K›fl 2015, Say› 16
ISSN: 2146-4820
Gelecek Eskisi Gibi De¤il
Türkiye’deki Dünya Miras› Alanlar›’n›n tan›t›m› ve toplumsal kat›l›m› yeni medya arac›l›¤› ile sa¤layacak projelerin üretilece¤i UNESCO Kürsüsü dünyadaki dördüncü kürsü unvan›n› tafl›yor.
‹stanbul’a Adanm›fl Ömrün Ad›
Türkiye’de Kültür Alan›nda Çal›flan ‹lk UNESCO Kürsüsü Kadir Has Üniversitesi’nde Kuruldu
2014 Dünyas›nda Ak›lda Kalanlar
PANoRaMA
01
03 Sunufl 04 Türkiye’de Kültür Alan›nda Çal›flan ‹lk UNESCO Kürsüsü Kadir Has Üniversitesi’nde Kuruldu Doç. Dr. Yonca Erkan Kösebay UNESCO Kürsüsü, Türkiye ve bölgesel kültürel miras›n korumas›na hizmet edecek bir mükemmeliyet merkezi olma hedefiyle çal›flacak.
08 2014 Dünyas›nda Ak›lda Kalanlar Prof. Dr. Mustafa Ayd›n Yeni y›l yeni umut ve beklentilerle bafllad›. 9 milyara yaklaflan nüfusu cesurca s›rtlayan emektar gezegenimiz Dünya ise, siyasi kar›fl›kl›klar, savafllar, halk ayaklanmalar› ve insani dramlar›n gölgesinde bir y›l daha yaflland›.
12 O Gün Dünyan›n Gözü Kula¤› Paris’e Çevrildi Mithat Bereket Merkezi Paris’te bulunan ve sadece Fransa’da de¤il; tüm dünyada art›k “klasik” bir “eser” olarak kabul gören, ünlü Mizah Dergisi Charlie Hebdo’nun bürosuna 7 Ocak’ta yap›lan sald›r›dan ve orada yaflanan katliamdan sonra neler oldu?
16 Balkanlar›n Yeni Kabusu: Ifi‹D Hamdi F›rat Büyük Irak-fiam ‹slam Devleti örgütü (Ifi‹D), Irak, Suriye’nin ve yak›n co¤rafyas›n›n sorunu olmaktan ç›k›p küresel bir sorun haline gelmifl bulunuyor. Ifi‹D saflar›na kat›lan yabanc› savaflç›lar tüm dünya gibi, Müslüman nüfusa sahip Balkan ülkelerini de tedirgin ediyor.
20 Çocuklar› Ölümün Eriflemeyece¤i Bir Yerlerde Saklamal› Dr. Ayten Görgün Smith Haberciler çok iyi bilir, içinde çocuk unsurunun oldu¤u haberi yazmak en zorudur. Hele de çocuk kaybolmufl, tacize, tecavüze u¤ram›fl, bir cinayete ya da bir olaya tan›k olmufl, yaralanm›fl ve en fecisi de ölmüfl ise…
23 Çocuk ‹stismar ve ‹hmaline Bütüncül Yaklafl›m ‹çin Bir Ad›m Doç. Dr. M. Rita Krespi-Prof. Dr. Tolga Da¤l› 1.Uluslararas› Çocuk Koruma Kongresi, farkl› mesleklerden kat›l›mc›larla çocuklar›n korunmas›yla ilgili konular› derinlemesine inceleyerek, bu alanda bütüncül ve ifllevsel bir model oluflturmak ve toplumda fark›ndal›k ve duyarl›l›k oluflturmak için 23-25 Ekim’de düzenlendi.
26 ‹flgal Et Hareketlerinin Gücü ve S›n›rlar› Prof. Dr. Todd Gitlin-Çeviren: N. Buket Cengiz Kadir Has Üniversitesi 2014-2015 E¤itim-Ö¤retim Y›l› Akademik Aç›l›fl›’nda tan›nm›fl sosyolog-yazar-aktivist Columbia Üniversitesi ö¤retim üyesi Prof. Dr. Todd Gitlin “‹flgal Et Hareketlerinin Gücü ve S›n›rlar›” konulu bir konuflma yapt›.
30 Sosyal Medya Ba¤›ml›l›¤›ndan Diyetle mi, Oruçla m› Kurtuluruz? Ö¤r. Gör. ‹smail Hakk› Polat ‹ki y›l önce ö¤rencilerle ilki yapt›lan 48 saatlik sosyal medya diyetine gençlerin verdikleri tepkiler, özellikle telekom ve medya sektörü için mesajlarla dolu!
33 Seçim Kazanman›n Kurallar›n› “Siyasi Krizler” De¤ifltirebilir Dr. Gülfem Saylan Sanver Uluslararas› Siyasi Dan›flmanlar Derne¤i’nin düzenledi¤i “Sonsuz Kriz” konferansta, “De¤iflen Zamanda Siyasi Dan›flmanl›k” alt bafll›¤› ile dünyan›n farkl› co¤rafyalar›nda yaflanan krizler ve bu krizlerin seçimlere yans›mas› konular› tart›fl›ld›.
36 Araflt›rma-Veri-Hesaplama-Bilgi Piramidinde Aç›k Eriflim Prof. Dr. fiirin Tekinay Bu yaz›, uygarl›¤› birbirinin ard› s›ra kovalarcas›na yeni evrelere koflturan bilimsel ve teknolojik geliflmelerin katalizörü olan aç›k eriflimi genifl aç›dan ele almakta, kaç›n›lmaz gereklili¤ini ve etkilerini incelemektedir.
ISSN: 2146-4820 02
40 In Silico (Bilgisayar Ortam›)ndaki Canl›l›k Yrd. Doç. Dr. Hatice Bahar fiahin Bir etkileflimin bilgisayar ortam›nda (in silico) tahmini, deney tüpünde (in vitro) ortamda üretilen ilaçlar›n, canl› ortamda (in vivo) hedef enzimlerle nas›l etkileflece¤ini, hedef d›fl› baflka proteinlerle etkileflip etkileflmeyece¤ini (yan etki), kan ve lenf dokular›n› afl›p hedef dokuya ulafl›p ulaflmayaca¤›n› tahmin edebiliriz.
43 2014 Türk ve Dünya Sinemas›nda Yenilenme Y›l› Oldu Doç. Dr. Murat Akser 2014 y›l› Türk sinemas›n›n zaferi ile sonuçland›, K›fl Uykusu Alt›n Palmiye ald› 100. y›l taçland›r›ld›. Dünya sinemas›nda ise çeflitlilik artt›, Amerikan sinemas›nda ba¤›ms›z bir film tüm majörlerin üzerine ç›kabildi.
46 Selüloid Filmden Dijitale Sinematografi
PANoRaMA
Murat Erün Yeni bafllayanlar ya da alternatif yöntemler ile film yapmak isteyenler için sineman›n teknik olanaklar› daha ulafl›labilir hale geliyor; bu da sinema filmi yapman›n koflullar›n› giderek daha demokratiklefltiriyor.
50 Bir Siyaset Bilimci Gözüyle Uzak Komflu ‹ran Nas›l Gezildi? Doç. Dr. Lerna Yan›k Seyahat etmeyi seven bir siyaset bilimci olarak ‹ran yazar›n uzun bir zamand›r merak etti¤i ve gitmek istedi¤i ülkeler listesindeydi.
53 ‹stanbul’a Adanm›fl Ömrün Ad›: Prof. Dr. Murat Güvenç Röportaj: Uzman N. Buket Cengiz Khas ‹stanbul Çal›flmalar› Merkezi’ne müdür olarak atanan Prof. Dr. Murat Güvenç, üniversitenin ‹stanbul ve kent çal›flmalar› alan›nda bir “mükemmeliyet merkezi” olmas›n› hedefliyor.
56 Gelecek Eskisi Gibi De¤il Yrd. Doç. Dr. Ayhan Enflici Zoe Ryan küratörlü¤ünde “Gelecek Art›k Eskisi Gibi De¤il” bafll›¤›yla gerçeklefltirilen 2. ‹stanbul Tasar›m Bienali’nin Akademik Program›’na Kadir Has Üniversitesi ev sahipli¤i yapt›.
58 Tasar›m, Onun H›nz›r Sorular› ve Ona Cevap Veren Çözümleri
K›fl 2015, Say› 16 Kadir Has Üniversitesi ad›na Sahibi-Genel Yay›n Yönetmeni Mustafa Ayd›n Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ayten Görgün Smith Yay›n Kurulu Bülent Çapl› G. Didem Önal Hasan Bülent Kahraman ‹smail Hakk› Polat Mithat Bereket Sevda Alankufl fiehnaz fiiflmano¤lu fiimflek
Ecem Sar›çay›r Sanki, gelecek ve flimdiki aras›ndaki çizginin en yitti¤i noktalardan biri olan zaman en büyük tart›flmalar›m›zdan biri; belki de bu sebeple 2. ‹stanbul Tasar›m Bienali gelece¤in ne ve nas›l oldu¤u sorusuna odaklan›yor.
60 Do¤an›n Renkleri Üzerinden ‹çflellefltirme Ceren Aybala Almata Daba¤ Atölye çal›flmas›na “sürdürülebilir bir dünya için e¤itim alan baflar›l› bir ö¤renci neden elindeki çöpü yere atarken bir dakika bile düflünmedi?’’ sorusundan yola ç›k›ld›.
62 Ticaretin Alt›n Kurallar›n› Yazan Semt: Sultanhamam Derleyen: Kyra Mengefl Khas ‹letiflim Fakültesi ö¤retim görevlisi Özer Bereket ve Pusula TV ekibi taraf›ndan haz›rlanan Sultanhamam Belgeseli’nde yay›nlanmayan içerikler “Ticaretin Alt›n Kurallar›n›n Yaz›ld›¤› Yer: Sultanhamam” bafll›¤› ile kitaplaflt›r›ld›.
64 T.C. Halk›n› Uygar Bir Toplum Haline Dönüfltürmekti Gayesi G. Didem Önal Atatürk bir diktatör mü, de¤il mi? gibi birçok sorunun cevab›n›n verildi¤i Celal fiengör’ün “Dahi Diktatör” adl› kitab› geçti¤imiz Kas›m ay›nda raflardaki yerini ald›.
66 Kente ve Do¤aya Geometri ve Strüktürle Hitap Etmek: Atatepe Projesi Doç. Dr. Murat Çetin Khas Sanat ve Tasar›m Fakültesi ‹ç Mimarl›k ve Çevre Tasar›m› Bölümü ö¤retim üyesi Doç. Dr. Murat Çetin ve ekibinin haz›rlad›¤› mimari ve çevre düzenleme projesi, Ulusal Mimari Proje yar›flmas›nda 1. Mansiyon Ödülü’ne lay›k görüldü.
69 Bir Sonbahar Gecesinde Uyan›kta Belki de, Ta Saatinin Alarm› Çalana Kadar Alparslan Budak Mutlu bir sonbahar gününden geriye havan›n kararmas›na dakikalar kala rüzgar›n kula¤›na bir fleyler f›s›ldad›¤›n› hissedebiliyordu.
71 Dünya Kupalar›nda Ev Sahibi Olma Avantaj› Emir Güney Geçti¤imiz yaz Brezilya’da düzenlenen FIFA Dünya Kupas›’n› Almanya kazand› ve bu, ev sahibi olma avantaj›na sahip kupan›n favorisi olarak gösterilen Brezilya’y› floka u¤ratt›.
Tasar›m Hande Çal›k Bafl Foto¤raf Ulafl Tosun Çeviri N. Buket Cengiz Bask› G.M. Matbaac›l›k ve Ticaret A.fi. 100 Y›l Mah. MAS-S‹T 1. Cad. No.88 34204 Ba¤c›lar-‹stanbul 0 212 629 00 24 Bask› Tarihi fiubat 2015 Yönetim Yeri Kadir Has Üniversitesi Kadir Has Kampüsü 34083 Cibali ‹stanbul ‹letiflim 0 212 533 65 32 dergi@khas.edu.tr www.khas.edu.tr Yay›n Türü Ulusal-Süreli-3 ayda 1 yay›nlan›r Bu dergide yay›nlanan yaz› ve foto¤raflar›n tüm haklar›
PANORAMA Khas Dergisi’ne aittir. Önceden yaz›l› izin al›nmaks›z›n hiçbir iletiflim, kopyalama ve yay›n arac› kullan›larak yeniden yay›nlanamaz, ço¤alt›lamaz, da¤›t›lamaz, sat›lamaz veya herhangi bir flekilde kamunun ücretli/ücretsiz kullan›m›na sunulamaz. Akademik yay›n ve haber amaçl› al›nt›lar bu kural›n d›fl›ndad›r. Bu dergide yay›nlanan yaz›larda belirtilen fikirler yaln›zca yazar/yazarlar›na aittir.
03
SUNUS 2015’te Mükemmeliyet Merkezi olma hedefiyle çal›flaca¤›z De¤erli okurlar, Dünyada tarih ve kültürlerin yaflat›lmas› ve geliflimi misyonunu benimsemifl, gelecek nesillere dünya miraslar›n›n tafl›nmas›na çal›flan UNESCO bu y›l 70. y›l›n› kutluyor. Kadir Has Üniversitesi olarak bu y›la UNESCO ile el s›k›flarak girdik ve Dünya Miras Alanlar›n›n Yönetimi ve Tan›t›m›: Yeni Medya ve Toplumsal Kat›l›m temal› UNESCO Kürsüsü kurduk. Kürsü, Türkiye ve yak›n çevresinde kültürel miras›n korumas›na hizmet edecek bir mükemmeliyet merkezi olacak. Siyasal, ekonomik, ekolojik ve kültürel aç›lardan dünya zor bir dönemden geçiyor. UNESCO Genel Direktörü Irina Bokova’n›n protokolün imzaland›¤› gün belirtti¤i gibi bir taraftan kültürler, kimlikler, bar›fla ve geliflmeye yaklafl›mlar anlam›nda yeni bir çeflitlilik ça¤›ndan; bir taraftan da maddi kaynaklar ve gezegenimizin s›n›rlar› anlam›nda da limitler ça¤›n› yafl›yoruz. Yükselen afl›r›l›kç›l›k ve fliddetin sonucu olarak hoflgörüsüzlü¤ün örnekleri hemen her gün karfl›m›za ç›k›yor. Bu say›m›zda, Paris’te yay›n hayat›n› sürdüren mizah dergisi Charlie Hebdo’nun binas›na düzenlenen sald›r› sonras›nda yaflananlar› gazeteci Mithat Bereket ele al›rken, mezun ö¤rencimiz Hamdi F›rat Büyük, Irak ve Suriye ile yak›n co¤rafyalar›n› tehdit eden Ifi‹D’in Balkan ülkelerindeki etkinli¤ini ve bölgesel etkilerini anlatan yaz›y› kaleme ald›. Kültürel alanlar pozitif küreselleflmeyi içeren dersleri içinde bar›nd›r›r ve çeflitlili¤in yönetimi hakk›nda bize ipuçlar› verir. Kültürel miras›n korunmas› alan›nda dünyada dördüncü ve Türkiye’deki kültürel miras›n korunmas› alan›nda ilk UNESCO Kürsüsü unvan›n› tafl›yan mükemmeliyet merkezimizin yan› s›ra, bu y›l Khas ‹stanbul Çal›flmalar› Merkezi müdürü olarak atanan Prof. Dr. Murat Güvenç de, kültürel alan milyarderi ‹stanbul ve kent çal›flmalar› alan›nda mükemmeliyet merkezi olmay› hedeflediklerini ifade ediyor. Prof. Güvenç’in röportaj›n› da bu say›da okuyabilirsiniz. Sanat ve Tasar›m Fakültesi ö¤retim üyelerinden Doç. Dr. Murat Çetin ve ekibi ise yurt çap›nda 130 projenin kat›ld›¤›, konusu Anamur Atatepe’de yap›lacak bir sosyal merkez binas› ve tepenin peyzaj düzenlemesi olan yar›flmada 1. Mansiyon Ödülü ile döndüler; onlar›n hikayesi de bu say›da karfl›n›zda. UNESCO gibi bizim de Üniversite olarak hedefimiz, bireyleri insanl›k-hakkaniyet- haysiyet ba¤lar›n› güçlendiren ortak projeler etraf›nda bir araya getirmek ve herkes için daha iyi bir gelecek oluflturmaya iliflkin ortak bir vizyonun etraf›nda ortak de¤erleri beslemek. Nas›l ki hiçbir toplum kültürsüz geliflemez, hiçbir kalk›nma sürdürülebilir olamaz ise üniversiteler de kültürsüz var olamaz. Kadir Has Üniversitesi olarak, önümüzdeki y›llarda da kültürü var eden projelere imza atmaya devam edece¤iz. Bahar say›s›nda buluflmak dile¤iyle.
04
05
TÜRK‹YE’DE KÜLTÜR ALANINDA ÇALIfiAN ‹LK UNESCO KÜRSÜSÜ KAD‹R HAS ÜN‹VERS‹TES‹’NDE KURULDU Doç. Dr. Yonca KÖSEBAY ERKAN Khas öğretim üyesi
UNESCO Genel Direktörü Irina Bokova, UNESCO’nun 70. y›l› kutlama etkinlikleri kapsam›nda Türkiye’ye yapt›¤› ziyarette, 7 Ocak’ta ‹stanbul’a gelerek Kadir Has Üniversitesi ile Dünya Miras Alanlar›n›n Yönetimi ve Tan›t›m›: Yeni Medya ve Toplumsal Kat›l›m konulu UNESCO Kürsüsü kurulmas›na iliflkin protokolü imzalad›. UNESCO Kürsüsü, Üniversite’nin önderli¤i ve UNESCO Türkiye Milli Komisyonu’nun deste¤i ile Türkiye ve bölge co¤rafyas›nda bölgesel olarak kültürel miras›n korunmas›na hizmet edecek bir mükemmeliyet merkezi olma hedefiyle çal›flacak.
ortağı olarak Turkish Cultural Foundation programa çeşitli niteliklerde burs, teknoloji ve kurumsal ortak olarak; Dijital Yaşam Koçu Bilkom programa ekipman ve sofware desteği verecek, bilinç geliştirme ve sivil toplum ayağında ise Dünya Miras Gezginleri Derneği gençlere dünya mirasının tanıtılmasında destek verecektir.
Birleşmiş Milletlere bağlı UNESCO, kendi çalışma sahaları olan eğitim, kültür ve bilim alanlarında uluslararası işbirliğini geliştirmek, bilginin paylaşımı ve işbirliği yolu ile kurumsal kapasite geliştirilmesini sağlamak üzere 1992 yılından beri UNITWIN /UNESCO Chairs adlı bir programı yürütüyor. UNITWIN (University Intertwining), UNESCO kürsülerinin kendi aralarında oluşturdukları ağlar olarak tanımlanabilir.
UNESCO’nun en temel söylemlerinden biri, barışın tesisi için kültürü kullanmaktır. Bu yolda kürsünün faaliyetleri UNESCO’nun 2014-2021 stratejileri ile aşağıdaki başlıklarda örtüşmektedir:
Aralık 2014 itibarıyle dünyada 648 adet UNESCO kürsüsü bulunmaktadır. UNESCO Merkez ofisi kültür alanında Türkiye’deki ilk kürsünün Kadir Has Üniversitesi (Üniversite) bünyesinde kurulmasına onay vermiştir. Üniversite’de kurulan kürsü Dünya Mirası konusunda çalışan dünyadaki dördüncü kürsüdür. UNITWIN/UNESCO Chairs programı, eğitim, araştırma ve akademisyenler için uluslararası değişim olanağı sunan bir platformdur. Üniversite bünyesinde kurulan UNESCO kürsüsü, Doç. Dr. Yonca Kösebay Erkan başkanlığında çoklu disiplinli bir ekiple hizmet verecektir. Ekip üyeleri, Prof. Dr. Füsun Alioğlu, Doç. Dr. Murat Çetin, Doç. Dr. Levent Soysal, Yrd. Doç. Dr. Ayşe Çoşkun Orlandi, Yrd. Doç. Dr. Taner Arsan ve Öğr. Gör. İsmail Hakkı Polat bilgi ve deneyimleriyle programa katkı sağlayacaklardır. UNESCO Kürsüsü, özel sektör, sivil toplum kuruluşu ve akademi dünyasını bir araya getiren bir kurguda tasarlanmıştır. Bu çerçevede işbirliği kuran ortakların başında, uluslararası işbirliği ve eğitim
Kürsünün, Üniversitenin önderliği ile Türkiye’de ve bulunduğumuz coğrafyada bölgesel olarak kültürel mirasın korunmasına hizmet edecek bir mükemmelliyet merkezi olması hedeflenmiştir. UNESCO Kürsüsü çalışmalarını araştırma, eğitim ve danışmanlık alanlarında sürdürecektir. İlk etapta uluslararası yüksek lisans öğrencilerine yönelik bir yaz okulu çerçevesinde, Türkiye’deki Dünya Miras Alanları’nın tanıtılması ve toplumsal katılımı yeni medya aracılığı ile sağlayacak projeler üretilecektir. Böylelikle dünya miras alanlarının tanıtılması, korunması ve yönetimi konusundaki bilinç geliştirilirken, öğrenme sürecini dijital araç ve yöntemlerle (tablet ve akıllı telefon uygulamaları, üç boyutlu canlandırmalar, bilgi sistemleri vb.) gerçekleştirerek katılımı arttırmak hedeflenmektedir.
• Sürdürülebilir kalkınma politikaları için bilim, toplum ve etik değerlerin arayüzünü desteklemek • Barış, sürdürülebilirlik ve toplumsal kapsayıcılık adına uluslararası bilimsel işbirliği sağlamak • Kültürel mirası korumak ve gelecek nesillere aktarmak • Yaratıcılığı desteklemek ve kültürel ifadelerin çeşitliliğini zenginleştirmek • İfade özgürlüğü, medya gelişimi, bilgiye evrensel erişim konularının desteklenmesi. Türkiye’de UNESCO Dünya Miras Listesi’nde 13 alan bulunuyor: Bergama Çok Katmanlı Kültürel Peyzaj Alanı; Bursa ve Cumalıkızık: Osmanlı İmparatorluğunun Doğuşu; Çatalhöyük; Edirne Selimiye Camii ve Külliyesi; Truva Antik Kenti; Safranbolu Şehri; Xanthos-Letoon; Nemrut Dağı; Hattuşaş Hitit Başkenti; Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası; İstanbul’un Tarihi Alanları; Göreme Milli Parkı, Kapadokya ve Pamukkale-Hierapolis. Türkiye’nin zengin kültürel, arkeolojik değerleri arasından Dünya Miras Listesi’ne girmek için aday olan varlıklarımızın sayısı ise 52’dir. Söz konusu alanların tamamı Üniversitenin UNESCO
06
PROF. DR. MUSTAFA AYDIN (Rektör): “Türkiye’deki Dünya Miras› Alanlar› Tan›t›lacak.” “Dünyada tarih ve kültürlerin yaflat›lmas› ve geliflimi konusunda çok önemli çal›flmalara imza atan, gelecek nesillere dünya miraslar›n›n tafl›nmas›nda koordinasyon ve destek rolü olan UNESCO’nun 70. y›l›n› kutlamak isterim. Üniversite’de kurulacak UNESCO Kürsüsü de çal›flmalar›n› araflt›rma, e¤itim ve dan›flmanl›k alanlar›nda sürdürecek. ‹lk etapta uluslararas› yüksek lisans ö¤rencilerine yönelik bir yaz okulu çerçevesinde, Türkiye’deki Dünya Miras› Alanlar›’n›n tan›t›lmas› ve toplumsal kat›l›m› yeni medya arac›l›¤› ile sa¤layacak projeler üretilecektir. Böylelikle dünya miras alanlar›n›n tan›t›lmas›, korunmas› ve yönetimi konusundaki bilinç gelifltirilirken, ö¤renme sürecini dijital araç ve yöntemlerle (tablet ve ak›ll› telefon uygulamalar›, üç boyutlu canland›rmalar, bilgi sistemleri vb.) gerçeklefltirerek kat›l›m›n artt›r›lmas› hedeflenmektedir. UNESCO’nun en temel söylemlerinden biri, bar›fl›n tesisi için kültürü kullanmakt›r. Bu yolda bu kürsünün faaliyetleri de UNESCO’nun 2014-2021 y›l›nda aç›klad›¤› strateji ile paralel yap›dad›r. Kürsümüz; sürdürülebilir kalk›nma politikalar› için bilim, toplum ve etik de¤erlerin ara yüzünü desteklemek, bar›fl, sürdürülebilirlik ve toplumsal kapsay›c›l›k ad›na uluslararas› bilimsel iflbirli¤i sa¤lamak ve kültürel miras› korumak ve gelecek nesillere aktarmak, yarat›c›l›¤› desteklemek ve bilgiye evrensel eriflimin desteklenmesi konularında önemli araflt›rma ve disiplinleraras› çal›flmalara ev sahipli¤i yapacakt›r.” Kürsüsü için birer çalışma alanıdır. Aynı zamanda Türkiye bulunduğu coğrafya itibarıyle Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar, Türk Cumhuriyetleri ve Doğu Akdeniz ülkelerine Dünya Mirası konusundaki bilgi birikimini aktaracak kapasitedir. Bu bağlamda Türkiye, UNESCO’nun hedeflediği kuzey-güney, batı-doğu işbirliklerinin merkezinde yer almaktadır. Dünya Mirası kavramı Birleşmiş Milletler’in kurulmasının ardından, Mısır’ın evrensel nitelikteki eserlerinin baraj yapımı sebebiyle su altında kalacak olması fikrine karşı uluslararası camianın birlikte hareket etme arzusundan doğmuştur. Buna göre üstün evrensel niteliğe sahip alanların korunmasından tüm dünya ülkeleri sorumludur, çünkü bu anıtlar insanlığın ortak mirasıdır. 1972 yılında imzalanan uluslararası Doğal ve Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesi ile yalnızca kültürel alanlar değil, doğal alanlar ve insan ile doğanın etkileşimi ile hayat bulmuş kültürel peyzajlar, UNESCO’nun çatısı altında evrensel ilkeler çerçevesinde koruma altına alınmıştır. Bu tür üstün evrensel niteliğe sahip alanlar
Dünya Miras Listesi’nde ilan edilmektedir . Ülkeler bu listeden Tehlike Altındaki Miras Listesi’ne düşmemek için entellektüel ve maddi olanaklarını alanların korunmasına yoğunlaştırmaktadırlar. Dünya Miras Listesi’nin yönetimini, sözleşmeyi imzalayan üye ülkeler arasından seçilen 21 ülkeden oluşan Dünya Miras Komitesi yürütmektedir. Türkiye 2013-2017 döneminde Dünya Miras Komitesi’nde görev yapmaktadır. Üniversite’nin öğretim üyesi Doç. Dr. Yonca Kösebay Erkan, Türkiye’yi temsil eden heyetin kültür uzmanı olarak 2014 yılında, 38.si Doha’da yapılan ve tüm dünyaya canlı olarak yayınlanan Dünya Miras Komitesi’nde görev yapmıştır. Alanların Dünya Miras Listesi’ne kabul sürecinde Alan Yönetim Planı hazırlanması gerekmektedir. Üniversite’nin öğretim üyelerinden Prof. Dr. Füsun Alioğlu, 2014 yılında Dünya Miras Listesi’ne kabul edilen Bursa ve Cumalıkızık: Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğuşu adlı dosyanın yönetim planının hazırlık sürecinde danışmanlık yapmıştır. Kadir Has Üniversitesi’nin misyon ve ilkeleri doğrultusunda kurulmuş olan bu birime tüm öğretim üye ve yardımcılarını katkı vermeye davet ediyoruz.
07
u¤rayan topluluklarla karfl› karfl›yay›z. Afl›r›l›kç› gruplara finansal destek sa¤lamak. ... UNESCO’nun rolü tehlikeye karfl› uyar›da bulunmak, tüm ortaklar› bir araya getirmek, ortaklafla eylemi güçlendirmektir. … Daha da fazlas›n› yapmal›y›z, özel sektör ve sivil toplum dahil tüm ilgili aktörlerle birlikte çal›flarak. Yerel aktörlerle daha güçlü iliflkiler kurarak ‘koruma alt›nda kültürel bölgeler’ kurmam›z gerekti¤ine inan›yorum.
IRINA BOKOVA (UNESCO Genel Direktörü): “Herkes ‹çin Daha ‹yi Bir Gelecek Ad›na Geçmifli Korumal›y›z.” ‹ngilizce’den çeviren: Uzman N. Buket CENG‹Z
“Bu üniversitenin beyan etti¤i misyon son derece ilham verici: kendine güvenen, sorgulayan, tüm görüflleri önemseyip hoflgörü ile de¤erlendirebilen ve yeniliklere aç›k ö¤renciler yetifltirmek. Bence bu ifade, yüksek ö¤retimin günümüzdeki etik misyonunu güçlü ve etkili bir biçimde yakal›yor: genç zihinleri beslemek, genç kad›n ve erkeklere içinde yaflad›klar› zaman›n s›navlar›n› geçebilmelerini sa¤layacak yetenekleri kazand›rmak. … Günümüzde yeni bir çeflitlilik ve limitler ça¤›nda yaflad›¤›m›za inan›yorum. Bir çeflitlilik ça¤›: Kültürler, kimlikler, bar›fla ve geliflmeye yaklafl›mlar anlam›nda. Bir limitler ça¤›: Maddi kaynaklar anlam›nda, gezegenimizin s›n›rlar› anlam›nda. … Toplumlar›m›z ve kentlerimiz giderek daha da çeflitli oluyor, ama bir yandan da hoflgörüsüzlük art›yor. Bu yeni ortamda, insanlar› ortak projeler etraf›nda bir araya getirmek -insanl›¤›n, haysiyet ve haklar›n, gelece¤e iliflkin ortak bir vizyonun etraf›nda ortak de¤erleri beslemek her zamankinden de daha önemli. UNESCO’nun 70 y›ld›r verdi¤i mesaj budur ve inan›yorum ki bu, hiçbir zaman bu kadar önemli olmam›flt›. Bar›fl, sadece anlaflmalarla tesis edilemez -her kad›n ve erke¤in haysiyeti, haklar› ve kapasitesi ile beslenmesi gerekmektedir. Bu aç›dan bak›nca günümüzde bar›fl›n nerede iflas etmekte oldu¤unu aç›kça görmekteyiz. Yoksulluk, eflitsizlikler ve iflsizlikle yar›lm›fl toplumlarda bar›fl iflas ediyor. Hoflgörüsüzlükle beslenen fliddet dolu afl›r›l›kç›l›k içinde iflas ediyor. …‹nsanl›¤›n kültürel miras› ve çeflitlili¤e karfl› yap›lan sald›r›lar içinde iflas ediyor… Derin bir insani krizin yan› s›ra, efli görülmemifl bir kültürel temizlik, kültürel imha ve kültürel ya¤mayla karfl› karfl›yay›z. Eflsiz kent simgelerinin kas›tl› olarak harap edilmesiyle karfl› karfl›yay›z. Kimlikleri nedeniyle sald›r›ya
… Dünya Miras Alanlar›n›n Yönetimi ve Tan›t›m› alan›ndaki bu yeni UNESCO Kürsüsü’nün önemi bu: alanlar›n sürdürülebilir yönetimine toplumun kat›l›m›n›n sa¤lanmas› için yarat›c› yollar gelifltirilmesi ve yönetici kadronun kapasitesinin artt›r›lmas›. Bu, Türkiye’deki dördüncü ve bu alandaki ilk UNESCO Kürsüsü. Bu, kültürü nas›l gördü¤ümüz ve yönetti¤imiz üzerine yeniden düflünmek için, elimizdeki araçlar› yeni s›navlara uygun hale getirmek için tam zaman›nda bir platform sunuyor. Kültürel alanlar› yönetmek için uygulamak zorunda oldu¤umuz yöntem son on y›llarda çok büyük de¤ifliklik gösterdi. Günümüzde, alanlar› fliddet ve çat›flmadan korumak zorunday›z. ‹klim de¤iflikli¤inden kaynaklanan tehditleri azaltmal›y›z. S›n›r ötesi projelerden en üst düzeyde yararlanmal›y›z. Kültürel alanlar pozitif globalleflme dersleri içererek çeflitlili¤in yönetimi hakk›nda bir aç›k defter sunar. Tüm bunlar yeni beceriler ve yaklafl›mlar gerektiriyor ve bunu ilerletmek için Türkiye’den daha iyi bir yer düflünemiyorum. … Üniversite bugün en ileri e¤itim ve araflt›rman›n yap›ld›¤› global bir kurum haline gelmifltir. Bu yeni Kürsü’yü, Türkiye’nin, miras›n› korumaya, en iyi yönetim biçimlerini paylaflmaya ve bu alandaki uzun iflbirli¤imize ba¤l›l›¤›n›n bir yans›mas› olarak görüyorum: bu nedenle de buraday›m, UNESCO ve Türkiye aras›ndaki, her zaman çok önemli olmufl ortakl›¤› yenilemek için. … Fark›ndal›k yaratmak ve alanlar› izlemek için bütün bilgi kaynaklar›n› ve yeni medya dahil bütün yeni teknolojileri kullanmal›y›z. Dünya miras› idaresinde dijitale geçifli büyük bir f›rsat olarak görüyorum. … ‹kna oldu¤umuz nokta flu ki; miras ortak bir insanl›¤›n ba¤lar›n› güçlendiren, parçalanmalar›n etkisinin karfl›s›nda duran, herkes için daha iyi bir gelecek oluflturmak için ortak bir geçmifl infla eden bir güç. Hiçbir toplum kültürsüz geliflemez. Hiçbir kalk›nma kültürsüz sürdürülebilir olamaz. Türkiye ile birlikte, UNESCO’nun 2015 sonras› için yeni gündemini flekillendirmek için getirdi¤i mesaj budur, merkezine kültürel miras ve çeflitlili¤i koyarak Kadir Has Üniversitesi’ne bu vizyonu ileri götürmek üzere bize kat›ld›¤› için teflekkür ederim.”
08
2014 Dร NYASINDAN AKILDA KALANLAR Prof. Dr. Mustafa AYDIN Rektรถr
09
Gelenektir; yeni y›l bafllay›nca eskisinin bilançosu yap›l›r, gelece¤e dair beklentiler dile getirilir. Ben de bu say›da 2014 boyunca Türkiye’ye yak›n co¤rafyalarda yaflanan siyasi geliflmeleri gözden geçirerek, geçti¤imiz y›l gündemi meflgul eden yeni ve eski(meyen) sorunlara bakmak, 2015’de önümüzü görmemize yard›m edecek süreçleri tan›(mla)mak istedim. Bu tür kısa bir yazıyla tüm bir yılın siyasi bilançosunu eksiksiz çıkarmak elbette mümkün değil. Fakat, yıl boyunca uluslararası sistemi zorlayan bazı meselelere değinerek tarihe not düşmek, 2015 için bize yeterli bir öngörü verecektir. Bu kapsamda Türkiye’nin yakın çevresinde 2014’e damgasını vuran Ukrayna ve Orta Doğu’daki çatışmalar ile Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde yaşanan bazı önemli gelişmeleri ele alacağım.
