkiye, Cilt: 28, Sayı: 245, s. 10.
226
Ruhtan Yalçıner, Varoluşsal Öz Bilinçten Meşruiyet Krizine Avrupa İdeali Kendilik ve Ötekiliğin Demokratik Diyalektiğini Siyasal Bir İnşa Projesi Üzerinden Yorumlamak, Siyaset ve Toplum, Sayı: 1, Kış 2005, s. 75.
94
doğrultulu temel varsayımlar; AB'nin günümüzdeki yönetim yapısının Konfederalizm üstü olduğu düzleminden hareket etmektedir. "Konfedaralizm, birimler farklı yapıdaki kimliklerini korurken, yüksek bir otoriteye güvenlik, daha fazla verimlilik ve etkinlik gibi nedenlerle bir takım özel güçler verilmesidir. Konfedaralizmde yüksek otorite, sistemi oluşturan bağımsız birimlerin kendisine verdiği yetkilerin dışına çıkamaz. Federalizmden farkı, sistemi meydana getiren yerel birimlerin kendi egemenliklerini yüksek otoriteye devretmeleri yerine, yüksek otoriteye sınırlı haklar tanımasıdır. Üye devletlerin ulusal bağımsızlıklarını koruma temeline dayanan konfederal yapıda, asıl karar alma ve son söz söyleme yetkisi ulus devletlerdedir. AB'nin bugünkü yapısında konfedaralizme benzer alanlar olsa da, ulus üstü kurumlar konfedaral sistemdeki gibi zayıf değildir. Bu nedenle AB'nin daha üst bir aşamada olduğu söylenebilir.227 AB'nin hukuksal statüsüne ilişkin tartışmalardan hükümetler arasılık yaklaşımına göre, Birlik'in yapısı ve Avrupa kurumları, hükümetlerin temsil ettiği devlet çıkarları arasında bir rekabet ve devlet çıkarları arasında incelenebilir. Ulus üstücülük yaklaşımına göreyse, AB, uluslararası hukukun sınırları dışında, parçalı, hiyerarşik yetki düzeniyle yeni bir federal yöntemdir. Ulus altı sosyal politika yaklaşımına göreyse, firma, bölge ya da ulus düzeyinde ortaya çıkan sorunların lobicilik aracılığıyla, Brüksel'de ilgili bürokratlarla gerçekleştirilen resmi toplantılar aracılığıyla dile getirilmesinin ve bu yönden baskı grupları oluşturmasının AB politikalarını belirleyen en önemli itici güç olduğu kabul edilebilir... AB örgütlenmesini açıklamaya en elverişli yaklaşım ulus üstü örgütlenme yaklaşımıdır, çünkü AB egemen üye devletlerin oluşturduğu bir örgütlenme olmakla birlikte üye devlet politikalarına da etki eden, üye devletleri bağlayıcı kararlar alma yetkisiyle donatılmış bir örgüttür. Aynı zamanda AB'de kararlar çeşitli müzakere süreçlerinin sonunda alınsa da firma, bölge ya da ulus düzeyindeki girişimci faaliyetler, AB kararlarının alınmasında tek belirleyici aktör değildir; AB daha karışık süreçlerde daha fazla aktörün söz sahibi olduğu bir örgütlenmedir. Ulus üstü yaklaşımsa, AB'nin ayrı bir federal devlet olması yerine, güçlendirilmiş Avrupa kurumları ve hükümetler arası konferansı savunmaktadır. Bugün, AB'de gündeme gelen siyasal birlik tartışmaları ve AB yurttaşlığının içeriğini açıklama ulus üstü yaklaşım en elverişlisidir." Ancak, "Avrupa Birliği, bir yandan yurttaşlık da dahil olmak üzere, daha önceleri ulus devletlerin münhasır egemenlik alanına dahil olan çeşitli kurumlar ve düzenlemeler aracılığıyla ulus üstü bir örgütlenme tarzını ortaya koyarken, bir yandan da ulusal kimlik olgusuna alternatif, Avrupa Kimliği geliştirme çabasındadır. Bununla beraber, bugün Avrupalılık kiliği daha çok, çeşitli kesimlerin kendi önerileriyle alternatif oluşturmaya çalıştıkları bir tartışma alanıdır."228 Maastricht Antlaşması'nın 17. maddesiyle birlik yurttaşlığı kurulmuştur ve üye devletlerden herhangi birinin yurttaşı olan kişi birlik yurttaşıdır hükme getirilmiştir. Yine aynı hüküm, birlik yurttaşlığının ulusal devlet yurttaşlığının yerine geçmediği ve ulusal yurttaşlığı tamamlayıcı nitelik taşıdığını belirtmiştir. Maastricht Antlaşması'na ekli 2 numaralı deklarasyonla "bir kişinin şu ya da bu devletin yurttaşı olduğu konusundaki sorunun ilgili devletin ulusal hukukuna göre çözüleceği" hükme bağlanmıştır. Çifte yurttaşlık durumundaysa, Avrupa 227
Deniz Altınbaş Akgül, a.g.e., s. 9. Ayrıca, Türkiye Cumhuriyeti Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde Çınar Özden'ce hazırlanan, "Avrupa Bütünleşmesinin Temelleri ve Maastricht Antlaşması", yüksek lisans tezine bakınız. Ankara, 1994, Ss. 5-22. Çınar Özden Avrupa Bütünleşmesine Teorik Yaklaşımları 4 temel yaklaşımda özetlemektedir. 1. Çoğulcu Yaklaşım, 2. Federalist Yaklaşım, 3. İşlevselci Yaklaşım, 4. Yeni İşlevselci Yaklaşım. 228
Yeşim Gündoğdu, Avrupa Birliği Yurttaşlığı Avrupa Kimliği Sorununa Çözüm Oluşturabilir mi?, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt: 3, No:2, (Bahar 2004), Ss. 16-17.
95
Toplulukları Adalet Divanı, özellikle 7 Temmuz 1992 tarihli micheletti kararında, üye devlet yurttaşlığının dikkate alınması konusunda vermiştir. 229 Bu düzenlemelerde de görüldüğü gibi birlik yurttaşlığının ötesinde; ulus devletlerin yurttaşlık algılamları ve yurttaşlığa ilişkin yasal düzenlemeleri belirleyici olacaktır. Bu da çözüm getirici olmaktan uzak görünmektedir. Avrupalılık kimliği, Avrupa ülkelerin de yaşayan göçmenlerin, din, dil ve kültürel farklılıklarını dikkate alarak mı inşa edilecektir yoksa bu farklılıklar görmezden mi gelinerek mi oluşturulacaktır? Bu sorulara yanıt AB yurttaşlığının tanıdığı haklar ve yasal düzenlemeler yönünde olacaktır. Avrupalılık kimliği oluşturulurken, ulusal düzenlemelerin belirleyiciliğini koruduğu AB'de, Birlik çeşitli düzenlemelerle bu konudaki sorunalrı aşacağını düşünmektedir. Maastricht dışındaki, bu düzenlemelerden birka çörnek vermek gerekirse: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 14. maddesinde: “bu sözleşmede ortaya koyulan hak ve özgürlüklerden, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi ya da başka görüşler, ulusal ya da toplumsal köken, ulusal bir azınlık üyesi olma, mülkiyet doğum ve benzeri başka bir yasal konum gözetmeksiniz herkes yararlanabilir”; Avrupa Sosyal Şartı'nda, çalışma hakkı, meslek eğitimi hakkı, uygun maaş ve çalışma otamı, sendika üyeliği, sosyal ve tıbbi yardım ve sosyal güvenlik, kadınlara özgü düzenlemeler yeralmaktadır. Temel Haklar Şartı'nın giriş bölümünde: "Avrupa halkları, aralarında daha yakın bir birlik oluşturarak için ortak değerlere dayalı barışçı bir geleceği paylaşmaya kararlıdır. Ruhani ve manevi mirasının bilincinde olan birlik, bölünmez ve evrensel değerleri olan insan onuru, özgürlük, eşitlik ve dayanışma değerleri üzerine inşa edilmiştir." Avrupa Anayasası'nın II-21. maddesi ayrım yapmamaya ilişkindir: "cinsiyet, ırk, ten, rengi, etnik ya ad toplumsal köken, genetik özellikleri dil, din ya da inanç, siyasi ya da herhangi başka bir görüş, bir ulusal azınlığın üyesi olma, mülkiyet, doğum, özür, yaş ya da cinsel tercih gibi gerekçelere dayanan her türlü ayrımcılık yasaklanmıştır. Anayasanın uygulanması kapsamında ve anayasanın belirli hükümleri ihlal etmeyecek şekilde, milliyete dayanan her türlü ayrımcılık yasaklanmıştır." Madde II-22'de de: "Birlik, kültür, din ve dil çeşitliliğine saygı gösterecektir." Ayrımcılıkta Mücadele Konusunda Topluluk Eylem Programı, Avrupa Topluluğu Amsterdam Antlaşması'nın 13. maddesine dayanarak geliştirilmiştir. Buna göre: "Avrupa Konseyi, komisyondan gelen öneriler doğrultusunda Avrupa parlamentosunun görüşünü alarak cinsiyet, ırk ya da etnik köken, din ya da inanç, özürlülük, yaş ya da cinsel tercihe dayalı olarak karşı karşıya kalınan ayrımcılıkla mücadele konusunda gerekli tedbirleri alır." Aynı zamanda Avrupa Komisyonu 9 Şubat 2005'te, 2005-2010 dönemine ait Sosyal Gündem'i hazırladı ve Konsey’e sundu. 20052010 döneminde ele alınması planlanan girişimler şöyle sıralanmaktaydı: "Ortak sosyal sorumluluğun geliştirilmesi, sınır ötesi toplu pazarlığa ilişkin Avrupa çerçevesi, 2006 Avrupa işçilerin serbest hareketliliği yılı, minimum gelir mekanizmasına ilişkin girişim, 2007 Avrupa eşit fırsatlar yılı, 2010 Avrupa sosyal dışlanma ve yoksullukla mücadele yılı."230 Başta “Jürgen Habermas olmak üzere Avrupalı kimi "sivil toplumcu" aydınlar, Avrupalılık kimliğini güçlendireceği ve hatta demokratik ortak bire Avrupa'nın yaratılması doğrultusunda önemli bir adım olacağı düşüncesiyle, ilk gündeme geldiğinden bu yana "AB 229 230
Yeşim Gündoğdu, a.g.e., s. 21. Özlem Yüzak, Avrupa'da Sosyal Yeniden, Cumhuriyet, 16 Ocak 2005, s. 13.
96
Anayasası"nın ateşli savunucuları arasında yer alıyor. AB'nin geleceği için Konvansiyon elinde bir "Anayasal Anlaşma"ya dönüşse de "Anayasa" düşüncesi federalizmi savunanlarca ve gerçek anlamda bir anayasa hazırlanması gerektiği öne sürülerek ortaya atıldı... Federalizm düşüncesinin en güçlü olduğu dönem, tahmin edilebileceği gibi toplumcu (sosyalist) sistemin çözülüşünü izleyen yıllar oldu. 1992 ve 1993 yıllarında kabul edilen Amsterdam ve Maastricht anlaşmaları, federalizm vurgusunun en güçlü yapıldığı, Avrupalı yayılmacıların birliğin var olan yapısıyla daha ileri bir bütünleşme hedefini önüne koyduğu belgeler oldu... Federalizmi ya da birleşik devleti savunanlar, dış politika ve güvenlik politikasında tam yetkili, seçimle işbaşına gelen tek bir merkezi hükümeti gerekli görüyorlar. Doğal ki tek para birimi, tek bir ulusal savunma gücü, yazılı bir anayasayla, yani "devlet olma"nın diğer gerekleriyle birlikte... AB Konvansiyonu, 2001 yılında yapılan Laeken Zirvesi'nde alınan kararlara uygun olarak Şubat 2002'de çalışmaya başladı. Başlangıçta, "genişlemekte olan geleceğin Avrupa'sıyla ilgili özgürlük, güvenlik ve adalet alanı oluşturulması, ulusal parlamentoların AB'nin kurumsal yapısındaki rolü, AB'nin dış ilişkileri, savunması, ekonomik yönetim, karar alma mekanizmaları, kurumlar arası işleyiş" gibi konuları çalışma grupları yoluyla irdelemek amaçlanıyordu. Ancak Ekim 2002'de bu çalışmaların hedefinin bir "Anayasal Anlaşma" taslağı hazırlamak olduğu açıklandı. 1957 yılından beri yapılmış olan tüm anlaşmaların yerine geçecek, "geleceğin Avrupası'nın temel kurallarını, işleviyişini" ortaya koyan bir Anayasal Anlaşma'nın hazırlıklarına girişildi. Yaklaşık bir buçuk yıllık bir çalışmanın ardından Yunanistan'ın Selanik kentinde yapılacak olan AB Zirvesi'ne sunulmak üzere hazırlanan taslak 13 Haziran'da AB Komisyonu'na sunuldu... Ancak AB Zirvesi'ne yetiştirebilmek amacıyla tartışmalı konular çözüme kavuşturulmadan, Temmuz ayında Avrupa Konvansiyonu toplantılarında yeniden ele alınmak üzere bırakıldı. Gelişmiş ve genişletilmiş haliyle taslak, Ekim ayında İtalya'da yapılacak Hükümetler arası Konferans'ta yeniden görüşülecek. Anlaşmanın 1 Mayıs 2004'te, yeni üyelerin katılım toplantısında imzalanması hedefleniyor. "Anayasa" olarak adlandırılan metnin ilk halinde federalizm sözcüğü kullanılırken İngiltere'nin itirazları sonucunda taslak bu sözcükten arındırıldı. Konvansiyon'un en çok tartıştığı meselelerden biri isimdi. "Avrupa Birleşik Devletleri" başta olmak üzere federal bir devlete işaret eden yeni bir isim arayışı söz konusuydu. Ancak anlaşmanın girişinde "Avrupa Devletlerinin ortak bir gelecek kurma" temennisi dışında, "yeni bir devlet", ne ismi ne de cismiyle taslağın herhangi bir yerinde anılmıyor... AB'nin bir "dışişleri bakanı"na sahip olması, hayli tartışma yaratan başlıklar arasındaydı. Üyelerin çoğunluğu bunu desteklerken, İngiltere, İsveç ve Danimarka, "AB dışişleri bakanının doğrudan hükümetlere hesap vermesi gerektiği" görüşünde."231 AB Anayasası gündeme geldiğinde Fransa ve Hollanda bu tasarıyı kabul etmeyecekti. 232 AB Anayasası'nın Fransa ve Hollanda'da reddedilmesinin ardından hükümet ve devlet başkanları zirvesi 16-17 Haziran tarihleri arasında Brüksel'de gerçekleştirilmişti. "İki kurucu ülkenin AB Anayasası'na "hayır" cevabı vererek Anayasayı sonlandırması veya diğer ülkelerin üzerinde "domino etkisi" yaratma endişesi, bütçe tartışmalarının patlak vermesi ister istemez AB'ye istikrarlı bir yapı görüntüsü vermemekte ve yaşanan çalkantıların AB'yi nereye taşıyacağı 231
Gülay Dinçel, "Birleşik Devlet, Ortak Kimlik Çıkar mı?", Gelenek Dergisi, Sayı: 78, Kasım 2003.
232
Hollanda Milliyetçi Birlik Partisi Başkanı, aynı zamanda Rotterdam Belediyesi'nde Meclis üyesi olan Jan Tiyn, "Avrupa Birliği önceleri ticaret için kurulmuş bir örgüt; bir birlikti. Şimdilerde çok fazla siyasi güç sahibi olmaya başladı. Oysa, bizler kendi egemenliğimizi korumak istiyoruz. Hollanda, Brüksel'den yönetilemez. Ayrıca bizim burada Hollanda'da anayasamız var. İkinci bir anayasa ihtiyacımız yok" diyerek referandumdaki 'hayır' oyunu gerekçelendirmekteydi." Leyla Sanlı, a.g.e., s. 140.
