Mttb

Page 1


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 2010

MİLLİ TÜRK TALEBE BİRLİĞİ ADINA İMTİYAZ SAHİBİ: TAHA ENES ŞENER GENEL YAYIN YÖNETMENİ: M. YASİN YENİYURT EDİTÖR: ŞERİF SEVİM YAYIN KURULU: MEHMET AKDAŞ ÖMER FARUK AKBULUT ABDURRAHİM BOYNUKALIN TARIK BÜYÜKARSLAN SEYFULLAH EMİN BURAK ERUSLU ÖMER ÖNDER HABERDAR DOĞAN NARBOĞA RECEP SEYYAR MUHAMMED YİĞİT GRAFİK TASARIM: YRD ISTANBUL REKLAMCILIK A.Ş. SATIŞ-DAĞITIM: M.KAMİL IŞIK İLETİŞİM: Klodfarer Caddesİ, Alİbey İş Hanı, No: 39/15 Sultanahmet - İSTANBUL Tel: 0212 518 68 98 catidergisi@mttb.org.tr

Dergimizde üniversite öğrencilerinin kaleme almış olduğu politik, ilmi, edebi, sanatsal yazılar dini ve milli değerlerimiz çerçevesinde yayınlanmaktadır. Yükseköğrenimdeki öğrenci arkadaşlarımızın ortak bir çatı altında toplanarak birikimlerini ortaya koyduğu dergimizde yazılarının yayınlanmasını isteyen arkadaşlarımız eposta yoluyla bize ulaşabilirler. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan sadece yazarları sorumludur.


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

İÇİNDEKİLER SUNUŞ

21. YÜZYIL TÜRK GENÇLİĞİ VE MTTB’NİN ROLÜ 21. YÜZYILDA NASIL BİR MTTB’YE İHTİYAÇ VAR

HAKKANİYET ÇERÇEVESİNDE ERMENİ MESELESİ SON DÖNEM TÜRKİYE DIŞ POLİTİKASI İHTİLAL ANAYASALARINDAN DEMOKRATİK HAYATA GEÇİŞ

GENÇLER VE MEDYA TÜRKİYE’DE ORDUNUN TARİHİ GENÇLİĞİN ASKERLİK VE ORDUYA BAKIŞI ZULÜMDEN DOĞAN BEREKET

RÖPORTAJ Taha Enes ŞENER MTTB Genel BaşkanI

KERTERİZ ALMAK

MİLLET MEFHUMU ÜZERİNE

EKOPOLİTİK MESELESİ

SIKICI BİR MUHAFAZAKAR SİNEMA MUHABBETİ DAHA

BUKALEMUN SİYASETİ

ACI KAHVENİN TATLI HATIRALARI

ENERJİ SATRANCINDA NABUCCO HAMLESİ

İZ BIRAKANLAR PEYAMİ SAFA

IMF VE TÜRKİYE

KİTAP TANITIMI


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 SUNUŞ

SUNUŞ

Taha Enes ŞENER

Uzun yıllar MTTB ile öğrenci gençliği arasındaki iletişimde köprü vazifesi görmüş olan Çatı dergisinin yeniden kuruluş dönemindeki ilk sayısını çıkarıyor olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Çatı dergisinin, bir gençlik hareketi olarak MTTB’nin görüş ve faaliyetlerine yine en büyük şahit ve belge olacağı kanaatindeyim.

değer veren, kültürlü ve geniş ufuklu gençlerle mümkündür. İdeallerimizin peşinde giderken, ecdadımızın bize bıraktığı sosyal ve kültürel tecrübeler, örnekler ve yine ecdadın bize aşıladığı cesaret ve inanç, yolumuzu aydınlatan ışığımız olacaktır.

80 darbesiyle birlikte sosyal hayatta, devrilen pek çok kurum gibi kapatılan MTTB, öğrenciler tarafından kurulmuş, MTTB’yi yeniden ayağa kaldırdığımız öğrencilerle şekil ve ruh kazanmış, yeni dönemde, önemli bir değer her daim öğrencilerin yanında olmuş olarak gördüğümüz Çatı dergisinin bir kurumdur. Türkiye genelinde 22 bir süredir devam eden çalışmalarını üniversitede mevcut dernekleri ile nihayete erdirdik. MTTB’nin sosyal ve kendi tarihi de dâhil olmak üzere kültürel anlamda pek çok eylem ve en büyük öğrenci birliğidir. Farklı faaliyeti arasında, Çatı dergisi önemli illerden, üniversitelerden, aynı dava bir destek proje olarak yerini almıştır. ve idealde buluşan gençlerin ayrım “ÇATI” nın yayıncılık dünyasında ve gözetmeksizin bir araya geldiği bir ÇATI toplumun dimağında hak ettiği yeri kuruluştur. MTTB, başlarını gökyüzüne alabilmesi, ancak doğru anlaşılması ve kaldırdıklarında uçsuz bucaksız bir doğru yaşatılmasıyla mümkündür. gelecek gören, hayalleri, cesaretleri ve Çatı dergisi evvela, dernekler, enerjileri sınır tanımayan gençlik için, seminerler, eğitimler ve eylemlerde başlarının üstündeki ÇATI’ dır. bir araya gelen Talebe Birliği için, Öğrenci gençlik, sahip olduğu eğitim herkesin her yerden katılabileceği fırsatları, bilgi ve birikim düzeyi, ortak fikirsel bir platform öğrenme isteği ve geleceğe dair oluşturmaktadır. MTTB’nin meselelere idealleri bakımından, toplum için bakış açısını, faaliyetlerini, MTTB’yi farklılığı ve farkındalığı en yüksek ve MTTB’liyi anlatabileceği bir ortam olan bir gruptur. MTTB kuruluşunu, oluşturmaktadır. MTTB’li için başucu gelişmesini ve geleceğini öğrenci kaynağı, bilgilendirme mekanizması, gençlikle şekillendirmiştir. Gençliğin beyin fırtınası fırsatı, MTTB’li dinamizmi, inancı ve cesareti, olmayanlar içinse tanıma ve tanışma MTTB’nin her daim en büyük gücü imkânıdır. ve ilham kaynağıdır. Kurucusu ve İdealleri, gücü ve cesaretiyle MTTB’yi hedef kitlesi öğrenci gençliği olan bir oluşturan üniversite gençliği, kurum olarak, daima gençlik adına, geleceğin mühendisleri, doktorları, gençlik için, gençlerle birlikte hareket sanatçıları, tarihçileri, öğretmenleri, etmektedir. ekonomistleri, işadamları ve hatta MTTB Misyonu, “Büyük Türkiye” liderleri olarak, dinlenilmesi, dikkate idealine ulaşma yolunda, geleceğini alınması ve anlaşılması gereken kendisi, toplumu ve dünya insanlığı bireylerdir. MTTB vizyonuna layık için inşa edecek, üniversite gençliğinin olmak adına, daima çalışmayı, taşıması gereken sosyal, kültürel ve araştırmayı, okumayı, dinlemeyi ve fikri donanıma sahip, ahlaklı, kararlı ve öğrenmeyi şiar edinmiş bu gençliğin, gücünü geleneğinden alan bir neslin her türlü meselede söyleyecek elbette yetişebilmesi için bir “ÇATI” teşkilat bir sözü vardır. ÇATI, üniversite olmaktır. Misyonumuza ulaşmak, gençliğine, kendini ifade edebilme, evvela milli ve manevi değerlerine öneri ve projelerini paylaşabilme ve bağlı, tarihi birikimini, günümüz enerjisini topluma aktarabilme imkânı ilmi ve teknolojisiyle birleştirebilen, sunmaktadır. Geçmişe, geleceğe kişisel gelişime önem veren, sanata ve bugüne dair, yapıcı ve samimi


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

olarak söyleyecek sözü olan tüm üniversitelilere açıktır. Çatı bu yönüyle hem gündeme taptaze bir bakış açısı, topluma yeni bir soluk ve gençler için önemli bir fırsattır. Sosyal ve kültürel hayata bir katkı olmasının yanı sıra, yeni yazarlar, yeni şairler ve düşünürler ortaya çıkarmasıyla “Kazan Kazan” yaklaşımına iyi bir örnektir. Geleceğin Türkiye’sini şekillendirecek, tam donanımlı nesiller yetiştirme gayesinde olan MTTB, geleceğin etkin ve saygın yayıncılarına da destek

vermekten onur duymaktadır. Günümüzde yazılı ve görsel medya, toplumun eğilimini, görüşünü ve beklentilerini yönlendirmekte son derece gayretli ve başarılıdır. Edebi eserlerde dahi belli düşüncelerin empoze edilmesine şahit olduğumuz bir ortamda, yayıncılık sektöründe var olmak son derece hayatidir. ÇATI dergisi her türlü köhne fikirle mücadele yolunda, yayıncılık alanında MTTB’nin temsilcisi olacaktır. Aydın, demokratik ve birikimli tüm üniversite gençliğinin desteği ve katkısıyla,

Öğrenci gençlik, sahip olduğu eğitim fırsatları, bilgi ve birikim düzeyi, öğrenme isteği ve geleceğe dair idealleri bakımından, toplum için farklılığı ve farkındalığı en yüksek olan bir gruptur. MTTB kuruluşunu, gelişmesini ve geleceğini öğrenci gençlikle şekillendirmiştir. Gençliğin dinamizmi, inancı ve cesareti, MTTB’nin her daim en büyük gücü ve ilham kaynağıdır. Kurucusu ve hedef kitlesi öğrenci gençliği olan bir kurum olarak, daima gençlik adına, gençlik için, gençlerle birlikte hareket etmektedir.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 SUNUŞ

Ülkesini herkesten daha çok seven, farkındalığı yüksek, her geçen gün gelişen bilim imkânlarıyla ebeveynlerinden daha donanımlı, çok okuyan, demokratik ve inançlı gençlik kendisini dosdoğru anlatırken “ÇATI”yı iyi değerlendirmeli ve geleceğin iplerini eline almaya biran önce başlamalıdır. Çatı dergisi evvela, dernekler, seminerler, eğitimler ve eylemlerde bir araya gelen Talebe Birliği için, herkesin her yerden katılabileceği ortak fikirsel bir platform oluşturmaktadır. MTTB’nin meselelere bakış açısını, faaliyetlerini, MTTB’yi ve MTTB’liyi anlatabileceği bir ortam oluşturmaktadır. MTTB’li için başucu kaynağı, bilgilendirme mekanizması, beyin fırtınası fırsatı, MTTB’li olmayanlar içinse tanıma ve tanışma imkânıdır.

sektörde etkinliğini ve kalitesini ispatlayarak, söz sahibi olacaktır. ÇATI, seminerlerle, toplantılar ve eylemlerle ulaşılamayan öğrenci kardeşlerimize ulaşmamızı kolaylaştıracak, MTTB’nin önemli bir iletişim mekanizmasıdır. MTTB’nin faaliyetlerinden ve görüşlerinden habersiz olan gençlere de ulaşılarak, hedef kitlesi de genişletilmiş olacaktır. MTTB’nin yeni yüreklerle güçlenmesi, “Büyük Türkiye” idealine yaklaşmamızı kolaylaştıracaktır. Gençler ÇATI’ da kendi fikirlerini, yorumlarını ve önerilerini paylaşırken aslında gündemin değerlendirildiği bir tartışma platformu kurulmuş olacaktır. Belki de zaman zaman suni gündemler yerine gerekli ve nitelikli yeni gündemler oluşturulacaktır. Ülkenin çözüme ihtiyacı olan meseleleri ön plana çıkarılacak ve çözüm önerileri getirilecektir. Böylece gençlik, bir anlamda geleceği şekillendirmeye şimdiden başlamış olacaktır.

tüketici, tecrübesiz, yetersiz, apolitik, anarşist, asi ve muhalif kimliğinden kurtulmalı, ya kendine gelmeli ya da kendini doğru ifade edebilmelidir. Ülkesini herkesten daha çok seven, farkındalığı yüksek, her geçen gün gelişen bilim imkânlarıyla ebeveynlerinden daha donanımlı, çok okuyan, demokratik ve inançlı gençlik kendisini dosdoğru anlatırken “ÇATI”yı iyi değerlendirmeli ve geleceğin iplerini eline almaya biran önce başlamalıdır.

