K›fl 2016, Say› 19
PANoRaMA
Yan Aynada Kendine Bak
Dijital Gazetecilikte 2016 Öngörüleri
Küratörlük Bir Aflk ‹liflkisi Gibidir
Türkiye’nin tarihine ›fl›k tutmak amac›yla Kadir Has Üniversitesi bünyesinde kurulan Ulusal Kültür Belgeli¤i’ne ilk olarak yönetmen ve senarist Ali Özgentürk’ün yaz›flmalar, mektuplar, video çekimleri, film-video kay›tlar›, mekan-insan foto¤raflar›, kamera arkas› görüntüleri, belgesel filmler ve çok say›da söyleflinin oldu¤u arfliv belgeleri dahil edildi.
ISSN: 2146-4820
01
03 Sunufl 04 “Sahneye Ç›k›p fiöyle Bir Bakt›¤›m Zaman, Bütün Dünyay› Kucakl›yormuflum Gibi Geliyor.” Haber: Khas Haber Merkezi Tiyatro sanatç›s› Y›ld›z Kenter’in hayat hikayesini anlatan “Tiyatro Benim Hayat›m” adl› kitab› Kadir Has Üniversitesi Sanat ve Tasar›m Fakültesi Tiyatro Bölümü ö¤retim üyesi Prof. Dr. Dikmen Gürün taraf›ndan kaleme al›nd›.
08 “Eski Öldü, Yeni Do¤du Ama Yeninin Yenilenmesinden Kaynaklanan Bir Belirsizlik Var.” Röportaj: NM 305 Lisans ö¤rencileri Kadir Has Üniversitesi ‹letiflim Fakültesi Yeni Medya Bölümü derslerinden NM305 Multimedia Newsroom’un “Newsroom On Air” program›n›n ilk konu¤u Kadir Has Üniversitesi Rektör Yard›mc›s› Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman oldu.
14 Mithat Bereket: “Paylaflmazsan Oldu¤un Yerde Kal›rs›n.” Haber: Cevat Eligüzel Kadir Has Üniversitesi ‹letiflim Fakültesi Yeni Medya Bölümü ö¤retim görevlisi, gazeteci ve televizyon programc›s› Mithat Bereket, America Abroad Media’n›n “Medyan›n Öne Ç›kan Liderleri Onur Ödülü”nü ald›.
16 Türkiye’de ‹lk Kez Bir Üniversite, Bir Yönetmenin Arflivini Sahipleniyor Röportaj: ‹lgün Özcan Türkiye’nin tarihine ›fl›k tutmak amac›yla Kadir Has Üniversitesi bünyesinde kurulan Ulusal Kültür Belgeli¤i’ne ilk olarak yönetmen ve senarist Ali Özgentürk’ün yaz›flmalar, mektuplar, video çekimleri, film-video kay›tlar›, mekan-insan foto¤raflar›, kamera arkas› görüntüleri, belgesel filmler ve çok say›da söyleflinin oldu¤u arfliv belgeleri dahil edildi.
20 Hay›r Katlanam›yorum. Hay›r, Be¤enmiyorum. Hay›r, Onu Görmek Dahi ‹stemiyorum! Haber: Adem Emre Topçu Uzun y›llard›r medya ve iletiflimle çal›flan siyaset ve onun liderlerinden sonra, en kritik ikinci pozisyon olarak kabul edilen, iletiflim ve reklam uzmanlar›n›n üstlendi¤i siyasal iletiflimcilik ve bunun politikac›l›¤› bir diktatörü devirmeye yeter mi?
24 Sosyal Medyada Bir Sürüklenmifllik Var Röportaj: Merve Erden Kadir Has’ta yüksek lisans e¤itimine bafllad›¤›mda ad›n› övgüyle duydu¤um ‹smail Hoca her daim yenili¤e aç›k. Düflünsenize ders ald›¤›n›z e¤itmen sosyal medyay› seviyor ama bilinçli kullanmak flart›yla.
26 Medya Dijitalleflirken Ö¤r. Gör. ‹smail Hakk› Polat Geliflmifl ülkelerde birkaç y›ldan beri baflgösteren kaç›n›lmaz dijital dönüflüm, ülkemizde de etkilerini göstermeye bafllad› ve tarihte ilk kez yeni medya reklam gelirleri, yaz›l› bas›n› geçti.
28 Siber Savafl Söylemine Karfl› Siber Bar›fl Söylemi Ö¤r. Gör. Sarphan Uzuno¤lu A¤ toplumu ve bilgi toplumu, yeni yeni düflünülen kavramlar olarak alg›lansa da aradaki fark üstüne uzun süredir düflünüyoruz. Terminoloji dahilinde akl›m›za en çok tak›lan anahtar kelimeler ise güvenlik, gözetim ve ifade özgürlü¤ü oluyor.
30 Bir Çal›flma: fiehirde Kinetik Toplanma Mekan› Doç. ‹nci Eviner-Ecem Sar›çay›r Bir yap›n›n tafl›d›¤› nas›l bir bilgidir? Peki tarih, geçmifl bir binan›n gözünden ve içinden nas›l gözükür? Bir bina içeriden d›flar›ya nas›l bakar? Kadir Has Üniversitesi Sanat ve Tasar›m Fakültesi ö¤rencilerinin görseli ve metni bir arada kullanarak oluflturduklar› yarat›c› ve artistik proje grafik tasar›mlar› bu sorulara cevap arad›.
35 Reklamc›l›kta Tafllar› Üst Üste Koymak! Ö¤r. Gör. Serpil Y›ld›z Özdemir Reklamc›l›k, di¤er hizmet sektörlerine k›yasla ifl hacmi küçük dolay›s›yla rekabetin çok, ifl bulman›n zor oldu¤u bir sektör. Bir de üstüne, üniversitelerin, sektörün ihtiyaç duydu¤undan çok daha fazla mezun veren reklamc›l›k bölümleri, problemin derinleflmesinde etkili rol oynuyor.
ISSN: 2146-4820
02 37 Khas Reklamc›l›k Atölyesi, Son 3,5 y›lda 39 Ödül Ald›, 19 Kez Finale Ç›kt› Haber: Zeynep Y›lmaz-Burak Gürhan Kaymakç› Kadir Has Üniversitesi ‹letiflim Fakültesi Reklamc›l›k Bölümü Reklamc›l›k Atölyesi kazand›¤› ödüller ile dikkat çekiyor. Reklam sektörünün prestijli yar›flmalar›nda baflta birincilik olmak üzere ödül kazanan ö¤renciler, staj yapt›klar› dönemdeki iflleriyle de ödülle dönmekle kalmay›p en büyük reklam verenlerin açm›fl olduklar› yar›flmalarda da birincilik ald›lar.
41 Karagöz ile Noel Baba Yanyana Gelemez, Karagöz’den Namaz Hocas› Olmaz! Mehmet fiimflek Hayal perdesinin son ustalar›ndan Ünver Oral’a göre tahsili olmayan ve uluorta konuflan Karagöz ile Noel Baba’y› ayn› sahnede kurgulamak çok büyük risk... Dahas› var: Karagöz abdest ald›rmamal›, namaz k›ld›rmamal›...
44 Kültür Varl›klar›n› Gelece¤e Aktarmak, Onlar› Miras Alan Kuflaklar›n Sorumlulu¤udur N. Buket Cengiz Bir y›l önce aç›l›fl› yap›lan Kadir Has Üniversitesi UNESCO Kürsüsü baflkan› Doç. Dr. Yonca Kösebay Erkan, kültürel bu miras›n ve korunmas› konusunda ufuk aç›c› yorumlar›n› bizlerle paylaflt›.
47 Her Defas›nda Küllerinden Do¤an Ajan: James Bond Doç. Dr. Murat Akser Dünya sinema ve kültür tarihinde yer eden en önemli roman ve film kahramanlar›ndan biridir James Bond. So¤uk savafl döneminin ‹ngiliz ajan› üzerine yar› an›, yar› kurgu olarak yaz›lm›fl bir dizi romandan yola ç›kan filmler dünya çap›nda bir kültürel ikonun do¤ufluna flahitlik etti.
50 Alg› Yönetiminde Yükseltilmesi Gereken De¤er: Ses Mustafa Silici Günümüzde pazarlama stratejilerinin en önemli gücü, subliminal mesaj veren içerikler; duyu organlar›m›z›n alg›lama kapasitesini standartlar›n üstünde tutarak bilinçalt›m›za gizli mesajlar verirler.
52 Foto¤raftaki Baflar›s› Anda Kal›p, Deklanflöre Basmas›ndan Geliyor Röportaj: Neslihan Öztürk Kadir Has Üniversitesi ‹letiflim Fakültesi ‹letiflim Tasar›m› Bölümü mezunu, 2011’den bu yana profesyonel foto¤raf sanatç›s› olarak çal›flan Doruk Can Yemenici’nin içerik yarat›c›s› ve görüntü yönetmeni olarak çal›flt›¤› CookLife Dergisi için gitti¤i Yeni Zelanda foto¤raflar›n› bir söylefli ile sunuyoruz.
58 Gazetecilikte Yeni Y›l Öngörüleri Dijitale ‹liflkin Derleyen: fiükrü Oktay K›l›ç ABD gündemi etraf›nda yürütülen etik tart›flmalar› es geçerek Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Laboratuvar›’n›n her y›l haz›rlad›¤› reklam, ifl modeli, yerel medya ve geleneksel medyay› konu edinen dijital gazetecili¤i temel alan 16 ismin yeni y›l öngörülerini -k›saltarak- Türkçelefltirdik.
62 Bir Tuhaf Yay›nevi, Yüz Tuhaf Kitap Ö¤r. Gör. fiehnaz fiiflmano¤lu fiimflek Yay›nlad›klar› ''tuhaf'' kitaplarla dikkati çekmeyi baflaran yeni yay›nevi A¤açkakan Yay›nlar›'ndan ç›kan 100 Tuhaf Kitap'ta edebiyat sosyolojisine dair ilginç veriler içeriyor.
64 Dört Kitap Kendi Hikayesini Anlat›yor Burcu Y›lmazcan Birinci kitap: Sana Söyleyemedi¤im Her fiey. ‹kinci kitap: 18 Saat. Üçüncü kitap: Babalar ve O¤ullar. Dördüncü Kitap: Karanl›k Zihinler.
67 “Yan Aynada Kendine Bak, Gülümsüyorsan Bire Tak ve Devam Et.” Röportaj: Emir Öbge-Burak Kaya Kadir Has Üniversitesi ‹ktisadi, ‹dari ve Sosyal Bilimler Fakültesi Dekan› Prof. Dr. Osman Zaim sekiz yafl›ndaiken bisiklet, on befl yafl›nda iken motosikletle tan›flt›. Bugüne kadar Türkiye’nin yan› s›ra Amerika ve tüm Avrupa ülkelerini motosikletiyle dolaflt›.
70 Futbol Tarihinin En Büyük Yolsuzluk Dava Dosyas›n›n Üstünde FIFA Yaz›yor Emir Güney ‹sviçre’nin Zürih kentinde 1904 y›l›nda kurulan, 6 k›ta ve 209 ülkeyi temsil eden dünyan›n en büyük spor örgütü FIFA yolsuzluk davalar›yla çalkalan›yor. 2011-2014 y›llar› aras›nda 5.71 milyar dolar gelir elde eden bu dev örgütün itibar›n› nas›l geri kazanaca¤› ise merak konusu.
PANoRaMA K›fl 2016, Say› 19 Kadir Has Üniversitesi ad›na Sahibi-Genel Yay›n Yönetmeni Mustafa Ayd›n Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ayten Görgün Smith Yay›n Kurulu Bülent Çapl› G. Didem Önal Hasan Bülent Kahraman ‹smail Hakk› Polat Mithat Bereket Sevda Alankufl fiehnaz fiiflmano¤lu fiimflek Tasar›m Hande Çal›k Bafl Foto¤raf Ulafl Tosun Çeviri N. Buket Cengiz Bask› G.M. Matbaac›l›k ve Ticaret A.fi. 100 Y›l Mah. MAS-S‹T 1. Cad. No.88 34204 Ba¤c›lar-‹stanbul 0 212 629 00 24 Bask› Tarihi Ocak 2016 Yönetim Yeri Kadir Has Üniversitesi Kadir Has Kampüsü 34083 Cibali ‹stanbul ‹letiflim 0 212 533 65 32 dergi@khas.edu.tr www.khas.edu.tr Yay›n Türü Ulusal-Süreli-3 ayda 1 yay›nlan›r Bu dergide yay›nlanan yaz› ve foto¤raflar›n tüm haklar›
PANORAMA Khas Dergisi’ne aittir. Önceden yaz›l› izin al›nmaks›z›n hiçbir iletiflim, kopyalama ve yay›n arac› kullan›larak yeniden yay›nlanamaz, ço¤alt›lamaz, da¤›t›lamaz, sat›lamaz veya herhangi bir flekilde kamunun ücretli/ücretsiz kullan›m›na sunulamaz. Akademik yay›n ve haber amaçl› al›nt›lar bu kural›n d›fl›ndad›r. Bu dergide yay›nlanan yaz›larda belirtilen fikirler yaln›zca yazar/yazarlar›na aittir.
04
05
“SAHNEYE ÇIKIP fiÖYLE B‹R BAKTI⁄IM ZAMAN,
BÜTÜN DÜNYAYI KUCAKLIYORMUfiUM G‹B‹ GEL‹YOR.” Haber: Khas haber merkezi FOTOĞRAFLAR: Muammer YANMAZ-Banu KAPLANCALI
Tiyatro Benim Hayat›m usta sanatç› Y›ld›z Kenter’in hayat hikayesi… Özenle kaleme al›nm›fl bir biyografi. Kitab›n sayfalar› aras›nda dolafl›rken; yoksul ama mutlu çocukluk y›llar›na, baflar›lara, bitmeyen mücadeleye, sönmeyen umutlara, tiyatro aflk›yla kuflat›lm›fl, tiyatro aflk›yla beslenmifl bir yaflama flahit oluyorsunuz. Y›ld›z Kenter’in ayak izlerini sanatç›n›n do¤du¤u y›l olan 1928’den bafllayarak bugünlere tafl›yan kitab›n yazar› ise Prof. Dr. Dikmen Gürün. Bir tiyatro elefltimeni olarak ‹stanbul Tiyatro Festivali’ne 1993’ten 2013’e dek 20 y›l katk›da bulunmufl olan tiyatro elefltirmeni Prof. Gürün, Kadir Has Üniversitesi Sanat ve Tasar›m Fakültesi Tiyatro Bölümü ö¤retim üyelerinden.
06
Ekim 2015’te Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Tiyatro Benim Hayatım Yıldız Kenter’in hayatını anlatırken Cumhuriyet’in o coşkulu, umut dolu ilk yıllarından itibaren ülkenin içinden geçtiği süreçleri ele alıyor. Kitaba dair düşüncelerini yine aynı kitapta şu sözlerle paylaşıyor Yıldız Kenter: “Tiyatro Benim Hayatım sanki başkasına ait bir hikayeymiş gibi merak uyandırdı bende. İlgiyle okudum. Biyografimin yazılmasını heyecan verici buluyorum. Biyografilerin ders anlamında da önemli olduğunu düşünüyorum. O nedenle, kitabın benim hayatımdan öte, o dönemin tiyatro yaşantısını veriyor olması çok önemli.
birbirini izleyen başarılar, Ankara Devlet Tiyatrosu’nda aynı parlaklıkta devam eden oyunculuk yılları…Yuvadan kopuş ve İstanbul’da bir özel tiyatro kurmak için alınan riskler… Bu kocaman şehirde elde edilen ilk başarı, Vedat Nedim Tör’ün unutulmaz sözleriyle zarif bir karşılama. ‘İstanbullular! Sevinin…Övünün… Bayram edin. Şehrimizin kültür kesafetini yükselten iki artist kazandık: Kenter kardeşler…’ ve ‘Kenter’ adını taşıyacak bir tiyatro binasına sahip olma hayalinin gerçekleşmesi için verilen onca uğraş. Sonu gelmeyen mücadeleli yıllar.” Dikmen Gürün, sözlerine devam ederken önemli bir noktaya daha değiniyor: “Yıldız Kenter’in hayatı, salt ışıl ışıl bir yıldız olduğu için değil, bu ülkenin kültür ve sanatla pek de barışık olmayan ikliminde bir özel tiyatronun mücadeleci tırmanışını, bugün yüzleşmekte olduğu sorunları yansıttığı için de önemlidir. O, böylesi çorak bir sanat ikliminde adeta tırnaklarıyla kazıyarak, oyunculuğun ötesinde çok önemli bir adım atarak, ilk özel tiyatro binasını, Kenter Tiyatrosu’nu inşa etmek için 1960’larda elini taşın altına koyan kişidir. Elbette tüm uğraşlarında en büyük destekçisi Müşfik Kenter olmuştur. Şükran Güngör ve Kamran Yüce bu sac ayağının değerli sanatçılarıdır ama kabul etmek gerekir ki Kenter Tiyatrosu’nun temelini atan kişi Yıldız Kenter’dir.”
‹lk Oyun, ‹lk Heyecan 1948 senesinde Ankara Devlet Tiyatrosu’nda William Shakespeare’in On İkinci Gece oyununda Olivia rolü ile profesyonel oyunculuğa adımını atan Yıldız Kenter, 2009’da Kenter Tiyatrosu’nda oynadığı Eugene Stickland’ın Kraliçe Lear’i ile bir anlamda veda eder sahneye. Kas›m 2015’te P.E.N. Türkiye taraf›ndan ay›n kitab› seçilen Tiyatro Benim Hayat›m’›n ikinci bask›s› ç›kt›. Küçük yaşımdan beri tiyatronun içindeyim. Radyo Çocuk Kulübü’nde, Ankara Halkevi’nde başlamış bir hayat bu. Oralarda yetiştim ben. Halkevlerinin, konservatuvar hizmetlerinin, tiyatroya verilen değerin, yaşanan değişimin yansıtılmış olması çok güzel. Beni, çocukluk yıllarımdan bu günlere duyarlı bir dille taşımış. Tiyatro çevresinde dönen bir hayatı doğrularıyla, yanlışlarıyla işlemiş. Mücadelemi, mücadelemizi paylaşmış. Titizlikle yapmış bunu. Tiyatroyu sevmek lazım. Ben tiyatronun tozunu seviyorum, kokusunu seviyorum, sahneye çıkıp şöyle bir baktığım zaman bütün dünyayı kucaklıyormuşum gibi geliyor… Bu duyguları bir kez daha yaşadım Tiyatro Benim Hayatım sayesinde…”
Muhsin Ertuğrul’un On İkinci Gece nedeniyle Yıldız Kenter’e yazdığı mektubun tarihi 12 Aralık 1948. Cesaretlendirici sözlerle bezenmiş zarif bir mektuptur: “Bugün senin meslek hayatına ilk adımını attığın mübarek bir gündür. Mübarek diyorum, çünkü Shakespeare gibi bir dahinin Onikinci Gece eserinde Baş Kadın rolü oynayarak sahneye atılmak, şimdiye kadar çok az bahtiyara nasip olmuştur. Fakat sakın bu başlangıç seni gurura sürüklemesin, bilakis daha çok çalışmaya ve daimi bir tevezua bağlasın. Esasen ben senin dürüst ve kuvvetli seciyenden bunu bekliyorum. […]” Yıllar sonra, 11 Kasım 1968’de Kenter Tiyatrosu’nun Shakespeare’in Hamlet tragedyası ile açıldığını okuruz. Müşfik Kenter; Hamlet, Yıldız Kenter; Gertrude olarak çok başarılıdırlar. O güne gelene kadar devletten hiç destek almadan inşa edilen Kenter Tiyatrosu için verilen uğraşlar, koltuk satışları gibi girişimler özellikle üzerinde durulması gereken bir bölüm kitap içerisinde.
Önsöz’de Dikmen Gürün bir belgesel niteliğine sahip ama aynı zamanda akıcı bir anlatı olan çalışmanın gelişimine dair bilgileri paylaşıyor okurla:
Sanatçı sadece iki Shakespeare oyununda oynamış olmanın üzüntüsünü daha sonra şu sözlerle paylaşmıştır Dikmen Gürün’le:
“Tiyatroya adanmış bir hayat…Tiyatro ile soluklanan bir güzel insan… Uzamda ve zamanda sürekli parlayan bir yıldız: Yıldız Kenter… Yaşamı tüm renkleriyle yakalamış ve sahnenin merkezine yerleştirmiş güçlü bir sanatçı. Bernard Shaw ‘Sanat var olmasaydı, gerçeğin kabalığı katlanılmaz kılardı dünyayı’ der. Evet, sanatçı olmak bir ayrıcalık. Tiyatroyla kuşatılmış bir yolda ilerlerken ülkenin içinden geçmekte olduğu dönemeçler önemli köşe taşlarıdır Yıldız Kenter’in dünyasında. Atatürk Türkiyesi’nde Ankara’da geçen parasız ama mutlu bir çocukluk, Halkevi günleri, konservatuvarda
“Hamlet’de Gertrude rolünü tutkuyla oynadım. O oyun çok ses getirdi. Müşfik mükemmel bir Hamlet’ti. Ben başka bir Shakespeare oyununda rol almadım, çünkü Shakespeare oynamadık. En azından her yıl bir oyununu oynamalıydık. Oynayamamış olmamız çok hazin. […] Biz küçük bir kuruluşuz. O nedenle hep kendimize uygun olduğunu düşündüğümüz oyunları seçtik. Ayrıca Shakespeare bir bütünlük işidir. İngiltere’de kaç yüzyıldan beri işleyen bir sitem var. Shakespeare oynarken en küçük roldeki oyuncunun bile belli bir düzeyde olması lazım.[…] Onun şiirine, tiyatrosuna, tüm zenginliklerine vakıf olmalısınız ki, sağlam bir oyun çıksın ortaya.
07
Yıldız Kenter 1948’de profesyonel oyunculuğa On İkinci Gece ile adım atmış, 1968’de Hamlet ile Kenter Tiyatrosu’nun perdelerini açmış ve 2009’da sahnede 60. yılını geride bırakırken Eugene Stickland’ın yazdığı Kraliçe Lear adlı oyunu ile yine seyircinin alkışlarını almıştır. Ama 2009’dan bu yana tiyatro yapmıyor Yıldız Kenter. Bu sessizlik, kitabın yazarını şu soruyu sormaya yönlendiriyor ve yine kendisi büyük bir iyi niyetle, umutla veriyor sorduğu sorunun cevabını: “Sanatçının uzun tiyatro yolculuğunda bir son nokta mıdır Kraliçe Lear? Hayır… En azından öyle olmaması gerekir. Çünkü bizzat Yıldız Kenter’dir her fırsatta insanın hayata sanatla bağlanacağını söyleyen…” Yıldız Kenter yeterince Shakespeare oynayamadığından yakınır ama Chekhov oyunları Kent Oyuncuları repertuvarında önemli bir yer tutar. Martı, Üç Kız Kardeş, Vanya Dayı Yıldız ve Müşfik Kenter’in keyifle ve farklı yıllarda tekrar oynadıkları oyunlardır. Kitapta dikkat çeken bir nokta da Kenterler’in İstanbul’a geldikleri dönemin dünyada avant-garde tiyatronun tırmanışta olduğu yıllar olması. Görülüyor ki, Kenterler, Harold Pinter’in Kapıcı’sından başlayarak, Eugene Ionesco’ya, Edward Albee’ye kadar avant-garde akımın yazarlarının seyirciyle buluşturmuşlar. Yerli oyun yazarlarını da desteklediklerini yine kitap sayfaları arasında dolaşırken görüyoruz. Orhan Asena, Necati Cumalı, Hidayet Sayın, Güner Sümer, Adalet Ağaoğlu, Turan Oflazoğlu, Güngör Dilmen ve Melih Cevdet Anday bu yazarlardan bazıları. Melih Cevdet Anday, Yıldız Kenter’in hayranlıkla takip ettiği bir isim olarak öne çıkıyor. “Melih Cevdet Anday entelektüel bir yazardır. Onunla konuşmaktan, onun değişik espri gücünden ve ürettiği fikirlerinden heyecan duyardım. Onunla beraber olmaktan, onu dinlemekten çok haz alırdım ve çok şey öğrenirdim. Aynı zamanda eğlenirdim de. Garip çıkışları vardı. Her yönüyle heyecan verirdi insana. Ciddi görünümü arkasında komedi yönü çok güçlüydü. [….]” sözleri sanatçının yazara duyduğu hayranlığın izlerini taşır… Pembe Kadın, Nalınlar, Mikadonun Çöpleri, Ben Anadolu’dan nice unutulmaz oyunları arasında söz edilir kitapta. Genco Erkal, profesyonel tiyatroya adımını ilk kez Kent Oyuncuları ve “Çöl Faresi” ile atmış: “Müşfik ve Yıldız Kenter’le oynayacağım! Muhsin Bey yönetecek ve kadroda Kenter kardeşlerin yanı sıra Sadri Alışık, Lale Oraloğlu, Turgut Boralı, Cahit Irgat, Ziya Keskiner var. Hepsi de star oyuncular. Bunların arasında sahneye çıkmak kime nasip olur? Provalara başladık. Ben daha tıfıl bir oğlanım. Rolüm de küçüktü ama onların yanında başlamak çok önemliydi. Şimdi böyle bir kadro düşünülemez bile. Yıldız hanım bana çok destek oldu… Konservatuvarda okumadım ama Yıldız Kenter’den tam bir konservatuvar eğitimi aldım. Her zaman söylerim, her şeyi ondan öğrendim diyebilirim.” Ali Poyrazoğlu konservatuvarda öğrencisidir Yıldız Kenter’in. “Çok disiplinli bir hocaydı. Mum gibiydik hepimiz. […] Yıldız Hoca karşısındaki öğrenciyi asla ezmezdi. Aksine, farklı olan bakışı anlamaya çalışırdı - ki bu çok ustaca bir iletişim yöntemidir. Anlaşmak değil, anlaşamamak daha yakınlara taşıyabilir insanları. […] Öğrenciden öğrenmek bir ustalık mertebesidir. Ben de yıllardır Yıldız Hoca’dan öğrendiğim biçimde çalışıyorum.” Her iki sanatçının ısrarla söyledikleri şey Yıldız Kenter’in dünya çapında bir oyuncu olduğu…
Bugün Kadir Has Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi Tiyatro Bölümü’nde ders veren Tilbe Saran’ın da Yıldız Kenter için söylediği çok güzel sözlerle tamamlayalım Tiyatro Benim Hayatım içindeki gezintiyi… “Aşkla bakıyordu bize, bütün öğrencilerine. ‘Ben sizden öğreniyorum’ diyordu. Gülüp geçerdik, oysa sahiden her an herkesten bir şeyler öğrenmek ister gibi tutkuyla izler, bir çocuk gibi merakla dinlerdi. Uzun turnelerden, kısa turnelerden, oyun provalarından hep zamanını ayarlar, tek bir gün bile dersine gelmemezlik etmezdi. […] tek başına bütün dersleri verirdi. Ses, nefes, ritim, hareket, fonetik, diksiyon, oyunculuk yöntemleri. Biraz olgunlaşan çömezlerine el verir, onları da eğitmen yapardı. Çelik gibi iradesiyle belki de en iyi aşkı öğretti hepimize, ‘aşkların da bakım istediğini.’ […] Şöyle bir bakın elini değdirmediği, soluğunu üflemediği, sırtını sıvazlamadığı çok az tiyatrocu vardır aramızda. O değilse çömezlerinin sihri bulaşmıştır üstümüze mutlaka. Çörü tiyatroya, tiyatro eğitimine adanmış koca bir destandır.” Doğan Hızlan’ın 31 Ekim 2015 tarihli Hürriyet Kitap Eki’nde “Bin Hayatı Özetleyen Bir Kitap” başlıklı yazısında belirttiği gibi; oyunculuğuyla, yönetmenliğiyle, hocalığıyla tiyatro denilen insanlık sahnesinin her karesine emek vermiştir Yıldız Kenter.
08
“ESK‹ ÖLDÜ, YEN‹ DO⁄DU AMA
YEN‹N‹N YEN‹LENMES‹NDEN KAYNAKLANAN B‹R BEL‹RS‹ZL‹K VAR.” RÖPORTAJ: NM305 Multimedia Newsroom Khas lisans öğrencileri FOTOĞRAF: Selim ŞAHİNLER-Ilgün ÖZCAN
Kadir Has Üniversitesi ‹letiflim Fakültesi Yeni Medya Bölümü derslerinden NM305 Multimedia Newsroom’un “Newsroom On Air” program›n›n ilk konu¤u Kadir Has Üniversitesi Rektör Yard›mc›s› Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman oldu. Köfle yazarl›¤›, sanat elefltirmenli¤i, akademisyenlik ve küratörlük hayat› hakk›nda sorulan tüm sorulara içten ve samimi yan›tlar veren Prof. Dr. Kahraman, Türkiye’de sanat sergileri, sanata profesyonel bir yaklafl›m olarak küratörlük ve sanat›n evrensel etkilefliminin yan› s›ra ö¤renciler ile hayat› hakk›ndaki önemli noktalar› da paylaflt›. Küratörlü¤e nas›l ve ne zaman bafllad›n›z? Sistematik olarak ilk küratörlük meselesi 2006 yılında başladı. O yıl uzun bir aradan sonra Amerika’dan dönmüştüm. Günümüz Sanatçıları Sergisi’ni yapmam istendi. Bu 1980’lerin başından beri devam eden bir seri, onu şimdi Akbank Sanat’ta yapıyoruz. İlk doğrudan doğruya tek kişilik seçiciliğim odur. Şimdi hatırladım, ondan önce de bir sergi -performans sanatçısı olan Khas öğretim üyesi Eser Selen’in- küratörlüğünü yaptım. Ardından Karaköy’de bir handa eskiden bir bankanın kasa dairesi olarak kullandığı bir yer vardı; orayı sanat galerisine çevirdik ve adına Kasa Galeri verdiğimiz mekanda, çizime farklı yaklaşımlar gibi bir takım kategorik sergiler yaptık. Orada yapmış olduğum tek sergi olay oldu. Bu sergiyi, “Çağdaş Sanat 1980-2000” isimli kitabımda
yazdım. O tarihlerde müze, orijinal, sergi ve küratörlük kavramları çok tartışılıyordu. Düşünmeyi çok severim; “bir sergi yapayım bu dört meseleyi bir arada ele alayım” dedim. Lascaux mağarasından günümüze kadar bir tür çizim tarihi sergisi yapayım istedim. Kim kimden etkilenmişse öyle bir süreklilik zinciri kurayım istedim. Orijinal kavramını tartışıyoruz ya, dünyada orijinal diye bir şey yok ise ki benim inancım bu yönde. Orijinal var ama her orijinalin bir kökü var. O kökleri gösteren bir sergi olsun. Peki orijinalleri nasıl elde edeceğim? Örneğin Lascaux mağarası- ulaşamam. O vakit şunu düşündüm, “fotokopilerle niçin bir sergi yapılmasın? Renkli fotokopileri duvarlara yapıştırırım.” O zamanlar Türkiye henüz “tek kişilik küratör” kavramını bilmiyordu. Eser Selen sergisi ile birlikte bu kavramı Türkiye’ye getirdim. Çizim, etkilenmeler, orijinal kavramı, tek kişilik kürasyon vesaire konularında o sergi çok tartışma doğurmuştu. Galeri KHAS’›n ilk sergisi ‘‘Yaln›z ve Kalabal›k’’›n küratörlü¤ünü üstlendiniz. Sizce yeni medyaya odaklan›lan ifllerde, serginin temas› olan kalabal›k ve yaln›zl›¤›n iç içe olmas› mümkün mü? Hayatta bir ilkem var. O ilke şu -belki başlangıçta ilk eğitimim mühendislik, matematik olmasından kaynaklanan bir unsurdur bu- daima hayatı basitleştir. Ockhamlı William (William of Ockham) diye biri vardır. İngiltere’de -o zaman 1200’lerde İngiltere denir mi bilemem- yaşamış bir felsefeci. Ockham’s Razor (Ockham’ın Usturası) diye bir kavram var. Ockham der ki: “Bir meseleyi çözmek için fazlalıkları atıp, bir iki maddeye indirmek lazım. Bir sorun ancak o zaman çözülür.” Bu matematikte de böyledir. Bu matrisler vesaire hep onun içindir. Bu çok karmaşık tabloları basite icra etmek için. Yalnızlık, kalabalık. Bunlar esas itibariyle felsefi kavramlar.