97
konusunda zihinlerde bulanıklıklara neden olmaktadır... AB içinde iki farklı düşüncenin gün yüzüne çıkması, Almanya Başbakanı Gerhard Schröder'in de zirve sonrasında yaptığı bir açıklamasında değindiği gibi bu iki farklı düşünce serbest ticaret bölgesi taraftarlarıyla siyasi bir birliktelik taraftarları temelindedir. Burada "siyasi gücü yüksek" bir AB isteyen Fransa ve Almanya 'ya karşı siyasi bütünleşmeyi hedeflemeyen daha çok ekonomik bir yapıya dayanan "gevşek" bir AB'yi benimseyen İngiltere yer almaktadır."233 Daha 1973'te Avrupalılık açısından önemli bir adım atılmıştı. Avrupa siyasi birliği çerçevesinde, 14 Aralık 1973'te, Kopenhag'da toplanan Dokuz Dışişleri Bakanı'nın toplantısında yayınlanan "Avrupa'nın Kimliği Üzerine" başlıklı dokümanda: “temsili demokrasi, hukukun üstünlüğü, sosyal adalet ve insan haklarına saygı' gibi prensiplere sonuna kadar savunmaya kararlı oldukları; 'bunların tümünün Avrupa kimliğinin temel taşlarını teşkil ettiği' belirtilmiştir."234 Almanya Giessen Üniversitesi İnteraktif Medya Merkezi direktörü olan Claus Leggewie'ye göre: “Türkiye; komşuluk, cemaat, kimliğin derinleşmesi, dostluk, bir federal devlet ve sosyal birlik olarak kale Avrupa, denetimli, sınırlı olarak belirlenen unsurların dışında yeralmaktadır. Yurttaşlık, toplum, genişleyen ağlar, etkileşim, bir serbest ticaret alanı ve (hayırsever) imparatorluk olarak Avrupa, Başıboş geçici unsurlar açısından da Türkiye Avrupa'nın içerisindedir.”235 Avrupa Birliği bakanlar Konseyi, 3-4 Temmuz 1999'daki Köln toplantısında tarihi bir karar aldı. Bu toplantı, 2000 yılı Aralık ayında Nice'de yapılacak hükümetler arası konferansın gündemini belirlemek amacıyla da yapılmıştı. Birlik üyesi on beş ülkenin hükümet ve devlet başkanları Köln'de, AB anayasası'nın nüvesini oluşturacak "Temel Haklar Kataloğu"nun hazırlanmasını kararlaştırdı. Nice Toplantısı sonrasında, Avrupa'da anayasa üzerine tartışmalar alevlenmiş; hükümet, devlet başkanları tartışmalarını yoğunlaştırmışlardı. Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fischer, 12 Mayıs 2000'de Berlin Humbolt Üniversitesi'ne bağlı Walter Hallstein Avrupa Araştırmaları Merkezi'nde şunları söylemekteydi: "... bugün AB'nin önündeki en önemli sorun AB'nin yurttaşlarının gözündeki demokratik meşruiyettir." Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, 27 Haziran 2000'de, Fischer'e yanıt niteliğinde şunları söylemekteydi: "hükümetler arası konferans gündemine bir hazırlık teşkil edecek biçimde anayasal bir metnin çalışmaları başlatılmalı, eğer uygun görülürse, önce hükümetlerin sonra da Avrupa halklarının onayından geçmek şartıyla bir Avrupa anayasası oluşturulmalıdır." Almanya Başbakanı Gerhard Schröder, Mayıs 2001'de AB üyesi ülkelerdeki sosyal demokrat partilerin katıldığı kongreye "Avrupa'ya Karşı Sorumluluk" başlıklı alternatif bir Avrupa tasarısı sundu: “Almanya, federal bir devlet yerine federal ilkelere dayanan ulus üstü bir örgütlenme biçimini öngörüyor."236 AB'nin temellerinin oluşmasında önemli rol oynayan, Jean Monnet'in düşüncesi şuydu: "Biz bir devletler koalisyonu kurmuyoruz, insanları birleştiriyoruz." Monnet'in yaşamının sonunda, "eğer Avrupa Evini yeniden inşa etmek zorunda kalsaydım; ekonomik ya da siyasal yaşamdan değil kültürden başlardım."237 dediği de söylenenler arasındaydı. Aynı doğrultuda 1975 yılında Belçika Başbakanı Leo Tindermans, 233
Erhan Akdeniz, Anayasa, Bütçe ve Sistem Tartışmalarının Düşündürdükleri... AB Yol Ayrımında, Cumhuriyet Strateji, 04.07.2005, Ss. 10-12. 234
Ergun Özbudun, Avrupa Entegrasyonu: Politik, Ekonomik, Sosyal ve Askeri Boyutları Semineri, 2-3 kasım 1989, Ankara 1990, Ankara Üniversitesi Yayınları, s. 25. 235 236 237
Claus Leggewie, Komşuluktan Vatandaşlığa AB ve Türkiye, Varlık, 112479, 2005/12-1179, Aralık-2005, s.20. Aykut Çelebi, Avrupa: Halkların Siyasal Birliği, Metis Yayınları, 1. Basım: Ekim 2002, Ss. 65-72. Kürşat Ertuğrul, AB ve Avrupalılık, Doğu Batı, Yıl: 4, Sayı: 14, Şubat, Mart, Nisan 2001, s. 145.
98
Avrupa Birliği üzerine raporunda şunu yazıyor: "Avrupa bütünleşmesi, üye devletler arasında bir işbirliğinden daha farklı bir şeydir. Bu uluslar arasında bir yakınlaşmadır... Avrupa yurttaşın yanında olmalıdır."238 Bu çabaların altında bir başka oldu olarak da: "göç sorununun siyasallaşması, bölgeselleşme, soğuk savaş sonrasında uluslararası toplumun bölünmelere ve parçalanmalara maruz kalması ve Avrupa'da yeniden yükselmeye başlayan ırkçılık ve aşırı sağın doğurduğu sorunlar ve kaygılar, süratle bir "Avrupa Kimliği" geliştirilmesi ihtiyacını doğuruyor.239 AB'nin kendince istikrarsız bölge olarak addettiği yerlere "liberel ve demokratik" çarpıklıkları dayatmak görevin en büyük parçası olarak sürmektedir. Anayasa krizinin ardından Almanya'nın yüksek tirajlı bulvar gazetelerinden Bild'e yazdığı bir yazıda Blair, "Avrupa vatandaşları Avrupa değerlerinin devam etmesini ve Avrupa'nın dünyadaki konumunun daha da güçlenmesini istiyorlar" iddiasında bulunuyordu. Ancak bu iddiasını neye dayanarak ileri sürdürüğünü kestirmek güç.240 AEGEE isimli NGO'nun benimsediği "Avrupalılık" teriminin ortaya çıkışı, Avrupa için sorun niteliğinde gündeme gelişi ve gelişimi üzerine yaptığımız bilimsel saptamalar temelindeki yaklaşım açısından; AB Eğitim ve Gençlik programlarına yansımaları şu biçimdedir: "... Eğitim sistemindeki düzenlemelerle sunulan yeni paradox, Avrupa'nın ulusal bir kimlik kazanmasına yardımcı olmakta, dil ve kültür çeşitliliğini azaltmaktadır. İnsanların bir diğer ülkeye adım atmaları, diğer bir ulusu keşfetme çalışmaları Avrupa Birliği'nin eğitim alanında, üye ülkeler içerisinde geliştirdiği politikanın ne derece etkili olabileceğini göstermektedir. Bu haliyle üye devletler yeni Avrupa eğitim sistemini kabul etmişler ve öğretim kurumlarındaki otoritesini anlamışlardır. Bu sistemle bir ülkeden diğerine gerçekleşen hareket Avrupa Birliği kurumlarında ortak bir gelişimi ve böylece de Avrupa Birliği üye devletleri arasındaki işbirliği ve uzlaşmayı sağlamıştır." 241 AB'nin demokratikleşmeden ne anladığı da tam anlaşılamamaktadır. Batı Trakya'daki Türklerin ve tüm dünyadaki diğer uluslara yapılan baskının görünür olduğundan yola çıkarak denilebilir ki etnik, dinsel kışkırtıcılık AB'nin insan hakları, demokrasi çerçevesine girmektedir. Bu açıdan AB "... genişleme süreciyle üye olan ülkelerde ekonomik reform ve demokrasinin garanti altına alınmasını"242 ve yeni üyeler temelinde demokratikleşme ve modernleşmesine katkıda bulunulma"sını haklı görmektedir. Emperyalizmin anlayışı, dokusu ve sistemsel bütünlüğü bu yönde işlediği için çıkarlara uygunluk temel alınmaktadır. Avrupa'nın Faşist Temelleri ve Türk Karşıtlığı Avrupa Merkezcilik, Avrupa düşüncesi, pratiği ve kültürünün diğerlerinden üstünlüğü varsayımından yola çıkar ve bunların bilginin üretiminde ve ötekinin anlaşmasında temel alınması görüşüne dayanır. Batılı gözlemci için Batılılık bilinci hareket noktasını oluştururken, dünya batılının kendi üstün değerleri, kültür ve düşüncesinin gerçekleştiği alan
238
Prof. Dr. Ömer Bozkurt, Maastricht Antlaşması ve Avrupa Birliği'nin Geleceği, T.C. Merkez Bankası, Avrupa Birliği El Kitabı, Avrupa birliği ve Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri Semineri, 20-31 Mart 1995, 2. Baskı, 1995, Ankara, s. 97. 239
Ali Karaosmanoğlu, Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği Açısından Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri, Doğu Batı, yıl: 4, Sayı: 14, Şubat, Mart, Nisan 2001, s. 163. 240 241 242
Ertuğrul özgün, AB Brüksel'de, Peki Halk Nerede?, Yarın, Yıl: 4, Sayı: 39-40, Temmuz-Ağustos 2005, s. 16. Ar. Gör. Nihal Baloğlu, "Socrates Eğitim Programı Çerçevesinde "Erasmus" Eğitim Araştırmaları Dergisi, Yaz-2003, Yıl: 4, Sayı: 12, s. 1. Urban Ahun, Washington Post, 8 Mart 2004, Cumhuriyet, 15 Mart 2004, s.9.
99
olarak algılanır.243 Avrupa devleti bir hayalettir. Resmi olarak egemenlik yadsınır, o yine de ekonomik karar verici merkezle müzakere yeteneğini ve müdahaleci nüfuzunu geliştirmeyi sürdürür: otoritenin, meşruiyetin tam merkezi olan devlet uygulamalarının toplamı ve kamusal doğası tam da teorik olarak işgal ettiği bireye göre gizdir... Avrupa'daki kontrol güçleri halen, anayasal olduğu varsayılan kolektif kimliğin kendini bir devlet olarak sunamayan yönetsel birimler çokluğuyla maskelemesi çerçevesinde bütünüyle gerçek dışıdır. Aslında, Avrupa düzeyinde kararın yer değiştirmesi, her biri kendi çıkarına hizmet eden, yönetsel ve politik aygıtlar kullanan, farklı toplumsal kategoriler için aşırı eşitsiz olanaklarla at başı gitmektedir... açıkçası Avrupalılık inşası, toplumsal hale gelse bile, sadece ötekiler arasında bir unsuru, kendi alternatiflerinin soyağacından birini temsil eder... gerçekten de, bir Avrupa milliyetçiliği vardır ve tarihsel konjonktürde az ya da çok etkili olmaktadır; bu her birimizin (Avrupa ulusları) politik alanının bileşenidir ve kesin bir biçimde eski federalizmin yerini almaktadır.244 Çağcıl toplu durumda, kolektif bir Avrupalılıktan söz etmek olanaksızdır. Avrupalılık sonradan oluşturulan yapay bir kavramdır. "Günümüzde Avrupa diye anılan coğrafi bölgenin geçmişteki resmi adı Avrupa değildi. Tarihçi Peaeoek'a göre geçmişte 'Avrupa' diye bilenen coğrafi alan, belki şaşırtıcı gelecek ama günümüz Türkiye'sinin Çanakkale'den Datça'ya kadar uzanan sahil şeridiyle, günümüz Yunanistan'ın Ege sahillerini kapsayan dar bir alandaki bölgenin adıydı. Geçmişte bu Avrupa'nın dışında kalan bölgeye, yani günümüzdeki Avrupa kıtasına Latinler Chiristianitas, Yunanlar da Oikoumene (Ekümene) diyorlardı. Tarihçi Judith Herrin'in de gösterdiği gibi ilk kez MS. 893 yılında Anglo Sakson Kralı Alfred bu bölgeyi Christandome (Hıristiyanlığın Kubbesi) olarak tanımlamış ve resmi literatüre sokmuştu. Günümüzde o tanım hâlâ o ilk tanımına uygun tarzda, 'Hıristiyan Oluş Konumu ve Koşulu' anlamında kullanılmaktadır."245 Avrupa'dan bir 'anakara' olarak söz ediyoruz: dünyadaki beş kıtadan biri. Buna karşın sınırlarını çizemiyoruz. Europa: Zeus'un büyük aşklarından biriydi ve önce yalnızca Yunanistan'dan ibaretti; sonrada ona Roma'yla Akdeniz dünyası eklendi. Hıristiyanlık'la Avrupa'nın Kuzey Batı ilkel bölgelerine yayıldı. 15. yüzyılda Viyana, Avrupa'nın doğu sınırıydı. Doğu ya da Ortodoks Avrupa, Konstantinopolis'teki Ortodoks Kilisesi'ne bağlıydı ve Avrupa olarak kabul edilmiyordu. 17. yüzyılda kuzey balkanlar Avrupa sınırına alındı. 20. yüzyılda Arnavutluk'tan Trakya'ya ve İstanbul'a kadar uzanan bölgeler, bütün Balkan yarımadası Avrupa olmuştu. Bugün Avrupa'nın coğrafi sınırları Ural dağlarıyla Hazar Denizi'ne kadar uzanmaktadır." 246 Mihaly Vajda'nın da söylediği gibi: "Avrupa sadece coğrafi bir kavram olmaktan çıkmıştır. Avrupa teriminin özgül değerler sistemini, bir düşünme biçimini kasteden bir kavram olarak alıyoruz."247 Aslında "Avrupa" kelimesinin, cografi bir kavram olarak bin yıllara danayan bir tarihi olmakla birlikte, kavramın 18. yüzyılın öncesinde de salt coğrafi çağrışımları aşan şekillerde kullanıldığı bilinmektedir. Ancak kavram, o tarihe kadar ki "coğrafya ötesi" kullanımlarında, kendisinin dışındaki bazı kavramların içinde eritilmiş ve söz konusu 243 244
Biray Kolluoğlu Kırlı, Avrupamerkezcilik: Sosyal Teorinin Kör Noktası, Toplum ve Bilim, Sayı: 63, Bahar: 1994, s. 141. Etienne Balibar, Çev. Hüsamettin Çetinkaya, Avrupa Yurttaşlığı Mümkün mü?, Sınırda, Yıl: 1, Sayı: 3, Eylül Kasım 2005, Ss. 140-143.
245
Aytunç Altındal, Avrupa Birliği ve Küreselleşme Bağlamında Christendome Kavramı ve İnsan Hakları, www.stratigma.com, Mayıs-2003, Sayı: 4. 246
Bozkurt Güvenç, Avrupa Entegrasyonunun Sosyal Boyutları, Avrupa Entegrasyonu: Politik, Ekonomik, Sosyal ve Askeri Boyutları Semineri, 2-3 Kasım 1989, Ankara-1990, Ankara Üniv. Yay. s.16. 247
John Keane, Sivil Toplum ve Devlet Avrupa'da Yeni Yaklaşımlar, Yedi Kıta Yayınları, 1. Baskı Mayıs 2004, içinde, Mihaly Vajda, Merkezi Doğu Avrupalı Bakış Açıları, s. 363.
100
kavramların "tamamlayıcısı" olarak algılanmıştır. Bu anlamda "Avrupa", antik çağlar boyunca Persler'e karşı girişilen savaşta özgürlük fikrini, Ortaçağ'ın büyükkısmındaysa Hıristiyanlık'ın ve Hıristiyan dünya görüşünün tamamlayıcısı olarak anlaşılmıştır. 248 Avrupa kimliği oluşturulması sürecinde seçici tarihsel kökene dayandırma çabası olarak görülmektedir. Bununla birlikte bu örnekleri, yakın tarihte Avrupa'da yaşanan çatışmaları ve acıları unutturma çabası olarak görmek de mümkündür. Böylece bir taraftan ortak bir kimlik için gerekli unsurlar ortaya konulurken, diğer taraftan farklılıklar ve olumsuz hatıraların üzeri örgütlenemeye çalışılmaktadır.249 Tarihe fazlaca girmeye de gerek yoktur. Fransa'da geçtiğimiz aylarda meydana gelen olaylar önemli sorunların gizlendiğinin belirleyici unsuru olmuştur. Avrupa, "entegrasyon kavramına sığında uzun süre. Farklı kültürlerin kendi inançlarını, etnik kökenlerini ifade edebilmelerine olanak tanıdı. Ama, belirli sınırlamalar içinde. Bu sınırlar, bu kültürlerin 'gettolaşma'sına ve bir alt kültür olarak varlıklarını sürdürmesine yok açtı. Sonuçta, birinci ve ikinci sınıf vatandaşların birlikte yaşadığı bir toplum oluştu. Her ne kadar, metroda sınıf ayrımını kaldırmak gibi göstermelik icraatlarla bu gerilimin önüne geçilmeye çalışılsa da, merkezle çevrenin çatışması gün geçtikçe alevlendi."250 Yalnızca ekonomik açıdan değil, toplumsal psikoloji açısından da Batı Avrupa derin sorularla karşı karşıya. Başta Fransa olmak üzere, bir çok ülkede toplumun önemli bir bölümü değişken küresel gelişmelerin günlük yaşamlarına etkisini kabullenmekte zorlanıyor. Endişeler derinleşiyor.. karamsarlık yayılıyor. Bazı kesinler hırçınlaşıyor. Gelecek bir umutsuzluk ufkuna dönüşüyor.251 Avrupa'nın bu sorunları üzerine ayrıca bir çalışma yapmak gerekmektedir. Sorunun ya da konunun Türkiye'yi ilgilendiren boyutlarını irdelemeyi sürdürelim. "Avrupa Birliği, Avrupalı ulus devletlerin deneyimlerini taklit ederek kendi meşruiyetini ve güvenliğini ilerletmeye çalışıyor. Avrupa Birliği milletler üstü bu arzusunu, milliyetçilikten ödünç almıştır ve hedefi belli bir Avrupa kimliğini güçlendirmektedir. Bunu yapabilmek içinse tarihi olarak diğerleri olduğuna inanılan insan topluluklarının dışlanması gerekir. Rusya ve Türkiye bunların en önde gelenleridir."252 Avrupalılık temel olarak çeşitlilik kavramı üzerinde oturur. Bu anlayış temel olarak genişleme sürecine yardımcı olmaktadır... kendi içerisinde de çelişkili ve değişken değerlere sahip olan Avrupa, genişleme sürecinde "öteki" kimliğiyle çelişkili ve değişken değerlere sahip olan Avrupa, genişleme sürecinde "öteki" kimliğiyle yüzleştiği her an, çok kültürlülük, tek kültürlülük (temel referansını Hıristiyanlık değerleri, antik yunan, reform ve Rönesans'tan alan kültür demeti) taraftarlarının çatışmalarına sahne olmaktadır. 253 Avrupa'nın önceliği Türklük kimliğidir. "Avrupa kimliğinin bir anlamda kurucu öğesi, birleştirici unsuru olarak Türk karşıtlığı merkezi bir önem teşkil etmekte" ve bu temel oluşumun yalnızlığının olmadığı; Asyalılar, Ruslar, Persler 20. yy. başlarında Çingeneler günümüzde Japonya ve ABD karşıtlığının Avrupalılık kimliğini pekiştiren öğelerin var olduğu gerçeğinden anlaşılmaktadır. Avrupa, dışındaki kültürel değerlerin hiyerarşik yapısına vurgu yaparken, hiyerarşinin başında, kapsayan olarak, Avrupalılık kimliğinin olduğu yaklaşımını 248
Ali Ersoy Kontacı, Avrupa Anayasası Yolunda Yaşanan Gelişmeler ve Türkiye'ye Olası Etkileri, T.C. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Hukuku (Anayasa Hukuku) Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara-2004. 249
Seyhan Şen, Avrupa Birliği'nde Kimlik Sorunu, T.C. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara-2004. 250 251 252
Vecdi Sayar, Çokkültürlülük, Cumhuriyet, 11.11.2005, s. 15. Bahadır Kaleağası, Hasta Adamın Reçeteleri, Radikal, 27.03.2006. Iver B. Neumann, a.g.e., s. 20.