MTTB’nin kuruluş çalışmalarında, tüm faaliyetlerinde ve ÇATI dergisinin yeniden yayınlanması sürecinde, zamanını, emeğini, zekâsını ve yüreğini MTTB idealine vakfeden, tüm MTTB’li kardeşlerime teşekkürü borç biliyorum. Her bir MTTB’linin gözünde ışıklar içinde geleceği, görüyorum. Cesareti, azmi, inancı ve ahlaklı gençliği görüyorum. Tüm üniversitelerin MTTB çatısı altında toplanabilmesini ve tüm üniversitelilerin kitaplıklarında ve “ÇATI”, MTTB’nin davasında önemli bir ellerinde ÇATI olmasını temenni belge, gençliğin bu onurlu hareketinde ediyorum. Hayırlara vesile olması önemli bir şahit olma özelliği taşır. duasıyla ve dileğiyle, sizleri saygıyla Bu dönemin, meseleleri, gençliğin selamlıyorum. kültürel birikimi ve meselelere bakış açısı yazılı bir ortamda gelecek nesillere ulaşacaktır. Hedefimiz, bilimsel anlamda araştırmalara referans olabilecek, kültürel anlamda ise gençliğin ruhuna hitap edecek bir dergi olabilmektir. Yıllardır sivil toplum örgütleri arasında önde ve örnek olan MTTB, doğru ve kaliteli faaliyetlerle, seneler sonra da bu özelliğini sürdürmelidir. Zamanın ve insanların çok hızlı aktığı bir dünyada, ÇATI dergisi “Gökkubbede baki kalacak hoş bir seda” olacaktır. Söz uçar yazı kalır bilinciyle, her sayfası MTTB gençliğinin, tarihe kazıdığı ayak izleridir. “ÇATI”nın her türlü sosyal platformda ön planda olması demek, evvela gençliğin olması gerektiği gibi algılanması demektir. Zira gençlik, özellikle de üniversite gençliği, kendisine dayatılan, marka bağımlısı,


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 21. YÜZYIL TÜRK GENÇLİĞİVE MTTB’NİN ROLÜ

21. YÜZYIL TÜRK GENÇLİĞİ VE MTTB’NİN ROLÜ

Uzun yıllar MTTB ile öğrenci gençliği arBuhran, büyük bir buhran yeryüzündeki avuçları yakıyor. Durup da düşünüp de hissedip de kahrolmaktan kendini kurtaramayan küçük yürekler atıyor, küçücük vücutlarda; bazı gecelerde “bir şey yapmalı” adına delirme kıyılarında geziniyor bilinçler. Hepsi canlarını çoktan verdikleri Yaradan için bir ruh hengâmesinde, bir manevî elemde kavruluyorlar. “Bir yerlerde yürek yüreğe verenler yok mu? ” diye soruyorlar… Özlemler ittifaka büründüğünde, gecelerin en karanlık demlerinde sabah kendini gösterirken, yılların en bitimsiz durağanlığında bir yıl daha yeniden yaşamaya cesaret edilirken başka ufukların düzmeceliğini bilenler soruyorlar: “Bir yerlerde can cana koyanlar yok mu? ”

Zalim bir dünya düzeni içinde niceler eritilip aynı potalarda zulmün midesine sunuluyor. Bu çocuklar, gençler, şairler, anneler, arifler, alimler, yetimler… Hepsi sorulanların özleminde; bu dünyada sorduklarına cevap alamazlarsa öbür dünyada “Neredeydiniz? ” diye sormazlar mı? Bu güzel memleketin yetiştireceği insan nasıl güzel olmaz, bu dünyanın boşluğuna uyanan nasıl boş olur? İlim ve irfan ile cezb olmuş ve kapısındaki güllere ihtimâm eden cânlar bize sormazlar mı “Neden gelmediniz? ” Memleketim, bana yakınlığıyla sevindiğim ve bana uzak düşürülmesi uğruna tuzaklarla etrafı çevrilmiş bu topraklar; her avcunda acılarla karşımıza dikilip sormaz mı “Neredeydiniz? ”

Her insan cânı uykuya uyanır bu dünyaya gelince. Apaçık gerçek Dolmuş heybeleriyle memleketimin içinde rüya görür gibi yaşar. İçine bir asfaltsız ve narin topraklarla dolu yerlerden üflenen bir sesle muhatap; yollarında ter dökerek emeklerini kalbindeki arayışa, özleme ve anlama taşıyan köylüler, bir kıyıda gözyaşını varmaya çabalar. Ama öyle ama böyle, mürekkep edip de şiirlerini gönlünden varmak isteğindedir. Karşı da koyar, yolup yolup kağıda mimleyen şairler, rahatsızlığını bilir. Ama ne var ki tek evlatlarının haberlerine kulak vermiş yapması gereken sadece durmak ve gönüllerini çığ gibi ak ve pak ve kulak vermektir. Önüne geleni kabartmış anneler… İç burkan hüzünlü yaşamakla değil, yaşamakla beraber duruşlarıyla çocuklar, tebessümünü yaşamakta bulabilir. Kendini bend ruhundan gösteren arifler, hürmete ettiğinin farkına varması da ancak hürmetsiz mukabele etmeyeceği böyledir. âşikâr alimler ve hatta toprak yorganı İşte yirmi birinci yüzyılın ilk altında dünya rüyasından çoktan adımlarında insan bu sorularla yine uyanmış kabir ehli… Hepsi soruyor: baş başa. Kendi özünün esintileriyle “Hani ey canlar? Neredesiniz? ” sallanıp duran dallar, cânlar Evrenin uğultusunu duyabiliyor aramaktadır kendine dost olarak musunuz? Kara deliklerin ışığa olan göreceği. Ezelde muhabbet ettiği açlığı gibi aydınlığa aç olanların asıl dostlarının peşindedir o. Allah’a ruhlarındaki iştahı duyabiliyor verdiği sözü unutmayanların ancak musunuz? Gencecik yüreğini kavurma dostluğu bilebileceğinin farkındadır. hasretinde aşkı bekleyen, aşka Ve sorar: “Neredesiniz? ” düşüp de gönlünü söz meydanından Haydi cevap verelim bu nidaya; öz meydanına getirenleri duyuyor bizi bizde görmeliler, diyerek: “İşte, musunuz? Ya anne çığlıklarıyla buradayız! İçimizde ne kin ne de kibir donanmış ve tek silahı ümit olmuş yetimleri? “Nerede kaldınız ey canlar? var. Kardeşliğimizi bâkî kılma ateşi kalbimizde, gözlerimizdeki muhabbet ” diye aranıp duranları duyuyor yankı yankı dilimizde, alnımız secde musunuz? izlerinde, omzumuz kardeşimizin


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

omzunda, ellerimiz semâya açılmış ve biz de sizi beklemekteyiz…” Pek çok yıllar geçti. Kimi gövdemizi, kimi aklımızı, kimi de gönlümüzü ezme azmindeydi. İnsan olma hüviyetinden sıyrılmış ve gözü nefretle açılıp kapanan niceleri bizleri silmek muradıyla acımadan zulmetti. Dünyanın her yanında ellerindeki balyozlarla tarihi silmek ve yerlerine modern(!) mabedler yapmaya cesaret ettiler. Zorladılar, yağmaladılar, hüznümüzden cesaret alıp azdıkça azdılar. Kadife gibi sözler bile kararmış gönüllerinde bir delik açamadı. Nasıl da katmerlenmiş bir katılık…

imkânı dahilindedir. Bu durum pek çoklarında küstahlığın da doğuşuna sebep olmuştur ne yazık ki ve gerçeklik kibrin hakim olduğu bir kalbe adım atacak değildir şüphesiz. Bizi anlamak işte böyledir. Bize el vermek yine bu cesaret iledir. Bize gönlünü sunmak böyle bir yücelik iledir. Kardeşliğimiz sadece cemiyetimiz içinde bulunmakta olanlarla değil, dünyanın hangi köşesinde olursa olsun mazlumluk ve masumluk içinde kalan herkes iledir.

MTTB çatısı, güzele ve iyiye gönül vermiş her cânın meydanıdır. Bu çatının altında durup da Ama yılmak bizde nasıl barınır? dışarıdaki zulmet sağanağının alevli İçimizde gizlenenleri ele geçirmek nasıl damlalarından kurtulmayı seçmiş mümkün olabilir? Hazineler bekçisiz ve sevdiği cânların da aynı güvene olur mu? Aydınlıklar söndürülme ve refaha kavuşması hasretinde fırsatıyla çevrelenmiş olur mu hiç? olanlar yine bu çatının kardeşlik gücü Hele haksızlık karşısında hakkı ve ile istedikleri mesafelere ellerini Hakk’ı savunmaktan büyük ibadet mi uzatabilecek ve kurtulması derdinde olur? Bunu bilen bir ruh, hangi nesneyi olduklarına ulaşabilecektir. Bu ne başına buyruk kabul edebilir? Yok kadar güzel bir azimdir… olmasına hükmedilmiş bir dünyada Elbette her şeyin bir bedeli vardır, neye sahip çıkar, hangi paranın hangi bedelsizlikse en son radde. Manevî düzenbazlığın peşine düşer? Elbette elemle kavrulma cesareti ve tek olan ki bunları asla yapmaz. O çoktan Allah’a olan esaret ile ilerlemekten uyanmıştır… gayrısı da boş gayrettir. Kendinden İşte bugün dünya kardeşliğinin, olanları sahiplenip de olmayanları cennet muştusunun, hakikat nûrunun dışlamak özüne karşı durmaktan başka yegâne takipçisi olmanın peşinde bir şey midir? Düşünelim, yüceler koşan bir gençliğin müjdesini yücesi Cenâb-ı Hakk kimi rızıksız veriyoruz. Bize uzanan ellere hürmet bırakır? ediyor, bize çevrilmiş başlara selam İşte bu minval üzere kurulduk yeniden; ediyor ve bize yönelmiş gönüllere dünya üzerindeki meselelere karşı biz gönlümüzle mukabelede bulunuyoruz. gençlerin de söyleyecek sözü vardı Amacımız Hakk’ın bizi halifesi kıldığı elbet. Ki sözümüzü bizim dilimizden bu yeryüzünde gerçek barışın ve Hakk söylesin, diye çıktık bu yola. huzurun emanetçisi olmak ve bütün Her yere nûrun nidâlarını ulaştıralım, adaletsizliklere karşı mücadele diye… Karanlık her yerde tellallarına etmektir. güvenip de bizleri çürütmeye cesareti İnsan eksik bir varlık değildir. Bütün kalmasın, diye… kainatın el ele vermesiyle bile Modern çağın dayattığı yaşam büyüklüğüne erişilemeyecek, avcunda biçimi ise bu anlattıklarımıza karşı dünyayı taşıyan bir yaratılmıştır. karanlığın silahlandırdığı bir savaşçı Kendi öz menşei ve öz varlığıyla gibidir. Gittikçe güçlenen ve gücüne bile tek başına âlemlere yeten bir güvenerek aldanan bir bedbaht. Bu varlıktır. Fakat, insan irade ve akıl ile savaşın her yanında ise biz bulunmak donatıldığından tercih hakkına sahiptir mecburiyetindeyiz elbette. ve tercihini ulviyetten koparmak da

İşte bu minval üzere kurulduk yeniden; dünya üzerindeki meselelere karşı biz gençlerin de söyleyecek sözü vardı elbet. Ki sözümüzü bizim dilimizden Hakk söylesin, diye çıktık bu yola. Her yere nûrun nidâlarını ulaştıralım, diye… Karanlık her yerde tellallarına güvenip de bizleri çürütmeye cesareti kalmasın, diye…


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 21. YÜZYIL TÜRK GENÇLİĞİVE MTTB’NİN ROLÜ

Gençliğimizin aldandığı bu yılanın bizi cennetten kovdurma emeline ulaşmasına meydan vermemek içinse içimizdeki vicdan seslerine uymamız mecburîdir.

Bugün 2010 Türkiyesi ise demokratikleşmede çok önemli yollar almış durumda olan, geleceğin küresel aktörü olarak görülen hatta bunu gerçekleşmiştir bir ülkedir. Dolayısıyla tarihteki şânı tartışılmaz olan MTTB, ülkemizin geleceği doğrultusunda doğru politikaları ve düzgün bir duruşu tercih etmiştir.

Çağın getirdiği yenilikler, popülarizm ve diğer ideolojiler birer deli gömleği olmaktan ötede bir şey değildir. Kendimizi kafeslemek değil aksine olabildiğince özgür kılmak ise bu dünyaya ait olan hiçbir şeye yeter tamah etmemekte gizlidir. Her nesnenin ve her insanın en yüceye ve kendi aslına akması da bu yoldaki en güzel kanıttır. MTTB gençliği, kendi aslına olan yolculuğunun bilincindedir. Talebe Birliği, kapsayıcılığını borçlu olduğu kaynaklara yegâne bağlı olmak durumundadır. Bu bağlılık ve minnet ile örnek kişiliği, örnek öğrenciyi, örnek insanı gözler önüne koyan bir anlayışın temsilcisidir. Kendi özünün bu yapısı gereğince de gençliği yutan bütün bataklıklara karşı tetiktedir. Zira genç bir nefs önüne geçilemeyen bir aldanış beşiği olmaya, farkındalık ve aşk yuvası olmak kadar yakındır. Bizler basit ateşleyicilere ihtiyaç duymuyoruz. Biz eğer buna muhtaç olsa idik nasıl güçlü bir duruşa sahip olacaktık? Altmışlı yılların sonrasında meydana gelen siyasî değişimler, kutuplaşmalar ve o dönemin geleneği, kültürü, sosyal yapısı gibi

faktörler MTTB’nin yolunu ortaya koymaktadır. Bugün 2010 Türkiyesi ise demokratikleşmede çok önemli yollar almış durumda olan, geleceğin küresel aktörü olarak görülen hatta bunu gerçekleşmiştir bir ülkedir. Dolayısıyla tarihteki şânı tartışılmaz olan MTTB, ülkemizin geleceği doğrultusunda doğru politikaları ve düzgün bir duruşu tercih etmiştir. Huzurun, sükûnun, anlayışın ortaya konulması gereken noktalar herhangi kalıplaşmış bir fikir tabanıyla karşı karşıya kalmayacaktır MTTB çatısında. Fikirsel tabular ve sınırlar çoktan aşılmış ve kalp kırlarından devşirilmiş gerçeklik çiçeklerinin özlerinden damıtılmış bir muhabbet ve fiiliyat vardır burada. Bu oluşun getireceği de yine ancak barıştır, kardeşliktir ve huzurdur. Bugünün karmaşık, girift, flu ve anarşi kokan korku ve günah ortamı içinde tüm bu pisliği, koğuşturmayı, kokuşturmayı, koşuşturmayı eritecek bir volkanın toprağını kendine katıp yükselmesi gerekiyordu ve bu çok şükür ki gerçekleşti. Burada “nitelik” meselesi akla gelir ve buraya değin bir şekilde bu meseleyi de anlatmış bulunuyoruz. Bilinir ki “nicelik” merakı sonucunda pek çok atılgan ruh en başta noktalandırılmıştır. Gizli bir hissiyatın


