2018 - Mayıs
Candoğan Demir | Fırat Yusuf Yılmaz | Hasan Göngül Sevda Pınar Yıldız | Orçun Beslen | Sergül Acar Yaşar Alkan | Hasan Akyol
yaşar alkan - galata köprüsü - 2008
KEN DİN DEN ÖTÜRÜ DE NEY LER
kazimir malevich - white cross
Ne büyük keşif Unutuyor ya insan sesi, Uçuyor ya söz, Bileğin hareke�, mahare�nden değil zaten, Ne biliyor, ne söylüyorsun, Ne anla�yorsun, Ne dinliyor, söylediğin şeye ulaşan kişi. O kadar da şey bilmemeli, Çok da söylememeli, tanımlayıp yok etmemeli, Anlamlandırmaya izin verdiğin kadar, Var edebiliyor belki de kendisini. Çizerken soyutlar, Soyutlarken tanımlarız, Tanımlarsan tüke�r, Tüke�rsen yoruluruz, Tükeniriz. Tanımlarsan yok edersin. Yok etmek için tanımlarız.
Candoğan Demir
blick vom rudolfplatz in richtung kaiser - wilhelm ring - 1930
Kayıp Flanör Eğer sokakta birini kaplumbağa gezdirirken görürseniz şaşırmadan önce o kişinin bir 'flâneur' olma ih�malini gözden geçirin derim. Walter Benjamin'in Pasajlar adlı kitabında kendine yer bulan bu kavramın görmeye alış�ğımız şekilde tanımını yapacak olursak: Flanör, 19. yüzyılda Paris sokaklarında dolaşan ve çeşitli çıkarımlar yapan kimsedir. Bir kaplumbağaya eşlik edebilecek hızda sokakları tarayan flanörün daha sade bir tanımına ise Hüseyin Kaya kitabında* yer vermiş: ''Flanör her şeyden önce 'yürüyen düşünce'dir.'' İnsanlar bir organik yapının damarları gibi akıp modernizmin sert süzgecinden geçerken, insanları ve sokağı bir 'dış' olarak inceleyen aylak insandır flanör. Bütün gününü boş boş dolaşarak geçirdiği sanılan bu kimseler, sokağın ve insanın sunabileceği her gürültüye aşinadır. Rastgele oluşan bu mırıl�nın en eski dinleyicisi ve sanatkârı haline gelmişlerdir ar�k. Mahalledeki teyzeler gibi bir şey aslında, gerçi şuan o teyzelerin sahip
olduğu veri tabanı bile gün geç�kçe işlevselliğini yi�riyor. Hava durumu belki de son bir ayın kaderi tayin edilmişçesine yazılmış. Uzaklardan gelen haber ilk önce yakındaki tara�ndan duyulur halde. Çok önem veriliyormuş gibi, ne hissetmemiz gerek�ğini söyleyen reklamlar gün geç�kçe ar�yor. Bunlar gibi, sahnelenme alanını dünya olarak belirleyen senaryolar içinde sokak giderek bir 'sentez' olma halinden vazgeçiyor. Yansı�ğı ilham ve çeşitlilik, parlak tabelalar tara�ndan sömürülüyor. Cihazlarımız sayesinde kollek�f bilincin tanımına ulaşmak, kendisine dâhil olmaktan çok daha kolay. Bu kasırga içinde kendine tutunacak bir yer arayan beden ise, giderek artan duvarlar içinde kendi sesini duyuracak bir alana muhtaç... Kısacası, flanörün kulak kabartacağı dünya yerinde yok ar�k. Sokağın eski efendileri, kaybolmaya en müsait kişi haline geldi. Bu yazın da bir 'kayıp flanör' olma adayı, çünkü herkes zaten hangi haberi, hangi mecradan, en hızlı şekilde, nasıl alacağını biliyor. * Hüseyin Kaya - Flanör Düşünce
Fırat Yusuf Yılmaz
Dünyalılar
george tooker - wai�ng room II - 1982 Adına Dünya dediğimiz ve içinde yaşadığımız gezegen. Onu sahiplenişimiz, ona bir anlam yükleyişimiz, iklimlerine isimler, kara parçalarına sınırlar, doğal kaynakları için savaşlar verdiğimiz ve her kazanımımızla da daha fazla yok e�ğimiz, Dünya…
ait olmayan evde faturalarımızı ödüyor, kiramızı veriyor ve bir gün sonlanacak olan kontra�mızın gününü dolduruyoruz. Ama asla bize ait olmadığını fark etmeden ve onu anlamadan yaşıyoruz. Ani değişen hava şartları için bile durup, bir şeylerin yolunda gitmediğini düşünüyoruz. Sanki iklim şartları bize ayak uydurmak zorundaymış gibi. Dünya, üzerine koca binalar kurmamıza uygunmuş gibi davranıyoruz. Başkasının oyuncağını elinde tutan çocuklar gibiyiz, merak edip oynamaya çalışıyoruz ama aslında onu mahvediyoruz.