253
K. İnanç Işıklar, AB: Görünür Genişleme, Görünmez Derinleşme Süreçlerine Eleştirel Yaklaşım, Aydınlanma 1923 Bağımsız Kemalist Düşün Dergisi, Yıl: 7, Sayı: 49, s. 43.
101
geliştirme konusunda da çekincesizdir. Avrupa'nın yakın tarihi insan haklarına aykırı eylemliliklerle örülüdür. Avrupa, ulusların/toplumların gereksinimlerinin birbirinden farklı olduğunu; kendi kültürüne sorgulamaksızın kabul ettiği olguları, diğer kültürler üzerinde de uygulanabilirliği yönündeki gerçek dışılığı; insan haklarının evrenselliği ve evrensel insan hakları üzerinden oluşturduğu politikaların temelde "insan hakları projelerinin yaşayan somut insanı ve kültürleri esas alarak adil" olabileceği gerçeğini bilinçli bir biçimde göz ardı etmesi "kendi suç envanterinin tarihe gömülmesi meşruiyeti" 254 açısından önemlidir. Winston Churchill'in, 2. Dünya Savaşı sonrasında, Eylül 1946'daki Zürich konuşmasında vurguladığı "Hıristiyan İnancı ahlakına, antik çağlardan modern çağlara kadar olan kültür, sanat, felsefe ve bilime dayanan ortak Avrupalı mirası" insanların kendilerini bir 'Avrupa yurttaşı' olarak hissetmelerine yetmemekte, ortak aydınlanma kültürü politik birlik oluşturmak için yeterli olmamaktadır. Bir Avrupa ülkesinde yaşamak, insanların kaçınılmaz bir biçimde 'artık Avrupa yurttaşıyız' demelerine yol açmamaktadır. Danimarka halkı Maastricht Antlaşması'nı, İrlanda halkı da Nice Antlaşması'nı ulusal kimliklerinin ve egemenliklerinin yok olacağı kaygılarıyla reddetmişlerdir. İngiltere'nin Birliğe katılımı, Fransa'nın Maastricht Antlaşması sonrasında (1992-1993) yaşadıkları, Norveç, isveç ve Finlandiya'nın (1994) referandum öncesi tartışmaları, ulusal kimlik ve egemenlik hakları önceliklerinin kolay kolay göz ardı edilemeyeceğini ortaya koymuştur."255 “Batı Avrupa devletleri tarafından başlangıçta ekonomik nedenler ve hedeflerle kurulmuş olan ve asıl içeriği anayasal düzen değil, ekonomik düzenlemeler olan Avrupa Birliği, bu özelliklerini değiştirmeden bölgesel bir koordinasyon aracı olarak değerlendirilebilseydi 'demokrasi açığı' sorunu ortaya çıkmazdı. Ancak 1950'lerde, rasyonel ve pragmatik bir ekonomik ortaklık olarak başlayan proje, Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla birlikte hızla politik birlik modeline dönüşmeye başlamış ve bu dönüşüm, çeşitli antlaşmalarla Avrupa halklarının doğrudan iradesi dışında, daha elitist bir proje olarak gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.”256 Elit, oligarşik bir yapı olarak AB'de seçmen durumu, demokratik meşruiyet yönüyle sorunun somut olarak ortaya konması boyutuyla önemlidir. Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılım oranı 1999'da %49'ken, 2004 seçimlerinde katılım %45,5'le oldukça düşük gerçekleşmiştir. Bu oran Avrupa birliği'ndeki 350 milyon seçmenden yaklaşık 155 milyonun oy kullandığını göstermektedir. Üstelik katılım oranı yeni Birlik üyesi olan 10 ülkede %28,7'yle daha da düşmüştür. Örneğin, Slovakya'da bu oran %16,6, Polonya'da %20, Çek Cumhuriyeti'nde %25'in altındadır.257 AB bir serbest ticaret alanı olmanın ötesinde bir kültürel alan olma çabası vermektedir. Çünkü farklı kültürlerin ekonomik olarak bütünleşebilmesi ve ekonomik düzene uyum sağlayabilmesi için öncelikle birlik duygusunu benimseyen, Avrupalılık kimliğini içselleştiren insan bilincine ihtiyaç vardır... 1997 yılında İspanya Eğitim Bakanı M. Delgado Morcira, "Kültürel Vatandaşlık ve Avrupalı Kimliğinin Yaratılması" başlıklı yazısında: "AB'nin, Avrupalı kimliğini ortaya koyuş şekli, bir resmi milliyetçilik örneğidir. Birlik, bütünkalbiyle bir süper devlet yaratmak istemektedir. Bunu gerçekleştirmek için uyguladıkları prosedürle beraber Avrupalı kimliği, 1850'lerden sonra Avrupa'da patlak veren (Rusya, Britanya 254 255 256 257
Çetin Güney, "Avrupa Kültürüyle AB İdealinin İmkansız Birlikteliği", internet adresi: www.avsam.org, Erimiş: 25.04.2004 Leyla Sanlı, a.g.e., s. 40. Leyla Sanlı, a.g.e., s. 45. Leyla Sanlı, a.g.e., s. 102.
102
İmparatorluğu, Avusturya Macaristan İmparatorluğu) milliyetçilik ve emperyalizmin tarzıyla benzerlik göstermektedir. Bu anlayışlar gibi, Avrupalı kimliğinin, milli popülizm tehditlerine bir karşı tepki olması; hem alttan (işsizlik, azınlıklar gibi) hem de dıştan gelen (büyüyen göç oranı) baskıyı sindirmesi ve propaganda, militarizm, ilk öğretim, tarihin yenden yazımı ve kimliğin inşası konularında belirleyici olması amaçlanmıştır. Bu milliyetçilik anlayışı, milli devletlerdeki ve etnik azınlıklardaki (geleneksel ve yeni) kültürel ağlarla Avrupalı kimliğinin bağlantı kurmasını zayıflatmakla kalmaz ayrıca bunlarla gelecekteki Avrupalı kimliği ve vatandaşları arasındaki ilişkiyi de göz ardı eder..." Öte yandan Georgetown Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünden Charles A. Kupchan: "AB'nin üzerine kurulduğu temeller, ekonomik milliyetçilik ve korumacılık yüzünden tehlike altında. Avrupa'nın siyasi birlik kurmaya yönelik devrimci deneyimi sendeliyor. Geçen ay, Britanya ve Polonya'da entegrasyonu desteklemeyen siyasi partiler önemli ilerlemeler kaydetti. Geçen yıl Fransa ve Hollanda'da reddedilen AB anayasası artık ölü. Ekonomik milliyetçilik ve korumacılık tırmanıyor. Fransa, İtalya, İspanya ve Polonya hükümetleri, ulusal endüstrilerini yabancıların ele geçirmesini engellemek için adımlar attı."258 yorumunu yapmaktaydı. Öyle bir noktaya gelinmişti ki, "AB'ye üyelik sürecinin Orta ve Doğu Avrupa'da işleyen demokrasilerden çok 'AB'ye uyumlu yapıları olan demokrasiler' ürettiği gözlenmektedir. Yeni Avrupa, ulus devletin kurulu olduğu aynı simgesel temel üzerine inşa edilmektedir. Bayraklar, marşlar, pasaportlar, madeni paralar, bunların hepsi ilk ortaya çıkan ulus devletin varlığını çağrıştıran ikonlar olarak işlev görüyorlar. Resmi Avrupa kültürü konusunda söylem çok anlamlıdır. Söylem tamamen uyum, bütünleşme, birlik, güvenlik üzerine yoğunlaşmıştır." 259 demektedir. Süregelen 'ötekileştirmeye' rağmen, AB, kendini demokratik ve çok sesli göstermek için üretilen "öteki" olarak tanımladığı kültürleri de içine alma eğilimindedir. Çünkü, sisteme karşı üretilen anlamlar sistemin anlamlandırma pratiklerine katıldığı zaman, her ne kadar karşıt ve direnç unsuru gibi gözükseler de sonuçta sistemin kendini sürdürme araçlarından biri haline gelirler. AB'nin Avrupalılık kimliğini ön plana çıkararak diğer kültürleri dışlaması, demokrasi ve çok seslilik idealleriyle çelişir. Bu çelişkiyi, gizlemek için de aslında 'öteki' olarak tanımlanan Türkiye'nin birliğe katılma ihtimali sıcak tutulmaktadır. Yani 1980 sonrasındaki küreselleşme hareketleriyle beraber, açıkça homojenleştirici tek tip bir kültürel kimlik dayatan politikalar işlevini yitirmiştir. Stuart Hall, 'Yerel ve Küresel: Küreselleşme ve Etniklik' yazısında bu durumu şöyle açıklamaktadır: "Küresel konumunu korumak için sermaye, yenmeye çalıştığı farklılıklarla müzakere etmek, onları kısmen içine almak ve yansıtmak zorunda. Farklılıkları denetim altına alıp daha nötr hale getirmek zorunda... bu, yerel sermayeler aracılığıyla, diğer siyasal ve ekonimik seçkinlerin yanında ve onlarla işbirliği hüküm sürebileceğini anlamış bir sermaye biçimidir. Onları silip atmaya kalkışmaz, onların üzerinden işler.. bir tür bağımsızlık oyunu sahneye koymaktadır."260 Françoise de La Serre'nin dediği gibi: "... Doğu Batı bölünmesinin ortadan kalkması, tek boyutlu ve tükenme aşamasındaki kurumsal modellerin sorunu getirmiştir ve bunların yerini, 258 259
Charles A. Kupchan, AB Milliyetçiliğe Tosluyor, Los Angeles Times, 30.05.2006, Radikal, 03.06.2006. Gülhan Bilen, Doğu Avrupa'da AB Entegrasyonu, Radikal, 26.01.2006.
260
Aydilge Sarp, Avrupa Birliği Kültür Politikaları, www.eurozine. com, 20.10.2005, Ss.1-6. ayrıca, Deniz Özyakışır da şirket vatandaşlığının ulus devlet açısından yıpratıcı noktasına değinmektedir: "...şirket vatandaşlığı söylemi geliştirilerek, aidiyet ilişkisine yönelik küresel bir çerçeve çizilmektedir. Toplumsal aidiyetlerin küresel ölçekte dönüşüm geçirmesiyle, bireyler bağlı oldukları veya çalıştıkları şirketlerde aitlik veya sahiplenme temelinde yeni ilişki biçimleri geliştirmektedirler. Şirket logolarını, baraklarını, ürünlerini ve diğer argümanlarını fetişleştirme geleneği böylelikle kendiliğinden ortaya çıkıveriyordu." Deniz Özyakışır, Ulus Devletin ÇUŞ'larla İmtihanı, Yarın, Yıl: 4, Sayı: 47, Mart 2006, s. 24.
103
ana işlevi artık karşıtlıkların üstesinden gelmek ve kıtanın örgütlenme bozukluğundan kaynaklanan farklılıklara uyum sağlamak olan bir süreç çeşitliliği almaktadır... Avrupa Birliği nevi şahsına münhasır, tamamlanmamış, pragmatik bir uzlaşmalar zinciri sayesinde gelişen bir siyasal girişim olarak kalmaya mahkûmdur."261 Avrupa vatandaşlığı boyutunda da Avrupa uluslarının, ilkin sivil toplum süreçleri harekete geçirilmektedir. Ardından vatandaşlığı "piyasa" ve "ordu" yönleri derinleştirilmektedir. Asıl olan da sermayenin ve ordu gücünün Avrupalılaştırılmasıdır.262 Merkezi Brüksel'de bulunan "European Cultural Foundation" 3 Nisan 2002 tarihinde Avrupa'nın en büyük Cumhurbaşkanı Richard Von Weizacker, Hollanda Prensesi Margarethe, eski İsveç Başbakanı Ingvar Carlsson ve eski AB Komisyon Başkanı Jacgues Delors gibi ünlü isimlerin imzası bulunan bildiride, AB'nin ortak kültür politikası geliştirmesi çağrısı yapılıyordu: "eskiden ülküler bizi Avrupa için coşturuyordu. Şimdi yalnızca çıkarla konuşuluyor. Çıkarlar yeter mi? Elbette değil ortak Avrupa kimlik bilincinin esası kültürdür. Bugünkü Avrupa'da en önemli görevlerden biri kültürü korumak ve teşvik etmektir... Çoklukta birlik Avrupa'nın kültürel özüdür. Biz, bu mektubun altında imzası bulunanlar, Avrupa Anayasa Hazırlama Komisyonu'nu taslakta eğitim ve kültüre özel yer vermeye çağırıyoruz. Kültürün aktif olarak desteklenmesi hayati öneme haizdir... Yarınki Avrupa'nın, üye devletlerin ulusal politikalarını anlamlı biçimde tamamlayacak, ekonomi ve sosyal politikalardan daha az çaba ve destek hak etmeyen ortak bir kültür politikasına ihtiyacı vardır. Bu yüzden, AB'yi bu göreve çağıran kamu kurumları ve sivil toplum kuruluşlarının çabalarını destekliyoruz... Bildirinin hemen ardından Avrupa Komisyonu başkanı Roma-no Prodi Avrupa'nın manevi ve kültürel boyutunu inceleyecek bir kurul teşkil ettirdi. Bu kurul, gelecekte AB'nin birlik ve dirliği için elzem siyasi tutkala ihtiyaç olacağını saptamıştır. Sonuçta AB kendisini ayakta tutacak enerjiyi ortak Avrupa Kültüründe aramalı ve bulmalıdır... bildiri metninde ayrıca atılacak adımlara ilişkin olarak şunlar yer almaktaydı: Avrupa Kültür politikası, ilk aşamada teşvikler kapsamından çıkartılıp paylaşılan yetkiler kapsamına alınmaktadır. Bu kavramların okuyucu dilinde kısa ve öz tarifi şu olabilir: Ulusal kültür politikaları çerçevesinde proje bazında yürütülen ve AB teşvikleri kapsamında oyçokluğu ilkesine göre finanse edilen kültür politikası yerine Avrupa çapında kendine ait yetki alanı olan bir klütür politikası şarttır ki tüm üye devletleri bağlayıcı ve çoğunluk kararına göre olmalıdır. Avrupa Anayasa'sına ortak kültür politikası kavramının konmasını ve kültür alanında kararların çoğunluk ilkesine göre verilmesini talep etmektedir. Çoğunluk ilkesi vasıtasıyla ulusal eğitim ve kültür politikaları AB'nin doğrudan ilgi alanına girmiş olacaktır... 2003 yılında Romano Prodi'ye sunulan rapora göre, "Coğrafi ve milli sınırlar Avrupa kültür alanını tanımlayamaz, aksine o Avrupa siyasi alanını belirleyecektir. Avrupa kültürü henüz siyasi birlik tesis edemiyor. Bunun için politikaya ve politik kararlara ihtiyaç var. Ama Avrupa kültürü, politikacılara Avrupa'yı siyasi birliğe dönüştürme şansı veriyor."263 Yapısı gereği “tarihi, kültürü, toplumu yaratmakla yetinmeyen onun üzerinde düşünen/dile getiren (okuma yoluyla/yazma yoluyla) özne olarak Avrupalı, salt yaşanır olana yönelip onun adeta büyüsünü bozduğu için kendinden ve varolan her şeyden sorumludur. 261 262 263
Jean François Bayart, Kimlik Yanılsaması, Çev. M. Moralı, Metis Yayınları, 1. Basım: Haziran 1999, s. 67. John Keane, Avrupa Vatandaşlığı, Tarihi Kökenler ve Yeni Hareketler, Sivil Toplum, 3 (11), Ss. 79-98. Alaattin Diker, AB'nin Kültür Politikası Var Mı?, Yarın, Yıl: 4, Sayı: 39-40, Temmuz Ağustos 2005, Ss. 21-22.
104
Çünkü kolayca fark edileceği gibi, bir şeyleri yerinden etmenin, sorumlu kılmanın aynı zamanda sorumluluk da getirdiği açıktır. Bireysel özne nasıl ki kendisi olmayanla, başka bir bireysel özneyle ya da nesneyle ancak "kendisi" olabiliyorsa, dolayısıyla varlığını ona borçluysa, tıpkı bunun gibi Avrupa da varlığını kendisi olmayana borçludur. Avrupa'nın hem borçlu olduğunu hem de biraz önce dile getirdiği gibi sorumlu olduğunu duyumsaması gerekmektedir. Bu sorumluluğun, olup bitendeki kimi yönleri, durumları "sorunlu" olarak görmede ilkin yaşama geçtiği de bilinmektedir. Kendini ve kendi olağanlığı içinde sürüp giden yaşamı "sorunlu" olarak gören, kendinden başlayarak her şeyden, gördüklerinden de "sorumlu"dur aynı zamanda. Avrupa da tıpkı bireysel özne gibi bir kez daha kendine yönelme, kendi üzerine kıvrılma sorumluluğunu duyumsamalıdır. Dünyaya açılan, dünyanın başka bölgelerine yönelen Avrupa, tüm dünyadan sorumludur, çünkü dünyanın öteki bölgelerine kendi ekseninin dışına çıkmakla ulaşmıştır, açılışını dünyaya borçludur."264 Tüm söylediklerimiz çerçevesinde, Avrupalılık kimliği üzerine derinlemesine irdeleme yaklaşımıyla denilebilir ki: "... dünyanın saygın ve güçlü devletlerinin bilim adına izledikleri yol, yalnızca Aydınlanma devriminin parlak, rasyonel ve görünür olguları üzerinde değil, aynı zamanda "ilkel" diye nitelenen, etnik, dinsel metaforlarla yoğrulmuş, çıplak güç savaşımlarıyla biçimlenmektedir."265
264
Prof. Dr. Betül Çotuksöken, Avrupa: Öznenin Doğum Yeri, Doğu Batı, Yıl: 4, Sayı: 14, Şubat, Mart, Nisan, 2001, s. 50-51.