Ne olacak bu Ukrayna'n›n hali? Kasım 2013’de dönemin Ukrayna Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç’in, uzun zamandır müzakere edilen ve Ukrayna’yı AB’ye yakınlaştıracak kapsamlı ticaret anlaşmasını, Rusya’nın telkiniyle imzalamayı reddetmesinin ardından başlayan kitlesel protesto gösterilerinin istikrarsızlaştırdığı Ukrayna, 2014’den yeni yılan kalan kritik gündem maddelerinden biri oldu. 2013’ün son günlerinde özellikle batı Ukrayna’da yoğunlaşan protesto gösterileri sırasında hükümetin sokağa çıkanları bastırmak için orantısız güç kullanması ve can kayıplarına yol açması 2014’de krizi tırmandırdı. Yaşanan gerginlik, AB ile bütünleşmeyi destekleyen batı ve kuzey Ukrayna ile anadili Rusça olanların yoğun yaşadıkları ve Rusya ile ilişkilerin geliştirilmesini destekleyen doğu ve güney Ukrayna arasında ki sosyal-kültürel ayrışmayı daha da keskinleştirdi. Aylar süren gösterilerin ardından, 22 Şubat’ta Ukrayna Parlamentosu Rusya yanlısı pozisyon alan Cumhurbaşkanı Yanukoviç’i görevinden azletti. Başkent Kiev’den ayrılan ve bir hafta içinde Rusya’ya sığınan Yanukoviç ise, Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin’e yazdığı mektupta, Kiev’de iktidara gelenleri “eşkıya” olarak nitelendirerek, doğu ve güney Ukrayna’da sivillerin korunması ve düzenin sağlanması için Rus askeri birliklerinin bölgeye sevk edilmesini talep etti.
Mart boyunca bir taraftan Rusya sınıra asker yığarken, diğer taraftan Ukrayna’nın doğu ve güney bölgelerinde yaşayan etnik Ruslardan oluşan milis güçleri bulundukları yerlerde kontrolü ele geçirdiler. Her ne kadar Rusya, milislerin kendilerini korumak için harekete geçtiklerini ve Rus ordusunun sınırdaki manevralarının Ukrayna’ya yönelik bir tehdit olmadığını iddia ettiyse de, milislerin kullandıkları silahlar, giydikleri işaretleri sökülmüş kamuflaj kıyafetleri ile disiplinli ve kararlı hareketleri, uzun dönemli bir planlama ve sızmanın olduğuna işaret ediyordu. Nitekim takip eden süreçte, Kırım’da konuşlu Rus askerleri devreye girerek, hızla Kırım yarımadasının fiilen denetimlerine aldılar ve geçmesini ve 16 Mart’ta yapılan referandumla, uluslararası itirazlara rağmen, Rusya’yla birleşme kararının çıkmasını sağladılar. İki gün sonra ise Putin, “Kırım Özerk Cumhuriyeti” yönetimiyle imzaladığı birleşme anlaşmasıyla, 21. yüzyılın ilk ilhakını gerçekleştirdi. Uluslararası sistemi temelinden sarsacak bu gelişmeye karşı, Batı dünyası ilk aşamada ancak kınama, diplomatik tepki, Soçi’de düzenlenecek G-8 Zirvesi’nin Kuzey İrlanda’ya taşınması gibi yaptırımların ötesinde, Rus yayılmacılığını caydıracak önlemler alamadı. Takip eden dönemde ise, Rusya’nın Ukrayna üzerinde baskılarını devam ettirmesi, doğu Ukrayna’ya askerlerini sokması ve NATO tarafından korunun Avrupa hava sahasında uçaklarıyla delme harekâtları yapması üzerine, Rusya devlet başkanı Putin’in uluslararası alanda yalnızlaştırılması, Rusya’nın G-8’den dışlanması ve Rusya’ya yönelik ekonomik yaptırımların devreye sokulması ile yerleşen Rusya-Batı gerginliği 2015’e taşındı. Rusya’nın stratejik konumdaki Kırım’ı ilhakı, AB ve ABD’yi hazırlıksız yakalarken, yeni bir Soğuk Savaş tehdidi ile karşı karşıya olup olmadığımız yönündeki tartışmaları da alevlendirdi. 2008’de Gürcistan’a askeri müdahalesinin izleri henüz taze iken ve yakın çevresindeki pek çok siyasi istikrarsızlıkta (Moldova’da Transdinyester, Gürcistan’da Güney Osetya ve Abhazya, Azerbaycan’da Yukarı Karabağ ve son olarak Ukrayna’da Kırım gibi) etkisi olduğu açıkken, Rusya’nın geleneksel nüfuz alanlarında yaşayan halkların Batı ile bütünleşmelerinin önüne geçme, hatta bu bölgeleri yeniden Rusya’ya kazandırma stratejisine yöneldiği anlaşılıyor. Nitekim, Almanya Başbakanı Angela Merkel de, Aralık ayında yaptığı açıklamada, Rusya’nın AB ile kendi iradeleriyle bütünleşmek isteyen bölge ülkelerine zorluk çıkardığını ve bazı ülkelerde ekonomik ve siyasi bağımlılıklar yaratmaya çalıştığını ifade etti.
10
2015 boyunca, geçen yıldan miras kalan Ukrayna krizinin uluslararası sisteme etkilerini tartışacağımız görülüyor. Modern uluslararası yapıyı şekillendiren “iç işlere karışmama”, “eşit egemenlik” ve “toprak bütünlüğüne saygı” prensipleri üzerine kurulu Vestfalya sisteminin ciddi bir meydan okumayla karşı karşıya olduğunu söylemek abartı olmaz. Bununla ilişkili olarak, uluslararası sistemde yeniden beliren Doğu-Batı çekişmesinin 2015’de daha fazla gündemimizde olacağı ve bir taraftan Rusya, NATO ve AB’nin genişleme ve bütünleşme stratejilerini etkisiz hale getirmeye yönelik politikalar izlerken, diğer taraftan Batı’nın da Rusya’yı sınırlandırmaya yönelik girişimlerini hızlandıracağı anlaşılıyor. Bu çerçevede, Rus yayılmacılığı ile mücadelede pek fazla seçeneği olmayan Batı’nın sonuçları tartışmalı da olsa NATO kartını oynayıp, askeri önlemlere yönelmesi de olası gözüküyor. Son olarak, Ukrayna ile ilişkilerinde etkin bir pozitif koşulluluk mekanizmasını hayata geçiremeyen ve 2014 boyunca anlamlı bir kriz yönetimi yapamayan AB’nin de artık Avrupa Komşuluk Politikası, Genişleme Politikası ile Ortak Dışişleri ve Savunma Politikasını gözden geçirme zamanının geldiği anlaşılıyor.
Orta Do¤u’da yeni bir hayalet dolafl›yor: Suriye’de iç savaş üçüncü yılına girerken, 2014’ün ilk günlerine Orta Doğu’da tırmanan radikalizm tehdidiyle başladık. ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra ortaya çıkan cihatçı gruplar arasında Irak El-Kaide’si olarak bilinen ve zamanla dönüşümden geçerek, Nisan 2013’den itibaren Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) adı ile faaliyet gösteren yapı, 2014 başında taarruza geçerek, önce Irak’ta bağımsızlığını ilan etti, ardından da Irak ve Suriye’de önemli büyüklükte bir alanın kontrolünü ele geçirdi. ABD’nin Aralık 2011’de Irak’tan çekilmesinin ardından Irak’ta mezhepçi politikalar izleyen Nuri el-Maliki yönetimi tarafından dışlanan Sünni Arap aşiretlerinin desteğiyle güçlenen IŞİD, gelinen noktada, ele geçirdiği bölgeler, kendi adına para basması, oluşturduğu devlet benzeri yönetim mekanizması ve sempatizanlarının Irak-Suriye sınırlarını aşan eylemlerinin ardından, hedefini büyüterek, Haziran ayından hilafet ilan etti. Buna karşılık Ağustos’tan itibaren ABD ve müttefiklerinin IŞİD genişlemesine yönelik hava operasyonları başladı. Bölgesel istikrarın yoğun bir şekilde tahribata uğradığı, insani dramların birbirini takip ettiği 2014 boyunca merkezi Orta Doğu’da sınırlar hızla anlamını yitirmeye başladı. Türkmenlerden Yezidilere, Kürtlerden Şii ve Hristiyan Araplara kadar pek çok grubu hedef
alan IŞİD’in ilerleyişi şimdilik, ABD’nin yanı sıra Bahreyn, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün ile Katar’ın desteklediği hava operasyonları Kürt gruplarının kara direnişiyle kontrol altına alınmış gözüküyor. Fakat bu, bölgedeki IŞİD tehdidinin ortadan kalktığı anlamına gelmiyor; hatta belli bir bölgeye odaklana IŞİD’in devletleşme sürecine hız verdiği görülüyor. Bunun getireceği jeopolitik artçı sarsıntıları 2015 boyunca izleyeceğimiz ve tartışacağız. Öte yandan Suriye’de bir tarafta Esad rejimi ile muhalifleri, diğer tarafta muhalifler arası ve nihayetinde IŞİD güçleri ile Kürt gruplar ve uluslararası aktörler arasındaki çatışmalar devam ediyor ve bu ülkenin yeniden istikrara kavuşması ihtimali 2015’in ötesinde yıllara yayılacak bir sürece işaret ediyor. Irak ve Suriye’nin ötesinde IŞİD’in Suudi Arabistan ve Lübnan’a yönelik operasyonları, Mısır’da IŞİD bağlantılı bir örgütün oluşması, IŞİD’in açık Şii karşıtlığı ve zaman zaman Türkiye’yi dahi tehdit etmesi, bölgenin tamamına yönelik bir kriz ve karmaşaya işaret ediyor. Kasım 2014’de yapılan ara seçimlerde Amerikan Senatosu’nda çoğunluğu Cumhuriyetçilere kaptıran ABD Başkanı Obama için de tablo karışık. Hava operasyonları sonrası yaptığı açıklamada Obama, Bush döneminin müdahaleci politikalarından uzak duracağını ve Suriye-Irak ekseninde IŞİD sorununun çözümü için yerel aktörlerle diyaloğa öncelik vereceğini ifade etmişse de, Kongre’de değişen dengeler yönetimi Orta Doğu’da daha aktif tavır almaya zorluyor. Her halükarda ABD’yi Orta Doğu’da yeni bir kara savaşından uzak tutmaya çalışan yönetimin bölgedeki gelişmeleri etkilemek için elindeki imkanların sınırlı olduğu ve hava operasyonlarıyla istenen sonucun alınamayacağı herkesin malumu. Tüm bunlara, bölgede İran ile Suudi Arabistan arasında yaşanan nüfuz mücadelesi, bunun mezhepsel tonları ve giderek tüm bölge ülkelerini etkisi altına alan radikal İslami bakış açısı, sadece bölgede değil, tüm uluslararası sistem açısından önemli bir soruna dönüşmüş durumda. Ocak ayında Fransa’da meydana gelen saldırılar, IŞİD’e katılmak için bölgeye giden “Avrupalı cihatçılar” ile bunların dönüşlerinde kendi ülkelerinde nelere yol açabilecekleri sorusunu gündeme getirdi. BM Güvenlik Konseyi’nin Ekim ayında yayımladığı bir rapora göre, Suriye ve Irak’ta dünyanın dört bir örgüte katılan, yaklaşık 15.000 civarında yabancı bulunuyor. AB Komisyonu’nca Ağustos ayında yayımlanan başka bir rapora göre ise, Avrupa’dan Suriye ve Irak’a giden cihatçıların sayısının 2.000’e
11
ulaştığını ifade ediyor. Bölgede etkin olabilecek güçler bir türlü ortak paydada buluşup, radikalizme karşı harekete geçemezken, Orta Doğu-Afrika ekseninde El-Kaide bağlantılı radikal örgütler giderek güçleniyor ve hızla genişleyen bir coğrafyada etkilerini hissettiriyorlar. Bölgedeki iç savaşlar, çatışmalar ve terör eylemleri başta bölge ülkeleri olmak üzere, tüm dünyaya yönelen mülteci akını da beraberinde başka bir soruna işaret ediyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği tarafından 8 Aralık 2014’ta yayınlanan son Suriye araştırmasına göre, başta Türkiye, Lübnan ve Ürdün olmak üzere, bölge ülkelerine sığınan mülteci sayısı 3,5 milyona ulaşmak üzere. İnsani boyutlarıyla bu sorunun da 2015’in ötesine taşınacağı bugünden rahatlıkla görülebiliyor.
Avrupa’da Karars›zl›k, Seçim ve Referandumlar Y›l› 2014, Avrupa için de adeta bir imtihan yılı oldu. 2009’da Yunanistan’ın iflasıyla başlayıp, tüm Avro bölgesine sıçrayan krizin ardından toparlanmaya başlayan 28 AB üyesi, Mayıs ayında Avrupa Parlamentosu seçimleri gerçekleştirdi. Seçim sonrası tablo, Birlik genelinde Avrupa-kuşkuculuğunu benimseyen aşırı sağ hareketlerin yükselişini sürdürdüğü ve bütünleşme yanlısı siyasi elitlerin zayıflamakta olduğunu bir kere daha gösterdi. Parlamento seçimlerinin yarattığı şok dalgası devam ederken, İngiltere Başbakanı David Cameron, ülkesinin AB üyeliğini halk oylamasına götürebileceğini açıklayarak, Birlik içinde önemli bir çatlak oluşturdu. Çatlağı genişleten bir başka gelişme, Avrupa Komisyonu Başkanı seçimlerinde Alman Hristiyan Demokratlar ile Sosyalist Grubun desteğini alan Lüksemburg’un eski Başbakanı Jean-Claude Juncker’ın yarışı önde bitirmesi oldu. Almanya Başbakanı Merkel, Juncker’e desteğini en yüksek perdeden ifade ederken, Cameron Juncker’in federalist vizyonunu desteklemediğini ve AB bütünleşmesinin sınırlarının gözden geçirilmesi gerektiğini belirterek, üyeler arasındaki görüş ayrılığını gözler önüne serdi. Birlik içinde yaşanan tartışmalarda uyumlu bir noktaya erişemeyen AB’nin, Ukrayna-Rusya ve Orta Doğu gelişmeleri ile bunların dolaylı etkileriyle baş etmekte etkin olması beklenemezdi. Nitekim, AB’nin özellikle Ukrayna’ya yönelik politikası 2014 boyunca zayıflık, öngörüsüzlük ve kararsızlık suçlamalarına maruz kaldı. AB seçimlerinin ötesinde, Avrupa ülkelerini zorlayan bir başka mesele de Birleşik Krallık’ta Eylül ayında gerçekleşen İskoçya’nın statüsüne ilişkin referandum oldu. Her ne kadar İskoçya halkı,
İngiltere ile İskoçya arasındaki 300 yıllık birliğin devamı yönünde oy kullandıysa da, İskoçların bağımsız devlet seçeneğine “hayır” demesi, Avrupa genelinde ulus devletlerin devamlılığını tehdit eden ayrılıkçı hareketlere yönelik endişeleri dindireceğe benzemiyor. Bunun en sıcak örneği, Kasım ayında İspanya’da merkezi hükümetin itirazlarına rağmen yerel yönetim tarafından düzenlenen gayri resmi referandumda Katalanların çoğunluğunun bağımsız Katalonya seçeneğine yeşil ışık yakması oldu. Tarihsel olarak mikro milliyetçiliğin ve ayrılıkçı hareketlerin Avrupa siyasi sisteminin bir parçası olduğu göz önünde bulundurulursa, 2014 bağımsızlık referandumlarının Avrupa genelinde ayrılıkçı hareketleri dinamikleştirme potansiyeli olduğu yadsınamaz. AB 2014 boyunca üyelerinin ekonomik zafiyetlerine, uzunca bir süredir devam eden genişleme politikası ve dış ilişkilerinde yaşanan kararsızlıklara, bütünleşmeyi derinleştirememe sorununa ve tüm bunların bir yansıması olarak ortaya çıkan uluslararası alandaki etkisizliğine yine çare bulamadı. Üye ülkelerin enerji, Rusya ile ilişkiler, askeri harcamalar, sosyal politikalar, ekonomik reform tedbirleri ve benzeri alanlardaki farklı görüşleriyle birlikte 2015’e taşınan bu sorunlar, bu yıl da AB’nin yakın çevresindeki etkisizliğine şimdiden işaret ediyor. *** Kuşkusuz 2014’den akılda kalanlar bu konularla sınırlı değil. Kıbrıs’ta görüşmelerin, Rum tarafının Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki sondaj çalışmalarını gözlemlemek için bölgeye gönderdiği gemileri gerekçe göstererek masadan kalkmasıyla sonuçsuz kalması; başrollerinde ABD ve Almanya’nın olduğu dinleme skandalları ile Latin Amerika’dan Uzak Doğu’ya kitleselleşerek yayılan iktidarlar karşıtı protesto gösterileri bu analizin kapsamını aşan gündem başlıkları. Sadece 2014 gelişmelerinden yola çıkarak, uluslararası sistemin akıbeti konusunda öngörüde bulunmak anlamsız olur. Yine de, Soğuk Savaş sonrası değişen dengeler göz önünde bulundurulduğunda, Rusya’nın gücünü ve siyasi etki alanlarını konsolide etme çabaları, Orta Doğu’nun siyasi istikrarsızlıkları ile radikalleşen politik yapısı ve Avrupa’nın uzun süredir muzdarip olduğu bütünleşme sorunlarının 2015’te Türkiye’nin yakın çevresinde yansımaları olacağını söyleyebiliriz. Bu ortamda, sistemsel yapıyı da zorlayan sorun ve tehditlere karşı aktif karşılıklar ve yaratıcı çözümler geliştiremeyen ve kapsamlı uluslararası işbirliği yerine kısa dönemli tepkisel tutumları tercih eden bölgesel ve uluslararası aktörlerin dünyayı hangi yönde evrime götüreceğini hep birlikte izleyeceğiz.
12
O GÜN DÜNYANIN GÖZÜ KULA⁄I PAR‹S’E ÇEVR‹LD‹ Mithat BEREKET Khas Pusula akademisi
Henüz hala taze… B›rakt›¤› izler hemen her yerde… Veee… Görünen o ki, bu olay›n tortular› daha uzun süre silinmeyecek… Aksine bu izler, ne yaz›k ki, yeni yeni sorunlar; yeni yeni “düflmanl›klar”, do¤uracak. Neden mi bahsediyoruz? Merkezi Paris’te bulunan ve sadece Fransa’da de¤il; tüm dünyada art›k “klasik” bir “eser” olarak kabul gören, ünlü Mizah Dergisi Charlie Hebdo’nun bürosuna 7 Ocak’ta yap›lan sald›r›dan ve orada yaflanan katliamdan, tabii ki…
13
7 Ocak Çarşamba günü Şerif ve Said Kouachi adlı Cezayir asıllı iki kardeş Charlie Hebdo’nun binasına saldırı düzenlemişti. Saldırıda 12 kişi ölmüştü. Bu katliamla, akıllarınca, dergide daha önce yayınlanan “alaycı” Muhammed karikatürlerinin hesabını soruyorlar; bir nevi öç alıyorlardı. 80 küsur yaşındaki Georges Wolinski gibi ünlü karatüristleri ve İslam’ı sorgulayan Avrupalıları, sözde, bu şekilde, cezalandırıyorlardı... Kouachi kardeşler, oradan ellerini kollarını sallaya sallaya kaçtılar. Bu olayın hemen ardından, Amedy Coulibaly’nin Paris’in Doğusu’nda bir Yahudi Gıda Marketi’ne (Kosher Grocery Store) saldırıp 20 kadar müşteriyi rehin tuttuğu haberi bomba gibi patladı. Coulibaly, Fransız vatandaşıydı; ama, hapisteyken Kouachia kardeşlerle tanışmış ve daha sonra, İslami gruplar yardımıyla hep beraber Yemen’deki bir kampta silah eğitimi almışlardı. Kısacası, Coulibaly, Kouachi kardeşlere destek olmak amacıyla, bir Yahudi marketini basıp kendisine direnen 4 kişiyi oracıkta öldürmüş ve geri kalanları da rehin almıştı… Fransız polisinin artık canına tak etmişti. Kouachi kardeşler, olaydan 3 saat sonra, saklanmak için girdikleri bir matbaaya düzenlenen bir operasyonla öldürüldüler... Orada rehin aldıkları bir adamsa Fransız Özel Harekatçıları tarafından kurtarıldı. Coulibaly’nin rehinelerle beklediği Yahudi gıda marketine de operasyon düzenlendi. Coulibaly öldürüldü. Diğer rehineler kurtarıldı. Daha sonra, Charles Hebdo’ya yapılan saldırıyı El Kaide’nin Yemen’deki kolu üstlendi. Coulibaly’ninse IŞİD’a ve lideri Ebubekir El-Bağdadi’ye bağlı olduğu, kendisi henüz hayattayken kaydedilmiş; daha sonra da birileri tarafından servis edilmiş video görüntülerinde, bizzat Coulibaly tarafından, tüm açıklığıyla anlatılıyordu. Fransız polisi derhal, Amedy Coulibaly’nin imam nikahlı karısı Hayat Boumeddiene’ı Coulibaly’nin suç ortağı olduğu gerekçesiyle aramaya başladı. Ancak kadının, olaydan 5 gün kadar önce, 2 Ocak'ta İstanbul’a; Sabiha Gökçen Havaalanı’na geldiği anlaşılıyordu. Hayat Boumeddiene, Türkiye’den de Suriye’ye geçmişti. Üstelik bu bilgi Türkiye Milli İstihbarat Teşkilatı tarafından Fransız makamlarına iletilmişti bile…
Bu saldırlara tepki olarak, 12 Ocak Pazar günü 1 milyondan fazla insan Paris’te Cumhuriyet Meydanı’ndan Ulus Meydanı’na kadar yürüdü. Bu yürüyüşte sadece Hristiyan Fransızlar değil Avrupa’nın tüm ülkelerinden oraya akın etmiş Müslümanlar ve Yahudiler de vardı. Bu “tepki yürüyüşüne” katılan 40’dan fazla ülkeden gelen; farklı dinlere mensup liderler de oradaydılar… Başbakan Ahmet Davutoğlu, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’yla aynı çizgide yürüdü. Onlarla birlikte yürüyen Almanya Başbakanı Angela Merkel’in yanındaysa Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas vardı. Hepsi de kol kola girmişler, bu insanlık dışı saldırıyı kınıyorlardı. O gün, gerçekten de, dünyanın gözü kulağı Paris’e çevrildi…
KUTUPLAfiMA ARTACAK Ne olursa olsun, kesin olan birşey var ki, bu saldırı sonrasında Fransa’da ve hatta Avrupa’da zaten var olan toplumsal kutuplaşma daha da derinleşecek. Bunu görmek için falcı olmaya gerek yok… 7 Ocak 2015 tarihi, hem Avrupa’da Müslüman nüfusa sahip Batı ülkelerinde hem de Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde bir dönüm noktası olacak. Son dönemde, kamuoyunda en çok tartışılan konu Fransa’nın çeşitli büyük şehirlerinin kenar mahallerinden; Fransa doğumlu Müslüman gençlerin (Banliyö Gençliği) Suriye cihat savaşçılarına katılmaları oldu. Bu katılımlarda özellikle Türkiye’nin rolü sık sık tekrarlandı. Korkulan şey bu savaşçıların yavaş yavaş Fransa’ya dönmeleri ve ellerindeki tek “kariyer” olan “insan öldürme”, “silah kullanma” konusundaki tecrübelerini Fransa’ya taşımalarıydı. Evet, ne yazık ki, Charlie Hebdo saldırısının Fransız kamuoyu tarafından İslamcılara mal edildiğini söylemek yanlış olmaz. Fransa’nın diğer bir özelliği, başka Batı toplumlarında olmadığı kadar dinin tabu olmaktan çıkarılmış olmasıdır. Yani, “kutsal” addedilen değer ve tarihi figürlerle alay etme, bu konularda eleştirel bir söylem kullanma bu ülkede artık yerleşmiş bir kavram ve ifade özgürlüğünün temel taşlarından sayılmaktadır. İşte, dünyadaki bütün dogmalarla, bütün dinlerin beyin yıkayan hiyerarşileriyle ve bütün “kutsallıklarla” dalga geçmenin en önemli adreslerinden
14
15
biri de Charlie Hebdo. Kendini “sorumsuz dergi” olarak tanımlayan Charlie Hebdo, hiçbir kutsallığı göz ardı etmedi. Çok kızdırdı, çok güldürdü, Fransız toplumunun bütün katmanlarının kusurlarıyla ve kutsallıklarıyla bazen ince, bazen direkt esprilerle adeta dalga geçti; alay etti. Saldırıların hemen ardından ülkenin bütün şehirlerinde toplanan yüzbinlerce insan “şimdilik” Fransız Müslümanlarını hedef göstermeden dayanışmalarını sergilediler. Fransız Müslümanları da gerek yürüyüşlerde gerekse çeşitli açıklamalarla saldırılarla aralarına net bir mesafe koydular. Ancak “İslamofobi” kavramını bu kadar geniş yorumlayarak, bütün eleştirel söylemi ve mizahı, bu cinayetlerin ana sebebi olarak göstermek elbette toplumda tepkiye yol açıyor. Buradan kendine pay çıkaracak aşırı sağcı Hrıstiyanların oluşturduğu radikal gruplar kuşkusuz harekete geçecekler- ki hemen hemen her Avrupa ülkesinde böyle gruplar mevcut… O zaman, kapımızı çalmakta olan bir “Dinler Savaşı”; bir “Medeniyetler Çatışması”yla mı karşı karşıyayız?...
ESK‹M‹fi B‹R SENARYO Oysa, Avrupalılar bu filmi daha önce defalarca görmüşlerdi. Bunlar içinde en önemlilerinden biri kuşkusuz, Hollanda’da yaşananlardı… Bundan yaklaşık 10 yıl önce ünlü Hollandalı aykırı yönetmen ve yazar Theodoor (Theo) van Gogh, 2 Kasım 2004 sabahı Fas asıllı bir Hollanda vatandaşı olan Muhammed Bouyeri tarafından tabancayla öldürülmüş ve göğsüne de bıçakla bir not iliştirilmişti. Notta, o günlerde Hollanda’da siyasette aktif biçimde yer alan, parlemento üyesi, Somali asıllı Hollandalı Ayaan Hirshi Ali olarak tanınan İslam karşıtı bir kadın yazara ölüm tehditleri yağdırılıyordu. Çünkü, aynı yıl Theo van Gogh, Hirsi Ali’nin yazdığı kısa bir filmin yönetmenliğini yapmıştı. “Teslimiyet”; (Submission) isimli bu kısa film İslamiyetin kadını aşağıladığını iddia ediyor ve bu dinin tüm mensuplarının; yani, tüm Müslümanların adeta, “barbar” birer “katil” olduklarını öne sürüyordu… Doğal olarak, Avrupa’nın “Özgürlükler Nirvana”sı olarak bilinen ve pek çok siyasi sığınmacı için aranan bir “liman”; bir “kale” olarak görünen “mutlak özgürlükler” ülkesi Hollanda’da bu “tepkisel” filme gelen “tepkiler” de ele alındı. Hollanda’da o günlerde henüz azınlıkta bulunan; ama, Hollandalılar’dan daha
hızlı çoğalan “Faslı” toplumunun önde gelenlerine söz verildi. Hepsi de bu filmi, yazarını ve yönetmenini kınıyorlardı. Ayaan Hirsi Ali, genç bir kızken Somali’de kızların yaşadığı “sünnet” olayına pek çok kez tanıklık etmiş, sıra kendisinin sünnet edilmesine gelince de ülkesinden kaçıp Hollanda’ya sığınmıştı. Oradaki, Müslümanlar bu “kız sünnetinin” İslamiyetle bir alakası olmadığını ve sadece Somali’ye özgü bir gelenek olduğunu söyledilerse de fark etmedi; Hirsi Ali’nin görüşleri değişmedi. Bunun üzerine film yayınlandıktan sonra Hirsi Ali, aldığı ölüm tehditleri üzerine, bir yerlerde saklanınca filmdeki argümanları savunmak da filmin yönetmeni, ünlü ressamın torunu Theo van Gogh’a kaldı. Ancak, Theo bu işi oldukça ileri götürdü. Müslümanlarla birlikte katıldığı canlı yayınlanan bir televizyon programında domuzları çok sevdiğini; ama, bir domuzu olmadığını; şayet olsaydı, domuzuna mukakkak “Allah” adını koyacağını bile söyledi. Nasılsa, Hollanda’da “ifade özgürlüğü” vardı ve herkes her istediğini söyleyebilirdi. Beklendiği gibi, bu sözler ülkedeki Müslümanları (aralarında Türkler de var) ayağa kaldırdı. Sonunda, 26 yaşındaki Muhammed Bouyeri, bu ünlü aykırı yönetmenin hayatına son verdi. Bunun üzerine Hollandalılar ve Avrupalılar ifade özgürlüğünün gerçekten sınırsız olmasının gerekliliğini tartışmaya başladılar. Bir insanı vahşice katletmek kuşkusuz “barbarlık”tı; ama, her inanca ve o inancın “kutsal” saydığı değerlere de saygı göstermek lazımdı. Yani, aslında ifade özgürlüğü, kendi burnunun ucunda başlar ve başka insanların burunlarının ucunda biterdi. Dolayısıyla, ifade özgürlüğü var diye birine veya birilerine hakaret etmek özgürlüklerle bağdaşmayabilirdi. Onun da belli sınırları olmalıydı… İşte, Paris’te 12 insanın hunharca öldürülmesi de kuşkusuz büyük ve vahim bir yanlıştı. Ancak şimdi, Hrıstiyan, Müslüman veya Yahudi; inanan inanmayan tüm Avrupalılara zor bir görev düşüyor… Herhangi bir ırkçılığa prim vermeden sadece ve sadece insani değerler etrafında kenetlenebilmek… Bu değerleri ortaya çıkarabilmek… Bu işin, başka da bir “çare”si yok gibi görünüyor…
16
BALKANLARIN YEN‹ KABUSU: Ifi‹D Hamdi Fırat BÜYÜK Khas mezun öğrenci
Irak-fiam ‹slam Devleti örgütü (Ifi‹D), örgütlü bulundu¤u Irak ve Suriye ile yak›n co¤rafyas›n›n sorunu olmaktan ç›k›p küresel bir sorun haline gelmifl bulunuyor. Ifi‹D saflar›na kat›lan yabanc› savaflç›lar tüm dünya ülkelerini rahats›z etti¤i gibi Müslüman nüfusa sahip olan Balkan ülkelerini de tedirgin ediyor.
17
Bosna, Sırbistan, Arnavutluk, Kosova ve Makedonya başta olmak üzere hemen tüm Balkan ülkeleri uzun süredir IŞİD’e katılımları engellemek amacıyla ülke polis ve istihbarat teşkilatları eliyle birçok operasyon gerçekleştirdi ve çok sayıda kişiyi örgüte adam devşirme ve finansal kaynak oluşturma suçuyla tutukladı. Ayrıca ortak askeri ve para-militer operasyonlar, istihbarat paylaşımı, sınır bölgeleri, liman ve havaalanlarında güvenliği artırmak ve IŞİD’e karşı oluşturulan uluslararası ittifaka dâhil olmak gibi diğer çeşitli yollarla da ülkeler IŞİD’e karşı olan mücadelelerini sürdürmeye devam ediyor. Ek olarak Sırbistan dışındaki tüm Batı Balkan ülkeleri anayasal değişiklikler yaparak IŞİD ve IŞİD saflarında savaşa katılan vatandaşları ile mücadele etmek adına yasal altyapıyı oluşturdular. Sırbistan ise sadece Suriye ve Irak’ta savaşan vatandaşlarına yönelik değil aynı zamanda Kırım’da Rus tarafında savaşa katılmış olan Çetnik milislerini de kapsayacak bir yasa çıkarmayı amaçlıyor. Bu nedenle yasanın çıkması gecikiyor ancak kısa zamanda Sırbistan da bu süreci tamamlayacaktır. IŞİD saflarında yer alan yabancı savaşçıların sayısı üzerine çeşitli basın kuruluşları ve araştırma kurumları tarafından raporlar yayınlanmış olsa da savaşçı sayısı hakkında kesin bilgiler elimizde bulunmuyor. Ancak tüm araştırmaların ortak olarak söylediği şeylerden biri Balkanların, Arap olmayan ülkeler dışında Türkiye ve Kafkas ülkelerinden sonra en fazla savaşçı sağlayan bölge olduğu. İŞID saflarına katılımda başı çeken Bosna-Hersek, Kosova ve Arnavutluk gibi büyük oranda Müslüman nüfus barındıran ülkelerin yanında diğer bölge ülkelerinden de İŞID saflarına geniş bir katılım mevcut. Sırbistan’dan IŞİD saflarına geçenlerin büyük çoğunluğu Sırbistan’ın Müslüman Boşnak yoğunluklu Sancak (Sandzak) bölgesinden ve Müslüman Arnavutların yaşadığı Kosova’yla sınır olan Praşevo (Presevo) vadisi ile diğer köy ve kasabalardan geliyor. Karadağ’dan gerçekleşen katılım ise Sırbistan Sancak’ından olduğu gibi Karadağ Sancak’ından ve Arnavutluk-Kosova sınırındaki Müslüman Arnavut nüfustan gerçekleşiyor. Müslüman nüfus barındıran ancak büyük oranda Hristiyan nüfusa sahip olan bir diğer ülke Makedonya’da ise katılımlar büyük ölçüde ülkenin kuzey ve batı bölgelerinde yaşayan Müslüman Arnavut nüfustan sağlanıyor. En düşük katılımın gerçekleştiği Bulgaristan’da ise savaşçıların çoğunlukla Türk azınlığın ve Müslüman Pomakların olduğu şehirlerden IŞİD saflarına katıldığı biliniyor. Balkanlardan IŞİD’e olan katılımda öne çıkan sebepler öncelikli olarak bu katılımın ardındaki nedenlerin incelenmesi sırasında bu katılımların ve radikal İslam olgusunun sadece IŞİD’le beraber ele alınmaması gerektiğini not etmek gerekiyor. Bölgede radikalizmin ve IŞİD’e olan katılımları oluşturan sebeplerin derin tarihi, sosyolojik, dini ve siyasal kökleri bulunuyor ve bu kökleri günümüzden Osmanlının bölgeden çekilmesine kadar götürmek mümkün görünüyor. Bütün bunları da göz önünde bulundurarak IŞİD’e katılımın sebeplerini şu şekilde dört başlık altında özetleyebiliriz:
(1) İslamcı savaşçılara olan sempati: Bölgede son 20 yılda yaşanan Bosna ve Kosova savaşları, özellikle Afganistan ve Çeçenistan’da savaşmış olan İslamcı savaşçılar için yeni bir savaş alanı olmuştu. “Mücahit” olarak isimlendirilen binlerce yabancı İslamcı savaşçı Bosna ve Kosova savaşlarında bölge Müslümanları ile beraber savaşmıştı. Bu savaşçıların El Kaide ve IŞİD gibi güncel örneklerinden en büyük farkı ayrı bir örgütlenme ve komuta kademesi olmaksızın Müslüman Boşnak ve Kosovalı Müslüman Arnavutlar ile yan yana savaşmış olmasıydı. Yan yana savaşmanın ötesinde Mücahitler özellikle Bosna savaşında en zorlu görevlere talip olmuş ve daima ön saflarda savaşmışlardı. 90’lı yıllarda kefeni temsil eden beyaz kıyafetler giyen, sakallı, ve yeşil bayrak taşıyan askeri birlikleri bölgede ve dünyada herkes hatırlıyor. Bu sebeple, savaş yılları boyunca Radikal İslamcı savaşçılara olan sempatinin ve minnetin bölgede silindiğinden bahsetmek mümkün görünmüyor. Bölgeden savaşçı devşiren ve çeşitli yollarla örgüte finansal destek sağlamaya çalışan kişiler de bölgede mevcut bulunan bu sempatiyi kullanıyor ve manipüle ediyor. (2) Balkan Müslümanlarının statü kaybı ve artan protest duruş: Osmanlı döneminde devlet dininde olan ve Osmanlı millet sistemi içerisinde devletin asli unsuru olmanın tüm avantajlarını kullanan Müslüman Arnavut, Boşnak, Pomak, Torbeş, Mısırlı, Türk ve sayısını arttırabileceğimiz daha birçok halk, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan yeni devlet düzenleri içerisinde bu ayrıcalıklı durumunu kaybetti. Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan Soğuk Savaş’ın bitimine kadar olan sürede artan baskı rejimleri, zorunlu göç politikaları, siyasal ve ekonomik izolasyon ve çatışmalar bölge Müslümanları arasında protest bir duruşun ilk filizlerini oluşturdu. Kosova ve Bosna savaşları ya da 2000’li yılların başında yaşanan Makedonya iç savaşıyla ise bu protest duruşun bir aktivizme dönüştüğünü görüyoruz. Bölge Müslümanlarında genel anlamda bir protest duruş oluşmuş durumda ve geçmişle kıyas edilemeyecek derece örgütlü olan Balkan Müslümanları etnik ya da dini tercihlere göre kurulmuş olan siyasi partileri üzerinden de ülke politikalarına aktif olarak katılmaya çalışıyor. Aynı protest duruşun IŞİD ile bağlantılı olduğu gerekçesiyle tutuklanan kişiler içinde sahneye çıktığını görüyoruz. Makedonya’da Temmuz ayında yapılan operasyonda çok sayıda kişinin IŞİD’le bağlantılı olduğu gerekçesiyle hukukun dışına çıkılarak tutuklanması üzerine Arnavut nüfusun çoğunluğu oluşturduğu şehirlerde ve başkent Üsküp’te uzun süren protestolar gerçekleşmişti. Bu protestolarda polis ve protestocular arasında çıkan çatışmalar sonucu 3 Arnavut hayatını kaybetti. Bu protest duruşun ve mevcut rejimlerden kaynaklanan memnuniyetsizliğin farkında olan IŞİD ise radikalleşmeye başlayan Balkan halklarına kurduklarını iddia ettikleri İslam Devleti’nde refah ve huzur içinde yaşamayı, din için savaşmayı ve ölmesi durumunda cenneti, yaralanması durumunda ise gaziliği vaat ediyor. Bunun yanı sıra ekonomik vaatler de IŞİD saflarına
1Sancak (Sandzak) idari bir bölgeyi yansıtmayan, Osmanlı Döneminde kurulu bulunan Novi Pazar Vilayet’ini (Sancak’ını) ifade eden bölgeye verilen isim. Şu an Sancak bölgesi Karadağ ve Sırbistan toprakları içerisinde bulunmaktadır.