Bazen gökyüzüne bakıp, uzay denen sonsuz sır perdesinde, içinde yaşadığımız bu gezegenin dönüp durduğunu anımsıyorum. Aslında bu kadar sahiplendiğimiz, içini boyayıp süslediğimiz, kendi eşyalarımızla doldurduğumuz ve sırf hırslarımız için bile bazen sağını solunu parçaladığımız bu evin bize ait olmadığı geliyor aklıma. Bize Tıpkı bize ait olmayan bir evde yaşıyor
olduğumuz gerçeği gibi kendimize ait olmayan hayatlar yaşıyoruz aynı zamanda. İsteklerimizin ve taleplerimizin dışında gelişi güzel yaşan�lar. Kaçımız hiç istemediği halde sabahın kör bir saa�nde kalkıp, haya�nı ay sonunu ya da ha�a sonuna finanse etmeye adayarak adına kariyer dediği yalana sarılıyor? Kaçımız kendi kimliğini bulmaktan vazgeçip, sözde haya�n sunduklarına boyun eğmeyi öğreniyor? Hayallerimizden her gün biraz daha sorumluluk dediğimiz olgunluk palavrası için uzaklaşıyoruz. Tanımlayamadığımız, adını koyamadığımız boşluklarımızla savaşıyoruz. Bilemiyoruz çünkü sorunun ne olduğunu, bir türlü içinden çıkamadığımız karanlıkta boğuluyoruz. Kocaman alışveriş binaları, MARKA için verilen savaşlar, instagram storylerinde yaşanan hayatlar, facebook savaşları, snaapchat çılgınlıkları, �nder dostlukları ve whatsapp sohbetleri arasında her şeyin yolunda olduğunu düşündüğümüz hayatlarımızı sorgulamak aklımızın ucundan bile geçmiyor. İçinde yaşadığımız düzenin ve sistemin parçası olmaktan öyle memnunuz ki, hiçbirini eleş�rmeyi bazen düşünmüyoruz bile.
rin doğru, nelerin yanlış olduğunu sorgulamaktan korkmamamız gerek�ğini ve kendi seçimlerimiz yerine toplumun bize daya�ğı, kendi kimliğimiz yerine insanların bizler üzerine yapış�rdığı e�ke�n barkodunu şöyle bir üçüncü gözle bakmak niye�ndeyim. Sizlerle birlikte kendi yaşadığım bu sistema�k sömürünün, derin uyku da etkisinde kaldığım rüyanın profilini de çizmek is�yorum. Aslında adına rüya demek çok iyimser olacak�r, çünkü bu bir kâbus. Bizi bu haya� yaşamaya iten, bize bu haya�n “normal” olduğunu dayatan çıplak gerçeğin peşindeyim. Hepimizin farklı amaçlarla geldiği Dünya da sadece üzerimizden kâr edilen kitleler olmayı nasıl başardık? Temel ih�yaçlarımız üzerinden bile büyük pazarların oluşturulduğu, geçin oluşturulan büyük pazarları, o büyük pazarların markalarına sahip olmak için insanların ruhunu sa�ğı bir düzenin içine ne oldu da geldik? Neye bu teslimiyet? Barınmak, yemek ve giyinmek günümüzde temel ih�yaçlar olmaktan öte, bir yarış pla�ormu haline geldi. İnsan oğlunun temel ih�yaçlarını gideriyor oluşunun hemen ardından gelen “neden” ve “nasıl” soruları yerini izlenmesi gereken sosyal medya fenoKimsenin haya�na kişisel gelişim menlerine bırak�. tadında müdahaleler de bulunmak değil amacım. Bunları yazıyor olmak- Dünyaya geliş amacını keşfetmiş ve taki tek derdim hayatlarımız da nele- bin bir türlü sebepten ötürü üzerine
gidemeyen dostlarım. Şu an haya�nızda önemli olduğunu düşündüğünüz neyin üzerindeyseniz hemen bırakın, çünkü asla mutlu olamayacaksınız. Kaç bankacı tanıyorsunuz şarkı söylemek isteyen? Kaç devlet memuru var haya�nız da, ressam olmayı istemiş? Dünya üzerinde kaç tane polis vardır bir şeyler üretme hayalini geride bırakıp köle olmuş? Eğer bir kez yapman gereken şeyi keşfe�ysen, sen o şeyin ya kölesi ya da efendisi olacaksın. Kesinlikle mükemmel olmalısın demiyorum, kimse öyle olmasını da bekleyemez zaten. Mükemmel olmak, başarılı olmak zorunluluğunu da bize dayatan şey yine uyuya kalmış, kokuşmuş toplumun kendisidir. Bazen yetenek, kusurdan beslenir. Bizler kusurlarına sarılarak ve sorumluluklarımızın arkasına sığınarak öylece yolculuğumuzun bitmesini bekleyenleriz. Bu bekleyiş sırasında tüm bu içimize a�ğımız hayallerimiz, üzerine gitmediğimiz sebeplerimiz bizleri mutsuz ve tatminsiz insanlar olmaya i�yor.