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

eseri olan bu hastalıklı durum MTTB çatısı altında ifadesini bulamayacaktır. Dahası, niceliğin ancak kalitenin kanıtlanması meselesinin ardından ortaya çıkacağı ve eller birleştikçe ferd ferd doğru yapının oluşacağına dair uyanıklık bizim çatımızda mevcuttur. MTTB, siyasî çıkarların galebe çalınacağı bir yer değildir! Ve bunu “herkes, ferd ferd” iyi bilmektedir. Hedef “gençlik”tir. Militan olma hevesinde bulunan gençler hâlâ mevcut. Okumayan, öğrenmeyen, her duyduğuna inanan ve onu herkese yayan, korkak, kavgacı, merhametsiz, hoşgörüsüz, özgüvensiz, benlik bunalımlarını aşamayan bir gençlik var ortada. Ve bu gençliğin siyasî saplantılarının ne kadar da nefsanî olduğu gözlemlenebilir. Geçmiş bir örnekti. Yapılanlar ve yapılanlarla oluşmuş tarih de “yol haritası”. Âbid insanlar, anıtlaşmış silüetler, vecize olmuş sözler… Miras büyüktür! Bu mirasın üzerine aynı asâlette, aynı samimiyette, aynı güzellikte (hatta İnşAllah bunlardan çok daha fazlası olan) eserler bırakabilirsek, işte o zaman asıl misyon yerine ulaşacak ve gençlik üzerine abanan karanlık buhranlardan kurtarılacaktır. Bunun içinse “misyon” üzere hareket, temsil ve dirayet şarttır. Madem ki her şeye rağmen çürümedik, bunun asıl sebebine inmek gerekir. Bu “ana maya” da kul olmaktır şüphesiz. Yani Rabb’e olan aitlik, yalnız O’na olan sonsuz âşk… Ümidimiz ve çabamız bu yöndedir inşAllah…

gözetildi mi? ” sorusunu kendisine sorabilecek bir olgunluktadır. Yüksek beklentiler mevcut ve biz bunun farkındayız. Böyle de olmalı. Ancak yüksek çaba olmadan en düşük beklentiler bile gerçekleşmeyecektir ve ümidin naif sultanı bize ardını dönüp hazin duruşuyla gerisin geri gidecektir. Böyle bir durum (Allah korusun) gerçekleşse bile doyum ve huzur vermeyecektir. Yani yerini bulmamış olacaktır. Atâletin esiri olmayacağız ki tembellik bizi de etkisi altına almasın. Büyük başlamak her daim kesin başarı demek olmadığı gibi, küçük başlangıçlar da büyüyememenin işareti olmamıştır çoğu zaman. Şunu biliyoruz ki, Allah her kula ancak çalıştığının karşılığını verir. Zor görünen birçok şeyin, insan içine atıldığında, asıl kolay hüviyeti anlaşılır; durum budur. Çünkü insan üstün yeteneklerle donatılmıştır. Şartlar yerine getirildiğinde başarı veya başarıdan daha hayırlısı şüphesiz gerçekleşecektir. Yazımızın başında andığımız tertemiz gönüllerin el ele verdiğini düşünmek bile memleketimizin her yanının barış ve huzur güllerinin kokusuna teslim olduğu hayâliyle bizleri sarsmakta ve yüreklerimizin içindeki saflığı bize yeniden öğretmektedir. Böyle bir hazineye sahip olan insanın aradığı gerçek huzuru, gerçek âşkı ve saadeti de burada bulacağı açıktır. Kendimizden kendimize iki kapılı bir handa sürdürdüğümüz bu hayat yolculuğu süresince önümüze pek çok durum çıkıyor. Fırsatlar da hezeyânlar da neredeyse aynı şekilde görünüp kayboluyorlar. Ayrımına varabilmek için ise kalbimizin sesine kulak vermemiz yetecektir. Her birey kendi hayatındaki tecrübelerden öğrenmiştir ki kalp asla yalan söylemez. Bizi en güzel cesaretle gerçeğe çeviren ve yönümüzü görerek yolumuzu çizme azmini bize kazandıran da yine odur.

Konuşulur, konuşan çoktur. Elbette çok şey konuşulur. Çok sansasyonel eylem yapılır, yapıldı da pek çokları tarafından devrimcilik adına, komünizm adına, feminizm adına vesaire… Gözlere hoş gelen, galeyâna getirici pek çok şey de ortaya konulur. Ama içi boş söz, hareket, duruş ve hissiyat ikiyüzlülüğün ebedî yenilgisinden başka bir şey getirmez. İşte bu noktada MTTB yine ancak ve ancak Hakk’a sığınmış ve çabasının her Bütün bu bahsettiğimiz meseleler adımında “Acaba burada hak ve hukuk bize gösterecektir ki MTTB azmi, sabrı

ve yolu ile emsâline az rastlanacak bir kıymettedir. Olduğu ve elde ettiği kadar, olmayı ve elde etmeyi arzu ettikleri ile de bunu kanıtlayacaktır. Maddî dünyanın her sefilliğine sırtını dönmüş ve uluhiyetin her çiçeğini nimet bilmiş bu anlayışla gelecek kararlı ve lüzumlu bir karakterde ortaya çıkacak ve nesiller nûrun karanlıklara mutlaka galip geleceği bu savaşta safını dosdoğru belirleyecektir.

MTTB, siyasî çıkarların galebe çalınacağı bir yer değildir! Ve bunu “herkes, ferd ferd” iyi bilmektedir. Hedef “gençlik”tir. Hikmet, ilim, irfân, âşk ve nûr ile yoğrulmuş mayaların tutacağı temeller, yaratılışın ilk anından beri hiç değişmeden ve güzelliğine güzellik katarak tecelli buyurmuş ve bugünlerin bile kapılarında bizleri bekler vaziyettedir. Zamana sövmeyiz, ama zamanın bizleri nasıl imtihana tuttuğunu biliriz. İçinde bulunduğumuz zamanın her ne olursa olsun kıymetinin de bilincindeyiz ki çıktığımız bu yolculuğun ancak bir ağaç gölgesinde dinlenme vesikası olarak görülmesi gereken bu dünya hayatı sürecinde dahi bu farkındalıkla hareket etmek durumundayız. Gençlik soluklarında, saçındaki rüzgârda, avucundaki yarıklarda, göğsündeki kalpte ve şüphesiz özündeki ruhta bu soluğu duyacak ve yeni baharlarla beraber gençlik ateşinin âşk ve iştiyâk gülleri açacaktır. Artık her meydanda ve her şehrin her evinin pencerelerinde ihsân bülbülleri en güzel şarkılarla, murabbâ bestelerle, semâilerle, ilahilerle gönüllerdeki şen seslerini yeniden hatırlatacaklardır. Gönül bağının bülbülü olmak ne güzel bir çaba, gönüllerde yer bulmak ne güzel lütuftur…


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 21. YÜZYILDA NASIL BİR MTTB’YE İHTİYAÇ VAR

21. YÜZYILDA NASIL BİR MTTB’YE İHTİYAÇ VAR

Zaman üç mefhum içinde gidip gelirken, yani yaşanmışlığı barındırırken, anı yaşarken ve yaşanılacağa gebeyken bazı anlar vardır ki bu anlara yer ve gök ve ikisi arasındakiler şahitlik etmiştir hep. Bu anlarda tüm insanlar her şey bitti, her şey kötüye gidiyor derken bir avuç yiğidin üzerlerindeki korku örtüsünü kaldırıp, ayağa kalkıp, silkinip tüm insanlığa toparlanın gitmiyoruz dedikleri anlardır, herkesin durduğu yerde, hiç kimsenin bir şey yapmadığı anda emaneti kuşandığı zamandır, emaneti kuşanmak, zor zamanda konuşmak, bir avuç yiğidin omuzlarında yükselen o kutlu sevda, işte o sevda şu cümlede gizlidir: TOPARLANIN GİTMİYORUZ… Üstat Sezai Karakoç’un zor zamanları anlatmaya çalıştığı şu mısralar bizimde halimizin tercümesidir… “Ruhumuzun içinde kar yağar Anamızdan doğduğumuz geceden beri Heybemizi emektar makinelere yükleriz Fikirlerimizi tıfıl vinçlere… İri buğday tanelerinin trenleri Yürüttüğünü bilmeyiz. Biz yangında koşuyu kaybeden atlarız Biz kirli ve temiz çamaşırları Aynı zaman aynı minval üzere katlarız Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız…”

Evet koşu bittikten sonra koşabilmek, herkes köşesine çekilmişken, bana ne ’cilik gibi bir nesli ifsat etmeye aday en büyük fitne toplumu kaplamışken ortaya çıkmak… İşte sözün tam burasındadır MTTB, MTTB’li genç… MTTB ruhu işte budur: Herkes durmuşken, garip bir temaşa içinde kafasını kumlara sokmuşken BEN VARIM DİYEBİLMEKTİR… Sağına ve soluna bakmadan ben varım diyebilmek… İşte sözün gücünün en büyük tecellisidir bu cümle… Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki sözün gücünün yerini, gücün sözü almıştır artık… Ama bizim öyle bir ruhumuz, öyle bir inancımız vardır ki güçlülerin değil, sözün Sahibi’nin gücüne inanırız ve bu sözün gücüyle yolumuza devam ederiz. Doğruyu ve hakikati arama çabası sürecek ve bir şeyler değişecekse, bir şeylerin değişmesi ve düzeltilmesi gerekecekse MTTB’lilerin ellerinde bunlar değiştirilecek ve düzeltilecektir. MTTB; toplumda oluşan “Bunlar kısa vadeli hedefleri olan insanlardır.” anlayışını yerle bir etmiştir hep ve bundan sonra da edecektir öyle ki birazdan size 100 yıllık MTTB hedeflerini anlatmaya çalışacağım. Bazıları zannediyor ki; bu ülkenin sahibi yok, bu ülke yetim ve öksüz ama onlar bilmiyorlar…


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

Evet, bu toprakların canlı olduğunun farkında değiller. Bu toprakların emanetçilerinin bizler olduğunu anlamış değiller… Paranın ve malın olmadığı, ayrılığın ve hicranın olduğu bir mirası emanet almak ne kadar zorsa; bu emanetin büyüklüğü ve azameti o kadar hoş ve göz kamaştırıcıdır… Peki MTTB nedir? Kimdir ? Türkiye Cumhuriyeti devletinde siyasi partilerin, sivil toplum kuruluşlarının, cemaatlerin ve çeşitli unsurların gençlik hareketleri hep olmuştur ve olacaktır; ancak bu topraklar üzerinde, Türkiye Cumhuriyeti’nden daha da eski olan, kimseye bağlı olmayan, hiçbir siyasi parti, cemaat, etnik unsur ile bağlantısı olmayan, hiç kimsenin emrine girmeden hareket eden ve maddi olarak kimseye bağlı olmayan tek ve yegane üniversite hareketi MTTB’dir. Bu cümleyi tekrarlamakta fayda vardır. . . MTTB’nin yeni dönemdeki kuruluş amacı tıpkı eski dönemlerinde olduğu gibi üniversitelerde okuyan, kendi zamanını, zamanlar ötesinde idrak etmiş, bulunduğu mekânın farkına varmış, kendini kişisel ve mesleki olarak yetiştirmiş, devam eden tarihe, yeni kayıtlar düşerek ülkenin ahlaki ve yönetimsel bozulmalarına karşın “zaman bendedir ve mekân bana emanettir” şuurunda “kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin akışına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrakine sahip bir gençlik” hareketi oluşturmaktır. Ülkenin ekonomik, siyasal, sosyopolitik, jeopolitik yapısına el atabilecek ve söz hakkı kazanabilecek milli ve manevi değerlerine bağlı, otoritesini kalp ve akıl gücünden alan bir gençliğe öncülük etmektir.

Hareket tarzında şiddeti hiçbir şekilde benimsemeyen ve şiddete karşı net bir duruş sergileyerek kavgaya ve tüm kavgacı yapılara net bir tavır koyarak ve bununla birlikte her türlü soruna karşı deli gömleğini idraklerinden çıkarmış anarşizmin çözüm olmayacağına inanan, bireyselciliğe karşı çözümü maneviyatına güvenerek bulan toplumcu bir gençliğin öncüsü olabilmektir. Ülkenin çıkar menfaatlerine binlerce yıllık tarihi serüvenin önüne çıkaracak milli mülk ve değerlerini birlik ve beraberliklerinin egemenliği altına alarak kutsalını şiddet boyunduruğu altında olmaksızın kendi hür vicdanıyla harekete geçirmektir. Kendisini her şekilde, hangi kimlikle tanımlarsa tanımlasın bu milletler arası büyük kavgada safını insanlık yanında seçmiş olan bir ayağını bu büyük tarihe ve coğrafyaya basan, diğer ayağını çağın getirdiklerine koyan ve insanlığın sancısını paylaşan bir gençliğin, bir Asım’ın neslinin, bir Büyük Doğu neslinin, bir Diriliş neslinin amentüsü olabilmektir. Bugün laik-Müslüman çatışması içinde ifsat edilen gençliğin içinden çıkan gür ve hür bir sedanın verdiği bu asıl duruşun gereğini yaparak ahlaki değer ve mertlik bağlamında adaleti önceleyecek yeni bir ahlak anlayışı inşa edecek güç ve takatle kıvrılan bellerimizi doğrultmak ve insan olmanın erdemiyle “bir” olabilmek için adaletli birey yetiştirebilmedir. MTTB’den yetişen bireyin, başka bir ifadeyle MTTB’li bireyin özellikleri şunlardır: MTTB’li birey manevi değerlerini hayatının her yerinde kamusal olan kamusal olmayan alan gözetmeksizin kuşanan, inandığı gibi yaşayan bireydir.

Güç ve şuurunu geleneğinin sarsılmaz duruşundan alıp, geleneğini de MTTB’li birey ahlaklıdır. eleştirebilen, temel anlayış ve bakış Bu ahlak anlayışını iki kısımda açısını muasır medeniyetler üzerine sınıflandırmamız doğru olacaktır: çıkarabilmek için tarihi çıkarımlarla geleceğin üst prototiplerini çizebilmektir.