18
katılımda büyük rol oynuyor. IŞİD verdiği yüksek maaşın yanında işgal edilen bölgelerde ganimet paylaşımı ve geride kalan savaşçı ailelerine yardım ederek bir ekonomik refah sağlamayı da vaat ediyor. İlk bakışta rasyonel görünmeyen bu seçenek iyice ötekileştirilmiş, baskı altında olan ve din okumasını Selefi-Vahhabi akımlar üzerinden yapan Balkan Müslümanları için önemli bir seçenek olarak karşımıza çıkıyor. (3) Yeniden dine yönelme ve Selefi-Vahhabi akımların etkisi: 2. Dünya Savaşı’ndan Soğuk Savaş’ın bitimine kadar sosyalist ve komünist ideolojiler ile yönetilen Balkan halklarında dine verilen önemin devlet politikaları eliyle azaltıldığı kabul edilen bir gerçek. Balkan Müslümanları da tüm diğer Balkan halkları gibi dine ve dini değerlere bir uzaklaşma yaşadı. Ancak özellikle 80’li yıllarda Balkan Müslümanları arasında başlayan siyasi hareketlilik ve örgütlenme ve hemen arkasından bölgede yaşanan savaş ve çatışmalar Balkan Müslümanları arasında dine verilen önemde ciddi bir artışa sebep oldu. Lakin değişim sırasında dine yönelen halk, büyük oranda Sufi gelenekle yoğrulmuş olan Türk Müslümanlığından teşekkül eden “mutedil Balkan Müslümanlığı” yerine savaş sırasında bölgede yayılan ve Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri gibi ülkelerin desteklediği Selefi-Vahhabi akımlarla karşılaştı. Selefi-Vahhabi din adamları çeşitli baskılarla bölgede camilerde hâkim olmaya çalışıyor ya da Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin inşa ettiği cami ve diğer dini tesislerde etkili oluyor. Örneğin, şu an Bulgaristan’daki camilerin üçte biri Selefi-Vahhabi imamların kontrolünde bulunuyor ve Uluslararası Kriz Grubu’nun verdiği bilgilere göre Selefi-Vahhabi imamlar Kosova’da 500 kişinin katılabileceği büyüklükte özel vaazlar verebiliyor. IŞİD’e savaşçı devşiren ve finansal destek sağlayan kişilerin neredeyse tamamı ise bu akımlar içerisinde bulunan kişilerden oluşuyor. Bölge ülkeleri de bu akımları mercek altına almış bulunuyor ve bölgede yapılan tutuklamaların büyük çoğunluğunu ülkede Selefi-Vahhabi hareketlerine dâhil olan kişilerden oluşuyor. Örneğin, Bosna’da geçtiğimiz aylarda yapılan operasyonda tutuklananlar arasında “Bosna Vahhabi Hareketi” lideri olduğu varsayılan Hüseyin Bilal Bosniç de bulunuyordu. Halkın büyük çoğunluğunun rağbet gösterdiğini söylemek mümkün olmasa da Balkanlarda her geçen gün artan radikalleşme ve gergin siyasi konjonktür ile beraber Selefi-Vahhabi akımların etkisi büyüyor.
(4) Müslüman Balkan diasporaları: 2. Dünya Savaşı’nın ardından devletlerin baskıcı yönetimleri ve zorunlu göç politikaları nedeniyle Balkan Müslümanları sürekli olarak başta Türkiye ve Avrupa olmak üzere Kuzey Amerika ve Avusturalya gibi çok farklı ülkelere göç ettiler. Özellikle Bosna ve Kosova savaşları sırasında Avrupa’ya yapılan göçlerde büyük artış yaşandı. Tüm diasporaların olduğu gibi Balkan Müslümanlarının diasporaları da ana ülkedeki halktan daha milliyetçi ve daha dindar. Diasporalar yakın tarihte yaşanan savaşlarda göç edenler sebebiyle bölgede yaşanan gelişmelere daha dikkat kesilmiş ve duyarlı durumda. Aynı hassasiyeti bölge dışındaki diğer zulme uğrayan Müslümanlar için de taşımaktalar. Buna ek olarak, bölgede yaşanan yeniden dine yönelimin bir benzeri daha da etkili olarak Balkan Müslüman diasporalarında da yaşandı ve bölgede olduğundan daha fazla buradaki Balkanlı nüfus Selefi-Vahhabi akımlar ile temas etmiş bulunuyor. Bugün Suriye ve Irak’ta IŞİD saflarındaki Balkanlı savaşçıların bir çoğu diaspora üyesi. Örneğin, geçtiğimiz baharda Niğde’de Türk jandarmasına saldıran ve iki askeri şehit eden iki İŞID militanı da İsviçre’de yaşayan ve Arnavutluk ve Kosova pasaportu taşıyan diaspora üyeleriydiler. Bölge halklarından çok daha fazla milliyetçi ve dindar; bununla beraber dünyanın başka bölgelerine karşı da büyük duyarlılık taşıyan diasporalar, IŞİD’in gözünden kaçmış değil. Dolayısıyla örgüt, Avrupa’da Balkanlar’dan daha fazla mensubu olmasının avantajını kullanarak her geçen gün diasporalar üzerindeki etkisini arttırmaya devam ediyor. Sonuç yerine Yapılan araştırmaların gösterdiği gibi Suriye ve Irak’taki savaşın başlangıcından bu yana IŞİD saflarına Balkan Müslümanlarından bir katılım söz konusu ve bu katılım her geçen gün artarak devam ediyor. Bölge ülkeleri ise münferit ve/veya ortaklaşa olarak IŞİD ile mücadele etmeye çalışıyor ancak bugüne kadar katılımların engellenmesinde büyük başarılar elde edilmiş değil. Balkanlar’dan IŞİD’e katılımı ve bölgede radikal İslam’ı sadece IŞİD’le ilintili bir şekilde incelemek bize doğru sonuçlar vermez. Bu yüzden bu sorunun incelenmesi sırasında bölge üzerine tarihi, sosyolojik, siyasi ve dini derinliği olan bir analiz yapmak gerekiyor. Aksi takdirde, bölge gerçekleri anlaşılamayacağı gibi bölgede IŞİD ve radikal İslam sorununa bir çözüm bulunamaz. Kısacası, anın analizinin yapılabilmesi için daha dikkatli bir süreç analizi yapılması elzem görünüyor.
Hamdi Fırat Büyük, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) Balkanlar Araştırmacısıdır. Lisans eğitimini 2012 yılında Kadir Has Üniversitesi İşletme ve Uluslararası İlişkiler Bölümlerinde tamamlayan Büyük, yüksek lisans eğitimini İngiltere’de Essex Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde “Türkiye’nin Balkanlardaki Yumuşak Gücü” isimli teziyle 2013 yılında bitirmiştir. Halen Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde doktora çalışmalarına devam eden Büyük, aynı zamanda İngilizce yayın yapan Turkish Weekly adlı haber sitesinin editörüdür. Khas’daki eğitimi boyunca çok sayıda sosyal faaliyete imza atan Hamdi Fırat Büyük, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü Başkanlığı (2010-2012) ile Öğrenci Konseyi Başkanlığı (2011-2012) yapmıştır.
19
Fotoğraf: Gökçe ERENMEMİŞOĞLU Fotoğraf Sanatçısı & Reklam Fotoğrafçısı
'Dolls' (ILLUMINATION Sergisi 2014-NY)
20
21
ÇOCUKLARI ÖLÜMÜN ER‹fiEMEYECE⁄‹ B‹R YERLERDE SAKLAMALI Dr. Ayten GÖRGÜN SMITH Khas Yayın koordinatörü
Bazen saklanam›yor iflte… Haberciler çok iyi bilir, içinde çocuk unsurunun oldu¤u haberi yazmak en zorudur. Hele de çocuk kaybolmufl, tacize, tecavüze u¤ram›fl, bir cinayete ya da bir olaya tan›k olmufl, yaralanm›fl ve en fecisi de ölmüfl ise… Zaman: Geçen yıl Baflroldekiler: 1,5-3,5 yaş arası çocuklar 1 fiubat Muharrem Taş,Van Gürpınar’da yüksek ateş ve öksürük ile başlayan hastalığının gece ağırlaşması, yolların kardan kapalı olması, ailesinin hastaneye götürememesi ve çağırdıkları sağlık ekiplerini gelmemesi nedenleriyle yaşamını yitirdi.
22
16 Mart Ece Su Yılmaz, İstanbul Sirkeci’de arabalı vapura girerken vapurun hareket etmesiyle aracın denize düşmesi sonucu yaşamını yitirdi.
4 Nisan
Peki neden? İnsanın kendi doğrudan deneyimlerinin ötesinde gerçekleşenleri bilmeye ihtiyacı var, çünkü.
Ahmet Nedim, İstanbul Eminönü’nde annesiyle vapura binerken pusetinden kayarak denize düştü, denizden 20 saat süren çalışmanın ardından çıkarılabildi, yoğun bakımda idi, yapılan tedavilerle hayati tehlikeyi atlattı.
İnsan, kendini emniyete almak, olayların kontrolünde olduğunu bilmek ve hayatın her şeye rağmen yaşamaya değer olduğu dürtüsüne güvenmek için tanık olamadığı olgu/olaylar hakkında haberdar olmak ister, çünkü.
5 Nisan Pamir Dikdik, İstanbul Zekeriyaköy’de kayboldu, 30 saat süren arama çalışmalarının ardından yan evin havuzunda ölü bulundu.
İnsan, haberi okur; okuduğu ile ilgili bir kanıya varıp, bu kanıyı da bir an evvel kendi hafıza raflarından uygun bulduğu bir yere yerleştirmek iste, çünkü.
Onlar kara meleğin ele geçirdiklerinin sonuncusu olsalar idi; ah keşke…
Haber akışı kesintiye uğradığında ise insanın içine karanlık çöker, endişe başlar.
Internette şu an bir gezinin. Ne yazık ki, Edirne’den Kars’a çöplükte ölü bulunan ya da kendisinden haber alınamayan kayıp birçok çocuk haberine rastlayacaksınız.
İnsan, “farkındalık açlığı” denen “aşerme” fazına geçer ve yanılsamalara başlar.
Haberciler çok iyi bilir, içinde çocuk unsurunun olduğu haberi yazmak en zorudur. Hele de çocuk kaybolmuş, tacize, tecavüze uğramış, bir cinayete ya da bir olaya tanık olmuş, yaralanmış ve en fecisi de ölmüş ise. Haberi yazanın da okuyanın da içini dağlar bu tür haberler… Nefes alamayacak gibi olursunuz, ailelerinin ocakları söner, toplumun karnının ortasına da kocaman bir delik açılır. Acı taze iken yapılan her teselli acıyı bir kat daha artırırmış. Sosyal medyada, bloglarda, web sitelerinde yazılmış haber üzerine yeniden haber yapıyor ya da yorumlar yazıyoruz, kendimizi teselli eder gibi. Ne var ki, bu küçük söz ve yazı lokmacıklarının hissettikleri öyle büyük ki, yutulacak cinsten değil: “Pamir’in ailesi Alevi.” “Pamir’in babası Gezi olaylarına katılmış.” “Pamir üçüncü köprü inşaatına yakınında kayboldu, yeni bir Taksim Gezi ayaklanması bahanesi.” “Arama ekibiyle konuşurken Pamir’in babası kameramanlara ‘çekiyor musunuz?’ diye sordu.” “Hangi kaybolan çocuk için canlı yayına geçilmiş bu ülkede ki, işin içinde bir iş var.” “Öbür kaybolan ve ölen çocukların canı can değil mi?” “Bu çocuk sonradan atılmış buraya.” “Pamir’in babasının çocuğu ile söyledikleri akla şüpheleri getiriyor.” “Çocuk o yüksek çiti aşıp nasıl bahçeye geçti?” “Pamir’in bahçede son kez görüldüğü 9:43’ten babasının aramaya çıktığı 10:06’ya kadar ne oldu?” Ön yargı, yafta, ötekileştirme ve cevaplanmayı bekleyen sorular.
Toplumlara haberi tedarik eden bir sistemdir kitle iletişim araçları, gazetecilik mesleği ise haberin can suyudur. Muharrem, Ece Su, Ahmet ve Pamir’in ölüm haberlerini ilk önce gazeteciler yazdılar. Gazeteciler olay yerine gittiler, haberi yerinde, kaynağından almaya çalıştılar. Gazetenin görevidir; okurun haberle ilgili kafasındaki soru işaretlerini cevaplarını bularak yazı, ses ve görüntüyle temizlemek. Gazetecilerin yazdığı bu haberler editöryel bir süreçten de geçti. Yani haberlere dengeli, düzeyli, her sese yer veren, sıfatlardan arındırılmış gibi sağduyu ile tamlık, doğruluk gibi doğruluk ayarı yapıldı. Yapıldığı halde, gerçeğin fragmanlarında cevaplanmamış sorular asılı olarak bekliyorlar. Bu da okurun yanılsama halinde kalmasına neden oluyor. Bir de düşünün dijital dünyada haberci olmayan biz bireysel habercilerin; Pamir’in gerçekliğinin olduğu mekan ve zamana gitmeden sırf sanal ortamda edindiğimiz haberler üzerinden yeniden haber üreterek, yorum yaparak -ki bunların çoğu editöryel süreçten de geçmiyor- kafadaki soruları cevaplamak yerine soruları çoğaltıyoruz, gerçek çarptırılıyor. Teselli etmeye ve teselli olmaya çalışırken okurun o haberle ilgili zihni bulamaç haline geliyor. Merhum çocukların aileleriyle empati kurmak, kendini yakın görmeye çalışmak yerine kendisini o ailelerden ayırmasına, gerçeği yadsımasına neden oluyor. Okurun gönülsüz haberi kaldırdığı hafıza rafında sallanan rafta şimdi şunlar yazıyor. “İhmalkar özellikleriyle bu aileler benden farklıdır, öyleyse onlar öncelikle ocağına ateş düşmüş aile değil, benim karşı tarafıma geçmiş, ötekilerdir.” Dijital dünyada klavyelerimizin ya da telefonlarımızın tuşlarını özellikle çocuk haberi ya da yorum yazmak için tıkırdatırken gözünüzün önüne bu levha gelsin: “Oysa ağızları süt kokuyordu Muharrem, Ece Su, Pamir’in. Soğuk sulara teslim oldular… Zamansız… Ve haberi duyan herkesin yüreğinden üç minik kuş göçüp gitti, o an…” Not: Yazarın bu yazısı 9 Nisan 2014’te www.diken.com.tr de yayınlanmıştır.
23
ÇOCUK ‹ST‹SMAR VE ‹HMAL‹NE BÜTÜNCÜL B‹R YAKLAfiIM ‹Ç‹N B‹R ADIM Doç. Dr. M. Rita KRESPİ Khas öğretim üyesi
Prof. Dr. Tolga DAĞLI Marmara Üniversitesi öğretim üyesi
1. Uluslararas› Çocuk Koruma Kongresi, geçti¤imiz 23-25 Ekim’de farkl› meslek alanlar›ndan kat›l›mc›larla çocuklar›n korunmas›yla ilgili konular› derinlemesine inceleyerek bu alanda bütüncül ve ifllevsel bir model oluflturmak ve kongre ç›kt›lar›n›n toplumda bir fark›ndal›k ve duyarl›l›k yaratmas› için düzenlendi. Kadir Has Üniversitesi bu kongrenin ev sahipli¤ini üstlendi.
24
Dünya Sağlık Örgütü, çocuk istismarı ve ihmalini; “çocuğun sağlığına, yaşamına, gelişimine ve değerine zarar veren fiziksel ve/veya duygusal olumsuz davranışlar, cinsel istismarı ve ticari çıkar için çocuğun kullanılmasını içeren davranışlar” olarak tanımlamaktadır. İlk çocuk istismarı vakası yaklaşık 2 bin yıl öncesine, antik Mısır dönemine dayanıyor. Türkiye’de 1990 yıllarına dek “Türkiye’de çocuk istismarı ve ihmali diye bir sorun yoktur” düşüncesi yaygın iken, çocuk şiddeti kavramı 1995 Martı’nda 8 yaşındaki Selma’nın dramıyla Türkiye kamuoyunun gündemine girdi. Küçük kız, ailesinden gördüğü işkencenin mahkeme kararıyla onaylanmış olmasına rağmen, ailesine teslim edildi ve bundan yalnızca 4 ay sonra aynı nedenle yaşamını yitirdi. Türkiye kamuoyu “çocuk işkencesiyle” hele ki aile içindeki çocuk işkencesiyle ilk kez bu kadar açık yüzleşti. Küçük Selma, çocuk ihmal ve istismarının ne ilk örneğiydi ne de sonuncusu oldu. Ancak bu tarihten itibaren alandaki profesyoneller yani doktorlar, psikologlar, sosyal hizmet uzmanları, avukatlar, adli merci çalışanları ve diğer uzmanlar çocuk ihmal ve istismarını önleme konusunda adımlar atmaya başladılar. (Çokmed) A.B.D.’de 2005-2006 yıllarında en az 1,25 milyon çocuk, 2008’de ise 772,000 çocuk istismara uğramış. Uluslararası Çocuk İstismarı ve İhmalini Önleme Derneği çocuk istismarının deneyimlenip deneyimlenmediğini belirlemeye yönelik bir tarama aracı geliştirmiştir. Türkiye’de son yıllarda bu tarama aracını kullanarak üç ilde 7540 çocuk üzerinde yapılan çalışmaya göre katılımcılarının % 42 ila 70’nin olumsuz çocukluk çağı deneyimlerine maruz kaldığı görülmüştür.(Zeynep Sofuoğlu ve ark.) Psikolojik olumsuz çocukluk çağı deneyimleri, kırsala göre şehirde yaşayanlarda, ihmal kızlarda ve fiziksel olumsuz çocukluk çağı deneyimleri erkeklerde daha yüksek oranda saptanmıştır. Olumsuz çocukluk çağı deneyimleri sıklığı, deneyim türü fark etmeksizin, çocuğun yaşına bağlı doğru orantı olarak artmıştır. Bu sonuç Türkiye’de olumsuz çocukluk çağı deneyimlerinin çok önemli bir halk sağlığı sorunu olduğuna ve yetişkinlik döneminde bir sağlık riski taşıyabileceğine işaret etmektedir. Nitekim erken dönemde, çocuklukta yaşanan istismar; depresyon, kaygı, yeme, uyku ve dikkat bozukluklarının yanında özgüven eksikliği, hiçbir işe yaramama duygusu, içe kapanıklık, kendini suçlama ve güven sorunu gibi sıkıntılarla kendini gösteriyor. Uzun dönemde de olumsuz cinsel tutum ve davranışlara ve yakın ilişkilerde ciddi sorunlara yol açabiliyor. Bununla kalmayıp çocuklukta yaşanan istismarın izlerini obezite, kalp rahatsızlıkları, kanser, sık hastane ziyaretleri gibi sağlıkla ilgili alanlarda da görebiliyoruz. Türkiye çocukların korunmasına önem veren ülkelerden biri. Nitekim Anayasa, Çocuk Koruma Kanunu ve Medeni Kanun’da çocuğun yüksek yararının gözetildiği görülmekte. Medeni
Kanunu’nun 346. maddesinde “Çocuğun menfaati ve gelişmesi tehlikeye düştüğü taktirde, ana ve baba duruma çare bulamaz veya buna gücü yetmezse hakim, çocuğun korunması için uygun önlemleri alır” vurgusu yapılmaktadır. Medeni Kanunun 347. maddesinde de “Çocuğun bedensel ve zihinsel gelişmesi tehlikede bulunur veya çocuk manen terk edilmiş halde kalırsa hakim, çocuğu ana ve babadan alarak bir aile veya bir kuruma yerleştirebilir” ifadesi yer almaktadır. Türk Ceza Yasasının birçok maddesinde de çocuk istismarı konusu ele alınmış durumda. Çocuklara yönelik olarak işlenen suçlarda cezaların arttırıldığı, çocuklara verilecek cezaların ise indirildiği görülmekte. Türkiye çocuk istismarı ile ilgili birçok sözleşmeye imza atmış durumda. Örneğin; Avrupa Konseyi Çocukların Cinsel Sömürü ve İstismara Karşı Korunması Sözleşmesi, Çocuk Haklarına Dair Sözleşme.1989 yılında Birleşmiş Milletlerce kabul edilen Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin 19. Maddesi ve 2013 Aralık ayında TBMM’nin kabul ettiği Avrupa Konseyi Çocukların Cinsel Sömürü ve İstismara Karşı Korunması Sözleşmesi çocuk istismarını önlemede dönüm noktaları olarak sayılıyor. 2006 yılından başlayarak Türkiye’de 9 üniversitede “Çocuk Koruma Uygulama ve Araştırma Merkezleri” kuruldu. Şiddet ve istismar şüphesiyle mahkemeler, savcılık, emniyet, sağlık çalışanları, öğretmenler ve bireyler tarafından yönlendirilen çocukların durumları bu merkezler bünyesinde kurulan hastane temelli birimlerde incelenmekte ve kendilerine destek olunmaktadır. Merkezlerde hukuki destek dahil olacak şekilde, şiddet mağduru çocukların tıbbi, psikolojik ve sosyal durum ve gereksinimleri çocuğun yüksek yararı gözetilerek bütüncül yaklaşımla değerlendirilmektedir. Ayrıca Sağlık Bakanlığı’nın, cinsel istismara maruz kalmış çocukların ilk değerlendirmelerini yapmak ve korunmasını sağlamak amacıyla kurduğu Çocuk İzlem Merkezleri dört yıldır 18 ilde faaliyet göstermekte. Çocuk istismarı olaylarına son zamanlarda medyada sıkça rastlanmakta. Medyada, özellikle sosyal medyada çocuk istismarı dile getirilmeye, tartışılmaya başlandı. Çocuk İzlem Merkezleri’ne ve Üniversite Çocuk Koruma Merkezleri’ne başvurular artmaya başladı. Ancak daha yolumuz uzun. Artık toplumumuzun bütün kesimlerinde çocukların istismara uğrayabileceğini kabul etmek, bu konuda doğru bilinen birçok yanlışlarımızın olduğunun özellikle bütün çocukların istismara açık olduğunun farkına varmak gerekmekte. “Bizim toplumda yoktur”, “Bizim aile çok saygındır, bizim ailede böyle bir şey olmaz.”, “Yasaktır, söylenmez, konuşulmaz,”, “Aman uzak duralım, başımıza birşey gelebilir.” gibi düşüncelerle yüzleşmek gerekmekte. Bu derece derin izler bırakan çocuklukta yaşanan istismardan kimler etkileniyor? Kim bu durumu iyileştirebilir? Hepimiz etkileniyoruz, bu durumu düzeltmede hepimize düşen görevler
25
var. Toplumsal bir olay karşısında bazılarımız bununla yüzleşir bazılarımız ise onun bize yansıttığı durum ve değerleri reddetme çabası içine gireriz. Her çocuk bir nesle doğar. Herhangi bir nesil içinde sağlıklı bir toplumun ana kaynağı çocuklardır. Dünyaya gelişimizin zamanlaması, içine doğduğumuz kültürü, aileyi ve ebeveynlerimizi nasıl deneyimleyeceğimizi, ne tür değer yargılarına sahip olacağımızı ve çocuk istismarı gibi olaylara vereceğimiz tepkileri önemli ölçüde belirler. Nesil çalışmaları, bireylerin onlarla beraber büyüyen akranları ile ortak deneyimledikleri olayların etkisinin o yaş grubunu benzer bir grup haline nasıl getirdiğini inceler. Bu ortak deneyimler onların birbirleriyle tutarlı davranışlar göstermelerine sebep olacaktır. Aynı zamanda bu ortak deneyimler aile oluşturma zamanlaması ve ebeveynlik tutumları gibi konularda da etkilerini göstereceklerdir. Bu şeklide bir çocuğun kardeşiyle, akranlarıyla olan ilişkisi, çocuğuyla olan ilişkisine dönüşebilir. Çocuk istismarı bağlamında benzer ilişki örüntüleri nesilden nesile aktarılabilir. Sonuçta her çocuk istismara uğrayabilir, herkes bir çocuğu istismar edebilir. Bir istismar döngüsü başladığı zaman hem mağdur olan, hem mağdur eden mağdur olabilir. Tüm bir nesil mağdur olabilir. Bu durumda çocuk istismarının deneyimleyen ve/veya gözlemleyen neslin gelecek nesli bilinçli bir şekilde yetiştirilebilmesi için eğitilmesi ve yeni bir davranış örüntüsü geliştirmesi gerekebilir. 1. Uluslararası Çocuk Koruma Kongresi, geçtiğimiz 23-25 Ekim’de farklı meslek alanlarından katılımcılarla çocukların korunmasıyla ilgili konuları derinlemesine inceleyerek bu alanda bütüncül ve işlevsel bir model oluşturmak ve kongre çıktılarının toplumda bir farkındalık ve duyarlılık yaratması için düzenlendi. Kadir Has Üniversitesi bu kongrenin ev sahipliğini üstlendi. Kongre; Marmara Üniversitesi Çocuk Koruma Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin (MAÇOK) yürütücülüğünde, Çocuk Koruma Merkezlerini Destekleme Derneği (ÇOKMED), Çocuk İstismarını ve İhmalini Önleme Derneği (ÇİİÖDER), Kadir Has Üniversitesi, UNICEF ve IOWA Üniversitesi Çocuk Hastanesi birlikteliğinde gerçekleştirildi. Farklı oturumlarda çocukları koruma konusunda Türkiye’deki son duruma odaklanıldı ve mevcut durumu iyileştirmek için bir takım öneriler geliştirdi. Kongre kapsamında tartışılan konular ve geliştirilen öneriler bir bildirge şeklinde kongre web sayfasında ve Türkiye Klinikleri Adli Tıp Dergisi’nde yayımlandı. Tartışılan konular ve geliştirilen öneriler aşağıda özetlenmiştir. Kongre kapsamında çocuk istismarı ve ihmaline aile içi şiddet, suça yönelmenin kuşaklararası aktarımı, elverişsiz okul ortamı dahil olmak üzere farklı faktörlerin etken olduğu üzerine duruldu. Türkiye’de kültürel çocuk algısının sorunlu oluşundan dolayı Türkiye’de medyanın mağdur olan veya suça sürüklenen çocukları damgaladığı ve abartılı anlatılarla haberleştirildiği vurgulandı.
Türkiye’de önlenebilir çocuk ölümlerinde bir düşüş görülmekle birlikte arzulanan düzeyde olmadığı kongrede vurgulanan diğer bir konu oldu. Son yıllarda Türkiye’de çocuk cinayet ve intiharlarının artmakta olduğu, genç kızların intiharlarında töre, istismar, ataerkil namus kavramı ile ilişkili ortaya çıkan psikolojik travmaların etken olduğu vurgulandı. Kongrede etkin bir çocuk koruma sistemi için bazı değişikliklerin yapılmasının gerekli olduğu tartışıldı. Suça sürüklenen çocukların yargılanma sürecinde çocukların kişilik, ailevi ve sosyal çevre özelliklerini dikkate alan etkin bir yargılama dışı sistem oluşturulması gerekliliği tartışıldı. Yeterli kurum ve uzman personel istihdamının bu sisteme katkısı yanında bunun çocuğun yeniden suça sürüklenme riskini azaltacağı düşünüldü. Çocukların cinsel istismarı ile ilgili 6545 Sayılı Kanunla yapılan değişiklikler, cezaları arttırma ve kapsamı genişletme açısından yararlı olsa da çocukların korunması ve psikolojik ihtiyaçlarının karşılanması açısından çalışmaların devam etmesi gerekliliği vurgulandı. Bunun için yasa yapıcılarının ve alan uygulayıcılarının birlikte yasal değişiklikleri gözden geçirmesi önerildi. Öneriler kapsamında, çocuklara yönelik herhangi bir istismarın önlenmesi toplumun her bireyinin sorumluluğu olduğu ve çocukları istismardan korumak için çocukların yüksek yararı doğrultusunda işletilen etkin bir sistemin farklı meslekleri, kurumları ve aileleri kapsayan önleyici, destekleyici ve tedavi edici hizmetleri içermesi gerektiği vurgulandı. Bu hizmetlerin yalnızca istismara uğrayan çocuk ve ailesine yönelik değil, istismar eden kişilerle de yönelik olması önerildi. Buna bağlı olarak, kongrede ayrıca çocuk koruma merkezlerinin sayısının arttırılması ve çocuk yararına daha verimli ve etkin bir çalışma ortamı yaratmak için çocukları koruma merkezlerinin çocuk izlem merkezleriyle işbirliği içinde olması gerekliliği vurgulandı. Ailelerin kendi oluşum süreçlerine ve içinde bulundukları kültüre yabancılaşmaksızın, çocukların gelişimsel düzeylerine uygun sorumluluklar üstlendiği bir yapılanma içine girmelerinin çocukları istismardan koruma adına önemli bir adım olduğu vurgulandı. Buna bağlı olarak kongre kapsamında erken yaşta yapılan evliliklerin ve “çocuk gelinler” sorununun çocukları fiziksel, psikolojik ve sosyal yönden olumsuz yönde etkilediği vurgulandı. Bu durum kız çocuklarının sağlık, eğitim, çalışma haklarını elinden almakla birlikte, öz güven eksikliği ve sosyal etkinliklerden ve akranlardan uzaklaşmaya yol açtığı tartışıldı. Kongre toplumda çocuk istismarı konusunda farkındalığı arttırabilecek önemli bir adım. Ancak daha yolumuz uzun. Sağlıklı bir toplum için herkes üzerine düşeni yapmalı. Haydi herkes iş başına.
26
27
‹fiGAL ET HAREKETLER‹N‹N GÜCÜ VE SINIRLARI Prof. Dr. Todd GITLIN Columbia Üniversitesi öğretim üyesi Çeviren: N. Buket CENGİZ
Kadir Has Üniversitesi 2014-2015 E¤itimÖ¤retim Y›l› Akademik Aç›l›fl› tan›nm›fl sosyolog-yazar-aktivist Columbia Üniversitesi ö¤retim üyesi Prof. Dr. Todd Gitlin’in kat›l›m› ile geçti¤imiz 19 Kas›m’da Cibali Kampüsü’nde düzenlenen törenle gerçekleflti. Prof. Gitlin törende “‹flgal Et Hareketlerinin Gücü ve S›n›rlar›” konulu bir konuflma yapt›. ‹flte profesörün konuflmas›ndan kareler: Sosyal Medyaya Bel Ba¤lama Paradoksu “Bu sessiz etki sosyal medyanın yaptığı şeyi iyi yapmamasından değil, bir anlamda, çok iyi yapmasından kaynaklanıyor. Dijital araçlar hızlı bir biçimde hareketler inşa etmeyi çok daha kolay hale getiriyor ve koordinasyon masraflarını çok azaltıyor. Bu başta iyi bir şey gibi görünse de sonra beklenmeyen bir zayıflığa yol açıyor: İnternet'ten önce, sansürü alt etmek ya da protestoyu düzenlemek için gereken meşakkatli organizasyon aynı zamanda karar alma için gereken altyapının inşasına ve ivmenin sürdürülmesi için gereken stratejilere de yardım ediyordu. Şimdi hareketlerin bu aşamayı hızla geçmesi çoğunlukla kendi zararlarına oluyor.” ZeynepTüfekçi
Örgütlenme Çevresel Vizyon Gerektirir Artık, Occupy Hong Kong ismiyle anılan sivil-itaatsizlik hareketinin kurucularından Benny Tai, TIME’a: “ulaştığımız başarı tamamen beklenmedik” dedi. “Artık yeni bir dönem başladı.” Tai, ayrıca, protestocuları Şemsiye Hareketi -polisin sıktığı biber gazından korunmak için göstericilerin şemsiye kullanmalarından gelen ismiyle- ve Hong Kong’un 30 yıllık demokratik hareketler tarihi arasındaki ilişkiyi dikkate almaya çağırıyor. Tai, “Şemsiye Hareketi'’ni Şemsiye Meydanı'nın ötesinde nasıl görebiliriz” diye soruyor. Rishi Iyengar, Time, 29 Ekim 2014
Örgütlenme Zordur 1. Stratejik soruları planlamak ve tartışmak zorundasınız Küçük parçalara bölünmüş olan, şu anda 7. haftasındaki Şemsiye Hareketi içindeki protestocular ne yapacaklarına karar vermek konusunda sorun yaşıyorlar. Geçen hafta hükümetle yapılacak müzakerelerdeki yeni adım konusunda oylama yapılacak olan bir referandum, organizasyonların gündem konusunda karar verememesi nedeniyle heba oldu. Gösteriler sürerken protestocuların sayısı azaldı. Lily Kuo, Quartz, 13 Kasım 2014 2. İkna olanlara da olmayanlara da cazip görünebilmelisiniz 3. Düşmanlarla başa çıkabilmelisiniz 4. Açık seçik zaferler kazanabilmelisiniz 5. Sürekliliği koruyabilmelisiniz Ameliyat çok başarılı geçti
Temel Soru
(ama hasta öldü)
Protesto hareketleri örgütlenmeyi öğrenebilecek mi -zor sorular sormayı, daha geniş kitleler için anlam ifade etmeyi ve yönetme hakkı mücadelelerini güçlendirebilecekler mi?