09
Fakat felsefi kavramlarla, zor problemlerle uğraşmayı severim. Entelektüel alanda yaptıklarımın bir özelliği de odur. Zor problemlerle uğraştım, zor metinler yazdım, zor meselelerin üstüne gittim. Ama oradaki espri şudur: Bu zor meseleyi nasıl basitleştireceğiz? Yalnızlık ve kalabalık zor kavramlar. Her kavramın arkasında artık çok büyük bir geçmiş yükü var; felsefe yükü var, kültür yükü var. Bir felsefi meseleyi de gündelik hayattan çıkarmak gerektiğini düşünüyorum. Bu çağdaş sanatla ilgili bir olgu. Çünkü çağdaş sanatın modern sanattan farkı o. Seküler, ayağı yere basan bir sanat. Modern sanatın farkı ise öbür tarafta; o ise çok transandantal, çok serebral, çok düşünmeyi gerektiren ve sezgileri kullanmayı gerektiren sanat. Bunlar yine çağdaş sanatta var olabilir, itiraz edilemez. Ama çağdaş sanat somut, politik, toplumsal reel sorunlardan kaynaklanan bir sanatsal üretim alanı. Yalnızlık ve kalabalık bugünkü hayatın en önemli realiteleri. Çünkü eskiden beri insanın bir yalnızlık olgusu var. İnsan yalnız bir yaratık ama yalnız kalamayan bir yaratık. Ve yalnızlığın getirdiği sorunlar var. Yalnız kaldığı zaman insanlar depresif, melankolik olabiliyorlar hatta çıldırabiliyorlar. İnsan hareket eden ve etrafıyla birlikte yaşayan sosyal bir varlık. Öte yandan insanın vazgeçemediği bir yalnızlığı da var. Çünkü insan dünyaya yalnız geliyor ve dünyadan yalnız gidiyor. İnsan doğumunu ve ölümünü yaşayamaz. Ölüm insanın en büyük trajedisi. Yeryüzünde bir gün ölebileceğini bilen tek varlığız; ölüm düşüncesi, ölüm korkusu ve öbür dünya var mıdır gibi birçok sorular sorar insan kendine. Toplumsal hayatın getirdiği yalnızlıklar var; onlara “çoğul yalnızlıklar” diyorum. Örneğin; karşısında oturan kişiyle konuşmak yerine akıllı telefonundan başka biriyle mesajlaşması gibi. Bugün kalabalık kavramı da değişmiş durumda; bu nesnel bir kalabalık mı? İstanbul kalabalık bir şehir, numerik olarak evet kalabalık. Kalabalık yalnızlığın bireyliğine karşı ve yakıcılığına karşı gideri olmayan bir kavramdır. İnsan kalabalıktan kaçınır ama yalnızlığa karşı, yalnızlığın karşıtı gibi o kalabalığı görürüz. Yeni yüzyılın ürettiği yeni medyaların, akıllı telefonların, internet alanının ürettiği en önemli iki çelişki olarak bunu görüyorum. Yalnızlığın ve kalabalığın tarihin çeşitli dönemlerinde ürettiği anlamları daha fazla taşımadığı kanısındayım. Bugün onların yeniliklerini biliyoruz; fakat bu yeniliğin ne olduğunu bilemiyoruz. Büyük çelişkimiz o. Antonio Gramsci’nin “Eski öldü, yeni henüz doğmadı” diye bir sözü vardır. Yeni de doğdu, ama yeninin ürettiği kavramlara
10
henüz yeteri kadar alışamadık. Telefon bulundu 100 yıl kullandık, sonra akıllı telefonlar çıktı. Her 15 günde bir bunu güncelliyoruz. Her güncellediğimizde yeni bir oluşumla karşılaşıyoruz. Yenilenmenin sürekliliğini yaşıyoruz. Teknolojik dönüşümün getirdiği ayrıca bir yabancılık ve ona bağlı bir yalnızlık var. Yeninin sürekli yenilenmesinden kaynaklanan bir belirsizlik ortamındayız, bir bulutsu ortamın içindeyiz, bir gri bölgedeyiz. İşte ben o sergide bunu vurgulamak istedim. Hay›r Sand›¤›n›z Gibi De¤il adl› serginizin aç›l›fl›nda “ça¤dafl sanat›n gerçekle sorunlu bir iliflkisi var” diyorsunuz. Bu iliflki size göre nas›l düzeltilebilir? Sosyal teori çalışan insanı olarak şunu diyebilirim; sosyal teorinin somutlaştığı nokta siyaset bilimidir. Sosyal teori ondan daha geniştir. Çünkü içinde felsefe, sosyoloji vardır. Siyaset bilimi buna başka bir perspektiften bakar. O zaman düzeltmeye kalkıştığınızda ortaya toplumsal, bireysel birçok gerilimin çıktığını görürsünüz. Toplumsal mühendislik denen 19.yy pozitivist anlayışı içinde ortaya koyduğu metodolojilerin ve onlara bağlı olarak ortaya çıkmış ‘Büyük Anlatı’ların (Grand Narrative) yarattığı sorunları biliyoruz. Marksizm, Faşizm, İslamizm, Kemalizm, Maoizm bunlar hep büyük anlatılar. Ve bu büyük anlatılar, sürekli olarak o toplumun ideal bir yapıya nasıl kavuşacağını sorguluyordu. Modernitenin en önemli unsurlarından birisi teleolojik olması, ereksel olması. Birilerinin tarif ettiği, enformatif bilen bir öznenin tarif ettiği -onlar da entelektüeller zaten veya bilim adamlarıtanımladığı bir ideal var ve ideal dünya var. O ideal dünyaya ulaşmak için toplum ne yapmalı, toplum-birey ilişkisini nasıl düzeltmeliyiz? Sabah erken kalkın, spor yapın, genç yaşta anne olun, meyve yiyin, sağlıklı olun, sigara-alkol kullanmayın. Bunlar hep bu toplumsal iyinin veya toplumsal idealin ele geçirilmesi, yakalanması, somutlaştırılması için kullanılan büyük toplum mühendislikleri. Artık böyle bir dönemde olmadığımız kanısındayım. Postmodern denen hadise içinde büyük anlatıların öldüğü söylendi ve fragmantasyonların başladığı ilan edildi. Bu çok tartışıldı, çok eleştirildi ama en azından ideal olarak önemliydi ve doğruydu. Bugün artık eskiden olduğu gibi total-bütüncül anlatıların, yaklaşımların, modellerin kimseyi tatmin etmediğini, insanları rahatsız ettiğini biliyoruz. O yüzden bu toplum-insan ilişkisi bugün yine çağına ve içinde bulunduğu teknolojiye bağlı olarak sorunlar üretiyor. İnsanın özü burada yatıyor. Kendi haline bıraktığımız ilerlemecilik özelliği bu sorunlardan kaynaklanıyor. Her zaman sorunu çözmek için yola çıkan ve çözüm üreten, bu ürettiğimiz çözümün yeni bir sorun ürettiğini gören varlıklarız. Yaratıcılığımızın altında yatan bu. Kapitalizme bunu uyguladılar. Adına “Yıkıcı yaratıcılık” dediler. Dolayısıyla bunu bir “idea” etrafında ele almak bana o kadar uygun görünmüyor. Tam tersine çağdaş sanatın sorunlu ilişkisi bu. Çağdaş sanat, o sorunların veya olguların sorgulamasını getiren bir alan. Bugün sosyal teori içinde neleri tartışıyoruz? Kadını, eğitimi, totaliter rejimleri, iktidar-birey ilişkisini, iktidarın kendisini, bellek, kimlik, aidiyet ve mekan politikalarını tartışıyoruz. İşte çağdaş sanat da bunlara bir sanatçı öznesi bağlamında yorum getiriyor. Bugünkü dünyanın
biraz da post fenomenolojik bir dünya olduğunu kabul etmek lazım. Olgusal bir dünyadan çıktığımızı söyleyebiliriz. Basit sorunlardan söz ederken çözümlerin değil yorumlar üstünde durmak lazım. Çağdaş sanatın önemli özelliklerinden birisi “ben çözüm getirdim” demekten ziyade bir yorum ve bir öneri ortaya koymaktır. Bugün çoğulculuklar, farklılıklar, melezleşmeler, akışkanlıklar dönemindeyiz. Modernitenin getirdiği katı, dar, sıkışık, bunaltıcı, radikal anlayış karşısında bugün çok daha özgürlükçü, daha sınırların ötesine geçen ve farklılıkları bir araya toplamaya çağıran çoğulcu, katılımcı bir anlayış var. O yüzden çağdaş sanatın sorunlu ilişkisi derken bütün bu çerçeveyi, bu kümeyi ve bu evreni ifade ettim.Yoksa “ona şöyle bir çözüm bulalım” anlamında bir şey değil söylediğim. Hay›r Sand›¤›n›z Gibi De¤il sergisi için vermifl oldu¤unuz bir röportajda gerçe¤in ve düfllerin sand›¤›m›z gibi olmad›¤›n› söylemiflsiniz. Size göre gerçek ve düfl nedir? Garip bir tersinlenme içinde yaşıyoruz. Modernite, modernlik ilginç bir kavramdı çünkü gerçek ile düşün arasında bir yerdeydi. Aslında gerçekle çok yakın ilişkili bir şey. Seküler -bu İslami manada laiklik diye kullandığımız anlamda bir sekülarizasyon veya laiklik meselesi değil- dünyayı dünyanın bilgisiyle açıklama anlamında. Öbür taraf ne diyor, dünyayı açıklayacak daha üst bir bilgi vardır. Vahiy de budur aslında. Hayır, modernite buna karşı der ki: “Bu dünya bu dünyanın bilgisiyle açıklanabilir.” Masayı açıklayabilir, bilim de budur. Bilim bu dünyayı, somut dünya bilgisiyle açıklama çabasıdır. Ve dolayısıyla gerçek, ayağı yere basan, gerçekçi bir yaklaşım. Modernite aynı zamanda ütopist bir şeydir. İdeale ulaşma meselesidir. İdeal toplum, ideal dünya, ideal insan, ideal kadın, ideal erkek, ideal vatandaş. Bunlar ütopiktir. Dolayısıyla her zaman idea, idealar, idealler, ideal olan, ütopik olan arasında bir ilişki söz konusudur her zaman. İnsan gerçeği modernlik biraz da o ideayı ele geçirmek için kullanıyordu. İnsan gerçeğin nihai haline eriştiği için ideal olana kavuşacağız diye düşünüyordu. İdeal olan gerçeğin içinde saklıdır. Ve gerçeğin tam manasıyla soğrulması, ütopik olana erişmektir. Halbuki bugünkü dünyanın böyle kaygıları yok; ütopik değil distopik bir dünyada yaşıyoruz. Bunun altında yine teknolojilerin somut üretimleri yatıyor. Bir teknoloji eğer diğerini yıkıyorsa ve onun yerine geçiyorsa bu distopik olan bir şeydir. Çünkü o zaman gelecek olanın ne olduğunu bilmiyoruz. Halbuki modernitenin düş dünyasına gelecek olan daim bir tek şey vardır. Kişi başına düşen gelir gibi bir takım mukayeseler yahut batılılaşma. İnsan batılı olduğu zaman ideal olana erişecekti. Bugün olgusal, görüngüsel, fenomenolojik yorum artık söz konusu değil. Gerçek yaşadıklarımızın toplamı; yaşanması gerekenlerin, yaşanacakken yaşanmamışların değil. Düşlerin bittiği dünyada yaşıyoruz. Teknojilerin ürettiği dinamikler bize bir yerde düşlerin gerçeklenebilir olduğunu, gerçeğin düşsel olduğunu sezdirmeye başladı. Sanal ortamda gezinmek, bu bağlantıları sağlamak, mekan-zaman ötesine geçebilmek. Bunlar daha önce sınırlı düş algımızla değerlendirdiğimiz zaman çok ileri noktalar. Bu yüzden bugün gerçekle düş arasında çok iç içe geçmiş bir dönemin galiba “yüzer gezer dünyası”nda yaşıyoruz.
11
Akbank Sanat’taki Dünyadan Büyük Sergisi’ni düzenlerken feminist sanat›n kurucular›ndan biri olan Louise Bourgeois’in bu bak›fl aç›s›ndan etkilediniz mi? Feminizmden çok etkilendim. Türkiye’de 90’larda bu teoriler, ilk defa böyle yoğun bir biçimde tartışılmaya başladığında, kabul etmek gerekir ki, sosyal teorilerin sınırlarını en çok genişletenler feministler oldular. Bir örnek vereyim. Edward Said, Oryantalizm kitabını yazdı. Kıyametler koptu, o kıyametlerin bir bölümünün içinde ben de yaşadım. Kitap, oryantalizm kavramının bugün bu kadar yaygın olmasını sağlayan feministlerin, onun içindeki bazı kavramları alıp toplumsal ortamda kadın kimliğinin yaşadığı bazı sorunlara uyarlamasıdır. Veya iktidar, dil, kimlik, aidiyet, hafıza, beden
meseleleri. Bunların hepsi feminist çalışmalarla birlikte bambaşka düzeylere getirildi. Hayatımı estetiğin içinde yaşayan biriyim. Siyaset ve sanat vardır hayatımda. Modernist bir tutum denebilir buna. Bu sergileri açarken “müthiş bir form var” diyerek açarım. O isimleri seçerken arkasında bir tesadüf yok, küratör olarak yerleştirdiğim problematik bakımından seçiyorum. Kendi küratörlük sırlarım buralarda yatıyor; küratörlük bir aşk ilişkisi gibidir. Aşka inanmam ancak birisiyle yaşamaya başlarsınız kafanızın içinde ve bu yıllarca devam eder. Sanat bir sanatçının soyunduğu andır. O çıplaklık anı, sanatçının desenlerinde, grafik yapıtlarındadır, gravürlerindedir, pinpointlerindedir, dry penlerindedir. Örneğin Borgeois insanı, kadını meydana getiren bütün meseleleri önündeki kağıda elindeki kalemle fırçayla dökmüş bir sanatçı. Tekrarlar, devasa yapılar etkileyicidir. Bourgeois de ömrünün çoğunu bu tür eserler yaparak geçirmiştir. Bunlardan çok etkilendiğim için bu sergiyi açtım. 12-15 Kas›m’da Contemporary ‹stanbul’da aç›lan ‘‘Hiç Olmad›, Hep Oradayd›’’ adl› serginiz. Bu serginize de t›pk› di¤er sergilerde oldu¤u gibi (Kalabal›k-yaln›zl›k; düfl-gerçek) tezat isimler vermiflsiniz. Neden? Hayatımız çelişki. Diyalektik düşünen bir insanım. Politik anlamda Marksist değilim -işçi sınıfı ihtilal yapsın da rejimi ele geçirsin, o da zaten Leninist bir tezdir Marx da ona benzer laflar etmiştir vesaire- fakat ‘diyalektik’ hayatın özüdür, esasıdır. Dolayısıyla bu çelişkileri daima severim. Dediğim gibi iğnelemek, tahrik etmek hayatta en sevdiğim şeyler arasındadır. Şimdi oradaki isim önemli. Çünkü orada başka birşey var. Klasikle ilgili bir tutkum var. Kutsal kitaplar, mitolojiler, Yunan tragedyaları hayatımın özünü oluşturanlardır. Örneğin “su meselesi” diye ilginç bir kavram var, insanın bulduğu en önemli kavramlardan biri. “Sudan geldik” diyoruz, “insanın evrimi, her şeyin evrimi sudan başladı” diyoruz, “toprağa gideceğiz” diyoruz buna mukabil suya gidecek değiliz veya gitmiyoruz, bir kültür var niye toprağa koyulduğumuza dair. Şimdi psikanalizde bir su meselesi var; annemizin rahmindeyken suyun içinde yaşadık oradan geldik. O su insanın karnında nasıl birikiyor değil mi? O içinde çocuğu barındıran o suyu o vücut nasıl üretiyor? Su içmesek yaşayamayız, vücudumuzun şu kadarı su. Beni asıl ilgilendiren kısmı tufanlar. Gaston Bachelard’ı okuduğunuz zaman veya Freud’u okuduğunuz zaman işte evimizin barkımızın suya kapılması, gitmesi. Pablo Genoves’in sergisinde bunlar var. O müthiş bir sergi. Fotoğraf kavramını boydan boya yenileyen işler. Orada gördüğünüz 1900’lerin başındaki farklı şeyleri, kartpostalları birleştiren bir fotoğraf. Ve bunların tabii bir şeyi var; fotoğraf kavramına getirdiği bir boyut var. Yine onun gerçekle, gerçek üstüyle olan ilişkisi var. O fotoğrafların bizde yarattığı korkular var endişeler var. O tarihsel, büyük mekanların sulara gömülmesi, o suların bizde anımsattıkları, Yunus Peygamber’in yunus balığının karnında kalması, Kaptan Ahab’ın Moby Dick’i en önemsediğim romanlar arasındadır. Don Kişot bunlar denizin romanı, Conrad aynı şekilde. Dolayısıyla çok klasik, çok bilinçaltı, bilinçdışı bir yanımıza seslendiği için orada hiç olmadı. O olaylar hiçbir zaman cereyan etmedi ama hep oradaydı çünkü daima bilinçdışımızda suyla, selle kurduğumuz öyle bir ilişki var ki o serginin son resmi; içinde su, bir göl saklayan peyzaj içeren çerçevenin sele batmış olduğunu gösteriyor. O ise bütün görsel tarihimizi, görsel bilincimizi yenileyecek bir resim. O yüzden oradaki sahneler onlar olmadı, onların gerçek dışı yanı var. Ama bilinçaltımız ve büyük bilinç tarihimizle ilişkisi bakımından da hep oradaydılar.
12
ÇA⁄DAfi TÜRK SANATÇILARININ ED‹SYONLARI Haber: Nur ASLANBAY Khas Lisans öğrencisi
Kadir Has Üniversitesi Cibali Kampüsü’nde yer alan Galeri KHAS, 14. ‹stanbul Bienali kapsam›nda küratörlü¤ünü Kadir Has Üniversitesi Rektör Yard›mc›s› Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman’›n yapt›¤› “Hay›r, Sand›¤›n›z Gibi De¤il” adl› sergiye ev sahipli¤i yapt›. Ça¤dafl Türk sanatç›lar›n›n edisyon eserlerinden oluflan sergide; edisyonlar›, Contemporary ‹stanbul gerçeklefltirdi. Sergide, Ahmet Duru, Ahmet Polat, Ardan Özmeno¤lu, Bu¤ra Erol, Erdo¤an Zümrüto¤lu, F›rat Engin, Gözde Türkkan, Hale Tenger, Mustafa Horasan, Seçkin Pirim, Selçuk Ceylan, S›tk› Kösemen ve Orhan Cem Çetin’in eserleri yer ald›. Sergi, Türkiye’deki ça¤dafl sanata yeni bir bak›fl aç›s› getirerek, belirli bir kal›ba s›¤mayan sanat› gözler önüne serdi. Eserler, bir s›n›rlama olmadan özgürce ve tüm ça¤dafll›¤›yla sanat› ele al›d›lar. Ça¤dafl sanat›n gerçeklikle ilgili olan sorununu tek tek yans›tan sergide, gerçe¤in yeniden üretimi yorumland›.
Düfller ve Gerçek Bir Arada Küratör Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman sergiyi flu sözlerle de¤erlendirdi: “Hay›r, Sand›¤›n›z Gibi De¤il” Türkiye’deki ça¤dafl sanata yeni bak›fl aç›s› getiriyor. Ça¤dafl sanat›n gerçekle sorunlu bir iliflkisi var. Gerçe¤in yeniden üretimi gibi durabiliyor ça¤dafl sanat. Bizi yeniden düfllerin dünyas›na tafl›yor. Düfller ve gerçek bir arada! Çok özgür, renkli, hayal gücünün s›n›rlar›nda gezinen yap›tlar bunlar. Bu nitelikleri onlar›n bambaflka ve çok ciddi ‘konular/sorunlar’ ele almas›na engel de¤il. Bu sergi baflka bir nedenden ötürü de Türkiye’de ilklerden say›labilecek bir giriflim; sadece edisyonlardan (bask›lardan) olufluyor.” Aç›l›fla Kadir Has Vakf› Baflkan› ve Kadir Has Üniversitesi Mütevelli Heyeti Baflkan Vekili Can Has’›n efli Ahu Has ev sahipli¤i yapt›. Sergiye kat›lanlar aras›nda Kadir Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Ayd›n, S›tk› Kösemen, Contemporary ‹stanbul Baflkan› Ali Güreli de vard›.
13
The Guest/Misafir “Hay›r, Sand›¤›n›z Gibi De¤il” sergisi dünyan›n imgesiyle oynayan eserlerden olufluyor. Ne kadar gerçekçi olursan›z olun, sanat bizim sand›¤›m›z›n aksine yaflanmam›fl ama yaflanacak, olmam›fl ama olacak dünyan›n bir vurgusu. Sanatç› Orhan Cem Çetin’e sergide yer alan eseri “The Guest/Misafir”i bu ba¤lamda nas›l de¤erlendirir, diye sorduk. “Misafir” ad›n› verdi¤im ifl, süregiden bir çal›flman›n parças›. Bu seri, bir görsel sözlük. Serideki her foto¤raf tek bir sözcük ya da bir kavrama karfl›l›k geliyor. Örne¤in “Mücevher” ya da “‹yi haber” gibi. T›pk› s›n›rl› say›da harf veya sözcük ile, daha önce hiç kurulmam›fl cümleler kurabiliyorsak, tüm edebiyat bu ihtimal üzerine infla ediliyorsa, benim her sözcü¤ü bir foto¤raftan oluflan sözlü¤üm de günün birinde bu imgeleri farkl› kurgularla s›ralayarak fliirler oluflturma ihtimali ile ortaya ç›kt›. Foto¤rafta, bir sabah evimin balkonunda buldu¤um serçe tüyünden ayr›nt› görülüyor. Bir misafir gelmifl, bana küçük bir arma¤an b›rak›p gitmiflti. Her foto¤raf›n böyle küçük bir öyküsü var. Bu anlamda, her birinin ayn› zamanda kendi bafl›na da k›sac›k birer haiku (e¤lenceli, k›sa m›sra) oldu¤u söylenebilir. Esasen sergiler de yap›tlar ile kurulmufl cümlelerdir. Kainatta hiçbir fleyin kendinden menkul bir anlam›, bir de¤eri yoktur. Bu de¤eri ona biz atfederiz. Ve bu at›flar da zamanla de¤iflebilir. Sanat, anlam ve de¤er atfetme iflinin en fliirsel ve en büyük formudur. Sanat sayesinde, sanat›n hedefe koydu¤u her fleyin, esasen hayat›n anlam› büyür, katlan›r, parlar. Benim de kendi ifllerimde yapmaya çal›flt›¤›m, ve bu niyetle izledi¤im yol iflte budur.”
14
Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi Yeni Medya Bölümü öğretim görevlisi ve Pusula Akademisi’nin kurucusu, gazeteci ve televizyon programcısı Mithat Bereket televizyon programcılığı alanında Amerika’nın önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olan America Abroad Media tarafından “2015 The Power of Film” ödüllerinde “Medyanın Öne Çıkan Liderleri Onur Ödülü”nü almaya hak kazandı. Bu ödül dünya çapında; medyanın bilgilendirme, eğitme ve toplum adına yetkilendirme gücünü temsil eden medya mensuplarına, kurumlara ve eserlere veriliyor.
Lise y›llar›nda milli basketbolcu, üniversitede gözleri ›fl›l ›fl›l bir genç, sonras›nda dünyan›n en s›cak bölgelerinde barut kokular› içindeki savafl muhabiri, kimsenin ulaflamad›¤›na ulaflan, kimsenin soramad›¤›n› soran örnek bir gazeteci ve flimdi “Medyan›n Öne Ç›kan Liderleri Onur Ödülü”nü alan bir öncü… Mithat Bereket.
America Abroad Media’nın Başkanı Aaron Lobel, Bereket’e verilen ödülün gerekçesini şöyle açıkladı: “Bir savaş muhabiri ve gazeteci olarak, Türk televizyonlarında kendine özgü üslubu ile hazırladığı ‘Pusula Programı’ aracılığıyla, dünya haberlerini izleyiciyle buluşturmada oynadığı öncü rol; seçkin, girişimci bir gazeteci ve medya kişiliği olması sebebiyle kendisine onur ödülünü vermeyi kararlaştırdık.” Bereket’e ödülü, 28 Ekim’de Washington’da düzenlenen gala gecesinde takdim edildi. Törende Amerikalı aktör Ben Affleck’in yönettiği, 1980 Tahran Rehine Krizi’ni konu alan 2013’te en iyi film Oscarı’nın sahibi ‘Argo’ filminin yanı sıra Sundance Film Festivali’nde 2014 Dünya Sinema Seyircisi Ödülü sahibi Etiyopya yapımı dokümenter drama filmi ‘Difret’ onur ödülü aldı.
M‹THAT BEREKET:
“PAYLAfiMAZSAN OLDU⁄UN YERDE KALIRSIN.” Haber: Cevat ELİGÜZEL Khas Lisans öğrencisi
15
Hayat›ndan Öne Ç›kanlar Mithat Bereket 10 Ekim 1966’da Ankara’da doğdu. 1984’te TED Ankara Koleji’nden mezun oldu ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü kazandı. Lise yıllarında basketbol oynadı ve milli takıma kadar yükseldi. Üniversiteler arası değişim programı ile bir yıl Amerika’da Stanford Üniversitesi’nde eğitimini sürdürdü. Üniversite öğrenimi sırasında Milliyet Gazetesi’nin açmış olduğu yarışmalarda ödüller aldı. 1988 yılında üniversiteden mezun oldu ve İngiltere’de Lancester Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde “Kıbrıs” konulu yüksek lisans çalışmasını tamamladı. Aynı dönemde BBC’de televizyon muhabirliği kurslarına katıldı. Şu anda aynı üniversitede “köktendinci hareketler” konusunda doktora öğrenimine devam ediyor. 1990 yılında 32. Gün dış haberler muhabirliği ile başladığı meslek hayatını aynı programda dış haberler editörü olarak sürdürdü; ardından Milliyet Gazetesi’nde de çalışmalarına devam etti. 1997-98 yıllarında Best FM’de Sesli Gazete programını hazırladı. Hazırlayıp sunduğu Pusula Haber Programı; 1995 yılında Kanal D’de, 1996 yılında Star TV’de yayınlandı. Pusula, 1999 yılından bu yana NTV’de ekrana geliyordu; ancak yaşadığı rahatsızlık Mithat Bereket’i bir süreliğine programa ara vermek zorunda bıraktı. Özellikle Güneydoğu sorunu ve PKK, BosnaHersek’te savaş, Ortadoğu sorunu ve siyasal İslam konularındaki çalışmalarıyla tanınan Mithat Bereket, NTV’de dış haberler koordinatörlüğü de yaptı. Gündemi günlerce meşgul eden birçok önemli olayda ana yorumcu olarak yer aldı. Bill Clinton’un Türkiye ziyareti (9 saat canlı yayın), İstanbul’da OSCE Zirvesi (2 gün, 10 saat canlı yayın), Avrupa Birliği-Helsinki Zirvesi (8 saat canlı yayın), Yunanistan Genel Başkanlık Seçimleri (canlı), Kıbrıs Genel seçimleri (canlı) ve ABD Başkanlık seçimleri bunlardan bazılarıdır.
Savafl Muhabirli¤i Hayatının büyük bölümünü etnik ve din kökenli savaşların en şiddetli olduğu bölgelerde geçiren Mithat Bereket; Bosna, Kosova, Afganistan, Çeçenistan, Körfez Savaşı ve Irak Savaşı gibi çok farklı coğrafyalar ve savaşlarda duyduklarını değil gördüklerini aktarmak için hayatını riske attı. Beyaz Saray’a da gitti Taliban kampına da. Bir dönem neredeyse tek başına bütün batı dünyasına kafa tutan Muammer El Kaddafi’yle karşılıklı halı saha maçı bile yaptı. Birçok kez çatışmanın ortasında kalan Mithat Bereket, hayatında unutamadığı anlardan birini şöyle anlatıyor: “Savaş muhabirlerinin takıntıları, uğurları vardır. Sudan’da Zulu kabilesiyle üç ay yaşadım. Bana fil kuyruğundan yapılan bir bilezik hediye etmişlerdi. ‘Bu seni koruyacak,’ dediler. Kolumdan hiç çıkarmadım. Yıllar sonra Güney Afrika’da beyazlarla siyahlar arasında bir çatışmanın ortasında kaldım. Herkes bir yerlere kaçtı. Dondum kaldım. Ayağımın ucuna bomba düştü. Patlamadı. O bombayı hâlâ saklıyorum.” Bu ve bunun gibi kıl payı atlatılmış birçok olay yaşadı usta gazeteci. Serbest gazeteci ve savaş muhabiri olarak dünyanın birçok ülkesinde bulunan Bereket, aralarında Nelson Mandela, Benazir Butto, Muammer El Kaddafi, Teslime Nesrin, Mesut Barzani, Celal Talabani, İzak Rabin, Simon Perez, Frederik De Klerk, Tarık Aziz, Şamil Basayev, Benjamin Netanyahu ve Antonia Di Pietro, Jorg Haider, Yasser Arafat’ın da olduğu birçok lider ve devlet insanıyla röportaj yaptı. Hiç yorulmadı, hiç durmadı. Farklı yerlerden gelen birçok “masa başı” müdürlük teklifini de reddetti Mithat Bereket. Bir kere “Ben emekçi adamım, masanın diğer tarafına geçmeyi hiç düşünmedim.” demişti. Ve Mehmet Ali Birand’a olan sevgi ve saygısı hiç bitmedi. “Benim elimden tuttu bildiğim her şeyi o öğretti, kendini benimle,
bizimle paylaştı.” diyordu. Öğrencisi olduğu ve uzun yıllar birlikte çalıştığı Birand’ın ölümü belki de en çok onu üzmüştü. Birand’la olan bir anısını şu sözlerle dile getirmişti Mithat Bereket, “Birand’la dokuz sene çalıştım. Hiç unutmuyorum, Kıbrıs’taydık. Yeşil Hat’ta Denktaş-Klerides görüşmesi olacak. De Soto vardı. Biz canlı yayındayız. Yağmur yağmaya başladı. Bütün tv kanalları kaçtı. Biz kaldık, hâlâ yayındayız. Araya reklam girdiğinde ‘Mithat ne yapıyoruz? Biz ahmak mıyız bu yağmurda?’ dedi. Ertesi gün telefon açtı. ‘3-0 yendin beni,’ dedi. Çünkü ben o gün Denktaş’ı yayına çıkardım. Canlı yayında De Soto'ya laf attım sonra da akşam herkesin katıldığı bir toplantıyı haber yaptım. Bazı gazeteci, işadamları var ki, boynuz kulağı geçsin istemiyor. Paylaşmaya açık değiller. Yanlarındaki insanların yükselmesini istemezler. Birand’da böyle kompleksler yoktu. Bize de böyle öğretti.”
Rahats›zl›¤› ve Sonras› Yıllarca dünyanın en tehlikeli, en sıcak bölgelerinde kimsenin soramadıklarını sorup izleyicilerine en net, en açık bilgileri verebilmek için koşturdu Mithat Bereket. Hayatını, uzun yolculuklar ve yoğun stres altında havaalanlarında, kah gerilla kamplarında kah beş yıldızlı otellerde; evden, aileden uzakta geçirdi. Hiç durmadı. Durmayı bile düşünmedi usta gazeteci. Hep çok çalıştı, araştırdı, sordu, dinledi ve anlattı. Ama bu yoğun tempo ve koşuşturmaca yıprattı usta ismin vücudunu. O konuşmaya başlayınca izleyicisini ekrana kilitleyen, en ciddi konuları bile en anlaşılır şekilde yıllarca aktardığı sesi, yavaş yavaş terk etti usta gazeteciyi. Vücudu yorulmuştu işte. Tıptaki adı ‘sürmenaj’, yani kas yorgunluğu. Bu hastalık, uzun süreli yoğun tempo ve yetersiz uyku sonucu beyin ile bazı kaslar arasındaki iletişimin yavaşlamasından kaynaklanıyor. Neyseki geçici olduğunu söylüyordu doktorları. Ama o çok sevdiği hayatını verdiği programı “Pusula”ya ara vermesi ve dinlenmesi gerekiyordu. Ama olmaz ki, yapısında yoktu bu. Sorulması gereken onca soru, açığa çıkarılması gereken bu kadar konu varken, istese de duramazdı. Birkaç yıl önce rahatsızlığıyla ilgili sorulan bir soruya şöyle cevap vermişti usta isim: “Bu kadar yoğun tempo yordu tabii biraz. Gençken çok az uykuyla çalıştığım, uzun yıllar oldu. Üstüne de düzensiz beslenme eklenince durum bu. Ama kafamda sorun yok. Her şey çok net. Tek sıkıntı düşündüklerimi söyleyemiyorum. Televizyon dışında üretmeye devam ediyorum. Yazıyorum, belgesel çekmekle ilgileniyorum. Ve en önemlisi öğrencilerim. Onlara bir şeyler aktarmaya, yeni gazeteciler yetiştirmeye çalışıyorum. Çünkü, kendini paylaşamazsan olduğun yerde kalırsın. Biz böyle öğrendik. Rahmetli Mehmet Ali Birand bizi böyle yetiştirdi.” Bu sözlerle her şeye rağmen sürdürdüğü üretme ve paylaşma arzusunu dile getiriyordu Mithat Bereket.
E¤itimci Y›llar Mithat Bereket; “Paylaşmazsan olduğun yerde kalırsın”, cümlesiyle dile getirdiği dünya görüşü ve mesleki felsefesini hayata geçirmek için ilk adımı Kadir Has Üniversitesi’nde attı. Yıllarını tansiyonun en yüksek olduğu noktalarda geçirdikten sonra bağımsız gazetecilik ve meslek etiğini kendi gençliğini gördüğü öğrencilerine aktarabilmek için 2004 yılında Pusula Akademisi’ni kurdu. Sadece mesleki teorik bilgilerin değil, pratik deneyimin de önemini bilen Mithat Bereket, değişen ve gelişen teknolojiye uyum sağlayabilmeyi, dijital gazeteciliği anlatmak için kalkıştığı bu projeyle kendi meslek ahlakıyla yetiştirdiği birçok genci topluma kazandırdı. Değişen teknolojinin getirdiği yenilikler ve kolaylıkların farkında olan Mithat Bereket, öğrencilerini bu alanda da yetiştirmeyi hedefliyor. Türkiye’deki ilk “Yeni Medya” bölümünün Kadir Has Üniversitesi’nde açılmasında büyük rol oynayan Bereket, “Yeni Medya”yı “geleneksel yayın organlarının bir dönüşüm projesi değil, genç kuşağın kendi inisiyatifiyle gerçekleştirdiği bir devrim” olarak tanımlıyor.