Sağına ve soluna bakmadan ben varım diyebilmek… İşte sözün gücünün en büyük tecellisidir bu cümle… Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki sözün gücünün yerini, gücün sözü almıştır artık… Ama bizim öyle bir ruhumuz, öyle bir inancımız vardır ki güçlülerin değil, sözün Sahibi’nin gücüne inanırız ve bu sözün gücüyle yolumuza devam ederiz.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 21. YÜZYILDA NASIL BİR MTTB’YE İHTİYAÇ VAR

Kişisel ahlak: MTTB’li birey emanetine ve sözüne sahip çıkar. MTTB’li birey elinden, dilinden ve belinden emin olunandır. MTTB’li birey kendisiyle barışık, kendisini ve insanlığı sevendir. MTTB’li birey eleştiri şuuruna sahiptir ancak bunu yaparken yapıcıdır kırıcı değildir. MTTB’li birey yumuşak huylu, dili tatlıdır.

MTTB’nin yeni dönemdeki kuruluş amacı tıpkı eski dönemlerinde olduğu gibi üniversitelerde okuyan, kendi zamanını, zamanlar ötesinde idrak etmiş, bulunduğu mekânın farkına varmış, kendini kişisel ve mesleki olarak yetiştirmiş, devam eden tarihe, yeni kayıtlar düşerek ülkenin ahlaki ve yönetimsel bozulmalarına karşın “zaman bendedir ve mekân bana emanettir” şuurunda “kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin akışına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrakine sahip bir gençlik” hareketi oluşturmaktır.

Doğu klasiklerine vâkıf, batı klasikleri ve batılı felsefe akımlarını bilen bu nazarda okumalar yapan ancak odağına kendi tarihi okumalarını koyan özellikle de son dönem yazarlarından, fikir ve aksiyon adamları olan Mehmet Akif, Said Halim Paşa, Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Sezai Karakoç ve Erol Güngör gibi isimlerin kitaplarının tamamını okumuş, bu kitapları toplu olarak analiz etmiş ve sindirmiştir. Bu okumaların yanında çağın bir lütfu olan ancak kötü amaçlar için daha fazla kullanılan interneti doğru amaçlar ve doğru bir biçimde kullanan bir bireydir.

MTTB’li birey alkol, uyuşturucu kullanmak, şans oyunları oynamak gibi MTTB’li birey mesleki gelişimine gayri ahlaki fiillerden uzaktır. önem verir. Hangi mesleği yapacaksa Toplumsal ahlak: onun en iyisi olmak için uğraşır MTTB’li birey toplumu ifsat edici değil, ve olur. Sözel olarak nitelendirilen mesleklerin önemini unutmaz toplumu ıslah edicidir. insan ilişkileri, edebiyat, tarih gibi MTTB’li birey başkasının arkasından toplumu dönüştürücü bilgilere sahip konuşmaz. konulardaki meslekleri okumalarla ve araştırmalarla geliştirir ve yurt dışı MTTB’li birey başkasının hatalarını araştırmaz tam tersine hataları kapatır. doktora gibi olanaklardan yararlanır ve bu topraklara hizmet eder. MTTB’li birey iftira atmaz, başkasının Özellikle Avrupa toplumuyla hakkını yemez. beraber iflas eden medeni hukuk MTTB’li birey yol arkadaşı, dava konusundan araştırmalar yapması arkadaşı hakkında olumsuz bir gerekir. Toplumun huzuru ve refahını şey duyarsa buna hemen inanmaz sağlayacak hukuk anlayışlarının doğruluğunu kardeşine, yol arkadaşına çöktüğü bu anlarda geleneğinin sahip sorar. olduğu hukuk sistemi ve modern MTTB’li birey büyüğüne saygıda kusur hukuk sistemini birleştirici çözüm etmez, küçüğüne şefkatlice ve bilgece sunucu bir hukuk anlayışını inşa eder. Toplumu manipüle eden iki saç ayağı davranır. olan siyaset ve sosyal mühendisliğin MTTB’li birey kişisel eğitime önem ki; bunun içinde en önemli unsur verir, özellikle çağın gencinin en basındır… Siyaset ve sosyal büyük eksiği olan “bilgi edinmeden mühendisliğin iyisini ve doğrusunu fikir edinmek”ten çok uzaktır ve öğrenir. toplumdaki diğer tüm insanlardan MTTB’li birey dünyanın içine düştüğü farklı olarak düzenli okumalara ekonomik krize karşı milli iktisat sahiptir, kitap okumayı sever, okumaktan ve araştırmaktan kaçmaz, açılımını yapmak zorundadır. Bununla beraber özellikle teknoloji de geri usanmaz ama bunu yaparken de kalmışlığa bir nokta olması hasebiyle günü birlik abur cubur okumalar MTTB’li birey milli teknoloji, milli yerine düzenli, geliştirici, kişisel alanda yetiştirici olduğu gibi MTTB’nin savunma, milli enerji gibi konularda Ar-Ge çalışmalarına başlamalı ve bir hedeflerini de önceleyen bir okuma an önce çağın seviyesini günün ahlak programına sahiptir. anlayışıyla değil de maneviyatının


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

ahlak anlayışıyla yakalamalı ve dünyada insanları vahşi kapitalizme köle eden teknoloji anlayışından kurtarıp insanın huzurunu önceleyen teknoloji ve beklide söylediklerimizin toplamı olan bir medeniyet anlayışına kavuşturmalıdır. MTTB’li birey tepkisiz değildir. Bir hata gördüğünde onu eliyle ve diliyle düzeltir. Bunu yaparken de aklı ve şuuru hiçbir zaman bir tarafa itmez. MTTB’li birey aynı zamanda kolektif hareket etmeninde bilincinde hatta bu bilincin doruk noktasındadır. Olaylara gerektiğinde toplumsal tepkinin zeminini hazırlayan ve toplumsal tepkiyi organize edip ortaya koyandır. Yani MTTB’li birey teşkilatçıdır. MTTB’li birey hakkı ve doğruyu arayandır. Bu arayışta hiçbir güce, hiçbir otoriteye boyun eğmez. Bu ister paranın otoritesi olsun, ister gücün, ister bürokrasinin, ister toplumsallığın, ister tarihin, ister hükümetin, ister muhalefetin gücü olsun hiç kimse ama hiç kimsenin önünde eğilmez hak bildiğini en gür sedayla basireti ve feraseti eksik etmeksizin dillendirir.

kendisini ve karşısındakini ıslah eder ve güzele ulaştırmaya çalışır.

her durumda insandan konuşan bir anlayışı; hiçbir yabancılaşmaya, hiçbir amaca, hiçbir başkaya insanı özelde MTTB’li birey hakkı arar, hak sözü gençliği kurban etmeyen, her daim söyler. insanı otoritenin ve hayatının efendisi MTTB bir gençlik hareketidir… Özgün kılacak özgürleştirici bir anlayışı; ve özgür, kuklacıların kuklası olmaya içine herkesi ve her şeyi almayan, bir gençlik hareketi…Kendi kararlarını kötüyü, yanlışı, çirkini dışlayan, insani kendisi alan, kimsenden emir almayan, olmayanı reddeden, doğruyu ve yanlışı doğrusu da yanlışı da kendisine ait ayırt eden bir anlayışı oluşturma olan bir gençlik hareketi. amacındadır. Bunun beraberinde MTTB bir medeniyet hareketidir. Ahlaklı ve adil birey yetiştirme hareketidir. Bu ahlaklı ve adil bireylerin oluşturacağı ve yöneteceği bir toplum hareketi. Bölgesine ve dünyaya ahlakı ve adaleti sunacak bir ülke için büyük Türkiye belki de yeni bir Osmanlı için bir medeniyet bir ıslah medeniyeti hareketidir.

MTTB, özgürlük anlayışını, ideolojiler ve salt kalıplardan malzeme oluşturmaksızın özgürlük çağrıları ve özgürleştirici öğretileri bünyesine alan, köle olmayı ve aynı zamanda MTTB’li birey bir çatı hareketinin isyan etmeyi benimsemeden oluşturucu gücü olduğunu bilir; bunun dogmaların hırpalayıcı çoğunluğu için, farklılıkları göz ardı eder, ortak altında tüketilmeye izin vermeden, noktaları ortaya çıkarır ve bu ortak özge ve özgün bir şekilde oluşturmaya noktalar üzere hareket tarzını geliştirir, çalışmaktadır. Bunu yapmaya farklılığın ve bireysel doğruların çalışırken geçmiş ve geleceğin, varlığını inkar etmez kimsenin medeniyet ve modernitenin kutsalına ve doğrusuna dokunmaz ve buluşmasına katkıda bulunma çatı hareketinde ortak noktaları hep amacındadır. ön safa çıkarır. İnsanı insan yapan adalet, özgürlük MTTB’li birey etnik milliyetçilikten ve ahlak minvalinde yitirdiği ana uzak, ırkçılık gibi çağın vebası haline babasını, soyunu sopunu, milli ve gelmiş dogmatik düşüncelerden manevi değerlerini arayan bir insanlık beridir. MTTB’li birey yaratılanı öyküsünü teşkilatlandırmaktır ve Yaradan’dan dolayı seven ve gençliği düştüğü yerden kaldırıp kardeşliğin aynı soydan değil, aynı ahlaklılık sancağını tekrardan hislere sahip olmaktan geçtiğine omuzlamaktadır. inanandır. MTTB; bizi, hepimizi ifade eden, MTTB’li birey kendisinin ne içinde hayat olan, özgürlük olan, olduğunun farkındadır bu farkındalıkla kötüye isyan olan, iyiliğe inkılâb karşısındakinin de ne olduğunu bilir, olan, ütopya olan ve gerçek olan kendisini ve karşısındakini bir ifsadın bir anlayışı; bir insanlık anlayışını; bir yok oluşun içine sürüklemez,

Nefes alabileceğimiz, birbirimizi başka doğrular adına yargılamadan konuşabileceğimiz, fildişi kulelerden inerek ve fakat yukarıdan bakmanın ferasetini kaybetmeden, mağaralarından çıkan ancak aşağıdan konuşmanın mertliğini içeren, bizi fetret zamanlarından özgürlüğe çıkaran, paraya, güce tamah etmeden ruhlarımızın içinde yağan karla ısınan yangında koşuyu kaybetse de koşmaya devam eden atlar gibi olan, bizi aynı dalga boyunda tutacak olan ve Allah için, özgürlük için, kardeş kılacak bir anlayışı inşa etmek amacındadır. “Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes Ey kahpe rüzgâr artık hangi yandan esersen es Allahın selamı üzerinize olsun…”


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 GENÇLER VE MEDYA

BÖLÜM ÖZETİ VE DEĞERLENDİRME İnternet Kullanımı

GENÇLER VE MEDYA Milli Türk Talebe Birliği’nin Metro-Poll Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Şirketi’ne üniversite öğrencileri arasında yaptırdığı anketin iki bölümünü burada siz okuyucularımızla paylaşmayı uygun gördük.

İnternet, bir üniversite öğrencisi için başta iletişim olmak üzere ders, bilgilenme ve diğer eğlence ihtiyaçları için sıradan ve vazgeçilmez bir kaynak haline gelmiştir. Öğrencilerden %43 civarında bir kesim İnternet’i günde 0, 5-2 saat ve %39 civarında bir kesim ise günde 3-5 saat kullandığını ifade etmiştir. Araştırmaya katılan üniversite öğrencilerinden %11, 6’sı ise internet kullanmadığı belirlenmiştir. Öğrencilerin cinsiyetine ve okudukları sınıf düzeyine göre internet kullanım süresi belirgin bir farklılık göstermez iken, güzel sanatlar, eğitim ve sağlık bilimlerinde okuyan öğrencilerin diğer bilim dallarındaki öğrencilere göre daha az süre internet kullandıkları saptanmıştır.

Üniversite Gençliğinin Okuduğu Gazeteler Gençler arasında en çok okunan gazeteler Hürriyet (%13, 2), Milliyet (% 12, 2) ve Habertürk (%12) olurken ; Cumhuriyet (% 5, 6), Zaman (5, 5) ve Taraf (% 3, 6) gibi düşünce ağırlıklı gazetelerin okunma oranı ise daha azdır. Branş ağırlıklı gazetelerden sadece spor gazeteleri Fanatik (% 4, 5) ve Fotomaç (%3, 6) üniversite gençliği arasında ciddi bir okur kitlesine sahip olurken; başta ekonomi olmak üzere branş gazetelerin gençler arasında kayda değer bir okur kitlesi yoktur. Üniversite Gençliğinin Okuduğu Dergiler

Araştırmanın bulguları incelendiğinde üniversite gençlerinin dergilere olan ilgisinin düşük olduğu görülür. Gençlerin %56, 2’si dergi okumadığını beyan ederken; popüler bilim dergisi Görsel ve işitsel medya araçlarının Bilim Teknik (%3, 9) ile mizah dergileri yazılı medya ürünlerine göre Uykusuz (%3, 3) ve Penguen (% 2, 1) üniversite gençliği arasında daha etkin gençler tarafından en fazla okunan bir konuma sahip olduğu araştırma dergiler olmaktadır. Sektörel nitelikli bulgularına yansırken; gençlerin dergiler ile branşa göre ayrılmış düzenli bir okuma alışkanlığına ve süreli yayınların üniversite gençliği kültürüne sahip olmadığı ortaya arasındaki okunma oranı oldukça çıkmıştır. azdır ve kayda değer bir yüzdeye sahip değildir.


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

Şen (%6, 1), Kenan İmirzalıoğlu (%5, 1), Türkan Şoray (%5, 0), Kemal Sunal (%3, 5), Haluk Bilginer(%2, 8), Johnny Deep (% 2, 6), Kadir İnanır (%2, 6), Nürgül Yeşilçay (%2, 3), Al Pacino (%1, 8) ve Brad Pitt’tir (%1, 8). En Çok Beğenilen Ses Sanatçıları veya Müzik Grupları Sezen Aksu (%7, 4), Manga (%6, 2), Duman (3, 1), Şebnem Ferah (%2, 7), Emre Aydın (%2, 2), Candan Erçetin (2, 2), Teoman(%1, 8), Ahmet Kaya (%1, 8) ve Gripin (1, 7) üniversite gençliğinin dinlediği ses sanatçıları veya müzik grupları olduğu belirlenmiştir. Beğenilerek İzlenen Spor Programları Son Okunan Kitap ve Yazarı Araştırma kapsamındaki gençliğin okuma eğilimi saptanırken seçilen bir başka kategori de kitap olmuştur. Elif Şafak’ın Aşk’ı (%4, 4) ile Adam Fawer’ın Olasılıksız’ı (%2, 9) en fazla okunan kitaplar olduğu belirlenmiştir.