Rakamlar
Bölünen Hong Kong
İlk oturma eylemindeki öğrenci sayısı, Greensboro, NC, Şubat 1960: 4
“1948'den beri Hong Kong’da yaşıyorum ve toplumu bu kadar bölen bir başka olay hatırlamıyorum, kendi ailemin içinde bile keskin taraflar oluştu.”
SNCC (Student Nonviolent Coordinating Committee: Öğrencilerin Şiddet İçermeyen Koordinasyon Komitesi) kuruluş toplantısı delegeleri, Raleigh, NC, Nisan 1960: 126
Anson Chan, 74 yaşında; bölgenin eski başsekreteri, demokrasi taraftarlarının safında yer alıyor. Washington Post, 14 Kasım 2014
İlk SNCC toplantısının maliyeti: $800 Mayıs 1961 tarihli ilk Freedom Ride katılımcı sayısı: 13
28
SDS (Students for a Democratic Society: Demokratik Toplum Taraftarı Öğrenciler) kuruluş toplantısı, katılımcı sayısı, Port Huron, Michigan, Haziran 1962: 59
soğuk havadan daha fazla su buharı tuttuğu için, okyanusların üzerindeki atmosfer şok edici bir rakamla yüzde beş daha ıslak, bu da ortalığı yerle bir edecek sellerin gerçekleşme ihtimalini yükseltiyor.”
SDS üyeleri Ocak 1965 (yaklaşık): 1500 Chase Manhattan Bankası’nda yapılan Güney Afrika’daki apartheid karşıtı oturma eyleminde tutuklananların sayısı, Mart 1965: 49 Vietnam Savaşı karşıtı ilk ulusal miting katılımcı sayısı, Washington, DC, Nisan 1965: 25,000 Ulusal savaş karşıtı Moratoryum katılımcı sayısı, Ekim 1969 (BBC’nin tahmini): 2 milyon
“Biz bir az›nl›¤›z….” “Çalışmalarımıza, yaşama ilişkin deneydeki son kuşak olabileceğimiz algısı öncülük etmektedir. Ama biz bir azınlığız-halkımızın ezici çoğunluğu, toplumumuzun ve dünyanın geçici dengelerini sonsuza dek işleyecek unsurlar olarak görüyorlar. En önemli paradoks da burada belki: bir yandan aciliyet fikri ile aşılanmışız, bir yandan da toplumumuz şu anda sürmekte olanın yerini alabilecek hiçbir alternatifin olmadığı görüşünde.” Port Huron Bildirisi, Demokratik Toplum Taraftarı Öğrenciler, Haziran 1962
Şimdi karbondioksit artışını durdursak bile, sıcaklık 0.8 derece daha artacak çünkü daha önce salınmış olan karbon, atmosferin aşırı ısınmasına yol açmaya devam edecek. Bu da 2 derece hedefine dörtte üç oranında yaklaşmak anlamına geliyor. “Şu anda, biliminsanlarının, kitaplarında güvenli olarak belirttikleri miktarın beş katı kadar yağ, kömür ve gaz mevcut. Bunların yüzde seksenini yerin altına gömmemiz gerekiyor...” Bill McKibben, “Global Warming’s Terrifying New Math [İklim Değişikliği’nin Ürkütücü Yeni Rakamları]” Rolling Stone, 19 Temmuz 2012
‹klim de¤iflikli¤i yereldir “... iklim Suriyeli aşırılıkçıların yükselmesinde önemli bir rol oynadı. 2006-2010 arasında, tarihe geçecek şiddette bir kuraklık ülkeyi sarstı, milyonlarca Suriyeli kendisini vahim bir krizin içinde buldu... Rejimin bu konudaki duyarsızlığı halkın ayaklanmasında bir faktör oldu. Ardından yaşanan kaos esnasında IŞİD sahneye çıktı, Haziran sonunda halifelik ilan etti ve vahşetlerinin şiddetini arttırdı.
Amerika’da 60’larda neler de¤iflti? • Afrikalı-Amerikalıların, kadınların, engellilerin hakları. Haysiyete ilişkin algılar. • Zalim bir savaşın sonlanması. • Soğuk Savaş ve nükleer silahlanma yarışının sonlandırılmasına yönelik baskı. • Otoritelerin otomatik olarak kabullenilmemesi. Kültürel çeşitlilik. • Tehdit altındaki bir doğal dünyada yaşadığımız ve bu tehdidin de kendi medeniyetimiz olduğuna dair bir bilincin ortaya çıkması.
Neler de¤iflmedi (I)?
“Suriye’deki mevcut çatışmanın öncesindeki kuraklık Akdeniz ve Ortadoğu bölgesinde artmakta olan susuzluk örüntüsüne oturuyor, bilim insanları iklim değişikliğini bu sorunun kısmi sorumlusu olarak görüyorlar. Kuraklık, tarım ve hayvancılıkla uğraşan 800 bin kişinin geçim kaynağını yok etti, 2-3 milyon insanın aşırı yoksullaşmasına neden oldu. Birçok insan evlerini terk edip zaten aşırı kalabalık olan şehirlere göçerek iklim mültecisi oldu; daha sonra tam bir savaşa dönüşecek olan protestolar bu şehirlerde başladı...”
“21. yüzyılın iklim krizinin önemli kısmı, endüstriyel çağın başından bugüne dek oluşan sera gazı salımlarının yaklaşık üçte ikisini meydan getirmiş olan sadece 90 şirket tarafından yaratıldı.” The Guardian, 20 Kasım 2013
“ ... insanların büyük resmi dikkate alması lazım. Sera gazı salımına ilişkin gerçekleri doğru algılamayı başaramazsak farkında olmadan IŞİD, El Kaide, Boko Haram, Al Şebab ve diğer aşırılıkçı grupların büyümesine yardımcı oluruz. İklim değişikliğine ilişkin kişisel konumlarımızı düşünürken, herşeyin birbiri ile bağlantılı olduğu günümüzün dünyasında neler olup bittiğini anlamamız önem taşımaktadır.” Charles B. Strozier ve Kelly A. Berkell, “How Climate Change Helped ISIS (İklim Değişikliği IŞİD’e nasıl yaradı)” Huffington Post, 29 Eylül 2014
‹klim de¤iflikli¤i küreseldir
Neler de¤iflmedi (II)?
“…. Küresel salımlarda ciddi kesintilere gerek olduğu konusunda hemfikiriz... Küresel sıcaklıktaki yükselmenin iki derecenin altında tutulması gerektiği konusunda da.” Kopenhag, 2009
Dünyaya kim yön veriyor?
I. Tehlike altındaki medeniyet: • Nükleer bombalarla kitle imha tehdidi • Kontrolsüz iklim değişikliği “Sadece 90 şirket”
“Şu ana dek, gezegenin ortalama sıcaklığını yaklaşık 0.8 derece yükselttik ve bu, bilim insanlarının bekleğinden çok daha fazla zarara yol açtı. (Kuzey Kutbu’ndaki yaz mevsimi deniz buzunun üçte biri gitti, okyanuslar yüzde 30 daha asidik halde ve sıcak hava
Eşitsizlik ve plütokrasi (zenginerki) yönündeki gidişat
“Hiç kuşku yok ki, düşünceli ve kendini adamış yurttaşlardan oluşan küçük bir grup dünyayı değiştirebilir. İşin doğrusu, bugüne kadar dünyayı değiştirebilmiş olan sadece onlardır.” Margaret Mead (atfedilen)
29
Fotoğraf: Gökçe ERENMEMİŞOĞLU Fotoğraf Sanatçısı & Reklam Fotoğrafçısı
'Özgürlük' (PARIMAGES Sergisi 2014/Paris)
30
SOSYAL MEDYA BA⁄IMLILI⁄INDAN D‹YETLE M‹, ORUÇLA MI KURTULURUZ? İsmail Hakkı POLAT Khas öğretim görevlisi
31
Sosyal Medya gençlerin hayat›nda ne anlam ifade ediyor? 48 saatlik sosyal medya diyetine gençlerin verdikleri tepkiler, özellikle telekom ve medya sektörü için mesajlarla dolu!
iletişimde bulunan kurum ve kuruluşların çalışanların ve özellikle yöneticilerin farkında olması gereken birkaç önemli husus var. *** “Anlatacaklarım var ama insanların SMSi yok! Dönüş alamıyorum. Whatsapp is my baby <3“ (Şeyda)
Şu an sabah ve uyanır uyanmaz Instagram’a, Twitter’a bakmam lazımdı! Bakamadım. Uyanır uyanmaz yaptığın ilk şeyden mahrum kalmak çok zormuş hocam. Böyle yeni fotoğrafların yüklenmesi, yeni twitlerin bir bir düşmesi, anlayamazsınız! (Ceren)
Şubat ayında Bloomberg.com’da yayınlanan bir araştırma yazısına göre gençler için SMS artık modası geçmiş bir iletişim aracı ve yerini WhatsApp çok daha fazla özelliklerle doldurmuş durumda. Yine gençler telefonla konuşmak yerine WhatsApp üzerinden birebir ya da grup halinde mesajlaşmayı artık bir yaşam tarzı haline getirmişler. Bu, özellikle telekom operatörlerinin üzerinde ciddi düşünmesi ve alternatifler geliştirmesi gereken bir husus. Ayrıca, SMS ya da doğrudan telefonla arama yoluyla hedef kitlelerine ulaşmaya çalışan markaların da gelecek planlarını orta ve uzun vadede etkileyecek bir husus. *** “Otobanda otobüsün tekeri patladı ve Snap bile atamıyorum. Hayatımda ilk defa otostop çektim ve bunu twit atmak istedim ama atamadım. Fazla zormuş böyle gerçekten. En önemlisi şu an şunu anladım ki inanılmaz bir kolaylık sağlıyor şu sosyal medya denen şey. Mesela Twitter’dan gündemi takip etme olanağım varken şimdi tek tek gazetelere girmek zorunda kalıyorum.” (Duygu)
İki yıl önce Kadir Has Üniversitesi Yeni Medya Bölümü’ne yeni başlayan öğrencilerden ilk ödev olarak 48 saatlik “sosyal medya diyeti” yapmalarını ve bu sürede yaşadıkları duygu ve düşünceleri kronolojik bir günlük biçiminde yazmalarını istemiştik. 48 saati tamamlamanın zorunlu olmadığı diyetin temel amacı, sosyal medyanın hayatlarında nasıl bir yere sahip olduğu konusunda bir farkındalık yaratmaktı. Gerek öğrencilerin, gerekse okurların oldukça ilginç tepkiler verdiği bu diyeti, sosyal medyanın hayatımıza çok daha fazla eklemlendiği bugünlerde bir kez daha yaptırınca geçen sefere oranla çok daha ilginç sonuçlarla karşılaştık. Bu yeni diyet, WhatsApp, Instagram ve SnapChat gibi platformları da kapsadığından ilkinden çok daha zorluydu ve öğrenciler, geçen seferkinin ötesinde diledikleri zamanda bırakmak yerine 48 saatlik süreyi sonuna kadar zorlamaya çalıştılar. Bu açıdan diyet, geçen döneme göre biraz daha “sosyal medya orucu” kıvamını aldı. 19-24 yaş aralığında 20 öğrencimin katıldığı 48 saat süreli 2. dönem sosyal medya diyetinin rakamsal sonuçları şöyle: Geçen sefer 15 kişinin başarıyla tamamladığı diyette bu yıl başarılı kişi sayısı 10. Beş kişinin kazayla sosyal medyaya girdiği ve diğer beş kişinin de irade gösteremeyip tamamlayamadığı diyetin en ilginç yanı ise, ödev tutulan günlüklerin satır aralarına sızan ve kendilerinin farkında olmadığı ama telekom, medya ve hatta sosyal medya alanlarında faaliyet gösteren ve bu mecralardan müşterileriyle
“Haber sitelerine bakacak kadar sosyal medyasız kaldım. Yaklaşık bir saattir Hürriyet, Habertürk, Posta geziyorum. Bu haber siteleri kendini biraz geliştirip, çağa ayak uydursalar fena olmaz aslında. Hiç biri bir Twitter değil.” (Elif) En önemlisi de gençlerin medyayı tüketim şekillerinde radikal değişiklik. Bireysel ve kitlesel gündemleri akıcı biçimde bütünleştirebilme ve takip edebilme özellikleriyle sosyal medya platformları, geleneksel medyaların yeni medya dönüşümlerini de ciddi biçimde tehdit olarak görülmeli. Buna bir de gençlerin yaşam tarzları ile geleneksel medyanın içerik dili arasındaki doku uyumsuzluğu eklendiğinde, yine orta ve uzun vadede reklamveren
32
konumundaki marka ve kuruluşları da içine alan ciddi bir sosyal medya platformlarına kayma söz konusu olacaktır ki bu traj gelirleri azalan ve reklam gelirlerine yaslanması zorunlu hale gelen geleneksel medya için adeta bir varoluş mücadelesi anlamına geliyor. 20 öğrencinin katıldığı iki günlük bir sosyal medya diyeti, gidişatın mutlak kanıtı yerine geçmez kuşkusuz ancak ilgili kişi ve kurumlara böyle bir olasılığı sorgulama fırsatı yaratması açısından üzerinde düşünmeye ve hatta araştırmaya değer! NOT: O kadar güzel mesajlar vardı ki yazıyı bitirdim ama onlardan ayrılamadım. Zaten buraya kadar okuduysanız şunlara da bir göz atarsınız;)
* Whatsapp’la bağlantım kesilince sms paketi yapmaya çalıştım ama o kadar uzun zamandır kullanmıyordum ki nasıl sms yapılacağını unutmuştum. (Melis) * 23 Ekim Perşembe 08:00 Başakşehir-Bakırköy otobüsünde gece atılan Tweetleri okumak vardı şimdi… Ya da Snapchat’te ‘Bu otobüs benim kaderim’ temalı bir fotoğraf eklemek vardı MyStory’e… (Merve) * 12.17: Whatsapp sosyal medya sayılmaz bence! 12.20: SMSte kahkaha nasıl yapılıyordu? (Ozan) * Bütün gece rüyalarımda İnstagram’a fotograflar yükledim, WhatsApp’da cirit attım, Twitter’da en güzel tweetleri FAVladım ve uyandım! Bakalım İnternetsiz gün nasıl geçecek? (İrem)
* “Aaaaa Sms paketi diye bişi varmıış” moduna girmek zorunda kaldım. Artık “mesaj atmak” terimi ortadan kalktığı için kendimi internet gibi bir nimete sahip olup da sadece ilkokul arkadaşlarını aramak için Facebook kullanan 50 yaş üstü insanlar gibi hissediyorum. (Begüm)
* Sevgili günlük, bu sabah Facebook’suz ilk kahvaltımı yaptım. İşe iyi yönünden bakmaya çalışıyorum. Mesela “50 yaş üstü akrabanın Facebook fotoğrafı altına yorumu”na maruz kalmadım bugün. (Yiğit)
* Arkadaşlarımla telefon görüşmesi yaparak iletişim kurmaya çalışıyorum. Az önce bir arkadaşımla buluşmaya giderken yeri tarif etmesini istedim “WhatsApp’tan konum attım ona baksana!” dedi. Gözlerim doldu, kendimi zor tuttum valla. (Ceren)
* Arkadaşlarla verdiğimiz siparişleri beklerken biri tweet atmakta, biri WhatsApp’ta yazışmakta diğeri de Facebook’ta gelen oyun isteklerinden rahatsız olduğunu bana söylerken ben telefonumun masanın üzerinde dik şekilde durup duramayacağı merakı ve uğraşı içerisindeydim. (Yunus)
* Yapmam gereken bir sürü ödevim var arkadaşlarıma sormam gereken bir sürü sorular var. Ortak bir iletişim yolu arıyorum ve aklıma bir an yıllar önce kullandığım 10.000 SMS dönemi geldi ancak bu dönemin üzerinden o kadar çok sular geçti ki artık bu yöntemi kullanan kişi sayısı yok denecek kadar azdır diye düşünüyorum (Derya)
* Artık saat saat, dakika dakika günün bitmesini bekliyordum. Zaman hiç bu kadar kıymetsiz olmamıştı benim için. (Yunus)
* Evde görmediğim bir oda ve bilmediğim bir kardeşim varmış. Ooo annem de burdaymış. (Elif)
* SMS ile haberleşmeye çalışıyorum, SMS paketim varmış, onu öğrendim ama SMSte “last seen” falan olmadığı için mesajim gitti mi acaba diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Off, uyusam da zaman geçse diye düşünmekten uyuyamıyorum bile! (Zeynep)
* Çok fena Nur Yerlitaş capsi paylaşasım var. (Elif) * Bu diyete yarım saat dayanabildim ve gerçekten benim için çok zor bir yarım saatti. (Elpida) * Elim sabah telefona gittiğinde gece gelen bildirimleri görüp açamamak ağır şeker hastası olup pasta, baklava yiyememek gibi. (İlknur)
* Dışarıda bir dünya var, ben onun dışındayım ve hiçbir şeyden haber alamıyormuşum gibi geliyor. Ki zaten öyle galiba! (Zeynep)
* Bu diyet sayesinde karar verdim ki aslında ben sosyal medyaya bağımlı değil bağlıyım istediğimde elimden atıp arkadaşlarımın gözlerinin içine bakarak konuşabilirim. (Sena)
33
SEÇ‹M KAZANMANIN KURALLARINI “S‹YAS‹ KR‹ZLER” DE⁄‹fiT‹REB‹L‹R Dr. Gülfem SAYDAN SANVER Siyasal iletişim danışmanı
Uluslararas› Siyasi Dan›flmanlar Derne¤i’nin 47. senelik toplant›s›, 1619 Kas›m tarihleri aras›nda Roma’da düzenlendi. “Sonsuz Kriz” bafll›¤› alt›nda düzenlenen konferansta, “De¤iflen Zamanda Siyasi Dan›flmanl›k” alt bafll›¤› ile dünyan›n farkl› co¤rafyalar›nda yaflanan krizler ve bu krizlerin seçimlere yans›mas› konular› tart›fl›ld›. Krizlerin ayn› zamanda büyük f›rsatlar içerdi¤ini göz önüne alacak olursak, Ukrayna’dan Meksika’ya Avusturya’dan Arjantin’e ve elbette A.B.D.’de yaflanan krizler ve seçimlerden ç›kar›labilecek çok dersler var.
34
2012 yılında tarihi bir başarıya imza adan Başkan Barack Obama ve Demokrat Parti’nin 4 Kasım 2014 tarihindeki ara seçimlerde Cumhuriyetçilere karşı ciddi bir mağlubiyet yaşamaları konferansın ana konularından biriydi. Barack Obama’nın 2012 seçim direktörlerinden, şu anda da İngiliz Muhafazakar Parti lideri James Cameron’ın aktif kampanya danışmanı Jim Messina’nın ana konuşmacı olarak katıldığı konferansta, Demokrat Parti’nin uğradığı hüsranı kampanya stratejileri açısından değerlendirdi. Ödüllü anketör Rick Ridder’in moderatör olarak yönettiği panelde de Anna Greenburg ve Ed Goeas gibi Demokrat ve Cumhuriyetçi anketörler, seçimlerin iç dinamikleri hakkında ilginç noktalara değindiler.
değiştirerek İtalyan soluna İtalya’nın en genç başkanı Matteo Renzi’yi getirmişti.
Messina’nın Demokrat Parti mağlubiyetini Bill Clinton’un seçim mottosu ile özetledi: “Seçimleri gelecek için bir refarendum olarak düşünmeliyiz. Çünkü tüm seçimler aslında bir tek esasa dayanır: Umutlar ve hayaller.” Messina’ya göre 2012 seçimlerinin kazanılmasının da son seçimlerin kaybedilmesinin de ana nedeni buydu. Peki, umutları ve hayalleri yöneten dinamik neydi?
Ekonomi söyleminin önemini yine dünyanın başka bir ucunda, 2014 Kolombiya Başkanlık seçimlerinde de gözlemlemek mümkün. Başkan Juan Manuel Santos ve Oscar Ivan Zuluaga arasında geçen yarış, 25 Mayıs 2014’te düzenlenen Başkanlık seçimlerininin birinci turunda Juan Manuel Santos’un %25,69, Oscar Ivan Zuluaga’nın ise %29,25 oy alması yani aktif başkan Jaun Manuel Santos’un en büyük rakibinin 4 puan gerisinde kapatmasıyla sona ermişti. Büyük şaşkınlık yaratan bu sonuca rağmen Başkan Juan Manuel Santos izlediği başarılı strateji ve ekonomik söylem ile 15 Haziranda oyların %50,95’ini alarak seçilmeyi başardı. Analistlere göre Santos’un ikinci tur döneminde rakipleriyle kurduğu ortaklıların ve Zuluga’nın karıştığı skandalların Santos’un ikinci tur başarısındaki önemleri büyük. Ancak Santos’un bu süreçte geliştirdiği yeni ekonomik söylemin başarısı da yadsınamayacak ölçüde önemli. İlginç olan, birinci tur sonunda Zuluga’nın oylarının “ekonomik seviyesi düşük olan seçmen” kategorisinde Santos’un oy oranlarının %9 önde olmasına rağmen, Santos ikinci turda bu seçmeni ikna etmeyi ve oyların çoğunluğunu almayı başarmış olması.
Ekonomi Seçimlerin Temel Belirleyicisi Amerikalı danışmanların birleştikleri ana nokta, ekonominin halen seçimlerin en temel belirleyici konusu olmasıydı. Greenberg Quinlan Rosner araştırma şirketinin 19,441 kişiyle yaptığı araştırmaya göre, Amerikalılar’ın %45’i ekonomiyi ülkenin en büyük sorunu olarak görüyor. Sağlık %25’i ile ikinci sırada, göçmenlik %14 ile üçüncü sırada, dış işleri ise %13 ile dördüncü sırada yer alıyor. Yapılan araştırmaya göre, A.B.D.’de ekonomik durumun kötü olduğunu düşünenlerin oranı %70. Son dönemde yapılan atılımların kendi ekonomik durumlarını düzeltmediğini söyleyenlerin oranı %49, daha kötüye gittiğini düşünenlerin oranı ise %25. Bu veriler bile bize, Amerikalı seçmenlerin son dönemde yaşadığı hayal kırıklıkları hakkında ciddi bilgi veriyor. Ekonominin doğru idare edildiği düşüncesinin seçmenleri gelecek ile ilgili pozitif duygulara kapılmalarını sağladığını, aksi düşüncenin ise, gelecek ile ilgili kaygılarını artırdığını düşünecek olursak, seçmenlerin yaşadığı bu memnuniyetsizliğin sandık sonuçlarına doğrudan yansıdığını görmek çok da şaşırtıcı değil aslında. Ekonomi sadece A.B.D.’de değil, geçtiğimiz sene boyunca seçimlerin yoğun olarak geçtiği birçok ülkede temel belirleyici faktör olarak devreye girmeye başardı. İpsos araştırma şirketinin İtalyan direktörü Aldo Cristadoro’nun yaptığı araştırmaya göre, İtalya’da ekonominin kötü gittiğini düşünen İtalyanların oranının %94 olması İtalya’nın en genç başkanı Matteo Renzi’nin seçilmesinde büyük etken oldu. Hatırlayacak olursak, Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında bir yenilgi daha alan Demokrat Parti’nin (Partito Democratico) (PD) tabanı bu yenilgiyi afetmemiş, “Yetti be” (#mobbasta) sloganıyla örgütlenen partinin tabanı 2013 Aralık ayında yapılan ön seçim ile parti liderini
Parti liderinin değişmesi İtalyan soluna büyük bir dinamizm getirdiğini belirtmek gerekiyor ama Renzi’nin uyguladığı yeni siyaset anlayışı, kadınlara, gençlere verdiği öncelik ve başta işsizlik olmak üzere eğitim, teknoloji, çevre gibi konularda takındığı net tavır sadece parti tabanını değil, seçmeni de de partinin değiştiğine ikna etti. Aldo Cristadoro’nun yaptığı araştırmaya göre var olan ekonomik memnuniyetsizlik ve Matteo Renzi’nin duygulara hitap ederek “gelecek” ve “değişim” temaları kullanması başarısının altında yatan temel nedenler arasında sayılabilir.
Kampanya analistleri Kolombiya örneğini “ekonominin iyi gittiği dönemde bile eğer hükümet doğru bir ekonomik söylem kurgulayamazsa, seçmen söylemi doğru kurgulayan rakibe kayar” sözleri ile açıklıyorlar. Yani, siyasetçilerin ekonominin sadece kötü gittiği dönemlerde değil, iyi gittiği dönemlerde de doğru ekonomik söylem ile seçmenini sürekli bilgilendirmesi gerekiyor. Kolombiya örneğinde, ekonominin kötü gitmemesine rağmen Zuluga’nın kullandığı ekonomik söylemin “yoksul” seçmende yarattığı umut oyların yükselmesine neden oldu. Santos’a başarının kapısını açmayı sağlayan hamle ise Santos’un bu eksikliği fark edip yeni geliştirdiği ekonomik söylemi ikinci tur seçim kampanyasının merkezine koyması ve özellikle karşılıklı münazaralarda başarıyla kullanarak seçmeni tekrar kazanmayı bilmesi oldu.
Teknolojiye Ayak Uydurabilen Seçimi Kazan›r Son yıllarda gerçekleşen seçim kampanyalarının gizli silahlarından biri de teknoloji kullanımı oldu. Ekonomik söylemin yanında
35
teknolojiyi doğru kurgulayabilen, teknolojik değişime ayak uydurabilen adayın, rakiplerine göre avantajlı duruma geçmesi çok sık rastlanan bir olgu. Bu açıdan bakıldığında teknolojinin gittiği yönü doğru saptayabilmek başarının altında yatan temel nedenlerden biri. Örneğin, seçim kampanyasında saha çalışması ile teknolojiyi birleştirebilme başarısıyla ünlü Barack Obama’nın, 2008 Başkanlık seçimleri ile 2012 seçimleri arasında kullandığı teknoloji arasında da büyük farklar olduğunu biliyoruz. 2008 seçimlerinde kampanyayı www.barackobama.com üzerinden kurgulayan kampanya ekibi bir sonraki seçimde web sitesine bir tek ilan bile koymadı. Çünkü 2012’de seçimin kalbinin web siteleri değil, sosyal medya olacağını öngörerek tüm altyapıyı ona göre kurgulamayı bildiler. 2008 seçimlerinde facebook ve twitter yoktu. Oysa 2012 Başkanlık seçimlerinde Obama’nın kampanya ekibi Obama’nın sosyal medyadaki varlığını farklı platformlarda isabetli içerikler ile hissettirmekle kalmamış, Facebook’da 45 milyon, twitter’da 33 milyon takipçi toplamayı başarmıştı. Yapılan araştırmalara göre, ortalama bir Amerikalı günde sadece 4 dakika siyaset düşünüyor. Obama’nın dijital kampanya direktörü Teddy Goff ’un kurduğu dijital strateji ile sadece 4 dakika siyaset düşünen Amerikalılar’dan internet üzerinden 690 milyon USD’nin üzerinde bağış toplanmış ve 1 milyondan fazla kayıtlı seçmen kazanılmıştı. Ulaşılan başarı Amerikan siyasi kampanya tarihinde bir rekordu ve bu rekor, Demokratlara üst üste ikinci kez seçim başarısı yakalama şansını da beraberinde getirmişti. 4 Kasım 2014 ara seçimlerine gelindiğinde ise, Cumhuriyetçiler de seçim kampanyalarında teknolojiyi kullanma konusunda tecrübelenmişlerdi. Bu da onlara rakipleri ile arayı kapatma konusunda avantaj sağlayan adımlardan biriydi. Danışmanlar teknolojinin sürekli değiştiği, ayrıca değişen teknolojinin insanların olayları algılama şeklini ve hızını da değiştirdiği konusunda hemfikirler. Dolayısı ile değişen teknolojinin dinamiklerine uyum gösterebilen siyasetçilerin, dün oldukları gibi bugün de bir adım önde olacakları aşikar. İşin sırrı sadece bugün kullandığımız mecraları değil, teknolojinin değişim yönünü takip ederek yarının mecralarını öngörmek ve kampanya altyapısını ona göre kurgulamaktan geçiyor.
Seçmenle Konuflman›n Yolunu Bulmak Gerek Seçmen nerede ise siyasetçi de orada olmak zorundadır. Seçim kazanmak isteyen bir siyasetçinin seçmenin var olduğu mecraları bulmayı ve bu mecralardan doğru mesajları iletmeyi bilmesi gerekiyor. Seçmene ulaşmanın sabit veya genel geçer bir yolu yok. Ülkeden ülkeye, seneden seneye değişebiliyor. Seçim kampanyalarında kararsız seçmeni bulmak ve doğru mesajı iletmek siyasetçiyi rakiplerinin önüne geçiren temel unsurlardan biri. İletişim mecralarının artması kampanya döneminde seçmene
ulaşmayı zorlaştıran etkenlerden biri. Seçmen kişisel yaşıyor ve kampanyalar da kendi medyasında yaşayan seçmene ulaşmak için farklı yollar arıyorlar. Bu anlamda medya, bir çeşit “Çeşitlilik Çağı” (Age of Diversification) yaşıyor ve bu çeşitlilik seçmenlerin dağılmasına neden oluyor. Başarılı bir kampanya yönetmek isteyen danışmanlar hedef kitlesinin hangi mecralarda olduğunu, bu mecralarda ne sıklıkla olduğunu, bu mecraları hangi amaçla kullandıklarını ve farklı mecralarda seçmene ulaşmak için kullanması gerekilen dili bilmek zorundalar. Örneğin, A.B.D.’de İspanyolca yayın yapan Univision kanalı, son seçimlerde Latin kökenli seçmene ulaşmada kilit mecralardan biri oldu. Danışmanlar sosyal medyayı siyasetle ilgilenmeyen seçmene ulaşabilmek için başarılı bir araç olarak görürken, kitle iletişim araçları kullanmanın ve saha çalışmaları yapılmasının temel amacının da seçmenleri farklı platformlarda yakalayabilmek olduğu konusunda hemfikirler. Kolombiya örneğinde seçimi kazanan adayın bütçesinin büyük bir bölümünü reklam, basın ilişkileri ve münazaralara ayırdığını görüyoruz. Amerikan ara seçimlerinde ise ana bütçe TV harcamalarına ayrıldı.
Seçmeni Sand›¤a Götürebilirsen Baflar›rs›n Seçim ile ilgili bir heyecan yaratılamayan dönemlerde seçmenin sandığa gitme oranı düşüyor. Amerikan ara seçim sonuçlarının temel belirleyici unsurlarından biri de demokratların daha önce sandığa götürme motivasyonu yaratıkları seçmene, bu seçimlerde aynı motivasyonu yaratamamış olmaları oldu. Yapılan araştırmalarda, daha çok demokrat partiye oy vermeyi tercih eden bekar kadın seçmenin bu seçimlerde sandığa gitme oranında düşme olduğu gözlemlenmiş. Aynı bulgular Latin ve Afrika kökenli seçmenler için de geçerli. 2016 seçimlerinde hem demokratların, hem de cumhuriyetçilerin farklı seçmen profilleri üzerine özel kampanyalar düzenlenleyerek, bu seçmenleri kendi tarafına çekmeye çalışması bekleniyor. Yapılan ilk araştırmalar Hillary Clinton’un Beyaz Anglosakson Protestan seçmen profili dışında kalan seçmenler arasında popülerliğinin çok yüksek olduğunu gösteriyor. Bu bulgu Demokrat Parti’nin bir sonraki başkan adayı seçimi için de aslında çok önemli bir ipucu niteliğinde… Dört günlük konferansın ardından toplu bir bakış yapacak olursak, aslında yaşanan siyasi krizlerin seçim kampanyalarının temel dinamiklerini değiştirmediğini söyleyebiliriz. Ekonomik söyleme hakimiyet, gündemi belirleyebilme ve teknolojik yeniliklerin öncüsü olabilmek dün olduğu gibi bugün de kampanyaların olmazsa olmazlarından. Bilimsel verilere daha çok değer veren, hedef kitlesini doğru belirleyen, seçmenin ilgi alnını bulan ve sade bir dille önem verdiği bir konuda mevcut durumundan daha ileriye gidebileceğine dair hayal kurdurtabilmek, seçim başarısını getirmede en etkili unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.
36
37
Uygarl›¤› birbirinin ard› s›ra kovalarcas›na yeni evrelere koflturan bilimsel ve teknolojik geliflmelerin katalizörü olan aç›k eriflimi genifl aç›dan ele alaca¤›z, kaç›n›lmaz gereklili¤ini ve etkilerini inceleyece¤iz. Başlamadan önce yapay zeka uzmanı Marvin Minsky’nin şu sorusunu hatırlayalım: “Eskiden kitapları birbirleriyle konuşmayan kütüphaneler varmış, düşünebiliyor musun?”
ARAfiTIRMAVER‹HESAPLAMAB‹LG‹ P‹RAM‹D‹NDE AÇIK ER‹fi‹M Prof. Dr. Şirin TEKİNAY Khas öğretim üyesi
Açık erişim; açık veri, açık kaynak gibi kavramlar öncesinde mevcutken 2002 yılından itibaren uluslararası platformlarda kabul edilen tanımlarla karşımıza çıktı (Şubat 2002 Budapeşte Açık Erişim İnisiyatifi ilk yaygın etkili resmi ifadesi sayılabilir). Bilimsel ve teknolojik evrimde açık erişimin rolünü anlamak için önce bilimin ve teknolojinin gelişim modelini çiziyoruz; önümüze bir üçgen piramit çıkıyor. Erişmek istediğimiz “bilgi”yi tepe noktası kabul edelim. Böylece veri, araştırma ve hesaplama, bilgiyi ortaya çıkaran taban üçgeninin köşelerine yerleşiyor. Veri, işlenmesi gereken bilgi hammaddesi, hesaplama, bilişsel altyapı gibi veri işleme aracı, araştırma da yönteme, toplanacak veriye, hesaplama algoritmasına karar veren tüm teorik ve kuramsal araştırma yönetimi olsun. Piramide yakından bakınca her kenarın çift yönlü bir iletişimi anlattığını görüyoruz. Çıktısı “bilgi,” olan (burada “bilgi,” ürün, yöntem, araç, buluş gibi başka istenen sonuçları kapsıyor), kendine yeten bir Araştırma-Geliştirme sistemini bütünüyle modellediğimizi düşünebiliriz.