Kaynakça: Bu yazıda, gazeteci Tuluhan Tekelioğlu’nun Mithat Bereket ile yaptığı röportajdan yararlanılmıştır.
16
TÜRK‹YE’DE ‹LK KEZ B‹R ÜN‹VERS‹TE
B‹R YÖNETMEN‹N ARfi‹V‹N‹ SAH‹PLEND‹ Röportaj: İlgün ÖZCAN Khas Lisans öğrencisi FOTOĞRAF: Yekcan GÜLER
17
Yönetmen ve senarist Ali Özgentürk, Kadir Has Üniversitesi ‹letiflim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü’nde “Sanat, Sanatç› ve Hayat” adl› dersi veriyor. Bu röportaj›n konusu Özgentürk’ün verdi¤i dersin içeri¤inden ziyade Türk ve dünya sinema sektörü, sanatç›n›n hayat hikayesi ve esas önemlisi de üniversite taraf›ndan sahiplenilen paha biçilmez arflivi. Arflivinizin Kadir Has Üniversitesi’ne tafl›nma süreci nas›l oldu? İki yıl önce SALT adlı kültür kuruluşu arşivle ilgilendi, arşiv iki yıl kadar orada kaldı. Orada arşivi değerlendirme koşulları oluşmadı. Daha sonra Hasan Bülent Kahraman ile bir konuşmamızda ona arşivden bahsettim ve kendisi bu arşivle ilgilendi. Böylece üniversite, arşivi sahiplendi. Bizim tarihimizde ilk defa bir üniversite, bir rejisörün arşivini değerlendiyor. Rektör Mustafa Aydın, Hasan Bülent Kahraman ve Can Has’ın kurdukları “Ulusal Kültür Belgeliği” gelecekte tarih çalışmalarına büyük katkı sağlayacak ve yönünü değiştirecektir. Bu nedenle bilim ve araştırma dünyası yukarıda adlarını sıraladığım kişilere teşekkür borçludur.
mektuplaşmalar var. Mektuplar, şiirler, çalışmalar, film taslakları, senaryo taslakları, çekilmiş senaryolar, binlerce fotoğraf, film kütüphanem ve de pek çok belge. Dünya sinemasının bütün tarihinin en’leri 300-500 kaset var. Edebiyat dünyasının, sinema dünyasının, Yılmaz Güney’in ve diğer çalıştığım yönetmenlerin birçok belgesi. Son üç yıl içinde film denemez ama iki belgesel çalışma yaptım. Biri “Kimse beni çekemedi, ben de kendimi çektim” diye. 250 saat kendimi anlattım, sadece o arşivin belgelerine bakarak. İkinci bir belgesel daha çektim o da “Derin ve Serbest Söyleşiler”. Aslında kendi arşivime eklemek için sevdiğim insanları çektim. Örneğin; Ali Nesin’le, Aziz Nesin’in oğluyla tanışmamıştım. Çağırdım, onunla beş saat konuşma yaptım. Aşk, politika dünyası, edebiyat, her şey. Hasan Bülent Kahraman’dan Doğan Hızlan’a, İlber Ortaylı’dan Türkan Şoray’a yaklaşık 50 kişiyi çektim. Daha da çekmek istediklerim var... Söyleşilerin her biri üniversite tarafından ayrı ayrı kitap olarak yayımlanacak herhalde. Arşiv için çok genel tanımıyla çok karakterli denebilir. Örneğin; pek çok müzik kaynağı var. Yılmaz Güney, Kürtler’in yaşadıkları köylerde aşiretlere dair bir hikaye yazmıştı. “Sürü” filmini çekerken bazı Kürt aşiretlerinin ağıtlarını denkbeşlerden topladım. Film çekimlerine gittiğim zaman Mersin’e gittim diyelim veya Urfa’ya, cami duvarlarının önünde ya da seyyar arabalarda satılan kasetlerden yüzlerce almışımdır. 1960’lı yıllardan bu yana, film çalışmaları nedeniyle Türkiye’nin pek çok yerinde dolaştığım için oralarda çektiğim binlerce fotoğraf var.
Bir sinemac›n›n arflivinde neler olur? Aslında bu yalnızca bir sinemacının değil kültür sanatla uğraşan bir Türk vatandaşının arşividir. Yaşar Kemal’den, Cemal Süreya’ya kadar edebiyat dünyasından pek çok yazar ve şairle ilgili hatıra ve fotoğraf vb. var. İlk göz ağrım edebiyat ve tiyatroydu. Hikayeler, şiirler, tiyatro oyunları yazdım. 1972’de profesyonel sinemaya başladım. Sinema bütün sanatları birleştirdiği için çok heyecanlandım. Şimdi burada adlarını saymaktan çekindiğim o kadar çok sanatçıyla arkadaşlıklarım oldu ki... Kendinden övünerek söz etmenin ayıp sayıldığı bir kuşaktan geliyorum.
Arflivinizin do¤um tarihi nedir? Başlangıcı 1955 yılına dayanır. Babam berberdi. İlkokula giderken onun yanında çıraklık yaptım. Beni yanından ayırmıyordu. Biz 12 kardeşiz en büyük benim. Hem okula gidiyor, hem çalışıyordum. Gazete okuma hastalığı çok erken yaşta buldu beni. Okuma yazmayı 5 yaşında kendi kendime öğrendim, okula ise bir sene sonra aldılar. Okumayı Akbaba Dergisi, Cumhuriyet, Ulus gazetelerine bakarken öğrenmişim. Daha sonra beni etkileyen haberleri kesme alışkanlığı başladı bende. Aslında benim gibi bir çocuk sonunda gazeteci olur ama ben yönetmen oldum. Bu gazete kesme alışkanlığı devam etti. Çuvallar dolusu gazete küpürü arşivi oluştu.
Arflivdeki belgeler nelerdir? Üniversite belgeleri dijitalleştirip, kategorize edip internete koyacak. Mesela bir öğrenci Yaşar Kemal’in mektubunu aratıp hemen bulabilecek. Arşivin içinde neler var? Hiçbir yerde yayınlamadığım Yılmaz Güney’den Bertulucci’ye kadar yönetmenlerle
Gelecekte çekmek istedi¤iniz bir film var m›? Bir zamanlar bir arkadaşım vardı. Paris’te çok önemli bir sinema okulunu bitirmişti. Çok farklı bir dünyaya sahipti. Alp Zeki Heper, Yeşilçam’da çalışmaya başladı. “Soluk Gecenin Aşk Hikayeleri” diye kimsenin görmediği bir film yaptı. Genç yaşta vefat etti.
18
Ölümünden sonra onun için bir yazı yayımladım Enis Batur’un Gergadan dergisinde. Yazı şöyle bitiyordu: “Alp Zeki öldü, kafasında cenin halinde filmlerle… Bazı yönetmenler öldükleri zaman kafalarında film ceninleriyle ölürler.” Ben de öyle biteceğim… Sinema seyircisini nas›l buluyorsunuz? Seyirciyi biz bulmuyoruz, o filmi buluyor. Her seyirci aradığını bulur. İsteyen Tarkovski’yi bulur isteyen Recep İvedik’i… İçinde yaşadığımız günlerde sinema seyircisinin sosyolojisini yapmak çok kolay. Genelde kaba komedi filmlerini seviyorlar, haklılar ya da haksızlar diye bir yargılama yapmaya hakkımız yok. Sinema genel olarak popüler bir sanat dalıdır, seyirciye su gibi ihtiyacı vardır. Dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi sinema seyircisi kendi dilinin filmlerine yönelmiştir. Bazıları buna ulusal kültüre dönüş diyorlar. Elit takımının sandığı gibi ucuz kaba komedi filmlerine fakirler gitmiyor. (Yoksul kelimesi fakirliği iyi anlatmaz). Sinemaya gitmek artık paralı çevrelerin işi… Ben açıkça söyleyeyim: Ne yaparsak yapalım dünyadaki sekiz milyar insanın hepsine Bach’ı sevdiremeyiz... Herkesin filmi kendine… Türkiye’de film çekmek çok kolaylaflt›, pek çok yeni yönetmen ortaya ç›k›yor, buna ne diyorsunuz? Pek çok yönetmenin ortaya çıkması çok iyi bir şey. Cemal Süreya’ya sormuşlar “bu kadar çok şiirin yazılmasına ne diyorsunuz?” O da “Çok olumlu buluyorum, herkes şiir yazsın ki kimin şair olduğu belli olsun” demiş. Eskiden Türkler asker bir milletti... Sonra şair oldular… Sonra futbolcu… Sonra artist… En son senarist ve yönetmen bir millete kavuştuk... Fimlerinizi çekerken sizin için önemli olan nedir? Hiçbir zaman kendim olmayan bir film yapmadım… Derler ya hani, kendim ettim, kendim buldum gibi bir şey. Yapımcı olmanın zararlarını gördüm, ama özgürdüm. İstediğim senaryoyu istediğim şekilde çektim. Bazı filmlerim çok sevildi bazıları, da sevilmedi.
Alfred Hitchcock’un dediği gibi “Altı üstü bir film”. Ne büyütüyorsunuz ? Sinema nelerden oluflur? Şimdi kelime Si-ne-ma. İki hecesi Si-Ne; salon, seyirci ve perdeden oluşuyor. -Ma ise sadece film. Yani sinema, seyircinin olduğu bir yerdir; orada film gösterilir. Peki bir yandan da sinema neden ölüyor? Sinema asla ölmez. Hatta giderek kişisel filmler çekilecek. Zengin bir iş adamı bana gelecek bana şu konuda bir film çek diyecek, ben de o filmi ona çekeceğim. İş adamı da filmi duvarına asacak resim asar gibi. Yalnızca misafirlerine gösterdiği bir film çıkacak ortaya… (O iş adamı ne zaman gelecek bana? Bekliyorum) Baflar›l› olmak zorunluluk haline geldi diyebilir miyiz? 20. yüzyılın aydınları, sanatçıları, politikacıları düşünceleri ve idealleri uğrunda ölümü göze alıyorlardı. Kapitalizmin yükselişi, iki dünya savaşı da dahil milyonlarca ölünün üstüne inşa edildi. 21. yüzyılda kendini yakan aydınların sanatçıların soyu tükendi. Şimdi hepimiz “kar, iktidar, itibar” yolunda kapitalizmin parçası olduk… Başarı su gibi ekmek gibi bir ihtiyaç oldu. Halbuki insan böyle olmamalı. Hiç meyve vermeyen bir ağaç, ağaç değil midir? Örneğin; Hu ağacı vardır. Çok severim. Çok güzel bir ağaç, incecik zarif bir gövdesi var. İnsanları kategorize ettiler, önemli insan, başarılı adam... Buna benzer şeyler... Genç insanlara söyleceğim; ne alanda olursa olsun, içinizdeki ateş ne diyorsa onu yapın… Bütün ömrün bir kadını, bir erkeği sevmekle geçiyorsa, onu yap. Çok güzel bir ömür olur bu. Yalnız onu seviyorsun ve onunla varsın. Bir insanı severek ya da yalnızca domates ekerek var olamaz mı insan? Bu bir başarı değil midir? Benim de başarım Leyla ile Mecnun’u, Kerem ile Aslı’yı, Ferhat ile Şirin’i, Saynur ile Simay’i, Romeo ile Juliet’i, Yusuf ile Züleyha’yı sevmek olamaz mı?
20
21
HAYIR, KATLANAMIYORUM. HAYIR, BE⁄ENM‹YORUM. HAYIR, ONU GÖRMEK
DAH‹ ‹STEM‹YORUM! Adem Emre TOPÇU Khas lisans öğrencisi
Siyaset uzun y›llard›r medya ve iletiflim ile birlikte çal›fl›yor; seçimlerin hemen ard›ndan partilerin siyasal iletiflim politikalar› tart›fl›l›yor. Hatta, günümüzde liderlikten sonra gelen en önemli ikinci unsurun, politikalar› halka tafl›yan iletiflim ve reklam uzmanlar› oldu¤u kabul ediliyor. Peki, yaln›zca siyasal iletiflim bir diktatörü devirmeye yeter mi?
22
Şili’de 4 Kasım 1970’de yapılan seçimlerle, Salvador Allende Şili’nin ve dünyanın ilk Marksist devlet başkanı oldu. En önemli icraatı, Şili’nin maden kaynaklarını millileştirme çabasıydı. Allende döneminde ülkenin hem sağından hem solundan terör yükselmiş; başarısız da olsa bir darbe girişimi olmuş ve parlamento, rejimi tanımadığını duyurmuştu.
da etkisiyle kabul etti. Partilerin önerdiği taslak, Pinochet döneminde siyasi sebepler yüzünden öldürülen, kaybolan ve sürgün edilen binlerce insan hakkındaydı. Basına sansür uygulanıyordu, halk haberlerin çoğuna erişemiyordu ama Saavedra insanlar bu reklamı izledikten sonra umutsuzluğun ve korkunun artacağını; sonuç olaraksa halkın sandığa gitmeyeceğini düşünüyordu.
Tüm yaşananların ardından, 11 Eylül 1973’te, bizzat Allende tarafından Silahlı Kuvvetler Başkomutanlığı’na getirilen General Agusto Pinochet, Salvador Allende hükümetini devirdi. Savaş uçakları, başkanlık sarayını bombalıyordu. Allende kimilerine göre intihar etti, kimilerine göre elinde silahı darbeye direnirken hayatını kaybetti.
Saavedra insanların neye ilgi gösterdiğini; hangi renge ne tür tepkiler verdiğini; hangi sözcüğün nasıl bir etki yaratacağını siyasilerden iyi biliyordu, kendi planının uygulanmasını istedi ve çalışmalar başladı.
Allende’nin ardından görevi anti-demokratik yollarla devralan Agusto Pinochet, dört kişilik bir cunta ekibi kurarak siyasi parti etkinliklerine son verdi, parlamentoyu feshetti. 1974’te kendisini ülkenin cumhurbaşkanı ilan etti. Muhalefete sert ve kanlı tepkiler verdi. Darbeyi takip eden üç yılda ülkede 130 bin kişi tutuklandı. Hapishanelerin dolması üzerine futbol stadyumları cezaevi olarak kullanıldı. Güvenlik güçlerinin sayısı üç katına çıktı ve yetkileri arttırıldı. Hatta askerlerin insan hakları ihlalleriyle suçlanmasını bizzat engelledi. Aslında Eduardo Galeano dönemi Kucaklaşmanın Kitabı adlı eserinde tek cümleyle özetliyordu: “Pinochet iktidarında başkent Santiago sokaklarında, dilenciler insanlardan ‘Lütfen yardım edin, ben sivilim, ben yalnızca zavallı bir sivilim!’ diyerek yardım istiyordu.” 1984’te kendi iktidarına karşı başlayan gerilla hareketi ve terör olaylarını gerekçe göstererek sıkı yönetim ilan etti. Hem sıkı yönetim kararı hem de Pinochet’in cunta rejiminin meşruluğu tüm uluslararası kamuoyu tarafından tartışılmaya başladı. Ülkedeki muhalefet ve uluslararası baskılara dayanamayan Pinochet, tek başına hükmettiği 15 yılın ardından 1988’de referandum kararı aldı. Buna göre halk, Pinochet’in sekiz yıl daha iktidarda kalması için “Evet” anlamına gelen “Sİ” ya da “Hayır” manasında “NO” oyu verecekti. Kampanya dönemi 27 gün sürecek ve her iki kanat devlet televizyonundan her gün 15 dakika propaganda yapma hakkına sahip olacaktı. İlk seçim çalışmaları Hayır: % 19 Evet: % 46 şeklinde duyurulmuştu. Ülkenin çekimser kalan neredeyse % 35’i ise seçimin bir şeyleri değiştirebileceğine inanmıyor ya da korkuyordu. Muhalefet, propagandanın en önemli ayağı televizyon yayını olduğu için siyasal iletişim ve reklam alanında profesyonel isimler aramaya başladı. Birçok isim, para ve çalışma koşullarını dinlemeden; yalnızca Pinochet’ye rakip olduğu için muhalifleri reddetmişti. Pinochet’nin iktidarı boyunca 2.279 kişi siyasi sebeplerle öldürüldü. Binlerce insan kayboldu; 3 binin üzerinde insan sürgün edildi, basitçe reklamcıların kapıyı muhaliflerin suratına kapatmak için haklı tonlarca gerekçesi vardı. Teklifi genç bir reklamcı olan Rene Saveedra bir aile dostunun
Bir hafta sonra, tüm parti temsilcisi Saavedra’nin yapacağı siyasal iletişim sunumu için toplandı. Saveedra gökkuşağı ile kaplı bir “NO” logosu tasarlamıştı. Reklamda renkli kıyafetler giyen güler yüzlü onlarca insan şarkılar söyleyip dans ediyordu. Reklamın fonunda ise, tempolu alkışlarla bir pop şarkısı nakaratını andıran “Mutlu Günler Çok Yakın Şili!” sözleri yükseliyordu. Gösteri bittiğinde hakaretler ve küfürler ile salonu terk edenler oldu; tepkiler hemen hemen aynıydı: “Bu kahkahalar da ne demek oluyor? Neyi böylesine coşkuyla kutluyorlar? Danimarka’dan mı getirdin bunca mutlu insanı?” Saveedra tepkilerin ardından, reklamı anlatmaya başladı. İnsanlar televizyonu eğlenmek için izliyor; mutlu anlar görmek istiyordu, reklamı bu nedenle tasarladığını söyledi. Gökkuşağı, bu seçimde bir arada olan 17 partiyi temsil ediyordu. Kırmızı Sosyalistler’in rengiydi; mavi ülkenin en önemli partilerinden Hristiyan Demokratlar’a aitti. Eğlenen insanların hepsi Şili vatandaşıydı, reklamdaki huzur, barış ve kardeşlik; Pinochet, askerleri ve kanlı rejimi ülkeyi terk ettiğinde yaşanacaklardı. Reklam ülkenin tamamını etkisi altına aldı, fonda yükselen nakarat sloganlaştı. Reklam filminin bir infial yarattığını fark eden Pinochet hükümeti, propaganda saatlerini değiştirdi, artık reklamlar gece yayınlanacaktı. Saveedra ise ikinci reklam filmi için çalışmalara başlamıştı. Bu kez, ilk reklamın etkisiyle kampanyaya katılmak isteyen tüm ülkenin tanıdığı sanatçılar, sporcular mikrofondaydı. Saveedra ilginç bir şarkıyla, alıcıyı harekete geçiriyordu: “Hayır, katlanamıyorum. Hayır, beğenmiyorum. Hayır, onu görmek dahi istemiyorum!” Seçim akşamı, sayım sırasında elektrik kesintileri yaşanıyordu. Nihai sonuçlar bir türlü açıklanmıyordu. İlerleyen saatlerde, Pinochet, tüm generalleri acil koduyla Başkanlık Sarayı’na çağırdı, açıkça görünen o ki, bir şeyler ters gidiyordu. Şili, sonuçları gece yarısı Başkanlık Sarayı yolunda bir generale uzatılan mikrofonla öğrendi: “Hayır kazandı!” General haklıydı; “NO” % 43.67’e karşı % 54.81 ile kazanmıştı! Şili;1973’te darbeyle ülkenin başına gelen binlerce insanın ölümünden sorumlu, on binlerce insan hakları ihlaliyle anılan Agusto Pinochet’yi seçimle devirmeyi başarmıştı. Doğru siyasal iletişim ve reklam stratejisi bir diktatörün sonu oldu.
23
Bir Diktatörsavar Olarak Siyasi ‹letiflim Siyasal iletişim temelde bir ikna sürecidir. Dünyanın en eski ikinci mesleği olarak kabul edilen politikanın, medya ile olan birlikteliğinin adıdır. Mesajlar, iletişim ve reklamcılık teknikleriyle insanları ikna edecek; onları sandığa götürecek formlar haline getirilir. Dünyanın her yerinde, her seçim döneminde fark yaratan unsurlardan biridir. Ancak siyasal iletişimin en büyük başarısı yukarıda anlatılan hikayedir; 1988’de bir dikta rejimini tarihe gömmesidir. Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü’nün geçtiğimiz yıl başlattığı sektörde bilinen iletişim uzmanlarını Kadir Has Üniversitesi öğrencileriyle buluşturmayı amaçlayan #PRTALKS projesi bu yıl da sürüyor. Bu yıl için belirlenen tema ise Siyasal İletişim Konuşmaları. Bu tema kapsamında etkinliğin ilk konuğu siyasal iletişim uzmanı ve reklamcı olan Ateş İlyas Başsoy oldu. 26 Ekim’de Cibali Kampüs’te düzenlenen etkinlikte İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Sevda Alankuş’un da katılımıyla Başsoy, Türkiye siyaseti ile iletişim teknikleri hakkındaki görüşlerini ve çalışmalarından elde ettiği deneyimleri katılımcılarla paylaştı. Başsoy sektörde en önemli faktörün maddi kaynaklar olduğunu şu sözlerle vurguladı: “Amerika ve Avrupa’daki seçim kampanyalarında genellikle eşit bütçeli rekabetler oluyor; Türkiye’de rakip markalar da iletişim ve reklama eşit bütçeler ayırıyor. Ancak Türk siyasetinde bütçeler arasında inanılmaz farklar bulunuyor. Hazine yardımı da bu makasın kapanmasını önleyemiyor. Örneğin, 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi hazine yardımı olmadan, adayların elde ettiği bağışlarla yapılmıştı. Tüm kampanya dönemini Ekmellettin İhsanoğlu 8 milyon TL, Selahattin Demirtaş 1 milyon TL bağışla geçirmişti. Ancak Recep Tayyip Erdoğan 55 milyon TL bağış toplamıştı. Erdoğan’ın yalnızca Kazlıçeşme Mitingi için yaptığı harcama Demirtaş’ın kampanya döneminde yaptığı harcamadan fazlaydı. Çok iyi kurgulanmış bir fikriniz olduğunu varsayalım ama yalnızca broşüre basacak bir bütçeniz var. Diğer taraftan çok kötü, hatalarla dolu ancak her saat başı televizyonda gösterilen bir reklam var. Ne kadar kötü de olsa, kazanan ikinci reklam olur.” 2001’den itibaren iletişim teknikleri ve reklamcılık üzerine fikirlerinin olduğunu söyleyen Başsoy, siyasal iletişim serüvenin 2008 yılında bir arkadaşının kendisini Antalya’ya davet etme süreciyle başladığını söylüyor ve deneyimlerini paylaşıyor: “Belediye Başkanlığı seçimlerine yaklaşık bir sene vardı; arkadaşım ‘Burada kazanması mümkün olmayan biri var, aradaki fark % 22 ancak burası senin teorilerini uygulayabileceğin bir alan olabilir. Her şeyi sana bırakacağız’ demişti. Cumhuriyet Halk Partisi adayı Mustafa Akaydın ile bu sayede tanıştık. Yıllardır CHP’ye oy verenlere ya da koyu AKP seçmenlerine hitap etmedik, genelde yapılan hata budur. Biz Akaydın’a nötr olan ve çoğunluk olan kitleyi ikna etmek için çaba harcadık, sloganlarımız; projelerimiz; reklamlarımız onlar içindi. Elbette, tek etken ben değilimdir ama Mustafa Akaydın en yakın rakibine 40 bin oy fark atarak Antalya Belediye Başkanı oldu. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2009’daki en büyük kaybı Antalya olmuştu. Bir önceki seçimde elinde bulundurduğu ancak 2009 seçimleriyle kaybettiği tek büyükşehir Antalya’ydı. Seçimleri takip eden günlerde ‘AK Parti’nin kaybedebildiğini gördük!’ başlıklarıyla Antalya üzerinde analizler duyulmaya başlanmıştı” Başsoy’un konuşmasının ardından etkinlik soru-cevap bölümüyle sona erdi. Seçmenler adaya mı yoksa partiye mi oy veriyor? şeklindeki soruya “İstisnalar elbette var, örneğin Ordu’da Seyit Torun; ancak genel olarak Türkiye’deki seçmen profili hala aday üzerine değil, parti üzerine...” Seçmen rasyonel mi yoksa duygusal mı? sorusuna ise “Duygusalız. Adayların ya da partilerin İslamiyet ya da Atatürk hakkındaki düşünceleri; ekonomi projelerinden daha çok fazla önemseniyor.” dedi.
# PRTalks’un Konuklar› Sektörlerinde bilinen iletiflim uzmanlar›n› Kadir Has Üniversitesi ö¤rencileriyle buluflturmay› amaçlayan, # PRTalks’un Ekim-Aral›k 2015 konuklar› flunlard›: • Nilüfer Pembecio¤lu-‹stanbul Üniversitesi ö¤retim üyesi • Sanem Güler-Hollings Centre iletiflim uzman› • Bengü Üçüncü-Ekflisözlük ifl yöneticisi • Eylem Ertürk-Anadolu Kültür temsilcisi • ‹smet D. Akalp- Greenpeace gönüllü koordinatörü • Gözem Göçeri Uçar-Marketing PR uzman› • Sevda K›l›çalp-Çözüm Alan› Derne¤i temsilcisi • ‹smail Küçükkaya-Fox TV Çalar Saat Program› sunucusu • U¤ur Yüksel-!f ‹stanbul Bas›n Sorumlusu
24
SOSYAL MEDYADA
B‹R SÜRÜKLENM‹fiL‹K VAR RÖPORTAJ: Merve ERDEN Khas yüksek lisans öğrencisi
25
Kadir Has’ta yüksek lisans e¤itimine bafllad›¤›mda ad›n› övgüyle duydum ‹smail Hoca’n›n. ‹lk bafllarda bölümü yad›rgamad›m desem yalan olur. Ama zamanla birebir flahit olunca asl›nda bölümün önemini ve gereklili¤ini kavrad›m. Zaten ‹smail Hoca’yla konuflup ikna olmamak imkans›z, dersini alan da seviyor almayan da. Her daim yenili¤e aç›k ve gençlerin yan›nda yer al›yor. Düflünsenize ders ald›¤›n›z e¤itmen sosyal medyay› seviyor ama bilinçli kullanmak flart›yla. Yeni medya e¤itiminin tek amac›n›n; bilinçli ve sorgulayan bir yeni medya gençli¤i yetifltirmek oldu¤unu belirtiyor. Yeni medyay› Khas ‹letiflim Fakültesi Yeni Medya Bölümü ö¤retim görevlisi ‹smail Hakk› Polat hocam›zdan dinleyelim. ‹lginç ders içerikleriniz var, sosyal medya diyeti gibi. Biraz bahseder misiniz? Sosyal medya diyetini ilk 2012’de gerçekleştirdik. Bir gazeteci arkadaşım ‘acaba çocuklar sosyal medya diyeti yapsa kaç gün dayanabilir?’ diye sordu. İlk başta sadece sohbette konuşulan bir konuydu. Daha sonra nasıl yapabileceğimizi ve ödevin içeriğini tartıştık. 48 saat olmasına karar verdik, belirlenen sosyal medya ağlarına girilmeyecek. Ve öğrenciler bu süreci günlük tutarak anlatacaklardı. İlk diyetimizde yanlış hatırlamıyorsam toplam 20 öğrenci vardı. 11 öğrenci diyeti tamamlayamadı, 5’i unutup diyeti bozdu, 4’ü başarıyla tamamladı. Bu seneki diyette Whatsapp’ı dahil edince komik yorumlar ortaya çıktı. Bir öğrencim; “arkadaşımla buluşacaktım. Whatsapp’tan konum attım baksana dedi gözlerim doldu hocam.” yazmış. (Gülüyor.) Peki hocam diyet hedefine ulaflt› m›? Amacımız farkındalık yaratmaktı. Sosyal medyada bir sürüklenmişlik var ‘yani herkes kullanıyor ben de kullanayım’ düşüncesi hakim. Son zamanlarda Snapchat yaygın, tavsiye ediyorlar. Hiçbir şeyi sorgulamadan bir sürüklenme söz konusu. Diyette de amacımız, sorgulayan bir sosyal medya kullanıcısı oluşturmak. Öğrencilere ‘ben kullanıyorum ama bana faydası ne?’ gibi sorular sordurabilmek. Yeni medya bölümünün önemi son dönemlerde fark edilmeye baflland›, bölümü biraz anlat›r m›s›n›z? Yeni medya oluşum sebebiyle var olduğu nitelikleri araştırma ve bu konuda hem akademik hem sektörel bireyler yetiştirmek ile mükellef bir bölüm. Tabii ders işlenirken tüm teknolojileri kullanmaktan geri kalmıyoruz. Zaten klasik eğitim yöntemi bölümün ruhuna aykırı. Biz siber dünyanın sınırsızlığını nasıl kullanabiliriz derdindeyiz. Akıllı cihazları kullanarak ders işleme yöntemleri üzerine araştırmalar yapıyoruz. Buna öğrencilerle beraber yapılan deneysel bir araştırma diyebiliriz, öğrenci tablet vasıtasıyla ders içeriklerine istediği zaman ulaşabiliyor, eğitmenlerle sürekli iletişim halinde.
Tercih dönemindeyiz veliler nas›l karfl›l›yor? Ön yarg› var m›? Kuşkusuz var, çünkü kuşak sıçraması var. Anne babalar hep gelenekselleşmiş eğitimden yana ama bu yavaş yavaş değişiyor. Anne babası istememesine rağmen bölümü tercih eden öğrenciler var. Veliler sen bir sene oku, seneye değiştirirsin düşüncesindeler. Ama bu tercih döneminde aileler daha bilinçli, özellikle Gezi Parkı eylemlerinde twitter'in yoğun kullanımı bilincin artmasına neden oldu. Ama kabul edilmesi lazım ki yeni medya artık kaçınılmaz bir gerçek.. Öğrenciler hangi bölümü okurlarsa okusunlar yeni medya temelini öğrenecekler. Gezi olaylar›nda çok fazla bilgi paylafl›m› oldu, yeni medya e¤itmeni olarak nas›l yorumluyorsunuz? Sosyal medyadan örgütlenip siyasal talepleri dile getirme daha emekleme döneminde. Dolayısıyla siyasette sonuç alıcı olarak görmek için daha çok pratik yapılması lazım. Sosyal medya üzerinden büyük kitleleri harekete geçirebiliriz önemli olan kalıcı olması. Arap Baharı örneğinde, büyük kitleler örgütlendi fakat bir süre sonra dağılmalar başladı çünkü fikir ayrılıkları oluştu. Dolayısıyla deneyimlenmesi gereken büyük kitlelerin tepkilerinin nasıl toparlanacağı, üzerinde araştırılması gereken konu bu. Occupy Wall Street eylemleri çıktığında bir arkadaşım Amerika’daydı, rica ettim izlenimlerini anlatsın diye. “Abi toplamda 150 kişi var” dedi. Sen olaya geleneksel gazetecilik gözüyle bakıyorsun dedim, eğer 150 kişiden 10’u occupyworld.com internet sitesine ekler ve videoyu izleyenlerin sayısı 10.000’i geçerse polis geri çekiliyor. Dolayısıyla kilit nokta fiziksel olarak orada kaç kişinin olduğu değil, dünyada kaç kişinin haberi olduğu. Sosyal medya bunu çıplak bir biçimde görüntüleyen alan. Kısaca tüm gezi olaylarında dezenformasyon, montaj gibi etkenlerle insanların kafası çok karıştı. Çıkış yolu; yeni medya okuryazarlığı. Peki Twitter yasa¤›? Teknoloji öyle ilerledi ki bunun sembolik bir anlamı var. Gençler herşeyin farkında. Ama dünyada sosyal medyaya karşı hep bir korku var. Çünkü yöneticilerin pek hakim olamadıkları alan. Eğer yönetici kesim yeni medya okur yazarlığını destekler hale gelirse evrim olur. Bu gelişimi kabul etmeyen ülkelerde ise devrim olur. Ama şu anki duruma baktığımızda en iyimser ben bile karamsarlığa kapılıyorum. Son olarak herkesin ortak rahats›zl›¤› haline gelen reklam mesajlar› ve aramalar› hakk›nda ne düflünüyorsunuz? Bireyin izni alınmadan sosyal ya da ticari aramalara maruz bırakma yeni medya kullanımının artmasıyla çoğaldı. Geçtiğimiz 1 Mayıs’ta yeni bir kanun yürürlüğe girdi ama kanun sadece ticari kurumları kapsıyor. Yani değişen pek birşey yok, eğer yardım kurumu diye arama yaparsanız kanuni sürece dahil olmuyorsunuz. Ek olarak bir marka eğer sizi şahsi numarasından ararsa herhangi bir sorun teşkil etmiyor. Beni daha çok araflt›rma kurumlar›ndan ar›yorlar hocam ve ben bilgi paylaflmama ra¤men her fleyimi zaten biliyorlar. Evet sorun kişisel bilgilerimize herkes tarafından erişiliyor olmasında. Maalesef alt yapıda yeterli anayasal düzenlemeler mevcut değil. Yapılması gerekenler ise, düzenleyici kurumun kişilerin şahsi bilgilerini güvence altına alacak yasa çıkarması ve daha da önemlisi yasayı yürürlüğe koyan kişilerin yeterli alt yapıya sahip olmaları gereklidir.