265
Ar. Gör. Dr. Mert Gökırmak, "Bilgi, İktidar ve Üniversite", Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt: 19, Sayı: 4, Kış Dönemi, Aralık 2001
105
VIII.-Kemalist Eğitim Modeli
Eğitim alanında güdümlü örgütlenmeler sürecini ayrıntılarıyla inceledikten sonra çözüm önerileri kapsamında "Kemalist Eğitim Modeli" önemli bir yaklaşım olarak değerlendirilmelidir. Atila Karaosmanoğlu 19633-1964 yıllarında Paris'te OECD adına hazırladığı bir tez vardı. Dünya çapında otuz kadar iktisatçı toplandılar ve Karaosmanoğlu tezini kabul ettirdi. Tezi özü şuydu: eğer yıllık %7'lik kalkınma hızını korursak, gelişmiş ülkeler de bugünkü gelişme hızlarını korurlarsa biz ancak onlara 256 yıl sonra ulaşabiliriz. 266 Kuşkusuz bugün Türkiye kalkınma hızını artıramamıştır. Madenlerini kullanması engellenen, yeraltı ve yerüstü hemen tüm olanakları kullanmak istemesinin önüne geçilen Türkiye'de geleceğini emanet edeceği gençliğini yapay Avrupalılık kimliği çerçevesinde AB'ye bırakmaktaydı. AB Eğitim ve Gençlik Programlarıyla yapılmak istenenlerin sonuçları Türkiye'ye değil AB'ye kazandıracağının aksini düşünmek en hafif deyimle saf dilliliktir. Halbuki Avrupa Birliği bu programıyla Türkiye'nin 83 yıl gerisinde kalmıştır. Kemalist devrim gerçekleşmiş ve 14 Ağustos 1923-27 Ekim 1923 tarihleri arasında İcra Vekilleri Heyeti Programı tamamlanmıştır. Programını 5 Eylül 1923'te Millet Meclisine sunmuştur. Bu program doğrultusunda: "eğitim siyaseti genel ve ortak eğitimde birlik ve mesleki eğitimde uzmanlaşma ilkelerine dayanacaktır, eğitimin üç ayrı görevi vardır, bunlardan birincisi çocukların terbiye ve talimi, halkın terbiye ve talimi, üçüncüsü, ulusal seçkinlerin yetişmesi için gerekli olan düzenlemelerin yapılması. Çocukların eğitim ve öğretimi okullarda yapılacaktır, halkın eğitim ve öğretimi için gec edersleri ve çırak okulları kurulacak, yoksul ailelerden gelen çok yetenekli öğrenciler orta ve yüksek okullarda özel olarak himaye ve yardım gelecek ve uzmanlık kazanımları için Avrupa'daki kültür merkezlerine gönderilecek böylece ulusal seçkinler yetiştirilecek, ilköğretimde genel eğitimin yanı sıra pratik mesleki eğitim verilmesi"267 öngörülmekteydi. "Yeni Türkiye'yi harekete getiren hamle devrim ruhudur. Yeni Türkiye'nin ülkeleri 266
Ahmet Taner Kışlalı, Demokrasi İçin Eğitim, Türk Eğitim Derneği 13. Eğitim Toplantısı, 30 Kasım-1 Aralık 1989, Türk Eğitim Derneği Yayınları, s. 198. 267
Yrd. Doç. Dr. Muharrem Güneş, Hasan Güneş, Türkiye'de Eğitim Politikaları ve Sivil Toplum, Anı Yayıncılık, Şubat 2003, Ankara, s. 20.
106
çağcıl bir devlet halene geçmektir. Yeni Türkiye'nin amaçları da kültür alanında Türkçülük, siyaset alanında Halkçılıktır."268 Kemalizm bu temel açılımı AB Eğitim ve Gençlik programlarına, İmam Hatip Liselerinin programlarına seçenek oluşturan Kemalist Eğitim Öğretim Modelinin de temel açılımıdır. Bütün toplumlarda okulların görevi, kültürel alanda geçmişten devralınan miras, gelecek kuşaklara iletmektir. Süreklilik ve gelenek, okul ve üniversite gibi öğretim kurumlarının karakteristik özelliğidir. Özellikle üniversiteler, geleneksel kültürel değerlerle yeni kültürel değerler arasında bir denge ve uyum kurmaya çalışır.269 Ancak günümüzde Türk üniversiteleri; çağcıl, Kemalist değerlerle ilişkili olmaktan uzak programlar olarak da görülmektedir. Kitle buluşmalarında Kemalizm'den söz eden üniversite yöneticileri sorgulanmamakta ancak kendilerine saygı duyulmaktadır. Çelişkinin düzlemi değişmiştir. Kaypaklığın akıl almaz boyutlarının belirginliği artık açıktan görülebilmektedir. Ulusal değerleri benimsediğini savlayanlar açıkça Türk ve Atatürk düşmanı konumundadır. Bunun sonuçları yavaş yavaş açık bir ivme kazanmaya başlamıştır da yetkili/yetkisiz, sorumlu/sorumsuz, ilgili/ilgisiz kişiler bu açık ivmenin dalgalarına kapılmış, sarp kayalara vura vura belleklerini, konumlarını unutmuşlar, eleştiriden, sorgulamaktan yoksun kalmışlardır. Önünde sonunda karşılaşılan yanlışın sorumluluğu altında ezilecekler çoğalmıştır. Ziya Gökalp'te Eğitimin Ulusallığı ve Gençlik Bunalımı Ziya Gökalp eğitimin ulusal olup olmamasına göre toplumları üçe ayırır: 1. İlkel Toplumlarda Eğitim: Çocuk genel kültür almayıp aşirete ait sınırlı kültürü edinir. 2. Modern İlerlemeyi Kabul Eden Uluslar: Yeni uygarlık sınıfına girerler. Kitaplar, okullar, öğretmenlerle bu uygarlık kendisini o uluslara ait çocuklara öğrettirir. Bu ulusta kültür, uluslararası uygarlığın gelenekleri altında yitip gider. Bu durumda eğitim, ulusal değil, uluslararası uygarlığı aşılamaya çalışır. 3. Modern Uluslar: Ulusal kültürü arar ve eğitimleri de ulusal olur. Ziya Gökalp, Osmanlı dönemiyle ilintili olarak; medrese ve okulun eğittiği çocukların ve gençlerin ahlâk ve karakterini bozduğunu, bunun nedenininse; eğitimin ulusal olmayıp kozmopolit oluşunda aramak gerektiğini söyler.270 Bir Türk toplumbilimcisi olarak Ziya Gökalp'in eğitimin amaçsallığına ilişkin şu belirli (öneri nitemini de yapabileceğimiz) yaklaşımlarını da yazımıza ödünç alalım: 1. Eğitimin amacı, birey değil ulustur. 2. Her ulusun kendi kültürünü gençlere aşılaması, eğitimin temel ilkesi olmalıdır, 3. Gençler başı boş yetiştirilmemeli, bir ülküye yöneltilmelidir, 4. Eğitim, bireye kişilik kazandırmalıdır.” 268
Ziya Gökalp, Yeni Türkiye'nin Hedefleri, içinde, Irklar Arasında Müsavilik, Hür Basım ve Yayımevi-Ankara, 1956, s. 26.
269
Prof. Dr. Kemal Aytaç, Avrupa Okul Sistemlerinin Demokratlaştırılması (Mukayeseli Eğitim Araştırması), Ankara Üniv. Eğitim Bil. Fak. Yay. No:143, Üçüncü baskı, Ankara Üniv. Basmevi-1985. 270
Prof. Dr. Mahmut Tezcan, Eğitim Sosyolojisinde Çağdaş Kuramlar ve Türkiye, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Yayınları No: 170, Ankara, 1993, ss. 65-74. İlgili kaynakta Ziya Gökalp'in kozmopolit nedenselliğine ilişkin şu örnek yer almaktadır: "İstanbul'da üç türlü kitapçı vardır: 1. dili Arapça ve Farsça sahaflar, 2. eğitimin Avrupa'ya ait olduğu Beyoğlu kitapçıları, 3. önceliklerin tercümesi ve taklidi olan Tanzimat eğitimi olan Bâbıâli caddesindeki kitapçılar. Öğretim yerleri de kitapçılar gibi kozmopolittir; medreseler, yabancı okullar, Tanzimat okulları..."
107
İsmail Hakkı Baltacıoğlu ve Eğitimde Beş İlke Bireyin ruhunda, ulusal kültürün hem duygusal hem de kuramsal temellere dayandığını vurgulayan Ziya Gökalp Türk toplumbiliminde/felsefesinde kültür ve uygarlık kavram çiftinden yola çıkmaktadır. Ziya Gökalp gibi İsmail H. Baltacıoğlu da salt osmanlıTürk toplumu için değil, Cumhuriyet dönemi eğitim felsefine de önemli katkılar yapmış bir eğitimcidir. Baltacıoğlu'nun insan yetiştirmede, değişmez beş temel ilkesi vardır: 1. Kişilik İlkesi: "eğitim ve öğretim insana bir alanın bilgisini vermekle kalmamalı, o konuyla ilgili kişiliği de kazandırmalıdır." 2. Ortam (çevre) İlkesi: "kişilikler ancak gerçek ortamlar içinde yetişirler. İster bilgin ya da ister bahçıvan olsun, bunlar ancak kendi gerçek ortamları içerisinde bilgin ve bahçıvan kişilik kazanırlar." 3. Çalışma İlkesi: "okullar, gerçek yaşam dışı, yapay çalışmaların değil, gerçek yaşamdaki çalışmaların yeri olmalıdır." 4. Verim İlkesi: "gerçek çalışmanın koşulu, gerçek bir yapıt, gerçek bir verim elde etmektir. Gerçek verimden amaç, toplumsal değer taşıyan bir yapıt demektir. Eğitim konusu olan insan, gerçek bir çalışma yapacak, ancak, kesinlikle biryapıt vercektir." 5. Başlatma İlkesi: "eğitim bir başlatmadır. Her şey değildir. Eğitimin görevi, yaşama hazırlamadır. Yoksa bütün yaşamı yaşamak değil."271 Kemalizm'in eğitim ve öğretim etkinliklerine bakışında somutlanan uygulama Osmanlı'daki dağınık, parçalı, kimliksiz programlar ve uygulamaların tersine koşut olarak birleştirici, bütünleştirici, yurttaşlık eğitimiyle uluslaşma amacı çizgisinde eğilim gösteren bir yapısı vardır. Eğitim ve Öğretimde birliği amaçlayan Eğitim Birliği yasası, özetle şu hükümleri içeriyordu: Türkiye içindeki bütün bilim ve eğitim kurumları, Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlanmıştır. Şeriye ve Evkaf Vekaleti ya da özel vakıfların yönettiği tüm medreseler ve okullar Milli Eğitim Bakanlığı'na devredilmiştir. Bu büyük karardan sonra Türk Ulusal Eğitim politikası, laik ve dünyevi bir nitelik kazanmıştı. Kemalist devrim süreciyle eğitim ve öğretim işlerinde başarı amacı vurgusu benimsenmiş ve ulusal çapta bir etkinlik/etkenlik içerisinde uygulanmıştır. Merkezi bir yapıya bağlı olarak "... eğitim örgütünün dalları ve yönetim süreci, il, ilçeye doğru, giderek örülmeye başlamıştır." Atatürk'ün TBMM'yi açış konuşmasında272 Bilim Kurulu toplantılarında273, İzmir İktisat Kongresi'nde274 ve çeşitli toplantılarda eğitim öğretim etkinliklerine önem verilmiş, öneriler yoluyla tartışılmaya, uygulamanın, zeminin sorgulanmasına başlanmıştır. 271
Gürsen Topses, Eğitim Felsefesi Temel Sorunları, Dayanışma Yayınları, 17. Birinci Baskı: Aralık 1982, ss. 189-191.
272
Mustafa Kemal Atatürk 1923 yılında Meclis açış konuşmasında şöyle demiştir: "...Memleket çocuklarının birlikte ve eşit olarak kazanmaya mecbur oldukları bilim ve fendir. Yüksek meslek ve ihtisas erbabının ayrılabileceği öğretim kademelerine kadar eğitim ve öğretimde birlik, toplumsal yapımızın gelişmesi ve yüceltilmesi açısından önemlidir..." 273
Gürsen Topses, a.g.e., s. 194. "... 1924 yılında, eğitim işleri ve ekin sorunlarını ele almak üzere, Ankara'da, ikinci Heyet-i İlmiye toplantısı yapıldı." Bu toplantıda alınan kararlar daha çok ilköğretim ve lise düzeyine ilişkindi. 274
Gürsen Topses, a.g.e., s. 195. İzmir İktisat Kongresi'nde: köylü ve çiftçi için gerekli bilgilerle beslenmiş betiklerin ve dergilerin ücretsiz dağıtımı; sanayi ve ziraat derslerinin gereği gibi okutulmasına; köylerdeki ilkokulların çerresiyle ilgili olmak üzere düzenlemelerin yapılması; Türkiye dışındaki öğrencilerin köy okullarında öğretmenlik yapmaları zorunluluğu gibi konular tartışılmış ve özellikle köy okulların geliştirilmesi gereği önemsenmiştir.
108
Türk eğitim sisteminin oluşturulması sürecine başlanmasında belirleyici neden değişkeni olan Osmanlı eğitim sistemi, Kemalist devrimce sorgulanmış ve eleştirilmiştir: Geleneksel eğitim, hem kuruluş sistemi ve hem de özü yönünden ulusal değildir. Bu eğitim ulusal dil, ulusal tarih, ulusal sanat, yani topyekün ulusal kültürün gelişmesine uygun değildir. Bunun gelişmesini engellemektedir. Buysa, ulusal benlik duygusunun zayıflamasına yol açmıştır. Geleneksel eğitim, bütünüyle, bilimsel mantığa kapısını kapamıştır. Onun göze bu dünyaya değil öbür dünyaya çevrilmiştir. Bu nedenle 'çağın gereklerine ve toplumun gereksinimilerine yanıt vermekten uzak bulunmaktadır. Geleneksel eğitim ve öğretim yöntemleri, yaratıcılığı engelleyici niteliktedir. Yalnızca ezberciliğe dayanmaktadır. Buysa, 'yapıcı ve yaratıcı yeni kuşakların' yetişmesini sağlamaktan uzak bulunmaktadır. Geleneksel eğitimin eleştirisini yapan Kemalizm'in eğitiminde temel beş ilkesi vardır.
275
1. Ulusallık İlkesi: Eğitim sisteminin ulusal nitelikte olabilmesi için; Türk Devleti'nin Ulusal Kurtuluş Savaşı'yla somutlanan tam bağımsızlık ve ulus egemenliği temelinde biçimlenmiş olması gerekir. Atatürk TBMM'nin açış konuşmasında (1 Mart 1924) eğitimin ulusallığına ilişkin şunları söylemiştir: "Türkiye'nin ulusal eğitim siyasetini, her basamağında, tam bir açıklıkla ve hiçbir duraksamaya yer vermeyen bir aydınlıkla belirtmek ve uygulamak gerekir. Bu siyaset, her anlamıyla ulusal nitelikte belirtilebilir." Eğitimin Ulusal olma özelliği, toplumun değişik öğelerinin, kültürel ve eğitimsel amaçlar çerçevesinde bütünleşmesine yol açmıştır. Toplumun ulusal bir gurur kazanmasına yarayan bu ilke aşırı ve saldırgan eylemleri değil, ulusal bilinçlenmeyi amaç edinmiştir. 2. Bilimsellik İlkesi: Eğitim öğretim sürecinde öğrencinin; paylaşılan anlam yükünü ve bilgi aktarımını yeterli düzeydi var olması öğreticilerce arzulanan bir durumdur. Türk çocuklarının niteliğini artık oranda destekleyen doğrultulu bir yaklaşımla; Atatürk 27.10.1922 günü, Bursa'da öğretmenlere seslenirken şunları söylemiştir: "... Evet, ulusumuzun siyasal ve toplumsal yaşamında, ulusumuzun zihinsel eğitiminde de rehberimiz ilim ve fen olacaktır. Okul yardımıyla okulun vereceği ilim ve fen sayesindedir ki Türk Ulusu, Türk sanatı, ekonomisi, Türk şiir ve edebiyatı bütün incelik ve güzellikleriyle gelişir." "Gözlerimizi kapayıp, tek başımıza yaşadığımızı düşünemeyiz. Yurdumuzu bir çember içine alıp, dünyayla ilişkisiz yaşayamayız... Tersine, gelişmiş ve yükselmiş bir ulus olarak uygarlık alanı üzerinde yaşayacağız. Bu yaşam ancak bilimle, teknikle olur. Bilim ve teknik neredeyse oradan alacağız ve her yurttaşın kafasına koyacağız. Bilim ve teknik için kayıt ve şart yoktur." 3. Laiklik İlkesi: Laiklik ilkesi Kemalizm'in siyasi, toplumsal ve kültürel programı doğrultusunun bir 275
Doç. Dr. Vahap Sağ, Atatürkçü Eğitimin Temelleri, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 4, ss. 27-39.