2006 yıllında yapılan benzer araştırma ile mukayese edildiğinde Ahmet Altan’nın okuyucu kitlesi büyük oranda artarken Hıncal Uluç, Can Dündar, Emin Çölaşan, Mehmet Barlas ve Mehmet Ali Birand’ın gençler arasındaki okuyucu kitlesinde öenmli düşüşler olduğu belirlenmiştir.

Gençler arasında en çok okunan En Son İzlenen Sinema Filmleri yazarlar başında Elif Şafak (% 4, 6), Adam Fawer (% 3, 0), Dan Brown (% 2, Gençlerin en son sinemaya giderek 5) ve Canan Tan (%2, 0) gelmektedir. Eyvah Eyvah (%12, 9), Avatar (10, 6), Recep İvedik 3 (%6, 6), Veda (6, 6) ve Gençlerin %8’den biraz fazlası hiç Çok Film Hareketler Bunlar (%4, 2) adlı kitap okumadığını açık yüreklilikle fimleri izlediği belirlenmiştir. Gençlerin itiraf ederken; bu oranın çok daha %4, 7’sinin sinemaya gitmediği, fazla olduğu okuduğu kitabın adını ve %15’inin ise sinemada izlediği son yazarını hatırlamayanlar incelediğinde filmi hatırlayamadığı belirlenmiştir. kolayca anlaşılmaktadır. Ankete katılan gençlerin %20, 7’si okuduğu kitabın İzlenen TV Dizileri adını, %34’ü de en son okuduğu kitabın Gençlerin en çok beğenerek izlediği yazarını hatırlamadığını söylemiştir. yerli diziler Ezel (%15, 6), Geniş Aile En Çok Beğenilen Okuduğu Köşe (%11, 1), Aşk-ı Memnu (9, 8) ve Kurtlar Yazarları Vadisi Pusu (% 8) olduğu belirlenmiştir. En çok beğenilen yabancı diziler ise Okuma eğilimini ölçmek için seçilen sırasıyla Lost (%15, 6), How I Met Your bir başka kategori de köşe yazarlarıdır. Mother (%9, 4), Prison Break (%8, 5) Yılmaz Özdil (%5, 4) ve Ahmet Altan ve Gossip Girl’dir (%3, 4). Üniversite (%3, 9) gazete ve internet ortamında gençleri arasında yerli dizilerin (%22, en fazla okunan köşe yazarları olarak 1) yabancı dizilere (%39, 4) göre daha belirlenmiştir. Gençler tarafından fazla tercih edildiği belirlenmiştir. %1’in üzerinde bir oranla okunan köşe yazarları yukarıda bahsi geçen isimlere En Çok Beğenilen Sinema Sanatçıları ilaveten Hıncal Uluç (%1, 8), Can Gençlerin en çok beğendiği sinema Dündar (%1, 7) ve Emin Çölaşan’dır oyuncularının ilk onu sırasıyla Şener (%1, 6).

En çok izlenen spor programlarından ilk dördünün sırasıyla; %100 FutbolNTV (% 27, 1), Stadyum-TRT1 (%7, 3), 90 Dakika NTV (%5, 2) ve MaratonLİG TV (%3, 2) olduğu belirlenmiştir. Spor programı izlemeyenlerin oranın ise %49 olduğu araştırma bulgularına yansımıştır. Beğenilerek İzlenen Magazin Programları Üniversite gençlerin en çok izlediği magazin programları Pazar SürpriziSHOW TV (% 10, 4), Cumartesi Sürprizi- SHOW TV (% 6, 9), Süper Star Life-STAR (%3, 9), Magazin Özel-TRT1 (%2, 2) ve Dizi Magazin-CİNE 5’dir (%1, 8). Magazin programı izlemeyenlerin oranı ise %73, 7’dir. Beğenilerek İzlenen Haber Bültenleri M. Ali Birand’la Kanal D (%17, 6), NTV (%14, 6), Uğur Dündar’la STAR (%12, 5) ve ATV Ana Haberin en çok izlenen haber bültenleri olduğu belirlenmiştir. Ana Haber Bültenleri izlemeyenlerin oranı ise %13, 9’dur. En Çok Dinlenen Radyo Kanalları Üniversite gençleri arasında en çok Power Fm (%13, 6), Alem Fm (%9, 2), Slow Türk (%8, 2) ve Best Fm’in (%5, 2) dinlendiği tespit edilmiştir. Gençlerin %30, 3 ise radyo dinlemediğini ifade etmiştir.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 2-GENÇLİĞİN ASKERLİK VE ORDU’ YA BAKIŞI

BÖLÜM ÖZETİ VE DEĞERLENDİRME

GENÇLİĞİN ASKERLİK VE ORDUYA BAKIŞI

okuyan öğrencilerin %50’den daha fazlası da profesyonel ordudan yana ve zorunlu askerliğin kaldırılmasına taraftardırlar.

Bu bölümde üniversitede okuyan gençlerin askerlik hizmetine, bedelli askerlik tartışmalarına ve ordunun son dönemlerdeki siyasi gelişmelerle olan Bedelli askerliğe gençlerin %48’i ilişkilerine bakışları incelenmiştir. olumlu yaklaşırken, %41 civarında bir kesim ise olumsuz yaklaşmaktadır. Askerlik Hizmetine Bakış Güzel sanatlarda okuyan gençlerin Üniversite okuyan gençlerin %81’i ise bedelli askerliğe olumlu tamamına yakınının (%98, 6) askerlik bakmaktadır. Bedelli askerliği en hizmetlerini henüz yapmadıkları fazla isteyen öğrenciler TOBB, Kadir anlaşılmaktadır. Üniversite gençliğinin Has, İstanbul Bilgi, Anadolu ve Fatih %45’i askerlik hizmetinin bugünkü üniversitelerinde okuyan öğrencilerdir. şekliyle uygulanmasını daha yararlı Gençlere Göre Ordunun Görevi görürken, %40 civarında bir kesimi ise Nedir? profesyonel orduya geçilerek zorunlu askerliğin kaldırılmasını daha yaralı Araştırma bulgularına göre görmektedir. Beklendiği üzere zorunlu gençlerin ordunun görevi ile ilgili askerliğin kaldırılmasını ve profesyonel algısı %64 oranında ‘ülkeyi iç ve orduya geçilmesini yararlı görenler dış tehditlere karşı korumaktır’ daha yüksek oranda erkeklerdir. Ayrıca şeklindedir. Gençlerin %21 civarında sırasıyla güzel sanatlar, eğitim ve bir kesimi ise ordunun görevinin sosyal bilim dallarında okuyanlarda yalnızca dış tehditlere karşı ülkeyi daha yüksek oranlarda bu görüşü dile korumak olduğunu ifade etmiştir. getirmişlerdir. Boğaziçi, İstanbul Bilgi, Güzel sanatlar ve eğitim bilimleri İTÜ, Bilkent ve TOBB üniversitelerinde öğrencileri ile İstanbul Bilgi, ODTÜ


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

Üniversite geçliği arasında Ordu’da darbe heveslilerin var olduğuna inanların oranı (%54, 3) oldukça yüksektir. Erkek öğrenciler kız öğrencilere göre daha yüksek oranda bu görüşe sahiptir. Buna karşılık %30 civarında bir gençlik kesimi ise bu düşüncede değildir.

ve Gazi Üniversitesi öğrencilerine göre ordunun görevi ülkeyi iç ve dış tehtidlere göre korumaktır. Ordunun görevinin sadece ülkeyi dış düşmanlara karşı korumak olduğunu söyleyenler en çok sosyal ve sağlık bilimleri ile Yıldız Teknik, TOBB ve Boğaziçi üniversitesi öğrencileridir. Askerlerin Siyasi Konularda Görüş Bildirmesi Üniversite gençliğinin yarısından daha fazlası (%53, 7) askerlerin siyasi konularda görüş bildirmesini yanlış bulurken buna karşı görüş bildirenlerin oranı (%28, 7) da azımsanmayacak kadar yüksektir. Kız öğrenciler (%36) erkeklere göre ve güzel sanatlarda okuyanlar (%70, 6) diğer bilim dallarında okuyanlara göre daha yüksek oranlarda askerlerin siyasi beyanatlar vermesini ‘doğru’ bulmaktadır. Ayrıca; Marmara, İTÜ, Fatih ve Bilkent üniversitesi öğrencileri %60’lar civarında askerlerin siyasi konularda konuşmalarının doğru olmadığını beyan etmişlerdir.

Ordu İçerisinde Darbeciler Var mı Yok mu? Üniversite geçliği arasında Orduda darbe heveslilerin var olduğuna inanların oranı (%54, 3) oldukça yüksektir. Erkek öğrenciler kız öğrencilere göre daha yüksek oranda bu görüşe sahiptir. Buna karşılık %30 civarında bir gençlik kesimi ise bu düşüncede değildir. Güzel sanatlarda okuyan gençlerin de %55’i Ordu içerisinde darbe heveslisi kişilerin olmadığına inanmaktadır. Ordu içerisinde darbe yapmak isteyenlerin olduğunu en çok düşünen öğrenciler Kadir Has, Fatih, Dicle ve İnönü üniversitelerinde okumaktadır. Orduda darbecilerin olduğuna inanmayanların en çok bulunduğu üniversiteler Anadolu ve TOBB üniversiteleridir. Ordunun Darbe Heveslileri İle Mücadelesi Ordu’nun darbe heveslileri ile kendi içerisinde yeterince mücadele ettiğine inananların oranı (%35, 5)

inanmayanların oranından (%51, 8) daha düşüktür. İstanbul Bilgi, Fatih, Gaziantep ve İnönü üniversitelerinde okuyan öğrenciler %70’den daha yüksek oranlarda Ordu’nun darbe heveslileri ile yeterince mücadele etmediğine inanmaktadır. Genel Kurmay Başkanı’na ve Orduya Olan Güven Araştırmaya katılan gençlerin büyük kısmı (%46, 4) son dönemlerde yaşanan olayların ve yapılan açıklamaların Ordu’ya ve Genelkurmay Başkanı’na olan güvenlerini değiştirmediğini ifade ederken, gençlerin %31, 6’sınin güvenlerinin azaldığı belirlenmiştir. Yaşanan son olaylardan sonra orduya güveni artan öğrencilerin oranı %6, 6’dır. Son açıklamalardan güveni en çok azalan öğrenciler Fatih, Dicle ve İnönü üniversiteleri olurken, güveni en fazla artan öğrenciler Bilkent, Ankara üniversiteleri ve ODTÜ öğrencileridir.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 ZULÜMDEN DOĞAN BEREKET

ZULÜMDEN DOĞAN BEREKET

Alperen GENÇOSMANOĞLU

Mayıs ayının son günü İsrail donanmasının Mavi Marmara gemisine yaptığı hukuk dışı operasyon sonucu 9 yardım gönüllüsü şehit olup çok sayıda gönüllü de yaralandığında bir yandan uluslararası politikanın odak noktası değişirken öte yandan Türkiye toplumunun toplumsal reflekslerinde de meydana gelen değişimin zirveye çıktığı bir döneme giriliyordu.

“Ne zulmeden ne de zulme boyun eğen” tanımına uygun bir şekilde mazluma yardıma koşan müminlerin bu yolda zalimler tarafından katledilip şehit edilmeleri, insanlara tekrar şehadet şerbetinin ne kadar güzel olduğunu hatırlatması açısından “şer’den çıkan hayır” misalindedir.

“Free Gaza” hareketinin ön ayak olduğu Türkiye’den İHH’ nın dinamo görevi üstlendiği, amacı Gazze’ deki İsrail ablukasını delip her türlü maddi ve manevi baskı altında bir açık hava hapishanesinde yaşayan Gazzeli mazlumlara yardımda bulunmak olan bu çok uluslu yardım filosundaki sivillere karşı girişilen korkakça saldırının ülkede yarattığı infial aslında toplumun zulme karşı omuz omuza birleşme kültürünün saklandığı yerden tekrar ortaya çıkmasına yol açtı. Her ne kadar protesto gösterileri için toplumun dini hassasiyetleri yüksek kesimi bu gösterileri sahiplendi denilse de meydanlara gidildiğinde görüldü ki birbirinden farklı dünya görüşüne, yaşam biçimine, eğitim seviyesine, giyim kuşama sahip pek çok insan zalimlere karşı duran bu onurlu harekete yapılan saldırıya karşı


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

de inananlar üzerinde bir korku bir yılgınlık hissi oluşturabilmiştir. İsrail uyguladığı zulüm ile bir yandan bir köşede unutulmaya başlanmış şehadet kavramını görmekte zorlanan gözler için tekrar parlatmış bir yandan da neredeyse her konuda kutuplaşmış bir ülke toplumunu tek hamlesiyle aynı hisleri paylaşan insanlar topluluğu olmalarına vesile olmuştur. Mavi Marmara baskınının politik sonuçları bir yana kalsın zihinlerde bıraktığı etkiye bakarsak sonucu bu ülke insanları için bereket ve rahmet olmuştur.