26
Medya Dijitalleflirken Öğr. Gör. İsmail Hakkı POLAT Khas öğretim görevlisi Geliflmifl ülkelerde birkaç y›ldan beri baflgösteren kaç›n›lmaz dijital dönüflüm, ülkemizde de etkilerini göstermeye bafllad› ve tarihte ilk kez Yeni Medya reklam gelirleri, yaz›l› bas›n› geçti. Peki flimdi ne olacak? Y›k›lmaz gibi görünen reklamverenreklamc›-medya üçlüsünü neler bekliyor? Kim, ne yapmal›? Reklamc›lar Derne¤i malumu ilan etti ve aç›klad›¤› 2015 y›l›n›n ilk yar›s›nda yap›lan reklam harcamalar› çal›flmas›na göre, Yeni Medya reklam gelirleri ülke tarihinde ilk kez yaz›l› bas›n› geçti. Toplam 4.282 bin TL’lik reklam pastas›n›n yüzde 52’sini televizyon, yüzde 20.62’sini ‘dijital’, yüzde 17.38’ini yaz›l› bas›n, yüzde 6.7’sini aç›khava, yüzde 1.95’ini radyo ve yüzde 1.28’ini ise sinema reklamlar› oluflturdu. Yeni Medya yerine dijital terimini kullanmay› tercih eden Dernek, her ne kadar bu toplama “arama motorlar› gelirlerinin dahil oldu¤unu” söylese de, bu alan›n tekel oyuncusu Google’dan veri al›namad›¤› için bu rakam›n sa¤l›kl› olmad›¤›n› ve kiflisel olarak söz konusu gelirlerin tahmin olarak yaz›lan›n çok üzerinde oldu¤u kanaatimi belirtmek isterim. Tabii üzerinde as›l durmam›z gereken niceli¤in çok ötesindeki nitel de¤iflim. Yaklafl›k alt› y›ldan beri çeflitli vesilelerle yazd›¤›m bu dönüflüm, yaz›l› bas›n için art›k uzak bir gelecek de¤il, kap›s›n›n önündeki kabus. Kuflkusuz geleneksel medya, gerek Türkiye’de gerekse dünyada bu geliflmeleri fark etmekte ve harekete geçmekte geç kald› ama bunlar›n içinde Guardian gibi erken davran›p Yeni Medya’ya stratejik öncelik verenler, New York Times ya da Wall Street Journal gibi güçlü içeriklerini Yeni Medya’ya abonelik modelleriyle tafl›yabilenler, sonunda çabalar›n›n meyvelerini yemeye bafllad›. Bizde de son birkaç y›ld›r Hürriyet ve Zaman gibi ana ak›m gazetelerinde bu konuya stratejik öncelik verip rasyonel ifl ve dönüflüm modelleri aray›fl›nda olanlar ya da Radikal gibi zorunlu olarak Yeni Medya’ya tafl›nmak zorunda kalanlar belli bir mesafe kaydetti ancak bu zamana kadar tafl›ma suyla döndürülen de¤irmenin art›k sistematik bir ak›fla ihtiyac› var. Bu nedenle tüm bu sürecin art›k genel panoramay› köklü bir flekilde farkl›laflt›racak bir büyük resme dönüflmesi laz›m. Bunun için de dönüflümü salt önde görünen medya de¤il ifl ve gelir ba¤lam›nda medyareklamveren-reklamc› üçlüsü ba¤lam›nda ele almak laz›m.
Öncelikle Türkiye’de ve dünyada aç›klanan rakamlar, reklamverenin de ilgisini Yeni Medya’ya daha fazla çevirmesine ve flimdiye kadar geleneksel mecralara ay›rd›¤› (evet, k›sa zamanda TV’de bu drama dahil olacak) reklam harcamalar›n› kayd›rmas›na yol açacak. Bu da do¤al olarak Yeni Medya platformlar›ndaki reklam birim fiyatlar›n› artt›racak ve hem medya hem de reklam sektöründe bu alana daha fazla teknoloji ve insan kayna¤› yat›r›m›n›n önünü açacak. Bu do¤rultuda, medyan›n, reklamc›lar›n ve hatta reklamverenlerin yapt›klar› yat›r›m ve harcamalardan etkin bir geri dönüfl alabilmeleri için ifl süreçlerinde ciddi bir dönüflüme girmeleri gerekli. Medya sektörü biraz ilerlemifl görünüyor ama Buzzfeed, Vice.com, SnapChat ve Netflix gibi küresel ve Ekfli Sözlük, Onedio, Ensonhaber, Maçkolik gibi yerel Yeni Medya oyuncular›n›n da pastadan pay kaparak kendilerinin hareket alanlar›n› daraltmaya bafllad›klar›n› da göz önünde bulundurmal› ve Yeni Medya usulü ifl yapmay› en ince detay›na kadar ö¤renmeliler. Bu dönüflümde en çok zorlanan grup ise reklam sektörü. Köklü biçimde de¤iflen mecra karakteristi¤i, ifl sürecinden çal›flan profiline köklü dönüflüme girmesi gereken reklamc›lar› da endiflelendirmesine karfl›n bir iki sat›n alma d›fl›nda konuda kayda de¤er bir geliflim görünmüyor. Google gibi bambaflka alanlardan gelen y›k›c› yenilikte reklam teknoloji ve modelleri gelifltiren oyuncular da göz önüne al›nd›¤›nda sektörün durumu ne yaz›k ki parlak de¤il ve ciddi bir küçülme kaç›n›lmaz gibi. Kiflisel olarak, önümüzdeki dönemde dünyada ve ülkemizde bu alana girecek yenilikçi oyuncular›n k›sa sürede büyüyece¤ini düflünüyorum. Son olarak, reklamveren taraf› ise, reklam sat›n almadan planlamaya ve hatta (daha da genifl bir rekabet ve verimlilik perspektifinden bakarak) organizasyonel ifl süreçlerine kadar her birimini dijitallefltirmek zorunda. Kuflkusuz böylesi bir dönüflümü gerçeklefltirebilmek için de ifle öncelikle bu üçlünün tüm yönetsel iflleyiflinden yani yönetimlerinden bafllamak gerek. ‹flte konunun can al›c› ve belirleyici noktas› da buras›! Yaz›m›z› son dönemin popüler bir repli¤inin türevleriyle bitirelim; “Yaaa gazeteci (reklamc›) kardefl, çok rahat konufluyordun.”
INEO
Kadir Has Üniversitesi Teknoloji ve Transfer Ofisi ad› alt›nda TÜB‹TAK iflbirli¤i ile aç›lan oluflum kendini ‘yeni nesil üniversite’olarak tan›ml›yor. Ö¤renci ve e¤itimcilere giriflimcilik alan›nda proje deste¤i veriyor; giriflimcili¤e ad›m atmak isteyenlere bilgi ve e¤itim deste¤i sa¤l›yor. INEO’nun öncelikli hedefi, üniversitenin ö¤renci, akademisyen ve mezunlardan oluflan ekosisteminin teknoloji ve bilimi kullanarak kendisinin ve sektörün ihtiyaçlar›n› yenilikçi yollar ile anlamas›, çözmesi ve yaratt›¤› katma de¤eri giriflimcilikte gelifltirerek daha sonra kendi iflinde ve sektörde tekrarlayabilmesini sa¤l›yor.
Vodafone Mobil E¤itim
Kurumlar›n e¤itim ihtiyac›n› karfl›layacak dijital bir platform. 7-24 dijital e¤itim sa¤layarak mekan zaman alg›s›n› ortadan kald›r›yor. Kadir Has Üniversitesi Yeni Medya Bölümü birinci s›n›f ö¤rencileri taraf›ndan kullan›l›yor. Dijital e¤itim kütüphanesi ve çal›flanlar›n birbirleriyle bilgi paylaflabildi¤i platform sa¤l›yor.
28
S‹BER SAVAfi SÖYLEM‹NE
KARfiI S‹BER BARIfi SÖYLEM‹
Sarphan UZUNOĞLU Khas Öğretim görevlisi
A¤ toplumu ve bilgi toplumu yeni yeni düflünülen kavramlar olarak alg›lansa da aradaki fark üstüne uzun süredir düflünüyoruz. Terminoloji dahilinde akl›m›za en çok tak›lan anahtar kelimeler ise güvenlik, gözetim ve ifade özgürlü¤ü oluyor. Peki, birbirleriyle z›tl›klar içeren bu kavramlar›n bir arada var oldu¤u yeni medya ortam›nda yolumuz nereye ç›kacak?
29
Şair Viktor Vladimirovich Khlebnikov ya da yazar adıyla Velimir Khlebnikov, günümüz toplumuna nasıl bakmak gerektiği konusunda söylenmesi gerekeni bundan yaklaşık 100 yıl önce söylemişti. Döneminin Rus Futurist hareketinin en önemli isimlerinden biri olan Khlebnikov “The Radio of the Future” isimli makalesinde dünyanın dört bir yanına dağılan iletişim ağlarının hem uzak yerleşim birimleri ve toplulukları birbirleriyle bağlayacağını hem de totaliter kontrol mekanizmalarının, merkezileşmiş devlet baskısının bu ağlar etrafında vücut bulacağını belirtmişti. (Berardi ve Boye, 2011).
olarak mümkün ne de böyle bir okuryazarlık bilgisi henüz tabana yayılabilmiş durumda. Bizim açımızdan asıl sıkıntı burada başlıyor; çünkü tabana yayılmaya pek müsait bir meseleden bahsetmiyoruz ve birçok insana göre bu şehirli eğitimli kitlelerin sorunu olmaktan öteye gitmiyor. Hatta devletlerin terörizmle mücadele konusunda özellikle ABD, İngiltere ve Fransa’da kanıtlanan başarısızlıklarına rağmen, eylemleri gerçekleştirenlerin şifrelenmemiş diyalog ortamlarında eylemlere hazırlandıkları ortaya çıktı, gözetimi arttırma eğiliminde olmaları iktidarların olaylara bakış açılarını özetliyor.
Bugün ağ toplumuna dair söz söyleyen herkesin, bu dinamik yapı içerisinde hareket etmesinin, yani aynı iletişim sisteminin hem aşağıdan küreselleşme diyebileceğimiz hareketlenmelere yol açabilmesinin, hem de gözetim toplumunun en sert yöntemleriyle kurumsallaşabildiğinin farkında olduğunu görebiliyoruz. Khlebnikov’un öngörülülüğünün sebebi Rus İşçi Devrimi’nin en etkili araçlarından olan radyo teknolojisinin globalizasyon etkisinin sonuçlarına hem ütopik hem de distopik olarak kafa yormasındaydı.
Burada dünya üzerinde ortaya çıkan devlet olmayan aktörlerin katılımı da büyük önem arz ediyor. WikiLeaks gibi global karşıhegemonik projelerden Alternatif Bilişim Derneği gibi komünitelere dek dünyadaki gözetim politikalarıyla göğüs göğüse çarpışmayı iş edinmiş insanlar da var ve bu insanlar devletlerin fiziki güvenlik politikalarının da açıkça hedefi oluyorlar. Ülkelere giriş çıkışlarda aranma biçimlerinden başlayarak daha birçok konu gündeme getirilebilir. Yalnızca Jacob Appelbaum’a yapılan aramada tecavüze ilişkin tehditler bile tek başlarına devletlerin “ulusal çıkarlar” söz konusu olduğunda nasıl olup da insanlık dışı uygulamaları benimseyebildiğinin açık birer kanıtı gibi.
Günümüzde bilgi güvenliği özellikle gazeteciler açısından kritik bir başlık. 00’lı yıllarla (2000’den başlayarak) başlayan ve Clay Shirky’nin (2008) aralarında Tayland’dan Belarus’a birçok hareketi saydığı toplumsal kıpırdanmaların tamamı radyo tarafından olmasa da küreselleşen ve kullanımı yaygınlaşan yeni medya araçları aracılığıyla gerçekleşti. Aşağıdakiler, rıza üretim mekanizması için açılmış kanalları medyanın dinamik yapısından ve interaktiviteden, saydamlaşan ve yurtsuzlaşan üretim ilişkilerinden yararlanarak o kadar güzel kullandılar ki kontrole karşı-kontrol ile, gözetime karşı-gözetim ile karşılık verdiler. WikiLeaks bu karşı gözetimin en önemli örneğiydi. Snowden tarafından yayınlanan belgeler, Prism skandalı ve daha nice sızıntı, Khlebnikov’un tüm totaliterlerin kabusu olabilecek ütopyasının parçasıydı. Aynı dönemde dünyanın her yerinde çıkan gözetim yasaları ve teknolojilerdeki gözetim odaklı gelişmeler ise gerçek bir distopyaydı. Sosyal bilimciler büyük bir ihtirasla gözetim teknolojilerine yöneldiler. Bugün ise bu ütopya-distopya kesişiminde sıradan kullanıcılar her aşaması denetlenmiş internet kullanım süreçlerine mahkum edilmiş durumdadırlar. Bu da onların sıradan kullanıcı olsalar da, hükümetler ya da devletler için tehlike arz etseler de sürekli bir biçimde gözetlenmesi anlamına geliyor. Almanya gibi bir ülkedeki tüm telefon görüşmelerinin 30 milyon Euro gibi bir fiyata dinlenilebilir anlaşılırlıkta kaydedilebildiğini, Çin’in bazı üçüncü dünya ülkelerine karşılıksız (ama aslında tamamıyla elde edeceği veriler karşılığında) bu tarz hizmetler sağladığını biliyoruz. Bu önümüze devletler, Google ve Facebook gibi şirketler aracılığıyla insanlara yönelik tek yönlü bir saldırıyı koyuyor. Oysa “siber savaş” denen kavramdan bahsedildiğinde ve devletlerin güvenlik ağzı ile bu savaş kavramı öne çıkarıldığında uyuşturucu, silah tüccarlığı, çocuk pornosu gibi başlıklar daima devletlerin otoriter politikalarının meşruluk aygıtları olarak öne sürülüyorlar. Bu noktada önümüze sürülen “siber savaş” diskuruna karşı bir “siber barış” diskuru geliştirmemiz gerekiyor; zira toplumsal olarak bu meselelerle savaş diliyle mücadele etmemiz ne altyapı
Bu noktada artık üstüne düşünmemiz gereken şeyler farklılık arz etmeye başlıyor: Birincisi şu ki özel alanlarına sahip olmak isteyenler olarak güvende değiliz ve devletler birçok “antiterörizm” yasası etrafında bizi gözetlemek için bahaneler buluyor; global şirketleri baskı altında tutuyorlar, bazı global şirketlerse bizzat bu duruma çanak tutmak için kurulduklarını gizlemeyen uygulamalara imza atıyorlar. Bugün bir ütopya olarak kurgulanacağını düşündüğümüz ağ toplumu, bir distopya ya da kara ütopya olmaya yaklaşıyor; zira devletler Internet’i Silk Road denen uyuşturucu vb. ürünlerin satış ağına ya da benzeri karanlık network’lere indirgemek istiyorlar; ama bu network’lerin üzerinde çalıştıkları network’lerden de bizzat yararlanmayı asla ihmal etmiyorlar. Peki ilk aşamada sıradan kullanıcı neler yapılabilir? Electronic Frontier’in sunduğu Https Everywhere ve Privacy Badger eklentileri hepimiz için biçilmiş kaftan. Sürekli olarak trafiğimizin izlenmesi karşısında alınabilecek ilk tedbirler bunlar; tabii tüm bunları bir sonraki seviyeye geçirmek için The Onion Router (TOR) kullanılabilir. Bir çeşit Firefox modellemesi olan TOR bütün Internet gezintinizi anonimleştirerek sizleri korumayı vaadediyor ediyor ve bireyin özgürlüğü açısından şu an en güvenilir projelerden biri. Peki telefon görüşmelerimiz ve mesajlaşmalarımız derseniz onun da sağlam bir çözümü var. Signal. Hem sesli görüşmelerinizi hem de yazılı görüşmelerinizi signal üzerinden yapabilirsiniz. “Ben video konferanslarımı da şifrelemek ve kaydedilmesini önlemek istiyorum” diyenler için ise http://meet.jit.si bu imkanı sunan bir içerik arz ediyor. Bu programları kullanmak size iflah olmaz bir terörist değil, anayasal haklarına sahip çıkmaya çalışan bir yurttaş yapıyor. Totaliterleşen Internet politikaları karşısında elde edilebilecek yegane mevzinin bu olduğu gerçeğine alışmalıyız. Geleceğin radyosunda işler şimdi umulduğu gibi gitmiyor olabilir; ama kimse bu gidişe dur denilemeyeceği ön kabulüne teslim olmamalı.
Kaynakça Berardi, F., & Bove, A. (2011). After the future. G. Genosko, & N. Thoburn (Eds.). Edinburgh: AK Press. Shirky, Clay (2008). Here Comes Everybody. Londra: Penguin.
30
31
32
33
34
35
“Reklamc›l›k; vitrini büyük dükkan› küçük sektör.” Fatofl Karahasan
REKLAMCILIKTA TAfiLARI ÜST ÜSTE KOYMAK! Serpil YILDIZ ÖZDEMİR Khas öğretim görevlisi
Reklamc›l›k! Çok gözde bir meslek. Ancak di¤er hizmet sektörlerine k›yasla ifl hacmi küçük olan bir sektör. Dolay›s›yla rekabetin çok, ifl bulman›n zor oldu¤u bir sektör. Üstüne, üniversitelerin, sektörün ihtiyaç duydu¤undan çok daha fazla mezun veren reklamc›l›k bölümleri problemin derinleflmesinde etkili rol oynamakta. Yeni mezunlar›n durumu fark etmesi için bir iki ifl görüflmesi yapmas› yeterli oluyor. ‹flin ilginçli¤i isei ço¤u ö¤renci daha mezun olmadan bu gerçe¤i fark ediyor. Bir reklam ajans›nda staj yapabilmek için kap›da bekleyen büyük kalabal›kla rekabet etmesi gerekti¤ini gören ö¤renciler, durumun ciddiyetini daha okuldayken kavr›yorlar.
36
Bir yılı aşan staj süreleri boyunca yaratıcı emeklerini ajansın hizmetine karşılıksız sunan bu gençler arasında çok azı ücretli kadroya geçebiliyor. Ajansların çetin çalışma koşullarına dayanabilenler arasından yükselenlerin gelebilecekleri pozisyonlar ise başkaları tarafından uzun süredir işgal edilmiş durumda. Özetle sektöre girmek, orada varlık göstermek, yükselmek ancak bu işe tutkuyla sarılmış, çalışkan, hırslı gençlerin ve bu gençleri sektöre en iyi şekilde hazırlamayı görev edinmiş bir öğretim kadrosunun birlikte başarabileceği bir iş.
beş kişilik bir marka ekibinin tamamının Khas Reklamcılık mezunu olması. Vahide Göktaş, Umut Siliman, Aytaç Şahin, Doğukan Doğan ve Yiğit İtmeç’den oluşan bu ekibin hiçbiri aynı dönem mezunu değil. Bir iki yıl arayla mezun olmuş gençler. Hepsinin marka takımındaki görevi farklı. Stajyerinden proje sorumlusuna, art direktöründen reklam yazarına her birinin uzmanlık alanı başka. Ortak noktaları Khas Reklamcılık mezunu olmaları. Birlikte keyifli çalıştıkları, yeni mezun olan arkadaşlarını ajansa hararetle önerdikleri gelen bilgiler arasında.
Üç yıl önce Reklamcılık Bölüm Başkanımız Prof. Dr. Asker Kartarı, “Böyle gençler yetiştirebilmek için taşları yan yana değil üst üste koymalıyız, o zaman başarı da beraberinde gelecektir” dediğinde sektörde tek tük kişisel başarı kazanmış mezunumuz çalışmaktaydı.
Kasım ayı sonu gibi JWT Yaratıcı Başkanı Tuğbay Bilbay’ın da katılımıyla gerçekleşen bir oturumda üniversitemizi ziyaret eden bu beş genç, öğrencilerimize “Kadir Has Üniversitesi Reklamcılık Bölümü”nü sektörde nasıl bir markaya dönüştürebileceğimiz konusundaki fikirlerini ve deneyimlerini aktardılar.
Bugün Türkiye’nin en büyük reklam ajanslarının ajans başkanları, yaratıcı direktörleri Khas Reklamcılık Bölümü öğrencilerini takibe başladılar. İşe alırken, bölüm mezunlarını tercih ediyorlar. Henüz bir iki yıllık sektör deneyimi olan mezunlarımız büyük markaların sorumluluğunu alıyor, çok saygın yarışmalardan ödülle dönüyorlar.
Sadece JWT değil birçok uluslararası reklam ajansında çalışan mezunlarımızla oluşturduğumuz iletişim ağından gelen bilgiler mezunlarımızın sektöre hızlı giriş yaptığı, stajyer olarak başlayan öğrencilerimizin kısa zamanda kadroya geçtiği ve daha birinci yıllarını doldurmadan ödül kazandığı yönünde.
Bu kadar kısa zamanda gerçekleşen başarı hikayemiz, öğrencilerimizin kendilerini keşfedebilecekleri, yeteneklerini değerlendirebilecekleri, uzmanlık alanlarını seçebilecekleri bir müfredat geliştirmekle başladı. Sektör profesyonelleriyle yaptığımız verimli toplantılardan çıkan verilerle oluşturulan ders programının amacı, dördüncü sınıfa geldiğinde çoktan reklamın hangi alt disiplininde çalışmak istediğine karar vermiş, ona göre ders seçimlerini yapmış, o yönde projeler seçmiş, üretmiş, ödül kazanmış, hedeflediği alanda staj yapmış gençler yetiştirmekti. Yani, taşları üst üste koymak.
Bir yıllık staj dönemlerinde hiçbir sosyal güvencesi olmayan, para kazanmayan genç beyinlerin sömürüldüğü düzende Khas Reklamcılık Bölümü mezunları artık çok daha kısa dönemlerde haklarına kavuşuyorlar. Hatta stajyerler arasında “En hızlı kadroya geçme rekoru” kırma denemeleri olduğunu söyleyebiliriz. Yorum/Public’te reklam yazarı olarak çalışmakta olan Semih Türkmen’in dört aya indirdiği staj dönemi rekorunu bir sonraki sene Havas Worldwide’da çalışmakta olan Alper Karan üç aya indirmişken, kısa bir süre sonra Ebru Karaman iki aylık deneme sürecinden sonra Rabarba’da kadrolu reklam yazarı olmaya hak kazandı. Bu tatlı rekabetin öğrenciler arasında büyük motivasyon unsuru olduğu kesin.
Hemen akabinde Reklam Atölyesi kuruldu. Gerçek bir reklam ajansı gibi, öğrenciler için ideal bir “Reklamcılık Deneyim Merkezi”, laboratuvar gibi çalışan bir atölye. Neredeyse ders dışı zamanlarının çoğunu bu atölyede geçiren öğrenciler, birlikte çalışma disiplini kazanarak, yarışmalar aracılığıyla reklam sektörüyle sıkı bağlar kurarak, yaratıcı yeteneklerini ölçerek, portfolyolarını tamamlayarak mezun oluyorlar. Dolayısıyla başarı kaçınılmaz oluyor. Bu başarı öylesine, laf olsun diye söylenmiş bir başarı değil. İspatlanabilir bir başarı. Sektörde, Kadir Has Üniversitesi Reklamcılık Bölümü mezunlarının sayısındaki artış başarının en önemli göstergelerinden biri. Bir ahtapotun kolları gibi sektörde her yere elleri uzanan bölüm hocalarımızın sahip oldukları network, mezunlarımızın eğitim kalitesinin sektörde yarattığı pozitif algı, bir önceki yılın mezunlarının bir sonraki yılın mezunlarına sektörün kapıları aralama konusunda gösterdikleri coşku ve inanç, daha öğrenciyken alınan ulusal ve uluslararası ödüllerin özgeçmişlerde büyük bir avantaj sağlaması… Bugün birçok saygın ajansta bir ya da birden fazla mezunumuzun çalışmasında rol oynayan önemli faktörler. Bu duruma verilebilecek en güzel örnek JWT/Man Ajans’ta çalışan,
En önemli motivasyon kaynağı ise Reklam Atölyesi’nin üst üste kazandığı ödüller. Reklam Sektörü’nün prestijli yarışmaları Kristal Elma, Basında Kırmızı Ödülleri, Arvak Açık Hava Reklamcılık Yarışması gibi yarışmalarda birincilik dahil birçok ödül kazanan Reklam Atölyesi öğrencileri, staj yaptıkları dönemdeki işleriyle de Cannes Reklam Festivali’nden ödülle döndüler. Ayrıca Arçelik, İş Bankası, Atasay gibi en büyük reklam verenlerin açmış oldukları yarışmalarda da birinciliği kimseye kaptırmadılar. Üç buçuk yıllık ömrüne 40’a yakın ödül ve 19 kez finale çıkmayı sığdıran Reklam Atölyesi öğrencileri para ödülünün yanı sıra, Cannes Lions Reklam Festivali’ne katılım, saygın ajanslarda staj gibi birçok süper ödülün de sahibi oldular. Reklamcılık bilgiyi biriktirme, anlama, analiz edip yorumlama, yaratıcı bir dille aktarma becerisidir. Bir üründen marka yaratmak için verilen zorlu bir tırmanma mücadelesidir. Reklam toplumda marka imajı mimarlığıdır. Taşları üst üste, en yaratıcı şekilde koyanların oyun alanıdır. Khas Reklamcılık Bölümü ve bölüm öğrencileri bu oyunu en iyi oynayan olmak için beş yıldır taşları üst üste koymaya devam ediyor.
37
KHAS REKLAMCILIK ATÖLYES‹ SON 3,5 YILDA 39 ÖDÜL ALDI, 19 KEZ F‹NALE ÇIKTI Haber: Zeynep YILMAZBurak Gürhan KAYMAKÇI Khas lisans öğrencileri
Kadir Has Üniversitesi ‹letiflim Fakültesi Reklamc›l›k Bölümü Reklamc›l›k Atölyesi son üç buçuk y›ld›r üst üste kazand›¤› ödüller ile dikkat çekiyor. Reklam sektörünün prestijli yar›flmalar› Kristal Elma, Bas›nda K›rm›z› Ödülleri, Arvak Aç›k Hava Reklamc›l›k Yar›flmas› gibi yar›flmalarda baflta birincilik olmak üzere ödül kazanan ö¤renciler, staj yapt›klar› dönemdeki iflleriyle de Cannes Reklam Festivali’nden ödülle döndüler. Arçelik, ‹fl Bankas›, Atasay gibi en büyük reklam verenlerin açm›fl olduklar› yar›flmalarda da birincilik ald›lar. Üç buçuk y›la 39 ödül, 19 finalistli¤i s›¤d›ran ö¤renciler para ödülünün yan› s›ra Cannes Lions Reklam Festivali’ne kat›lma, sayg›n ajanslarda staj gibi birçok olanaklar› da elde ettiler.
2013 Genç K›rm›z› Birincilik Semin Türkmen-Eray Cank›r
2015 Genç K›rm›z› Finalist Yi¤it Korkmaz-Melike Kahraman
38
KHAS’IN REKLAMDA GURUR SAYFASIDIR
BEfi K‹fi‹L‹K MARKA EK‹B‹N‹N TAMAMI KHAS REKLAMCILIK BÖLÜMÜ MEZUNU “Baflar› öyküsüne verilebilecek en güzel örnek JWT/Man Ajans’ta çal›flan, befl kiflilik bir marka ekibinin tamam›n›n Kadir Has Üniversitesi Reklamc›l›k Bölümü mezunundan oluflmas›. Vahide Göktafl, Umut Siliman, Aytaç fiahin, Do¤ukan Do¤an ve Yi¤it ‹tmeç’ten oluflan bu ekibin hiçbiri ayn› dönem mezunu de¤il. Bir iki y›l arayla mezun olmufl gençler. Hepsinin marka tak›m›ndaki görevi farkl›. Staj yerinden proje sorumlusuna, art direktöründen reklam yazar›na her birinin uzmanl›k alan› baflka. Ortak noktalar› Kadir Has Reklamc›l›k mezunu olmalar›.”
Ö⁄RENC‹ ÖDÜLLER‹ YIL: 2012 Ebru Küçükerman Atasay Ödül: ‹kincilik Semih Türkmen-Eray Cank›r Genç K›rm›z› Ödülleri Ödül: Birincilik Eray Cank›r K›rm›z› Ödülleri Ödül: ‹kincilik Melih Kuzgunkaya Genç K›rm›z› Ödülleri Ödül: Finalist
YIL: 2013 Alper Karan-Buse OlgunNihan Barlas-Kas›m Koç Kristal Elma Ödülleri Ödül: Birincilik Do¤an Ertekin-Erkan Batuk‹smail Çobano¤lu-Buse Kaya Filmji Video Yar›flmas› Ödül: Birincilik ‹smail Çobano¤lu-Eren K›l›nç-Erkan Batuk Ideatrophy Ödül: Finalist
YIL: 2014 Ça¤r› Erdemir Epica Awards Ödül: Gold Ça¤r› Erdemir Kristal Elma Ödül: Kristal
‹smail Çobano¤lu-Do¤an Ertekin-Eren K›l›nç Unilever, Rexona Ödül: Shortlist
Ozan Demirdelen-Onur Tireng Genç K›rm›z› Ödül: ‹kincilik
Fatih Emin Sirkeci-Fatih Tepe-‹smet Y›ld›r›m Unilever, Rexona Ödül: Finalist
Erkan Batuk-Kübra Uyan›k Genç K›rm›z› Ödül: Shortlist
Senem Dalg›ç-Batuhan Eren-O¤uzcan Önver Unilever, Rexona Ödül: Finalist
Do¤an Ertekin-Merve Yap›c› Genç K›rm›z› Ödül: Shortlist
Abdülkadir Daimagüler-Aysel Güler Genç K›rm›z› Ödül: Finalist
Yi¤it Korkmaz-Melike Kahraman Genç K›rm›z› Ödül: Finalist
Alper Karan Genç K›rm›z› Ödül: Finalist
Do¤an Ertekin-‹smail Çobano¤lu Adventure Ödül: Finalist
YIL: 2015
O¤uz Can Önver Adventure Ödül: Finalist
Do¤an Ertekin-‹smail Çobano¤lu-Buse KayaNihan Barlas-Eren K›l›nç A Awards Junior Ödül: Birincilik Zeynep Çak›r-‹mge Hazal Uçar-Sinem Zor‹lknur Çelik A Awards Junior Ödül: ‹kincilik Merve Turunç-Fatih Tepe-Elif Erdem A Awards Junior Ödül: Finalist Sena Yeniçeri-Öykü Erdo¤an-Fatih SirkeciBatuhan Eren A Awards Junior Ödül: Finalist
Ça¤r› Erdemir Felis Ödülleri Ödül: Birincilik
Onur Tireng-Ozan Demirdelen-Serap Erdo¤anDerya Özkara-Berat Güleryüz Awards Junior Ödül: Finalist
Ça¤r› Erdemir Vodafone Ödül: Birincilik
Yi¤it Korkmaz-Oytun Yönyüksel Arçelik Genç Yarat›c›lar Yar›flmas› Ödül: Birincilik
Ça¤r› Erdemir Vodafone Ödül: Birincilik
Can Aykan Mehdigil-Cem Ural Arçelik Genç Yarat›c›lar Yar›flmas› Ödül: Üçüncülük
Erkan Batuk-Tribal Worldwide Kristal Elma Ödül: Bronz Erkan Batuk-Tribal Worldwide Kristal Elma Ödül: Bronz Erkan Batuk-Tribal Worldwide Kristal Elma Ödül: Bronz Ça¤r› Erdemir-Tribal Worldwide Kristal Elma Ödül: Gümüfl Ça¤r› Erdemir-Tribal Worldwide Kristal Elma Ödül: Gümüfl Ça¤r› Erdemir-Tribal Worldwide Effie Awards Ödül: Alt›n Effie Ça¤r› Erdemir-Tribal Worldwide A Awards Ödül: Birincilik Ödülü
39
KHAS’IN REKLAMDA GURUR SAYFASIDIR
Ve En Son Ödül Felis Ödülleri MediaCat Dergisi taraf›ndan düzenlen yarat›c›l›k; medya planlama ve sat›n alma, halkla iliflkiler faaliyetleri, do¤rudan pazarlama aktiviteleri gibi pazarlaman›n alt disiplinlerinde yap›lm›fl olan ifllerin de¤erlendirilip ödüllendirildi¤i Felis Ödülleri Yar›flmas›’nda Kadir Has Üniversitesi Reklamc›l›k Bölümü'nden dört grup, rakiplerini geride b›rakarak ilk 10’a kald›. 20 Kas›m’da büyük jürinin önüne ç›k›p sunum yapan ekiplerden dördüncü s›n›f ö¤rencileri Do¤an Ertekin, Merve Yap›c›, ‹smail Çobano¤lu’dan oluflan ekip Young Felis birincisi, ikinci s›n›f ö¤rencilerinden Andaç Alp, Özge Nur Özinal, Mustafa Sinan’dan oluflan ekip Young Felis üçüncüsü oldu. Ödül töreni ise 21 Kas›m’da yap›ld›.