38
Bir araştırmacı, tek başına araştırma amacına ve metoduna karar verip, gerekli bulduğu veriyi tek başına toplayıp kişisel bilgisayarıyla ya da kağıt kalemle tek başına hesap yapıp elde ettiği sonucu da gizli tutarsa minik bir piramidi cebinde taşıyor denebilir. Şimdi aklımıza gelen ilk üç araştırma problemini yazalım. Benimkiler sağlık, enerji, çevre. Bir araştırmacının cebindeki piramitle bunlara kapsamlı bir çözüm getirmesi mümkün değil. İlk 10 problemi yazalım. Ben kendi listeme devam edeyim: Eğitim, ulaşım, haberleşme, üretim, lojistik, engelsiz yaşam, gerantoloji. İddiamız şudur: Bunların da, insan hayatı için önemli diğerlerinin de çözümü küçük değil herhangi bir yalıtılmış piramitle mümkün olamaz. Piramidimiz her köşesinden açık erişimle dünyadaki tüm verinin, tüm hesaplama yetisinin, tüm araştırma yöntemlerinin, tüm bilginin oluşturduğu dev piramide bağlı. Büyük veri hacmini işlemek ve gerçek zamanda bilgi üretmek için gerekli hesaplama, yani bilişim, altyapısı için dışarıdan mali destek gerekiyor; veriyi elde etmek için dışarıya portaller gerekiyor; araştırma yapmak için dışarıyla disiplinlerarası ve mesafeler aşırı işbirlikleri ve ortaklıklar gerekiyor. Piramidi yuvarlayalım, rastgele bir yüzünün üzerinde dursun. Her köşe, diğer üçünden beslenen bir tepe nokta olabilir. Piramidin her duruşu doğrudur, anlamlıdır, zira piramit bilgiyi veri toplamayı, araştırma yöntemini, hesaplama algoritmalarını geliştirmede kullanır. Not etmemiz gereken, hangi yüz taban olursa olsun, dışarıya bağlantı ve bağımlılık üzerinde duracaktır. Açık erişim, bu bağlantıları etkinleştirmekle kalmayıp anlamlı kılan faktördür.
21. yüzyılın problemlerini çözmeye yönelik araştırmalar için birbirinden coğrafi ve disipliner anlamda uzak ögeleri sanal olarak bir araya getiren organizasyonlar gereklidir. Araştırmacılar farklı kuruluşlarda hatta ülkelerde olabilir. Bu yüzden araştırma işbirlikleri, ülke sınırları ve fikri mülkiyet düzenlemeleri gibi kısıtlayıcı mevzuat engelleriyle karşı karşıyadır. Bu engeller, hareketlilik programları, karşılıklı paylaşım (ortak gizlilik) anlaşmaları, iyi niyet çerçeve sözleşmeleri ve umuyoruz işbirlikçi akademik nezaket ile bir ölçüde aşılabilmektedir. Araştırma işbirliklerini etkinleştirmenin güzel bir örneği, gerekli mali ve hukuki düzenlemelerin yapıldığı Avrupa Birliği’nin hareketlilik programları portföyüdür.
21. yüzyılın gerçek zamanda veri toplamayı ve işlemeyi gerektiren mühendislik problemleri çoğunlukla dağıtık, paylaşılan fiziksel kaynaklar gerektirir; laboratuvar ya da bilişim altyapısı gibi. Dağıtık fiziksel kaynaklar paylaşılırken, kullanım harcı, fikri mülkiyet pazarlıkları ve diğer bürokratik adımlar söz konusudur. Türkiye’deki dağıtık altyapı mimarisi malesef yok denecek kadar az, eldeki altyapının paylaşılması teşvik ediliyor. Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) fiziksel altyapı paylaşımı sağlamaya yönelik “Merkezi Araştırma Laboratuvarları” portföyünde desteklenen altyapının paylaşım düzenlemesi baştan yapılarak, bürokratik süreç kolaylaştırılıyor. Gereken tüm insan kaynağının ve fiziksel altyapının elde olduğunu varsaysak bile, piramidin çalışması için; yani, veri toplamak, araştırma yapmak, araştırma altyapısını bulundurmak ve tutmak, ürün ya da yayın çıkarmak için, mali olarak beslenmeye ihtiyacı vardır. Piramidin çıktısı ürün, yayın, tasarım, yöntem, hizmet, prototip, kavram kanıtı, ya da teori olsun, genellikle veri elde etmek en masraflı işlevdir. Özellikle veriyi tekil, belirli bir amaca özel topluyorsak, maliyetetkinliği en düşük işlevdir. AT&T’nin telekomünikasyonu tekelinde tutması sayesinde piramidin bütününü Ar-Ge kolu olan Bell Laboratuvarları’nda tutabildiği günler geçmişte kalmıştır. Savunma sanayii bile maliyeti düşürmek için mümkün oldukça sivil uygulamalarla ortak Ar-Ge’ye yönelmektedir. Simülasyonla veri üretmek çoğu kez gerçek veriyle deneysel ya da kuramsal araştırma yapmanın ön hazırlığı olmanın ötesine geçmemektedir. Veri toplamanın mali yükü ve emek tekrarı bir yana, toplanan verinin bir kuruluşun duvarları içinde tutulması, eğer araştırma bütçesini karşılayan halkın vergileriyle destekli bir devlet kurumu, ya da halka açık, paydaşları olan bir firma ise, etik bir problem de ortaya çıkarır. A.B.D.’nin Ulusal Bilim Vakfı (US NSF), desteklediği araştırma çalışmalarında sadece açık verinin değil, veriden bilgi ve uzmanlık elde etmenin yöntemlerine de açık erişimin başarılı örneklerini kaydetmeye devam etmektedir. Sanal organizasyonlar ve bilişsel altyapılar, 20. yüzyılın sayısal devrimleri olan sayısal haberleşme ve sayısal bilişim teknolojileri ile mümkün kılınmıştır. 21. yüzyılın getirdiği sayısal devrim, sayısal üretim devrimidir. Haberleşme devriminin telsiz telefonu ve bilişim devriminin dizüstü bilgisayarı ve tableti bireylerin ayağına götürmesi gibi, sayısal üretim devrimi de teknolojiyi yerelleştirecek hatta bireyselleştirecektir. Kişisel üretim emekleme aşamasında olup, dünya çapında “FabLab” dediğimiz Fabrikasyon Laboratuvarları ile yayılmaktadır. FabLab’ler bireysel değilse bile yerel üretim yetisi sağlamaktadır. Sayısal üretim 3-boyutlu tasarım verisi ile mümkündür. Sayısal üretim devrimi, teknolojiyi demokratikleştiren bir halk hareketi olarak gelişmekte olduğundan, tüm tasarımlar yani 3-Boyutlu veri dosyaları, küresel FabLab ağına açık olma esasına sadıktır. Bu veri zenginliği, bilgiye ve verinin daha da zenginleşmesine yarayan olumlu döngüyü etkinleştirmektedir. Açık erişim ve kaynak paylaşımı esasları, küresel FabLab Ağı’nın tüzüğünün kalbine yerleştirilmiştir. Bu küresel ağın nano-ölçekten mega ölçeklerde sonsuzca ve hızla artan yaratıcılığıyla yalıtılmış yerel üretimhanelerde rekabet etmek neredeyse imkansızdır. İçinden geçtiğimiz şu günlerde dışa kapalı sistemlerin içe dönük yavaş dönüşümünü değil, uygarlığın yüzünü bir anda değiştirecek kapsamda bir devrimin hazırlığını yaşamaktayız. Bilimsel ve teknolojik gelişimin modeli olan piramidimiz çalıştıkça, sosyal, ekonomik, kültürel alanlara ve ulaşım, envanter, lojistik, tedarik zinciri gibi içinde yaşadığımız sistemlere ve öngörebildiğimiz ve en heyecan vericisi, hayal edemediğimiz gelişmeler sunup insan hayatını uygarlığın bir sonraki evresine koşturduğunu izleyeceğiz.
40
IN SILICO (B‹LG‹SAYAR ORTAMI)NDAK‹ CANLILIK Yrd. Doç. Dr. Hatice Bahar ŞAHİN Khas öğretim üyesi
Bir etkileflimin bilgisayar ortam›nda (in silico) tahmini, deney tüpünde (in vitro) ortamda üretilen ilaçlar›n, canl› ortamda (in vivo) hedef enzimlerle nas›l etkileflece¤ini, hedef d›fl› baflka proteinlerle etkileflip etkileflmeyece¤ini (yan etki), kan ve lenf dokular›n› afl›p hedef dokuya ulafl›p ulaflmayaca¤›n› tahmin edebiliriz. Kimi buluşlar, biyoloji ve sağlık bilimlerinde devrim yaratarak hayatımıza yön verirler. Hepimiz hayat standartlarımızdaki yükselmeyi, mikroskobun icadından aşı teknolojilerine kadar bu tür buluşlara borçluyuz.
Şekil 1). Evrensel bir dilde yazılmış bu bilgi, parmak izi gibi bireye özgüdür; en azından bizim gibi eşeyli üreyen canlılarda. DNA bilgisi, canlının ihtiyaçlarına ve çevrenin durumuna uygun biçimde, RNA aracılığıyla proteine aktarılır. Protein bilgisi sadece canlıdan canlıya değil, aynı canlı içinde dokular arası, ya da aynı dokuda zaman içinde değişim gösterir. Örneğin hızla kendini yenileyen bağırsak dokusunun protein ifadesi ile neredeyse hiç yenilenmeyen sinir dokusunun ifadesi oldukça farklıdır. Bu kadarla kalmaz, sağlıklı bağırsak dokusu ile kanserli bağırsak dokusunun, hatta erken dönem bağırsak tümörü ile geç dönem bağırsak tümörünün protein profili birbirinden farklıdır. Tahmin edilebileceği üzere, bu ifade farklarını bilmek hayati önem taşır. Peki, bir insanda 20,000’den fazla gen ve bunun on katı kadar çeşit protein varken, ve bunlar bireyden bireye değişiklik gösterirken bu kadar çok veriyle nasıl başa çıkacağız? Tabii ki bilgisayarlarla. Uzaktan sadece sayı yığınları gibi görünen bu veriler ne işimize yarayabilir?Aslında pek çok işe. Pek çok alanda olduğu gibi, biyolojide de bilgi güçtür. Genetik yapısını bildiğimiz bireylere dair pek çok konuda fikir edinebilir, müdahale edebilir, yönlendirebiliriz.
Son yarım asra damgasını vuran ise, şüphesiz bilgisayar teknolojisi. Bilgisayar biliminin biyolojik bilimlere entegrasyonu, yani in silico uygulanan biyoloji, yepyeni bir boyut açtı. Esas ilginç olan ise, önceleri karmaşık biyolojik veriyi incelemek için kullanılan bilgisayar teknolojisinin, daha sonra biyolojik veriyi yaratmak için kullanılması oldu. Hesaplamalı biyoloji ve biyoinformatik 70’lerde bilgisayarların biyolojik amaçlarla kullanılması ile doğdu ve biyoloji ilk defa ıslak labdan çıkıp kuru labda kendine yer buldu. Bu beraberlik, bilgisayar teknolojisinin her sene üstel biçimde ilerlemesiyle daha da kenetleniyor. Bilgisayarların mümkün kıldığı biyolojik hesaplamaların bazıları artık hepimiz için erişilebilir ve anlamlı. Örneğin kalıtsal problemleri olan pek çok çift çocuk yapmadan önce kromozom analizi, DNA dizinlenmesi ve genetik taramadan geçiyor. Hep biyolojik verilerin karmaşıklığından bahsediyoruz, peki nedir bu biyolojik veri? Bir canlının veya canlı topluluğunun sahip olduğu bütün biyolojik, kimyasal, matematiksel, sosyolojik vs. bilgi biyolojik veridir ve bilgisayar yardımıyla incelenebilir. Örneğin orkinosların göç yollarındaki değişikliklerden, 10 bin yılda mısırın tane sayısındaki artışa kadar her şey bu kavrama dahildir. Fakat biz bu yazıda, moleküler biyolojinin, hesaplamalı biyoloji ve biyoinformatikte kullanılması üzerine yoğunlaşacağız. Merkezi dogma gereği, bütün canlılar (ve hatta cansız virüsler), DNA’larında nesilden nesile aktardıkları bir bilgi taşırlar (Bkz:
2000 yılında İnsan Genom Projesi açıklandı; 3 milyar bazlık DNA bilgisinin elde edilmesi 13 yıldan fazla sürmüş, 3 milyar doları aşan bir bütçeye mal olmuştu. Küçük fragmanlar halinde dizinlenen genom, biyoinformatik araçlar yardımıyla bir araya getirildi. Aslında sadece A, T, C ve G bazlarının ardı ardına diziliminden oluşan ikili sarmaldan öğrenebileceklerimiz biyoinformatik yeteneklerimizle sınırlı. (Bkz: Şekil 2, Prof. Dr. Kemal Yelekçi tarafından). DNA dizisindeki farklılıkların bireyin özellikleri ile ilintili olduğu aşikar. Fakat bunun nasıl ve ne şekilde olduğu, halen biyolojinin önündeki en büyük sorulardan biri. DNA dizilimi ile canlı özellikleri arasındaki ilişkiyi incelemek için elimizdeki en kuvvetli araçlardan biri biyoinformatik. Günümüzde temel bilimle ilgilenen binlerce bilim adamı, halka açık ya da özel, geniş veri
41
setleri üzerinden bu ilişkileri şekillendirmeye çalışıyor, canlılığın tanımlanmasına yardımcı oluyor, evrimin ayak izlerini geri geri izleyerek geçmişe ışık tutuyor. Oldukça kalabalık bir grup bilim adamı ise hastalıklı ve normal dokuları bilgisayar üzerinde karşılaştırarak biyoinformatiğin sağlık alanında uygulamasını yapıyor. Canlılığın DNA kadar önemli diğer boyutu proteinlerdir. DNA’da tek boyutta doğrusal sıralanan bilgi, proteine aktarıldığında 3 boyutlu, elektrik yükü taşıyan ve farklı kimyasal özellikleri olan moleküller oluşturur. Proteinler canlılığın işlevsel yapıtaşlarıdır, moleküler makineler proteinlerdir; diğer moleküller daha ziyade yapısal amaçlarla kullanılır. İletişim de büyük ölçüde proteinlerle
Hesaplamalı biyolojide canlılık pek çok perspektiften bilgisayar ortamında modellenmiştir. Üniversitemiz biyoinformatik ve genetik bölümünde ise Prof. Dr. Kemal Yelekçi ve grup arkadaşları protein molekülleri 3 boyutlu olarak bilgisayar ortamında modellemektedirler. Geçen sene, sinir sistemi bozukluklarında önemli bir protein olan nörodejenerasyon ve rejenerasyon mekanizmalarının çözülmesine katkıda bulunmak için Marie Curie bünyesinde 3.8 milyon Avroluk bir bütçe almışlardır (TINTIN projesi).
sağlanır (Bkz: Şekil 3, http://3dciencia.com/index-eng.php) (yaptırdığınız hormon testlerini hatırlayın, hormonlar küçük haberci proteinlerdir). Proteinlerin yapısını bilmek, taklit etmenin ve müdahale etmenin kapılarını açar (örneğin doğum kontrol hapları). Protein yapılarının, hareketlerinin ve etkileşimlerinin bilgisayar ortamında modellenebilmesi ise, canlılığı bir adım daha bilgisayar ortamına taşımıştır. Hedeflediğimiz proteinin fizyolojik ortamda aldığı kararlı şekilleri bilmek proteine yapılacak her türlü müdahaleyi kolaylaştıracaktır (Bkz: Şekil 4, Doç. Dr. Demet Akten tarafından, “cyclosporin A/cyclophilin A” kompkesi).
Mikro dünyada, proteinin üç boyutlu yapısı ile işlevi doğrudan doğruya bağlantılıdır. Modelleyebildiğimiz proteinlerin etkileşimlerini test edebiliriz. Moleküler etkileşimleri bilmek zaman zaman hayati önem taşır. Örneğin kullandığımız ilaçlar protein yapılı enzimlerle veya habercilerle etkileşerek organizmamızı yönlendirirler. Bu etkileşimin bilgisayar ortamında (in silico) tahmini, deney tüpünde (in vitro) ortamda üretilen ilaçların, canlı ortamda (in vivo) hedef enzimlerle nasıl etkileşeceğini, hedef dışı başka proteinlerle etkileşip etkileşmeyeceğini (yan etki), kan ve lenf dokularını aşıp hedef dokuya ulaşıp ulaşmayacağını tahmin edebiliriz. Bu tahminler insan sağlığını korumak için atılacak önemli adımların ilkidir. Örneğin bir ilacın hedef proteine nasıl oturacağını bilmek ilaç hakkında hesaplama yapma veya ilacı modifiye etme imkanı tanır (Bkz: Şekil 5: Prof. Dr. Kemal Yelekçi tarafından, Organic & Biomolecular Chemistry dergisine kapak olmuştur). Bilgisayar öncesi dönemde ilaçların uzun vadeli etkileri
42
tahmin edilemediği için ciddi problemler yaşanmıştır (Thalidomide faciası, vb.). İlaç adaylarını önceden in silico ortamda elemeden geçirmek, olası bir felaketin önüne geçebilir. Bilgisayar teknolojisi, ilaca bakış açısını da kökünden değiştirdi. Artık hastalığı değil hastalığa sebep olan mekanizmayı hedefliyoruz. Yüzyıllar boyunca yaptığımız gibi, deneme yanılma yöntemiyle ve eldeki aday hammaddenin iyi geldiği hastalıkları taramaktansa, artık hedeflenen mekanizmayı istenen biçimde değiştirebilecek ilaç adayları taranıyor. Bu yöntemle, her bir projede 10 milyar kadar ilaç adayı molekül yola çıkıyor; çoğunlukla in silico ortamda elenen moleküllerin çok azı hücre kültürü ve hayvan deneylerine kadar çıkabiliyor. Bu açıdan hesaplamalı biyoloji inanılmaz miktarlarda ilaç adayını tek seferde hızlıca taramamıza izin veriyor (karbonun organik kimyası sayesinde 15 karbonluk küçük bir ilaç molekülü dahi sonsuz sayıda şekil alabilir). 3 boyutlu yapısı bilinen bir proteini hedefleyecek ilaç adayları ise doğrudan doğruya bilgisayar ortamında dizayn edilebilir. Akabinde kimyasal sentezi yapılır ve canlı ortamda test edilir. Bu gibi durumlarda, biyolojik/kimyasal bilginin bilgisayar ortamında de novo üretilmesine tanık oluyoruz. Biyoinformatik bölümü öğretim üyelerimizden Yrd. Doç. Dr. Şebnem Eşsiz Gökhan sinir hücresi glutamat reseptörleri üzerine çalışıyor. Bu reseptör proteinlerinin fazla aktivasyonu sinir hücresi ölmesine, dolayısıyla nörodejenerasyon ve hastalık durumuna sebep olur. Klasik farmakolojik yaklaşımlar ve deneme yanılma yöntemi ile bulunan, reseptörün direkt bloke edilmesini sağlayan
ilaç molekülleri test edildiğinde, denek fareleri komaya soktukları saptandı. Bu yüzden, reseptörlerin direkt bloke edilmemesi gerektiği anlaşıldı ve in silico metotlar ile, reseptörü farklı derecede aktive eden moleküller dizayn edildi (Bkz: Şekil 6, Yrd. Doç. Dr. Şebnem Eşsiz Gökhan tarafından, glutamat reseptörünün ligandı ile etkileşimi). Alzheimer’s hastalığından tedavisi için FDA tarafından onaylanan kısmi inhibitör Memantin molekülü bu yolla keşfedilen en belirgin ilaçlardan biridir. Düşmanı tanımak, düşmanı bertaraf etmektir. Hedefi iyi tanımak da, ilaç dizaynını büyük oranda kolaylaştırır. Örneğin AIDS’e sebep olan virüs HIV’in yapısının çözülmesi, kullanımda olan Agenerase (Amprenavir®) vb. ilaçların viral proteinleri hedef alarak dizayn edilmesine, AIDS ilaçlarının geliştirilmesine olanak vermiştir. Elbette tek örnek bu değil. Örneğin bakterileri, insan vücuduna zarar vermeden öldürmemizi sağlayan en emin yol, bakteriyel ribozoma saldırmaktır. Bakteriyel ribozomun yapısının yakın zamanda çözülmesi de, yeni nesil antibiyotiklerin dizaynı için kapıları açtı. Hesaplamalı biyolojinin giderek genişleyen hedefleri için ilk adımları atmış olan Martin Karplus, Micheal Levitt ve Arieh Warshel 2013 yılında Kimya Nobel ödülüne layık görüldü. Dijital dünyanın biyoloji ayaklarından biri olan hesaplamalı biyoloji ve biyoinformatik, 21. yüzyılda hepinizin desteğini bekliyor. Karbon bazlı organizmalarda doğan canlılığın in slico ortamda, yani bilgisayarda yeniden yaratılmasının sınırları ise sadece hayal gücümüzle kısıtlı.
43
2014 TÜRK ve DÜNYA S‹NEMASINDA YEN‹LENME YILI OLDU Doç. Dr. Murat AKSER Universty of Ulster öğretim üyesi
2014 y›l› Türk sinemas›n›n zaferi ile sonuçland›. K›fl Uykusu Alt›n Palmiye ald› 100. y›l taçland›r›ld›. Dünya sinemas›nda çeflitlilik artt›, Amerikan sinemas›nda ba¤›ms›z bir film tüm majörlerin üzerine ç›kabildi. Emek’e sayg› yürüyüflleri devam etti; festivaller ise hayal k›r›kl›¤› yaratt›. DÜNYA S‹NEMASI Bu yıl Türk sinemasının 100. yıl hediyesi Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu filmi ile geldi. Film ile Ceylan Cannes Film Festivali’nde en büyük ödülü tek başına alan ilk Türk yönetmen oldu. Leviathan (Rusya), Timbuktu (Moritanya), Mr. Turner (İngiltere), The Grand Budapest Hotel (ABD), Black Coal, Thin Ice (Çin), Force Majeure (İsveç), Ida (Polonya), Calvary (İrlanda), Mommy (Kanada), Wild Tales (Arjantin), White God (Macaristan), Two Days One Night (Belçika) ve İlyas Salman’lı Corn Island (Gürcistan) öne çıkan filmler oldu. Teknolojik olarak her an her yerde ulaşılabilen internet üzerinden yayın yapan Netflix, Amazon Prime gibi online hizmetlerin DVD ve Blurayin yokoluşuna neden olacağı fikri ortaya çıktı.
44
AMER‹KAN S‹NEMASI 2014’ün İz Bırakan Filmleri Boyhood: Richard Linklater’ın aynı oyuncularla bir çocuğun büyümesini 12 yıla yayarak çektiği bu film eşsiz olma özelliği taşıyor. Gone Girl: David Fincher’dan kaybolan bir kadının öyküsünü farklı bakış açılarından anlattığı filmi; kadın karakteri oynayan Rosamund Pike’ın kariyeri için bir dönüm noktası. Birdman: Alejandro Gonzalez Inarritu gene şaşırtmıyor. Birbirinden ilginç karakterleri farklı paralel öykülerle birleştirdiği bu filmde Michael Keaton oyunculuğu ile öne çıkıyor. Foxchatcher: Du Pont şirketinin yöneticisinin gerçek yaşamından alınmış bir hikaye. Zengin bir işadamının genç bir güreşçiyi yetiştirdiği bu filmde Steve Carell alışılmışın dışında bir komedi karakteri değil dramatik bir rolde. Imitation Game: Steve Jobs’un Apple şirketinin logosunu yaratırken haksız ölümünün trajedisine referans yaptığı İngiliz matematikçisi Alan Turing’in hikayesi bu. Savaş kahramanı, bilgisayarın mucidi olan Turing eşcinsel olmaktan yargılanıp suçlu
bulunmuştu. Benedict Cumberbatch rolünün hakkını veriyor. Theory of Everything: İngiliz bilim adamı Steven Hawking yaşayan bir efsane. Onun hayatını perdeye taşımak sorumluluk isteyen bir görev. Eddie Redmayne bu yıl Oscarı en iyi erkek oyuncu dalında kucaklayabilir. Amerikan sinemasından öne çıkan diğer filmler: Nightcrawler, Whiplash, Selma, Into the Woods, Still Alice, Big Eyes, Under the Skin, American Sniper, Interstellar, Inherent Vice, The Disappearance of Eleanor Rigby, A Most Violent Year, Wild, Fury ve Unbroken. The Interview: Hollywood Kuzey Koreye Karşı 2014 yılının son günlerinde Jonah Hill ve Dave Franco’Nun komedi filmi The Interview nedeniyle Sony Pictures şirketinin serverları Kuzey Koreli hackerların saldırısına maruz kaldı. Filmde Kuzey Kore lideri Kim Jong-Un Amerikalı televizyoncular tarafından öldürülüyor. Sony filmin gösterimini terör saldırıları şüphesi ile iptal etti. Film internet üzerinde sınırlı olarak dağıtıma girdi. Benzer bir skandal ise Jennifer Lawrance ve diğer ünlü oyuncuların özel fotoğraflarının internete sızdırılması oldu.
Dünya Sinemas›nda Kay›plar Robin Williams: Dünyay› güldüren adam öldü. Saturday Night Live ç›k›fll› bu yetenekli ve içten oyuncu aram›zdan erken ayr›ld›. Ölü Ozanlar Derne¤i, Good Morning Vietnam ve Good Will Hunting’deki rolleri ile unutulmayacak. Philip Seymour Hoffman: Çok erken aram›zdan ayr›lan bu yo¤un oyuncu Capote, The Master gibi filmlerdeki a¤›r oyunculu¤unun yan›nda Hunger Games serisinde de oynam›flt›.
Lauren Bacall: Humprey Bogart ile bafllayan film ve hayat beraberli¤ini eflinin ölümünden sonra da devam ettiren bu efsane kad›n oyuncu aram›zdan ayr›ld›. Mike Nichols: The Graduate filminin yönetmeni sahne ve sineman›n ustas› Nichols da 2014te aram›zdan ayr›ld›. Di¤er kay›plar: Çocuk oyuncu Shirley Temple, Mickey Rooney, Joan Rivers, Richard Attenborough.
45
TÜRK S‹NEMASI Türk Sineması 100 Yaşında Bu yıl Türk sinemasında tam 110 yeni film gösterime girdi. Seyirci sayısı geçen yıldan 10 milyon daha artarak 60 milyona ulaştı. Bunun 35 milyonu Türk sineması seyircisiydi. Artık bir filmin 7 milyon seyircisi olması olağan karşılanır oldu. Komedi türü gişeyi taşır oldu. BKM yapımları ön plana geçti. Cem Yılmaz ve Çağan Irmak filmleri başarılı oldu. Cemaat ve dini öğeli filmler yine vardı. Din soslu cinli/perili korku filmleri devam etti. Russell Crowe’un Türkiye’ye gelip Çanakkale Savaşı filmi yapması ilgi odağı oldu. Seyirci odaklı fonlama (crowdfunding) ve kendi filmini dağıtan alternatif Başka Sinema sistemi 2014’te dikkat çeken gelişmeler. Gişede başarılı olan 10 Türk filmi: 1. Recep İvedik 4 2. Eyvah Eyvah 3 3. Düğün Dernek 4. Pek Yakında 5. Unutursam Fısılda 6. Deliha 7. Birleşen Gönüller 8. Çakallarla Dans 3: Sıfır Sıkıntı 9. İncir Reçeli 2 10. Patron Mutlu Son İstiyor
Sanat adına film yapan genç ve bağımsız sinemada ise önemli filmler şöyle: • Neden Tarkovski Olamıyorum (Murat Düzgünoğlu) • Deniz Seviyesi (Nisan Dağ, Esra Sağlam) • Toz Ruhu (Nesimi Yetik) • Nergiz Hanım (Görkem Sarkan) • Silsile (Ozan Açıktan) • Kuzu (Kutluğ Ataman) • Balık (Derviş Zaim) • İtirazım Var (Onur Ünlü) • Annemin Şarkısı (Mintaş) • Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku (Çiğdem Vitrinel) • Sivas (Kaan Müjdeci) • Oflu Hocayı Aramak (Zeynep Kesler) • Guruldayan Kalpler (Ömer Uğur) • Ben O Değilim (Tayfun Pirselimoğlu) • Sesime Gel (Hüseyin Karabey) • Şarkı Söyleyen Kadınlar (Reha Erdem) • Bir Varmış Bir Yokmuş (Kazım Öz) Altın Portakal Rezaleti Bu yıl yeni yönetime geçen festival idari yapısında barındırdığı tecrübeli eleştirmen, eski festival yönetici ve yapımcılardan yeteri kadar faydalanamadı ve işleyemez hale geldi. Ön eleme yapan jürilerin sansürcü tavrı önce belgesel yönetmenlerini kızdırdı. Jüri üyeleri ve filmler geri çekildi. Sonra Film Forum’da yaprak dökümü yaşandı. Geriye kalan yarışma ve forum ödüllerinde bilindik yüzler kaldı. Yönetime tepki olarak basın koordinatörü istifa etti ve basın akreditasyonu koas yaşadı. Öyle ki festival yöneticilerinde FIBRESCI ve SİYAD Başkanı Alin Taşçıyan SİYAD yönetiminden ayrıldı. Kısa film festivallerinde ise gene kuzulu koyunlu, Nuri Bilge Ceylan’a öykünen uzun planlı, kadına şiddeti eleştiren, belli bir etnik kimliği öne çıkarmasıyla prim yapan filmler seçildi. Tek doğru seçim Bir Fincan Türk Kahvesi filmiydi.
Türk sinemas›nda kay›plar: Süheyl E¤riboz, Ayfle fiasa, Yusuf Sezer, Çolpan ‹lhan, Sencer Divitçio¤lu, Behçet Nacaro¤lu, Talat Sait Halman.
46
47
Video... Nereden Nereye? Fikir sahibi bir sanatçının farklı malzeme ve teknikler kullanılarak oluşturduğu şeyi bir sanat eseri olarak kabul ediyorsak, ortaya çıkan bu eserin hangi kategoriye konacağını saptayan ölçütler arasında, sinema eserini yaparken kullanılan teknikten daha belirleyici bir şeye rastlamanın zor olduğunu söyleyebiliriz. Bundan 10-15 yıl öncesine kadar bir filmin sinema filmi sıfatı taşıyabilmesi selüloid filmle yapılmış olması gerekiyordu.100 yıldan fazla bir zamandır da bu böyle işliyordu. Video olarak çekilen bir film özellikle televizyonda gösterilmek için yapılmamış ise film festivalleri dışında gösterim mecrası bulması, hele hele ticari olarak sinema salonlarında gösterilmesi neredeyse olanaksızdı. “Video işi” böylelikle zaman içinde belgeselcilerin ve kısa filmcilerin mecburi formatı haline geldi. 50’li yıllarda ortaya çıkan ve televizyona ait bir kavram olan video, pratikte profesyonel kamera ve kurgu cihazlarıyla televizyona analog içerikler üretmek için kullanılıyordu. Günlük hayata yansıması ise “handycam” adı ile eskiden kullanılan amatör 8 mm film kameralarının yerine geçmek ve genellikle “ev videosu” üretmekte kullanılması olacaktı. Aslında bu olumlu bir etki de yaptı ve isteyen herkesi kendisini “hareketli görüntü” ile de ifade edebilir duruma getirdi. Bu handycamler uzun süre çoğu insan için neredeyse ulaşılabilir tek kamera seçeneği olacaktı.
SELÜLO‹D F‹LMDEN D‹J‹TALE S‹NEMATOGRAF‹ Yeni bafllayanlar ya da alternatif yöntemler ile film yapmak isteyenler için sineman›n teknik olanaklar› daha ulafl›labilir hale geliyor. Bu da sinema filmi yapman›n koflullar›n› giderek daha demokratiklefltiriyor. Murat ERÜN Yönetmen
90’ların sonuna doğru “dijital video” ortaya çıkarak yarı profesyonel dijital video kameraların üretilmesini ve bu videoların kişisel bilgisayarlarda işlenerek televizyon yayın standartlarında filmler haline getirilebilmesini sağladı. Şartlar biraz eşitlenmeye, yayın kalitesinde işleri üretmenin düşük bütçelerle yapılmasının yolu açıldı. Bu aynı zamanda sinemaya eğilimi olanları da üretken birer kısa filmci haline getiriyordu. Yayıncılıktan da pay alıp bir internet fenomeni olmak için ise biraz daha zaman geçmesi, geniş bant ağlarının video yayınlayacak sürate erişmesini beklemek gerekecekti! Amatör sinemacılarının video üretmekten sıyrılıp ilk fırsatta 35 mm film çekmeye çalışmalarını anlamak zor olmasa gerek. Çünkü bir yönetmenin gerçek bir sinemacı sayılması için nihayetinde bir uzun metraj film çekmesi gerekirdi.Uzun metraj film de ancak 35 mm çekilebilirdi. Bu yola girdiğinizde ise evinizde yapamayacağınız ya da kendi kendinize halledemeyeceğiniz bir çok işlemi ve hizmeti satın alacak parayı bulmanız gerekiyordu. O zaman da film yapmanın “yaratıcı sanatsal bir süreç” olduğu kadar “ekonomik bir süreç” olduğu gerçeği ile de yüzleşiliyordu. Film prodüksiyonunda kullanılan ekipmanlar ve bu ekipmanları kullanan ekiplerin maliyetleri her zaman yüksek olmuştu. Yüksek teknik aynı zamanda yüksek para demekti. Kendine özgü yapım süreçlerinden sıyrılıp, global standartlara yaklaşarak film yapımına geçildiğinde film bütçeleri artmakta, bir yönetmenin filme başlamak için bulması gerekli finasman altı sıfırlı hanelere (yeni para ile) doğru yükselmekteydi. Elbette herşeye rağmen özellikle de bağımsız film yapmak isteyenler asgari olanağı biraraya getirip gerisini de fazla düşünmeden de işe koyulabiliyorlardı.
48
HDTV-Televizyon Ekran›ndan Perdeye Giden Yol 2000’lerin başlarında, dünyada daha önce başlayan ama bize yine geç gelen (matbaa kadar değil bu sefer! ) yüksek tanımlı televizyon-High Definition TV işleri biraz hareketlendirdi. Alışılagelmiş PAL video yayın sisteminin 720 x 576 piksel (picture element’ten geliyor) çözünürlüğüne karşı 1920 x 1080 piksel ile üç kat fazla detaya sahip bu sistem daha net görüntülerle gözlere bayram ettiriyordu. Ne yazık ki yaygınlaşması için evlerdeki tüm televizyonların (dünya çapında da yaklaşık 800 milyon televizyonun) yenisi ile değişmesi gerekiyordu. Televizyon meselesi hepimizin maddi katılımıyla zaman içinde çözüldü!