tepki göstererek şunu kanıtladılar. Zalime karşı mazlumun yanında olmak sonunda yaralanmak hatta canından olmak olsa bile toplum tarafından büyük bir çoğunlukla destekleniyorsa bu demektir ki günümüz dünyasının pompaladığı bireyselleşme zehri hala tam olarak bizim toplumumuzun genetiğini değiştirememiş. Öyle ki dünyaya at gözlüğü ile bakan azınlık bir kesimin dışında kimse “bize dokunmayan yılan bin yaşasıncılık” düsturu ile hareket etmiyor. Toplumun geneli için Mavi Marmara saldırısından doğan hayır, toplumun hala başkalarının dertleriyle dertlenen, mazluma yardım eli uzatmaktan erinmeyen reflekslerinin olduğunu bizlere göstermesidir. Filoda yer alan Kanada’dan İrlanda’ya Endonezya’dan Yunanistan’a her milletten aktivist hangi duygular ile bu filoya katıldılar ise insanların verdiği tepki de paralel bir çizgideydi. Toplumun her kesimini birleştiren bu saldırının odak noktasında İHH gibi gönüllülerinin büyük çoğunluğunu müslüman insan unsurunun oluşturduğu bir vakıf ve Gazze gibi müslüman dünyasının en öncelikli sorunlarından biri olunca İslami kesimin olaylara tepkisi ön planda gözüktü. Mavi Marmara saldırısı

ve filonun şehitlerinin açtığı hayır kapısı İslami camia için şehitlik mertebesinin yeniden eskisi gibi parlak ve arzulanan bir mertebe olmasına yol açmış gibi gözüküyor. “Ne zulmeden ne de zulme boyun eğen” tanımına uygun bir şekilde mazluma yardıma koşan müminlerin bu yolda zalimler tarafından katledilip şehit edilmeleri, insanlara tekrar şehadet şerbetinin ne kadar güzel olduğunu hatırlatması açısından “şer’den çıkan hayır” misalindedir. Özellikle lise öğrencisi olan Furkan Doğan’ın hayatının en güzel yıllarını bir kenara bırakıp yaşıtlarının derdi ÖSS iken kendisine mazlumların derdini dert etmesi ve gencecik yaşında zulme boyun eğmeden Allah yolunda şehit edilmesi 7’den 70’e zihinlerdeki şehadet algısının tazelenmesine ve şehadet kavramının tekrar inananların hayatında önemli bir yere gelmesine vesile olmuştur ki bu yönüyle gemideki tüm şehitlerin bereketi toplumun üzerine olmuştur. Velhasılı kelam Allah zalimlerin planlarını alt üst etmiştir. Zulmü silah olarak kullanarak, korkutarak, yıldırarak inananları yollarından geri çevirmeye çalışan İsrail rejimi ne Furkan’ı ve diğer şehitleri katlederek onları yollarından alıkoyabilmiş ne

Öyle ki dünyaya at gözlüğü ile bakan azınlık bir kesimin dışında kimse “bize dokunmayan yılan bin yaşasıncılık” düsturu ile hareket etmiyor. Toplumun geneli için Mavi Marmara saldırısından doğan hayır, toplumun hala başkalarının dertleriyle dertlenen, mazluma yardım eli uzatmaktan erinmeyen reflekslerinin olduğunu bizlere göstermesidir.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 KERTERİZ ALMAK

KERTERİZ ALMAK

Ama neyi…

Ömer Önder HABERDAR

olup olmadığını tahlil etmesi gerekir. İçsel muhasebenin tamamlanması Pergelin muazzam bir çember ardından envantere bakmak işin oluşturabilmesi için bir ayağının açılıp rengini belli eder. Sonuç müspet ise, diğer ayağının da sabite batırılması yani gidişatınızdan keyif duyuyorsanız, gerekir. Bir insanın da meşru bir sizleri tebrik etmeli. Ya gerçekten hak dairede hayatını idame ettirebilmesi yoldasınız ve istikamet-i uhreviyata için bir pergel misali sağlam bir emin adımlarla ilerlemektesiniz ya zemine istinat etmesi gerekir. da yanlışlıklar sizi rahatsız etmiyor Ne yazık ki insanın muazzam bir demektir ki bu da çevresel faktörlerin çerçevede barınabilmesi için şuursuz vicdanınızı körelttiği anlamına bir pergelden çok daha fazlasını gelir ve bunun da kurtuluşu şahs-ı da yapması gerekir. İstinat edeceği manevisi güçlü kişilerin size model noktayı kendi seçmesi, diğer ayağını olmasıyladır. Ya da takdir-i İlahi’nin da sabit bir şekilde muhafaza etmesi farklı bir etmeni sizi yaz ortasında gerekir. Çoğu zaman bu seçimler üşütecek kadar sarsacaktır. (Muhakkak ve zorluklar gıpta edilen muazzam Allah her topluluğa elçi gönderdiği çemberden ziyade asimetrik bir hal gibi kullarına da kaldıramayacağını alır. Ki istenilen ile varılan sonuç yüklemez.) Eğer sonuç menfi ise önce arasındaki soyut uçurum şahsın maddi kendi şahsıma, nefs-i emmareme ve manevi hayatına tesir eder ve ve bu itibarla da sizlere sunduğum hayatı yaşanmaz hale getirir. metodolojiye bakma(n-m)ız gerekir. Kişinin bu kasavetli durumdan Ki rahatsızlığımız başkalarının da kurtulabilmesi için hayatını idame rahatsızlığı olmadan ortadan kalksın. ettirme şeklinin ve gidişat rotasının Hastalık misali, hastalığın çözümü belli kaidelerle çevrili olup olmadığını için nasıl ki öncelikle kişisel tanı irdelemesi ve fıtri bir rahatsızlığın gerekiyorsa, hayatın meşru yolda


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

devamı için de rotayı tahrif eden etmenleri ortaya koymak gerekir. Önceden de belirttiğimiz gibi bunun için de vicdani bir rahatsızlığın duyulması gerekir. Tıpkı hastanın hastalığından muzdarip olması gibi. Bu da yetmez tabii, nasıl hastalık kendiliğinden hallolmuyorsa bu durum da “yok olsun artık bu sıkıntı” demekle ne gider ne de biter. Hastanın uygun tabibi bulması gerekir. Ve biz de aynen öyle uygun hekimi bulmalıyız. Ve şunu da unutmamak gerekir: Eğer hasta olduğumuzu tam manasıyla kabullenmezsek ne hekim çare olur derdimize ne de tavsiye ettiği ilacı. Şunu da belirtmek elzemdir: Hasta olan bizsek ilacı veren hekime tam itikat etmeli, tavsiyelerine uymaya ve özellikle de önerdiği ilaçları zamanında ve tam kıvamında kullanmaya özen göstermeliyiz.

Evet, başka bir şey mi sandınız varken en hakikisi

Hasta olduğumuzu hissettik, bunu kabullendik ve en önemlisi de tedavi olmaya karar verdik, artık bu durumdan kati ve hızlı bir şekilde kurtulmak istiyoruz; ama hekim kim olacak, derman ne olacak? Cevabımız ne? Bunun için de ayrı bir sıkıntı yaşamaya başlıyoruz galiba! Hadi bilen birisi cevap verse de kurtulsak değil mi? Bunu gerçekten istiyorsak gerçek bir hekime başvurma zamanı geldi demektir. Haydi kolay gelsin bakalım…

Nübüvvet zincirinin son halkası olan güller nebisi “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” hadisiyle, meşru dairenin merkezi olduğunun ve bu merkez kerteriz alınarak beşerin iradesiyle en müthiş bir şemâle ulaşılacağının haberini vermemiş midir? O zaman bizim de bu had dâhilinde yaşam alanımızı oluşturmamız gerektiği anlaşılmıyor mu? O zaman bizim de ümmeti olduğumuz Gül’ün yaşamını kerteriz almamız gerektiği anlaşılmıyor mu?

Sanmayın ki yaradan saklamış dermanı ta derine Biraz anlayış Biraz idrak Cevap iki cihan güneşinde Hem de haykırmış asırlar önce O’nun hekimi Yaradan’dı. Derdi ve her cismi insancığa bir sınanma vesilesi olarak yaratan Yaradan. Dermanı, Eczane-i Hikmetullah’dandı. Dermanı Ayetü’l-Kuran’dı, namazdı. Her ilaç vaktinde hekimin yanındaydı, hiç kaçırmadı. Zaten O ilaçları baş tacı ederdi, pek de severdi… Öyle bir hekim başka yok, öyle bir ilaç başka yok…

Gerek yok sahtesine Sefihaneliktir varken en kıymetlisi Gerek yok çaresizine Ayakları bu en mükemmele istinat eden pergel muhakkak ki en şahane daire oluşturmaya muktedirdir. Günümüz gençliğinin ise gidişatı itibariyle şekli şemali olmayan bir hayat yaşaması ve kalplerinin en zevk dolu anlarda bile acımaktan muzdarip olmasının baş müsebbibi meşru dairenin dışında kalmalarıdır. Ve bu yüzdendir ki hayatları ne kadar da alacalı gözükse de karanlıkta kalmış kalpleri bir nurun ihtiyacını hissetmektedir. Bu nur da âlem-i İslam’ın kerteriz aldığı şahsiyet Muhammed (s. a. v. )’dır.

Sözün özü şudur ki: Dert varsa çaresi de var. Günümüz gençliğinin kendisi farkında olsa da olmasa da ahlaki bir eksen kayması yaşamaktadır. Bunun sorumlusu olarak insan önce şahsını sorumlu tutmalıdır. Ve işe kendinden ve çuvaldızdan başlamalıdır. Kıyamete değin kıyam etmeyi bilmelidir insan. Berrak bir su gibi önünde duran hayatı kendine kılavuz edinmelidir. Ola ki böylece hafakanları dinsin ve kendini bilsin. İncinmiş nazenin kalbi gerçek saadeti yaşama imtiyazına ulaşsın. O’nu gökteki yıldızdan daha parlak yaratan ve bizlere hakkı öğretmesi için gönderen Allah’a hamd-ü senalar olsun. Âmin.

Sözün özü şudur ki: Dert varsa çaresi de var. Günümüz gençliğinin kendisi farkında olsa da olmasa da ahlaki bir eksen kayması yaşamaktadır. Bunun sorumlusu olarak insan önce şahsını sorumlu tutmalıdır. Ve işe kendinden ve çuvaldızdan başlamalıdır. Kıyamete değin kıyam etmeyi bilmelidir insan. Berrak bir su gibi önünde duran hayatı kendine kılavuz edinmelidir. Ola ki böylece hafakanları dinsin ve kendini bilsin. İncinmiş nazenin kalbi gerçek saadeti yaşama imtiyazına ulaşsın.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 EKOPOLİTİK MESELESİ

Esas mesele istihdam

EKOPOLİTİK MESELESİ

Caner KÜRKLÜ

tersi bir durum var. Bu konuda toplum halinde ciddi bir bilince ve devlet Çağımızın tüm ülkeler adına en önemli tarafından da acil bir eğilime ihtiyaç problemi kuşkusuz işsizlik. Özellikle var. bizim gibi nüfusunun yarısı yirmi sekiz yaşın altında ve gelişmekte Bölgesel Asgari Ücret olan ülkeler için. Avrupa yaşlı ve Diğer bir husus ve esas gelmek üretkenliği günden güne azalan istediğim nokta, çok hayati olduğunu nüfusun açmazları içine girerken düşündüğüm bir husus ve bu aslında Türkiye genç nüfusuyla büyük bir sadece işsizliğe bir çözüm değil; avantaja sahiptir. Fakat bu avantaj göç sorunundan tutunda, bölgesel kendi kendine yarar sağlayacak bir şey kalkınmaya, teröre karşı önleyici değil kuşkusuz. İyi eğitim almış, doğru etkisinden tutunda, dış ülkelerle alanlara yönlendirilmiş, kaliteli ve üretim maliyetlerinde rekabet üretken bir genç nüfus bir avantajdır. edebilme açısına kadar çözümde Aksi takdirde bu genç nüfus bir işsizler önemli bir adımdır. Bölgesel asgari yığınına dönerse olumlu bir şeylerden ücret uygulamasından bahsediyorum. bahsetmek mümkün olmaz. Kabaca örnek vermek gerekirse Ülkemizde ciddi boyutlarda seyreden İstanbul’daki yaşam şartları ve işsizliği eleştiren çok, ama somut ve standartlarıyla örneğin Şırnak’taki reel bir önerisi olan birilerini bulmak - yaşam şartlarını bir karşılaştıralım. çoğu konuda olduğu gibi - çok zor. Aynı asgari ücret ne kadar mantıklı? İstanbul’da 600 TL civarı bir parayla İşsizliğin oluşmasında en önemli faktör açlık sınırının altında yaşarken aynı yönlendirmedir. Evet bu anahtar ücret birçok ilimizde yeterli bir kelimeden kaynaklanıyor yüksek geçim standardı, en azından olağan işsizlik oranları ya da çalışanların durumdan daha iyi bir standart %70’ inin işini sevmeyerek yapması. sağlayabilir. Yalnız istihdam oranının yüksek olması önemli değildir üretkenlik ve verimlilik Teknik olarak açıklamak gerekirse için, çalışanların işini sevmesi, ücretler nominal değil reel kendini sürekli geliştirmesi daha da bazda, satın alma gücüne göre önemlidir. Örneğin yönlendirmedeki belirlenmelidir. Doğuda işsizlik öyle yanlışlıkların başlıcası; “herkes dört boyutlardaki insanlarımız 150-200 yıllık bir fakültede üniversitede TL’lik işler için çok ağır şartlarda okumalı” paradoksu. Peki ihtiyaçlar ne gece gündüz çalışmaktalar, kaçak durumda? Bu ülkede büyük oranlarda ve güvencesiz olarak hem de. Son ara eleman ihtiyacı varken neden teşvik paketleriyle özellikle az gelişmiş hala prestiji olmayan, ilgi görmeyen bölgelerimizde çok güzel fırsatlar bir durumda meslek eğitimi veren ve teşvikler var üreticiler için. Ama liseler ve yüksekokullar. Tabi ki bunda bir nokta eksik. Örneğin; Çin’le veya zamanında birilerinin İmam Hatip işgücünün ucuz olduğu yerlerle Liselerinin önünü kapatmak için tüm rekabet etmek istiyorsanız ücretler en meslek liselileri harcamasının da payı önemli husustur. Bölgesel asgari ücret var ama üzerinden yıllar geçti artık. uygulaması ile şayet bölge bölge, il il Şu ölü toprağının atılması gerekmez yaşam standardı endekslerine göre mi? Doğru yönlendirmeyle, gençlerin bir fiyatlandırma yapılırsa her yönden yetenekleri ve ilgilerine göre doğru mantıklı ve etkili bir çözüm olacağı alanlara yönlendirilip nokta atış kanaatindeyim. yapılması gerekiyor. Baktığımız zaman Mevcut teşvikler çok elverişli olsa Avrupa’ya, Türkiye’nin tam tersi bir da ücret noktasında eksik kalıyor. durum var üniversiteler noktasında. Aynı ücreti asgari ödeyecek olduktan Orada mesleki yüksekokullar çok daha sonra genel anlamda üreticiler kıymetli ve ağırlıkta iken bizde tam üretim noktalarını oraya kaydırmak


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

istemiyorlar. Yatırımlarda Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimizin pozitif bir ayrımcılığa gerek duydukları kesin. Bu noktalarda ciddi çalışmalar olduğu da bir gerçek. Gerek bu teşvikler, gerekse hayati bir önem taşıyan ve 2013’te bitmesi planlanan GAP projesi. Fakat bunların üstüne birde bu bölgesel asgari ücret eklenirse varın gelişmeleri siz düşünün.

Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabından iki paragraflık bir alıntı yapmak istiyorum:

Tarih ve coğrafyanın aksine stratejinin değişken unsurları arasında yer alan ekonomik kalkınma, teknolojik ve askeri kapasite gibi unsurlar doğrudan insan unsurunun kalite ve gücüne bağımlıdır. Nitelikli, iyi yetiştirilmiş ve milli strateji ile meşruiyet ilişkisi kurabilmiş insani unsurlar bir Bölgedeki işsizliğin azalması, göçün harabeden muazzam bir ekonomik güç önüne geçecektir. Teröre ciddi bir çıkabilir. Almanya ve Japonya’nın 2. darbe vuracaktır, bölgeler arasındaki Dünya savaşı sonrası gerçekleştirdikleri gelişmişlik farkını azaltacaktır ve top ekonomik atılım, ABD’nin 1929 yekün ülkemizin üretimine ve rekabet ekonomik bunalımını aşarken gücüne katkıda bulunacaktır. İstanbul’a gösterdiği performans insani unsur ile hala akın akın göç geliyor. Artık şehir milli stratejik bütünleşme arasındaki yetmez duruma geldi; bu bir gerçek. ilişkinin en çarpıcı misalleridir. Büyük Bu uygulamanın göç sorununa olumlu ekonomik hammadde potansiyeline etkileri de yadsınamaz bir gerçektir. sahip Ortadoğu ülkelerinin bu potansiyeli bir stratejik güç haline İnsan unsurunun önemi dönüştürememesinin en temel sebebi Gelişme ve kalkınmanın en önemli de sahip olunan insan unsurunun unsuru insandır. Bu bölümde sözü donanımsızlığı ya da donanımlı fazla uzatmadan Dış İşleri Bakanımız insan unsuru ile siyasi sistemin

İşsizliğin oluşmasında en önemli faktör yönlendirmedir. Evet bu anahtar kelimeden kaynaklanıyor yüksek işsizlik oranları ya da çalışanların %70’ inin işini sevmeyerek yapması. Yalnız istihdam oranının yüksek olması önemli değildir üretkenlik ve verimlilik için, çalışanların işini sevmesi, kendini sürekli geliştirmesi daha da önemlidir


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 EKOPOLİTİK MESELESİ

stratejik tercihleri arasında sağlıklı bir meşruiyet bağının kurulamamış olmasıdır.

Türkiye’nin strateji yönelişindeki en ciddi mesele insan unsuru ile ilgilidir. Bir stratejik gücü oluşturan bütün unsurları dinamik bir şekilde yorumlayabilecek, değişen uluslar arası konjonktüre uyumlu hale getirilebilecek, değişik güç unsurları arasındaki koordinasyonu sağlayabilecek kademeli güç stratejileri geliştirebilecek donanımlı ve ufku açık bir insan unsuru olmaksızın bütün bu potansiyellerden kinetik bir enerji çıkarabilmek mümkün olamaz.

Türkiye’nin strateji yönelişindeki en ciddi mesele insan unsuru ile ilgilidir. Türkiye tarih ve coğrafya verileri ve bu verilerin tezahürünü sağlayan kültürel altyapı açısından küresel stratejiler geliştiren birçok ülkeyi bile kıskandıracak bir birikime sahiptir. Ancak bu yeterli değildir. Bir stratejik gücü oluşturan bütün unsurları dinamik bir şekilde yorumlayabilecek, değişen uluslar arası konjonktüre uyumlu hale getirilebilecek, değişik güç unsurları arasındaki koordinasyonu sağlayabilecek kademeli güç stratejileri geliştirebilecek donanımlı ve ufku açık bir insan unsuru olmaksızın bütün bu potansiyellerden kinetik bir enerji çıkarabilmek mümkün olamaz. AR-GE ve Teknolojik Gelişme Ülke olarak son yıllarda yüzde bazında ciddi olarak ilerleme kaydetmiş olsak da eksik olduğumuz en önemli hususlardan biri de teknolojik gelişmelere, Ar-Ge’ye, bilişime yeterli önemin halen verilememiş olmasıdır. Bu noktada öne çıkan büyük eksikliklerden biri üniversitesanayi arasındaki kopukluktur. Bazı özel üniversiteleri ayrı tutarsak genel anlamda üniversiteler piyasadan kopuk durumdadırlar. İhtiyaca göre değil alışkanlıklara göre öğrencileri yetiştirilmektedir. Mezuniyetten sonraki bu iş bulma sıkıntılarının ana nedenlerinden biri de budur. Artık teknoloji, hiç kimsenin, birimin, şirketin, üniversitenin tek başına geliştiremeyeceği kadar disiplinler arası olmuştur. Teknoloji ithal eden toplumdan, teknoloji üreten topluma dönüşümü beraberce başarmalıyız. Sanayinin sorunlarını ve taleplerini “bilimsel dile” çeviren, geliştirilen teknolojiyi “ürüne dönüştüren” ara yüzler oluşturulmalıdır. Üniversitelerle korelasyon, hatta birleşmeler sağlanmalıdır. “Teknopark”ların yapılmasına devlet sanayi işbirliğiyle

katkı sağlanmalıdır. Teknopark İstanbul projesinde olduğu gibi. Firmalarca desteklenen araştırmalar, fakülte danışmanlığı, üniversite lisans haklarının firmalara kiralanması, üniversitelerin girişimin ilk aşamasında sağladığı destekler, Ar-Ge merkezleri, teknopark uygulamaları ve üniversite araştırmalarını desteklemeye yönelik işveren konsorsiyumları yapılmalıdır. Ar-Ge ve teknoloji alanında umut vaat eden bir projenin 2011 yılında hayata geçirilmesi planlanmaktadır. Sabiha Gökçen Havaalanı yakınlarında kurulan İstanbul Teknopark’tan bahsediyorum. 30.000 civarı istihdam, 10 milyar dolara yakın katma değer üretilmesi planlanan bu tesis umarız başarılı olur ve bu tarz tesisler çalışmalar hızla devam eder. Bilişim noktasında da bu alanın halen Ulaştırma Bakanlığına bağlı olması, gerekli spesifik çalışmaların yapılamaması, e-devlet projesinin yeterince hayata geçirilememesi bir eksiklik doğurmaktadır. Bu noktada da ilerlemeler kaydedilmesi zaruridir. Yine kalkınma ve gelişme perspektifinden devam ederek, önem arz eden bazı konulara kısa başlıklar halinde değinmek istiyorum. Her biri ayrı ayrı geniş konular olduğu için detaylı olarak diğer yazılarımızda değiniriz inşallah. Kalkınma yolunda diğer önemli unsurlar Girişimcilik bu çok önemli başlıklardan ilki. Herkes doktor, mühendis, öğretmen olmak durumunda değil. Böyle bir ihtiyaçta yok. Ama yenilikçi, dürüst, başarılı, üretken girişimcilere ülkemizin çok ihtiyacı var. Gençler olarak bizlerin fırsatları ve teşvikleri iyi kovalamamız gerekmekte, ayrıca devlet açısından bakıldığında da bu teşviklerin artırılması, bürokratik ve vergi engellerinin azaltılması yönünde çalışma yapması gerekmektedir. Diğer başlıkları da tek bir paragrafta toplayıp kısaca değinerek yazıyı


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

bitirmek istiyorum. Ülkemizin ekonomik anlamda önemli problemlerinden kayıt dışılığın halen çözülememesi kalkınmada ciddi bir engel teşkil etmekte. Ayrıca “yastık altı” diye tabir ettiğimiz; insanların para, altın vb. servetlerini kendilerinde tutmaları, bu tasarrufların yatırım yapmak isteyenlerle buluşmasına engel olup, üretime katılmadan atıl kalmasına neden olmaktadır. Türkiye’de yastık altındaki altın miktarını bir araştırmanızı rica ediyorum. Milyarlarca dolarla ifade edilen bu değerler üretime katılsa olabilecek gelişmeleri düşünelim. Diğer bir husus ise katma değeri yüksek üretim yapma zaruriyetimiz. Üreticilerimiz haklı olarak Çin başta olmak üzere üretim maliyeti düşük ülkelerle rekabet edemediklerinden yakınıyorlar. Bu noktada girişimcilerimizin, iş adamlarımızın katma değeri yüksek üretime yönelmeleri hem kendileri açısından ve dolayısıyla ülkemiz açısından faydalı olacaktır. Kalkınma ve gelişme yolunda ekonomik bağlamda bu hususların yanında, politik istikrar, sivil demokratik bir anayasa, uluslararası arenadaki sorumluluklarımız ve Türkiye’den beklenenler önemli başlıklardır. Bu konulara sonraki yazılarımızda değinmeye çalışacağız. Ülkeleri bir yerlere getiren şey esasen vizyondur, hedeflerdir. 2013, 2023 ve 2053 vizyonu sağlam belirlenip artık büyük düşünülmelidir. Ülkemizin on altı ayda bir hükümet değişen bir yönetim şekline değil, istikbalinin köklerinde olduğuna inanan, Türkiye’yi yeniden layık olduğu yerlere taşıyıp marka haline getirecek, ileri görüşlü, bireysel hak ve özgürlükleri sağlayan bir yönetime ihtiyaç var. Bu yönde umut da var. Bu vesileyle siyasi istikrarın, sivil özgürlükçü anayasanın önemini bir kez daha vurgulamak istiyorum. Ekonomi her şeyi etkileyen ve her şeyden etkilenen bir alan olduğu için olayları çok boyutlu düşünmek gerekiyor.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 BUKALEMUN SİYASETİ

BUKALEMUN SİYASETİ

Üzerinde bulunduğu cismin rengine bürünebilmek, onun bir parçasıymış gibi kendini gösterebilmek ne kadar da güzel ve farklı bir özellik. Bu bahsettiklerimiz bir bukalemun için ne kadar da sıradan, bir o kadar da hayatının devamlılığı, düşmanlarından uzak durabilmek için elzem bir yaradılış özelliği. Zor durumda kaldığında, hayatı tehlikeye girdiğinde tutunmuş olduğu ağacın rengine bürünerek kendini koruması… Muhakkak ki diğer hayvanlar gibi bukalemunda bu özelliğini kendi çabasıyla edinmiş değil! Sadece kendisine bahşedilen nimetle karşı cins ve türlere karşı doğal döngü dairesinde - yaşam piramidindebilinçsiz ve bilgisizce içgüdüsel yaşamakta, elindeki nimetle hayatını kaygı duymadan idame ettirmektedir. İnsanoğlu da yaratılmışların en şahanesi olarak kendisine bahşedilen irade ve bilgi sahibi olabilme yetisiyle doğuştan özelliği olmadığı kudretleri bile taklit edebilme yeteneğine sahiptir. Yani yaratıcı insanın çıtasını yüksek tutmuş; ama bilgi ve yetenek alt ve üst sınırını bir nebzede olsa biz insanlara bırakmıştır. Biz de çıtanın bizim için ayrılan kısmında bizden aşağı yaratılmışlardan bile taklitle beğendiğimiz özellikleri kendimizde toplamışız. Bu durum o kadar da yükseklere varmış durumda ki belki de bunun farkında bile değiliz. Şöyle ki:

Recep SEYYAR

İnsanın rol yapma ihtiyacı en başta ikili ilişkilerde başlar. Hatta bazılarımız bu durumu o kadar da abartmış durumda ki aynalara bakarak bile kendini kandırmaktan hoşlanır duruma gelmiş. Konuşmak için bir kişi bulduğumuzda genelde kişiyi tanımıyorsak onu etkilemek için halden hale gireriz. Tanıdıklarımız için de bu gerçek böyledir aslında. Onları da etkilemek için onlar nasıl davranırsa bizde aynı şekilde davranmaya çalışırız. Burada belirtmek isterim ki bahsettiğim, esnek kişilik karakteri değildir. Mevzu bahis kişiliksiz, herhangi bir kimliği ve tipi olmayan insanların hal ve hareketleridir. İkili ilişkilerde başlayan

menfi bu durum hoşumuza gittikçe dozajını arttırarak yola tam sürat devam deriz! Ve sonuçta ailemizin hal ve hareketleri de aynı duruma girer. Komşuluk ilişkilerimizde kandırmacalar devam eder. Evin hanımı oğlunun işiyle, kocasının maaşıyla başlar, varsa altın günleri ya da batı âdeti olan konken partilerinde ayyuka çıkar. Masa etrafındakilerin hepsi sanki ayrı ayrı birer bukalemundur. Altta kalmamak için renklerini değiştirmekten hiç çekinmezler. Mikro ölçekten; kişinin ikili ilişkilerinden, ailesel tutumlardan makro ölçeğe geçerken de durum böyledir. Fert olarak neysek toplum olarak da öyleyiz. Bu durum toplumun yönetimine talip siyasi oluşumlarda da böyledir. Herhangi bir A partisi kurulurken nutuklarında söylemlerinde ne kadar nazenin davransalar hitap etseler de iktidar yönetimi olduklarında çok daha farklı davranırlar. Nutuklarında hep pembe tonajda bir resim sergileseler de fırçayı eline alan her ne hikmetse siyah çalmaya bayılır. Hep pembe tüllenmiş umutlara kara kara perdeler çekmekten fevkalade zevk alırlar. Muhalefet kanadında da durum pek farklı değildir. Bukalemunculuk ha babam devamdır. Tarihsel siyasetlerinin değişen dünya düzleminde prim yapmadığını görünce farklı taktik, stratejiler dener, olmadı kendisiyle, devrimiyle hiç uyuşmayan yaklaşımlara yürür. Kendini, rengini unutur, bukalemun korkusuyla bilinçsizce farklı şekillere bürünme ihtiyacı duyar. Aslında bu konuyu “su siyaseti “ deyimiyle dillendirmek daha uygun olabilirdi; ama suyun rengi bellidir: Renksizlik! Ama bu oluşumların ne şekli ne de şemali bellidir. Bu tarz partilerin veya oluşumların halleri tam olarak bukalemun hesabıdır. Ama bu konuda ayarı kaçırdıkları kanaatindeyim. İstedikleri zaman istedikleri boya küpüne dalmaktalar. Alaca renkleriyle milleti kandıracaklarını sanmaktalar. Sanki bu millet küllen renk körü


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

de yaptıklarının –çocuk gibi boya kalemleriyle oynadıklarının- farkında değil!

bukalemun gibi ya da korkak bir deve kuşu gibi davranmamıza gerek kalmayacak.