MEZUN Ö⁄RENC‹ ÖDÜLLER‹ YIL: 2014 Alper Karan/Havas Worldwide Cannes Lions/ Bronze Lions Ödülü Ödül: Kristal Elma Alper Karan/Havas Worldwide Ödül: Kristal Elma
YIL: 2015 Ebru Karaman/Rabarba ‹stanbul Ödül: Kristal Elma Alper Karan/Havas Worldwide Ödül: Kristal Elma Alper Karan/Havas Worldwide Ödül: Kristal Elma Alper Karan/Havas Worldwide Ödül: Bronz Elma Hacer Betül Y›ld›r›m/Plasenta Conversation Agency Ödül: Bronz Elma Hacer Betül Y›ld›r›m/Plasenta Conversation Agency Ödül: Gümüfl Elma Do¤ukan Do¤an/JWT ManAjans Ödül: Bronz Elma Do¤ukan Do¤an/JWT ManAjans Ödül: Gümüfl Elma Do¤ukan Do¤an/JWT ManAjans Ödül: Gümüfl Elma Do¤ukan Do¤an/JWT ManAjans Ödül: Gümüfl Elma Do¤ukan Do¤an/JWT ManAjans Ödül: Bronz Elma
2015 genç k›rm›z› finalist Erkan Batuk-Kübra Uyan›k
40
KHAS’IN REKLAMDA GURUR SAYFASIDIR
Internet Markalar› Kategorisinde Kristal Elma Ça¤r› Erdemir
Kristal Elma Bas›n Büyük Ödülü Arda Erdik
41
KARAGÖZ ‹LE NOEL BABA YANYANA GELEMEZ, KARAGÖZ’DEN NAMAZ HOCASI OLMAZ! Mehmet ŞİMŞEK Gazeteci
42
Hayal perdesinin son ustalar›ndan Ünver Oral’a göre tahsili olmayan ve uluorta konuflan Karagöz ile Noel Baba’y› ayn› sahnede kurgulamak çok büyük risk... Dahas› var: Karagöz abdest ald›rmamal›, namaz k›ld›rmamal›... Yaşayan son Karagöz ustalarından Ünver Oral, hayal perdesine teknik ve nitelik olarak yenilik getirmiş sanatçılardan biri. Oral; hayal perdesiyle ilgili yüzlerce makaleye imza atmış, birçok kitap yazmış. Oral, Türkiye dışında birçok ülkede Karagöz gösterisi yapan biri olarak, bu sanatın Ramazan çadırları başta olmak üzere alışveriş merkezlerinde icra edilmesine kesinlikle karşı. Ona göre ehliyetsiz kişiler bu geleneğe ihanet ediyor. Oral’ın karşı çıktığı bir başka nokta ise her yeni yıla girerken gündeme gelen Noel Baba ile Karagöz’ün yanyana gelemeyeceği. Oral’ın Karagöz’ün kırmızı çizgileri bunlarla da sınırlı değil. Oral “Karagöz siyasi mesaj veremez ve hele siyasi ve dini konularla birlikte katiyyen anılamaz!” Peki neden? Yanıtını sanatçıdan dinleyelim...
UCUZ F‹YAT VEREN DÜDÜ⁄Ü ÇALIYOR Karagöz’ün Ramazan’da gündeme geliyor olmasının doğru olmadığını belirten Ünver Oral, bu tablonun hem kaliteyi düşürdüğünü hem de istismara açık olduğunu söylüyor: “Son yıllarda Karagöz ustaları azaldıkça belediyeler, ajanslar ve bir parça tiyatrodan anlayan kişiler ortaya çıkıp, halkın Karagöz seyretme ihtiyacını Ramazan çadırlarında gösteriler yaparak gidermeye başladı. Karagöz’ün k’sını bilmeyen kişiler ucuz fiyatlarla gösteri yapmaya kalkışıyor. Bütün bunlar sanat kaygısından uzak salt para kazanmak için oluyor. Perde gösterisini beceremeyenler terzilere yalan yanlış Karagöz-Hacivat kostümleri diktirip ulu orta meydanlarda arz-ı endam ediyor. Ve tabii bu durumda olan Karagöz’e oluyor. Ramazan çadırlarında sadece Karagöz değil; ortaoyunu, meddah ve kuklalar, tuluat tiyatrosu gösterileri de oynanıyor. Bütün gösterilerin ortak özelliği rezalet olması. Bürokratlar, ajanslar, belediyeler, ve organizatörlerin tek ölçüsü gösterilerin maliyeti. Kim ucuz fiyat verirse ‘buyrun sahne sizin’ diyorlar. Dolayısıyla geleneksel tiyatromuz yerlerde sürünüyor. Bu değersizleşme sadece çadırlarda değil, okullarda, avm’lerde de yaşanıyor. Oralarda yapılan gösteriler için hiçbir denetim mekanizması işlemiyor.
‹MDADIMIZA YUNANLAR YET‹fiECEK Karagöz’ün unutulmaması ve hakkıyla temsil edilmesi için yıllardır devlet bürokrasisiyle uğraştığını anlatıyor sanatçı: “Ben yıllardır gelenek tiyatrosu kursu açılması için gayret veriyorum. En az iki yıl süreli kurs olarak İBB tarafından açılması için uğraşıyorum. Son olarak iki ay önce Sayın Kadir Topbaş’a mektup yazdım. Cevabını bekliyorum. Proje olarak Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde halk tiyatrosu merkezi açılmasını teklif ettim. İçinde sahne, sinema, kütüphane, müze, atelyeler, sergi salonları olan bir merkez. Bu yapılabilirse gelenek tiyatrosunun bütün dertleri problemleri büyük ölçüde hallolmuş olacak. Bunun vakit kaybetmeden gerçekleşmesi lazım. Bugün bir elin parmağını geçmeyecek sayıda olan son ustalar bittiği zaman zaten bu merkezin
de bir anlamı kalmayacak. Aksi halde Yunanistan’dan Karagöz ustası ithal edeceğiz dersem abartmış olmam.”
KARAGÖZ SANATI MÜSTEHCEN DE⁄‹L Sanatçıya, Batılı seyyahların anılarında yer verdiği Karagöz oyunlarında müstehcenliğe varan diyalog ve tasvirleri hatırlatıyorum. Oral’a göre müstehcenlik varsa Karagöz’de değil; ipleri elinde tutanda. Diyor ki: “Karagöz’ü hep müzelik görmek gibi yanlış bir eğilim var. Bunlar düşünmeden söylenmiş cahilce laflar. Geçmişte Haliç’te gemici kahvehaneleri vardı. İstanbul’da limana gelen yabancı denizciler bu kahvelere gelirlerdi. Müslüman olmayan bazı insanlar Karagöz gösterileri yaparlardı. Bunlar Karagöz oyununun içinde müstehcen gösteriler yaparlardı. Yabancı seyyahlar kitaplarında bu duruma yer vermişlerdir. Müstehcenlik televizyonda, sinemalarda, şiirlerde, romanlarda, heykellerde yok mu? Peki niye kimse çıkıp da ‘roman müstehcendir, televizyon, sinema müstehcendir’ demiyor? Sanatın müstehceni olmaz. Karagöz perdesini kullanan kim? Sanatçı. O hangi niyetle gösteri yaparsa bu durum sanata yüklenebilir mi? Müstehcen olan karagöz sanatı değil; onu oynatandır. Karagöz’de müstehcenlik olabilir ancak Karagöz sanatı müstehcen olarak damgalanamaz. Bu Karagöz sanatını yapana bağlı bir şeydir.”
NOEL BABA ‹LE AYNI PERDEDE OLAMAZ Klişe sorulardan biri de ‘Karagöz modernize edilebilir mi?’. Ünver Bey’in eski soruya cevabı gayet net: “Karagözün modernleşmesi meselesine sanatın kendisi cevap veriyor. Gelenek tiyatrosu diyoruz. Sen orada modernleşme çabasına girersen gelenek kalır mı? Malzemelere göre, değişen imkanlara, olaylara göre kullanılan ve gelişen dile göre gösteriler de gelişir. Karagöz 600 sene önce başladığı gibi mi geldi bize? Değişerek geldiyse yenilenmiştir, modernleşmiştir.” Ancak bu işin sınırlarının iyi çizilmesi gerektiğini söylüyor Ünver Oral. Ona göre modernlik adına Noel Baba ile Karagöz’ü aynı sahnede oynatmak hayli riskli: “Çünkü Karagöz cahil bir adam; tahsili yok, hiç okumamış, ağzından çıkan nereye gider bilmez. Hayal perdesinde seyircileri en çok güldüren kim? Tabii ki Karagöz. Ne söylediğini bilmiyor ki. Karşısına Noel Baba geldi diyelim. Hem seyirciyi güldürmek meselesi var, hem de cahilliği var. O gösteride ağızdan kaçan bir kelime her şeyi berbat edebilir. Hâl böyle olunca ertesi gün medyada çıkanları düşünebiliyor musunuz? Karagöz Noel Baba’ya hakaret etti diye boy boy haberlere rastlamak işten bile değildir... Zaten Karagöz perdesine siyasi, dini konuların getirilmesi fevkalade yanlış.”
KARAGÖZ’ÜN A⁄ZINA DUA DÜfiERSE Oral, gerek siyasi çevrelerden gerekse ticaret ehlinden Karagöz’le ilgili birbirinden ilginç teklifler aldığını anlatıyor. Bu tür teklifleri prensip olarak reddettiğini söyleyen Ünver Oral, gerekçelerini şöyle sıralıyor: “Hayali’nin (Karagöz oynatıcısının) halk tiyatrosunu, Türk edebiyatını, benzetmelerini veTürkçe’yi çok iyi bilmesi lazım.
43
Mesela özel bir televizyon kanalı kuruluş zamanında benden ses kasetlerinde çocuklara Karagöz ve Hacivat ile abdest almayı, namaz kılmayı seslendirmemi istedi. Kabul edemezdim tabii. Namaz, abdest Karagöz’ün ağzına düşerse seyircileri güldürmek için o konuyla alay etmesi kaçınılmaz olacaktı. Osmanlı’da siyasi taşlama yapan ustalar ne yaptığını bilen adamlardı. Mesajı incelikli olarak verirdi. Gösteri doğaçlama olarak yapılıyordu. Yıllar önce
bir partiden teklif geldi. Bakırköy meydanında gece Karagöz oynatmam istendi. Siyasi içeriği vardı, kabul etmedim. Bir büyük televizyondan her gece seçim boyunca küçük küçük Karagöz gösterisi istedi. Metni onlar yazıp verecekti. Ben doğaçlama yapacağım için o metne bakamam. Bakalım o metin Karagöz’ün özelliğine uygun mu? O yüzden kabul etmedim.”
HAYAL‹ ÜNVER ORAL K‹MD‹R? 1937’de Tokat’›n Erbaa ilçesinde do¤an Ünver Oral, sanat ve edebiyat›n çeflitli dallar› ile ilgilendi. Film senaryolar›, fliirleri ve tiyatro metinleri ile ödüller ald›. Bir fliiri bestelendi, bir radyo oyunu TRT taraf›ndan filme al›nd›. Türk Gelenek (Halk) Tiyatrosu çal›flmalar›na 1961 y›l›nda bafllad›. UNIMA (Dünya Kukla ve Gölge Oyunu Birli¤i) temsilcili¤i (1975) yapt›. Türkiye Milli Merkezi’nin kurucular›ndand›r. Özellikle Karagöz ve kukla konular›nda atelye, araflt›rma, yaz›, kurs, söylefli, sergi, radyo-tv ve gösteri programlar›na devam eden Oral; Karagöz belgesel senaryosu, Ortaoyunu, kukla, Karagöz ve Canl› K. Metinleri ile hizmetleri için ödüllere lây›k görüldü. Birço¤u Kültür ve Milli E¤itim Bakanl›klar›nca yay›nlanm›fl ve baz›lar› ödüllü olan eserleri flunlard›r: Cinikizler, Küçük Kuklac›lar, Küçük Mehmetçikler, Prenses ile Çoban (çocuk oyunu), Karagöz Perde Gazelleri, Çocuklara Karagöz ve Kukla fiiirleri, Ah fiu ‹nsanlar (çocuk oyunu), Börekçi Güzeli (Meddah hikâyesi), Çocuklara Karagöz-Hacivat Söyleflmeleri, Karagöz (Kültür Bakanl›¤›‹ngilizce), Kuklac› Kardefller, Çocuklara Karagöz Hikâyeleri, Karagöz Belediye Memuru, Bar›fl Korkusu (radyo tiyatrosu), Kirac› (Ö¤retmenler Günü’ne tiyatro), Yüz Çocuklu Anne (Bir Ö¤retmenin Roman›), Karagöz Park Bekçisi, Kavuklu ‹fl Buldu, Kediler Okulu, Karanl›¤›n Kollar› (senaryo), Baba Oca¤›-Ana Kuca¤› (tiyatro) Karagöz ve Plastik Tekni¤i, Karagöz Hayâl Perdesi, Karagöz Okula Bafllad›, ‹biflli Kukla Oyunlar›m›z, Karagöz Oyunlar›, Meddah Kitab›, Günümüzden Karagöz-Hacivat Söyleflmeleri, Kukla ve Kuklac›l›k, Kukla Kitab›, Karagöz oyunlar› (3 kitap), Perde Gazelleri, Karagöznâme, Madalyal› Kuklac›m›z Talât Dumanl›, LorelHardi ‹stanbul’da, ‹lçemiz Beykoz, Yaz› ve Resimlerde Beykoz, Karagöz Belediye Baflkan› (oyun), fiiirlerde ve fiark›larda Beykoz, Öp Hacivat’›n Elini, Karayaz›l›lar (roman), Tabut (fliir ve hikâyeler), Çocuklara Karagöz ve ‹bifl (10 kitap), Karagöz Amca (12 kitap), Karagöz Boyama (4 kitap), Ö¤rencilere Karagöz, Karagözden Hikâyeler, Çocuklara Karagöz ile Hacivat, Türk Mânilerinden Seçmeler, Türk Ninnilerinden Seçmeler, Türk Bilmecelerinden Seçmeler, Tekerlemeler, Türkülerden Seçmeler, Karagöz Geldi Hofl Geldi. Yay›nlanacak Eserleri: Yunan Gölge Tiyatrosu/Radyo, Sinema, Tv ve Gelenek Tiyatromuz/Gelenek Tiyatromuz ve ‹stanbul/Gelenek Tiyatromuz ve Politika/Resim ve Karikatürde Gelenek Tiyatromuz/fiiirlerde Karagöz ve Kukla/Tan›t›m ve Turizmde Karagöz. Ayr›ca Karagöz oyun kartlar› ile Karagöz kartpostallar› da haz›rlayan Oral, Halk Tiyatrosu Dergisi’ni (1995) yay›nlam›fl ve Osmanl› Ansiklopedisi’nde “Osmanl› Tiyatrosu”nu yazm›flt›r. Halen yenilikler yapt›¤› kukla ve Karagöz gösterilerine yurt içi ve yurt d›fl›nda devam eden Oral tiyatro kurslar›nda Gelenek Tiyatrosu dersi vermektedir. HAC‹VAT Ne yapar çileli HAC‹VAT flimdi mezarda Dayak m› yer gene KARAGÖZ’den o yerde Yoksa çay m› piflirir pilâv ya zerde Ne yapar çileli HAC‹VAT flimdi mezarda Büyük hayalleri yoktu zaten hayatta Bozuk düzen bir ev üstelik Balat’ta fiafl›rma¤a kalkmam›flt›r bu yüzden Arâfat’ta Dedim ya tokgözlüydü zaten hayatta Kald›ysa tuhafl›¤› kalm›flt›r perdede Çektiklerine gülünüyor hâlâ memlekette Zekâs› ki dolafl›rd› üç befl dilde Ne yapar çileli HAC‹VAT flimdi mezarda Salah Birsel
44
KÜLTÜR VARLIKLARINI GELECE⁄E AKTARMAK ONLARI M‹RAS ALAN KUfiAKLARIN SORUMLULU⁄UDUR N. Buket CENGİZ Khas Yazı merkezi
45
“‹nsan yaflam›na, yaflad›¤› çevreye, üretti¤i kültüre; din, dil, ›rk ayr›m› yapmaks›z›n sayg› göstermeyi ö¤renmeliyiz.”
edilebilir bazı kişiler açısından da asla kabul edilemez bir yaklaşım olarak görülüyor. Taşınırken tahrip edilmesi, yolda kaçırılması söz konusu olabilir. Gittiği yerde nasıl korunacağının bilinememesi ve ne zaman yerlerine geri götürülecekleri sorusu da var.
“Kültür varl›klar›n›n korunmas›ndan çok bahsediyor olmam›z, bu varl›klar›n ne denli büyük bir tehditle karfl› karfl›ya oldu¤unun göstergesi.”
Bu konuda kürsünüzün çal›flmalar› olacak m›? Kamplardaki çocukların kültürel miras açısından bilinçlendirilmesi için güncel teknolojinin olanakları çok yararlı olabilir. Kürsümüz yeni medyayı dünya mirası alanında kullanmayı hedefleyen bir kürsü olduğu için bu anlamda bazı çalışmalar yapılması mümkün olabilir.
“Miras dedi¤imiz fley sadece somut ö¤elerden oluflmuyor. Somut olmayan de¤erleri de içeriyor.” “Benim miras›m, senin miras›n, onun miras› de¤il de hepimizin, dünyan›n ortak miras› fikrini yayg›nlaflt›rabilmek önemli.” 7 Ocak 2015’te aç›l›fl› yap›lan Kadir Has Üniversitesi UNESCO Kürsüsü baflkan› Doç. Dr. Yonca Kösebay Erkan, kültürel miras ve bu miras›n korunmas› konusunda ufuk aç›c› yorumlar›n› bizlerle paylaflt›: 14-16 Ekim tarihleri aras›nda, Hollings Center’›n Çat›flmada Kültürel Miras› Koruma: Mirasta Acil Durum Diyalo¤u, 14-16 October toplant›s›na Kadir Has Üniversitesi UNESCO Kürsüsü olarak kat›ld›n›z. Bize toplant›da tart›fl›lan konulardan biraz bahsedebilir misiniz? Toplantı, kültürel miras konusunda çalışan uzmanlar ile Suriye ve Irak’ta sahada görev yapan arkeoloji uzmanlarını bir araya getirerek hem onların bu durumla nasıl baş ettiğini, nasıl koruma önlemleri aldıklarını dinlemek; hem de çatışma sonrası ortamda neler yapabileceğimizi birlikte planlamak açısından farklı tartışmaları bir araya getirmek amacını taşıyordu. Pensilvanya Üniversitesi'nden, Suriye ve Irak’tan katılan uzmanlar vardı. Biz uzmanlar olarak başlangıçta konuya, kültür bilincini nasıl aşılarız, kültürel mirası nasıl koruruz gibi reflekslerle yaklaştık ama durumun gerçekte hiç öyle olmadığı ortaya çıktı. Çünkü insanların temel ihtiyaçlarında çok eksik var. Kültürel miras şu an için öncelikli bir konu değil. Bu jenerasyon için kayıp jenerasyon denecek büyük olasılıkla. Bu toplantıda, dünyanın bu sorunla nasıl baş edeceğinin alt başlıklarını tartışmaya çalıştık. Aynı zamanda tahrip edilen eserlerin yasadışı yollardan kaçırılması da önemli bir sorun. Türkiye Suriye’yle en uzun sınırı olan ülke, bu durumda Türkiye’nin yapması gerekenler ne olmalı? Bu sorunlar devletleri ilgilendiren konular; sivil toplum örgütleri ve uzmanlar bu konuda çoğu zaman fikir sahibi olamıyorlar, hatta bilgi sahibi bile olamıyorlar. Tartışılan noktalardan biri de, kültürel mirasın Suriye ve Irak’ta güvenli şekilde korunamadığı durumlarda, bunların geçici sergiler olarak yurtdışına çıkarılıp güvenli bölgeler oluşturularak oralarda korunması söz konusu olabilir mi? Bu bazı kişiler açısından kabul
Türkiye’de son y›llarda kültürel mirasa olan ilgide bir art›fl söz konusu mu? Bunu di¤er ülkelerle karfl›laflt›r›rsak nas›l bir yerdeyiz? Ülkemizde kültürel mirasın korunmasına olan ilginin arttığı doğru. Ama bunun sebeplerini iyi irdelemek gerekiyor. Biz korumadan ne kadar çok bahsediyorsak, tehdit de o kadar büyüktür. Örneğin II. Dünya Savaşı sonrası koruma tartışmaları çok alevliydi çünkü çok büyük bir yıkım vardı. İstanbul’da da o kadar büyük bir tahribat var ki buna bağlı olarak biz bugün yoğun olarak korumadan bahsediyoruz. Bu ilgiyi, kurumlar düzeyinde ve günlük hayatta bireylerin ilgisi düzeyinde ikiye ay›rmak gerekli mi? Bireylerin ilgisindeki artışı gözlemliyorum ama bunun da arkasında bazı sebepler olduğunu düşünüyorum. İçinde bulunduğumuz politik ortam Osmanlı kültürünü çok yüceltiyor. Buna bağlı olarak Osmanlı eserlerine çok büyük önem veriliyor. Ama İstanbul için konuşursak, İstanbul Osmanlı’dan ibaret değil; çok katmanlı bir şehir. Bunun her katmanı en az Osmanlı kadar değerli ve saygıyı hak eder. Osmanlıyı çok yücelttiğimiz zaman koruma uygulaması adı altında bazı yanıltıcı faaliyetler içinde de bulunabiliyoruz. Şöyle ki, geçmiş yıllarda yıkılmış yapıların yeniden inşası sıklıkla gündeme geliyor. Bu tür bir “sahte eski yapı” üretilmesi gelecek için çok sağlıklı olmayacaktır. Çünkü bugünün koruma yaklaşımı, tarihi yapıları birer bilgi deposu olarak değerlendirmemizi gerektiriyor, onların özgünlüğü bizim için çok önemli. Özgün olmayan sahte yapıların ne tür bir bilgi deposu olarak algılanacağı bir soru işareti. Gönlümüzde olan tabii ki korumaya olan ilginin, bilincin artması. Bunun eğitimle, doğru bir şekilde, toplumun her katmanını kapsayacak şekilde olmasını arzu ediyoruz. Tarihte buna benzer seçmeci yaklaşımlar çok olmuş, ama sonuçları çok pozitif olmuyor. ‹stanbul demiflken, örne¤in Tarlabafl›, Sulukule gibi projeleri düflünecek olursak bu projelerle ilgili kültürel miras ba¤lam›nda ne düflünüyorsunuz? Koruma uzmanlarının anladığı anlamdaki koruma sadece ön cephenin korunmasından ibaret değildir. Bizim için parsel boyutu, yapım sistemi, malzemeler, kullanılan teknoloji, orada yaşayan insan grubunun sosyal niteliği bunların hepsi oradaki mirası yaratan unsurlar. Miras dediğimiz şey sadece somut öğelerden oluşmuyor, somut olmayan değerleri de içeriyor. O açıdan bütün bunların yok sayılarak, sadece bir söve (tüm dekoratif bina süsleme elemanları) ve pencere düzeninden ibaret hale indirgenmesi ve kendi gerçekliğiyle hiç bağdaşmayan bir mimari programla hayatımıza sunulacak olması eleştirilecek noktalardan bazıları. Kentlerin değişmesi kaçınılmaz. Değişimin hızı ve nasıl yönetildiği önemli
46
bir konu. Biz korumacılar olarak değişim olmasın demiyoruz kesinlikle; ancak değişimin yönetilmesi gerekir. Kültür varlıklarının sahip olduğu değerleri geleceğe aktarmak istiyoruz, yoksa onlar bizim için birer tuğla parçası değil. Koruma pratiği geçmiş için değil gelecek için olan bir faaliyettir. Misyonumuz bize ulaştırılmış olan mirası geleceğe aktarmak, bu yapılardan öğrenilecekleri, bu yapıların sahip olduğu değerleri anlayabilecek ve takdir edeceklere ulaştırmak çabasıdır. İnsanların doğdukları yerde yaşamaya hakları var, kendi kültürlerini yaşatmaya hakları var. O yüzden, günümüzde, uluslararası ölçekte kültür varlıklarının korunması insan haklarının bir alt başlığı olarak ele alınıyor. İnsanların kültüre erişim hakları var, kültürlerini korumaya yaşatmaya hakları var ve bu haklarının da yasalarla güvence altına alınması gerekir. Bu haklar anlam›nda ülkemiz sizce nerede? Bugünden çıkarılacak dersler var. Biz başkalarının acısını kendi acımız gibi görebildiğimiz noktada insanın yaşadığı çevreye, ürettiği kültüre din, dil, ırk ayrımı yapmaksızın saygı göstermeyi öğreneceğiz diye tahmin ediyorum. Bu tür unsurlar kültür mirası gündemde olduğu zaman, özellikle dünya mirası çerçevesinde, ayrıştırıcı öğeler olarak karşımıza çıkmamalı. Örneğin, Romanların İstanbul’daki varlığı tarihin bir bölümüne ışık tutuyor. Etiyopyalıların Afrika’daki varlığı tarihin bir başka noktasına işaret ediyor. Bunların birini diğerinden üstün tutmak doğru bir yaklaşım değil. Türkiye’de, 15 alan UNESCO dünya miras› listesinde. Daha çok yerin olmas› gerekmez mi sizce? Bu konuda yeterli ad›m at›lm›yor mu? Dünya Mirası Listesi’nde yer alan alanlar üstün evrensel değere sahip olan alanlardır. Ama bu listenin dışında kalanlar arasında üstün evrensel değere sahip olanlar yok mudur? Mutlaka vardır. Bu bir başvuru süreci, prosedüre ilişkin bir mesele. Türkiye, kültürel miras açısından çok zengin bir ülke. Tabii ki dünyanın ortak mirası sayılabilecek on beşten çok fazla eserimiz var. Ama dediğimiz gibi bu bürokratik bir mesele; maddi kaynaklar ve öncelikler etkili olabiliyor. Ama son yıllarda bu konuda kazandığımız ivme bizim için çok sevindirici. Son birkaç yıldır ardı ardına çok değerli alanlarımızı Dünya Mirası Listesi’ne kaydettirebiliyoruz. Benim mirasım senin mirasın onun mirası değil de hepimizin, dünyanın ortak mirası fikrini yaygınlaştırabilmek önemli. Bu konu daha iyi anlaşıldıkça ülkemizde zaten sürmekte olan iyi girişimlerin sayısı ve niteliği de artacaktır mutlaka. 2016’nın Temmuz ayında UNESCO’nun 40. Dünya Miras Komitesi İstanbul’da toplanacak. Bu ülkemiz ve İstanbul için çok büyük bir fırsat. Çünkü bu tür çok taraflı toplantılar dünyanın gündemini belirliyor. Kültürel miras konusunda en yeni en hararetli tartışmalar bu ortamlarda yapılıyor. Kürsü olarak benim yapmak istediğim bu toplantının geniş kitleler tarafından takip edilebilmesini sağlamak. İstanbul’daki izleyici kitlesi -burada çok farklı gruplardan söz etmek mümkün: akademisyenler, gazeteciler, çocuklar, ilgili halk kitleleri olabilir onların bu toplantıdan öğrenecekleri mutlaka vardır. Ama uzmanların yürüttüğü bu toplantının dili herkes tarafından çok kolay anlaşılamıyor. O yüzden dünya mirasının ne olduğu, bu toplantılarda neler tartışılacağı, önemli kavramlar nedir, neler gündeme gelecektir Temmuz ayına kadar bu konuları toplumun farklı kesimlerine anlatacak projeler üretmek istiyoruz. Toplantılar yapılabilir, eğitimler olabilir, şu an planlama aşamasındayız, ama Temmuz 2016 İstanbul için önemli bir tarih.
47
Köken: Ian Fleming Romanlar› Kendisi İngiliz donanmasında haber alma subayı olarak çalışan Ian Fleming, dünyanın özellikle İngiliz sömürgesi olan bölgelerini de gezip dolaşmış bir seyyahtı. Anılarını, araştırmalarını ve soğuk savaşta İngilizler’in haber alma faaliyetlerini birleştirdiği bir dizi roman yarattı. İlk Bond romanı (Live and Let Die) 1953 yılında basıldı. Fleming, James Bond karakterinin olduğu toplamda 12 roman ve 2 öykü kitabı yazdı. İlk üç Bond filminin yazımına da katkıda bulunan Fleming, 1964 yılında hayata 56 yaşında veda etti. Arkasında çok büyük bir kültürel miras bırakacağından habersiz olarak.
HER DEFASINDA KÜLLER‹NDEN DO⁄AN AJAN: JAMES BOND Doç. Dr. Murat AKSER Ulster University öğretim üyesi
Dünya sinema ve kültür tarihinde yer eden en önemli roman ve film kahramanlar›ndan biridir James Bond. So¤uk savafl döneminin ‹ngiliz ajan› üzerine yar› an›, yar› kurgu olarak yaz›lm›fl bir dizi romandan yola ç›kan filmler dünya çap›nda bir kültürel ikonun do¤ufluna flahitlik etti. 1962’deki ilk James Bond filmi Dr. No’dan 2015 y›l›n›n Spectre filmine James Bond karakteri y›llar içinde dünyadaki siyasal ve kültürel de¤iflikliklere uyarak yeniden yorumland›. Birbirinden farkl› oyuncular s›ras›yla Sean Connery, Roger Moore, Pierce Prosnan ve en son Daniel Craig ‹ngiliz ajan›na hayat verdiler. Son Bond filmi Spectre gösterime girmiflken James Bond’un kaynaklar›n›, kültürel etkilerini ve uzun y›llar içindeki de¤iflimlerini ele alaca¤›z.
‹ki Cesur Yap›mc›: Broccoli ve Saltzman İngiliz Broccoli ve Kanadalı Saltman, tüm dünyada Bond çılgınlığı yaratacak olan James Bond filmlerinin ilkini 1962 yılında yaptılar. Ard arda dokuz Bond filmi yapan iki yapımcının yolları daha sonra ayrıldı. Yapım şirketleri ise eşlerinin isimlerine üretilmişti (Danjaq daha sonradan EON). İki yapımcı becerikli ve savaş filmlerinde uzman olan Terence Young’ı buldular ve yönetmen koltuğuna oturttular. Young’ın kendisi James Bond karakterine uygun bir hayat sürmüş maceracı ve lüks yaşamayı zevk edinmiş bir yönetmendi. Filmlerin iki yıldızı olan Sean Connery’i seçtikten sonra Young her ilk iki filmde Connery’i Bond olmak üzere eğitti. Nasıl yürünür, konuşulur tüm bunlar Young’dan Connery’e Bond karakterini oluşturması için verilen eğitim ile ortaya çıkmıştır. Young’dan sonra pek çok yönetmen geldi geçti. Bunların tamamının İngiliz kökenli olmasına özen gösterildi. Jaws ile ünlenen Steven Spielberg, James Bond’u yönetmek istemiş, yapımcılardan red cevabını alınca kendi macera kahramanını yaratıp Indiana Jones filmlerini çekmişti.
48
Bond Ç›lg›nl›¤› (Bondmania)
Bond’un Vazgeçilmezleri; Mekân, Kad›nlar ve Kötüler
1962 yılından itibaren kesintisiz olarak Sean Connery ile peş peşe beş James Bond filminde oynar. Bu süre zarfında ard arda yapılan her filmin gişesi seyirci sayısı ile birlikte yapım bütçesi de artar. Artık James Bond filmleri ile ilgili afişler, reklamlar, çizgi romanlar ve televizyon dizisi adaptasyonlar başlamıştır. Bond çılgınlığı denebilecek bu dönemde seyirciler James Bond karakterine ve yıldızlaşan oyuncusu Sean Connery’i ilahlaştıran bir tutum içindedir.
James Bond sinemasal anlatımında yer alan en önemli özellikler egzotik mekânlar. Her Bond filmi dünyanın birden fazla egzotik sayılabilecek mekânında geçer. Kahramanımız ile biz de onun değişik yaşam tarzlarına karışmasının fantezisi içinde yaşarız. Bu fantezinin öğeleri pahalı oteller, egzotik içkiler (en önemlisi votkamartini) , otomobiller parfümler, saatler ve tabii egzotik kadınlar. Bu seyahatler sırasında Bond iki kere de İstanbul’a uğrar From Russia with Love ve Skyfall ile. James Bond filminin Sean Connery ile yerleşen maço ve hatta kadına kötü davranan ve cinsel obje olarak gösteren yaklaşımı yıllar içinde değişti ancak ana özellikleriyle hala pasif ve erkeğe göre tanımlanan fiziksel özelliklere göre değerlendirilen bir anlatım yapısı James Bond’un cinsiyet ayrımı yapan bir film serisi olması gerçeğini değiştirmiyor. Ursula Endress’in denizden sahile çıktığı 1962 tarihli Dr. No’dan bu yana pek çok ünlü ve yetenekli kadın oyuncu Bond kızı olarak bilinen role büründü. Bunların içinde Diana Rigg, Maude Adams, Jane Seymour, Halle Berry, Sophie Marceau, Denise Richards, Rosamund Pike, Eva Green, Monica Bellucci ve Lea Seydoux bulunuyor. Bond filmlerinin bir diğer karakteri de kötü adamlar. Bunların en bilineni Ernst Stavro Blofeld. Blofeld; Spectre isimli uluslararası suç örgütünün bir numaralı yöneticisi olarak Bond ile defalarca kapışır ve her defasında kaybeder. Önceleri korkutucu sonra da şirin bir dev olan Jaws ve fötr şakalı cüce Nick Nack ve Christopher Lee’nin canlandırdığı Scaramanga diğer unutulmaz kötücül karakterler.
Parodiler Televizyon dünyası James Bond’un sinemada yakaladığı başarıdan etkilenip birbiri ardına bazen tek bazen de ikili ajanlardan oluşan bir dizi televizyon dizisi üretti. Bunlardan bazıları sonradan James Bond rolünü alacak olan Roger Moore’u da içerdi. Örneğin Saint dizisi ya da Tony Curtis ile yaptığı Kaygısızlar (The Persuaders) bunlar arasında. Diğerleri The Avengers, I Spy, Get Smart ve The Man From UNCLE. Benzer şekilde bir takım casus filmi de Bond özentisi olarak ortaya çıktı. Casino Royale Woody Allen gibi pek çok ünlünün katıldığı hafif bir komedi oldu. Benzer bir başka film de James Coburn’lu Our Man Flint idi. Türk sineması da bu furyadan nasibini aldı. Altın Çocuk adıyla Göksel Arsoy tipik James Bond filmi senaryosu ile casusluk film yaptı. Günümüzde Bond parodi filmlerinin en bilineni ise 1960’lardaki Bond filmlerine göndermeleriyle bilinen Austin Powers ve Johnny English serileridir. Netflixde çizgi dizi olarak yayınlanan Archer da komedi olarak bir James Bondvari casus karakteri, annesi ve sevgilisi ile olan ilişkiler üzerinde anlatır.