ğumuzu ya da kısacası hayatlarından memnun olmayan insanlar olduğumuzu görmemiz mümkün. Dünya kocaman bir �marhane ve bu �marhaneyi biz yara�k. İnsanlık, amaçlarının dışına çık�ğından beri Dünyaya kargaşa hâkim. Yaşıyor oluşumuzun tek amacını temel ih�yaçlarımızı gidermek ve “geçinmek” üzerine kuruyor olmak bizleri umutsuz bireyler yapıyor. İnsanın Dünya üzerinde ki en büyük görevi aktarmak�r, deneyimlemek�r, yaşamak�r, üretmek�r. Aktarmak, üretmek, ifade etmek, bir şeyin parçası olmak Dünya üzerinde ilk olarak sanatsal bir çalışma ile ilk tapınağın ortaya konulduğu (bilinen) on iki bin yıl önceye ait göbekli tepede gözlemlenmektedir. Henüz avcılığın ve göçebe haya�n söz konusu olduğu bu dönem de böyle bir yapıyı inşa etmek için gerekli alet edeva� bir kenara bırakın, böyle bir yapıyı inşa edecek toplum düşüncesinin ortaya nasıl çık�ğı bile maalesef bilinmiyor. Kaldı ki tapınağın içerisinde bulunan figürler, heykeller, yontma taşlar kesinlikle usta bir sanatçının ellerinden çıkmış büyük bir çalışmanın sonucudur. Göbekli tepe çok başka bir konu, onu değerlendirmek için sadece onun konu olduğu bir yazıyı seçmek gerekiyor.
Türkiye’de her on kişiden biri farklı sebeplerden ötürü depresyon şikâye� ile an�depresan kullanıyor. Depresyonunun farkında olmayan ya da psikoloğa gitmeyi reddeden insanlar bu sayının içerisinde değiller. Ayrıca Dünya genelinde bu rakam 300 Konumuza dönecek olursak eğer, milyon… Bu tablo da bile istemediği- günümüzde oluşan toplum, bırakın miz hayatları yaşamak zorunda oldu- aktarmayı ve üretmeyi, fikirlerini,
deneyimlerini ve düşüncelerini bas�rmaktan öteye geçemiyor. Yine bunların bas�rılmasını sağlayan, kişinin içinde bulunduğu toplumdur. İçimiz de yanan kaç ateş �ye alınma sonucu söndü? Bunları sindirmek bizleri mutsuz insanlar haline ge�riyor, mutlu değiliz, olamıyoruz. Çünkü ifade edemiyoruz, üretemiyoruz. Şehrin egzoz dumanı, pis kokusu, hep bir yerlere ye�şmeye çalışan insanlar, sürekli kargaşa, televizyon, internet. Son günlerde ben de bunun farkındalığını yaratan çok değerli dostuma teşekkür ederim, bu alın�yı yapmak zorundayım ama bunun kısaca adı pornografi. Like, Like, check in, Like, Photo, Like, özlü söz, Like, komikli video, Like, Korktun mu? Like like like like. Birkaç like daha fazla elde edebilmek için her şeyi hiçe sayabilen insanlar. Şu son dönemin meşhur “KORKTUĞNNN MUĞĞ?” videosunu sanırım hemen hemen herkes izlemiş�r öyle değil mi? Bu videoda görülen şey toplumun arz talep ilişkisidir. Bana göre yapan kişi kesinlikle zeki, çünkü toplumun neyi likelayacağını çok iyi bildiği gayet ortada. Like almak için insanların içine girdiği davranışların ahlaki boyutunu sorgulamıyorum, bunun yerine toplumun bu davranışları hem bombardıman al�nda tutup hem de deli gibi izlemesini ve içten içe hayranlık beslemesini eleş�riyo-
rum. Pornografi; “muhakkak seks, resim veya yazı değildir. Pornografi talep anında bütünüyle elde edilebilendir.” “Gerçeğin yerini görüntü, görüntünün yerini gerçek aldı” Demiş Jean Baudrillard. Aslında şu iki söz ne kadar güzel özetliyor durumu. Bütün bu pornografinin içerisinde, olduğumuz kişinin dışına çıkıp sisteme geri dönüyoruz. Para kazan, kiranı öde, uslu bir çocuk ol. Televizyon izle, internete gir like at, yediğin yemeğin fotoğra�nı çekmeyi sakın unutma. Hepimiz pornografi bağımlısıyız. Aşırılığın popüler olduğu bir dönemde mutsuzluğumuzu sorguluyoruz, ne kadar acı. “Aşırılık dışkıdır ve bedende kalan dışkı da zehirdir.” Ursula K. Le Guin Mülksüzler kitabından. Mutsuz bireyleriz çünkü kendimizi keşfetmek yerine, “haya�mı nasıl daha rahat yaşarım” keşfi peşindeyiz. Elbe�e hayatlarımızı daha rahat yaşamak is�yor oluşumuz bir ayıp, bir kusur, bir yanlış değil. Hepimiz daha rahat hayatlar yaşamak is�yoruz. Ama olduğumuz insanlar yerine başka insanlar olarak yapıyoruz bunu. Başarısızlığı kusur bellemiş, bu korku ile nikâhlanmış yaşıyoruz. Farklılığın verdiği acılara sarılmak yerine farklılığımızı kabul ederek yaşamak bizim ardında ya�ğımız kapının anahtarı olabilirdi de.