109
yansıması olarak eğitimde de ilkeleşmiştir. Türkiye'nin toplumsal bütünleşmesini önceleyen, birbirine düşman ve 'ters' iki kuşak yetiştirmeye yönelik geleneksel eğitim politikasının eleştirilmesi yoluyla doğruluğunu sorgulayan ve yadsınmasını öngören ve 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen Eğitim Birliği Yasası'nın gerekliliğini işaret eden Atatürk şunları söylemiştir: "Uygar uluslar önemde saygınlık kazanmak isteyen Türk ulusu, çocuklarına vereceği eğitimi mektep ve medrese namında birbirinden büsbütün başka iki çeşit kuruma teslim etmeye hâlâ katlanabilir miydi? Eğitim ve öğretimi birleştirmedikçe bireylerden olaşan bir ulus yapmaya olanak aramak boş işle uğraşmak olmaz mıydı?" Atatürk 30.08.1925 tarihinde Kastamonu'da şu derin saptamaları yapmıştır: "Efendiler ve ey ulus iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müridler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, tarikatı medeniyettir." 4. Karma Eğitim İlkesi: Kemalist toplum düzeninde cinsiyetçi tutum ve davranışa yer yoktur. Atatürk yukarıda alıntıladığımız Kastamonu'daki konuşmasında şunları da söylemiştir: "Bir sosyal topluluk bir ulus, erkek ve kadın denilen iki tür insandan oluşur. Kabil midir ki, bir kitlenin bir parçasını ilerletelim, ötekine göz yumalım da, kitlenin tümü ilerlemiş olsun, mümkün müdür ki, bir toplumun yarısı topraklara, zincirlere bağlı kaldıkça, öteki parçası göklere yükselebilsin? Kuşkusuz, ilerleme adımları, iki cins tarafındanberaberce, arkadaşça atılmak ve ilerleme alanında, yenilikte yol almak gerekir. Böyle olursa devrim başarılı olur." Türk eğitim sisteminde karma eğitim en önemli ilkelerden biridir. Ulusal kurtuluş savaşı kahramanları arasında Şerife Bacıların olduğu, Türk kadınlarının her zaman Türk ülküsü için savaşım verdiği, aydınlanmanın neferleri olduğu da unutulmamalıdır. 5. Uygulamalı Eğitim İlkesi: Cahillikle ve bilgisizlikle savaşımın gerekliliğini önemle/öncelikle vurgulayan Atatürk ilk ve orta dereceli okulların ülke gerçeklerine koşut toplumsal gereksinmeyi temel alan bir yaklaşımla insan kaynağını etkili ve verimli bir biçimde kullanılmasının gerekliliği üzerine yoğunlaşmıştır. Bireylerin yaşamları süresince kullanabilecekleri bilgilerle donatılması gereğine işaret eden Atatürk 1 Mart 1922 TBMM'nin açış konuşmasında şunları söylemiştir: "... Yurt çocuklarını toplumsal ve ekonomik alanlarda etkin ve verimli kılabilmek için gerekli olan ön bilgileri iş üstünde öğretmek yöntemi, eğitim ve öğretimin ana kuralı olmalıdır... Ortaöğretimde de, eğitim ve öğretim yönteminin ise ve uygulamaya dayanması ilklerine uymak kesin olarak gereklidir. Kadınlarımızın da söze geçen öğrenim basamaklarından geçerek yetiştirilmesine önem verilecektir." Eğitim ve öğretimin bu ilkelerle koşullandırılmamış bir eğitim öğretim ve gençlik politikası; aklı bağımsız, vicdanı bağımsız bir gençlik sonucundan uzaktır. Politikasızlığın en son göstergeleri; içinde bulunduğumuz siyasi kirliliğe ilişkindir. Bu durum Türk Gençliği'nin geleceği üzerine yoğun baskılar yaparken, Türk Gençliği'nin geçmişine yabancılaştırılmasıyla birlikte umudunu da çaldığı yadsınamaz. Umudunu yitirenin de başkaldırmamaya, kendi özüne uzak programları benimseme doğrultusunda da ulusal bilincini yitirme noktasında çırpınışıyla baş başa kalması kaçınılmazdır. 110
İnsan, toplayıcılık, avcılık ya da yerleşik, hangi düzeyde olursa olsun, doğaya bir toplum içinde olarak, en azından, bir aile kalabalığında olarak, uyum sağlar. İnsan ... bütün gereksinimlerini bir toplum içinde ve toplumsal değerlere göre karşılar ve doğaya ancak içerisinde bulunduğu kendi toplumu sayesinde uyar. Doğumundan başlamak üzere biyolojik gelişimini tamamlarken insan, toplumsallaşmaya da adım atar. Toplumsallaştırmaysa eğitim ve öğretimle olmaktadır. Eğitim öncelikle dil aracılığıyla gerçekleşir. İnsanlar arasındaki iletişimi sağlayan araç olan dil; kültürel değerleri edinme süreçleri doğrultusunda bilginin, anlam yükünün paylaşılması için insanların öncelikli gereksinimidir. Doğumundan ölümüne değin içinde bulunduğu toplumun değerleriyle yoğrulan insan; kültürel değerleri benimseme süreçlerinden, öğrenme süreçlerinden geçer. Paylaşımın ortak değer olmaması durumundaysa dil ulaşılmaz/uzlaşılmaz olur. Dil bütün kültür ve ulusal değerlerin taşıyıcısıdır. Doğduğu an; salt, biyolojik bir varlık olan insanın toplumsallaşma süreci, eğitildikçe ve öğrendikçe tamamlanır. "Eğer insan, eğitimi ve eğitim yoluyla toplumsal değerleri alamamışsa, toplumsallaşamamış, biyolojik varlık olarak kalmış demektir."276 "Bir gün, bir Orta Anadolu şehrinde, elma bahçeleri içinde, üzümlerin cömert bir sevinçle raksettikleri öğle sonunda bir Cumhuriyetçiyi dinliyordum. Şöyle anlatıyordu: Anadolu o zamanlar kaynaşıyordu. Kimsenin belli bir ülküsü yoktu. Bu, gerçekten, bir çözülme, dağılma havasıydı. Toprak acı çiçekler açıyordu. Toprağın sahipleri, köylüler, içten içe kaçınılmaz bir yazgının yaklaştığını duyuyorlardı. Birden bire bir umut ışığı parladı: Sivas kongresinde temsilci çağırıyorlardı. 'Sivas Kongresi!' Biz o zaman gençtik, babalarımız, komşularımız, büyüklerimiz, idarecilerimiz, ne olursa olsun, bizi böyle bir maceraya salıvermek istemezlerdi. Diri diri gömülmek ya da büyük bir şerefle ölüp yaşamak! Biz yüreğimizde, damarlarımızda belli belirsiz bir bağımsızlık nağmesinin çağıltısını duyuyorduk. Üç arkadaş kaçıp Sivas'a gitmeye karar verdik. Araba, at bulamadık. Kayseri'ye değin yürüdük. Sonra duyduk; büyüklerimiz demiş ki: "Bunlar asılmaya mı gidiyorlar?" Kasaba büyüklerinin bir serüven saydıkları, sonunda darağaçlarını gördükleri ulusal kurtuluş hareketinin bir yeni kapısını açan Sivas kongresinin özünde gençleri çeken: halkı bağımsızlık için direnmeye çağıran, direnme gücünde bir kutsal ateş çevresinde örgütleyen ulusal kurtuluş savaşı kavramıdır."277 Ceyhun Atuf Kansu'nun aktarımıyla Türk gençliği, Kemalist devrim sürecinin özünü yüreklerinde ve damarlarında hissetmiştir. O büyük Türk gençliği 19 Eylül 1924 günü Giresun'da şunları söylemiştir: "Cumhuriyet bir tahtsa, biz gençler onun sehpasıyız. Biz kırılmadıktan sonra o düşmeyecektir. Ve üzerinde her zaman buna değer olan oturacaktır. Türk tarihinde artık kimse tufeyli (asalak) yaşayamaz... bütün gençler yemin eder ki vatanın aleyhine, Hakimiyet-i Milliye ve Cumhuriyetin zararına hangi baş kalkarsa onu koparacağız! Velev o baş vatanı ve Hakimiyet-i Milliye'yi bize verenlerden biri olsun!"
276
Mübahat Türker-Küyel, Gençlik Kavramı, Erdem, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi, Cilt: 2, Ocak 1986, Sayı: 4, Ayrıbasım, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1986, s. 3. 277
Ceyhun Atuf Kansu, a.g.e., Kurtuluş Savaşı ve Gençlik, içinde, ss. 39-40
111
Sonuç Bu dar oylumlu kitapta: dil, fikir ve iş birliğinde üç büyük Türk aydınının savaşımı ortaya konulmaya çalışılmıştır. Üçü de dil üzerine çalışmış, dil birliği için uğraşlar vermiştir. Üçü de fikir işçisi aydınlardır. Üçü de ortak hareket/imece kavramlarının içini dolduran büyük çabalarla tarihi yazmışlardır. Çalışmayla hem onlara saygıyı, hem de tarihimizde adıyla/sanıyla/savaşlarıyla yaşamlarını: fikirleri üzerinde kuran ve yaşayan, Türk devrimini hazırlayan etkilerini anımsatmayı amaçladım. Türkiye’nin, 21. yüzyılda baş başa kaldığı; daha doğrusu, kapitalist batı ittifakının kültür emperyalizmiyle sıkıştırıldığı noktada: Türk tarihinin yok edilmesi gündemdedir. Avrupa Birliği Eğitim ve Öğretim Programları, Amerikan Kültür Derneklerinin eğitimleri, Üniversite Değişim Programları: akademik ilişkiler, eğitsel katkılar, bilimsel etkinlikler, kültürel tanışmalar, adı altında sömürge ülkesinin gençliğini, dolayısıyla sömürgeleşen Türkiye’nin geleceğini başkalaştırmayı amaçlamaktadır. Emperyalistlerin temel hedefleri; ülkenin, dilini, ideolojik temellerini, ereklerini, birlikte hareket etme ve ortak eylem yapma kararlılığını ortadan kaldırmaktır. Yüzyıllardır, amaç değişmemiştir. Dr. Necip Hablemitoğlu’nun, ilk gençlik dönemlerinde çıkarmış olduğu “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” dergisi, bu kitabın oluşmasında etkili oldu. Maddi yönden güçlüklerle, Ankara’nın Ulus semtinde, tek oda tek göz diye tarif edilebilecek bir yazıhanede; on iki sayı çıkabilen bir dergidir. Onun ‘eşsiz’ bilincine ve ‘baba’ anısına adayarak çalıştığım bu eserin, geleceği kuracak Türk gençliğine, bağımsızlık yolunun ipuçlarını vereceğini umuyorum. Ödevimiz: çalışmak, okumak, bilgiyle dik durup, ortak hareket etmektir.
112
VIII.- TÜRKÇÜ DEVRİMCİLERİN KISA YAŞAMÖYKÜLERİ
Yusuf Akçura (1876 - 1935) Yusuf Akçura 2 Aralık 1876'da doğdu., Türkçülük akımının önde gelen düşünür ve tarihçisidir. Harbiye Mektebi'nde okudu. 1897'de darbe girişimlerine katıldığı için tutuklandı. Taşkışla Divan-ı Harbi kararı ile müebbet kalebentlik cezasına çarptırıldı. Karar sonrasında Padişah fermanı ile Trablusgarp'a sürüldü. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin 1899'da yaptığı girişimler sonucu Trablusgarp kenti içinde serbest dolaşma izni aldı. Kısa bir süre sonra da Fransa'ya kaçarak, Paris'teki Jön Türkler'e katıldı; burada Siyasal Bilgiler yüksekokuluna devam etti. 1903'te "Osmanlı Devleti Kurumlarının tarihi Üstüne Bir Deneme" adlı teziyle okulu bitirerek Rusya'ya döndü. Kazan'da öğretmenlik yaptı. Bu dönemde Mısır'da çıkan Şüra-yı Ümmet ve Türk gazetelerinde çok sayıda imzasız makalesi yayımlandı. Bunlar içinde, 1904'te Türk Gazetesinde çıkan "Üç Tarz-ı Siyaset" başlıklı dizi makale özel önem taşır. Bu makalede imparatorluğun önündeki seçeneklerin "Osmanlıcılık", "Panislavizm" ve "ırk esasına müstenit Türk Milliyetçiliği" olduğu, bunlardan en uygununun da sonuncusu olduğunu belirtiliyordu. Akçura, II. Meşrutiyet'ten sonra İstanbul'a geldi. Çeşitli okullarda öğretmenlik yaptı. Darülfünun'da ve Mülkiye Mektebinde siyasal tarih dersleri verdi. Türkçülük akımına daha çok düşünce düzeyinde katıldı. Türk Derneği ve Türk Ocağı'nın kurucuları arasında yer aldı. Türk Yurdu'nun başyazarı ve editörü oldu. Akçura, Osmanlı Türkleri ile Osmanlı Devleti dışındaki Türklerin yalnız dil ve tarih alanındaki ortak geçmişlerine dayanarak bir birlik yaratamayacaklarını savundu. Önemli eserleri arasında; "Üç Tarz-ı Siyaset", "Ali Kemal" ve "Ahmed Ferid" beyleri cevaplarıyla birlikte (1907; yb 1976), "Şark Meselesine Dair tarih-i Siyasi Notları"(1920), "Muasır Avrupa'da Siyasi ve İçtimai Fikirler Cereyanlar"(1923), "Siyaset ve İktisat hakkında Birkaç Hitabe ve Makale" (1924), "Osmanlı İmparatorluğunun Dağılma Devri"sayılabilir. Ayrıca Türk Yılı(1928) adlı derlemesi Türkçülük hareketinin kaynaklarını ve gelişimini inceleyen kapsamlı bir çalışmadır. Mevkufiyet hatıraları ise (1914) Rusya'daki etkinlikleri ve tutukluluğu üzerine bilgi verir. Hakkında en önemli yapıt, François Georgeon'un Aux Origines du Nationalisme Turc; Yusuf Akçura (1980) adlı kitabıdır. Yusuf Akçura 12 Mart 1935'de İstanbul'da öldü.
113
İsmail Gaspıralı (1851 - 1914) Türk dünyasının büyük düşünce adamlarından ve reformistlerinden biri olan Gaspıralı İsmail Bey, Kırım Harbi (1853-1856) bütün şiddetiyle devam ederken, Bahçesaray'a iki saat mesafedeki Avcıköy'de dünyaya geldi. Babasının doğduğu köye nisbetle Gaspirinski (Gaspıralı) lâkabını alan İsmail Bey'in çocukluğu, Kırım Türk kültürünün beşiği olan Bahçesaray'da geçmiş ve bu şehir, onun ruhunda, sokakları, camileri, evleri ve özellikle Hansarayı ile, silinmez İzler bırakmıştır. Henüz on yaşındayken Akmescit lisesine gönderilen İsmail, orada İki sene kaldıktan sonra Varonej şehrindeki askerî okula nakledildi. Daha sonra Moskova Askerî İdadisi'ne gitti. Gaspralı bu dönemde en çok etkisinde kaldığı olay Ruslar’ın özellikle Türk karşıtlığından beslenen Panslavizm politikalarıdır. Genç İsmail buna karşı tepki koymak istemektedir. Bu yüzden okuldan ayrılmıştır. Okuldan ayrılan Gaspralı Zincirli Medresesi’nde Rusça öğretmeni olarak göreve başladı. Bîr buçuk yıl kadar süren bu görevi sırasında, bol bol okuyarak Rus edebiyatı ve fikir akımları hakkında esaslı bilgiler edinen İsmail Bey, bir yandan da Rus basınını takip ederek politik gelişmeleri ve Rusya'nın içte dışta izlediği politikayı daha İyi kavramaya çalıştı. İleride kafasını çok meşgul edecek olan "sosyalizm" hakkında da hayatının bu döneminde epeyce bilgi edinen Gaspıralı, 1869 yılında maaşı 600 rubleye çıkarılarak Yalla'da Dereköy mektebine tayin edildi, burada da iki yıl kaldıktan sonra, Bahçesaray'a dönerek yeniden Zincirli Medresesi'nde Rusça dersleri vermeye başladı. Gaspıralı, o zamana kadar kafasında teşekkül eden "yenilikçi" fikîrleri ilk olarak Zincirli Medresesi'nde uygulamaya çalıştı, talebelerine, asıl görevi dışında "usul-ü cedid" (yeni metod)'le Türkçe dersleri verdiği gibi, medreselerde uygulanan "skolastik" eğitim tarzını da eleştirmeye başladı. Fakat bu metod ilk başlarda tepkiyle karşılandı. Gaspralı’nın en büyük hedeflerinden biri İstanbul’a gitmekti. İstanbul’a giderek zabit olmayı istiyor fakat yarıda bıraktığı eğitimin buna engel olacağını düşünüyordu. Bu sebepten dolayı da 1871 yılında Paris’e giderek yarıda kalan eğitimini tamamladı. Gaspıralı, 1874 sonlarına kadar Paris'te kaldı. İsmail Bey, Paris’ten İstanbul’a gitmiş fakat bir türlü ideali olan memuriyeti yapma fırsatı bulamamıştı. Yazarlık hayatı da bu dönemde başladı. Zabitlik hayalinin gerçekleşemeyeceğini anlayınca, 1875 kışında Kırım'a dönen Gaspıralı, 1878'de Bahçesaray belediye başkanlığına seçilinceye kadar başka hiç bir işle uğraşmadı, sadece okudu ve milletinin hayatını inceledi. Gaspıralı İsmail Bey, 1878 yılında Bahçesaray belediye başkanlığına seçildi; bu görev sayesinde düşündüğü bazı yenilikleri gerçekleştirebileceğini zannediyordu, ne var ki önüne yine bazı engeller çıktı. Belediye başkanı olarak görevlerini -bütün imkânsızlıklara rağmen-yerine getirmeye çalışırken, aslı misyonunu da hiç unutmayan Gaspıralı, 1879 yılında, bir gazete çıkarmak için Rus hükümetine müracaat ettiyse de, bu müracaatı reddedildi. Fakat o, mutlaka yayın yoluyla milletine hizmet etmek istiyordu. 1881 yılında, "Genç Molla" müstear adı ile, ileride kitap olarak da yayınlanacak olan "Russkoe Musulmanstovo" (Rusya Müslümanları) başlıklı makalelerini yazarak Akmescit'te çıkan "Tavrida" gazetesinde yayınlandı. Gaspıralı, izin alamamasına rağmen, gazete çıkarma fikrinden asla vazgeçmemiştir. Bunun için, zemin yoklamak amacıyla, 1881 yılından başlayarak "Tonguç", "Ay", "Güneş", "Yıldız", "Mir'at-i Cedid" gibi çeşitli adlarla küçük risaleler yayınlamaya başladı. Ne var ki, Rus sansürü, bu risalelerin yayınını, adlan başka olsa da gazete hüviyeti taşıdıkları gerekçesiyle çok geçmeden yasaklayacaktır. "TERCÜMAN" Gaspıralı, bir gazete çıkarabilmek için tam dört yıl mücadele verdi, defalarca Petesburg'a giderek müracaatlarda bulundu ve nihayet 1883 yılında, Türkçe kısmı aynen Rusçaya da tercüme edilmek şartıyla 114