Zaman ‹çinde De¤iflen Aktörler James Bond rolünü zamanla pek çok oyuncu aldı. Sean Connery 1960’larda ilk Bond olarak oynadı. Ancak oyuncu bu rolün üzerine yapışacağı korkusuyla bıraktı. Sonradan çok pişman olduğunu söyleyen Connery, çok büyük bir servete ortak olma şansını geri teptiğini söyler. Connery sert, maço ve acımasız bir Bond oldu. Ondan sonra erkek güzeli manken George Lazenby bir filmde denendi ancak sonuçlar olumsuz olunca Connery bir kez daha Bond olarak geri döndü. Ancak Connery kendini aktör olarak farklı rollerde görmek istediği için yollarını tekrar ayırdı. Ta ki 1983 yılında EON şirketinden bağımsız ikinci bir Bond dilinde oynayana kadar. Roger Moore ikinci en çok bilinen James Bond oyuncusu oldu. Roger Moore asil, insanlara tepeden bakar alaycı tavrı ile faklı bir Bond oldu. 1971-1985 arasındaki filmlerde yıllar geçtikçe epey bir yaşlanan kadar James Bond rolünü İngiliz asilliğiyle resmetti. 1987’de yeni bir Bond oyuncusu arayışında Broccoli Timothy Dalton’da karar kıldılar. İki film daha devam ettikten sonra Broccoli’nin rahatsızlığı ve ölümü ile artık yapımcı rolünü
49
üvey oğlu Michael Wilson ve kızı Barbara Broccoli devraldı. 4. Bond oyuncusu Pierse Brosnan ile Bond karakterine 1990’lar ve 2000’lerin soğuk savaş sonrası dünyasında James Bond’a yeni görevler tanımlanır. Artık düşman Sovyetler değil sapkın Rus generalidir, vahşi kapitalist iş adamlarıdır.
Yasal Sorunlar: Bir Fikir, Üç Film James Bond serisinin yazarı Ian Fleming ile İrlandalı Kevin Mcclory serinin dördüncü filmi olan Thunderball’un senaryo fikrini beraber yazarlar. Sonradan yazarın da ölümüyle McClory bu filmin fikrinin kendine ait olduğunu ileri sürer ve yapımcıları dava eder. Bu hakkına dayanarak da bir de korsan James Bond filmi üretir başrolüne de Sena Connery’i koyar. 1983 yılı bu yüzden iki farklı James Bond filminin çıktığı bir yıldır. McClory MGM, United Artists, EON ve Sony ile davalık olarak bir kez daha Thunderball fikrinden bir James Bond filmi çıkartmak ister ama ömrü yetmez. 2013 yılında varisleri Bond yapımcıları ile anlaştı ve telifi sattılar.
‹mkâns›z Araç Gereçler James Bond filmlerini eksantrik kılan bir özellik ise filmlerde üretilen otomobil aksesuvarları ve bir takım yüksek teknoloji ürünü gözetleme ve savaş araçlarıdır. Lazerli çakmaklardan kanatlı otomobillere kadar birbirinden ilginç bu aletleri hazırlayan ise MI6den Q birimidir. Bu birimin başında bulunan Q kişisi de Bond ile sürekli takışan ve devlet malına zarar vermesine kızan tonton bir ihtiyar idi. Bu rolü uzun süre yürüten Desmond Lwelyn zamana yerini önce John Cleese’e bıraktı ve son iki Bond filminde ise Ben Whishaw oynadı. James Bond’un favori otomobili Aston Martin oldu. Bu alet edevatın ve kötü adamların birbirinden ilginç entrikalı karargâhlarının tasarımcısı Ken Adam 1962-1979 arasındaki tüm Bond filmlerinin sanat yönetmeni ve set tasarımcısı olarak yer aldı.
Tekrarlanan Karakterler: M ve Moneypenny Bond filmlerinde kötü adamların dışında iyi kişiler de bir filmden diğerine tekrar tekrar karşımıza gelirler. Bunlardan biri M dir. M, İngiliz gizli servisinin çift sıfırlı (yani en az iki kişi öldürmüş/öldürme yetkili) ajanlarından sorumlu kişi. Soğuk savaş yıllarının bu sert bürokratı 1995’te Goldeneye ile yenilenen Bond serisinde Judi Dench’in canlandırdığı bir kadına dönüşür. Bu görevi neredeyse 20 yıl yürütür Dench. Bir başka karakter ise M in sekreteri olup James Bond’a gizli hayranlık besleyen bayan Moneypenny’dir.
Film fiark›s› ve Aç›l›fl› James Bond filmlerinin büyük çoğunun senfonik orkestra bestesini John Barry yaptı. Daha sonra Michael Kamen David Arnold ve Thomas Newman besteci olarak görev aldılar. Çok bilinen ana tema bestecisi ise Monty Norman’dir. Her Bond filminin filmin ismiyle özdeşleşen ve dönemin hit şarkıcısının besteleyip söylediği bir de şarkısı bulunur. Birkaç istisna hariç bu gelenek 50 yıldır süre gelmiştir. Bu parçaları ise şunlar: Paul McCartney (Live and Let Die), Duran Duran (A View to a Kill) Tina Turner (Goldeneye), Adele (Skyfall) ve son olarak Sam Smith (Spectre). Bond filmlerinin film müziği eşliğinde açılış jenerik klibi ise dünyanın en pahalı ve güzel klipleri olarak niteleyebiliriz. Bu klipleri ilk yıllarda Maurice Binder yaptı. Sonraki yıllarda Daniel Kleinman Goldeneye ile birlikte bu görevi üzerine aldı.
Son Bond: Skyfall ve Spectre Daniel Craig’in yeni James Bond olacağı ilan edildiğinde aleyhinde Bond hayranlarınca bir kampanya başlatıldı (danielcraigisnotbond.com). Daniel Craig, Casino Royale’den itibaren yer aldığı dört Bond filminde rolünün hakkını verdi. Skyfall serinin tarihinde bir dönüm noktası oldu 1 milyar dolar gişe hasılatını aşarak dünyanın en çok seyredilen filmleri sıralamasında şu an 13. sırada. Filmin yönetmeni Sam Mendes devam olarak Spectre’da da görev aldı. James Bond filmlerinin Daniel Craig’li versiyonları daha önce Batman, Kara Şövalye serisinde de gördüğümüz gibi karakterin geçmişine, çocukluğuna, aile tarihine dönüş yaparak insani özelliklerini vurguluyor. Bond ailesini kaybetmiş, üvey kardeşi Blofeld psikopat bir katil olmuş, sevdiği her kadının ölümüne şahit olmuştur. En sonunda tüm düşmanlarını tek tek sorgulayarak Spectre isimli küresel suç örgütünü bulur ve başında bulunan üvey kardeşi Blofeld’i yakalar. Bu tür karmaşık öykü ağı, aşk ve arkadaşlar için sınırsız fedakarlık 50 yıllık James Bond efsanesi içinde duygusal ve yeni bir tat veriyor. Daniel Craig’in bir daha oynamaya tövbe ettiği James Bond karakterinin bir sonraki filminde kimin oynayacağını sabırsızlıkla bekliyoruz. Belki de bu Idris Alba olur. Clive Owen da favorilerden. Belki yine 3. defa Istanbul’dan Sevgilerle der yeni James Bond.
50
ALGI YÖNET‹M‹NDE
YÜKSELT‹LMES‹ GEREKEN DE⁄ER: SES Mustafa SİLİCİ PowerTürk radyo programcısı, dj
Günümüzde pazarlama stratejilerinin en önemli gücü, subliminal mesaj veren içerikler. Bu içerikler duyu organlar›m›z›n alg›lama kapasitesini standartlar›n üstünde tutarak bilinçalt›m›za gizli mesajlar verirler. Apaç›k sunulan ve kolayca anlafl›lan bir de¤ere, üst mesaj ekleyerek hem etki gücünü artt›r›p hem de hedefi farkl› noktalara kayd›rmak mümkün.
Hayatın içinde algınıza fark etmeden müdahale eden perdelenmiş mesajlarla karşılaşırsınız. Bu mesajlar görme, işitme, koklama, dokunma, tatma duyularınıza hitap eder. İstemli bir şekilde yaratılan subliminal içerikler, istemsiz bir şekilde alıcıya etki eder. Uzun zamandır algı yönetimlerinin baş aktörü görsel içerikler olmuş ve ses ile alakalı çalışmalar hep amatör düzeyde kalmıştır. Oysa sesli üst mesajların etkisi tahminlerin bile üzerindedir. “Kulağın duyabildiği titreşim, seda, ün.” diye tanımlıyor TDK sesi. Aslında toplum olarak da pek daha fazlasını biliyor sayılmayız. “Ses nedir?” diye sorsak çok farklı cevaplar almayacağımızı iyi biliyoruz. İlk olarak Aristoteles tarafından sıralanmış, beş duyumuzdan biridir işitme ve dolayısıyla da ses. Her ne kadar günümüzde beş ile sınırlanan duyu sayısında farklı araştırmalar ve hipotezler ortaya atılsa da, biz en azından başlıca duyu organlarımızdan biri olduğunun farkındayız. Ancak yaptığımız gözlemlerde insanlığın işitme üzerine
51
yoğunlaşmasının diğer duyu organlarına göre oldukça az olduğunu tespit ettik. İşitmenin yaşam içerisinde kullanılma açısından uyurken bile işittiğimizden mütevellit- ilk duyu olmasına karşın neden bu kadar göz ardı ediliyor anlamakta güçlük çekiyoruz. Günümüzde hayatın her anında, madde moleküllerinin titreşmesi sonucu oluşturduğu bu enerjiye, yani sese ister istemez maruz kalırız. Bu moleküllerin birim zamandaki titreşim sayısına frekans denir ve Hertz (hz) ile tanımlanır. Teoride biz insanların kulağının 20 Hz. ila 20.000 Hz. aralığındaki sesleri algıladığı kabul edilir ancak elde tutulur bir şekilde duyabildiklerimiz 250-3000 Hertz aralığındadır. Yukarıda özet geçtiğim teorik bilgilere Internet kaynaklarından kolaylıkla erişebilirsiniz. Oysa benim anlatmak istediğim ses ile yaratılan mucizeler. Bakalım neymiş onlar? Bir markete girdiniz ve alışverişe başladınız. İçeride sizin daha fazla alışveriş yapmanız için tüketici açısından tuzak, işletme açısından da satış stratejisi olarak uygulanmış onlarca tekniğin pek farkında olduğunuzu düşünmüyorum. Stand’ların düzeninden, birbirleriyle bağlantılı ve uyum içerisinde yerleştirilişine, ışık şiddetinin ayarlanmasından, fiyatların belirlenmesine kadar her şey görme duyunuzla alakalı küçük algı yönetimleridir. Zemine döşenen parkenin büyüklüğünün sizin alışverişinize ne etkisi olabilir, duyunca çok saçma geliyor değil mi? Oysa; küçük yüz ölçümlü parkeler üzerinde yürüme hızında ilerlerken; büyük yüz ölçümlü parkelere oranla daha hızlı hareket ettiğiniz algısının farkında bile değilsinizdir. Hız artışı; acele izlenimi yaratır ve dikkat kesildiğiniz obje sayısını azaltır. Bundan dolayı marketler odaklandığınız ürünler üzerinde daha sakin düşünebilmeniz, daha fazla zaman geçirmeniz ve satın alma güdünüzü maksimuma taşıyabilmeniz için sizi olabildiğince sakin bir yapıya bürümeye çalışır. Son yıllarda global markaların Türkiye pazarına girişiyle görsel algıya ek olarak; koklama ve hissetme de bir algı stratejisi olarak kullanılmaya başlandı. Ancak bu markaların sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Nedir bu strateji? Genelde giyim sektöründe faaliyet gösteren bu markalar; özel olarak üretilen, müşterilerini taze ve zinde hissettirecek parfümler kullanmaya başladılar. Bu tek tip imza kokuları bütün mağazalarına uygulayarak; İstanbul’daki bir satış noktasıyla; New York’taki diğer satış noktasını eş değer hale getirdiler. Yani buradan çıkıp New York’taki X mağazasına girdiğiniz zaman yabancılık hissetmeyip tanıdık koku sayesinde kendinizi yaşadığınız yerdeki gibi rahat hissediyorsunuz. Ayrıca tazelik veren o kokular aracılığı ile algılarınız açılıp görsel odaklanmada daha fazla dikkat kesiliyorsunuz. İşte tam da bu noktada hissetme duyunuz da devreye giriyor. Bunun için de; mağaza sıcaklığını sabit tutmaya başladılar. Uygulanabilirliği ve denetimleri ülkemizde hangi hassasiyette yapılıyor pek emin değilim ama bütün bunlar farkına kolay kolay varamayacağınız algı yönetimleridir. Neredeyse saymakla bitmeyecek bu stratejilerde sesli algı yönetimine Türkiye’de hiç rastlamıyoruz diyebiliriz. Karşımıza çıkan örnekler de klişeleşen amatör uygulayışlardan öte değil. Örnek vermek gerekirse; romantik bir akşam yemeğine lounge, chill-out ya da Fransızca bir playlist’le dahil olunuyor. Genç ve dinamik içerik sunan mağazalar, etkinlikler, markalar daha popüler yüksek ritimli şarkıları tercih ediyor. Reklam filmleri ise daha vokal içerikli tarzlarda hedef kitlesinde etki altında bırakmaya çalışıyor. Kısacası
meditasyon, spor, kutlama, tanıtım gibi içinde insanın olduğu her yerde klasikleşen tarzlarda müziklerle üstün körü bu çalışmalara tanık oluyoruz. Dikkatinizi çektiyse eğer sesli algı yönetimleri sadece şarkı tarzı seçmekten öteye gidememiş Türkiye. Peki ya Avrupa’da durum nasıl? Dünyaca tanınmış Amerikalı şarkıcı Justin Timberlake’in son albümü The 20/20 Experience’ı hala dinlemediyseniz eğer bir an evvel bu albümün bütün şarkıları kulak kesilerek dinlemenizi tavsiye ediyorum. Albümdeki bütün şarkılarda seçilen enstrümanların duyuya hitabından, enstrümanlar dışında seçilen seslerin özenle yerleştirilişine kadar kusursuz ve özel bir çalışma gerçekleştirilmiş. Bilhassa albümdeki Suit & Tie ve Mirrors şarkıları birçok ülkede listelerin ilk beşinde yer aldı ve bu başarı bizce asla tesadüf değil. Hani en başta bahsettiğim teoride ve gerçekte duyduğumuz o Hertz ile ölçülen aralıkta duymadığımız iddia edilen sesler var ya, işte onlara bu albümde bolca rastlamak mümkün. Tabii duyduğunuzu ispatlamanız biraz güç olabilir. 2015 yılın başlarında Internet ortamında 986 kişinin katılımıyla “Online dinleme/dinletme” üzerine bir deney yaptık. Her birisine 4 saniyeden 18 saniyeye kadar 117 ses dinlettik. Denekler bu seslerin onlarda yarattığı hissi kötü ve iyi olmak üzere 0-100 aralığında değerlendirdiler. 70 değerinin üstünde kalan sesleri de enerjik, hüzünlü gibi duygusal formlarda değerlendirilmeleri için tekrar dinlettik. Ulaştığımız sonuçlar hipotezlerimi doğrular nitelikteydi. Bazı sesler hem tekil dinlemelerde hem de çoklu seslerin arasına armonik eklemelerde değişken sonuçlar doğuruyordu. 2012-2014 yıllarında Batum’da büyük bir casino’nun müzik direktörlüğü görevini üstlendim. 24 saat müzik yayını yapılan bu mekanda işe başlamadan önce keşfe koyuldum. Birkaç günlük gözlemlerim ve araştırmalarım sonucunda müşteri potansiyeli, yönelimleri, müşterilerin casino’da ne kadar zaman harcadıkları ve hangi ülkeden geldikleri gibi bilgilerle hali hazırdaki müşteri datasını kaydettim. Bu datayla birlikte işletmecinin ulaşmak istediği hedefi de notlarıma ekleyerek 12 saatten oluşan özel mix’ler yaptım. İki yıl süreyle hazırladığım bu özel parçalarda esas aldığım önemli noktalar; mekanda daha fazla zaman geçirilmesi, gerginliğin minimalize edilmesi, dalgalı ferahlık ve enerji sağlama gibi ana noktalardı. Set yayınlanmaya başladığı günden itibaren şirket verilerinde hissedilir derecede artış sağlanmaya başlandı. İki yıl süreyle destek verdiğim bu işletmede hala benim çalışmalarım müşterilere sunulmaktadır. Gelelim Türkiye’de yaptığımız, daha doğrusu yapamadığımız çalışmalara. Ne yazık ki burada müzik tasarımı bile hala bir külfet olarak görülüyor ki, biz daha da ötesi olan sesli subliminal içeriklere bile girebilmek için anlatım güçlükleri çekiyoruz. İşletmeciler görsel anlamda milyonlar harcadıkları işletmelerde konu ses olunca minimum maliyette işler yapıp, amatör isimlerle sadece müzik arşivi üzerinden anlaşmalar yapıyorlar. Durum böyle olunca bu kısır döngünün bir türlü sonu gelmiyor. Büyük topluluklara hitap eden konuşmacılardan, iş telefonlarındaki karşılama mesajlarına kadar sesin her yerde hayatımızın tam da içinde olduğu unutmamak ve bunun kullanılabilirlik durumunu iyi çözümlemek gerekir. En az içerik kadar, sesin ta kendisinin de önemi kavranmalıdır. Umuyorum bu aydınlanma yakın gelecekte ülkemizde de olur. Hayatınızda hep güzel sesler olmasını diliyorum.
52
“Asl›nda benim yapt›¤›m tek farkl› fley; bu aksiyonu gerçeklefltirmeden önce o an› kafamda yaflamak. Kafam› dolduran veya yoran geçmifl ve gelecekteki fleyleri kafamda b›rak›p, “anda kald›¤›mda” hissettiklerime efl bir kare ç›kart›yorum ortaya. 2011 y›l›ndan beri de profesyonel foto¤rafç›l›k yap›yorum.”
53
Bize k›saca kendinden bahseder misin? 1983 yılında İstanbul’da dünyaya geldim. Çok muhteşem ve CV’lere dökecek bir eğitim hayatı geçirmedim açıkçası. 2002 yılında Bilgi Üniversitesi’ne başladım. Medya ve İletişim Sistemleri Bölümü okumaya başladım, ama bölüme ilgim olmadığımı fark edince okulu bıraktım. 2007 yılında Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi İletişim Tasarım Bölümü’ne başladım. Okulun yanısıra sürekli çalıştığım için derslere çok vakit ayıramadım. Ve 2015 yılında kendimin de inanamadığı bir şekilde okuldan “3 not ortalaması ile” mezun oldum. “13 sene sen ne yaptın?” diye sorarsanız, ben de bilmiyorum açıkçası; fakat çok güzel anılarım ile muhteşem şeyler öğrendiğim, karşılıklı birçok şey paylaştığım hocalarım oldu. “Eğitimi bırakın” diye söylemiyorum, genel olarak dönüp baktığımda mezun olana kadar üniversite benim için hep taşımak istemediğim bir yük gibiydi. Şu sıralar tamamen işime odaklanmış durumdayım, Cooklife adlı üç ayda bir çıkan yemeiçme dergisinde içerik yaratıcılığı ve görüntü yönetmenliği yapıyorum ve bugüne dek hiç olmadığım kadar mutluyum.
FOTO⁄RAFTAK‹ BAfiARISI ANDA KALIP, DEKLANfiÖRE BASMASIDAN GEL‹YOR Röportaj: Neslihan ÖZTÜRK Khas Mezunlarla ilişkiler
Kadir Has Üniversitesi ‹letiflim Fakültesi ‹letiflim Tasar›m› Bölümü mezunu Doruk Can Yemenici, 2011’den bu yana profesyonel foto¤raf sanatç›s› olarak çal›fl›yor. Geçti¤imiz may›s ay›nda Yeni Zelanda’ya içerik yarat›c›s› ve görüntü yönetmeni olarak çal›flt›¤› CookLife Dergisi için giden Yemenici ile ö¤rencilik ve foto¤raf üzerine bir söylefli gerçeklefltirdik:
Foto¤rafla iliflkiniz nas›l bafllad›? Fotoğraf ile ilişkim aslında ortaokul zamanlarımda başlamıştı, tabii aileden gelen spor fotoğrafçılığının bunda payı çok büyük. O zamanlarda bile bir şeyleri belgeleme fikri çok hoşuma gidiyordu. Şanslıydım da, elimin altında hep profesyonel analog makineler vardı. Lise sona doğru fotoğraftan bir süre ayrı kalmış olsam da, üniversite yıllarında bir şekilde dijital kameralarla buluştum. 2011 yılından beri de profesyonel fotoğrafçılık yapıyorum. Hem gezip hem foto¤raf çekmek nas›l bir duygu? Hem gezip hem fotoğraf çekmek aslında hepimizin yaptığı bir aktivite. Sıklıkla yurtdışına gidip geldiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum. Tabii ki benim gibi birçok insan var; fakat çoğu zaman bu insanlar fotoğraf çekme eylemini düşünmeden, refleks olarak yapıyorlar. Aslında benim yaptığım tek farklı şey; bu aksiyonu gerçekleştirmeden önce o anı kafamda yaşamak. Kafamı dolduran veya yoran geçmiş ve gelecekteki şeyleri kafamda bırakıp, “anda kaldığımda” hissettiklerime eş bir kare çıkartıyorum ortaya. Çok fazla plan yapmak hiç bana göre değil, karakterime uymuyor. Çok daha kısa vadeli düşünerek yaşıyorum, çok hesap yapmıyorum. O yüzden düşünmeden, ani kararlar alabiliyorum. İzlanda’ya gitmem de böyle oldu, “acaba mı?” dedim ve aynı gün uçak bileti aldım. ‹zlanda’da yaflad›¤›n deneyimler nas›ld›? İzlanda’da hissettiklerimi kağıda dökmeye kalksam muhtemelen küçük bir kitap yaratabilirim. Bu yolculuğa çıkmadan önce hayatımın büyük ölçüde değişebileceğini az çok hayal edebiliyordum. Yolculuğun ikinci günü arabaya binip yola çıktığımda, nasıl bir yere geldiğimi o an idrak etmiştim. Hava öyle kötü, rüzgar öyle korkunç esiyordu ki, ilerledikçe arabayı kontrol etmek inanılmaz zorlaşıyordu. Aktif yanardağların yanından geçmek, 60 metre uzunluğu ve 25 metre genişliği olan bir şelalenin iki metre kadar yanına yaklaşmak; bana kendimi o kadar zavallı, o kadar küçük, o kadar işe yaramaz hissettirdi ki, şelalenin altındayken kafamı kaldırıp yukarı bakmakta güçlük çekiyordum. Sanki benimle konuşacakmış gibiydi. Bunları kağıda dökmek ve karşımdaki insana aynı duyguları geçirebilmek gerçekten çok zormuş gibi geliyor. Herkesin kesinlikle hayatının bir döneminde yaşaması gereken bir tecrübe bu.
54
Yer: Kirkjubæjarklaustur “Aktif yanarda¤lar›n yan›ndan geçmek, 60 metre uzunlu¤u ve 25 metre geniflli¤i olan bir flelalenin iki metre kadar yan›na yaklaflmak; bana kendimi o kadar zavall›, o kadar küçük, o kadar ifle yaramaz hissettirdi ki, flelalenin alt›ndayken kafam› kald›r›p yukar› bakmakta güçlük çekiyordum. Sanki benimle konuflacakm›fl gibiydi.”
55
Yer: Skaftafell
56
Yer: Selfoss
57
Yer: Solheimasandur
58
GAZETEC‹L‹KTE YEN‹ YIL ÖNGÖRÜLER‹
D‹J‹TALE ‹L‹fiK‹N Derleyen: Şükrü Oktay KILIÇ Khas Yüksek lisans öğrencisi
Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Laboratuvar›’n›n her y›l haz›rlad›¤› gazetecilikte ‘yeni y›l öngörüleri’ yay›mland›. Akademisyenler, muhabirler, editörler, yaz›l›mc›lar, grafikerler, reklamc›lar ve yay›nc›lar›n da aralar›nda bulundu¤u 100’e yak›n isim -flimdiden- 2016 y›l›n›n 12 ay› boyunca gazetecilikte ne tür geliflmeler beklediklerini yazd›. Cindy Royal (Texas Devlet Üniversitesi ‹letiflim Fakültesi-doçent) “Ürün yönetimi yeni gazetecilik” Gazetecilikte veri ve kullanıcı etkileşimini bir araya getiren dijital ürünler ile birlikte yeni roller doğdu. Bu rollerde çalışan web ve mobil için ürün geliştirme yeteneklerine sahip kişiler; özel projeler için siteler, mobil uygulamalar üretiyor, interaktif kullanıcı deneyimi yaratmak için çalışıyorlar. Bu kişiler, genellikle haber merkezlerinde gazeteci olarak nitelendirilmediği gibi çoğu gazetecilik araştırmalarında ve müfredatlarında da yok sayılıyorlar. Daha çok haber merkezlerine ‘teknolojik destek’ sağlayan kişiler olarak görülen bu rollerin haberin hazırlanması süreçlerinde asli bir sorumlulukları olmadığı düşünülüyor. Oysaki bu kişiler tarafından hazırlanan ürünlerin kullanıcı merkezli doğaları, onları en az geleneksel olanlar kadar gazetecilik ürünü haline getiriyor. Bu ürünleri yaratan takımlarda çalışan kişiler, genellikle editoryal kararlar vermek durumundalar. 2016’da haber organizasyonları ve gazetecilik okulları ürün yönetiminin ne anlama geldiğini anlayacak ve gazetecilikle ilişkili bir rol olarak kucaklayacak.
Michael Oreskes (NPR-haber direktörü) “Gazetecilik geri dönüfl yolunda.” Şu gerçek gün gibi herkesin üzerinde ağarıyor; mükemmel teknoloji, mükemmel içerik olmadan sizi bir yere götürmeyecek. Özellikle içerik üretiminin neredeyse sonsuz olduğu böylesi bir dünyada gerçekten önemli olan sürüden ayrılmak. Ses, değer yaratmaz. Kalite yaratır. Hileler bir süreliğine çalışabilir, fakat eninde sonunda
kazanan orijinal habercilik, mükemmel hikaye anlatıcılığı ve zaruri bilgi olacaktır. Gazetecilik budur. Yeni medya organizasyonları, ciddi ve disiplinli gazetecilik süreçleri kurmakta gerçek bir sıçrayış yaşadı. Orijinal habercilik günlük operasyonlarının bir parçası haline geldi. Bir şeyi araklayıp, bir eko çemberde tekrar paylaşmak artık yeterli değil. En heyecanlı olanı; doğuştan yeni medyacı olan bu platformların gazetecilikte lider pozisyonlara taşınması. Benim jenerasyonumun yeni teknolojiler ile eski değerleri bir araya getirmek adına verdiği mücadele sona erecek. Onlar, bizim bu devam eden gazeteciliği destekleyecek sürdürülebilir yöntemler bulma ve müşterilerle bağ kurma mücadelemizi miras alacaklar. Fakat bu zorlukları aşmak için yeni bir umut var. Y kuşağı, önceki jenerasyonlardan daha fazla habere ve bilgiye ilgi duyuyor.
Nathalie Malinarich (BBC-mobil editörü) “Dikkat çekmek için savafl.” Herkes Facebook sayfasında kedilerle ilgili bir video, neşelendirici bir insan hikâyesi ya da nefes kesici bir başarısızlık anı görmekten hoşlanır, öyle değil mi? Fakat bu klipler tekrar ve tekrar karşınıza çıkmaya başladığında da onları sevmeye devam edecek misiniz? Yanlış anlaşılmak istemem. Alımlı kedi videolarının en hızlı bir şekilde paylaşılması gerektiğini bizim haber merkezimizde savunan, muhtemelen ilk kişi benim. Fakat her haber organizasyonu; aynı görüntüleri, aynı şekilde -şu aralar ekranda bir metin olması zorunluluğuyla- sunarsa insanların dikkatini çekmek için verilen savaşı kim, nasıl kazanabilir ki? Umarım ki 2016'da haber organizasyonları, ambalajlarından sıyrılarak başarılı olmaya çalışacak. Tık, ‘tab’, görüntülenme peşinde koşmak sadece kısa dönemlik bir oyun. Mobil ve sosyal videolar için olan iştah artacak. Belki de özlü anlatım sonunda kazanacak. Gelin dünyayı; kısa animasyonlar, grafikler, hatta gifler ile açıklayalım. 2016'da insanları, kafalarını telefonlarına eğmeye mecbur bırakmaktan vazgeçin. 16:9, dünyadaki tek açı değil ve biz daha fazla ‘geleneksel’ yayıncının dikey videoları denediğini göreceğiz. Sanal gerçeklik videolarının çekilmesi ve birçok farklı platformda yayınlanması artık daha kolay bir hâl alacak. Kullanıcıları arasında ayrım yapamayan notifikasyonlar, umuyorum ki, 2016’da daha akıllı olacak. Ve hatta, dijital gazetecilik alanında çalışan daha fazla kadın göreceğiz, eminim.
Robert Hernandez (Annenberg ‹letiflim ve Gazetecilik Okulu-doçent) “Sanal gerçekli¤in gerçeklik oldu¤u y›l.” Aldatıcı bulup ertelemiş olabilirsiniz, fakat gerçek şu ki; sanal gerçeklik geliyor, hem de düşündüğünüzden daha hızlı bir biçimde. 2016’da haber organizasyonları en zor mücadelelerini, henüz ana akım haline gelmeyen bu teknolojiye nasıl yatırım yapmaları gerektiği konusunda verecekler. Sanal, çoğaltılmış, karıştırılmış teknoloji… Ne derseniz deyin. Bu teknoloji gerçek ve geliyor. Bu yüzden Oculus Rift, Samsung Gear VR, Google Cardboard ve benzeri bir sürü platformda nasıl gazetecilik yapılabileceği alanında denemelere başlayın. İlk denemelerin bazıları başarısız olacaktır. Kimi ıvır zıvır, diğerleri zorlama… Fakat bu taslaklar üzerinden sonunda gazeteciliğin nasıl giyilebilir ve üç boyutlu olabileceğini daha iyi anlamaya başlayacağız.
59
Alastair Reid (First Draft-yaz› iflleri sorumlusu) “Sosyal medya üzerinden bilgi toplamada yeni bir flafak.” Sosyal medya kullanıcılarının ve mobil cihazların sayısı arttıkça, bir olay olduğunda orada -neredeyse her zaman- bir gazeteciden önce akıllı telefonuyla başka biri olacak. İnternet ve insanların doğaları gereği her zaman çok fazla sayıda yanlış bilgi paylaşılacak ve bu da haber organizasyonları için çok önemli bir problemi beraberinde getirecek. Gazeteciler, bir olayın meydana geldiği yerdeki görgü tanıklarına nasıl ulaşacak? Onların fotoğraflarını, iddialarını ve videolarını nasıl teyit edecek? Bir videonun orijinal yükleyenini nasıl bulacak? Yanlış bilginin yayılmasıyla nasıl mücadele edecek? Ve nasıl olacak da bütün bunları yapıp bir de rekabet güçlerini koruyabilecekler? Bu sorunların büyük bir bölümü geleneksel olarak sosyal medya editörlerinin omuzlarına yükleniyor. Sosyal medya editörleri; kabaran, ürkütücü ağlar ve topluluklar denizindeki çalıştıkları kurumun dijital gemisinde dümendeler.
En çok ses getiren haberlerin görgü tanıkları üzerinden bildirildiği 2015 yılından sonra, 2016, öyle gözüküyor ki haber organizasyonlarının çıktı için harcadıkları kadar zaman ve kaynağı sosyal medyada haber toplamak için ayıracakları bir yıl olacak. Şimdiden birçok haber organizasyonu ve gazeteci, sosyal medya haberciliği üzerine mükemmelleşti bile.