Hasan Göngül
Olgunluk Çağı; Bolero
Kendimden yola çıkarak vardığım sonuç şu; insanın yaşlanma sürecinden ayrı bir de “müzik yaşı” var. Başlangıcımız hep Bach. Emeklemeyi Bach’la öğreniyoruz, onun müziğinde yanyana ilerleyen �nsellik ve matema�ği yeterince özümseyebildiğimizde ve “inşa” man�ğının ne kadar sağlam bir yapı olduğunu gördüğümüzde, kısa bir “Mozart çağı” geliyor sıraya. Dinleyip farkına varıyorsun ki Mozart’ın müziği toplu müzik man�ğının en “uyuşumlu” hali belki de. Ba� müziği eği�mi aldığında yolun Mozart’a düştükten sonra Beethoven’a bir uğruyor. Beethoven’in giriş�ği değişik ve olağan üstü cüretler içindeki gençlik ateşine bir selam edip “müzik Beethoven’mış” diyor insan cahilce. Sonra hocaların neden Beethoven dediğini anlıyorsun. Bakıyorsun ki, “Pastoral” (6. Senfoni) var ve Vival-
di’nin Mevsimler’ine hiç benzemiyor. Bir roman�klik dalgası esiyor. Bir “ergen” roman�zmi. Sinirli sinirli, kırıldığında senfonilerin adını değiş�riyor, yumuşacık müziğin içerisinde bir anda bir akor duyuyorsun ve seni geriyor. Anlıyorsun ki Mozart ba� müziğinin yaramaz çocuğuysa Beethoven en renkli dünyanın –müzik dünyası tabi ki- ergen delikanlısı, kabına sığmayan genç kızı. Bir süre sonra yolun Debussy’ye değiyor, -Saint Saens’a selam olsun- Hayvanlar Karnavalı’na çarpıyorsun. Aslında müzik dinleme alışkanlığının tamamen fe�şleş�rme olduğunu, kemanın yücel�ği, flütün masumlaş�rdığı, trompe�n hava a�ğı o fe�ş dünyasını keşfediyorsun. Çünkü seç�ğimiz enstrümanları, aslında ayakkabı seçer gibi seç�ğimizi fark ediyorsun. Eğer bu sorgulamaya kadar gelebilirsek zaten sonrası “orkestra” olgusunun her bir enstrüman grubuyla asıl inşayı, mimariyi, asıl tabloyu sana gösterdiğini anlıyorsun. Ve merhaba empresyonizm! Ben şu ara empresyonizm yaşımdayım sanıyorum, yıllarca Ravel’in Bolero’su sadece güzel müzik olarak �nladı kulağıma. Bunu ar�k i�raf etmeliyim. Bir anda doğru zamanda müziği dinleme cüre�ni kendimde görüp dinlediğimde ise Ravel’in koca senfonik eseri bir eşlik par�si ve sürekli tek sesli olarak duyduğumuz bir iki temayla yap�ğını, orkestraya bir bütün olarak solo eser çaldırabilmesini gördüm. Ravel koca orkestrayı öyle bir kullanmış ki, sanki bir ezgiyi küçücük karıncadan insanların sır�na yüklemiş, yük ağır olmasın diye hafifletmiş ve bu karınca adamlar aynı tempoda bir askeri disiplinle başından sonuna kadar görevlerine layık olmaya çalışıyorlar. Yolum, yaşım şu an Bolero’nun ellerinde. Hayret ve heyecanla dolu bir seyirdeyim, bu yolculuk her seferinde beni sakin ve huzur dolu bir yola sokuyor, usulca yüksel�yor ve yolun sonunda kendimi kocaman bir dağın tepesinde ve şaşkın buluyorum. Doğum günüm kutlu olsun.