"Tercüman-ı Ahval-i Zaman"ı yayınlama iznini kopardı. Adını Şfnasi'nin İstaNbul'da çıkardığı "Tercütman-ı Ahval"dan alan bu gazetenin Rusça adı da "Perevotcik" olacaktı. Zühre Hanım'ın ziynet eşyalarını ve annesinden kalan kıymetli elbiseleri satarak elde ettiği paraya, 300 ruble kadar abone parasını da ilave ederek eski bir makine ve bir miktar hurufat alan Gaspıralı, ilk nüshayı 10 Nisan 1883'te çıkardı. Türcüman,Rusya'da çıkan ilk Türk gazetesi değildi, ama yaygınlığı ve oynadığı rol bakımından en önemlisiydi. 1903 yılına kadar haftalık, 1903-1912 arasında haftada bazan iki, bazan üç defa, Eylül 1912'den sonra da günlük olarak tam 33 yıl yaşadı ve 1916 yılında kapandı. Küçük boyda dört sayfa olarak çıkmaya başlayan Tercüman çok geçmeden, devrin şartlarına ve okuryazarlık oranına göre çok yüksek sayılabilecek tirajlara ulaştı. Kafkasya, Kazan, Sibirya, Türkistan, Çin, hatta İran ve Mısır'da satılan Tercüman'ın büyük başarısı, Gaspıralı'nın sadece Rusya Türklerinin değil, bütün Müslümanların meseleleriyle yakında ilgileniyordu. Bu aynı zamanda Dilde birlik fikrinin hayata geçmesi aynı dilin kullanılmasında önemli bir misyon yerine getirilmesi anlamına geliyordu. 1905 bunalımından sonra Kazan'da, Kafkasya'da, Türkistan'da ve Kırım 'da yayınlanan 35'ten fazla gazete ve dergide, çok sayıda hikâye ve romanda "Gaspıralı dili" kullanılmıştır. MÜSLÜMAN İTTİFAKI Tercüman gazetesi sayesinde geçmişte hayali olan Dilde birlik fikrinin yanı sıra usu-ü Cedid okulunu da oluşturan ve yaygınlaştıran Gaspıralı İsmail Bey'in 1905 İhtilali'nden sonra Rusya Müslümanlarının ittifakı gayesiyle toplanan üç kongrede de önemli roller oynadı. Eğitim meselesinin ağırlıklı olarak ele alındığı III. Kongre'de "dil birliği" ile ilgili görüşlerini bütün Rusya Müslümanlarına resmen kabul ettirdi. (1906). "Usul-ü cedid" hareketinin başarısı ve Ekim Manifestosu'ndan sonra Müslümanların kazandığı hürriyet, öte yandan "Müslüman İttifakı" için yapılan kongreler Gaspıralı'nın cesaretini arttırdı. Gerçekte, yaptığı bütün faaliyetler, onun Türk birliğinin daha ileri bir merhalesi olarak İslâm birliğini hedeflediğini, fikrî yapısının Türkçü olduğu kadar, İslamcı bir nitelik de taşıdığını göstermektedir. Nitekim 1907'de, Kahire'de bir "İslâm Kongresi" toplayabilmek için büyük gayret sarf etti. 1910'da ise Hindistan'a gitti ve Bombay'daki "Encümen-i İslamiye"nin toplantılarına katılarak görüşlerini anlattı. Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'a gelmiş ve büyük bir heyecanla karşılanmıştır (1909). Türkiye Türklüğüne büyük bir ilgi duyan Gaspıralı, Kırım'da da Rus basınına karşı Türkiye'yi savunmaktan, aleyhteki yazılara cevap vermekten asla çekinmemişti. Birinci Dünya Savaşı arifesinde İstanbul'a tekrar gelerek Türkiye'yi savaşa girmemesi hususunda uyarmaya çalışan Gaspıralı, Türk dünyasının yetiştirdiği nadir zekâlardan biriydi, büyük bir mücadele adamı ve gerçekten inanmış bir idealistti. Gaspıralı İsmail Bey, 11 Eylül 1914 Cuma günü Bahcesaray'da vefat etti. Ertesi gün muhteşem bir cenaze töreniyle, Mengligiray Han türbesi civarında toprağa verilen büyük idealistin ölümü, bütün İslâm dünyasında çok büyük bir teessür uyandırdı. Gaspıralı İsmail278 “Esaretin artık insan tarafından 'vahşet' olarak nitelendirildiği . yüzyılda, 'milletler zindanı' Çarlık Rusya'sında yaşayan milyon Türk; geriliğin, cehalet ve sefaletin kucağında”dır. Bunun başat nedeninin altında ekonominin yattığı görülmektedir: “Türklere vergi vermekten kurtulmak gerekirse zengin Türk yurtlarını ele geçirerek içinde bulundukları vahşi hayat ortamından, medeni bir hayat seviyesine ulaşmak..” Yanı sıra ideolojik nedenlerden biri belki de tek boyutlu temel ekonomik refahın sağlanmasının da ötesinde; “Deli Petro'nun Vasiyetnamesi” olarak da ifade edilen, bilinen strateji: “sıcak denizlere inme ülküsü”(s.7) Çarlık Rusya'sının, Türklere uyguladığı politikalarını irdelediği ve bir düşün ve eylem insanı Gaspıralı İsmail Bey üzerine geniş bir deneme olarak nitelendirilebilecek yapıtının ilk cümlelerini 278
Kaan Turhan, Necip Hablemitoğlu’nun, “Gaspıralı İsmail” başlıklı kitabı üzerine, Bağımsız Kemalist Gazete Hakimiyet-i Milliye üçüncü sayısında ve Yeni Hayat Dergisi’nde yayınlanmıştır. Birharf Yayınları, Ekim – 2006, İstanbul
115
böyle örüyor, Necip Hablemitoğlu. Rus Ulusu'nu da Slav Irkçılarının, ham hayallerinin yansıması çerçevesinde, “alınıp satılan bir mal” olarak gördüklerinin de altını çiziyor.(s.8) Bu güç koşullarda, “19. yüzyılın ikinci yarısında, çok geniş bir alana yayılmış olup, uzun bir zamandan beri 'Birlik' kuramamış olarak birbirinden habersiz yaşayan Türk Ulusu'nun 'boyculuk' zihniyetinden; 'Bütün Türklük' kavramına yükselten büyük Türk fikir ve aksiyon adamı” (s.15), Gaspıra köyünden Mustafa Ağa'nın oğlu, Gaspirinski çıkıyor sahneye. “Türk yurdundan çıkmış 'Büyük Milli Emeller ve Türk Alemi'ni dikkatle okudum. Başlarından biraz korkmuştum. Sana malum korkak değilim, amma Kafdağı, heybe dolu azıksız geçilmez olduğundan yalın ayak atılmasınlar dedim.” (s. 26) Gaspıralı İsmail Bey, 1911 yılında Yusuf Akçura'ya yazmış olduğu bu mektupla, 'hedefe varmanın, ihtiyatsızca kuru bir heyecanla olmaktan çok, gerçek kuvvetini bilerek yapılan bir çalışmayla olanaklı olabileceğini öğütlemekteydi. Tarihe dram olarak geçen Sarıkamış olayını yaratan, sorumsuzluk örneğinin doruğunu; Türk askerini donarak şehit olmaya iten, ham hayalci Enver Paşa gibilerin, duymayacağını bilerek. İsmail bey, toplumsal, kültürel, ekonomik hemen her alanda önemli saptamalarının yanı sıra çözümleyici bakış açısıyla, gelişimin öncü nirengi noktası çözümü de öneriyor, eylem ve düşün birlikteliğini kuram becerisini gösterebiliyordu: “Ne yapmalı? İşi nereden tutmalı? Sönmüş kalpleri nasıl alevlendirmeli? Basireti kapamış perdeleri nasıl atmalı? Gaflet sahrasında serpilip kalmış koca bir milleti ayağa nasıl kaldırmalı?” (s.32) sorularına yanıt olarak: “her şeyden önce fikir lazımdır..”, “..Millet, fikri uyanmadıkça terakki edemez ve zihniyeti değişmedikçe medenileşmek ve yükselmek yoluna giremez”, “..Milletin haline aşina olmadıkça, millete hizmet mümkün olamaz.”, “..Her sanatın iyi yönlerini ve uygunsuz hallerini görüp, öğrenip milli zaafın neden ibaret ve milletin neye muhtaç olduğunu anlamalı ..”(s.33) diyordu. Yine Gaspıralı, Rusya Türkleri özelinde: “..kendi milli kültür ve adetlerini muhafaza etmek koşuluyla Avrupa kültür ve medeniyetinin müspet taraflarını benimsemek yoluyla kültürel Rönesans'ın koşul olduğunu..” savunuyordu.(s.35) Bu doğrultuda önlemler açısından şunları gerçekleşmesini/yaşamda kökleşmesini düşünüyordu: “Milli okulların ıslahı ve sayılarının artırılması, Milli Eğitim müesseselerinin maddi yönden teminat altına alınması için hayır cemiyetlerinin kurulması, ortak Türk edebi diline dayanan ve bütün Rusya Türkleri'ni kapsayan milli basının vücuda getirilmesi, yaşayış tarzının modernleştirilmesi ve Avrupalılaştırılması, kadının kölelikten kurtarılması, halkın 'yaratıcı kudret ve düşüncesini' temsil edebilecek milli aydınlar kadrosunun yetiştirilmesi” (s.35) Gaspıralı İsmail Bey'in düşüncesinde, kadının özgürleşmesi ayrı ve önemli bir yer tutmaktaydı. Kadın konusunda, “Kadınlar ülkesi” isimli bir de çalışması olan İsmail Bey, yazı işleri müdürlüğünü kızı Şefika Hanım Yusufbekova'nın yaptığı “Alem-i Nivan” isminde Türk kadınına yönelik bir dergiyi de çıkarttı. Gaspıralı, yeni usulle öğrenim yapan okullara Türk kızlarının girmelerini de sağladı. Rusya'nın aydın Türk kadınlarından biri olan Selime Hanım Yakub, bir yazısında şöyle diyordu: “..Halkın medeni, iktisadi ve içtimai yönlerden ileriye gidebilmesi kadın/kızın esirlikten kurtulmasıyla tahakkuk edebilir. İsmail bey bunu, kendisinin yüksek sesiyle her yerde sarsılmadan, sebatla ilan etti. Bu gerçek ona efsanevi Bahçesaray'daki güneşli açık gün kadar malumda kadın/kız kendisine ait meseleyi anladı ve onu tahakkuk ettirmek için uğraşmaya başladı.” İsmail bey, Arap ve Çinlilerden Türkler'e geçmiş gerici düşünce örneği “kadın erkek eşitsizliği” konusunda da oldukça büyük savaşım vermişti.(ss.36-37) Gaspıralı, “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” yaklaşımının, belki de üzerinde durulması en önemli boyutu Türk dili üzerine de yoğun çalışmalar yapmıştır. Tumturaklı/ağdalı Osmanlıca'yı beğenmemekle birlikte, onun sadeleştirilmiş biçiminin, Türkler için genel bir yazı dili olarak kabulünü ileri sürmekteydi. Kırımlı filolog Prof. Bekir Çobanzade, Gaspıralı'nın “Genel Türk Dili” üzerine çalışmalarını üç bölümde ele almıştı: “Türkçe'den mümkün mertebe, yabancı dil ve kurallarını 116
çıkarmak, okur yazarlar tarafından anlaşılmayan Arapça ve Farsça deyimleri kaldırmak, her şivede pek kaba olmayan mahalli kelimeleri Türk tasrifine (dil bilgisine) uydurarak kullanmak.” Bu konuda, Kazan Türkleri'nin yabancı dillerin etkisiyle artan oranda bozulmasına şöyle tepki göstermiştir: “Kazanlılar kendi dillerine çuvası Morduva lûgatlarını karıştırmaya alışkındırlar, halbuki alaca bulaca dil olmaz, alaca bulaca iş olmaz.. Rakı içeceksen apaşikârane gerek, selam kelam oldukta, “Kak pojivay” ne gerek? Öründe akça oldukta gayre nimet ne gerek? Lügat-ı Türkî oldukta, gayri lügat ne gerek?” 1881'de çıkardığı Kamer dergisinde de Gaspıralı, Türk dilinin arınması konusunda şunları söylüyordu: “Bütün eserlerimiz mümkün olduğu kadar Türk diliyle yazıp Arabi, Farsi ve gayri lügatlardan kaçarız ki, alim olmayan adamlar dahi yazdıklarımızı okuyup anlasınlar” Gaspıralı İsmail, Arapça, Farsça kırması Osmanlıca'nın 'alim olmayan adamlar'ca anlaşılmadığını biliyordu ve yabancı sözcüklerin Türkçe'den olabildiğince çıkarılması için, Tercüman örneğinde uygulamasını son derece yetkin yaptığı gibi, büyük çaba göstermiştir. (ss.45-49) Gaspıralı'nın yaşamda ve savaşımında, Tercüman Gazetesi'nin özgün bir yeri olduğu yadsınamaz. 1881 yılında, Tonguç, Kamer isimlerini taşıyan kitapçıklardan sonra; 10 Nisan 1883'te Tercüman'ı yayın yaşamına başlatmıştır. Kazan'dan Nizini Novograd'dan topladığı 300 ruble abone parasına, Zühre Hanım'ın mücevherlerini, annesinden kalan kıymetli elbiselerini satarak eski bir makine ve gerekli aletle eşyaları alarak; bir yazarın söyleyişiyle: “..bahar güneşiyle dünya dirilip çiçeklendiği günlerde, uzun yıllardan beri karlı kefenlerle örtülüp ölü gibi uyuklayan Kuzey Türkleri'nin de ilk beyaz bahar çiçeği 'Tercüman' açıldı.”(ss.66-67) Tercüman ilk çıktığı dönemde 320 alıcıya ulaşırken, özverili çabasıyla, Gaspıralı bu sayıyı 6 bine ulaştırabilmişti. Tercüman'ı, Kırım'dan başlayarak Kafkasya, Kazan, Sibirya, Türkistan, Çin Türkistan'ı, İran, Mısır hatta Hindistan ve Türkiye'de okunur bir yayın durumuna gelmişti. Yayın coğrafyası dikkate alındığında, Tercüman'ın anlaşılır bir Türkçe'nin dünyanın neresinde olursa olsun Türkleri ortak yaşamda buluşturabilecek olduğunun ispatı yönüyle, önemi bir kat daha artmaktadır. (ss.68-69) Türk dünyasında en çok okunan gazete olan, Tercüman, 1905 yılına kadar Rusya Türkleri'nin tek süreli gazetesi olmuş ve 23 Şubat 1918'e kadar 35 yıl yayınını sürdürmüştür.(s.73) Önemli çözümlemelerle okuyucularının ve dinleyicilerinin karşısına çıkan, Gaspıralı İsmail Bey, eylem insanı olarak yaşama geçirdiği düşüncelerinin bir örneğini de “Usulücedit” öğretim metodunu kökleştirmek oldu. 1884 yılında milli okulların yeniden düzenlenmesi için mücadelesine farklı bir boyut kattı. Yusuf Akçura, “Usulücedit” hareketini şöyle açıklamaktaydı: “Türk Milleti'nin çocuklarını, çabuk kolay ve müspet ilimlerin ruhuyla okutmak lazımdır. Buradan bütün Kuzey Türklüğüne yayılan 'usulücedit' okulları doğdu. Usulücedit başta yalnız eğitim ve öğretime ilişkin gibi görülse de gitgide genelleşerek bütün millet hayatına mal olur.” Gaspıralı İsmail Bey, hareketin gerekliliği üzerine: “insanoğlu hakikati ve saadeti hiç bulamaz ve lakin bu hakikat ve saadet yolunda yürüyene yardımcı bir şey vardır; bu, karanlıkta fenere benzer, buna eğitim ve bilgi derler: eğitim, insanın fikrini çok eder, aklını keskin eder, zekasını artırır. Bir insanın aklı ve zekası artsa; kuvveti ve serveti dahi artar.” Ayrıca Gaspıralı, Usulücedit'in prensiplerini ve amaçlarını da şöyle sıralıyordu: “Mektep, medreseden ayrılacaktı, ilkokulun kendine özgü öğretmenleri olacaktı, öğretmen 'sadaka' değil, aylık alacaktı, okuma yazma öğretimi, eskiden olduğu gibi usulsüz/yolsuz, 'heceleme'yle değil de yeni alfabe kitaplarında gösterilen “usulüsavtiye” (fonetik usul) ya da “usulümeddiye”yle başlayıp (bu usul harf üzerinden öğretimi temel almaktadır. KT), kolayca yoluna devam edilecekti, yalnız okumaya değil, aynı zamanda yazı öğretimine de önem verilecekti, kız çocukları için de ayrıca ilkokullar olacaktı ve kızlara da yazı öğretilecekti, öğretim bir programa göre yapılacak, her yaşa göre ders kitapları kullanılacaktı.”(ss.77 – 79)
117
Necip Hablemitoğlu'nun, “Gaspıralı İsmail” başlıklı çalışması; 13 bölümden oluşmakta ve Gaspıralı'nın her yönüyle incelenmesine dayanmaktadır. Sürgünlerin acısını doğrudan yaşamak zorunda bırakılan Hablemitoğlu, bu eserinde gerçekleri duyumsatarak ve okuyana yaşatarak aktarıyor. Dr. Necip Hablemitoğlu'nun özverili çevresi, Türkiye'nin olanca karanlığına karşın; yıpranmış defter yapraklarında, O'nun ince dokunuşlarını bıraktığı sözcükleri bir bir ayıklayarak, olağanüstü bir 'kanaviçe' yaratıyor. O'nu silmeyi başarmayı umut edenler, yükselen bir çınar karşısında tutulup kalıyor. Koca çınarın gölgesine sığınma cüretini gösterenlerin ezilmişliği de her geçen gün, daha da belirgin bir hal almakta. Ne mutlu ki, O'nun dokunuşlarını bıraktığı her şey, toprak kadar anaç, çınar gibi hür!