SLR’den DSLR’ye Amatör sinemacılara destek beklenmeyen bir yerden geldi. Fotoğraf makinesi (SLR-Single Lens Reflex) üreticileri dijital çağa ayak uydurarak, yıllardır ürettikleri fotoğraf makinelerini genel çalışma mantığı ve biçimi aynı kalmak üzere dijital hale dönüştürdüler. Video kameralardaki algılayıcıları fotoğraf makinelerine uyarladılar. Yapılan iş makinedeki negatif filmi bir görüntü algılayıcı çip ile değiştiren bir organ nakli gibi görülse de fotoğraf makineleri artık birer video kamera haline gelmiş oldu. Bu yeni bir fotoğraf makinesi alanların aynı zamanda yüksek çözünürlüklü bir video kameraya da sahip olmalarına yol açtı. Bu kameralar eskinin “handycam”leri gibi de değildi. Full HD kayıt yapıyor ve “swallow depth” denen dar alan derinliği ile sinema lensleriyle çekilmiş gibi görüntüler sağlıyordu. Tabii fiyatları da eşdeğer video kameralara göre daha makuldu. Fotoğraf devi CANON, efsanevi makinesi 5D Mark II ile kendi beklentilerini de aşarak bu dalın galibi oldu. DSLR ile sinemaya giriş.
Sinemacıları asıl ilgilendiren ise HDTV formatında çekilen görüntülerin sinema perdesine yansıtıldığında filme yakın kaliteyi verebilmesiydi. Ve şu soruldu: Neden sinema filmleri yüksek çözünürlüklü video kameralarla çekilmesin? Sinema filmleri 90’lı yıllardan beri “dijital ara işlemler” adı ile çekildikten sonra film tarayıcılarla dijital ortama aktarılıyor, efektler ve renk düzeltme gibi işlemlerden sonra tekrar filme basılarak çoğaltılıyordu. Dolayısı ile çekilen bir film eskiden olduğu gibi film olarak nihayete ulaşmıyor, arada dijital görüntüye dönüşüyor, tekrar film haline geliyordu. Dolayısıyla video, film prosesini aradan çıkaracak, çekim ve postprodüksiyon maliyetlerini de düşürecekti. Ancak ortada özellikle sinema için üretilmiş video kameralar yoktu. Önce televizyon için üretilmiş HDTV kameraların kullanıldığı bir dönemden sonra da hızla piyasaya çıkan dijital sinema kameraları filme bir alternatif haline gelmekle kalmayıp filmli sinemanın hızla terkedilmesine yol açtı. Artık yönetmen ve görüntü yönetmeni çekimden önce sadece hangi dijital kamerayı kullanıp hangi formatta çekim yapacaklarına karar vereceklerdi. Eskiden hangi film stoğunu kullanacaklarına karar verdikleri gibi
DSLR makineler tıpkı “handycam”lerin video üretmeyi kolaylaştırıp yaygınlaştırdığı gibi, amatör- yarı amatör sinemacıları daha kaliteli filmler üretmeye yönlendirdi. Amatör ve profesyonel işler arasındaki görsel fark hızla kapanıyordu. Biraz da post prodüksiyon numaraları ile izleyenleri şaşırtan kalitede klipler ve kısa filmler üretilmeye başlandı. Ancak bu kameraların ufak tefek sorunları da vardı. Fotoğraf için dizayn edildiklerinden, sinemanın iş akışına uygun hale getirmek için biraz uğraşmak gerekiyordu. Tabi; profesyonel kamera üreten firmalar da boş durmadılar ve teknik çıtayı daha yukarı çekerek piyasa hakimiyetlerini sürdürmeye çalıştılar. Yeni nesil dijital film kamerası RED, klasik film kamera üreticisi ARRİ'nin dijital kamerası “Alexa”, SONY ve PANASONİC‘in geliştirilmiş dijital kameraları profesyoneller için başlıca seçenekler haline geldiler ve kendi aralarında yarışa tutuştular.
49
Blackmagic Cinema Camera 2K
“Kara Büyü” ‹nsan› Sinemac› Yapabilir mi? 2012 başlarında “Black Magic Cinema Camera” 3000USD’ın altında bir sinema kamerası iddası ile sansasyonel biçimde piyasaya çıktı. İnternetteki alternatif sinema forumlarının da yardımıyla popüler hale geldi. Kameranın üreticisi dijital video işlemedönüştürme kartları üreten ve daha çok yayıncılığın teknik alanları ile uğraşanlar tarafından bilinen Black Magic Design firması idi ve bu kamerayı piyasaya hakim firmaların pahalı kameralarına eşdeğer kalitede, hatta kimi özellikleri ile onlardan daha iyi, ucuz bir alternatif olarak lanse etti. 2K çözünürlük, ProRes ya da RAW video, sinema lenslerini kullanabilme, yüksek bitrate değerleri, Solid State Diskler’e kayıt, çekim sırasında DaVinci yazılımı ile renk düzeltme gibi özellikleri ile küçük bütçelerle sinema yapmak isteyenler için can simidi olarak algılandı. Zira bu özellikler sinema yapmak isteyen ama yeteri kadar parası olmayanların asla yanına yaklaşamayacakları teknik olanakları ifade ediyordu. Kamera gerçekten de vaad ettiği şeyi yapıyor, daha önce ona yakın fiyatlara satılan video kameraların veremediği kalite ve estetikte görüntüler üretiyordu. 2999 dolar fiyatı ile rakipleri Red , Arri Alexa Sony F 950, Canon C300, gibi 15.000 ile 65.000 USD arası fiyatlarla satılan kameraların en büyük alternatifi haline geldi. Kamera, 1 yıl sonra 4K çözünürlüklü yeni versiyonuyla piyasaya sürüldü ve “Black Magic Production Camera” adını aldı. Bu kez yanında “Black Magic Pocket Camera” adında bir küçük, “Ursa” adında bir de büyük kardeşi vardı. Kompakt fotoğraf makineleri boyutundaki bu küçük makine iki yıl önceki BMCC ile teknik olarak yaklaşık aynı özelliklerine sahipti ve bunu da sadece 900 USD fiyatla yapıyordu. Büyükçe olan “Ursa” ise film setinde bulunması gereken birden fazla cihazın işini üstlenerek küçük bir ekiple film çekmek üzere tasarlanmıştı.
Bugün sinema yapmaya elverişli birçok farklı kamera modeli ve fiyat seçeneği var. Yeni kameraların üretilmesi ile hem fiyatlar düşmeye hem de seçenekler arttı. Çoğunun da ortak noktaları var. Birincisi, yıllardır kullanılan film kameralarının lenslerini kullanabilmeleri ve böylelikle sinema perdesinde gördüğümüz “film benzeri görüntüyü” yakalayabilmeleri. Diğeri ise daha gelişmiş formatlarda kayıt yapabilmeleri ve sinemanın olmazsa olmazı “renk düzeltme” sürecine daha elverişli olan yüksek dinamik aralığa sahip görüntüler üretmeleri. Bu özellikler bir araya geldiğinde video çekimleri sinema filmi kalitesine ulaşabiliyor. Bu gün için 2K FullHD görüntüler sinema salonlarında gösterim için yeterli görülürken, 4K UltraHD görüntüler yeni bir standart olarak hayatımıza yavaşça giriyor. Bunların ışığında yeni dijital sinema tekniklerinin profesyonel sinemacılar açısından çok köklü değişiklikler getirmediğini görebiliriz. Ancak sinemaya yeni başlayanlar ya da alternatif üretim yöntemleri arayanlar için sinema filmi üretmenin teknik olanaklarının daha ulaşılabilir hale geldiğini, bunun da sinema yapmanın koşullarını daha demokratikleştiğini söyleyebiliriz. Artık iyi film yapmak isteyenler için teknik bir bahane kalmadı sanki. Asıl gerekli olanlar her zaman için aynı... Parlak fikir, iyi sinema bilgisi ve yetenek!
Blackmagic Ursa Blackmagic Cinema Camera 4K ve Pocket Camera
50
B‹R S‹YASET B‹L‹MC‹ GÖZÜYLE UZAK KOMfiU ‹RAN NASIL GEZ‹LD‹? Doç. Dr. Lerna YANIK Khas öğretim üyesi
51
Seyahat etmeyi seven bir siyaset bilimci olarak ‹ran ya da resmi ad›yla ‹ran ‹slam Cumhuriyeti uzun bir zamand›r merak etti¤im ve gitmek istedi¤im ülkeler listesindeydi. Hatta geçen sene arkadafllar›mdan biri bu ülkeye gidip sonra da seyahati Financial Times Gazetesi’ne haber olunca kendisine baya¤› bir özenmifltim. Uzun y›llard›r ‘Karfl›laflt›rmal› Hükümetler’ dersinde örnek ülke incelemesi olarak anlatt›¤›m ‹ran’› gezmek ve görmek için bekledi¤im f›rsat sonunda May›s ay›nda karfl›ma ç›kt›. Tahran Gece 1:10’da İstanbul’dan kalkan uçağımız, saat 5:40 sıralarında Tahran İmam Humeyni Havalimanına iniyor. Uluslararası havalimanı şehre uzak. Neredeyse bir saatlik bir yoldan sonra otelimize varıyoruz. Türkiye’den geldiğimizi öğrenen otel görevlileri bizimle Azerice konuşuyorlar, biz de Türkçe cevap veriyoruz. İran nufusunun (değişik kaynaklara göre) %20-%25’ine yakını Azerilerden oluştuğu için (zaten çok kısa kaldığımız) Yezd haricinde neredeyse gittiğimiz her şehirde böyle tesadüfler sıklıkla olacak. Zaten ilerleyen günlerde keşfettiğimiz şeylerden biri de Türkçe’de ne kadar çok Farsça kelime olduğu. Öyle ki, gezimizin ilk gününden sonra etrafımızdaki insanlar Farsça konuşurken içinden aşina olduğumuz kelimeleri yakalamak çok da zor olmuyor. Kahvaltı ve biraz dinlenmeden sonra o gün Tahran’ın başlıca müzelerini geziyoruz. Duraklarımız arasında Arkeoloji Müzesi, Cam ve Seramik Ürünler Müzesi ve Halı Müzesi var. Bu müzeler İran’ın köklü geçmişini bize anlatan mekanlar. İran’ın yakın geçmişi ise Niavaran Sarayı’nda bulunmakta. Pehlevi ailesinin 1979’daki İran devrimden önce yaşadığı saraylardan olan Niavaran Saray Kompleksi ise aslında birkaç müze saraydan oluşan kompleks. Biz bu müze saraylardan Niavaran’ı geziyoruz. Pehlevi ailesi ülkeyi terketmeden burada kaldığı için aileye ait şahsi eşyalar var. Pehlevi ailesinin çocuklarının oyuncakları da, Farah Diba’nın Jourdan ayakkabıları da burada sergileniyor. Tahran’da bu yerleri gördükten sonra Şiraz’ı görmek üzere, havaalimanına gidiyoruz. Kendi şahsi tarihime Tahran-Şiraz uçuşu hayatımın en olaylı uçuşlarından biri olarak geçiyor, çünkü uçuşu en son 1999 yılında gördüğüm, 20 sene önce tedavülden kaldırılımış olması gereken bir DC9 ile yapmak zorundayız. Uçağımız dışardan gıcır gıcır boyalı olmasına rağmen içerisi tamamen dökülüyor. Bindiğimizde uçaktaki havaalandırma çalışmıyor. Havalandırma sisteminin çalışmamasına rağmen miyadı çoktan dolmuş uçağımız havalanmak üzere pistte hızlanmaya başlıyor ama ilk denemesinde havalanamayıp, geri park alanına dönüyor. Bize basit bir havalandırma sorunu olarak takdim edilen arızanın aslında ne olduğunu pek çözemiyoruz ama konuştuğum İranlı yolcular neredeyse her 10 uçuştan 8’inin böyle olduğunu, bu durumun da çok normal olduğunu söylüyorlar. İkinci kalkış denemesinde ise uçağımız pistte hızlanırken uçağın arka tarafındaki yolcular yüksek sesle dua etmeye başlıyorlar. Uçağımız ikinci denemede havaalanıyor, ama bu eski uçağı havalandıran ve havada tutanın uçağın maharetli pilotlar mı, yoksa yolcuların duaları mı bunu bilmek mümkün olmuyor.
fiiraz Şiraz’a gün batarken azalan güneş ışınlarının illüzyonu sonucunda pembe gibi görünen bir gölün üzerinden alçalarak varıyoruz. Ertesi sabah ilk durağımız Şiraz’dan 45 dakika uzaklıktaki ünlü Persepolis şehri. M.Ö 518 yılında Büyük Darius tarafından kurulan bu şehir, M.Ö 331 yılında Büyük İskender tarafından yıkılıyor. 2200 yıl kadar kaderine terk edilen bu şehir çeşitli arkeolojik kazıların neticesinde gün ışığına çıkarılıyor. Pers medeniyetini anlatan pek çok sembolün bulunduğu Persapolis, Rıza Şah tarafından 1950’li ve 60’lı yıllarda İran Devleti’nin görkemini vurgulamayan çalışan partilere ev sahipliği de yapmış. Rehberimizin anlattığına göre bu partiler o kadar şaşaalıimiş ki partide hizmet edecek garsonlar bile Fransa’dan özel olarak getirilirmiş. Şiraz’ın içinde birbirinden değişik üç ayrı mekanı geziyoruz: Portakal Bahçeleri’ndeki Saray, Nasr-ül Mülk Camii ve Şah Çerağı’nın türbesi. Portakal Bahçelerindeki Saray Kacar Hanedan’nın son döneminde yapılmış. Bu sarayın tavan ve duvarlarında kullanılan ayna işçiliği bizleri hayrete düşürüyor. Duvarlarda fayans ya da seramik yerine değişik açılarla kesilmiş ayna parçalarıyla mozaiklenmiş ve bu muhteşem bir görüntü oluşturmuş. Bu teknik Şah Çerağı Türbesi’nde de kullanılmış. Nasr-ül Mülk Camii’nin özelliği ise İran’daki camiilerin neredeyse tamamında hakim olan ve cenneti temsil eden turkuaz ve mavi renkli seramikler yerine pembe renkli seramiklerin kullanılması ve pembe ağırlıklı ama mavinin de tamamen unutulmadığı bir renk cümbüşünün bu mabedi doldurması.
‹sfahan 3,5-4 saatlik bir karayolu yolculuğundan sonra Safavi Hanedanı’na başkentlik yapan İsfahan’a ulaşıyoruz. Buradaki ilk durağımız Venk olarak da bilinen bir Ermeni manastırı. 17 yy’da yapılan bu manastır aslında içinde kilisesi, müzesi ve okulu bulunan bir kompleks ve en özgün yanı ise kilisesi. Mimari olarak (çan ve saat kulesini hesaba katmazsak) dışarıdan kubbesiyle bir Şii camiini andıran bu kilise, boydan boya İncil’den ayetleri betimleyen resimlerle süslenmiş iç duvarlarıyla bir İtalyan kilisesini andırıyor. Yani ortaya inanılmaz ama bir o kadar da ilginç bir füzyon çıkmış. Bir sonraki durağımız UNESCO tarafından Kültürel Miras ilan edilen Nakşi Cihan Meydanı. Rehberimiz dikdörtgen şeklindeki bu meydanın Çin’deki Tiananmen Meydan’nı kadar büyük olduğunu söylüyor. Bu meydanın üç kenarında sırasıyla Ali Kapı Sarayı, Şeyh Lutfullah Camii ve Şah Camii var, diğer kenarında ise İsfahan’ın Kapalıçarşısı mevcut. Bu meydanı ve etrafındaki yapıları gezerken turkuaz renginin güzelliğine doyuyoruz. İsfahan’daki görülmesi gereken bir başka yer de Çehel yani Kırk Sütün sarayı. Şah Abbas’ın genelde yabancı misafirlerini ağırladığı bu sarayın çatısını ayakta tutan yirmi sütun ama bu yirmi sütunun sarayın hemen önündeki havuza yansıması mevcut sutün sayısını ikiye katlıyor. İçerisi boydan boya İran tarihindeki önemli savaşları betimleyen fresklerle kaplı ve bu sarayın içinde bizi bir sürpriz bekiyor: Yavuz Sultan Selim. Çünkü bu sarayın duvarlarını süsleyen freskler arasında bir de Şah Abbas’ın mağlubiyetiyle sonuçlanan Çaldıran Savaş’ından bir anın betimlendiği bir fresk var. İsfahan denilince kenti dolanarak geçen nehrin üzerindeki Safavi köprülerini unutmamak gerekiyor. Biz İsfahan’dayken nehir kupkuru çünkü nehirde su tutuluyormuş. Kuru nehrin üzerindeki köprüler haliyle çok ilginç bir manzara oluşturuyorlar.
52
Yezd 5-6 saatlik bir araba yolculuğu bizi Yezd’e getiriyor. Yezd şimdiye kadar gördüğümüz şehirlerden farklı. Şehir daha muhafazakar, mimarisi daha değişik. Yezd’in merkezinde Cuma Camii’ini ve etrafında dar sokaklarla ayrılmış kerpiç evlerden oluşan mahallerini geziyoruz. Yezd’in bir özelliği de Zerdüşt nüfusun yoğun olması. Burada Zerdüştlerin Tapınağı Ateşgah ve yakın zamanlara kadar Zerdüştlerin ölülerini yırtıcı kuşlara teslim ettikleri Sessizlik Kulelerini görüyoruz. Ancak yarım gün süren Yezd ziyaretimiz Yezd havalimanında sonlanıyor. Buradan İstanbul uçağımıza yetişmek üzere Tahran’a, yine eski (en sonuncusu 1997 yılında üretilmiş bir Fokker 100’le), ama sorunsuz bir uçuştan sonra varıyoruz.
Nas›l Gidilir? Türk Hava Yolları (THY) İran’ın altı şehrine uçuş gerçekleştiriyor. Hatta sadece İstanbul Atatürk Havaliman’ındanTahran’a günde 4 sefer var. Uçuşlarda THY’den şaşılmaması tavsiye olunur çünkü başta ABD olmak üzere batılı ülkelerin İran’a uyguladıkları ambargolardan dolayı İran’ın yeni uçak ve yedek parça alımında kısıtlamalar mevcut. Dolayısıyla milli hava yolu olan İran Air ve diğer yerel havayollarının uçakları bayağı eski ve pek güven telkin etmiyor. Karayolu ağları ise görebildiğimiz kadarıyla gelişmiş durumda. Örneğin Şiraz-İsfahan ve İsfahan-Yezd arasını gayet geniş yollar var. Ne var ki görebildiğimiz kadarıyla yolların sadece yer yer bakımlı olduğuydu. Ayrıca bu yollarda çok ağır bir tır ve kamyon trafiği mevcut.
Ne Yenilir? Eğer vejeteryan bir turistseniz ve otel, restoran gibi yerlerde yemek yiyecekseniz İran’ın kebap ağırlıklı mutfağı sizi zorda bırakabilir. Ama bir “etobursanız!” çeşitli soslarla marine edilmiş ve bezenmiş kebaplar sizde “cennetteyim ben” etkisi yaratabilir. Öte yandan seyahat boyunca hem öğlen hem akşam istisnasız kebaplarımıza eşlik eden meşhur İran pirinci ile yapılmış safranlı pilavı da unutmamak gerekiyor. Öte yandan İran’da kaldığımız altı gün boyunca en sık karşımıza çıkan sebze ise patlıcandı. Karnıbahar ve yeşil fasulyeyi sadece bir kere Tahran’da sabah kahvaltısında yumurtanın yanına konulacak garnitür olarak gördük. Aynı şekilde
tatlı mutfağı da uzak ama yakın. Bizlere ikram edilen tatlılar genelde Türkiye’den de aşina olduğumuz helva ve baklavanın değişik versiyonları. İran usulu helva genelde macun haldeki un helvası, baklava ise şekerparenin daha az şerbetli ve daha kuru bir formu. Halva Tabrizi dedikleri nugaları da unutmamak lazım. Safran ve gülsuyu ise neredeyse tatlıların tamamına ekleniyor. İsfahan’da yediğimiz safranlı ve gülsuyu katkılı dondurma ile şerbet arası olan tatlıyı uzun bir süre unutmam mümkün olmayacak.
Ne Al›n›r? Alışveriş neredeyse her seyahatin kaçınılmazlarından. İran denilince de akla ilk gelen halı, pirinç, safran, seramik oluyor. Ben kendi namıma İran’dan bir seramik heykelcik, biraz safran, iki-üç kutu nuga ile döndüm. Evet, İran halıları renk, desen ve dokunma biçimleriyle dünyaca ünlü ama neredeyse benzer şeyleri Türkiye’de de bulacağınız için tavsiyem illa İran’dan halı alacağım diyorsanız İran’a gitmeden önce ilk önce Türkiye’deki fiyatlar konusunda bilgi sahibi olup daha sonra İran’da halı pazarlığına girişmeniz. Çok özel bir halı satın almadığınız sürece İran’dan Türkiye’ye halı taşımak çok da mantıklı olmayabiliyor. Bu arada para birimi konusuna ayrıca dikkat etmek gerekiyor. Toman olan para birimlerinden sıfır atıp Riyal’e geçmiş İran ama eski ve yeni paralar hala sürümde ve bu durum, bu para birimiyle ilk kez karşılaşanlar arasında inanılmaz derecede kafa karışıklığına yola açıyor.
Ne Giyilir? İran’a gittim dediğimde ilk karşılaştığım soru “e peki yabancı kadınlarda başlarını örtüyor mu?” oldu. THY uçağımız Tahran’a tekerlerini değdirdiği anda etrafımdaki çoğunluğu İranlı olduğunu tahmin ettiğim kadın yolcular omzularında olan örtülerini, saçlarının önü açık kalacak şekilde, başlarına doğru çektiler. Yine yabancı da olsa kadınların pantolon ya da uzun etek üzeri basenlerini kapatan uzun tunik tarzında bol gömlek veya bluz giymeleri şart. Bize söylenen turistlere giyim kuşam konusunda görece esneklik gösterilse de, İranlı kadınların giyim kuşamlarının din polisi tarafından sıkı bir şekilde takip edildiği ve bu konuya dikkat etmeyenlerin sıklıkla cezalandırıldığı.
53
‹STANBUL’A ADANMIfi ÖMRÜN ADI: PROF. DR. MURAT GÜVENÇ Röportaj: Uzman N. Buket CENGİZ Fotoğraf: Ulaş TOSUN
Geçti¤imiz Aral›k ay› itibar›yla Khas ‹stanbul Çal›flmalar› Merkezi’ne müdür olarak atanan üniversitenin ‹ktisadi, ‹dari ve Sosyal Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi ö¤retim üyesi Prof. Dr. Murat Güvenç, Kadir Has Üniversitesi’nin ‹stanbul ve kent çal›flmalar› alan›nda bir “mükemmeliyet merkezi” olmas›n› hedefliyor.
54
Türkiye’de kent çal›flmalar› alan› Bat›’daki örnekler kadar erken kurumsallaflmad›.
Hocam, araflt›rma alanlar›n›zdan k›saca bahseder misiniz? Üniversite eğitimim ODTÜ Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama alanındadır. Daha sonra Planlama alanından Şehir çalışmaları alanına kaydım. Araştırma maceram 1985 yılında Ankara şehrinin planlanmasıyla ilgili büyük bir projede başladı. Proje ekibinin en genç araştırmacısıydım. Ardından İstanbul şehrinin sanayi ve sosyal coğrafyaları, Türkiye’de seçim coğrafyası konularında araştırmalar yaptım. 1990’lı yıllarda sayısal ve niteliksel verinin mekansal temsili problemi üzerinde çalışmaya başladım. Bu alan bugün “veri madenciliği” (data mining), “veri görselleştirme” sayısal beşeri ilimler alanlarının çıkış noktasıdır. Sayısal beşeri çalışmalar (digital humanities) temelde veri görselleştirme/haritalandırma, örüntüyü tanıma, veri madenciliği gibi yeni disiplinlerden besleniyor.
Kent araflt›rmalar›nda yeni bir mükemmeliyet merkezi ‹stanbul Çal›flmalar› Merkezi’nin (‹ÇM) çal›flma alanlar› ve hedefleri nelerdir? İÇM İstanbul şehriyle ilgili önemli projeler gerçekleştirmiş, yurt içinde ve yurt dışında doktora ve doktora sonrası çalışmalara araştırma olanakları sağlama, İstanbul’la ilgili araştırmaları kolaylaştırma amacıyla kurulmuş. Kısa süre önce yönetici olarak atandığım bu birimin bu alandaki uzmanlığının sürdürülmesine, İstanbul Çalışmaları alanında yurt içi ve yurt dışı araştırma programlarına katılarak görünürlüğünü arttırılmasına, gerçekleştirdiği özgün, geçerli yayınlar ve araştırmalarla bir mükemmeliyet merkezine dönüşmesine katkıda bulunmaya çalıcağım. Üniversitemizin mimarl›k bölümü var, kültür varl›klar›n› koruma alan›nda bir yüksek lisans program› var. K›sa süre önce siz ‹ÇM yöneticili¤i, Sibel Bozdo¤an hocam›z Mimarl›k bölümü baflkanl›¤› görevlerini üstlendi. Üniversitemizin son dönemde akademik kadrosunu sizler gibi isimlerle daha da zenginlefltirmesi ‹stanbul’da kent araflt›rmalar› konusunda önemli bir merkez olma hedefinin göstergesi mi? Teşekkür ederim. Evet, söylediğiniz gibi. Prof. Sibel Bozdoğan’ın Mimarlık bölüm başkanlığı, İstanbul Çalışmaları Merkezi’nin yeni araştırma programı; Kadir Has Üniversitesi’nin İstanbul Çalışmaları ve kent araştırmaları alanında bir mükemmeliyet merkezi hedefine doğru atılmış adımlar. Üniversitemiz bu alanda ilk akla gelen ilk danışılan yerler arasında. Bu alandaki seçkin konumunu yeni araştırmalar, yayınlar ve toplumsal etkinliklerle pekiştirmeyi hedefliyor. Üniversitenin bu alanda önemli bir girişimde bulunup fedakarlık yaptığının bilincindeyiz. Mimarlık bölümü, Kültür
Gezi gibi örneklerde, küçük mücadeleler öngörülmeyen büyük toplumsal hareketlere dönüflebiliyor.
Varlıkları programı, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü, Türkiye Araştırmaları Merkezi ve Şehir Mühendisliği laboratuvarı ile proje bazında ortaklıklar kurarak bir sinerji yaratmak amacındayız. Kent araflt›rmalar›n›n Türkiye’deki gelifliminden k›saca bahseder misiniz? Kent araştırmaları, sosyal bilimlerle tarih ve coğrafya ve diğer tüm beşeri bilimlerin kesiştiği bir alan oluşturur. Türkiye’de kent araştırmalarının tahmin edilenden biraz daha uzun bir tarihi var, ancak bu araştırma alanı Batı’daki örnekleri kadar erken kurumsallaşmamış. Türkiye’de tarihçilerin kent tarihi oldukça geç bir tarihte 1990’larda gelişmeye başladı. Kent Coğrafyası alanında durum daha da vahim. Yitirdiğimiz hocamız Erol Tümertekin ve İstanbul Üniversitesi Coğrafya Bölümü’nün istisnai katkıları değerlendirme dışı tutulursa ne yazık ki önemli bir araştırma açığımız var. Bu alandaki katkının büyük kısmı şehir planlama bölümlerinden olmuş; yani plancılar hem planlama hem de kent araştırmaları alanına eğilmişlerdir. Ancak bu durum bu şekliyle sürdürülemez. Yitirilen zamanı hızla geri kazanmak zorundayız.
Kent hakk› ve kentsel toplumsal mücadele Castells’in 1970’lerde literatüre kazand›rd›¤› kentsel toplumsal hareketler kavram›n›n ülkemizde alg›lan›fl› ve çal›fl›l›fl› nas›l oldu? Ülkemizdeki s›n›f temelli politik hareketleri kentsel toplumsal hareketlerle ba¤lant›l› olarak düflündü¤ümüzde ne görüyoruz? Kent hakk› mücadelesi s›n›fsal bilincin neresinde duruyor? Gezi hareketini bu eksende bir bafllang›ç m› yoksa bir geliflimin zirvesi olarak m› görüyorsunuz? Gelişmiş ülkelerde sanayisizleşme (deindustrialization) sürecini başlatan 1973 krizi diğer pek çok alan gibi kent çalışmaları kent coğrafyası ve kent sosyolojisi alanında önemli gelişmelere neden oldu. Kentsel toplumsal hareketler kavramı klasik sosyalist hareketin mevzi yitirmeye başladığı bir bağlamda toplu tüketime konu olan malların ve reel gelirin yeniden dağıtım süreci üzerinde etkili olma amacıyla geliştirildi. Sosyal hak ve ücret mücadelesi alanındaki yıpranmayı aşınmayı kentsel toplu tüketim yaşam kalitesi alanlarında yeni bir siyasi seferberlikle gidermeyi amaçlar. Yani kira düzeyi, kiracının güvencesi, yaşanabilir sürdürülebilir çevre, zaman bütçesi üzerinde özerk tasarruf hakkı dışlayıcı olmayan adil erişilebilir kamu hizmetleri kreş, sağlık, eğitim vb. alanlar birer mücadele alanına dönüşüyor. Bu siyasi program birçok sınıfsal katmanı seferber edebileceğinden daha geniş toplumsal ittifaklar kurma olanağı sağlar. Castells’in modelinde, sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçilirken sendikalar toplumsal mücadele
55
Küresel kentin nitelikleri küresel düzlemden çok yerel ölçekte flekilleniyor.
Herkes kendi yaflam tarz›na göre bir flehir ruhu icat ediyor.
Bildi¤imiz ‹stanbul'un sonu sürecindeki ağırlıklarını yitirirken kentin kendisi bir toplumsal hak, kentsel müşterekler (urban commons) bir mücadele alanı olarak yükseliyor. Türkiye bu yaklaşıma çok iyi bir uyum sağladı. Kentsel kolektif tüketim kavramı Batı’da ortaya çıkmasının hemen ardından Türkiye’de yerel politika düzeyinde uygulanmış oldu, Türkiye’deki belediyeciliğin bu yeni yaklaşım üzerinde şekillendiği söylenebilir. 1974’de İlhan Tekeli hocamın girişimiyle başlayan Yeni Belediyecilik hareketi geleneksel belediyecilik hizmetlerini kökünden değiştiren reformlar gerçekleştirdi. Siyasi etkileri hemen izlendi. Orta sağın elindeki İstanbul, Ankara, İzmir belediyeleri sosyal demokratların eline geçti. Yeni belediyecilik hareketi asfalt çöp toplama su temini gibi geleneksel belediyeciliğe yenilikçi uygulama alanları, eylem programları kazandırdı. Belediyelerin Halk Ekmek, Toplu Konutlar, toplu ulaşım, Tanzim Satış işlerine girişi bu dönemde başlar...1970’lerde başlatılan yeni belediyecilik hareketi bugün ülke genelinde ana akım belediyeciliğe dönüşmüş durumda. Metrobüs bu yaklaşımın gelişmiş bir uygulaması şeklinde yorumlanabilir. Diğer sorunuza gelirsek, elbette ki “artık sınıf ortadan kalktı” gibi bir şey söylüyor değilim; ama kent hakkı mücadelesi ve kentsel müşterekler alanı yeni bir mücadele alanı oluşturmaya başladı. 68 kuşağının bunda etkisi var. Kenti toplumsal mücadelelerin merkezine ilk çeken kuramcı Henri Lefebvre’dir; tabii David Harvey ve Castells kent problematiğini toplum bilimlerinin merkezine taşımakta çok önemli. Ama 68 olaylarının gösterdiği üzere asıl tetikleyici kavram Lefebvre’in Kentsel Devrim kavramı. Unutmayalım ki ‘La Révolution Urbaine’i 1970’de yazmıştı. Gezi’ye gelince: Türkiye’de yerel siyaset önemli ölçüde araçsallaştı. Seçmen oyunu, siyasetçi yetkisini bir pazarlık unsuru olarak görüyor. Bu bağlamda yeni belediyecilik hareketinin ülkedeki demokrasinin sınırlarını genişletmede çok başarılı olduğu söylenemez. Yerel demokrasinin göstergesi yenilikçilik, buluşçuluk, projecilik, katılımcılık giderek içi boş reklam spotlarına dönüştü. Türkiye siyasi kültürü patron-müştericilik, partizanlık, kayırmacılık hastalıklarını çözemeyince kendi kendine ve yerel topluma yabancılaştı. Bu bağlamda yerel müştereklere yönelik müdahaleler Gezi’de olduğu gibi beklenmedik sonuçlara yol açabiliyor... Başlangıcında çok küçük bir mücadele alanından başlayan mücadeleler öngörülmeyen boyutlar kazanabiliyor...
‹stanbul’un küresel kent zincirine eklemlenme mücadesini di¤er geliflmekte olan ülkelerde benzer bir süreç yaflayan flehirlerle karfl›laflt›r›nca ne görüyorsunuz? Okuduklarımdan yola çıkarak kıyaslarsam, yaşanan süreçler farklı ancak yaşam kalitesiyle ilgili benzer toplumsal bedeller ödeniyor. İstanbul bu anlamda çok farklı olmayan bir çizgide gidiyor... Geliflmifl ülkelerdeki küreselleflen kentlerle k›yaslarsan›z? Oralara bakarken de genelleme yapmaktan kaçınmak lazım. Mesela İsviçre'de, Fransa'nın güneyinde bazı yerlerde küreselleşmiş kentlerin yönetimi diğer küresel kentlerden çok daha insanca, daha sosyal adaletçi Fransa'nın Lyon şehrinin yönetimini biraz tanıma fırsatım oldu, orada yurttaşlara sağlanan kamu hizmetlerinin kalitesi çok yüksek; yaşam kalitesini eylem programının merkezine alan yerel yönetimler var. Londra ise bambaşka bir çizgide gelişiyor... Her tarafta yeni kuleler. Küresel kent böyle olacaktır, gelişmiş gelişmekte olan ülkelerde böyle olacaktır şeklinde bir önermede bulunmakta acele etmemeliyiz... Küresel kenti bir toplumsal proje, bir süreç gibi görmek gerek; kaçınılmaz, engellenemez bir küresel kent dinamiği olduğunu düşünmüyorum. Küresel kentin nasıl olacağı büyük ölçüde yerel dinamiklere, muhalefete, insanların bilincine bağlı. Tek bir küreselleşme biçimi değil farklı küreselleşme biçimleri olduğunu, küreselin yerelde kurulduğunu düşünüyorum. ‹stanbul ruhunu kaybetti mi? Henüz kaybetmediyse ne kadar zaman› kald›? Şehirlerin ruhu kavramı biraz nostaljik bir kavram. O ruh dediğimiz şey de durduğu yerde durmuyor. Herkes kendi yaşam tarzına kendi tarihine göre bir şehir ruhu icat ediyor... Bence kentin ruhu aslında gündelik hayatta tanık olunmuş yaşanmış birliktelikler ve birlikte namevcudiyetler (co-absences) üzerinden şekilleniyor. Bir yeri gördüğümüz zaman bir kentte yaşarken, bir zihinsel resim oluşturuyor ve kendi oluşturduğumuz imgeye atıfla bir ruhtan söz ediyoruz. Tabii bu durumda zaten ele gelmez bir kavram olan ruh tümüyle içeriğini yitiriyor. Üstelik zamanla bu ruh da değişiyor. Ben biraz daha somut olgulara atıf yapmaktan yanayım. İstanbul, bildiğimiz aşina olduğumuz İstanbul (“end of Istanbul as you know it”) Marmaray, Halkalı’dan Gebze’ye çalışmaya başladığında büyük ölçüde geride kalmış olacak. Bu illa kötü birşey mi olur bilmiyorum, ama daha iyi olacağı konusunda da bir güvencemiz yok; ancak, başka yepyeni bir kent olacağı kesin…
56
KAD‹R HAS ÜN‹VERS‹TES‹ 2. ‹STANBUL TASARIM B‹ENAL‹ AKADEM‹K PROGRAMINA EVSAH‹PL‹⁄‹ YAPTI Yrd. Doç. Dr. Ayhan ENŞİCİ
İstanbul’un ve Türkiye’nin tasarımla olan kültürel ve ekonomik ilişkisini anlamaya çalışarak içeriğini oluşturmaya çalıştı.