Sevda Pınar Yıldız
Sabah Güneşi ve Yumuşak G ‘Güneş’ doğduğu zaman, ‘şehir’ duymayabilir bu iki heceyi, Gü -Neş. Ya da bir ‘ağaç’ o saatlerde habersiz olabilir ‘ı’ harfinden, I -Şık. Ancak dallarını gözümde canlandırmaya çalış�ğım vakit Üzerlerine düşen ışıkla birlikte, Önce uzun tek bir parçasını ve ondan aşağı doğru Yılan gibi uzanan dalları hayal edebilirim. Ve dalın en sonunda �pkı son iki harf gibi Bir tek kısa dalla birlikte ‘Kırık’ (�pkı bu kelimenin yazıldığı gibi) Ucu sapan gibi bir dal parçasını düşünebilirim Ancak zaman geçer ve ‘güneş’ İyiden iyiye ağacın üzerine dolanırsa, Yahut ‘ışık’ İyiden iyiye ağacın gövdesine yağarsa, Bu gün doğumuyla ilgili yalnızca ikinci hece Renkli okların saplandığı bir oyuk düşletebilir bize. A -ğaç.
Sergül Acar
Dem
Dem
Dem
Fotoğra�n sanat çevrelerince bir “sanat” olarak kabul edilmesi aslında oldukça uzun zaman almış�r. Çünkü fotoğra�n resim, heykel, mimari gibi yapısal ve sanatçının kendi iç dünyasını yansı�ğı çalışmalardan bir farkı vardır. Fotoğra�n nereden bakarsanız bakın bir ayağı daima gerçeğe basar. Bugün fotoğraf dediğimiz zaman akla bilgisayar programı olan “Photoshop” geliyor. Bu da fotoğra� hileli bir alana i�yor, oysa fotoğraf tarihsel gelişimi i�bariyle birebir “gerçeklik”�r. Doğuşunu gerçeklikten alır, gerçeğin bir zemine, eski tabiri ile “duyarkat”a aktarılmasından alır. Bu duyarkat , dijital zamana geçmemizle birlikte “sensör” olmuştur. Burada ister istemez tarihsel gelişimden bahsetmek gerekiyor ki fotoğra� sadece bir “manipülasyon” aracı olmaktan kurtaralım. Bu bizim fotoğrafa karşı borcumuzdur. Bu yüzden ilk fotoğrafçıların tutkularına geri dönmemiz gerekir, onların “fotoğraf”ı yara�rken düşündükleri, hisse�kleri, amaçladıkları neydi? Derdimiz uzun uzadıya bir fotoğraf tarihi sunmak değil elbe�e, o yüzden
ustaların hislerine sığınıyoruz, onlarla duygusal bir bağ kuruyoruz. Ve ilk bağlan�mız Niepce ve Daguerre ile oluyor, onlar karışımızda duran görüntülerin kaydedilebileceğini söylüyorlar, tüm çalışmalarında buna yoğunlaşıyorlar. Kimya ve fizik ile haşir neşir oluyorlar. Tutkuları “gördüklerimizi bir yere aktarmak” ve Niepce, Camera Obscura kullanarak evinin penceresinden yansıyan görüntüyü kurşun-kalay karışımı plakaya aktarıyor ve bize ilk fotoğra� armağan ediyor. Bu tarihsel armağan ile ar�k biz gördüklerimizin kaydedilebileceğini öğrenmiş oluyoruz. İnsanlık büyük bir devrime şahit olurken, sanatçılar mesleklerinin elinden çalınacağı korkusuna kapılıyorlar. “Nasıl olur da bir makine benim yap�ğımı yapabilir?” sorusu beyinlerinde yankılanıyor, oysa resim empresyonizm çağına gelmiş, insanlar zaten gördüklerini çiziyorlar, “bu da nereden çık�?” diye sormadan edemiyorlar. Elbe�e ki bu çıkış kendiliğinden olan bir şey değil, bilimin düşünce ile