118
Ziya Gökalp (1876 - 1924) Ünlü fikir adamı ve şairlerimizden olan Ziya Gökalp, 1876'da Diyarbakır'da doğdu. II. Meşrutiyet'ten başlayarak Türkçülük akımının en büyük temsilcisi sıfatıyla Türk düşünce ve siyaset hayatını kuvvetle etkilemiş, Milli Edebiyat akımı içinde verdiği eserlerle Türk edebiyatının biçim ve dil yönünden yenileşmesini sağlamıştır. Öğrenimine Diyarbakır'da başlayan Ziya Gökalp, aynı şehirde Askeri Rüştiye'yi (1890) ve Askeri İdadi'yi bitirdi (1894). Ziya Gökalp, tıbbiyelilerin istibdada son vermek için kurdukları İhtilal Komitesine girmiş, okuldaki faaliyetleri ve okuduğu Fransızca kitapların zararlı sayılması yüzünden hapsedilmiştir. Diyarbakır Valisi Halit Bey'in yolsuzluklarına karşı mücadeleye girişen arkadaşlarıyla birlikte yasak yayın okudukları gerekçesiyle tutuklandı (1898). İstanbul'a döndükten sonra da okuldan uzaklaştırıldı. Ziya Gökalp, hükümlülük süresi dolunca "Zaptiye Nezareti altında bulundurulmak üzere" Diyarbakır'a gönderildi. Burada Siyaset, felsefe ve tarih üstüne incelemeler yaparken, istibdat aleyhine gizli faaliyetlere de katıldı. Bölgede güvenliği sağlamak için kurulmuş Hamidiye alaylarının başındaki Milli aşiret reisi İbrahim Paşa'nın adının karıştığı soygun ve baskın olayları karşısında halkı direnmeğe ve eyleme yöneltti. Halk 3 gün süreyle telgrafhaneyi işgal etti (1905). İbrahim Paşa ve adamlarının cezalandırılması için saraya telgraflar çekildi. Üstelik Avrupa ve Asya ülkeleri arasındaki haberleşmenin bağlantı noktası olan Diyarbakır telgrafhanesinin bu bağlantıyı kesmesi olayın daha da büyümesine yol açmış ve yabancı ülkeler saraya baskı yapmaya başlamıştı. Konuyu incelemek üzere İstanbul'dan Diyarbakır'a gönderilen soruşturma kurulu Hamidiye alaylarının bir süre sinmesini ve yolsuzluklara son vermesini sağladı. Ancak halkın yakınmasına yol açan yeni olaylar patlak verince, Ziya Gökalp ve arkadaşlarının önderliğinde halk yeniden telgrafhaneyi ele geçirdi. 11 gün süren bu ikinci işgal halkın kesin zaferiyle sonuçlanmış, hükümet İbrahim Paşa ve alaylarını bölgeden uzaklaştırmak zorunda kalmıştır (1907). Gökalp, ilk eseri olan Şaki İbrahim destanında bu olayı anlatır. II. Meşrutiyetin ilanından sonra, Ziya Gökalp'ın kurduğu gizli cemiyetin yerini Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti Diyarbakır Şubesi aldı. Partinin Diyarbakır, Van ve Bitlis örgütlerinin denetimiyle görevlendirilen Ziya Gökalp, bu dönemde Diyarbakır ve Peyman gazetelerine yazıyordu. 1909'da partinin Selanik'teki kongresine il temsilcisi olarak katıldı. Bir yıl İstanbul Darülfünunda psikoloji okuttuktan ve Diyarbakır maarif müfettişliği yaptıktan sonra, yeniden Selanik'e gitti. Katıldığı parti kongresinden sonra genel merkez üyeliğine seçildi. Burada Genç Kalemler, Yeni Felsefe, Rumeli gibi dergi ve gazetelerdeki yazılarıyla Türkçülük ve dilde sadeleşme hareketlerinin öncüleri arasında yer alan Gökalp, milli duyguları, tarih bilincini, bilime ve tekniğe değer veren düşünceyi her şeyin üstünde tutan şiirleriyle çevresini geniş ölçüde etkiliyordu. İttihat ve Terakki Genel Merkezi İstanbul'a taşınınca (1912), Gökalp da İstanbul'a yerleşti. O yıl Ergani madeninden Milletvekili seçildi. Türk Ocağı çevresindeki çalışmaları, Türk Yurdu ve kendi çıkardığı Yeni Mecmua (1917) gibi dergilerdeki yazıları, Türkçülük akımının ilkelerini saptayan ve çağdaş uygarlık karşısında yerli bir senteze varılmasını şart koşan önerileri (Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak 1918), Darülfünun'da okuttuğu toplumbilim dersleri, İttihat ve Terakki'nin yönetici kadrosu üzerindeki etkisiyle Ziya Gökalp, Mütarekeye (1919) kadar uzanan dönemin düşünce ve siyaset hayatına yön veren etkenlerin başında yer aldı. İstanbul'un işgali üzerine tutuklanarak iki yıl Malta'da sürgün kaldı (1919-1921). Döndükten sonra, Uelif ve Tercüme Heyeti başkanlığına getirileceği tarihe (1923) kadar Diyarbakır'da kaldı ve küçük Mecmuayı yayımladı. 1923'te Diyarbakır'dan milletvekili seçildi. Hâkimiyeti Milliye, Yeni Gün, Cumhuriyet gazetelerinde makaleleri çıkıyordu. Altın ışık (1923), Türkçülüğün Esasları (1923), Türk Töresi (1923) gibi kitapları birbirini izliyordu. Cumhuriyet Halk Partisinin programını inceleyen ve yorumunu yapan Doğru Yol (1923) adlı incelemesini de yine bu dönemde kaleme aldı. O sıralar yazdığı Türk Medeniyet Tarihi ise ölümünden sonra yayımlandı (1926). Yine ölümünden sonra çeşitli gazete ve dergilerde çıkmış 119
yazılarıyla mektupları çeşitli kitaplarda derlendi. Çınaraltı (1939), Fırka Nedir? (1947), Ziya Gökalp Diyor ki (1950). Ziya Gökalp'ın neşredilmemiş yedi eseri ve aile mektupları (1956), Ziya Gökalp'ın Yazarlık Hayatı (1956), Ziya Gökalp Külliyatı (1. Kitap şiirler ve halk masalları;1952, 2. kitap Limni ve Malta Mektupları;1965), Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri (1973). 1924'te İstanbul'da öldü.
Mir Seyyit Sultan Galiyev (1892 – 1940) Orta Asya'daki Türk halklarını birleştirerek, sosyalist ve birleşik bir Türkistan devleti kurmak isteyen Tatar lider ve düşünce adamı. Ulusal komünizmin fikir babası ve kurucusudur. Sultan Galiyev'in savunduğu "Bolşevizmin, Müslümanlar tarafından benimsenebilmesi için uygulamada farklı esaslara eğilinmesi" gibi görüşler Vladimir Lenin tarafından dikkate alındı. Ancak; Lenin'in ölümüyle Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP)'nin kendisine karşı tavrı olumsuz yönde değişti. Yaşamına dair bilinmeyenleri aydınlatacak pek çok bilgi Sovyet arşivlerinde uzun yıllar saklı kaldığı için, Türkiye'de yeterince tanınamamıştır. Son yıllarında Attilâ İlhan sayesinde tekrar gündeme gelen Sultan Galiyev düşüncesinin, bugün dâhi taraftarları bulunmaktadır. Ekim Devrimi'nin Vladimir Lenin, Josef Stalin ve Lev Troçki ile dört büyüklerinden biri olan Sultan Galiyev ilk eğitimini öğretmen olan babasından aldıktan sonra Kazan'daki Tatar Pedagoji Enstitüsü'ne girdi. Sultan Galiyev bu okulu bitirdikten sonra bir süre öğretmenlik yaptı ve daha sonra Ufa Belediye Kütüphanesi'nde çalışmaya başladı. Buradan ayrılan Galiyev çeşitli gazetelerde çalıştıktan sonra 1915'te öğretmenlik mesleğine geri döndü. Bu sırada Bakü'de bulunan Galiyev, Azerbaycan Milli Harekâtı'na katıldı. Sovyetler Birliği Komünist Partisi içinde bulunan Sultan Galiyev, 1917 yılında Türk-Müslüman Komünist Partisi'ne de girdi. Komünist Parti hiyerarşisi içinde en yüksek dereceli Müslüman haline geldi. Rus İç Savaşı sırasında Kızıl Ordu içindeki Türkleri Çarlık rejimine karşı örgütledi. 1918 yılında yoldaşı Molla Nur Vahitov'un Çekoslovak Lejyonu tarafından öldürülmesi önünün açılmasına sebep olmuştu. Fakat Vahitov'un öldürülmesi Galiyev'in mücadelede yalnız kalmasına da sebep oldu. Galiyev, Komünist Parti içerisinde daha ziyade Müslümanlarla ilgili görevleri üstlenmiştir. Bunlar Merkezi Müslüman Komiserliği üyesi, Müslüman Askeri Kollegiyumu başkanı, Narkomats'ın resmi yayın organı Jizn Natsionalnostey'in editörlüğü idi. Dolayısıyla Komünist Parti içinde sağlam bir yere sahipti ve devrimde en önlerde yer almıştı. 1923'te ilk defa tutuklandığında devrime yaptığı bu hizmetler nedeniyle serbest bırakıldı. Bolşeviklerin iç savaştan başarılı bir şekilde çıkmasından sonra Rus liderler arasında özellikle Lenin'in hastalanmasından sonra egemenlik mücadelesi başladı. Josef Stalin bu mücadeleyi kazanan kişi oldu. Stalin bu mücadele sırasında Sultan Galiyev'i de kendisine rakip olarak görüyordu. Çünkü Galiyev Orta Asya'da bulunan Türkleri örgütleyebilir ve Sovyetler Birliği'nden bağımsız büyük bir Türk devleti kurabilirdi. Galiyev'in Stalin yönetimine karşı çıkaracağı bir ayaklanma yeni bir iç savaşa sebebiyet verebilirdi. İşte bu durum Galiyev'in karşı-devrimci, burjuva milliyetçisi suçlamalarına maruz kalmasına sebep oldu. 28 Ocak 1940 sabahında Lefortovo Hapishanesinde, Büyük Temizlik esnasında Stalin'in emriyle istihbarat örgütü KGB tarafından vurularak öldürülmüştür. Sovyet Yüksek Mahkemesi 30 Nisan 1990'da aldığı kararla üzerine atılı suçlar KGB'nin düzmece belgeleri olduğu için Galiyev'in aklanmasına karar verdi.
120
Hasan Basri Gürses (1949 – 2009) Sosyolog, yayıncı ve düşünür. Orta öğrenimini Bakırköy Lisesi'nde 1968 yılında, yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü'nde 1974 yılında tamamladı. Yüksek lisansını 1977-78 döneminde İ.Ü. İktisat Fakültesi, Gazetecilik Enstitüsü'nde, 1978-79 döneminde aynı üniversitenin İktisat Fakültesi'nde yaptı. 1978 yılında eşi Fulya Gürses'le birlikte hazırladığı Dünya'da ve Türkiye'de Gençlik adlı çalışma, Cumhuriyet gazetesinin "Cumhuriyet Döneminde Gençlik" konulu Yunus Nadi Ödülü'nde birincilik kazandı. Bu çalışma 1979 yılında, Der Yayınları tarafından aynı adla yayınlandı. Hasan Basri Gürses, meslek hayatında, 1964-71 yılları arasında çeşitli kitabevi, yayınevi ve dağıtımcılarda çalıştı. 1972-74 yılları arasında çeşitli sendikaların yayın ve eğitim bölümlerinde yer aldı. 74-76 yıllarındaki askerlik görevinin ardından, 76 yılında İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları Müdürlüğü'nde memur, 77-80 arasında, aynı belediyenin Basın-Yayın ve Turizm Müdürlüğü'nde müdür yardımcısı olarak çalıştı. 1985-90 yılları arasında Bizim Ofset adıyla kurduğu matbaada sahibi ve ustası olarak çalışan Hasan Basri, Bizim Ofset'i kapattıktan sonra Sosyalist Yayınları kurarak yayıncılığa başladı.
121
KAYNAKLAR Abdullah Şahin, Avrupa ve Dünya Eğitim Felsefesinde Erasmus ve Comenius'un Eğitim Yaklaşımları ve Uluslararası Eğitime Katkıları, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi, Ocak 2005, Yıl: 5, Sayı: 59 Adil Karaman, Cumhuriyet Üniversitesi İ.İ.B.F.Ç.E.E.i Bölümü Anabilim Dalı Öğretim Üyesi, Maastricht Sonrası AB Eğitim ve Gençlik Programları, Çimento İşveren Dergisi, Mart 2000, Sayı: 2, Cilt: 14 Ahmet Taner Kışlalı, Ben Demokrat Değilim, 4. Baskı, Kasım 1999, İmge Yayınları Ahmet Taner Kışlalı, Demokrasi İçin Eğitim, Türk Eğitim Derneği 13. Eğitim Toplantısı, 30 Kasım-1 Aralık 1989, Türk Eğitim Derneği Yayınları Alaattin Diker, AB'nin Kültür Politikası Var Mı?, Yarın, Yıl: 4, Sayı: 39-40, Temmuz Ağustos 2005 Alain Touraine'le Söyleşi-Ulaş Candaş, "Avrupa'nın Geleceği İslam Dünyasıyla İlişkisine Bağlı", Cogito, Sayı: 39, 2004 Alexander Kwasnievski, AB'nin Sınırları Coğrafi Değildir, Franffurter Allgemeine, 02.09.2005, Radikal, 05.09.2005. Ali Ersoy Kontacı, Avrupa Anayasası Yolunda Yaşanan Gelişmeler ve Türkiye'ye Olası Etkileri, T.C. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Hukuku (Anayasa Hukuku) Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara-2004. Ali İhsan İzbul, Avrupa Birliği'nin Geleceği: Konvansiyon, Taslak Anayasal Antlaşma ve Hükümetler Arası Konferans, Sayıştay Dergisi, Sayı: 49 Ali Karaçalı, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı Prof. Ziya Selçuk'la söyleşi, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi, Yıl: 5, Sayı:54-55 Ali Karaosmanoğlu, Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği Açısından Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri, Doğu Batı, yıl: 4, Sayı: 14, Şubat, Mart, Nisan 2001 Andrew Moravscik, Kalypso Nicolaidis, Avrupa'nın İmaj Sorunu Nasıl Çözülür?, Fereign Policy, Eylül/Ekim/Kasım 2005 Anıl Çeçen, Atatürk ve Yusuf Akçura, YAR Müdafaa-i Hukuk, Nisan – 2009 Arslan Bulut, Avrupa'yı Kim Yönetecek, Yeni Çağ, 20.10.2005. Autonomedia, Yeni Avrupa, Çev. Ali Nesin, Conatus Çeviri Dergisi, Sayı: 3, Ocak-Nisan 2005 Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin Üye Devletlere Demokratik Yurttaşlık Eğitimine Yönelik Tavsiyesi DGIV/EDU/CIT (2003) 1 Demokratik Yurttaşlıklar Eğitimi 2001-2004 ve Üye Devletlere Demokratik Yurttaşlık Eğitimine yönelik Bakanlar Komitesinin Tavsiyesi (2002) 12. Aydilge Sarp, Avrupa Birliği Kültür Politikaları, www.eurozine.com, 20.10.2005 Aykut Çelebi, Avrupa: Halkların Siyasal Birliği, Metis Yayınları, 1. Basım: Ekim 2002 Aytunç Altındal, Avrupa Birliği ve Küreselleşme Bağlamında Christendome Kavramı ve İnsan Hakları, www.stratigma.com, Mayıs-2003, Sayı: 4. Bahadır Kaleağası, Brüksel'de Bir Hafta, 02.05.2006, 2006/17, TÜSİAD Brüksel Bahadır Kaleağası, Hasta Adamın Reçeteleri, Radikal, 27.03.2006. Bahar Atakan, 'Soykırım' Okullarda, Milliyet, 26.01.2005. Berna Özşar, Eğitimde Avrupa Modeli, Milliyet Gazetesi, 14.03.2000. Berna Türkdoğan, Ulus Devletler ve Avrupa Birliği, Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkilâp Tarihi Enstitüsü, Lisansüstü Eğitim, Öğretim ve Sınav Yönetmeliğinin Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Anabilim Dalı İçin Bilim Uzmanlığı Tezi, Ankara, 2001 Betül Çotuksöken, Avrupa: Öznenin Doğum Yeri, Doğu Batı, Yıl: 4, Sayı: 14, Şubat, Mart, Nisan, 2001 Biray Kolluoğlu Kırlı, Avrupamerkezcilik: Sosyal Teorinin Kör Noktası, Toplum ve Bilim, Sayı: 63, Bahar: 1994 Björn Wahiroos, AB Avro Alanını Genişleterek Entegrasyonu Hızlandırabilir, Radikal, 08.06.2006. Bozkurt Güvenç, Avrupa Entegrasyonunun Sosyal Boyutları, Avrupa Entegrasyonu: Politik, Ekonomik, Sosyal ve Askeri Boyutları Semineri, 2-3 Kasım 1989, Ankara-1990, Ankara Üniv. Yay. Brian Urquhart, Ulusal Egemenliğin Sınırları, NPQ Türkiye, Cilt:-1-3, Kış 1992 Celaleddin Çelik, Gökalp'in Bir Değişim Dinamiği Olarak Kültür Medeniyet Teorisi, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 21, Yıl: 2006/2 Cem Eroğlu, Avrupa Birliği'nde Bir Anayasa, Mülkiye, Cilt: 28, Sayı: 245 122