Khas öğretim üyesi Kuratör Tasarım Bienali çerçevesinde farklı disiplinlerden birçok tasarımcıya ve tasarım paydaşına günümüzdeki geleceğinin ne olduğuna dair ‘Manifesto’larını yazmaları için çağrı yaptı. Pek alışık olunmayan bir yöntemle küratör manifestoları sadece 75 kelime ile sınırlandırmıştır. Zoe Ryan manifestonun aslında bir niyet mektubu sayılabileceğinin altını çizerken, çevremizdeki tasarlanmış nesnelerin sonsuzluğunun kişileri ancak hızlı bir tüketime sevk ettiğini ve tam da bu nedenle ürünlerin insanlığa farklı seviyelerde nasıl faydalı olabileceğini sorgulamayı seçiyor. Bu bağlamda bienal kapsamında ele alınan tasarımlar salt form ve işlev düzeyinde bırakılmayarak ihtiyacına cevap verdiği kullanıcılarla nasıl iletişim kurduğu ve nasıl faydalı olduğu sorgusu öne çıkmaktadır. Bu noktada küratör geleceğin sorgulanmasını tasarımcılara ve tasarım paydaşlarına bırakıyor.
‹ki y›l önce ‘Kusursuzluk’ temas› ile yeni üretim metotlar›n›n kültürel bir devrim yaratmadaki etkisinin sorguland›¤› ve ilk kez düzenlenen ‹stanbul Tasar›m Bienali’nin ikincisi bu sene Zoë Ryan küratörlü¤ünde ‘‘Gelecek Art›k Eskisi Gibi De¤il’’ bafll›¤›yla gerçeklefltirildi.Kadir Has Üniversitesi ise Bienalin akademik program›na ev sahipli¤i yapt›. İngiliz küratör ve yazar Zoë Ryan, halen Chicago Sanat Enstitüsü’nde (Art Institute of Chicago) Mimarlık ve Tasarım Bölüm Başkanı ve John H. Bryan Küratörü olarak görev yapıyor. 15 yıldır sanat ve tasarım alanlarında birçok çalışmayı gerçekleştirmiş olan Zoe Ryan Istanbul Tasarım Bienali’nde tasarımın geleceği, günümüzdeki geleceğin ne olduğunu sorgulayan bir tema bienalin teması olarak belirledi. Ryan, İstanbul Tasarım Bienali’nin temasını belirlemeden önce yazarın da aralarında bulunduğu pek çok tasarım paydaşı ile görüşmeler yapmış,
Günümüzde dünyada çapında çeşitli ve çok sayıda tasarım etkinliği süregelmektedir. Hem bienaller hem de tasarım haftaları son yıllarda tasarım ajandalarında önemli yer tutmaya başladı. Venedik Mimarlık Bienali gibi etkinlikler farklı disiplinlerden tasarım ajandalarında gittikçe daha önemli yer tutmaktadır. Mimarlık gibi, disiplinlere özgü tasarım bienallerine oranla doğrudan ‘Tasarım’ teması altında düzenlenen bienaller ise görece daha yeni sayılırlar. Tasarım haftalarının ötesinde bir amaçla yolan çıkan tasarım bienalleri çoğunlukla birey, toplum ve tasarım ekseninde soruları dert ederek tasarımın yaşam içerindeki yerini ve söylemlerini farklı katmanlarda tartışmaya açmakta ve cevaplar aramaktadır. 5. Düzenlenen Gwangju Tasarım Bienali ile SaintEtienne Tasarım Bienalleri İstanbul Tasarım Bienali’ne nispeten daha eski sayılabilirler ancak yine de bu alanın henüz çok yoğun olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu bienaller ile güncel sorgulamaları öne çıkartması açısından benzeşen İstanbul Tasarım Bienali gelişim evresinde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. İstanbul Tasarım Bienali diğer bienaller gibi yaratıcı disiplinlerin aynı çerçevede üretmesine olanak sağlamaktadır. Ancak İstanbul’da düzenlenen bienal şehrin konumu, tarihi ve kültüründen beslenerek özel bir farklılık taşımaktadır.
57
Galata Rum ortaokulu İKSV’nin düzenlediği 2. İstanbul Tasarım Bienali’nin ana mekanı olarak yaklaşık 53 projenin evsahipliği yaparken bienal süresince devam eden farklı etkinlikler bienal programı içinde yer aldı. Ana sergi programının yanısıra bienal içerdiği akademik program ile akademik dünyaya da ‘Gelecek Artık Eskisi Gibi Değil’ (The future is not what it used to be) başlığı çerçevesinde katılım olanağı yaratmıştır. Bu sayede akademik kişi ve kurumlar temaya ilişkin alt başlıklar oluşturmuş ve yeni tartışma alanları yaratarak temayı çeşitli üretimlerle yeniden irdelemişlerdir. 33 akademik kurum tarafından geliştirilen 72 proje 1 Kasım-14 Aralık 2014 tarihleri arasında Karaköy’de bulunan Antrepo 7, Kadir Has Üniversitesi, Cibali Kampüsü’nde ve İstanbul Kültür Üniversitesi kampüslerinde yer alan eşzamanlı sergiler olarak devam etti. Bienal temasının akademik bakış açısıyla değerlendirilmesi ve zenginleştirilmesi için üniversiteler ve diğer akademik kurumlara ev sahipliği yapan ‘Bienal Akademi Programı’, temanın farklı açılımlarını ortaya çıkartan ve farklı yönlerini değerlendirmesini sağlayan özgün bir platform yaratmak açısından başarılı oldu. İstanbul Tasarım Bienali Akademi Programı içinde bu yıl sadece tasarımla doğrudan ilişkili değil, dolaylı olarak tasarımla ilişkili pek çok farklı disiplini de bienale dahil etti. Akademi Programı, Bienalin kavramsal çerçevesini yeni katmanlarla ele alınması, eleştirel düşünce geleneğinin tema üzerinden ürettiği projeler bienal izleyicilerinin tasarım geleceğini sorgulamalarını sağladı. Akademi Programı, Türkiye’den, KKTC’den, A.B.D. ve Avrupa’dan 33 akademik kurumun sergiledikleri projeleriyle farklı bir derinlikle akademik bir pencereden bakılabildi. Mimarlık, Tasarım, Güzel Sanatlar, İletişim ve Mühendislik fakülteleri kendi disiplinleri bağlamında, pek çok durumda da disiplinlerarası bir yaklaşımla temanın satır aralarını bienal izleyicisine yansıtma şansı yarattı. Kadir Has Üniversitesi, akademiler bienale davet edildikten sonra farklı bir yaklaşım göstererek programı tasarım disiplinlerinin ötesine taşıdı. Sanat ve Tasarım Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Zuhal Ulusoy’un yönetiminde bir araya gelen farklı bölümlerden akademisyenler serginin oluşturulması için uzun bir çalışma sergilediler. Kadir Has Üniversitesinden sadece yaratıcılık tabanlı olmayan farklı bölümlerden akademisyenler tasarım ve tasarımla ilgili kavramları sınırların ötesine taşıma hedefiyle bienal temasını günlük yaşamın temel parçası olarak değerlendirerek mühendislik, güzel sanatlar ve sosyal bilimler gibi alanlarda üretilen muhtelif projelerle Cibali Kampüsü’ndeki sergide yer aldılar.
Kadir Has Üniversitesi’nde farklı disiplinlerin bakış açısıyla temayı değerlendiren projelerin yanında İstanbul’u farklı açılardan ele alan yurtdışı üniversitelerinin de projeleri de serginin interdisipliner bağlamını güçlendirdiler. Oslo Mimarlık ve Tasarım Okulu (AHO) - Norveç, Graz Teknoloji Üniversitesi - Avusturya ve St. Pölten’de yer alan New Design University (NDU) - Avusturya ile birlikte Amerika Birleşik Devletleri’nden Yale Üniversitesi ile Oregon Üniversitesi projeleri Kadir Has Üniversitesi’ndeki bienal akademik programının yurtdışından olan misafirleri idi. Kadir Has Üniversitesi’nde gerçekleşen sergiye katılan 16 ulusal ve uluslararası proje içinde üniversite 9 ayrı proje ile yer almıştır. Bu projeler arasında Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi ile Sanat ve Tasarım Fakültesi’nden Yrd. Doç Dr. Taner Arsan ve Yrd. Doç Dr. Orçun Kepez’in ortak ürettikleri projeleri Gömülü Mekânsal Deneyimlerin Mobil Teknolojiler Aracılığıyla Açığa Çıkarılması’nı hedeflerken, Sanat ve Tasarım Fakültesi’nden Harris S. Ford ve Seher Erdoğan Ford tarafından yürütülen ‘Ana dair, gelecek için: Temel Tasarım Eğitimi’ başlığı altında çalışmalar yer almıştır. Cibali Kampüsü’nde yer alan sergide ayrıca Yaşar ve Orta Doğu Üniversiteleri’nin Endüstriyel Tasarım bölümleri ile yine ODTÜ Mimarlık bölümlerinin bienal teması kapsamındaki işleri sergilendi. Yaşar Üniversitesi atık malzemelerin değerlendirilmesi üzerine ‘Çöp Eve Dönüyor’ başlığı ile tasarladıkları ürünleri sergilediler. ODTÜ Endüstriyel Tasarım Bölümü gündelik hayat pratiklerinin evrilen üretim sistemleri üzerinden yeniden ele aldıkları projeleri ziyaretçiler tarafından görülebildi. Sadece Kadir Has Üniversitesi Cibali Kampüsü’nde yer alan akademik program sergisi dahi İstanbul Tasarım Bienali’nin ne denli geniş bir yelpaze açarak tasarımın salt üretim ve kullanım dinamiklerden ibaret olmayan, pazarlama stratejilerinin içine sıkışmayacak kadar geniş etkiler silsilesinin parçası olduğunu gösteriyor. Görülüyor ki İstanbul Tasarım Bienali zaman içerisinde tasarım düşüncesi ve pratiği içinde önemli bir yer tutmaya devam edecek. Tasarım kaçınılmaz olarak iç içe var olduğu toplumla etik değerler, sürdürülebilirlik, tasarımın sosyal yönleri, bir tasarımın tüm yaşam döngüsü içerisinde kişilerle etkileşimi ve benzeri olgular üzerinden tekrar düşünülmesi ve sorgulanması tasarımın yaşamın içerisindeki yerinin daha da netleşmesini sağlayacaktır.
58
TASARIM, ONUN HINZIR SORULARI ve ONA CEVAP VEREN ÇÖZÜMLER‹ Ecem SARIÇAYIR Mimar-Khas Yüksek lisans öğrencisi
Nas›l tan›mlanaca¤›n› bilmedi¤imiz içinde bulundu¤umuz zaman, sanki gelecek ve flimdiki aras›ndaki çizginin en yitti¤i noktalardan biri. Her türlü pratikler, meslekler gelecekle u¤rafl›yorken, müdahil olduklar› ile müdahale etmek istedikleri aras›ndaki s›n›r-lar da bulan›klafl›yor.
En büyük tartışmalarımızdanbiri belki de bu sebeple geleceğin ne ve nasıl olduğu sorusu. 2. İstanbul Tasarım Bienali de bu soruya odaklanıyor. Özellikle manifestolar üzerinden ilerleyen bienal teması, geçmişin bir pratiği olarak görülen manifesto kavramının hem günümüzde hem de gelecek üretiminde nasıl yeniden kurgulandığını da irdeliyor. Manifestonun zamanı değiştirecek
59
güce ve fikre/fikirlere işaret etmesi, aynı zamanda zamanının içinden çıktığı zamanda geleceği düşünmesi ve kurgulaması, günümüzün tasarım pratikleri ve uğraştığı soru/problemlere de referans veriyor. Doğru sorulara, ihtiyaçlara cevap veren tasarımlar, birer manifesto gibi işliyor, zamanı değiştirme ve geleceğe işaret etme şansı yaratıyor. Tasarım Bienali’nde özellikle öne çıkan ortak özelliklerden birisi, tasarımın hınzır1 soruları ve ona cevap veren/çözüm üreten yaratıcı çözümlerinin bir araya gelmesi. Serginin genelinde görünen; yaratıcı çözümlerin, tasarımların bu hınzır soruları sorduran durumlar olduğu. Diğer bir özelliği ise, serginin bize, tasarımın geleceğinin -şimdiden- disiplinler üstü (trans-disipliner) olduğunu ifade ediyor. Çoğu ayırıcı çizgilerin ve ikililiklerin; sanatçı- izleyici, tasarımcı- kullanıcı, mimarlık- tasarım, sergivitrin , sanat-tasarım gibi, yok olduğunu hissediyoruz. ‘Tasarım’, sergileme ve manifestolarda bienalin akışı içinde etkileşime girdiğimiz bir süreç haline geliyor, ‘Bienal’ ise serginin farklı katlarında tasarımın farklı sorularıyla uğraşıyor. Ana mekan olan Galata Rum Okulu’nda, her katta başka bir bölümle, manifestolar, tasarımlar düzenlenmiş. Her bölümde başka bir ana soru/ kavramlar üzerine odaklanmış üretimler bulunuyor. Kişisel bölüm günlük hayatta kalma mücadelelerinin farklı yönlerine odaklanan; güzellik, aşk, kahramanlık, kimlik gibi hem gündelik hem de tüm hayatımızı kurgulayan soyut kavramlardan, mücadele ve kimlik yaratma süreçlerinin manifestolarından, acil durum çantamızda neler olacağından bahseden tasarımla kurulmuş. Dev şehirlerde yaşayan insanların günümüz -ve gelecektedijital bilgi üretimlerinde varoluşlarının ve yerlerinin nasıl okunacağına odaklanan haritalama projesine kadar uzanan bir araştırma olan “Haritacı Manifestosu (Mapmaker Manifesto, Stamen Design) ise varolma, fiziksel olarak varolma ve burada olmak gibi sorulara mekan ve bağlam üzerinden kolektif bir resimharita- çiziyor. Kişilik mücadelemiz ve kendimizi içinde bulduğumuz, tanımlamak zorunda kaldığımız kavramlardan; hayat standartlarımıza, normlarla olan mücadelemize geçiyor Norm ve standartlar kısmı. Bir yandan normlarda kırılmalar, bir yandan da standartlarımızdaki olası değişiklikleri düşündürüyor. Hayatımızın asıl parçası haline gelmiş, artık aralarında temel ihtiyaç, lüks gibi hiyerarşi kalmamış durumları ve tüketimleri yeniden düşünmemize ve belki de bir gelecek stratejisi için yeniden kurgulamamız gerektiğine dikkat çekiyor. Bu bölümü, bir başka alandaki mücadele ve hayatta kalma stratejilerimize bakıyormuş gibi düşünmek mümkün. Zamanımızın, modern dünyada yaşayanların zamanının çoğunu kaplayan iş ve çalışma pratiği, hiyerarşi, statüko gibi çalışma hayatının herkes tarafından deneyimlenen kavramları yeniden ele alınıyor. Bunlardan özellikle saatlerimizi kaplayan çalışma- iş pratiklerine odaklanan ve çalışma mekanını bedensel sporla da birleştiren proje No 41 Spor Bilgisayarı (No 41 Workoutcomputer, Bless) “boş zaman”, birçok şeyle beraber spor da yapabileceğimizi atfettiğimiz zaman aralığı ile çalışma zamanını birleştiriyor.
Bir diğeri ise “Şekerleme aralığı” (Nap Gap), J. Mayer H. und Partner, Archiketen, her çalışma ortamının ihtiyacı. Hele ki günümüzün yeni çalışma biçimleri, zamansız- sınırsız çalışma şartları, bitmeyen çalışma düşünüldüğünde başka mekanlar ve zamansal alanlarıda yeniden kurgulamak gerektiği kesin. Zamansal alanı yeniden kurgulamak derken, bir başka bizim hayata dahil etmeye uğraştığımız, ama tam da dahil olamayan ara-sınır vakti, vazgeçemediğimiz uyku zamanı ve yeni çalışma zamanımız gece, yeniden düşünülür ve gündelik pratiğe eklenirse nasıl bir manifesto yaratır, buna cevap veren proje “Gece vakti için bitmemiş manifesto” (Incomplete manifesto for the the night, Clio Capeille) de tam yine zamanın iş ve çalışma hatta yaşama pratiğine işaret ediyor. Bütün bu mücadalelerimiz ve değişimlerle sürekli hayatta kalma çabamız için biriktirdiklerimiz, bildiklerimiz, kaynaklarımız ne? Bu soruları Bienal, Kaynaklar bölümünde özellikle soruyor. Toplumla olan ilişkiler, birikmiş kültür, bilgi ve üretimlerin yeniden düşünüldüğü projeler, hem günlük hayatımızdaki mekanlar ve objelerle olan ilişkilerimize yeni kurgular getiriyor, hem de toplumla ve bilgiyle olan ilişkilerimizi düzenletecek tasarım programları oluşturuyor. Özellikle Atatürk Kitaplığı birikmiş bilgiler, önemli mekanlar, toplumsal hafızaya ve mekansal arşive dikkat çeken bir yeniden kurgulama projesi “Ortak geleceğimizi düşlemek, Atatürk Kitaplığı (Alexis Şanal, Ali Taptık)” Bienal sonrası da takip edilmeye devam edilmesi gereken bir proje. Manifestolar aynı zamanda stratejilerin, kararların bir örneğiyse, kendi taktik ve stratejilerini sürekli geliştirmek ve yeniden üreterek hayatta kalmaya devam etmek için bir manifesto yazım pratiğine mi ihtiyacımız var? Toplumsal ilişkiler ve katılım katında, ABC manifesto yazım şirketi bu duruma işaret ediyor. Manifestolar akla bir karar, amaç altında birleşmiş grupları akımları getiriken, bir yandan diğer işler günümüz tasarım pratiklerinin manifestolarından kalemlerinden biri olan ‘katılmcılık’ meselesine ironik bir şekilde inceleyen “Karşılaşma kültürü ya da katılımın yedi yolu” (The encounter culture or seven ways to participate, Sibling), ne kadar çok konuşulan bir mesele oluşuna ve bunun ötesine geçmek için düşündürmeyi hedefliyor. Sergi bütününde, gündelik hayat karşılaşmalarımızda da gördüğümüz disiplinler arasındaki sınırların bulanıklaşması; çeşitli pratiklerde yapan ve yapılan, tasarlayan-kullanıcı, karar veren ve katılımcı gibi öznelerin arasındaki çizgilerin bulanıklaşması okunabiliyor. 2
2. İstanbul Tasarım Bienali , bütün bunları okumamızı ve yeniden düşünmemizi sağlayan bir tesadüf olarak görülebilir. Kolektif pratiklerin öne çıktığı, ortaklıklar üzerinden söz söyleme, manifesto türü üretimler ve aynı zamanda tasarımla sınırlarının bulanıklaştığı sosyal bilimler, bilim dallarının tasarımla nasıl bağ kurduğunu, ya da tasarımın onlar içinden çıkan bazen bir pratik bazen de bir düşünme biçimi olduğunu izleme şansımız oluyor. Tasarım ve onun hınzır sorular sordurup cevaplandıran pratiği, zamanına sıkışmayan fikirlerle ve geleceğe işaret eden kurgularıyla Bienal’de hayatla ve onun getirdikleri- götürdükleriyle mücadele önerileri/denemeleriyle, zamansız/sonsuz bir ilişki kuruyor. 1Wicked Problems in Design Thinking, R. Buchanan, 1991 22. İstanbul Tasarım Bienali, http://2tb.iksv.org
60
61
DO⁄ANIN RENKLER‹ ÜZER‹NDEN ‹ÇSELLEfiT‹RME Ceren Aybala Almaata DABAĞ Khas Yüksek lisans öğrencisi
“Sürdürülebilir bir dünya için e¤itim alan baflar›l› ö¤renci neden elindeki çöpü yere atarken bir dakika bile düflünmedi?” “Sürdürülebilir bir dünyaya ulaflmak için yerine getirmemiz gereken sorumluluklar›m›z›n yan› s›ra, h›zla yok olan do¤al çevremiz bizi nas›l etkiliyor? Do¤a ile duygusal ba¤›m›z nedir?” 2. İstanbul Tasarım Bienali, “Gelecek artık eskisi gibi değil!” başlığı altında bizlere şu anda gelecek nedir sorusunu sorarken, gündemimizde yer almakta olan birçok konuyu da yeniden düşünmeye yönlendirdi. Yeşil bir dünyanın kendini gri bir dünyaya bırakmakta olduğu bu günlerde, bizi bekleyen geleceği düşünürken sürdürülebilirlik kavramını yeniden incelemek ise kaçınılmazdı. Bienal akademi programı kapsamında yürüttüğüm “İçselleştirme: Doğanın Renkleri Üzerinden” atölye çalışması da tam bu noktada ortaya çıktı. Kadir Has Üniversitesi’nde gerçekleşen çalışma, farklı üniversitelerden ve disiplinlerden gelen tasarım öğrencilerinin ve genç tasarımcıların katılımıyla gerçekleşti. Katılımcılar beş gün boyunca konuyu interaktif bir şekilde yeniden yorumladılar. Atölye çalışmasının yürütücülüğü ve tasarımı tarafımdan yapıldı. “Sürdürülebilir bir dünyaya ulaşmak için yerine getirmemiz gereken sorumluluklarımızın yanı sıra, hızla yok olan doğal
çevremiz bizi nasıl etkiliyor? Doğa ile duygusal bağımız nedir?” sorularını sorarak, sürdürülebilirlik konusuna farklı bir perspektiften yaklaşan atölye çalışması, katılımcıları doğa ile aralarındaki duygusal ilişkiyi keşfetmeye çağırdı. Tasarım metotlarını kullanarak geleceği hayal etmeyi ve yeni nesilleri sürdürülebilir bir çevre için motive edecek yeni psikolojik öngörüler kazandırmayı hedeflerken, tasarımcıları sürdürülebilirlik üzerine bir duygu senaryosu tasarlamaya davet etti. “Sürdürülebilir bir dünya için eğitim alan başarılı öğrenci neden elindeki çöpü yere atarken bir dakika bile düşünmedi?” sorusundan yola çıktım. Geleceğimizi yeşil bir dünyada hayal ediyorsak, sürdürülebilirlik temasıyla bütünleşmemiz gerekiyor. Bu noktaya da ancak konuyu içselleştirerek ulaşabiliriz. Duygular bu noktada çok güçlü doğanın tüm renkleri; yeşili, mavisi, sarısı kahverengisi hepsinin psikolojimiz üzerinde olumlu etkileri var. Her bir rengin bizde çağrıştırdığı duygular farklı. Sürdürülebilirliği içselleştirebilmek adına doğanın renklerini incelemek iyi bir başlangıç noktasıydı. Grup çalışması şeklinde ilerleyen atölyede, her bir grup senaryosu için bir renk ve bu rengin kendilerine ifade ettiği duyguyu hayal etti. Beyin fırtınaları sonuncunda sevgi, korku ve heyecan duygularına yoğunlaşıldı. 3 farklı proje tasarlayan katılımcılar, sürecin ve içselleştirmenin geleceği şimdiden hayal edebilmek adına ne kadar önemli olduğunu fark ettiler. Sonuç yerine süreç odaklı olan çalışmanın işleri, 1 Kasım-14 Aralık tarihleri arasında Kadir Has Üniversitesi Cibali Kampüsü’nde Bienal Akademi Programı kapsamında sergilendi.
62
Derleyen: Kyra MENGEŞ Khas Lisans öğrencisi
T‹CARET‹N ALTIN KURALLARINI YAZAN SEMT: SULTANHAMAM “Sultanhamam’da bize ticareti ö¤rettiler, kiflili¤i ö¤rettiler, dürüst tüccar olmay› ö¤rettiler, dürüstlü¤ü ö¤rettiler, dürüst tüccar olmay› ö¤rettiler ki orada bu sözcü¤ün içerisinde yaflayan insanlar vard›r.” Zafer Katranc›-Sultanhamam Tüccar›
Ticaretin altın kurallarının yazıldığı bir yer Sultanhamam. Kimilerince bir hayat üniversitesi kimilerince Türk tekstilinin doğduğu yer olarak kabul edilen semt, tarihi yarımadanın ticarete yön veren en önemli semtlerinden birisi haline gelmeye Bizans döneminde başlıyor. Günümüzde birçok Türk tekstilcisinin iş hayatını doğurduğu semt olan Sultanhamam, üniversite okumaktan öte alaylı olmak teriminin uygulamasını bizlere gösteriyor. Türk tekstil tarihinde “Sultanhamam Kuralları”nı literatüre koymuş olan semt, ahilik döneminden hatırlarda kalan dürüstlük, çalışkanlık gibi değerleri de içerisinde barındırıyor. Yalnızca bir iş hayatı değil bir aile hayatı da yaratmış olan semt, sosyal sorumluluk bilinci ile hareket eden tüccarların yer aldığı bir saha olma özelliğinde. Khas İletişim Fakültesi öğretim görevlisi Özer Bereket ve Pusula TV ekibi tarafından yaklaşık yedi aylık bir çalışma sonrasında 50 saate yakın tutulan görüşme kayıtları, fotoğraflar ve belgelerle hazırlanan Sultanhamam Belgeseli’nde yayınlanmayan içerikler “Ticaretin Altın Kurallarının Yazıldığı Yer: Sultanhamam” başlığı ile kitaplaştırıldı. Türkiye’nin bir tekstil ülkesi olarak ilerlemesinde çokça katkıları olan semt hakkında kitap içerisinde daha önce duyulmamış pek çok anı ve bilgi yer alıyor. Geçmişte ticaretin daha çok deniz yolu ile yapıldığı düşünülünce muhteşem bir konum özelliği gösteren İstanbul’da Sirkeci ile Mahmutpaşa arasında kalan semt olarak konumlandırabileceğimiz Sultanhamam sur içi bölgesinde her daim önemli bir konuma sahip oluyor. Aşir Efendi Kütüphanesi, Büyük Valide Han, Büyük Yeni Han, Büyük Çorapçı Han, Kürkçü Hanı hakkında bilgi vererek bölgedeki camileri, mescitleri, yangınları ve depremleri anlatarak tarihe ışık tutan kitap Bizans döneminden günümüze Sultanhamam’ın hangi aşamalarla evrimleştiğini de anlatıyor. Bizans döneminden
63
Cumhuriyet dönemine gerçek tüccarlık ve gerçek esnaflığın kalbi olan semt için günümüzde maalesef ki “gerçek tüccarlık ve gerçek esnaflığın kalbiydi” ifadesini kullanmak zorunda kalıyoruz. Kitapta birçok duayen Sultanhamam tüccarının anıları ışığında insan hikayelerine rastlamak mümkün. Kendi içerisinde geliştirdiği stratejiler ve yaşam biçimiyle Sultanhamam tekstil dünyasına birçok özellik katmış durumda. Eserde babası Sultanhamam’da geliştirdiği satış stratejileri ile tanınan Eyüp Ensari bu stratejilerden birisini şöyle anlatıyor: “Babam, özellikle Kayserili esnafı toplayarak şöyle bir plan yaptı, onlara şöyle dedi: ‘Siz, hiç korkmayın, bizden istediğiniz kadar malınızı alın götürün. Satarsanız parasını verin. Ama bir şartla, masraflarınız, dükkan kirası çıktıktan sonra kalan net karınızın %50’sini bana vereceksiniz’.” dedi.” Rahatça mal almaya başlayan esnaf için bu strateji Sultanhamam kültürünün de bir parçası haline geliyor. Tüm Türkiye’ye satış yapma özelliği gösteren semt, hanlar içerisinde kaybolan küçük dükkanlardan günümüzdeki büyük tekstil sektörü haline Sultanhamam sayesinde geliyor. Popüler dönemlerinde işi iyi kavramış olanlar günümüzde arkasında bir servet bırakmış durumda. Ancak küçücük dükkanlara dahi ödenen yüksek hava paraları hatta bir handa yer bulabilmek için seneler boyunca beklenmesi gereken sıralar hala insanların hatırında yer alıyor. İstanbul dışından Sultanhamam’a alışverişe gelen esnaf ise Beyoğlu’nda konaklamaya korktuğu için her daim Sirkeci’de konaklıyor. Bunun yanı sıra giderek şehir dışındaki esnafı da kendi kültürü içerisine alan bölgedeki tüccarlar hangi gün hangi şehirlerden hangi esnafın alışverişe geleceğini bilir buna göre önceden hazırlığını yaparmış. Sultanhamam ekolünü günümüzde büyük bir tekstil üreticisi olan Erdoğan Aydemir “Eskiden bizim için satmak, onlar için de almak gerçekten bir zevkti.” diyerek anlatıyor. Sultanhamam’da hırsızlık olmaz, şehir dışından gelen esnaf bir zarfın içinde parayı verir arta kalan parayı da ileride geldiğinde kullanırmış. Gelen tüccarlar paralarını bankaya değil esnafların kasalarına bırakacak kadar esnafa güvenirmiş. Günümüzde araç trafiğine genellikle kapalı olan Sultanhamam bölgesinde taşımacılık hala bölük sistemiyle hamallar ile birlikte yapılıyor. Ancak trafiğe kapalı yollar kamyonların ve tırların girişini engellediği için esnaf artık fazla kumaş getirmiyor. Geçmişte Anadolu’da yer alan kumaş fabrikalarından kumaşları alıp Sultanhamam’a getirenler yine tüccarlar oluyordu. 1950 senesine kadar Sümerbank fabrikalarından ve Anadolu’daki daha küçük fabrikalardan ürün alınırken Menderes hükümeti ile başlayan serbest ekonomi ile birlikte 1950’den itibaren çeşitli şehirlerde üretilmeye başlanan yeni ürünleri tüketicilere sunan yine Sultanhamam toptancıları oluyor. Yurt dışından ithal edilen kumaşların satış merkezi de Sultanhamam’dı. Tüm Türkiye’yi giydiren tüccarlar ise önemini eksikliğinde bolca hissedebileceğimiz bir ihtiyaç olan kumaş satıcıları yani manifaturacılardı. Manifaturacıları Yaşar Dodanlı “Tüccar ayrı şey, esnaf ayrı şey. Bir şehre düştüğünüz zaman, tüccar diye sorduğunuzda size bir manifaturacı gösterilir. Neden? Manifaturacılık temiz ve kaliteli bir meslektir. Eskiden beri, dünyanın her tarafında tercih edilmiş bir sanat. Tüccar, özüne sözüne güvenilen kimseye denir.
Menfaat ikinci plandadır.” şeklinde anlatıyor. Ali İhsan Erbil’e göre ise Sultanhamam o dönemin Paris’i. Kitapta Sultanhamam ayrıca bir üniversite olarak da tanımlanıyor. Devamsızlık kabul etmeyen bu üniversite ders programını da uzun yıllara yaymış durumda. Örneğin, aynı zamanda 25 yılını futbola adayan hem de bir mefruşatta işe girmiş olan Varujan Arslayan, Sultanhamam Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra kendi dükkanını açarak geçmişini günümüze taşımış durumda. Burada çıraklıktan başlayan eğitimde tezgahtarlığın ardından ustaların onaylarının alınmasıyla kendi iş yerlerini açabiliyorlardı. Bir dönem bakanlık yapmış olan Cavit Çağlar da “Ben üniversite tahsilimi Sultanhamam’da yaptım, benim üniversitem orası.” der. Sultanhamam’da ticaretin yazılmamış dokuz tane kuralı da kitapta mevcut. İlk kuralın dürüstlük olduğu kurallar içerisinde verilen sözün tutulması büyük bir rol oynuyor. İkinci kural sözün senetten, çekten değerli olması. İşler karşılıklı sözlerle ve açık hesaplarla ilerletiliyordu. Üçüncü kural ise müşterilerini iyi tanıyacaksın, sağlam müşterin olacak. Bankaya yatırılmış ya da kasada saklanmış bir paranın o dönem önemi yoktu çünkü esnaf en güvenli paranın sağlam müşterideki olacağına inanıyordu. Dördüncü kural, yaptığın işi bileceksin. Müşteriye her zaman en iyi malı satmak mottosu bu kuralın içerisinde yer alıyor. Bir sonraki beşinci kural ise, çok çalışacaksın. İbadetin kazası olur, ticaretin kazası olmaz sözüne inanan esnaf öğle yemeğini evinden getirir saat sekizden önce dükkanını açardı. Altıncı kural, fiyatın makul olacak. Sultanhamam esnafında abartılı bir kar anlayışı olmamasının yanı sıra önem verilen şey sürümden kazanmaktı. Yedinci kural, anlaşmazlıklar burada çözümlenir. Problemler mahkemeye taşınmaz esnaf içerisinde saygı duyulan kişiler hakem konumuna getirilerek sorunlar çözümlenirdi. Sekizinci kural ise, özel yaşamında aşırıya kaçmayacaksın, çevrene saygın olacak. Gerek üzüntülü gerek sevinçli anlarında bir araya gelen dükkan sahipleri özel yaşantılarında da lüks yaşamamaya dikkat ediyordu. Son olarak dokuzuncu kural ise, yardımsever olacaksın. “Biz” olmayı seven esnaf eğer karşısındaki dükkan siftah yapmadıysa kendi müşterisini oraya yönlendirebiliyordu. Cumhuriyet döneminden 1980’lere kadar popülerliğini koruyan Sultanhamam maalesef ki globalleşen dünyaya ayak uyduramadı. Artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak için farklı yerlerde Sultanhamamlar kurulmaya çalışıldı. Artan konfeksiyon üretimi ve ev tekstili ürünleri Sultanhamam vitrinlerinde yer almaya başlamıştı. 1991 senesinde bir grup Sultanhamamlı girişimci EVSİAD’ı (Ev Tekstili Sanayici ve İşadamları Derneği) kurdular. Derneğin amacı sektörün problemlerine çözümler üretmek ve meslek içi bağları güçlendirip dayanışmayı sağlamak. Dernek Türkiye’deki sektörün tanıtımını yapıp yurt dışında fuarlar düzenliyor aynı zamanda da yayınlar yapıyor. Son 30 yıl içerisinde Türkiye’de yapılan büyük yatırımlar tekstil alanında büyük yatırımları da beraberinde getirdi. “Ticaretin Altın Kurallarının Yazıldığı Yer: Sultanhamam” kitabı içerisindeki anılar, fotoğraflar ve bilgiler ile birlikte Bizans’tan günümüze Sultanhamam tarihini önümüze seriyor. “Nerede kaldı o eski esnaflık” serzenişlerinin sebebini öğrenmek istiyorsanız bu kitap sizin için doğru bir adres olacaktır.