buluşması bizi buraya ge�riyor. Ar�k fotoğrafçılar anları kaydedebiliyorlar. Ve geçen günler kaçınılmaz olarak iki kavramı ortaya çıkar�yor, IŞIK ve ZAMAN. Böylece fotoğrafçının iki şeyin ustası olması gerekiyor, ışığın ve zamanın. Fotoğra�aki adıyla DİYAFRAM ve ENSTANTANE’nin. Herhalde IŞIK hakkında konuşmak, gelmiş - geçmiş tüm büyük ustalara saygısızlık olacak�r. Çünkü ışık nesnenin varlık olarak karşımızda durmasının yegâne nedeni ve tüm sanatçılar o’nun kıyme�ni bilir. O’nun hakkında ileri geri konuşmayacağım. Benim derdim ZAMAN ile. ZAMAN ise sanatçılardan daha çok bilim insanlarının, fizikçilerin, filozofların kafa yorduğu bir kavramdır. Ve “fotoğra�n bir ayağı daima gerçeğe basar” dediğim yer burasıdır. Fotoğra�n daima gerçeklikte olan ayağı ZAMAN’dır. Burada biraz yürüyelim is�yorum, yani gerçeklikte, zamanda, an’da. Burada yürümek bizi varlığın bilincine ulaş�racak�r. Aynı zamanda varlığın birliğine. Bizi an’a götürecek bir fotoğraf lazım, bizi an’nın bilincine ulaş�racak bir fotoğraf. Öyle kavram ve gösterge yüklü değil, yalın, sadece o an’da var olmuş. Bu fotoğraf nedir? Her şeyden uzakta, anlatmak istediği bir şey yok, sadece gerçeği ortaya koyuyor. Nedir bu fotoğraf? Bu fotoğ-
raf; “Doc” Harold Eugene Edgerton’ın “Milk Drop Coronet” isimli, 1957 tarihli fotoğra�dır. Fotoğra�a sadece bir süt damlasının zemine çapıp sıçratmasından oluşan taç biçimini görürüz. Oysa bu fotoğraf uzun yılların emeğidir, Dr. Harold Edgerton yıllarca zamanı durdurmak üzerine kafa yormuş, “Stopping Time” isimli kitabı yazmış, MIT’de dersler vermiş bilim insanıdır. Onun derdi fotoğraf çekmekten çok bilim yapmak�r, fotoğraf bilimin bir aracıdır, bize an’ı en yalın haliyle gösterir. Böyle bir an, bizim ha�za sarayımızda yüzlerce kere kayıtlıdır. Her hangi bir yerde gördüğümüz suyun/sıvının damlama anı. Bu haliyle sıradandır. Günümüzde teknik olarak da sıradandır. Kullandığımız fotoğraf makineleri 1/1000, 1/2000, 1/4000, 1/8000 gibi enstantanelerde kayıtlar yapabilmektedir. Bugün her fotoğrafçı bu görüntüyü kaydedebilir. İnsanlar son zamanlarda “sade” olandan uzaklaşmışlar, anlamı “yığında” arar hale gelmişlerdir. Hâlbuki anlam sıradanlıkta, olağanlıktadır, onu gösterge yığınında aramak tabiri caizse “samanlıkta iğne aramaya” benzer. Oysaki “gerçek” sıradanda gizlidir. Aslında gizli demek bile tuhaf kaçıyor. Açık�r, yalındır. Olan biten hepi topu bir an’dır. Başka da bir şey
değil. Fotoğra�a bunu “donmuş” bir şekilde görürüz, süt damlasının giden bütün anlarımızdan biri olduğunu bilmek, onu orada görebilmek bize “an” ile “anı”yı somut bir yere oturtmamızı sağlar. Yalındır, yığından uzak�r. Sütün damlaması “an”, elimize aldığımız fotoğraf ise “anı”dır. Ve hiçbir araç bizi bu “an”a “anı”ya götüremez.
An, içinde “var oluş” ve “yok oluş”u barındıran haliyle inanılmaz sarsıcıdır. Adeta her şey o’nda saklı gibidir, öyle ki insan onun peşine düşüp -nasıl atomu parçalıyorsa- anı parçaladığı zaman “planck zamanı (tP)”na ulaşır, bu bilinen en küçük zaman birimidir, bu ise bizi parçacık fiziğine, büyük patlamaya kadar götürecek uzun bir yolculuktur.
Fotoğraf çekerken şu söylenir “bu anı ölümsüzleş�riyorum” aslında bu yanlış�r, ölümsüzleşen bir şey yoktur ortada, “ölen” bir şey vardır ve fotoğraf onun ölüm anını görüntüler. Bu biçimiyle bak�ğınızda her fotoğra�a “ölü bir an”a bakarsınız.
Fotoğrafa geri dönecek olursak, fotoğraf bize ölçülebilir, gösterilebilir olarak an’ı görmemizi sağlar. An, Farsça’dan dilimize geçmiş olan “dem” kelimesiyle ifade edilir, zamanda küçük bir aralığa işaret eder. Ba� kaynaklı fikirler bu anı tüketmemize yönelik “carpe diem” (anı yaşa) gibi sloganlar atsalar da, doğu kaynaklı fikirler bize “anı bil” derler.