Cemile Akça Ataç, ABD'nin Liderliğine Ortak Olma Hedefinde Güçlü Avrupa Arayışı, Cumhuriyet Strateji, 13 Şubat 2006, Yıl: 2, Sayı: 85. Cemile Akça Ataç, Tartışmalar ve Ayrılıklar Gölgesinde Avrupa Günü Küreselleşme AB'nin Temellerini Sarsıyor, Cumhuriyet Strateji, 8 Mayıs 2006, Yıl: 2, Sayı: 97. Charles A. Kupchan, AB Milliyetçiliğe Tosluyor, Los Angeles Times, 30.05.2006, Radikal, 03.06.2006. Cihan Osmanağaoğlu, Ziya Gökalp’te Türkçülük Akımı, On iki Levha Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Claus Leggewie, Komşuluktan Vatandaşlığa AB ve Türkiye, Varlık, 112479, 2005/12-1179, Aralık2005 Cumhuriyet, 05.10.2005 Cumhuriyet, 16.06.2005. Cumhuriyet, 23.04.2000 Çetin Güney, "Avrupa Kültürüyle AB İdealinin İmkansız Birlikteliği", internet adresi: www.avsam.org, Erimiş: 25.04.2004 Çınar Özen, "Avrupa Bütünleşmesinin Temelleri ve Maastricht Antlaşması", Türkiye Cumhuriyeti Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1994 Demirtaş Ceyhun, Ah Şu Biz “Kara Bıyıklı” Türkler, E Yayınları, 3. Baskı, Haziran 1992, İstanbul Deniz Altınbaş Akgül, "Avrupa'nın Geleceği: Avrupa Birleşik Devletleri Federasyonu mu?", Stratejik Analiz Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 24, Nisan 2002 Deniz Ilgaz, Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi, Marmara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Enstitüsü, Ilgaz'ın makalesi için internet adresi: http://www.egitim.aku.edu.tr/ilgaz.doc Didem Uslu, Saffeti Ziya’dan Orhan Pamuk’a Doğu Batı Arasında Sıkışmışlık: Türk Aydınının Çelişkisi ve Eylemsizliği, Sözcükler Dergisi, Sayı: 16, Kasım – Aralık 2008 Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni Dün, Bugün, Yarın, 1. Kitap, Tekin Yayınları Ebru Erdoğan, Soros'tan Nasıl Para Alırsınız, Turkishtime, Sayı: 35, Mayıs 2005 Edmund Husserl, Avrupa İnsanlığının Krizi ve Felsefe, Cogito, Sayı: 39, 2004 Emre Kongar, Huntington, İslam ve Türkiye, Cumhuriyet, 07.11.2005 Ergun Özbudun, Avrupa Entegrasyonu: Politik, Ekonomik, Sosyal ve Askeri Boyutları Semineri, 2-3 kasım 1989, Ankara 1990, Ankara Üniversitesi Yayınları Erhan Akdeniz, Anayasa, Bütçe ve Sistem Tartışmalarının Düşündürdükleri... AB Yol Ayrımında, Cumhuriyet Strateji, 04.07.2005 Erol Cihangir, Avrasya Jeo-Politiğinin Sistem Arayışlarına Sultan Galiyevci Bir Yaklaşım, Ulusal Akademik Politik Kitap Dizisi, Sayı: 4, Güz: 1997 Erol Manisalı ve Öğrencileri, Avrupa Birliği Çıkmaz Sokak!, Bir Millet Uyanıyor: 6, Yöneten: Attilâ İlhan, Bilgi Yayınları, 1. Basım: Kasım 2005 Ertuğrul özgün, AB Brüksel'de, Peki Halk Nerede?, Yarın, Yıl: 4, Sayı: 39-40, Temmuz-Ağustos 2005 Etienne Balibar, Bir Zulüm Topgrafyasının Anahtarları, Küresel Şiddet Çağında Yurttaşlık ve Sivillik, Toplum ve Bilim, Kış 2000/2001, Sayı: 87 Etienne Balibar, Çev. Hüsamettin Çetinkaya, Avrupa Yurttaşlığı Mümkün mü?, Sınırda, Yıl: 1, Sayı: 3, Eylül Kasım 2005 Falk Pingel, Avrupa Evi, Ders Kitaplarında 20. Yüzyıl Avrupa'sı, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, Çev. Nurettin Elhüseyni Falk Pingel, Ders Kitaplarını Araştırma ve Düzeltme Rehberi, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, Çev. Nurettin Elhüseyni Felipe Gonzelez, Kendi Kaderini Tayin hakkının Sınırları, NPQ Türkiye, Cilt. 1-3, Kış 1992 Gaetano Adınolfi, "Avrupa Konseyi ve Avrupa Topluluğu", Avrupa Konseyi Dergisi, 1980/1 Gülay Dinçel, "Birleşik Devlet, Ortak Kimlik Çıkar mı?", Gelenek Dergisi, Sayı: 78, Kasım 2003. Gülçin Türksever, Üstün Zekalı/Yetenekli Çocuklar ve Öğrenciler konulu 106. Avrupa Semineri, 15-19 Kasım 2004, Donaueschingen. Gülhan Bilen, Doğu Avrupa'da AB Entegrasyonu, Radikal, 26.01.2006. Gülşen Çulhaoğlu, AB ve Diller Sorunu, T.C. Çankaya Üniversitesi Gündem, Sayı: 23, Ekim 2005 Gürsen Topses, Eğitim Felsefesi Temel Sorunları, Dayanışma Yayınları, 17. Birinci Baskı: Aralık 1982 Hadi Adanalı, Ziya Gökalp'in Eğitim Felsefesi ve Yüksek Eğitim Hakkındaki Görüşleri, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XLV (2004) 123
Hakan Reyhan, Önce Ulusalcı Devrimler, Ulusal Akademik Politik Kitap Dizisi, Sayı: 5/6, Kış/Bahar: 1998, s. 5 Hakan Reyhan, Örsan Şenalp, M. Gürsan Şenalp, Yiğit Akın, Ulusal Sola Teorik Katkı, Ulusal Dergisi Kitaplığı: 7, Ankara – 1999 Halis Çetin, Demokratik Meşruiyet Versus Karizmatik Meşruiyet, T.C. Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Mayıs 2003, Cilt: 27, No: 1 Halit Erdem Oksaçan, Kavimden Ulusa Türkler, Tekin Yayınevi, 1. Basım, Ocak – 2009, İstanbul Halit Kakınç, Sultangaliyev, İmge Yayınevi, 1. Baskı Haluk Şahin, Tarihi Kimliklerimiz Lütfen, Radikal, 10.09.2005. Iver B. Neumann, Avrupa Kimliği, AB Genişlemesi ve Entegrasyon Dışlaması Bağıntısı, Avrasya Dosyası, Avrupa Birliği Özel Sayısı, Cilt: 5, Sayı: 4 İldar Şahin, "AB, Meşruiyet Krizi ve Demokrasi Açığı I-II-III-IV-V", Siyaset ekseni Gazetesi İlhan Tekeli Selim İlkin, Avrupa Birliği Türkiye Yerellik, Uluslararası Yerel Yönetimler Birliği katkılarıyla, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yayınları, Aralık-2003 İlhan Tekeli, Tarih Yazımı Üzerine Düşünmek, Dost Yayınları, 1. baskı, Şubat 1998, Ankara İsmail Gaspıralı, Dil, Edebiyat, Seyahat Yazıları Seçilmiş Eserleri:3, Yayına Hazırlayan: Yavuz Akpınar, Ötüken Yayınları, İstanbul – 2008 İsmail Gaspıralı, Fikri Eserleri, Seçilmiş Eserler:2, Hazırlayan: Yavuz Akpınar, Ötüken Yayınları, İstanbul – 2005 İsmail Gaspıralı, Roman ve Hikâyeler, Seçilmiş Eserleri:1, Yayına Hazırlayanlar: Yavuz Akpınar, Bayram Orak, Nazım Muradav, Ötüken Yayınları, İstanbul – 2008 İsmail Gaspıralı, Yeni Lisan Bahsi, Tercüman, 21 Kasım 1905, Nu: 95 Jean François Bayart, Kimlik Yanılsaması, Çev. M. Moralı, Metis Yayınları, 1. Basım: Haziran 1999 Joachim Ritter, Avrupa'nın Sorunu Olarak Avrupalılaşma, Felsefe Yazıları Ansiklopedisi: 2, AFA Yayınları: 283, Ekim 1994 John Keane, Avrupa Vatandaşlığı, Tarihi Kökenler ve Yeni Hareketler, Sivil Toplum, 3 (11) John Keane, Sivil Toplum ve Devlet Avrupa'da Yeni Yaklaşımlar, Yedi Kıta Yayınları, 1. Baskı Mayıs 2004 K. İnanç Işıklar, AB: Görünür Genişleme, Görünmez Derinleşme Süreçlerine Eleştirel Yaklaşım, Aydınlanma 1923 Bağımsız Kemalist Düşün Dergisi, Yıl: 7, Sayı: 49 Kaan Öğüt, Kemalist Bakış Açısıyla Avrasya Güçbirliğinin Değerlendirilmesi, Ulusal Akademik Politik Kitap Dizisi, Sayı: 4, Güz: 1997 Kâzım Nami Duru, Ziya Gökalp, 3. Basım, Milli Eğitim Basımevi, 1975 – İstanbul Kemal Aytaç, Avrupa Okul Sistemlerinin Demokratlaştırılması (Mukayeseli Eğitim Araştırması), Ankara Üniv. Eğitim Bil. Fak. Yay. No:143, Üçüncü baskı, Ankara Üniv. Basmevi-1985. Kemal Şenoğlu, Yusuf Akçura Kemalizmin İdeoloğu, Kaynak Yayınları, Ekim – 2009, İstanbul Kurtul Altuğ, Atatürk'ün Çağdaş Devleti, Aydınlık, 15.11.2011 Kürşat Ertuğrul, AB ve Avrupalılık, Doğu Batı, Yıl: 4, Sayı: 14, Şubat, Mart, Nisan 2001 Lawrance M. Friedman, Yatay Toplum, İş Bankası Yayınları, 1. basım, Nisan 2002 Leyla Sanlı, Avrupa Birliği ve Demokrasi Açığı, Alan Yayıncılık, 1. Baskı: Ekim 2005 Leyla Tavşanoğlu, İon iliescu'yla Söyleşi, Cumhuriyet, 18.12.2005 Mahmut Tezcan, Eğitim Sosyolojisinde Çağdaş Kuramlar ve Türkiye, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Yayınları No: 170, Ankara, 1993 Marc Ferro, Tarih Öğretiminde Çoğulcu ve Hoşgörülü Bir Yaklaşıma Doğru. 20. Yüzyıl Avrupa Tarihini Öğrenmek ve Öğretmek Projesi kapsamında; Avrupa Konseyi bünyesindeki Kültürel İşbirliği Konseyi ve Belçika Fransız Topluluğu tarafından 10-12 Aralık 1998 tarihleri arasında düzenlenen: "Tarih Öğretiminde Çoğulcu ve Hoşgörülü Bir Yaklaşıma Doğru: Çeşitli Kaynaklar ve Yeni Didaktik Yöntemler" başlıklı sempozyum, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Mehmet Özel, Avrupa Birliği'nde Bölgeselleşme ve Bölge Yönetimleri Sorunu, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 59-2 Menent Savaş, Avrupa Birliği: Derinleşme Genişleme Sorunsalı, www.stratigma.com, Mayıs 2003, Sayı: 4 Mert Gökırmak, "Bilgi, İktidar ve Üniversite", Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt: 19, Sayı: 4, Kış Dönemi, Aralık 2001 124
Meryem Koray, Avrupa Toplum Modeli Sosyal Bütünleşme Mümkün mü?, İmge Yayınları, 2. Baskı, Haziran 2005 Metin Bulut, Tarih, Değişim ve Avrupa Konseyi, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi, Yıl: 5, Sayı: 52-53. Milliades Economides, Avrupa İstihdam Stratejisi Uluslararası Mesleki Eğitim ve İstihdam, Seminer, Avrupa Eğitim Vakfı ve Milli Eğitim Vakfı, 16-18 Ocak 2002, Kızılcahamam, Ankara Mithat Atabay, II. Dünya Savaşı Sırasında Türkiye’de Milliyetçilik Akımları, Kaynak Yayınları, 1. Baskı, Ocak – 2005, İstanbul Muharrem Güneş, Hasan Güneş, Türkiye'de Eğitim Politikaları ve Sivil Toplum, Anı Yayıncılık, Şubat 2003, Ankara Muharrem Gürkaynak, İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Avrupa'da Savunma ve Güvenlik, T.C. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Doktora Tezi, Ankara 2004. Murat Belge, Eğitme ve Beyin Yıkama, Radikal, 06.01.2006. Mustafa Keskin, Ziya Gökalp'in Din Anlayışı, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 8 (2003) Mübahat Türker-Küyel, Gençlik Kavramı, Erdem, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi, Cilt: 2, Ocak 1986, Sayı: 4, Ayrıbasım, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1986 Nabi Yağcı, Farklı Bir Tarih Bilinci İçin, Referans, 06.03.2006 Nadir Devlet, İsmail Bey Gaspıralı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 962, 1988, Ankara Necip Hablemitoğlu – Şengül Hablemitoğlu, Şefika Gaspıralı ve Rusya'da Türk Kadın Hareketi (1893 – 1920), Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2. Baskı, Aralık – 2004, İstanbul Nihal Baloğlu, "Socrates Eğitim Programı Çerçevesinde "Erasmus" Eğitim Araştırmaları Dergisi, Yaz2003, Yıl: 4, Sayı: 12 Orhan Bursalı, Ders Kitaplarında İnsan Hakları Projesi, Cumhuriyet Bilim Teknik, 12.02.2005 Orhan Karaveli, Ziya Gökalp’ı Doğru Tanımak, Doğan Kitap, 1. Baskı, Ekim – 2008. Orhan Silier, Tarih, Kimlik, Avrupalılık, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, 18.10.2005. Orhan Türkdoğan, Ulus Devlet Düşünürü Ziya Gökalp, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 1. Baskı, Mart – 2005, İstanbul. Ömer Bozkurt, Maastricht Antlaşması ve Avrupa Birliği'nin Geleceği, T.C. Merkez Bankası, Avrupa Birliği El Kitabı, Avrupa birliği ve Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri Semineri, 20-31 Mart 1995, 2. Baskı, 1995, Ankara Özlem Yüzak, Avrupa'da Sosyal Yeniden, Cumhuriyet, 16 Ocak 2005 Peter Sloterdijk, "Avrupa Uyandığında", Cogito, Sayı: 39, 2004 Ramazan Kılınç, Avrupa Yolunda Türkiye ve Bulgaristan, 27-28 Temmuz 2002 tarihlerinde, Bulgaristan-Sofya'da düzenlenen konferansta sunulan tebliğ. Robert Stradling, 20. Yüzyıl Avrupa Tarihi Nasıl Öğretilmeli, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, Çev. Aysel Ünal Ruhtan Yalçıner, Varoluşsal Öz Bilinçten Meşruiyet Krizine Avrupa İdeali Kendilik ve Ötekiliğin Demokratik Diyalektiğini Siyasal Bir İnşa Projesi Üzerinden Yorumlamak, Siyaset ve Toplum, Sayı: 1, Kış 2005 Saime Selenga Gökgöz, İsmail Gaspıralı'nın 'Medeniyet' ve 'Millet' Fikri Üzerine Entellektüel Retoriği, Ankara Üniversitesi Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 2, Haziran – 2005 Samir Amin, Küreselleşme Çağında Kapitalizm, Çev. Vasıf Erenus, Sarmal Yayınları, 1. Baskı, Nisan 1999 Seyhan Şen, Avrupa Birliği'nde Kimlik Sorunu, T.C. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara-2004. Sinem Akgül Açıkmeşe, Avrupa Birliği'nde Demokratik Meşruiyet Sorunu, Ankara Avrupa Çalışmaları dergisi, No: 4, (Bahar 2003) Sultan Galiyev, Hasan Basri Gürses, Sosyalist Turan ve Doğu Birliği, Rusçadan Çeviren: Sabri Gürses, Doğu Kitabevi (Sosyalist Yayınlar), İstanbul Sultan Galiyev, Yolumuz, Doğru Yoldur, (Kızıl Armiya Gazetesi, 28 Temmuz 1919, Sayı: 110), Ulusal Akademik Politik Kitap Dizisi, Sayı: 5/6, Kış/Bahar: 1998 Şevket Beysanoğlu, Yeni Türkiye’nin Manevi Mimarı Ziya Gökalp, 1. Cilt, Ziya Gökalp Derneği, Ankara, 2002 125
Şükran Kurdakul, Edebiyatımızda II. Abdülhamit, Yazko Edebiyat, Mart – 1981, Sayı: 5 Tarih Öğretiminin Yeniden Yapılandırılması, 2-3 Aralık 2000 ODTÜ Kongre ve Kültür Merkezi'nde düzenlenen Atölye çalışmasının metinleri, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, Aralık 2000, İstanbul TBMM Tutanak Dergisi, 114. Birleşim, Dönem: 22, Cilt: 25, Yasama Yılı: 1, 31.07.2003. Tomris Çavdar, "Avrupa Sosyal Modeli" ve Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri "Avrupa Sosyal Modeli"nin Eğitim Politikaları Açısından Değerlendirilmesi, Bilim-Sanat-Dağıtım, Mayıs 2003, Ankara Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı, "AB Eğitim ve Gençlik Dünyasına İlk Adım" isimli Basın Duyurusu, 9 Ocak 2003 Uğur Kılınç, "Türkiye-Avrupa Toplulukları İlişkilerinde Ekonomik, Sosyal ve Siyasi Gelişmeler (1983-1988)", Türkiye Cumhuriyeti Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 1989 Urban Ahun, Washington Post, 8 Mart 2004, Cumhuriyet, 15 Mart 2004 Vahap Sağ, Atatürkçü Eğitimin Temelleri, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 4 Vecdi Sayar, Çokkültürlülük, Cumhuriyet, 11.11.2005 Yeşim Gündoğdu, Avrupa Birliği Yurttaşlığı Avrupa Kimliği Sorununa Çözüm Oluşturabilir mi?, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt: 3, No:2, Bahar 2004 Yusuf Akçura, Osmanlı Devletinin Dağılma Devri (18. ve 19. Asırlarda), Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1985 – Ankara. Yusuf Akçura, Siyaset ve İktidar, Yayına Hazırlayan: Erdoğan Mura, Sinemis Yayınları, Temmuz – 2006 Yusuf Akçura, Türkçülüğün Tarihi, Kaynak Yayınları, 1. Basım: 1998. Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, Lotus Yayınevi, Mart 2005, Ankara Yusuf Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, Türk Yılı, 1928, Kültür Bakanlığı Yusuf Ekinci, Gaspıralı İsmail, Ocak Yayınları, 1997 – Ankara Zbigniew Brzezinski, Öncelikle Taahhütler, NPQ Türkiye, Cilt: 2/5, 1993 Zeki Büyüktanır, Sekseninci Yılında Ekim Devrimi ve Sultan Galiyev, Ulusal Akademik Politik Kitap Dizisi, Sayı: 5/6, Kış/Bahar: 1998 Ziya Gökalp, Küçük Mecmua – 1, Çeviri yazı: Prof. Dr. Şahin Filiz, Yeniden Anadolu ve Müdafaa-i Hukuk Yayınları, Nisan 2009 Ziya Gökalp, Küçük Mecmua, Diyarbakır, Çeviri Yazı: Prof. Dr. Şahin Filiz, Küçük Mecmua III, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i hukuk Yayınları, Şubat 2012 Ziya Gökalp, Makaleler 9, Yeni Gün, Yeni Türkiye, Cumhuriyet Gazetelerindeki Yazılar, Haz. Şevket Beysanoğlu, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul – 1980 Ziya Gökalp, Tamamlanmamış Eserler, 1. Cilt, Hazırlayan: Şevket Beysanoğlu, Neyir Matbaası, Ankara, 1985. Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Varlık Yayınları, Şubat – 1952. Ziya Gökalp, Türkleşmek İslamlaşmak Çağdaşlaşmak ve Doğru Yol, Hazırlayan: Yusuf Çotuksöken, İnkılâp ve Aka Yayınları, 1976, İstanbul. Ziya Gökalp, Yeni Türkiye’nin Hedefleri, Sadeleştiren: Cavit Orhan Tütengil, 1977 Ziya Gökalp, Yeni Türkiye'nin Hedefleri, içinde, Irklar Arasında Müsavilik, Hür Basım ve YayımeviAnkara, 1956 Ziyar Selçuk'la söyleşi, Vatan, 27.09.2004
126