Laura E. Davis (Buzzfeed-mobil haberler editorü) “Sadece bir hikâye anlat.” Bir hikâyeyi anlatmak için artık birçok yol var. Bir tweet, infografik, Snapchat story, Instagram paylaşımı, notifikasyon… Bu platformlar etrafında dolaşan şu meşhur kelimeleri duymuşsunuzdur: yerli ve yaygın. Bunlar 2015’in trendleriydi. 2016’da yeni bir trende ihtiyacımız var: entegrasyon. Burada içeriğe değil, haber merkezlerine atıfta bulunuyorum. Evet, haber organizasyonları şimdiye kadar olmadığı kadar çok platformda yayın yapıyor. Ve evet, biliyoruz ki; bu platformlara özel olarak içerik de üretiyorlar. Fakat hâlâ gazeteciliğin iki formu,
60
nasıl hikâye anlatacağımızı belirliyor. Bir yayıncı ya da yazarsınız. Kameranız ve not defteriniz var. Böylelikle bir video paketi hazırlayabilir ya da bir makale yazabilirsiniz. Geriye kalan her şey, ikincil öneme sahip. Hikâyenin ne olduğu, hangi formata daha uygun olduğu önemli değil. Hâlâ çoğumuz için hikayenin hangi formatta sunulacağı, nerelerde yayınlanacağı sonradan düşünülecek bir iş. Bir hikâye, ilk hali parçalanıp farklı formatlarda tekrar birleştiriliyor. Bu iş de genellikle hikâyenin orijinal anlatıcısından farklı biri tarafından gerçekleştiriliyor; bir sosyal medya editörü ya da mobil editörü. Haber okurları artık bilgiyi birçok farklı yol vasıtasıyla ediniyor. Hikâyeniz üzerinde uzman olan sizsiniz ve muhtemelen onu en iyi siz anlatırsınız. Haber merkezlerinde sosyal medya ve mobil editörlerine ihtiyaç var, evet. Fakat artık işin büyük bir bölümünün muhabirler tarafından yapıldığı ve kalan kısmın farklı alanlardaki uzmanlara bırakıldığı eski günlere dönmeliyiz. Bu uzmanlık işi, haber merkezindeki tek bir masa tarafından yapılmamalı. Bu yetenekler, haber merkezinin tamamına daha iyi bir şekilde entegre edilmeli.
Carla Zanoni (The Wall Street Journal-ifl gelifltirme editorü) “Bask› öldü. Yaflas›n bask›.” 20 yıldan uzun bir süredir ‘önce dijital’ koroları haber merkezlerinde bir uyarı gibi yükseliyor: Bu çağrıyı duymayanlar, düşen gazete satışlarının temposunda donacaklar. Fakat, mobil uygulamaların yükselişi, baskının rönesansını da beraberinde getirdi. Kağıttan bahsetmiyorum, baskı için gerekli olan gazetecilik yeteneklerinden bahsediyorum. Gazetelerde çalışan emektarlar, daha küçük alanlarda yayınların yapıldığı mobil dünyada yeteneklerinin paha biçilemez olduğunu görecekler. Gazeteyi yaparken nasıl ki küçük alanlar için görselleri, grafikleri en uygun hale getirmek, günün en iyi içeriklerinin küratörlüğünü yapmak, bir hikâyeyi anlatmak için en iyi tipografyanın ne olduğunu bilmek gerekiyorsa bir tweet yazarken ya da Snapchat için bir hikâye oluştururken de bu yeteneklere sahip olmak gerekiyor. Ceplerimize sığan daha küçük cihazlar için yayıncılık yapmaya devam ettikçe, dönüp eski meslektaşlarımızın bilgeliğine bakmak zorundayız.
Burt Herman (Storify-kurucu ortak) “Platform savafllar› bafllad›.” Facebook kısa bir süre önce Instant Articles uygulamasını piyasaya sürdü. Google da 2016’da Instant Articles’ın açık kaynaklı versiyonu olacak Accelerated Mobile Pages uygulamasını yayınlayacak. Her iki uygulama da birçok yayıncı tarafından kabullenilecek. Bu; okurların, haber sitelerinin bu platformdakilerle tıpatıp aynı haberleri yayıncıların yavaş yüklenen sitelerinden okumak için daha az nedeni olacağı anlamına geliyor. Gelecek yıl daha fazla medya organizasyonunun kendi sitelerinden tamamen vazgeçeceğini ve kaynaklarını tamamen içerik üretimine ayırıp, sunum ve dağıtımı ‘dışsal platformlara’ bıraktığını göreceğiz.
Sisi Wei (ProPublic-araflt›rmac› gazeteci) “Büyük illüstrasyonlar›n y›l›.” Görselleştirilen veriler, interaktif grafikler ve büyük veri 2016’da da ilgi çekmeye devam edecek. Fakat artık sitenin ‘en cool çocukları’ olmayacaklar. 2016, yıllardır büyüyen bir trendi, illüstrasyonları kucaklayan ve onların gerçek potansiyellerini göstermelerine olanak sağlayan bir yıl olacak. Şanslıyız ki, gazeteciler bunu fark ediyor ve daha iyisi, hızlısı ve güçlüsü için şimdiye kadar görülmemiş bir şekilde çaba sarf ediyor. Sadece geçen haftaya baktığımızda, haber organizasyonlarının, illüstrasyonların internet ortamında bütün potansiyelini gösterebilmeleri için ne kadar fazla şey yapabildiklerini görüyoruz. Yani 2016, dijital gazetecilikte büyük, cesur ve renkli bir yıl olacak. İllüstrasyonların habercilik alanında yeni ve daha yaratıcı yollarla kullanıldığını göreceğiz.
Elise Hu (NPR-teknoloji muhabiri) “Anl›k mesajlaflma uygulamalar› hakk›nda ciddi olma zaman›.” 2016, haber organizasyonlarının anlık mesajlaşma aplikasyonları hakkında daha ciddi düşüneceği bir yıl olacak. WeChat’in dünya genelinde aylık tekil kullanıcı sayısı 650 milyon, WhatsApp’in de en az bir o kadar kullanıcısı var. Bu platformlar; mesajlaşmadan çok daha fazlasına ev sahipliği yapıyor. Bire bir iletişime olanak sağlıyor. WeChat’te kullanıcılar para gönderebiliyor, taksi çağırabiliyor, doktor randevusu alabiliyor. Kullanıcılarla etkileşime girmek çok önemli ve mesajlaşma uygulamaları genç, sürekli büyüyen ve henüz batı medyasıyla tanışmamış kullanıcı kitlelerine sahip.
Edward Roussel (Dow Jones ve The Wall Street Journal-innovasyon flefi) “Cesur risklere girme y›l›.” 2016, medya organizasyonlarının Silikon Vadisi’ndeki devlerin adımlarına yetişmek için yenilik anlamında daha büyük, daha cesur riskler alacağı bir yıl olacak. Apple, Facebook, Google ve Snapchat, çok güçlü dağıtım kanalları kurarak 2015'te medya sektörüne mümkün olan bütün baskınları yaptılar. Bu durum, haber organizasyonları için okurlarına araçsız ulaşamamaları ve markaların homojenleşmesi risklerini beraberinde getiriyor. Bütün haber organizasyonları bazı platformlarda birbirleriyle ‘aynı görünmeye’ meyilliler. Bir şirket büyüdükçe o şirketin kültürü içerisinde daha fazla risk barındırır. Yaratıcılık ve deneyim, ödenmesi gereken yüksek bir bedeli de beraberinde getirir. Bununla birlikte durağanlık da bir risktir.
Ole Reißmann (bento-yaz› iflleri sorumlusu) “Canl› yapaca¤›z!” 2016, gazetecilikte canlı yayınların yılı olacak. 2015’te Meerkat ve Periscope ile canlı yayınlar yükselmeye başladı. Bu; daha hızlı mobil ağlar, mükemmel kameralara sahip akıllı telefonlar, kullanımı kolay uygulamalar ile mümkün hale geldi. Şimdi de Facebook onaylı kullanıcılar ve sayfalar için canlı yayın özelliğini sundu. Canlı yayınların, talk şovların ve her türlü diğer denemelerin
61
2016’da patladığını göreceğiz. Artık stüdyolara, pahalı ekipmanlara gerek yok, sadece cepteki bir akıllı telefon yeterli. Bu yayıncılar, yazarlar, gazeteciler, bloggerlar için yeni imkanlar doğuruyor. 2016’da, canlı yapacağız!
Masuma Ahuja (CNN-sosyal aplikasyonlar prodüktörü) “Her mesaj anl›k bir bildirim.” 2016, insanlarla sadece karşılaştığımız değil onlarla konuştuğumuz bir yıl olacak. Onlarla mesajlaşacağız, chat uygulamaları üzerinden sohbet edeceğiz. Mesajlaşma ve chat platformları sosyal haberler için bir sonraki hudut. Ailemizle, arkadaşlarımızla konuştuğumuz, sanal hayatımızın büyük bir bölümünü geçirdiğimiz uygulamalar bunlar. Kullanıcılar artık gazetecileri ve haber organizasyonlarını da rehberlerine eklemeye başladı, hikâye anlatıcılığının yeni bir aracına adapte olmakta zorlanacağız. Fırsat ise şu; her bir mesaj anlık bir bildirim olacak.
Brandon Silverman (CrowdTangle-kurucu ortak) “Say›lar, her yerde say›lar.” Tekil ziyaretçilerden, sayfada geçirilen süreye ve video görüntülenme sayılarına haber masalarında bu yıl çok fazla sayılarla ilgili konuşuldu. Gününün çoğunu bu sayılarla geçirip, yayıncılar için ne kadar güvenilir ve kullanılabilir olduklarına emin olmaya çalışan bir kişi olarak söyleyebilirim ki; bu sohbetler 2016’da da devam edecek. Fakat birkaç önemli gelişme ile… Birincisi sosyal medya platformlarının sunduğu veriler daha iyi olacak. Bu platformların dağıtım ve haber keşfetmede oynadıkları rol büyüyecek. Bu genel dinamik ile ilgili birçok anlaşılabilir endişeye rağmen ben sosyal medya platformlarının haber merkezleri için mükemmel birer ortak oldukları/olmak istedikleri konusunda iyimserim.
Dan Gillmor (Arizona Devlet Üniversitesi-profesör) “Gazeteciler, aktivistlere döner.” 2016’da gazeteciler, eğer kendilerine hâlâ gazeteci demek istiyorlarsa birer aktivist olmak zorunda olduklarının farkına varacaklar. Telekomünikasyon kartellerinin, onları her türlü içeriğe eşit olmayan muameleden men eden ‘ağ tarafsızlığı’ ile ilgilenmediği, interneti kablo televizyonların birazcık gelişmiş bir formuna dönüştürmek için gece gündüz çalıştıklarını fark edecekler. Gazeteciler; Facebook’un başını çektiği az sayıdaki internet devinin, dünyanın gazete büfesi olmanın sınırında olduğunu anlayacaklar. Bu devlerin, birer sır olan algoritmalarını insanların neyi okuyacaklarına, izleyeceklerine, dinleyeceklerine karar verme gücünü kazanmak için kullandıklarını anlayacaklar.
Alexis Lloyd ve Matt Boggie (The New York Times-kreatif direktör ve executive direktör) “Kapal› kap›lar ard›nda: Yeni sosyal medya.” 2016, haber organizasyonlarının mesaj ve chat uygulamalarının avantaj sağlamak için kullanılabilecek yeni bir kanaldan fazlası olduğunu, sosyal medyanın tanımında önemli bir değişikliği temsil ettiğini fark edecekleri bir yıl olacak. Bu değişim, onların şu anki sosyal medya algıları üzerine kurulan dağıtım ve iş modeli stratejilerinde dramatik zorluklarla karşılaşmalarına neden olacak. Şu anki sosyal medya platformları esas alınarak belirlenen istatistikler, stratejiler, editoryal hassasiyetler çok yakında yeni kullanıcılara ulaşmak ve onlarla ilişki kurmak için yeterli olmayacak. İnternet bize her şeyin değiştiğini tekrar ve tekrar öğretir. Bir yayıncının yapabileceği en büyük hata şu anki yaklaşımının işe yaramaya devam edeceğini düşünmek olur, bu yüzde hepimiz sürekli olarak değişen bu toprak parçasına uyum sağlamak için denemeye devam etmek zorundayız.
62
“A¤açkakan, bilinenin aksine müthifl a¤aç dostudur. A¤açlar›, bafl belas› bilumum t›rt›l, böcek ve kurtçuklar› yemek için kakar. A¤açkakanlar kad›n sorununu çoktan çözmüfltür, efller s›rayla kuluçkaya yatar. Üstelik yavrular›n bak›m›yla daha çok erkek a¤açkakanlar ilgilenir. Kurultay toplasalar yar›s› kad›n olurdu yani. Hem a¤açkakanlar s›n›r bilmez, onlar bayraklar ötesi hayvanlard›r. Dünyan›n neredeyse her yerindeler. Üstelik çok renkli, çok çeflitliler ve tedirginlikleriyle meflhurlar. Bizler gibi.” Yakın zamanda “tuhaf ” bir yayınevi kuruldu: Ağaçkakan Yayınları. Tuhaflığı yayımlamaya başladığı ilginç kitaplardan ve serilerden geliyor. Geçtiğimiz ay Hazır Bilgi Serisi’nin ikinci kitabı olarak 100 Tuhaf Kitap yayımlandı. “Tuhaf ”; “hediye, yeni şey” anlamına gelen “tuhfe”nin çoğulu. Alışılmışın dışında, değişik, şaşırtıcı, anlaşılmaz demek olan “tuhaf ”; aynı zamanda gülünç ve eğlenceli anlamlarını da içeriyor. Bu yazıda tanıtacağım 100 Tuhaf Kitap’ta da kelimenin bütün karşılıklarını örneklendiren kitaplar mevcut. Daha önce yayımlanan Hazır Bilgi serisinin ilk kitabı Metin Solmaz tarafından hazırlanan Türkiye’ye Ait 100 Büyük Yanılgı başlığını taşıyordu. Aslında yanılgılar, kulaktan kulağa dolaşan, üzerinde çok düşünülmeden üretilip dolaşıma giren yargılarımızdan oluşuyor. Bu yanılgılardan bazıları şunlar: “Einstein matematikten kalmıştı”, “Grip oldum C vitamini alayım”, “Hitler vejetaryendi”, “Keçi sütü anne sütüyle eşdeğerdir”.
B‹R TUHAF YAYINEV‹, YÜZ TUHAF K‹TAP
Dr. Şehnaz ŞİŞMANOĞLU ŞİMŞEK Khas öğretim görevlisi
Yayınevinin bir başka tuhaflığı da var. Facebook sayfalarından yalnızca kendi yayınlarını değil, başka yayınevlerinden çıkan kitapları da “Yeni Kitaplar (Keşke Biz Yayınlasaydık)’’ başlığı altında tanıtıyorlar. Peki adı neden Ağaçkakan? Şöyle açıklıyorlar: “Ağaçkakan, bilinenin aksine müthiş ağaç dostudur. Ağaçları, baş belası bilumum tırtıl, böcek ve kurtçukları yemek için kakar. Ağaçkakanlar kadın sorununu çoktan çözmüştür, eşler sırayla kuluçkaya yatar. Üstelik yavruların bakımıyla daha çok erkek ağaçkakanlar ilgilenir. Kurultay toplasalar yarısı kadın olurdu yani. Hem ağaçkakanlar sınır bilmez, onlar bayraklar ötesi hayvanlardır. Dünyanın neredeyse her yerindeler. Üstelik çok renkli, çok çeşitliler ve tedirginlikleriyle meşhurlar. Bizler gibi.” Yayınevi, “Hazır bilgi” serisine neden ihtiyaç duyduklarını ise şu cümlelerle anlatıyor: “Bilgi, bugün internet sayesinde hızlı yayılıyor. Biz okurken güncellenen ansiklopediler, dergiler var. Hangi yazı, ne kadar okunuyor belli. Eskisi gibi şişirme yazarların nesli tükeniyor. Bunun kötü yanları da vardır muhakkak. Her şeyden önce, insanları daha kısa okumaya sevk ediyor. 140 karaktere felsefe sığdırabilen meşhurlar peydah oldu. Bir süre sonra akademik bilgi ile kolay tüketilir, hazır bilgi arasındaki uçurum iyice açılacak. Ancak insanlığın her durumda kaliteli, güvenilir hazır bilgiye ihtiyacı var. Bugüne kadar memleket sınırlarından içeri sadece çeviri yoluyla giren yahut çeviri kokan hazır bilgi, doğal olarak buraların olamadı. Hazır yerli bilgi depoları olarak Google’ı kurcalayıp, Vikipedi, Ekşisözlük diye sayıp bolca tıkladıklarımız da konuyu kitaplık mertebesine getiremiyor. Uzun lafın kısası bütün yollar güvenilir, titizlikle hazırlanmış bir kolay ve yerli bilgi deposu ihtiyacına çıkıyor.”
63
100 Tuhaf Kitap’ı yayıma hazırlayan Ahmet Büke, yakın dostu Murat Gültekin’in yaklaşık 30 senedir kimsenin pek ilgisini çekmeyecek kitapları ve müzikleri topladığını, hatta kimi zaman bu tuhaf ava birlikte çıktıklarından söz ediyor: “Sabaha karşı bitpazarlarında elde fener, gelen malları karıştırdık zira o kadar erken gitmezseniz en güzel kitapları, kasetleri ve plakları başkaları kapar. Bazen birlikte evde otururken kapımız çalındı ve adına lancacı denilen adamlardan haberler aldık. Bunlar yeni ölü evlerini gözlerler ve rahmetlinin değerbilmez yakınları tarafından çöpe atılan kitap ve fotoğraflarını meraklısına -elbette bir miktar ‘sakal’ karşılığı- ayırırlar.” İşte 100 Tuhaf Kitap Murat Gültekin’in bu birbirinden ilginç kitapları arasından Ahmet Büke’nin seçtiklerinden oluşuyor. Büke kitaplardan ilginç bulduğu bölümleri de esprili yorumlarla alıntılayarak, içerik konusunda okuyucunun fikir sahibi olmasını sağlamış. Kitap üç bölümden oluşuyor: Tuhaf İlişkiler, Tuhaf Bilgiler ve Tuhaf Edebiyat. Tuhaf İlişkiler bölümündeki kitapların başlıkları aslında kitapların içeriğiyle ilgili ipuçları veriyor. Evliliğin İlk Basamağında Neler Bilinmeli?, Her Nişanlı Kız Neler Bilmelidir?, Bekârlarda Cinsi Hayat, Seks Ansiklopedisi, Yeter ki Kadın Olsun! 50, 60 ve 70’li yıllarda yazılmış çoğu çeviri olan kitaplar daha iyi bir cinsel yaşam için neler yapılması gerektiğini anlatan öğütlerle dolu. Onlardan biri de tanıdık bir isim; 60’lı yıllarda yazdığı onlarca çocuk kitabıyla birçoğumuzun çocukluğa dair anılarında önemli bir yer tutan Kemalettin Tuğcu. Tuğcu’nun pek bilmediğimiz cinsiyetçi bir yönüyle tanışıyoruz bu kitapla: 1942 yılında yayımlanmış Dişi Kuş: Kocanızı Nasıl Muhafaza Edebilirsiniz? başlıklı kitabın giriş bölümünde yazar, kitabı kimler için yazdığını şu şekilde anlatıyor: “Bu küçük kitap, geniş mezhepli, erkek çeşitlerinin tadını almış, yalnız kendisi için yaşayan beynelmilel kadınlar, o yolun yolcusu genç kızlar için değil, evini, kocasını seven masum ve temiz ev kızları, ev kadınları için yazılmıştır” (37). Yazar, kendini mutsuz hisseden kadınları ise âdeta azarlıyor: “Bunun sebebini kocanızda aramaya hakkınız yok. Evvela kendi kusurlarınızı bilmelisiniz!” (38) Âşık olduğu kişiye aşk mektubu yazmak isteyen hala kaldıysa Nihat Özcan’ın İtimat Kitabevi’nden çıkan Yeni En Güzel Aşk Mektupları kitabına başvurabilir. Tuhaf Bilgiler başlığı altında ise daha önce hiç aklınıza gelmeyen araştırma konularına, bir tutkunun peşinden harcanan yıllara, insanlığa faydalı olma ve onlara kılavuzluk etme aşkıyla tutuşanlara ve bunun gibi birçok yazara tanık oluyoruz. Araştırma/İnceleme başlığı altında değerlendirebileceğimiz kitaplardan biri 1944 yılında Mahir Öğütçü tarafından yazılmış Türkiye ve Cihan Muzculuğu. Büke’nin vurguladığı gibi Türkiye’de muz üzerine yazılmış ilk (belki de son mu demeliyiz?) kitaplardan biri olan bu incelemede, muz üretimine Cumhuriyet’le ve özellikle Milli Şef İsmet İnönü ile birlikte kıymet verilmeye başlandığından söz ediliyor (102). Cumhuriyet’le birlikte ivme kazanan bir başka ziraî alan ise çay tarımı. Çay Tarımı ve Tekniği kitabının yazarı A. Kemal Atila’nın giriş cümleleri şöyle: “Cumhuriyet çocuğu, oku ve aşılan/Çalışkanlığın ve yeni işin kutlu olsun/ Beni hayır ile an” (103). Karakılıçlı: 96 Yıl Mahkemesiz, Günahsız İnsanlar Köyü ise Salih Teksözlü adlı bir köy öğretmeninin bir gazete haberinin peşine düşerek, 96 yıldır hiçbir konuda mahkemelik olmamış, cinayet işlememiş, şahitlik dahi yapmamış insanların köyünde yaptığı
incelemeyi konu ediniyor. Böylece, 1950’li yıllarda Türkiye’nin en ahlâklı köyünün hikâyesini yazmaya girişiyor. 1953 tarihli Yukarıseyit Köyü İçme Suyuna Nasıl Kavuştu kitabı ise bir başka köyün içme suyuna kavuşma hikâyesine odaklanıyor. Tevrata Göre Yakın Şarkta Yamyamlık ve Vantrilok Olunuz gibi kitaplar ise hiç kuşkusuz tuhaf bilgilere sahip olmayı arzu eden okurlara yönelik gibi duruyor. Anneler Günü, Yerli Malı, Kitap Haftası, Okuma Bayramı, Öz Bilgiler: Yeşilay Haftası gibi kitaplar söz konusu günlerin ve haftaların büyük bir coşkuyla kutlanması için tasarlanmış metinlerden oluşuyor. 1961 tarihli Okuma Bayramı, Ahmet Büke’nin aktardığına göre ilkokul birinci sınıfta okumayı ve yazmayı öğrenen çocuklar için alıştırmalar içeriyor. Ancak bu metinlerden bazıları sanırım çocukları hayatın gerçekleriyle çok erken tanıştırmak niyetinde. Örneğin, Oya Öldü şiiri. “Benim canım Oya/Baktım doya doya/Ne çabuk da solmuş/Limon gibi olmuş/Annesi başında/Saçlarını yolmuş/Ağlamayan Yoktu/-Oyam, on yaşında /-Oyam! Yazık oldu” (92). Benzer bir biçimde “Koyun” başlıklı şiir de çocuklara hayvan sevgisini farklı bir biçimde aşılamak ister gibi!: “Canım kuzum/Ne hoş boyun/Olacaksın/Bir koç bir koyun/ Sonra seni/ Üzeceğiz/Boğazlayıp /Yüzeceğiz” (92)! Düdüklü Nur Tencereleri, Grup Münakaşası El Kitabı ve Küçük Sauna El Kitabı 1960’lı yıllarda ülkeye giren yeni teknolojilere uyum sağlamak isteyen okurlara hitap ederken 1964 tarihli Pantalon Yaması’nda (demek ki o dönemde “pantolon”un imlası farklıymış) gizli ve açık yamama yöntemleri şekilllerle anlatılıyor! Kitabın son bölümü olan Tuhaf Edebiyat ise özellikle şiir sosyolojisi alanında çalışanlara önemli veriler sunuyor. Bu bölüm Aziz Nesin’e atfedilen “Türkiye'de, her 3 gencin 4'ü şairdir!” sözünü doğrular nitelikte. Çoğu Anadolu’ya öğretmen ya da memur olarak atanan kişiler tarafından yazılan şiir kitapları, onların kapakları, önsözleri ve yazılış hikâyeleri taşrada matbuatın durumunu, şiir kitabı çıkarmanın belirli bir statü getirdiğini ve kişinin tanınırlığını etkilediğini ortaya koyuyor. Çoğu zaman kapak tasarımının/resminin bizzat yazarın kendisi tarafından yapılmış olması ve kitabın arka sayfalarını süsleyen reklamlar ise 60’lı yıllara ait şiir kitaplarının neredeyse genel özelliği. Örneğin, 1965 yılında Mersin’de Postacı ve Aşk’ı yayımlayan Celâl Çumralı’nın kitabını, aralarında iki özel banka, bir yağ fabrikası ve tarım ilaçları şirketi olmak üzere toplam on beş firma desteklemiş (143-144). Nevzat Nami’nin kendi çizdiği desenlerden oluşan ilginç kapaklı kitabı Dargınlık Esmesin, Kars’ta kader birliği yaptığı idealist öğretmen arkadaşlarına, talebelerine ve dönemin Kars Valisi’ne adanmış. Büke’nin kitaptan verdiği bir şiir örneği, dönemde çokça rastlanan toplumcu sanat (!) anlayışını ortaya koymakta. Şiirin başlığı “Sol Ellilere”: “Neler yapmadın? /Vurdun yerden yere/Kazdın kuyumu/Ve hatta içirmedin suyumu/İnan üzülmedeyim/En az senin kadar/Küçüklüğüne/Fakat acısan bize de/Yaşasana göllerde.” (156). İnsanlar Var taşrada memur olma sıkıntısını (137), Doğu’nun Sesi başlıklı şiir kitabı ise üzerinde bulunan çeşitli damgalardan 1980 sonrası kapanan halk evlerinin dağılan kitaplarını bize anımsatıyor. Meraklısı, bu kitapları sahaflarda ya da şanslıysa kütüphane raflarında bulup yayıncılık tarihimizin ilginç safhalarını kurcalayabilir. Artık “normal” ve “vasat” olanın hâkim olduğu kitap yayıncılığında, umarım bu türden “tuhaf ” yayınlar git gide çoğalır...
64
Birinci Kitap: Sana Söyleyemedi¤im Her fiey Aile ve Toplum, Çoçuklar› Tek Tip Yapmaya Çal›fl›yor “Lydia öldü ama henüz kimse bilmiyor…” Bir dram›n baflar›l› olmas›, onun gerçekli¤i ile do¤ru orant›l›d›r. Sana Söyleyemedi¤im Her fiey’i baflar›l› k›lan ö¤elerden biri de bu. Kurgu ve dil oyunlar›n›n olmad›¤› kitapta karakterlere ve onlar›n iç dünyalar›na yo¤unlafl›lm›fl. Konunun naifli¤i ve yazar›n üslubu sebebiyle kitapta üzülmeyece¤iniz, gözyafl› dökmeyece¤iniz bir karakter bulmak ise mümkün de¤il.
DÖRT K‹TAP KEND‹ H‹KAYES‹N‹ ANLATIYOR Burcu YILMAZCAN Khas lisans öğrencisi
Aile ve toplum baskısının sonuçlarını olabilecek en açıklayıcı ve en dramatik yolla anlatıyor yazar Celeste Ng okuyucularına. Olay örgüsü ana hatlarıyla 1977 yılında geçiyor. Yazar okuyucuları bilgilendirmek ve olayın iç dünyasını göstermek için geçmişten; okuyucuları karamsarlığa boğmamak için ise gelecekten kısa kesitler sonların farklılıklara açık olmayan toplum yapısının, sahip oldukları çocuklarının hayatlarını ne denli yanlış etkilediğini ve onları nasıl yok ettiğini işliyor ve bunu da başarıyor. Ng’nin üslubundaki başarısının bir diğer kanıtı ise konu geçişlerinin doğallığı. Örneğin kitabın orta yerinde bakış açısının ve anlatıcının değişmesi okuyucuyu rahatsız etmek yerine -kitabın kurgu ve üslup başarısı sayesinde- aksine okuyucunun buna gereksinim duymasını sağlıyor. Kitap karamsarlıkla dolu olmasına rağmen yazarın yazım tarzı okuru bunaltmıyor ya da boğmuyor. Ve tabii duyguları kavramada, kitaptaki her karakteri anlamada, onların iç dünyasına inmede hiçbir zahmet çekmiyor okuyucu. Herşey kendiliğinden oluyor, öyle ki bir bakmışsınız ki üç sayfa önce sizi sinirlendiren, “bu kadar da olmaz” dedirten bir karakter için üzülürken ve hatta onu benimserken buluyorsunuz kendinizi.
65
‹kinci Kitap: 18 Saat Her ‹nsan Kendi Hikayesinin Baflkahraman›d›r “Yaflad›¤›n hayat›n üzerinde b›rakt›¤› izleri fark etmek için ölümün so¤uk yüzüyle karfl›laflmay› bekleme.” Geçti¤imiz aylarda raflardaki yerini alan “18 Saat”, yazar›n›n deyimiyle hayat›n de¤erini ve anlam›n› kavramaya yönelik bir kitap. Söylenecek hem çok fley var hem de hiçbir fley yok, çünkü kitap hem her fley hem de hiçbir fleyi yani hayat› anlat›yor. Kitapta dil ve kelime oyunları, okuyucunun karşısına fazlaca çıkıyor fakat yazım dili ağır değil, aksine okurken sizi içine çeken bir yalınlığı ve akıcılığı var. Çoğu zaman kurgu birçok okuyucu için en önemli unsurlardan biridir. Bu kitap bu algıyı kırıyor çünkü kitabın derdi kurgu oyunlarıyla okuyucusunu büyülemek değil. Hayat ve onun değeri, insan yaşamı üzerindeki etkilerini okuyucuya aktarmak. Kitap hayatı işlediğinden dolayı içinde pek çok tarih, psikoloji, felsefe ve aşk kavramları üzerinden çıkarımlar, tartışmalar ve iç konuşmalar mevcut. Yazarın bu kavramları tartışma şekli de gayet başarılı. Kavramları bir olaya yedirmektense okuyucusunu oluşturduğu karakterlerin iç dünyasını çekerek her karakterin kendi dünyasından özgün tartışmalarla aktarıyor okuyucusuna. Tüm bu kavram karmaşası içinde, yaşamın önemini pekiştirmek için kurgulanmış bir hikaye de var fakat bu hikaye okuyucu tarafından çok dikkat çekmiyor çünkü yazarın diğer yazarların kitaplardan yapmış olduğu alıntılar ve altı çizilesi cümleler okuyucuyu kendine çektiğinden hikaye önemini yitiriyor. Bu durum bazı okuyucular tarafından başarısız bulunabilirken, bazı okuyucular için iki konunun aynı derece baskın olmaması kitabı sevme sebepleri olabiliyor. Kitap için kesin olarak söylenecek şeylerden biri ise karakterlerin kitap için önemi. Kitapta yardımcı karakter olgusu mevcut değil, her karakter kitabın başkahramanı ve bu da “Her insan kendi hikayesinin baş kahramanıdır.” cümlesine yapılmış başarılı bir gönderme.
Üçüncü Kitap: Babalar ve O¤ullar Eski-Yeni Kavramlar› Üzerinden Liberalizm ve Nihilizm “Biliyor musun ne hat›rlad›m a¤abey? Bir kere rahmetli annemle kavga etmifltim, o ba¤›r›yordu, beni dinlemek istemiyordu… Nihayet ona ‘Beni anlayamazs›n›z, çünkü biz iki farkl› nesildeniz.’ demifltim…” Ivan Turgenyev’in 1862 y›l›nda kalema ald›¤› “Babalar ve O¤ular” yazar›n en meflhur eseridir. Döneminin elefltirmenlerinden övgüler alan kitap, baz› yazarlar taraf›ndan kitab›n baflkarakteri “Uydurma bir kifli” olarak nitelendirilmifl ve elefltirilmifltir. Belki kitabın adının okuyucunun algısını yönlendirmesinden, belki de dikkatli okunmadığından, çoğunlukla kitapta baba ve oğul arasındaki farklılıkların işlendiği söylenir. Evet, bu kitap hakkında doğru bir açıklama fakat eksik bir açıklama. Yazar açık bir şekilde jenerasyon farklılıkları ve bu konuyla ilgili düşüncelerini eserinde okuyucuları ile paylaşır fakat bu durum kitabın yüzeysel hikayesidir. Kitap jenerasyon farklılıklarını kullanarak okuyucularına iki farklı ideolojinin eleştirisini de sunar aynı zamanda. Eserin nihilizmin temel taşı olarak sayılmasında en büyük hatta belki de tek etken budur. Turgenyev’in kitabında oluşturmuş olduğu “baba” olgusu liberalleri simgelerken “oğul” olgusu ise nihilizmi simgelemektedir. Bu sebepten dolayı kitapa sürekli olarak bir baba-oğul tartışması işlenir ve bunlar bilgiye dayalı tartışmalardır. Okuyucunun bu tartışmaların derinine inebilmesi için bahsedilen ideolojiler hakkında bilgi sahibi olması gerekmektedir.
66
Yukarıda bahsedilen sebeplerden ötürü okunması ve anlaşılması zor kitaplardan biridir “Babalar ve Oğullar”. Kitapta okuyucuları zorlayan iki şey ideolojileri kavramak ve kitaptaki eleştirel bakış açısını anlamlandırmak. Tüm bunları yapabilmek için bilgi birikimi gerekli bir unsur. Kitabı okumaya değer kılan öğelerden biri de bu, çünkü yazar okuyucularını hiçbir zorlama olmadan düşünmeye, araştırmaya, öğrenmeye ve eleştirel bakış açısı kazanmaya teşvik ediyor. Dönemin koşulları ise kitaptaki bir diğer önemli konu. Gerek yazarın betimlemelerinin güçlülüğü, gerekse olayları açıklayış şeklinin keskinliği sayesinde okuyucu dönemin şartlarını kavramakta hiçbir zorlukla karşılaşmıyor. Kitabın amacı bir olayı anlatmaktan çok, var olan gerçeklikleri, ideolojileri tartışmak ve eleştirmek olduğunu belirtmiştik bu da kitabın kurgusu farklı kılıyor. Kitapta bahsi geçen olayların bir başlangıç noktası var fakat olayların sonunu yazar açıkça belirtmektense anahtar kelimelerle okuyucusunun kavramasını bekliyor ve yine bu farklı kurgu şekli nedeniyle, dikkatli okumayı zorunlu kılıyor Turgenyev.