Böylece süt damlasından yola çık�ğımız ve “her fotoğrafa” geldiğimiz yerde, fotoğraf bize bir şey söylemektedir; “bu andan başka bir an yoktur” ve bu an bizim diğer tüm canlılarla olan tek ortak bağımızdır. Tüm kâinatla birlikte ortak paylaş�ğımız tek şey an’dır. Bu şiirsel durumu ancak bir şair anlatabilir; "Yüz yıl sonra bugün yaşayan hiçbir anne, Hiçbir sevgili, hiçbir bebek, Hiçbir bıldırcın hiçbir balina, Hiçbir örümcek hiçbir aslan, Hiçbir ceylan, hiçbir yılan var olmayacak."
Filibeli Ahmet Hilmi, “Amak-ı Hayal” romanında şöyle bir şiir yazmış�r, onunla bi�relim yoksa susmayacağız; “Bu şuun, âlem Bîsebat-u bîkıdem Nerde Havva, Adem? Varsa aklın ey dedem. Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem!”
Yaşar Alkan
fizyogram - mono baskı - tel figür
isimsiz, 200X35 cm, karışık Teknik, orçun beslen, 2015
Malzemenin Varoluşu Özellikle malzemenin varoluşu üzerine bu süreci göstermek istediğimi belirtmeliyim. Bir sanatçının imzası haline dönüşebilecek olan malzemenin süreci, aynı zamanda düşüncenin de sürecidir. Her şey değişir, bir devinim halinde döner ve ar�k eski bir düşünce yeni olabilir. Nietzsche, bize gerçeği akıl yoluyla yakalamaktan çok, gerçek olanı istediğimiz gibi kurguladığımızı söylemektedir. Gerçeği istediğimiz gibi kurgulayabiliyor ve kendi gerçekliğimizi oluşturuyorsak, bir heykeltraş olarak malzemeyi de kendi gerçekliğim için, kurguluyor, değişime sokuyor, farklı bir dil yaratmak ve kendimi ‘’mutlu’’ edebilmek için gerçekliği bütün kollardan kontrol al�nda tutmaya çalışıyorum. Öncelikle fizyogramla başlayan ‘’gerçeklik ‘’ hikayesi, daha sonra mono baskı ve nihaye�nde tel figürlerin gelişiminde görülebilir. Fizyogram, fotoğraf makinesinin uzun pozlamasıyla elde edilen bir teknik�r. Yani siz elinizde ışıkla çizim yaparken, çizdiğinizin gerçekliğini ancak fotoğraf makinasının fotoğra� işlemesinden sonra görebilirsiniz. Burada ‘’gerçek’’ bir başka gerçekliğin elindedir. Aynı tekniğin ar�k boyayla buluştuğu yerde mono baskı tekniğiyle aynı etkiyi almak istediğim açık bir şekilde görülebilir. Daha sonraki çalışma model üzerinden yap�ğım çizimlerin tel aracığıyla yeniden üre�mini gösterirken ar�k malzeme benim için evrimini tamamlamış ve gölgesini kazanmış�r.
Orçun Beslen
Mervanlarda Dönüşürüz
bruno barbey - paris - 10 mayıs 1968 Türkiye’de fanzin çıkartmak dinsizden cin çıkartmaya benziyor biraz bulunduğumuz zaman dilimi i�bariyle. Çıkışmamın nedeni kapitalin ve işbirlikçilerin bütün köşe başlarını tutmuş olmasının veya umutsuzluğun değil. Bilakis tarafsız gerçekçi bakmaya çalışma hali. Çağ bu denli apoli�ze olmuşken birey bu kadar siparişleşmişken nafile değil ama benim için inançsız bir eylem biraz da ama yine de “bir umu�u yaşatan insanı” hala öyle ise eğer bu bizim ilk fanzinimiz. Gerçi ben oluşum sürecinden azade bir ka�lımcıyım. Lakin yine de heyecan duyuyorum, birilerine ulaşabilme ih�maline bu yolla. Girizgâhta bu kadar laf kalabalığı etmişken çağın gözüme görünen haliyle ilgili konumuzda bu olsun bir şeyler çıkartmak dile gelmeyen yerden bir şeyler üretmek hiç tüketmeden ama hep birlikte. Ama hep birlikte.