64
T.C. HALKINI UYGAR B‹R TOPLUM HAL‹NE DÖNÜfiTÜRMEKT‹ GAYES‹ G. Didem ÖNAL Khas Bilgi merkezi
65
“AKLINIZI REHBER ED‹N‹N.” Atatürk hala önemli mi bizim için? Çok önemli. Peki ak›l bizim için önemli mi, akl›m›z› kullanmak zorunda m›y›z? Buna verilecek cevaptan, Atatürk’ün bugün bizimle ilgili olup olmad›¤›, onun ad›n› hat›rlay›p hat›rlamam›z, onun yapt›klar›ndan ders al›p almamam›z gerekti¤i ortaya ç›kacakt›r. Atatürk bize akl›n neler yapabilece¤ini göstermifltir. Bunun mümkün oldu¤unu göstermifl; ama “Ben böyle diyorum, böyle yap›n,” dememifltir. Bilakis, “Ben hiçbir fley söylemiyorum, sadece akl›n›z› rehber edinin,” demifltir. Yapt›¤› bütün ink›laplar›n gayesi de akl›n rehberli¤inde Türkiye Cumhuriyeti halk›n› tamamen ça¤a uygun, bütün mana ve biçimiyle uygar bir toplum haline dönüfltürmektir.
Atatürk bir diktatör mü, de¤il mi? Son y›llarda yaz›lm›fl en içten “Atatürk kitab›” olan eserde bu ve daha birçok sorunun cevab› veriliyor. Celal fiengör’ün “Dahi Diktatör” adl› kitab› geçti¤imiz Kas›m ay›nda raflardaki yerini ald›. Çok tart›fl›lan bu bafll›¤›n arkas›nda ayn› zamanda fiengör’ün görüflleri de merak uyand›r›yor. Dünya çapında saygın bir yerbilimci olmasına karşın sosyolojik bir tarih kitabı yazmaya nasıl karar verdiğini geçtiğimiz Kasım ayının sonlarında Haldun Çubukçu ve Damla Yazıcı ile yaptığı bir söyleşi de yazar Celal Şengör şöyle anlatıyor: “Efendim, ben bu kitabı yazmaya gerek duymadım, bu kitap bir sohbetin sonunda ortaya çıktı. Ben başından beri Atatürk’le çok yakından ilgileniyorum. Bunun iki sebebi var; birincisi benim bir asker geçmişim var, ikincisi ailemde çok büyük bir Atatürk sevgisi var. Ben çok liberal bir ailede büyüdüm, iki adam bu liberalizmin dışındaydı, yani dokunulmazlıkları vardı; Atatürk ve İsmet Paşa. Dolayısıyla insan merak ediyor. Atatürk’ün yaptıklarına bakıyorsunuz bu kadar büyük başarının altında birşey olması lazım! Kiminle konuşsam gerek ailemle gerek onu tanıyanlarla herkes Atatürk’ün bir dahi olduğunu söylüyor. İyi de kardeşim Picasso da dahiydi Van Gogh da ama kulağını kesti. Bu adam neden böyle şeyler yapmadı da bunları yaptı? Bu adamın metodu neydi? Nasıl uyguluyordu? Bu metodu merak edip inceledim” Celal Şengör kitabının önsözünde “Atatürk’ün diktatör olup olmadığı” konusu üzerine kendi görüşlerini “Atatürk bir dahiydi ve bu dahinin yaptıklarının
genel bilançosu hem kendi milleti hem de insanlık açısından çok olumludur. Aklı başında hiç kimsenin zaten bu konuda bir şüphesi yok. Üzerinde tartışılan konu Atatürk’ün diktatör olup olmadığıdır. Bence Atatürk, bal gibi diktatördü” sözleriyle açıklıyor ve ekliyor, “ama bir zorba değil”. Söyleşide konu ile ilgili olarak, “Atatürk’e diktatör diyen de, diktatörlüğün ne olduğunu bilmiyor. Çok demokrat diyen de ne olduğunu bilmiyor. Diyorum ki diktatör nedir? Diktatör, Roma senatosunun oylayarak verdiği bir rütbedir. Magistratus Extraordinarius denen kişiye Diktatör rütbesi verilir. Şu süre içinde, şu sıkıntıdan kurtulalım denir.” derken “Diktatör” sözcüğünün 20. yüzyılda anlam dönüşümüne uğrayarak olumsuz bir çağrışım yaptığını da ekliyor. Ardından “Atatürk pozitivistti diyorlar. Atatürk pozitivist değildir, olamaz. Çünkü Atatürk problemi çözmek için önceden hazır kalıplarla çalışmıyor” sözleriyle Atatürk’ün hiçbir dogmanın peşinden gitmediğini, sorunları belirleyerek onların üzerinde ilerlediğini bunu yaparken de tamamen eleştirel akılcılık yöntemini kullandığını söylüyor. Bu durumu ise şöyle örneklendiriyor. “Bir deney yapmış adam. Nasıl yaptığını anlatıyor: İlk başta diyor ki 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktım, umumi vaziyet, gözlem, ne var ne yok ortada. Ordunun vaziyeti, milletin vaziyeti, İstanbul’un vaziyeti…. Sorunlar. Ve bunlara karşı kurtuluş çareleri…. Bir sürü teklif var ortada. Onları sıralıyor. Ve diyor ki bunlar çare olamaz. En sonunda kendi düşüncesini teklif ediyor. Belli bir yöntemi var.” Yazarın, Atatürk’ün “yanlış” bulduğu bazı karar ve uygulamalarını da açık açık anlatmaktan çekinmediği “Dahi Diktatör”de dönemin koşulları göz önüne alınmadan, bu koşullardan soyutlanarak yapılacak yorumların bilimsel olarak değerlendirilemeyeceğinin altı özellikle çiziliyor.
66
KENTE VE DO⁄AYA GEOMETR‹ VE STRÜKTÜRLE H‹TAP ETMEK: ATATEPE PROJES‹ Doç. Dr. Murat ÇETİN Khas Öğretim üyesi
Khas Sanat ve Tasar›m Fakültesi ‹ç Mimarl›k ve Çevre Tasar›m› Bölümü ö¤retim üyesi Doç. Dr. Murat Çetin ve ekibinin haz›rlad›¤› mimari ve çevre düzenleme projesi, Ulusal Mimari Proje yar›flmas›nda 1. Mansiyon Ödülü’ne lay›k görüldü. Yurt çap›nda 130 proje ekibinin kat›ld›¤› yar›flman›n konusu, Anamur Atatepe’de yap›lacak bir sosyal merkez binas› ve tepenin peyzaj düzenlemesi idi. Ulusal mimarl›k yar›flmas›nda ödül kazanan mimari proje ekibi projelerini anlat›l›rken…
Anamur’un özgün coğrafi ögelerinden Atatepe üzerinde yer alması düşünülen bir sosyal merkez binası için açılan ve rekor düzeyde katılımla sonuçlanan ulusal mimarlık yarışmasına sunduğumuz önerimiz 1. Mansiyon ödülüne layık görüldü. Bu projenin; ana fikrini, arkasında yatan felsefeyi ve projenin üretim sürecini burada paylaşmanın öğrencilerimiz açısından da faydalı olacağını umuyorum. Ekibimiz, benim dışımda, mimari yarışma tecrübesi ve ödülleri bulunan, ayrıca Modernite ve Berlin Kent Mimarlığı üzerine doktora düzeyinde çalışan yüksek mimar Evin Eriş, ve alanında sayılı isimlerden olan Prof. Dr. G. Çağdaş’ın danışmanlığında ‘parametrik tasarım’ üzerine yüksek lisans çalışmalarını bitirmek üzere olan mimar Mehmet Hamarat ile, yeni mezun mimar Ulaş Aksoylu ve daha önce de başka ekiplerde küçük çaplı deneyimleri olan mimarlık son sınıf öğrencileri Yağız Kayaoğlu, Pınar Çuhadar ve Vahit Öz’den oluştu. Bu ekip ile yaklaşık iki buçuk ay boyunca STF atölyelerinde geceli gündüzlü yoğun bir tempo ile çalıştık. Kimi zaman oldukça sert tartışmalar yaşadık, ama pekçok keyifli ve komik anları da paylaştık. Bu
67
penceresinden görüp, ailesi ve arkadaşlarıyla çıkıp piknik yaptığı, kent panoramasının izlenebildiği yüksek bir bakı terasıdır. Ormana saldıran kent karşısında direnirken ‘çığlık çığlığa’ haykıran; kentle orman arasında bakir niteliğini korumaya çalışırken strese girmiş; anamur’un sıcak günlerinde, kekik, menengiç, ıhlamur, çitlembik kokularının yörede hakim rüzgarlarla tepede savrularak insanın doğaya sıkı sıkıya kenetlendiği bir arazidir atatepe… tarih, kültür ve doğanın katmanlaştığı bu özgün lokasyon, kimliğini koruyacak, direnişine omuz verecek, saldırganına göğüs gerecek bir dosta susamıştır ve onu haketmektedir… Sosyal Merkez Binası bu dostluğa bir adaydır…” süreçte, birçok alternatif üzerindeki hararetli tartışmalardan sonra stratejilerimizi gözden geçirerek, en iddialı (dolayısıyla da en riskli) şemalardan biri olan ‘yapıyı yerden koparma’ fikri üzerine yoğunlaşma kararı aldık ve bu şemayı uygulama detaylarına dek olabildiğince rafine ettik. Yarışmayı açan idare ve kurulan akademik jürinin hazırladığı şartnamenin vurgusu, burada istenen sosyal merkez işlevlerinin en uygun şekilde biraraya getirilmesinin yanısıra, (eskiden top atışlarının yapıldığı ve bu nedenle ‘top beleni’ olarak bilinen) tepenin ve üzerindeki yapının bir kent imgesine dönüştürülmesi
Projemizin kent dokusu ile ilişkili olarak gözettiklerine bakacak olursak şunları ifade edebiliriz; kente hakim böylesi bir tepeye kurulu ve simgesel anlam taşıyacak bir sosyal merkez ihtiyacı, tasarım yaklaşımımızın iki temel eksen doğrultusunda belirlenmesine yol açtı: 1. Simgesel sosyal yapıların tarihsel emsalleri, özellikle de AkdenizEge kültürel ve doğal coğrafyasındaki tipojilerden ‘akropol’ mimarisi, bu yapıların geometri ve oranları, kentten algılanışları ve dolayısıyla yapının kent akslarıyla ilişkisinin soyutlanarak kurulması. 2. Top beleninin yer ve kolektif hafızası ile ilişkisini simgeleyen metaforların yapı tektoniği ve geometrisi aracılığıyla soyutlanması
üzerineydi. Kurduğumuz ekipse, bu noktaları karşılamakla birlikte, yere ve iklime özgü olma ve bunun da yanında doğaya en az zararı verecek şekilde bu ihtiyaç programını yorumlama düşüncesinin tasarımın arka planını oluşturması kararını aldı ki ‘yerden koparılmış yapı’ teması bunun için ideal çözümdü. Tepenin mevcut durumuna bakıldığında kentle orman arasında sıkışmış bir konum sergiliyordu, ve burada bu yarışma aracılığıyla yapılaşmayı davet etmenin önemli bir çevresel sorumluluğu vardı. Bu nedenle ekibimiz yarışma konsepti olarak mottosunu şöyle belirledi: “Atatepe sosyal merkezi artık kentte yaşayan her çoçuğun
Yukarıdaki motto ile ifadesini bulan çocuksu heyecan ve gerektirdiği simgesellik, anıtsallık ve hantallık tehlikesine düşmeksizin, doğaya saygılı, hafif, yere tünercesine duyarlı, her an havalanacakmışcasına mütevazi bir tavırla somutlaşmayı tercih eder. Bina, yerel iklimi ve yarı açık mekânların önemini de göz önüne alarak bina programını ‘kentsel pergola’ adı verilen geçirgen bir dış kabukla sarmalar. Akdeniz ve Toroslar arasında, ovaya yayılan kenti, sırtını Toroslara yaslamış orman alanına, diklemesine bağlayan paralel sokak dokusunun belirlediği doğrultu kentten Atatepe’ye bağlantı sağlayan ‘asal erişim aksı’ olarak alınmıştır. Kentsel pergolanın üzerine yerleştiği ikinci aks ise kuzey-güney doğrultusunda uzanan, hakim rüzgarların yer aldığı, deniz ve orman vistalarını bağlayan akstır. Antik referansları ‘akropol-agora’ ilişkisine dek uzanabilen, iki çekim noktasından, Atatepe ile, yavaşlatılmış döşeme ile yeniden oluşturulan Anamur merkez cami meydanını birbirine bağlayan bu ilk ‘asal erişim aksı’ ve küresel, coğrafi, meteorolojik olgulara dair ikincil ‘kentsel pergola aksı’ arasındaki açının yarattığı çelişki ve dinamizm kentsel ve peyzaj tasarımının ana temasını oluşturur. Bina, program ögelerinin alternatif yerleşim seçenekleri arasında, topoğrafya yüzeyine en az temas edecek biçimde; yere sadece çekirdek tabanı basmak üzere yerden kaldıralarak yorumlanmıştır. Bu sayede binanın ‘doğadaki ayak izinin’ en aza indirilmesi öngörülmüştür. Yapı, sadece mevcut habitusa müdahaleyi en aza indirmekle kalmaz, hafriyat miktarını ve temel sisteminin maliyetini de azaltarak, böylesi hassas bir noktada konumlanan yapı için oldukça avantajlı yalın ve abartısız bir şema sunar. Özellikle yapının içindeyken dahi, sağlanan boşluklarla yapının yerden yükseltildiğinin algılanıyor oluşu, tasarım tavrının gündelik hayata taşınmasında ve iklim uymasında önemli rol oynar.
68
göre tasarlanmıştır. Mekan, tüm yüzeyleri açılır kapanır panellerle tasarlanmış olup, gerektiğinde tamamen açılarak dış (yarı-açık) mekanla bütünleşebilen, gerektiğine ise çevresinden tamamen izole olarak her tür sosyal ve kültürel etkinik (konferans, konser, sinema, tiyatro, multi-vizyon, toplantı, çalıştay, kutlama) ve de performansa olanak tanıyabilen bir ‘çok amaçlı salon’ halini alacaktır. Hareketli panellerin bir yüzeyi ses yansıtıcı işlev görmek üzere brüt beton, diğer yüzeyi ise ses emici olarak perfore metal panel olarak tasarlanmıştır. Bu paneller elektrik kontrollü olarak içerisinde gerçekleşecek işleve göre yüzeylerinin açıklık-kapalılık ve ses emicilikyanısıtıcılık koşullarını değiştirmesini sağlar.
Yapının kent imgesi üretme rolü açısından tasarıma yaklaşımımız bazı simge ve metaforların soyutlanarak yapı geometrisi ile ifade edilmesi şeklinde olmuştur. Top beleni üzerinde yer alan yapının, içiçe geçen iki dikdörtgen prizmadan ibaret yalın ve abartısız geometrik kurgusunun, bir topun gerek biçimsel yapısı gerek ateşlenme mekanizmalarına verdiği referanslar ile toplumun geçmişten günümüze ‘top beleni’ anlamını yüklediği tepeyi simgeselleştirmesi öngörülmüştür. İki narin ayak ile taşınan ana kütlenin güney ucunu askıda kalma hali, bir yandan depara kalkan yarışçıların enerjisini taşırken, diğer yandan tepeden gökyüzüne doğru kalkışa geçen kuşların dinginliğini bünyesinde barındırır. Doğal yapıyı, yerel flora ve faunayı örselemeden, kamusal kullanımlara olanak sunan peyzaj düzenlemesi ise, tepenin bakir karakterine en az ölçüde dokunarak, mevcut doğa üzerine hassas ve narince tüneyen bir yapı kimliğini destekler. Yürüyüş ve gezinti yolları tepenin mevcut ağaçların yoğunlaştığı ve dolayısıyla doğal gölgelenmenin sağlandığı kesiminde topoğrafya ile uyumlu biçimde yer alır. Ayrıca bu yollar yapının geometrik kurgusunu belirleyen ‘iki aksın kesişimi’ temasını devam ettirirler. İç içe geçen iki dikdörtgen prizmadan oluşan kütle kurgusu, içeride iç kütlenin kuzey ve güney parçaları arasında açılan bir ekolojik yaşam boşluğu (eko-yırtık) ile koparılması ile tamamlanır. Bu boşlukta beliren ağaç, yaşamın ve yöre insanının doğa ile bütünleşmesinin sembolü olarak, zeminden kopan yapıyla ‘yer’ arasında düşey doğrultuda fiziksel ve kavramsal bir bağlantı kurar. Yapının işlev şeması, bina programının yarı-açık merkanlarını kuzey-güney yönünden omurga doğrultusunda lineer bir dizgeye oturtarak birleştirir. Pasif-aktif, servis alan-servis veren, açık-kapalı çiftleri doğrultusunda ki çeşitli zonlamalar da bu çizgisel oluşum içerisinde düzenlenir. Yapının merkezi konumunda yer alan çok amaçlı salon, doğası gereği ve tasarım felsefesine uygun olarak esnek bir mekan anlayışına
Yapının ana taşıyıcı sistemi çelik karkas olarak belirlenmiştir. Yapının kuzey tarafında yer alan çekirdek, betonarme perde olarak tasarlanmış olup, yapıda stabiliteyi sağlayan düşey bir taşıyıcı ögedir. Ayrıca, lineer yapıyı iki tarafından ayakta tutarak yerden koparılmasına olanak tanıyan bir ana mesnet görevi de üstlenir. Yapının güney ucunda yer alan ‘v’ biçimli çifte payanda şeklindeki kolonlar da tabanı derin bir çelik ızgaradan ibaret olan yapıyı diğer ucundan bir köprü ayağına benzer biçimde mesnetler. Bu taban üzerinde iki katlı olarak yer alan çelik iskelet sistemi bir yapı, ve bu yapıdan bağımsız tüm bu yapıyı ve tabanı dıştan saran bir çerçeve sistemiyle taşınan bir dış kabuk (kentsel pergola) yer alır. Bu yapı kabuğu çift cidarlı olarak tasarlanmış olup, yer aldığı iklim koşullarının gerektirdiği gölge ve doğal havalanma olanağını sağlayabilmek üzere, dış kabuk çelik karkas üzerine perfore metal levha kaplama olacak şekilde detaylandırılmıştır. Proje mimari websitelerinde, online yarışma tartışma platformlarında izlenme rekoru ve tartışma rekoru kırmaktadır. Bu anlamda projenin mimarlık ve yarışmalar ortamında hedeflediği etki başarıyla yaratılmıştır.
Proje detayları için http://www.arkitera.com/proje/4039/1-mansiyon--anamur-atatepe-sosyal-merkezi-ve-cevresi-ulusal-mimari-proje-yarismasi http://kolokyum.com/yazi/6383/1_mansiyon__anamur_atatepe_sosyal_merkezi_ve_cevresi_ulusal_mimari_proje_yarismasi http://muratcetin-architect.blogspot.com.tr/2015/01/awarded-project-anamur-atatepe.html Yazar’ın notu: Bu süreç boyunca bizlere göz kulak ve destek olan tüm güvenlik ve kat görevlilerine ekip olarak teşekkür ediyoruz...
69
B‹R SONBAHAR GECES‹NDE UYANIKTI BELK‹ DE, TA K‹ SAAT‹N‹N ALARMI ÇALANA KADAR Arpaslan BUDAK Khas Lisans öğrencisi
Mutlu bir sonbahar gününden geriye havan›n kararmas›na dakikalar kala… Rüzgâr›n kula¤›ma bir fleyler f›s›ldad›¤›n› hissedebiliyorum. Sanki anlatmak istedi¤i bir fleyler vard› bana.
70
Yaprakların ağaçtan düşüp yere değerken çıkardığı sesin içimde uyandırdığı duygu. Daldan düşen yapraklar ve rüzgârın hafif hafif, içtenlikle söylediği nağmeler benden hoşlanmış gibiydi. Saçlarımı dağıtıyor ve benimle dans edercesine tatlılıkla esiyordu. Kulağım diğer yandan uzaktan uzağa, inceden inceye gelen bir sesi anlamlandırmaya çalışıyordu, daha çok sonbahar akşamına yakışır şekilde çalınan, kemanı andıran… Belki de bu sesi çok uzaklardan gelen kayıkçıların ve martıların çıkardığı sesler oluşturuyordu, bilmiyorum. Her şeyiyle sonbahara yakışır bir akşamdı o akşam. Kafamın içi uzaklardan görünen deniz kadar berrak ve sakindi. Tek başıma o bankta oturmuş, hayatı seyrediyordum. Nasıl olduğunu anlamadım ama birden sen belirdin sağ tarafımda. Nasıl bu kadar sessizce yanıma yaklaştığını merak etmiştim doğrusu. Belki de ben çok dalgınım, geldiğini anlamayacak kadar, her neyse. Geldin ve bankın sağ tarafına usulca oturdun. Dikkatimi çeken ilk şey kahverengi uzun saçlarındı. Rüzgâr saçınla dans ediyor, gözünün önüne getiriyordu. Sadeliğin güzellik bulmuş haliydin. Geldiğin andan beri sana bakıyor, gözlerimi alamıyordum senden. Sen denizi seyrediyordun, yakaladığın bir sese de kulak verip. Yüzündeki şaşkınlık ifadesi, dikkatimi çeken bir şeyler olduğunu söylüyordu. Belki de -benim gibi- sen de kemanı andıran o sesi anlamaya çalışıyordun. Bir zaman sonra kafanı yavaşça bana doğru çevirdin. O an ağaçların baharda olduğu gibi tekrar yeşile büründüğünü, akşam sakinliğine dalmış daha coşkulu dalgalandığını, martıların yorgunlularını unutup daha hızlı uçtuklarını hissetmeye başladım. O anda aklım bir kâğıt parçası gibi hafiflemişti; rüzgâr aldığı gibi uçurdu, nereye uçurduğunu kendisi bile bilmeden. O anda donup kalmıştım, ne diyeceğimi bilemiyordum. Ne demeliydim, ne demeliydim de bu nefesimi kesen zamana bir son verip normale döndürmeliydim. Çünkü kendimi hissetmiyordum ve sen bana bakınca; çünkü vücudum kaskatı kesilmiş, hareket edemiyordum; çünkü ucu bucağı olmayan sonsuzluk geçiyordu içimden. Sana dokunmak istiyordum, rüzgârın şarkılar okuduğu saçlarına, bana içten içe gülümseyen ve gamzelerini ortaya çıkaran yanaklarına, o narin omzuna. Fakat büyülemiştin beni, bunların hiç birini yapamıyordum. Her şeyin normale dönmesi için rüzgârı ve o sesi duymak istiyordum yeniden. Fakat duyabildiğim tek ses, nefesindi. Sakin, durgun, dinlendirici nefesin. Tüm seslere değişebilirdim. Bu ses; çok garipti ama öyleydi. Hisli, derinden gelen bakışlarla bana baktığın an fark ettim. Gözlerin çok derinden bakıyordu, konuşuyordu gözlerin, evet,
gözlerin içten içe konuşuyordu benimle. Rüzgârın sana dediklerini anlatmaya çalışır gibi. Ama susuyordun sen, neden konuşmuyordun sahiden? Kelimelerin yetemeyeceğini mi düşünüyordun yoksa? Yoksa anlatmak mı istemiyordun? Ya da o sonbahar akşamının o asil sessizliğini mi bölmekten mi kaçınıyordun? Belki de konuşmasan da seni anlayacağımı düşünüyordun, bilmiyorum cevabını. Tek bildiğim gözlerinin benimle konuşmak istemesi. Sessizliği bölmek istemedin. Bana bakmayı bırakıp denizi seyretmenden tahmin ediyorum ki. Yakamozu izliyordun, bense sana bakmaya devam ediyordum. Rüzgârın saygıyla taşıdığı tuz kokusunu içime çekiyordum. Ohh, tertemiz ve ferah… Fakat heyecanım hala devam ediyor, yatışmıyordu bir türlü. O sonbahar gününden geriye kalan saatler sanki sonsuzluğa akıyordu. Dünyanın en güzel yerini sorsalar tam olarak sağ tarafımı tarif ederdim; gözlerindeki masumiyeti… Usulca denizden gelen tuz kokusunu her burnuna çekişinde sanki benden de bir parça içine dolardı. Bu durumdan memnun olduğunu düşünürdüm yüzündeki mutluluğu okuyunca. Huzur doluydun burada. Rüzgârın sana fısıldadığı şeyler sanki hoşuna gidiyordu. Yere düşen yaprakların çıkardığı ses gecenin orkestrasına eşlik ederdi. Birdenbire artık konuşabileceğini fark ettim, artık özgürdüm, seninle konuşabilecektim. “Nasılsın?” dedim sana, ilk dediğim şey bu oldu. Şaşırmıştın adeta böyle bir şey duymayı beklemiyordun benden belki de. Kafanı yavaşça bana doğru çevirdin ve tekrar bana bakmaya başladın. Tekrar bana bakıyordun, gözlerime, en derinime. Gözlerin, çok güzeldi. Uzun uzun baktın yine. Vereceğin cevabı merak ediyordum. Ne söyleyecektin bana? Tüm dikkatimi sana vermiş seni izliyordum. Konuşmaya başlamadan önce aldığın nefesi hissedebiliyordum. Sanki o nefesle birlikte ben de toz olmuş havaya karışmıştım. Söylediğin tek bir şey beni olduğum yerden uçurmaya yetebilecek güçteydi. Nedense kendimi çok hafif hissediyordum. Etrafta senden ve benden başka kimse yoktu. Sadece ikimiz vardık, beraberdik. Ve ben hazırdım, bir toz bulutu kadar hafiflemiş kendimi artık sana bırakmıştım. Hazırdım, ne söyleyeceksen hazırdım, söyleyeceğin her şeye hazırdım, senindim tamamen. Ve beklediğim o an gelmişti. Konuşmaya başlıyordun! Ama hayır, hayır, bu mümkün olamaz, mümkün değil! Öylesine gerçek, öylesine sıcak, öylesine içtendi ki ihtimal dahi verememiştim buna. Belki de unutmuş olmalıydım. Her şey o kadar güzel ve büyüleyiciydi ki o an… Lanet olası alarm!
71
DÜNYA KUPALARINDA EV SAH‹B‹ OLMA AVANTAJI Emir GÜNEY Khas Spor çalışmaları merkezi müdürü
1930 y›l›ndan beri her dört y›lda bir düzenlenen FIFA Dünya Kupas› geçti¤imiz yaz Brezilya’da düzenlendi. Kupay› Almanya kazand› ve ev sahibi olma avantaj›na sahip, kupan›n favorisi olarak gösterilen Brezilya’y› floka u¤ratt›. Bu da, ‘‘FIFA Dünya Kupas› tarihinde ev sahibi olan ülkeler her zaman avantajl› m›d›r?’’ sorusunu gündeme getirdi. Olimpiyat Oyunları ve FIFA Dünya Kupası gibi küresel kapsamda düzenlenen spor organizasyonları, düzenlendiği ülke ve şehirler için her zaman büyük bir tanıtım imkânı olmuştur. Her ne kadar bu organizasyonların finansal olarak ev sahibine olumlu geri dönüşleri olmayabilirse de, sportif anlamda olumsuz bir etkisi olduğu şimdiye kadar görülmedi. Hatta bu yazıda paylaşılacak istatistikler ev sahibi olmanın olumlu etkisini doğrulamakta.
72
2014 yazında Brezilya’da düzenlenen FIFA Dünya Kupası, futbol tarihindeki 20. Dünya Kupası olma özelliğini taşıyor. İlki 1930’da Uruguay’da düzenlenen bu organizasyon, o zamanki halinden bir hayli uzaklaşmış durumda. 1930’da yapılan ısrarlı davetlere rağmen ancak 13 takımla oynanabilen bu turnuvaya günümüzde 200’den fazla ülke iki sene boyunca yaptıkları eleme maçları sonucunda katılabiliyor. Kupanın günümüzdeki katılım kontenjanı ise yalnızca 32 takım. Uruguay’ın ilk ev sahibi olma unvanına ulaşmış olması bir tesadüf veya kayırmacılık sonucu olmuş değil. Uruguay futbol milli takımı 1924 ve 1928 Olimpiyat Oyunları’nda altın madalya kazanan ve o zaman dünyanın en iyisi olarak kabul edilen bir takım. Dolayısıyla ilk defa dünya çapında bir futbol turnuvası düzenleneceği zaman akla ilk gelen ülke Uruguay olmuş. Aynı zamanda 1930 yılı Uruguay Anayasası’nın yazılışının da yüzüncü yılına denk geliyor. Dolayısıyla bu Latin Amerika ülkesinin ilk kupaya ev sahipliği yapmış olması için birçok geçerli sebebi var. Uruguay ilk Dünya Kupası’nı kazandığında kimse şaşırmamış. Hatta finalde Arjantin’i 4-2 yendikleri maçın ilk yarısı Arjantinliler’in getirdiği topla oynanmış ve 2-1 Arjantin öne geçmiş. İkinci yarıda ise Uruguaylıların topu ile oynanınca maçı Uruguay 4-2 kazanmış ve ilk kupanın sahibi olmuş . Ev sahibi olma avantajını daha ilk organizasyonda bile görebiliyoruz. Dört yılda bir düzenlenen futbolun bu zirve organizasyonunda her turnuva sonrası ev sahipliği yapmak için de bir yarış ortaya konuyor. Ev sahibi ülkenin elemelere katılmadan doğrudan turnuvaya giriş hakkının olmasının yanı sıra, bu hak aynı zamanda küresel anlamda büyük bir tanıtım ve pazarlama imkânını da bereberinde getiriyor. Dolayısıyla FIFA artık bu seçimi 200’den fazla üyesinin verdiği oylar ile belirlemekte. FIFA’nın oylaması sonucunda kazanan ülkenin bu organizasyonu planlaması için tam yedi senesi var. Yedi sene içerisinde tüm stadyumların, ulaşım ve konaklama imkânlarının ve tüm hizmet planlamasının yapılması gerekiyor. Sonucunda ise ev sahibi takım kendi taraftarları önünde maçlarını oynama avantajına sahip. Taraftar desteği ve kendi stadyumlarınızda oynamanın avantajı ise genelde ev sahibi takımın beklenenin bir üzerinde sportif başarıya ulaşmasını sağlıyor. Her ne kadar FIFA tüm dünyayı (altı kıtayı) kapsayan bir organizasyon yapısında olsa da, her dört yılda bir yaptığı bu etkinliği 2002 yılına kadar yalnızca üç kıtada düzenlemişti. 2002’de Güney Kore & Japonya’da ve 2010’da Güney Afrika’da düzenlenen Dünya Kupaları sayesinde bu rakam beş kıtaya ulaştı. Henüz Okyanusya (Avusturalya) kıtası bu organizasyona ev sahipliği yapmış değil. Geride kalan 20 kupanın ev sahipliği istatistiklerinde ise Avrupa kıtası açık ara önde: Avrupa (10), Güney Amerika (5), Kuzey Amerika (3), Afrika (1) ve Asya (1). Ev sahipliği yapan kıtaların kazanma oranlarına baktığımızda
düzenleyici olmanın avantajını açıkca görmekteyiz: Avrupa 9 /10 (%90) , Güney Amerika 4/5 (%80), Kuzey Amerika 0/3 (%0), Afrika 0/1 (%0) ve Asya 0/1 (%0). Görüldüğü gibi ev sahipliği yapma hakkı beş kıtaya yayılmış olsa da, mutlu sona ulaşmak yalnızca iki kıtaya nasip olmuş: Avrupa ve Güney Amerika. Bu iki kıtanın diğerlerine göre futbol kültürleri, altyapı imkânları, dünya kupalarına katılırken FIFA’nın sağladığı kontenjanlar ve benzeri diğer avantajları mevcut. Ancak bu iki kıta arasındaki rekabette de ev sahibi olan kıtanın ezici bir üstünlüğü olduğunu görebiliyoruz. Kıtalar bazında ev sahipliği oranları başlı başına bir ev sahibi avantajı olduğunu bizlere kanıtlar nitelikte. Ülkeler bazında baktığımızda da bu avantajı daha az oranda olsa da yine de görebilmekteyiz. 1930’da Uruguay, 1934’te İtalya, 1966’da İngiltere, 1974’te Batı Almanya, 1978’de Arjantin ve 1998’de Fransa hem ev sahibi hem de şampiyon olma onuruna erişmişler. 20 organizasyonun altısında ev sahibi ülke mutlu sona ulaşmış. Dolayısıyla %30 gibi bir başarı oranı söz konusu. Başarıyı yalnızca şampiyonluk olarak kabul etmek tabii ki doğru olmaz. 1930’da 13 takım, 1934-1978 tarihleri arasında 16 takım, 1982-1994 tarihleri arasında 24 takım ve 1998’den itibaren de 32 takım bu turnuvada grup aşamasına katılma hakkı kazandılar. Birçok ülke için yalnızca bu kupaya grup aşamasından katılmak bile başarı sayılabilir. Özellikle Afrika ve Asya kıtaları gibi hem altyapı hem de futbolcu gelişiminin diğer kıtalara göre geride kalmış olduğu düşünülürse, bu kıtaların takımlarının yarı final, hatta çeyrek final oynaması bile büyük başarı sayılabilir. Zaten Avrupa, Güney Amerika ve Kuzey Amerika kıtaları dışında bir Dünya Kupası’nda grup aşamasını veya ilk turu geçebilen ilk kıta 1966’da Asya kıtası olmuştur. Afrika kıtası ise grup aşamasını/ilk turu geçebilen ilk takımını görebilmek için 1986 Meksika’yı bekleyecektir. Son olarak ev sahipliği yapma ve yarı finale kalma oranlarını ülkeler bazında incelersek istatistiksel olarak ev sahibi ülkelerin başarısını da gözler önüne sermiş olacağız. 1930’dan günümüze kadarki 20 organizasyonda ev sahibi ülkenin grup aşamasını/ilk turu geçemediği yegâne kupa 2010 Güney Afrika’dır. Ev sahibi ülkenin bir dünya kupasında yarı finale kalamama durumu ise yalnızca yedi defa gerçekleşmiş. Dünya Kupası ismiyle tüm dünyayı kapsıyor gibi olsa da başarılı olma istatistiklerine bakıldığında Avrupa ve Güney Amerika kıtalarının ezici bir üstünlüğü gözlerden kaçmıyor. Kupanın tarihinde yarı finale bu iki kıta dışından kalabilen yalnızca iki takım olabilmiş: Meksika (1930) ve Güney Kore (2002). Final aşamasına kalabilen ise henüz yok. Her ne kadar Dünya Kupası deniyor olsa da, şimdiye kadar Güney Amerika -Avrupa çekişmesi şeklinde geçen bu organizasyonda umarız önümüzdeki yıllarda daha fazla kıtayı da yarı finallerde ve hatta final maçında görme şansına erişebiliriz.
Fotoğraf: Gökçe ERENMEMİŞOĞLU Fotoğraf Sanatçısı & Reklam Fotoğrafçısı
'Modern Zamanlar'
0 212 533 65 32 dergi@khas.edu.tr
www.khas.edu.tr facebook.com/Khasedutr
twitter.com/khasedutr
Kadir Has Üniversitesi Kadir Has Kampüsü 34083 Cibali ‹stanbul