Kitabın iç içe geçmiş iki hikayeyi içinde barındırdığı söylenebilir. Kitabın baş kahramanları Arkadi ve Bazarov’un hayatlarından kesitlerle ortaya çıkarılmış bir hikaye okuyucuyu sunulurken aynı zamanda fikirlerin eleştirildiği, açıklandığı ve incelendiği çok daha derin bir mesajın okuyucuya aktarıldığı karakterlerin iç dünyasında geçen ikinci bir hikaye daha barındırıyor kitap içinde. Kitapla ilgili ilginç olan noktalardan biri ise nihilist karakter Bazarov’un kendi görüşlerine ters düşen davranışlar sergilemesi ve hatta bazı durumlarda görüşlerini tamamen çiğnemesi, yani yok sayması. Bazarov’un kendi benliği ile girdiği tartışmalarda çoğu kez kendini romantik olmakla suçluyor karakter ve bu da yazarın nihilizme olan yaklaşımı açıklıyor. Yazar bu düşünce akımının bazı yönlerinden etkilenip onu benimserken bazı yönlerini ise eleştiriyor ve onları inkar ediyor. Nihilizmin temel taşı olarak sayılan “Babalar ve Oğullar” iki farklı düşünce akımını inceleyen, karşılaştıran ve bunu jenerasyon farkı yani eski-yeni kavramı üzerinden anlatan, okuyucularını düşünmeye iten muazzam bir kitap.
Dördüncü Kitap: Karanl›k Zihinler Bir dünyaya uyand›k, uyuduk ve sonra baflka bir dünyaya uyand›k “Ad›m Ruby. Hepinizden farkl›y›m. Akl›n›z›n derinliklerinde gezinebilir, an›lar›n›z› hiç yaflamam›fls›n›z gibi silebilirim.” Klasiklerini 1984, Fahrenheit 451 gibi kitaplar›n oluflturdu¤u distopya türü günümüzde özellikle genç yetiflkin okuyucular taraf›ndan büyük ilgi görüyor. fiimdilerde hemen hemen tüm yay›nevleri bu türde kitaplar basarak okuyucularla buluflturuyor fakat tüm bu kitaplar›n içinden Alexandra Bracken’›n “Karanl›k Zihinler”ini ay›rmak gerek. Okuyucular› taraf›ndan büyük ilgi gören kitap ayn› adl› üç kitapl›k serinin ilk kitab›. Bu kitabı diğerlerinden ayıran en ilginç özelliği gerçekçi olması. İlginç bir özellik çünkü yakın zamanda yazılmış distopyalarda gerçekçilik bir unsur değildir hatta gerçekçilikten bir o kadar uzak olmak için bilim-kurgu öğeleri içerir. Konu olarak distopya, gerçekçiliği içinde kolayca barındırabilecek bir kitap türü değil. Yaşanan olaylar genellikle tüm devletlerin katıldığı, dünyanın görmüş olduğu en büyük savaştan sonra geriye kalmış insanların kurduğu, sert ve acımasız kurallarla yönetilen devletlerde geçer. Fakat bu kitapta yaratılan dünya gerçekçi. Bu gerçekçiliği başarmasının sebebi ise yazarın kitabın dünyasını oluştururken fizikten yardım alması. Okuyucu kitabı okurken sürekli olarak yarın böyle bir dünyaya uyanabilme olasılığını hissediyor ve bu olasılığın yüksekliğinin bilincinde; bu da kitabı ürpetici ve etkileyici kılıyor. Olaylar çocukları etkileyen Idiyopatik Adolesan Akut Nörodejenerasyon (IAAN) olarak adlandırılan bir hastalığın oluşması
ile başlıyor. Dönemin çocuklarının yarısı bu hastalık sebebiyle öldükten sonra hayatta kalan çocuklar ise devletin özel olarak hayatta kalan çocukları bulmak ve avlamak için oluşturduğu “PSI Özel Kuvvetler” ekibi tarafından toplumdan uzaklaştırılıyor ve ülkenin çeşitli yerlerinde bulunan toplama kamplarına gönderiliyorlar ve bunu yaparken PSI’ya yardımcı olan kişiler ise çocukların aileleri. Bunun sebebi ise devletin yaratmış olduğu korku politikası. Bu politika hastalıktan etkilenmeyen çocukların toplum tarafından bir canavar olarak algılanmasını sağlıyor. Toplama kampları ise özellikle hayatta kalan çocukları kontrol etmek, onların düşünmelerini ve yeteneklerini keşfetmelerini engellemek için yapılandırılmış. Bu sebepten ötürü çocuklara bu kamplarda birçok yorucu ve zorlayıcı işler yaptırılarak kendilerini tanıma, kapasitelerini algıma olasılığının ortadan kaldırılması sağlanıyor. Maviler, yeşiller, sarılar, turuncular ve kırmızılar olarak sınıflandırılan çocuklardan en çok korkulanlar ise kırmızılar ve turuncular. Yazarın yazım diliyle ustaca ve oluşturduğu bu karanlık ve sert dünya nedeniyle okuyucu çocuklara yapılanları büyük bir üzüntü ve korkuyla okuyor.
67
“YAN AYNADA KEND‹NE BAK, GÜLÜMSÜYORSAN, B‹RE TAK VE DEVAM ET.” RÖPORTAJ: Emir ÖBGE-Burak KAYA Khas hasRiders kulübü
68
Kadir Has Üniversitesi ‹ktisadi, ‹dari ve Sosyal Bilimler Fakültesi Dekan› Prof. Dr. Osman Zaim sekiz yafl›nda bisiklet, on befl yafl›nda iken motosikletle iken tan›flt›. Bugüne kadar Türkiye’nin yan› s›ra Amerika ve tüm Avrupa ülkelerini motosikletiyle dolaflt›. Motosikletin sayg› duyulmas› gereken bir u¤rafl oldu¤unu belirten Prof. Zaim ile Khas HasRiders Kulübü olarak PANORAMA Khas için bir röportaj gerçeklefltirdik. Motosiklet ile tan›flman›z nas›l oldu? Çocukken bisiklete çok binerdik, onun devamı oldu motosiklet benim için. En büyük zevkim Bağdat Caddesi’nde oturduğumuz yokuştan aşağı kollarımı bağlayarak bisikletle inmek olurdu. “İnsanların arasından vücut hareketleriyle ellerimi gidona koymadan, yokuşun başından sonuna kadar kimseye çarpmadan inebilecek miyim?” diye kendimi test ederdim. Oradan başladı iki tekerlek hikayem, yani sekiz yaşlarında. Sonra da motosiklet kullanan arkadaşlarım hayatıma girdi. ‹lk motosiklet tercihiniz neydi? Benim zamanımda Jawa’lar vardı. İlk motosiklet deneyimim bir ağabeyin Jawa’sıydı. Ondan sonra Yamaha ardından Suzuki oldu. Neden Cruiser? Herhangi bir motosikletin fanatiği değilim. Hepsinin de ayrı kullanım alanları var. Scooter, Endura, Racing, Touring/Cruiser başlıca motosiklet türleri ve her biri kendi alanında çok zevkli. Eğer şehirde kullanacaksan en ideali scooter; tabiatla iç içe olmak offroad yapmak istiyorsan hem de “şehirde biraz binerim” diyorsan endurolar çok güzel; adrenalin seviyen çok yüksekse pistlerde kullanmak şartı ile racing düşünebilirsin; ama eğer amacın günde altı yüz kilometre hızla en az bir hafta sürecek uzun yollar yaparak daha önce görmediğin yerleri keşfetmekse touring/cruiser en iyisi. Benim amacım sonuncusuydu, yani uzun yol yapmak istiyordum ve yaşıma göre en uygun motor touiring/cruiser motordu. Şu anda Harley Davidson Roadglide CVO Ultra model motorum var. Dediğim gibi uzun yol için ideal, ancak örneğin evden üniversiteye gelmek için elverişsiz bir motor. E¤lenceli bir an›n›z› anlatabilir misiniz? Uzun yolda navigatör cihazlarının bize oynadığı tatsız şakalar oluyor. Bir keresinde Saraybosna’ya arkamda kızım ile birlikte grupla giderken, navigator bizi bizim motorlar için son derece elverişsiz toprak yollara sokmuş, Saraybosna’ya gece saat 1’de varmıştık. Küçücük bir otelde herkes aynı anda duşlara saldırınca, o yorgunlukla sıcak sussuz kalan kızımın isyanı ve onu memnun etmeye çalışan resepsiyon görevlisinin hali görülmeye değerdi. Hiç kaza yapt›n›z m›? Motosikletle seksenle giderken arka tekerleği mıcıra kaptırdım ve düştüm. Üzerimdeki korumalı giysiler sayesinde birkaç yanıkla kurtuldum. Şimdi üstümde full korumayla motosiklet sürüyorum; ama yüz elli kilometre hızla giderken full koruma ne kadar korur bilemiyorum. Bazen düşünüyorum da bu süratle üzerimde pijama da olsa fark etmez diyorum. Koruma yine de hayati bir olay,
standartı kask, korumalı mont, korumalı pantolon ve eldiven; fakat ucu açık. (Osman Hoca, siz olabildiğince kendinizi sağlama alın diye bizleri uyarıyor.) HAYATTA MUTLAKA ‹NSANIN B‹R HOB‹S‹ OLMALI Yafllanmay› düflünüyor musunuz? Yok. (Burada gülüyor.) Bizim gibi masa başında çalışanlar için, hayatta mutlaka ve mutlaka insanın bir hobisi olması lazım. Ankara’da iken uzun bir dönem motosikletten uzak durdum ama orada başka bir hobim vardı, müsabık bir biniciydim. Sonra İstanbul’a geldim, her gün yaptığım binicilik sporunu yapamaz oldum. Ne yapayım, ne edeyim derken hemen motosiklete döndüm. İlk işim motosiklet almak oldu. Seyahat etmek istiyordum o nedenle cruiser motosikletlerin en iyisini edindim. Hakikaten benimkinin üzerine cruiser yok Türkiye’de. Trafikte dört yüz altmış kiloluk motosikleti tutmak zor, ama uzun yol seyahatlerinde ondan rahatı yok. Dediğim gibi bir herhangi bir motorun fanatiği değilim, amacına ne uygunsa onu kullanacaksın, mesela Belgrad Ormanı’nda Harley ile dolaşamazsınız. Nerelere yolculuk yapt›n›z, unutamad›¤›n›z bir yolculuk an›n›z› anlat›r m›s›n›z? İstanbul’a geldikten sonraki ilk seyahatim Roma’ya oldu. Roma’ya kadar motosiklet sürdüm. Ondan sonraki sene arkamda kızımla beraber Hırvatistan’a kadar gittim; dönüşte Adriyatik kıyısından döndük. Sonraki seyahatimde eşimle bütün Yunanistan’ı çevreledik yani Mora yarımadası turu yaptık. Yunanistan parkuru altı bin kilometrelik zor bir parkurdur. Benim dekaninalternatifsayfasi.blogspot.com adında bir blogum var. Blokta, Mora yarımadasından Kosova’ya kadar olan seyahatlerin fotoğraflarını görebilirsiniz. Bir sonraki plan›n›z nedir? Şimdi bundan sonraki hedefim A.B.D de yaşayan kızımın bahçesine bir Harley koymak. Amerika’dayken o kullanır, oraya gittiğimde de ben kullanırım. Bizim ailede herkes motosiklet kullanır; yani eşim ve kızım da motosikletçi. Berkley’de yaşıyor kızım. San Fransisco’ya bir durak önce bir yerde, meşhur Route 66’in üstünde. Bu arada Route 66’in en güzel ayağı Kaliforniya ayağıdır. Türkiye içerisinde nereleri gezdiniz? Türkiye’de Karadeniz turu yapıyoruz. Çok keyifli ve güzel geçiyor. Doğu Karadeniz ve Batı Karadeniz turu yaptık. Bu bölgenin çok güzel manzaraları var ama virajları çok keskin. Bu nedenle çok iyi eğitimin olması lazım. Yağış problemi var. Bazen turu tek yön yapıyoruz. Dönüşte motosikletleri tırlara koyup biz uçakla dönüyoruz. Antalya, Çeşme, Bodrum bazen grupla bazen de eşim ile iki motosiklet sık sık gittiğimiz rotalardır. Sürüfl e¤itimi ald›n›z m›? Ne gibi katk›lar› oldu? Senelerdir motor kullanmama rağmen hala eğitim alıyorum. GİS Akademi’den Halil Kılıç ile çalışıyorum. Her motor sezonunun başında bir eğitimden geçiyorum. Özellikle yeni motosiklet almışsam, eğitim almadan yola çıkmam. Halil Kılıç, sertifikalı eğitimcilerden ve Türkiye’deki en iyi motosiklet eğitmenlerinden biri. Viraj nasıl dönülür, dönerken nereye bakmak gerekir, virajın neresinde bulunmak gerekir vb. teorik konuları tek tek anlatır. Üç tip dersleri var: Kapalı alan, açık alan, yol eğitimi. Kapalı alanda teorik, tahta başı bir eğitim yaparlar. Bunun uygulaması trafiğe kapalı pistte
69
yapılır. Daha sonra eğitmenle beraber yol sürüşüne çıkılır ve sürüşün izlenerek geri bildimlerle hataların düzeltilir. Bu eğitim sırasında örneğin önünde aniden duran bir araçtan nasıl bir manevra ile kaçman gerektiğin öğretilir. Ayrıca, motosiklet kullanırken en önemli şey bakıştır. Bakış eğitimleri de verilir ve tekrar tekrar yaptırılır. Ama en önemlisi kendi limitlerinin ve altındaki motosikletin limitlerinin farkında olman sağlanır. Bunun gibi farklı farklı eğitimler verir. En kötüsü kendi kendinize edindiğiniz yanlış alışkanlıklardır. Yanlış oturuş; yanlış diz ve ayak pozisyonu; yanlış gidon tutuşu vb., bunları bir kere edindiniz mi kurtulmak çok zordur. Birinin sizi sürekli ikaz etmesi gereklidir. Hiç unutulmamalıdır ki iyi motorsiklet sürmek bir sanattır ve bu da eğitimle öğrenilir. Yolda önünüzde kuğu gibi süzülen bir motosikleti seyretmek bir zevktir, ancak her sürücü size bu zevki tattıramaz. Ahenkli bir grup sürüşünün seyrine doyum olmaz. Yurt dışında bizi saatlerce arkamızdan gelerek seyreden ve ilk durak noktamızda yanımıza gelerek bizi tebrik eden çok otomobil sürücüsü olmuştur. Bu e¤itimlerin size ne gibi katk›lar› oldu? Halil Kılıç’tan bu eğitimleri almasaydım çok kolay kaza yapabilirdim. Orada aldığım eğitim; nereye bakmam ve paniklememem gerektiğini öğretti. Ama hala yapmamamız gereken şeyleri yapıyoruz tabii. Onca sene motosiklet kullanıyorsun, ama yapıyorsun. Gençlikte motosiklete binip, “Benden daha iyi motorcu yok!” büyüsüne kapılabiliyorsun. Ama motorda hiçbir zaman kendine güvenemezsin. Hele ki Türkiye yollarında... Di¤er ülkelerle Türkiye’yi motosiklet aç›s›ndan k›yaslad›¤›n›zda ne gibi farklar gördünüz? Türkiye ile Avrupa arasında çok fark var. İpsala’dan çıktıktan sonra bambaşka bir dünyayla karşılaşıyorsunuz. Bir aralar hafta sonları sık sık Aleksandropolis’e (Dedeağaç) gidiyordum. Akşam dörtte yola çıktığınızda dört saat sonra orada oluyorsunuz. Sonra Thassos’a gidiyorduk. Selanik’e gideriz arkadaşlarla. Yunanistan’ın en büyük avantajı yakınlığı ve yollarının çok güzel olması, bir de trafiği az. Sebebi ne peki sizce? Tamamen eğitim. Motosikletliye saygılılar. Motosiklet çok medeni ve saygı duyulması gereken bir araç. Ayrıca motosikleti çevre ve trafik için çok büyük bir katkı olarak görüyorlar. Motosikletin gaz salınımı dört silindirli bir arabaya göre çok daha az. Bir Avrupalı bütün bunların farkında ve saygı duyuyorlar. “Motosikleti seviyorum çünkü çevreyi daha az kirletiyor, trafikte daha az yer kaplıyor, trafiği sıkıştırmıyor” diyor. Türkiye’de bunun bilincinde değiller. Bizim pizzacıları, kuryeleri görünce bazen ben de hak veriyorum. Motokuryeler insanların kimyasını bozdu. İnsanları motosikletten nefret ettirdi. O da motosikletçi ben de motosikletçiyim ama arada büyük fark var. KURU KAFALAR BAfiKALARINI DE⁄‹L, KEND‹M‹Z‹ KORKUTMAK ‹Ç‹N Motosiklet kullan›m›n› insanlar›n gözünde daha ›l›ml› bir noktaya yerlefltirmek için neler yap›labilir? Aslında epey bir şey yapıyor motosikletçiler. Sosyal aktiviteler ve sosyal sorumluluk projeleri çok önemli, bunları mümkün olduğunca fazla yapıp kendimizi tanıtmamız lazım; özenli websiteleri kurarak, yapılan faaliyetler bir şekilde insanlara yansıtılmalı. Bizler Harley Sahipleri Derneği (HOG-Harley Owners Group) altında birçok sosyal etkinlik gerçekleştiriyoruz. Geleneksel Gazi sürüşümüz var örneğin “Gaziler Günü”nde. Türkiye’nin her yanından iki yüzü
aşkın motosiklet Ankara’ya gazilerimize gidip onlara şükranlarımızı sunuyor, birlikte motosiklet sürüyor ve yemek yiyoruz. Ankara Valisi, Emniyet Müdürü ve Genel Kurmay Başkanlığı her türlü desteği veriyorlar. Emniyet Müdürlüğü’nün sağladığı eskortlar ve bizim için kapatılan trafik ile tüm başkente hem kendimizi tanıtmak hem de gazilerimize şükranlarımızı iletmek ve sorunlarına dikkat çekmeyi amaçlıyoruz. Kendimizi topluma canavar olmadığımızı anlatmamız gerekiyor. Motosikletlerimizin, yeleklerimizin üzerindeki kuru kafa resimleri, başkalarını korkutmak için değil, kendimizi korkutmak için. “Tehlikeli bir aletin üzerindesin, hayatın bıçak sırtında, bu aracı ona göre kullan” diyor. Bu mesajı verebilmeliyiz insanlara. “Motorsiklet seni kullanmasın, sen onu kullan” deriz biz kendi kendimize. Diğer insanların bu düşüncede olduğumuzu bilmeleri yeterli olacaktır diye düşünüyorum. Motosiklet kullan›m›n› artt›rmak için devletle birlikte nas›l bir çal›flma izlenebilir, yetkili olsan›z ne yapars›n›z? Motosiklet aslında teşvik edilmesi gereken bir araç. Ama Türkiye’de bugün trafik kazaları nedeniyle hayatını kaybeden insanların sayısı çok fazla. Trafik kazaları için gerekli önlemleri almadan motosikletçileri düşünen, motosikleti teşvik etmeye çalışan bir devleti düşlemek çok zor. Ama yine de bu konuda epey bir şey yapıyoruz. Örneğin grup sürüşlerinde gruptaki motosiklet sayısı belli bir sayıyı aştığında güzergahımız üzerindeki yerleşim yerlerinin mülki amirlerinden izin alma yükümlülüğümüz var. Valilerimiz ve Emniyet Müdürlerimiz son derece yardımcı ve teşvik edici davranıyorlar. Zaman zaman eskort bile sağlıyorlar. Hepsine müteşekkiriz. Bu konuda epey bir yol alındı yine de. Bir e¤itimci olarak motosiklet kullananlara tavsiyeleriniz nelerdir? Mutlaka bir hobi edinsinler, bu motivasyonlarını arttırır. Benim işimdeki üretkenliğimi motosiklet kullanmam arttırıyor. Başka bir hobim olsaydı, binicilik yapsaydım da arttırırdı; fakat motosiklet bunlardan en keyiflisi, bütün vücudu, spor yapmış kadar çalıştırıyor. En önemli noktası da tehlikeli bir alet olduğunu unutmasınlar. Küçücük bir hatanın dönüşü olmayabiliyor. Yaptığınız işte iyi olmaya çalışın, ne yaparsanız yapın, biraz diğerlerinden farkınız bir nüansınız olsun. Bu sizi hayatta her zaman iyi yerlere taşır. Çok önemli bir iki şey daha var. Birincisi eş/sevgili kavgası, patron/baba fırçası, sınav stresi, az uyku sonrası ve en önemlisi içki sonrası motosiklete binme. Yan aynada kendine bak, gülümsüyorsan bire tak devam et. İkincisi, hiçbir zaman en azından kask, korumalı mont, korumalı pantolon ve eldiven olmadan motosiklete binme. Üçüncüsü, hiçbir zaman bir başka araçla polemiğe girme ve asla ve asla ona haddini bildirmeye kalkışma. Kaybeden her zaman sen olursun hiç unutma. Sinirlendiğin zaman adrenalinin on kat daha fazla yükseleceğini bunun da kaza ihtimalini yüz kat arttıracağını unutma. Çek kenara sakinleş, yüzünü yıka, su iç sonra devam et. Dördüncüsü, kendi limitlerini ve motosikletinin limitlerini iyi bil ve bunların üstüne bugünden yarına çıkmayı deneme. Eğer saatte yetmiş kilometre hızın üstünde bir süratle viraja girmek seni korkutuyorsa, bunu yol kaptanı ile paylaşmaktan çekinme, veya saatte yüz on kilometre üzerinde uzun bir sürüş seni zorluyorsa bunu da paylaş. Önündeki motorun her yaptığını çok kolay gözükse de senin de yapabileceğini düşünme; onun bildiği ve senin bilmediğin bir püf noktası olur bu da çok pahallıya patlar. Beşincisi, eğitimin çok önemli olduğunu unutma ve ehil eğiticilerden sürekli yardım al. Altıncısı, uzun yol yapıyorsan her yüz elli kilometrede bir durmayı ve bol su içmeyi unutma. Aksi halde dehidrasyona uğrarsın, bu da aşırı yorgunluk ve uyku hali demektir. Bu listenin sonu yok, bunlar belki en önemlileri ama tecrübeli (en az yüz bin kilometre yol tecrübesi olan) motorcuların tavsiyelerine kulak ver.
70
FUTBOL TAR‹H‹N‹N EN BÜYÜK YOLSUZLUK DAVA DOSYASININ ÜSTÜNDE YAZIYOR Emir GÜNEY Khas Spor çalışmaları merkezi müdürü
71
‹sviçre’nin Zürih kentinde 1904 y›l›nda kurulan, 6 k›ta ve 209 ülkeyi temsil eden dünyan›n en büyük spor örgütü FIFA yolsuzluk davalar›yla çalkalan›yor. 2011-2014 y›llar› aras›nda 5.71 milyar dolar gelir elde eden bu dev örgütün itibar›n› nas›l geri kazanaca¤› ise merak konusu. Modern futbol tarihinin en büyük yolsuzluk davası ile karşı karşıyayız. Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği ya da daha bilinen kısaltmasıyla FIFA; yolsuzluk davaları, başkanlık seçimi, sponsor kayıpları ve iç çekişmeler nedenleriyle çalkalanıyor. Burada, dünyanın en kapsayıcı sivil toplum örgütünden bahsediyoruz zira Birleşmiş Milletler’in üye sayısı 193 iken FIFA’ya üye ülkelerin sayısı 209.
Aslında her şey 2006 yılında İngiliz araştırmacı gazeteci Andrew Jennings’in yayınladığı Faul! FIFA’nın Gizli Dünyası: Rüşvet, Oy Hileleri ve Bilet Skandalları kitabıyla başladı. Kitabında FIFA’nın pazarlama ortağı olan International Sport and Leisure (ISL) şirketi üzerinden nasıl yöneticilere ödeme yapıldığı, bu ödemeler sayesinde de Blatter’in nasıl ardı ardına girdiği tüm seçimleri kazandığı anlatılıyordu. Kitabın yayınlanmasından kısa bir süre sonra İngiliz BBC tv kanalında yayınlanan Panorama programında Jennings, süreci belgesel olarak yayınlama şansına erişecek ve uluslararası medyada ciddi ses getirecekti. Her ne kadar Jennings’in iddiaları ilgi çekici olsa da hiçbiri kanıtlanamadı ve Blatter futbolun zirvesinde kalmayadevam etti. 2010 yılında ise Jennings BBC Panorama’da ikinci bir belgesel yayınlandı ve ISL şirketinin üç kıdemli FIFA yöneticisine rüşvet verdiğini ve bu şekilde peş peşe iki FIFA Dünya Kupası’nın pazarlama haklarını aldığını iddia etti. ISL’nin toplamda
72
175 kişiye 100 milyon dolar ödeme yaptığını gösteren bir belgeyi de paylaşan Jennings, her geçen gün Blatter’ın üzerindeki baskıyı arttırıyordu. Ancak Blatter, Jennings’in bu iddialarını ciddiye almayı bir yana, yetkisi olduğu halde bir iç soruşturma dahi açmadı. Çember giderek daralıyordu. 1975’te teknik müdür olarak kapısından girdiği FIFA’ya 1981 yılında genel sekreter olarak atanan, 1998’de başkanlığı koltuğuna oturup 24 yıl orada oturan Brezilyalı Joao Havelange’a karşı girdiği seçimi kazanarak FIFA Başkanı olan Blatter, içinde bulunduğu organizasyonu herkesten iyi tanıyor, dengelerin nasıl kurulması gerektiğini çok iyi biliyordu. Ortaya çıkan her türlü sıkıntıyı hep ‘futbol ailesi’ içerisinde iç dengeleri göz ederek ortadan kaldırıyordu. Ancak 2015 yılının Mayıs ayında dünya futbolunun patronunun dahi bükemeyeceği bir bilek ile tanıştık: Amerika Birleşik Devletleri Adalet Bakanlığı.
Futbol Ailesi FIFA genel kurulunun seçim prosedürü, her zaman kurumun en büyük eleştiri kaynaklarından biridir. 209 üye ülkenin her birinin bir oy kullanma hakkına sahip olduğu genel kurulda özellikle Almanya, Fransa, ABD, İngiltere, Brezilya, Rusya ve Çin gibi hem ekonomik boyut hem de nüfus anlamında dünya devi olan ülkeler ile, bu ülkelerdeki ortalama nüfusa sahip olmayan diğer ülkeler de genel kurulda eşit oy hakkına sahip. Demokratik olarak bakıldığında sağlıklı bir model gibi görünse de özellikle küçük ve ekonomik sıkıntısı olan ülkelerin çokluğu, manipülasyon ve oy satın alma gibi uygulamalar için ideal bir ortam sağlıyor. Blatter’ın en güçlü olduğu yönü de bu ülkelerle kurduğu birebir ilişkilerden kaynaklanıyordu. Blatter, altyapı yatırımları adı altında FIFA’nın fonlarını bu ülkelere yönlendirirken, bir yandan gelişmekte olan bu ülkelere yaptığı yardımlar nedeniyle sosyal sorumluluk anlamında başarılı bir imaj çiziyordu. Öte yandan genel kurullarda oy garantisi de topluyordu. Tabii bu arada Jennings’in de bahsettiği gibi önemli noktalardaki anahtar kişileri bireysel olarak beslemeyi de ihmal etmiyordu. Sonuçta, FIFA bir dernekti ve en üst karar organı genel kuruluydu, Blatter’in en güçlü olduğu desteğe sahip olmasının nedeni de buydu. Etik ve finansal usülsüzlüklerin ‘futbol ailesi içerisinde çözüldüğü’ bu yapının en güzel örneklerinden biri ise 2013 yılında FIFA Etik Komitesi’nin yayınladığı rapor. 2001’de iflas ederek kapanan ve FIFA yöneticilerine rüşvet vermekle suçlanan ISL şirketini araştıran Etik Komitesi, yayınladığı rapor sayesinde Blatter aklanırken, FIFA Onursal Başkanı Havelange karıştığı bu skandal sebebiyle görevinden istifa etti. Onunla birlikte istifalarını veren iki eski FIFA Yönetim Kurulu üyesi Ricardo Teixeira ve Nicolas Leoz da 1992-2000 yılları arasında ISL’den yasadışı ödeme aldıklarını itiraf ettiler. Ancak bu rapor bile Blatter’ın başında olduğu FIFA’nın yolsuzluklarını ortaya çıkarmaktan ziyade İsviçreli’nin bu işin dışında kalmasını kanıtlamaktan öteye gidemedi ve gündem 2015 FIFA seçimlerine kadar değişti.
Dünya Futboluna Amerikan Darbesi 1994 yılında ABD’de düzenlenen FIFA Dünya Kupası belki de ülkede futbolun popülerleşmesi konusunda atılan en büyük adımlardan biriydi. Sportif anlamda bir başarı yakalanamasa da
hem başarılı organizasyon hem de modern pazarlama teknikleri sayesinde, milyonlarca Amerikalı genç futbolun cazibesine o günlerde kapıldı. Her ne kadar yeşil sahada fazla fark yaratamasa da ABD Adalet Bakanlığı’nın 2015 FIFA seçimlerinin yapılacağı 29 Mayıs’tan iki gün önce yayınladığı iddianame, masa başında FIFA’yı altüst etti ve tüm taşlar yerinden oynadı. İsviçre’de FIFA delegelerinin kaldığı otele baskın düzenleyen ABD ve İsviçre yetkilileri, dokuz üst düzey FIFA yetkilisinin de aralarında bulunduğu 47 kişiye suçlamada bulundu, 16 kişiyi de tutukladı. Bu karanlık atmosferde yapılan seçimlerde ise Blatter’ın futbol ailesi onu yüzüstü bırakmadı. Rakibi Ürdün Prensi Ali bin Hüseyin’i açık farkla geçen Blatter, başkanlıktaki peş peşe beşinci dönemine hak kazandı. Ne var ki, bu zaferden üç gün sonra bir basın toplantısı düzenleyen Blatter, genel kuruldan yeterli desteği alamadığını belirtip en kısa sürede bir olağanüstü seçim yapılacağını ve başkanlığı bırakacağını açıkladı. ABD Adalet Bakanlığı’nın 27 Mayıs’taki bu cesur müdahelesinin arkasında 1996-2013 yılları arasında FIFA Yönetim Kurulu üyeliği yapan ABD’li medya patronu Chuck Blazer’ın olduğu ortaya çıktı. 2013 yılında yolsuzluk iddiaları sebebiyle 90 gün hak mahrumiyeti alan ABD’li iş adamının aslında 2011 yılından beri ABD Federal Soruşturma Bürosu (FBI) adına gizli bir görev üstlendiği ortaya çıktı. Özellikle 2018 Rusya’da ve 2022 Katar’da düzenlenecek dünya kupalarının bu ülkelere verildiği oylamalar hakkında, yönetim kurulu toplantılarını gizlice kayıt eden ve FIFA’ya karşı şahitlik yapan Blazer, Adalet Bakanlığı’nın bu davadaki en büyük kozu oldu; Blatter’ın da en büyük kabusu.
FIFA’da Reform Rüzgarlar› Blatter’in çekileceğini açıklamasının ardından 25 Eylül 2015’te İsviçreli soruşturmacılar FIFA’nın 2011 yılında UEFA Başkanı Michel Platini’ye yaptığı ve kayıtlarda olmayan 2 milyon İsviçre frankını araştırdıklarını açıkladılar. Her ne kadar taraflar bu ödemenin Platini’nin 1999-2002 yılları arasında verdiği danışmanlık hizmetine karşılık olarak ödendiğini iddia etseler de, FIFA Etik Komitesi bu konu hakkında bir soruşturma başlattı ve hem FIFA Başkanı Blatter’e hem de UEFA Başkanı Platini’ye 90 gün hak mahrumiyeti cezası verdi. Bu ceza nedeniyle 26 Şubat 2016’da yapılması planlanan FIFA olağanüstü genel kurulunda en güçlü adaylardan biri olacağı düşünülen Platini’nin de seçime katılamayacağı kesinleşmiş oldu. Yaşanan tüm bu gelişmelerin ardından FIFA bünyesinde oluşturulan 2016 FIFA Reform Komitesi 3 Aralık’ta yayınladığı raporunda FIFA’nın yönetim modelinin kökten değiştirileceğini ve genel kurul tarafından seçilen 24 kişilik yönetim kurulu yerine, kıta konfederasyonlarının önerecekleri isimlerin bir araya gelmesiyle 36 kişilik bir ‘FIFA Konseyi’ oluşturulması gerektiğini açıkladı. Konsey’in bu raporu, yönetim kurulu tarafından kabul görürken, son karar Şubat ayındaki olağanüstü genel kurulda verilecek. Şubat ayındaki başkanlık seçimi, FIFA yeni bir dönemin başlayacağının sinyallerini şimdiden veriyor. Kim seçilirse seçilsin, önünde geri kazanılması gereken büyük bir itibar kaybı ve organize edilmesi gereken büyük bir futbol dünyası olacak; bekleyip göreceğiz.
Fotoğraf: Cansu AKBIYIK Sanat ve Tasarım Fakültesi Tiyatro Bölümü 3. Sınıf Öğrencisi
"Rengarenktir çocuklar. Afrika'da da renkli Amazon'larda da. Buras›ysa ‹stanbul, Balat."
0 212 533 65 32 dergi@khas.edu.tr
www.khas.edu.tr facebook.com/Khasedutr
twitter.com/khasedutr
Kadir Has Üniversitesi Kadir Has Kampüsü 34083 Cibali ‹stanbul