Oturup burada turfanda solculuk etmeyeceğim, kırk yıl önce yaşamış, çok sürmeden asılmış o parıldayan insanları takli�e edemem, zira “her an kendine özgüdür.” Ben insanın örgütlü eylemde başarısız bir canlı olduğunu düşünüyorum, bu düşüncem örgütlü eyleme olan inançsızlığımdan değil insan canlısının bu dehasından daha fazlaca açgözlü ve yalancı olduğunu düşünmekteyim. Ama Nazım’ın dediğince “atom reaktörleri işlesin varsın, yine de umut insanda” yani Fazıl’ın dediğince “bendedir”. Ne garip değil mi bu iki “sözüm ona” radikalin aynı erdemden bahsetmeleri ancak farklı ideolojilermiş gibi görünüşleri. Gelin bu oyunu bozalım, yarın uyandığımızda ilk kendimize bakalım, ne kadar oyunun içindeyiz ve ne kadar merkezimizden kaymışız. Sonra ne kadarımızı kurtarabiliriz bir bakalım, ne yapabiliriz, bir şey yapabilir miyiz, yapamaz mıyız, görelim ve bu durumda “ben al�nım” “sen sacsın” demeden “sen gümüşsün ben bac mıyım” demeden dedirtmeden kimseye. Adına Tadına Tuzuna Tozuna bakmayalım. Merkezindeki en sessiz acısını, karşımızdakinin duyalım yeter. Yeter dedimse belki de en gerçeksi devinim başlar. Ve eder özlemini doğduğu hareke�. Gelin hep birlikte hareket edelim. Biz bunu becerelim de sağcısı, solcusu, ortacısıyla en kötü hep birlikte köyümüze döneriz. Yok be o kadar da değil ama düşünmüyor değilim, hani Kibar Feyzo gibi ütopik filmler vardı bir zamanlar komiklik yapıyorlar sandığımız davulla zurnayla ilahiyle devrim türküleriyle çık�ğımızı hayal edin metropollerden. “Vallaha satarım bu köyü ha”ları umursamadan. Meydanlarda dövüşmeyelim ar�k bırakalım herkes kendi kutsalını istediği gibi yaşasın, doğru doğada, doğal haliyle bulunmazken kendi eğriliğimizi yok sayıp başkasını doğrultmaya heves etmeyelim Mervanlarda dönüşürüz.
Hasan Akyol
neolitik hamangia “düşünen adam” heykeli / m.ö. 5250-4550
kalenderim kalendersin kalender Solmuş pantolonum, yır�k �şörtüm, bir kaç yazdır giydiğim sandale�m ile düşüyorum yollara. Dünkü bira halen midemi yakıyor, içmeyeyim diyorum şu zıkkımı akşam fikrim değişiyor. Ardımda bırak�ğım evler, şehirler, yüzler, kadınlar geliyor aklıma. Bir dilenciye sarılıp ağlıyorum, ciğerlerime çekiyorum kokusunu, ciğerlerim bu kokuya aşina. Üzerimden hiç çıkaramıyorum nem, rutubet, ıslanmış ve günlerce kurumamış kirli çamaşır kokusunu. Nereye gitsem beni buluyor, belki de yanımda taşıyorum bodrum kat bir evden yıllar önce aldığım bu kokuyu. Nereye gitsem bu rutubetli havayı götürüyorum, yanında yalnızlık ve yoksulluk da geliyor. Hani diyorum tüm kaybolmuşlar, kaybetmişler, suçlular, evsizler birbirine yardım etse ne güzel olur, misal şimdi torbacı Memo arasa "hemen gel abi" dese ama nerde. Sisli bir hava, ardımda körfez, köprülerde hortlamış zalim padişahların isimleri, afişlerde diktatörün resimleri, radyoda savaş haberleri, sokaklarda çıplak ayaklı Suriyeliler, kalabalıklar içinde rutubetli bir yürek ben! Bak düşündükçe "akşam olsa da içsek" diyor içsesim. Yapacak pek fazla şey yok, son kuruşları ucuz şaraba ya�rıp, aklımızı bu zalim gerçeklikten koparıp, yüzlerce yıl önce yaşamış erenlerle buluşup, hayalin hoş sohbe�ne dalalım. Ayık geçirdiğimiz anlarımıza yanalım.
Yaşar Alkan
Kara Sanat Atölyesi
Başlangıçta bir araya gelme nedeni olarak üre�m alanlarının ‘’kısıtlanması’’ bizim için yeni bir alan ih�yacı doğurmuştur. Bu yeni alanın bize ge�rdiği, akademik ortamdan farklı olarak, disiplinler arası üre�me açık olmasıdır. Kısıtlanma üzerinden çıkan bu ih�yaç resim, heykel, fotoğraf, grafik, müzik disiplinleriyle buluşma imkanını bize göstermiş�r. Böylelikle farklı alanlarla beraber çalışabilme, tar�şabilme durumuyla Kara Sanat Atölyesi 1.5 yıldır varlığını sürdürmektedir. Bu fanzin de Kara Sanat Atölyesinin deneylerinden birisidir.
Mektup “Tutuklu avukat Şükriye Erden'in Karabük T Tipi Cezaevi'nden gönderdiği mektup. Sansür komisyonuna göre sakıncasız kelimesi yok.” https://goo.gl/qEiEcF
Sergül Acar