Üzülerek söylüyorum ki; bu durum dünya siyasetine de tesir etmiş durumda. Uluslararası arenada en büyüklerin elinde en büyük fırça, durum neyi gösterirse bir kaplumbağa

Ve hatırlatmadan geçemeyeceğim: Bukalemun her ne kadar da renkten renge girse de zor durumda kalmasındandır, hayatını devam ettirebilmek içindir. Ve unutmamalıyız

misali sırtlarına vurdukları kabuk tutmuş vicdanlarını usul neyi emrediyorsa ona boyamaktalar. Kimi zaman bu rengin ismi barış olur, açlık olur, küresel kriz olur kimi zaman da sera etkisi, ozon tabakası, sars virüsü, kuş gribi, k. k. k. a. olur. Amaçlara ulaşmak için edinilen, takınılan isim hiç de önemli değildir. Onlar göre amaca ulaşmak için her şey mubahtır her yol yasaldır. İnsanlık, ahlak etik ikinci plana atılacak kadar bile değerli değildir! Onlar Machiavelli’den çok Makyavelizmcidirler. Peki, sizlere soruyorum şimdi: Bu olanların farkında mıyız? Ve biz bukalemun muyuz ki tutunduğumuz her dalın rengine bürünelim? Biraz doğal olursak ve kendi argümanlarımıza, teçhizatımıza güvenebilirsek inanıyorum ki

ki bukalemun, derisinin rengini değiştirse de ruhu ve kanı her zaman aynıdır; ama insanoğlu bir hayvancağızı taklit edeyim derken, ona özeneyim derken değiştiremediği bedeni yerine ruhunu değiştirme eğilimindedir. Ve belki zorlasa kanının rengini kırmızıdan siyaha çevirebilmekte! Ama bunların hepsini kendinden bihaber yapmaktadır. Son olarak; insanoğlu kendi içsel dinamiklerinden başlayarak tüm âlem içinde oynadığı bu taklit etme oyunun kurallarını ya unutmuş ya da işine gelmediği için kural yokmuş gibi davranmakta. Aslında bize düşen taklit; ama takdire şayan taklit yapmak. Yani işimizi kolaylaştıracak doğal süreçleri insan iradesiyle harmanlayarak yaşanılası hayat kapılarını ardına kadar açmaktır.

Fert olarak neysek toplum olarak da öyleyiz. Bu durum toplumun yönetimine talip siyasi oluşumlarda da böyledir. Herhangi bir A partisi kurulurken nutuklarında söylemlerinde ne kadar nazenin davransalar hitap etseler de iktidar yönetimi olduklarında çok daha farklı davranırlar. Nutuklarında hep pembe tonajda bir resim sergileseler de fırçayı eline alan her ne hikmetse siyah çalmaya bayılır. Hep pembe tüllenmiş umutlara kara kara perdeler çekmekten fevkalade zevk alırlar. Muhalefet kanadında da durum pek farklı değildir.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 ENERJİ SATRANCINDA NABUCCO HAMLESİ

ENERJİ SATRANCINDA NABUCCO HAMLESİ

TBMM genel kurulunda 14 ret oyuna karşı 229 oyla kabul edilen Nabucco Doğalgaz Boru Hattı Projesi tüm Avrupa’nın ve ABD’nin gözünün üzerinde olduğu bir proje olmakla birlikte Rusya ve İran gibi ülkelerde projeyi yakından takip etmektedir. Yüzyılın enerji projesi olarak Avrupa ülkelerinde ABD’de lanse edilen Nabucco Projesi’nin Rusya’ya ve projelerine rakip olduğunu ve Rusya’nın böyle bir projeye engel olmamasının mümkün olmadığını hatta bir adım ileri gidip Nabucco Projesi’nin gerçekleşemeyeceği haberlerine yerel ve ulusal haber sitelerinde sık sık rastlıyoruz. Peki, Nabucco Projesi gerçekleşmesi mümkün olmayan bir proje mi? Spekülatif haberleri ir kenara bırakıp gelin buna kendimiz karar verelim. Nabucco Projesi, 2002 yılında BOTAŞ tarafından başlatılan bir projedir. Türkiye’den çıkıp Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve Avusturya güzergâhında yapımı düşünülen projeye katılan şirketler BOTAŞ (Türkiye), BULGARGAZ (Bulgaristan), TRANSGAZ (Romanya), MOL (Macaristan) ve OMW (Avusturya) şirketleri eşit hisselerle projeye ortak olmuşlardır. 2008 yılında altıncı ortak olarak Almanya’dan RWE şirketi

Erhan KOYUNCU

katıldı. Fransa’da projeye dâhil olmak istemiş fakat siyasi nedenlerden dolayı Türkiye tarafından reddedilmiştir. Projenin 2010 yılında başlaması ve 2014 yılında bitmesi planlanıyor. İlk yıllarında 5-12 milyar m3 taşıma yapacak olan hat yeterli gaz sağladığı takdirde 2020’de taşıyacağı gazın 2530 milyar m3 olacağı tahmin ediliyor. Hat Erzurum’da Türkiye-İran doğalgaz hattı ile birleşerek yine yapımı düşünülen Trans-Kafkas gaz hattına bağlanacaktır. Hattın yaklaşık üçte ikisinin Türkiye’den geçiyor olması vergi anlamında Türkiye’ye büyük kaynak sağlamaktadır. Bunun yıllık yaklaşık 400 milyon avro olacağı söylenmektedir. Hattın inşa aşamasında ise Türkiye’de 4,5 milyar avroluk yatırım yapılacağı söylenmektedir. Bu yatırımla beraber binlerce kişiye de istihdam sağlanmış olacaktır. Hattın toplam maliyetinin yaklaşık olarak 8 milyar avro olacağı ve bu projeye AB’den de 200 milyon avroluk destek geleceği söylenmiştir. AB’nin projeye destek vermesinin altında tabi ki Rusya’ya olan bağımlılığı azaltılması yatmaktadır. Rusya ve


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

Ukrayna arasında yaşanan küçük bir anlaşmazlık Avrupa’ya aktarılan gazın %80’inin kesilmesine neden oluyor. Bu da AB’nin Nabucco’yu neden bu kadar önemsediğini açıklamaya yetiyor.

gibi yüksek fiyat vererek Nabucco hattına enerji satrancında büyük hamlelerinden birini daha yapmıştır.

Azerbaycan tarafından devlet petrol şirketi SOCAR’ın başkanı Abdullayev Nabucco: Hayal ve Gerçek Arasındaki hem Rusya’ya hem de Nabucco’ya İnce Çizgi verecek kadar gaz olduğunu açıklamışsa da Azerbaycan’ın Rusya’ya Nabucco projesi görüşmelerin verdiği gaz miktarı ve iç pazardaki başladığı 2002 yılından bu yana tüketim göz önüne alındığında Azeri gerçekleşip gerçekleşmeyeceği gazının Nabucco’nun gaz ihtiyacının tartışılan bir proje olmakla beraber dörtte birine yakın bir kısmını 13 Temmuz 2009’da hükümetlerin karşılayabilecek durumda olması proje anlaşmayı imzalaması dahi bu ile ilgili soru işaretlerinin bitmesine tartışmalara son noktayı koyamamıştır. engel olamamıştır. Anlaşmanın tarafları, AB ve ABD’nin projeye güvenlerini her fırsatta dile Türkmenistan ise projeye gaz tedarik getirmelerine karşın Rus ve İran etmesi düşünülen ülkelerden biri devlet adamları projenin hayali bir fakat Türkmenistan’ın yılda 10 proje olduğu yönünde açıklamalar milyar metreküp gaz tedarik edeceği yapmışlardır . düşünülse de Türkmen gazını almak için Trans-Hazar ile ilgili sorunların Moskova bu projeye yönelik çözülmesi gerekiyor. Trans-Hazar soğukkanlı ve alaycı ifadelerle hattı Hazar’ın altından geçeceği tedarik ve kredi noktasında sıkıntı öngörülen bir proje. Bu projeye statü yaşayacağından dolayı gerçekleşmesi sorunundan dolayı Rusya ve İran karşı mümkün görünmeyen bir proje olarak çıkmakta ve Hazar Denizine kıyısı olan değerlendirmelerde bulunmuştur. ülkelerin onayının alınması gerektiğini Tahran yönetimi ise İran gazı olmadan vurgulamamışlardır. projenin gerçekleşemeyeceğini dile Tedarik noktasında daha sonra projeye getirmiştir. katılması beklenen Irak’ta da durum Tabi ki Rusya doğrudan olmasa iç açıcı değil. 7-8 milyar metreküp gaz da dolaylı yoldan projeyi çıkmaza vermesi beklenen Irak önceliğini iç sürüklemek için Hazar Havzası tüketime verdiğini söylemektedir. Her çevresindeki ülkelerle ilişkilerini şeyden önce Irak’ta siyasi sorunlarında yoğunlaştırmıştır. Tedarik noktasında çözüme kavuşması gerekmektedir. adı geçen Azerbaycan, Özbekistan ve Nabucco Projesinde Türkiye’nin Türkmenistan ile birbirine benzeyen Konumu gaz alım anlaşmaları yaparak Nabucco projesinin tedarik anlamında sıkıntı Türkiye eneji koridorları üzerindeki yaşayacağının sinyallerini de vermiş transit ülke olma özelliğini tekrar oldu. ortaya koydu. Hattın yaklaşık 2000 kilometrelik kısmının Türkiye’den Rusya Azerbaycan ile 1000 geçecek olması projede Türkiye’ye ayrı metreküpüne 350 dolar gibi rekor fiyat bir önem katmaktadır. vererek gaz alım anlaşması yapmış ve Nabucco’ya gaz tedarik edilmesi Jeopolitik konumu itibariyle planlanan Şah Deniz 2 yatağından çevresinde enerji kaynaklarını çıkaracağı gazı satın alan GAZPROM’un barındıran ülkeler olması sebebiyle Nabucco ile ilgili endişeleri artırmıştır. Türkiye doğalgaz projelerinde kilit ülke olmuştur. Transit ülke konumundaki Özbekistan ve Türkmenistan ile Türkiye Nabucco projesinde öneminin de anlaşmalar yapan Rusya bu farkında olduğu sürece büyük devletlerden alacağı gazada 300 dolar kazanımlar elde edebilir.

Nabucco kozunu iyi kullanıp kullanmadığı tartışılan Türkiye imzalar atılmadan gazın Türkiye’nin alacağı kısmının %15’lik indirimle alması yönünde talepte bulunmuş fakat anlaşma öncesi imzalanmama riskinin doğmasından dolayı Türkiye tarafı bu talebinden vazgeçmiştir. Türkiye, Nabucco kozunu şu ana kadar ki süreçte çok iyi kullanamasa da artık uluslar arası enerji satrancında hamle yapar hale gelmiştir ve geçmişteki enerji politikalarındaki etkinsizlikten eser kalmamıştır. Ve Türkiye enerji sahaları için kanların döküldüğü ve döküleceği 21. yüzyılda (ABD’nin Irak’ı işgali gibi) izleyeceği politikalarla, jeopolitik önemin verdiği cesaretle daha sağlam adımlar atacaktır.

Nabucco Projesi, 2002 yılında BOTAŞ tarafından başlatılan bir projedir. Türkiye’den çıkıp Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve Avusturya güzergâhında yapımı düşünülen projeye katılan şirketler BOTAŞ (Türkiye), BULGARGAZ (Bulgaristan), TRANSGAZ (Romanya), MOL (Macaristan) ve OMW (Avusturya) şirketleri eşit hisselerle projeye ortak olmuşlardır. 2008 yılında altıncı ortak olarak Almanya’dan RWE şirketi katıldı. Fransa’da projeye dâhil olmak istemiş fakat siyasi nedenlerden dolayı Türkiye tarafından reddedilmiştir.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 IMF ve TÜRKİYE

IMF VE TÜRKİYE

Tecrübeler insanı pişirir, ama bu tecrübe bizi yarım asırdır yakıyor. Anlaşılmazlar içinde yaşayan, karmaşa ülkesi olduğumuz birçok kötü tecrübe ile ortaya çıkıyor. Kimileri için umut kapısı haline gelen bir dönem vazgeçilmezimiz olan Uluslararası Para Fonu(IMF) şimdi ne oldu da kötü kurum oldu. Sıkıştığında kapısına koştuğun, her batmakta olan gemiyi derin suların içinde tamire kalkan bir kurumun nasıl olur da bugün en büyük “ekonomik tehdit” unsuru olduğunu anlayamıyorum. IMF’nin kuruluş amacı ana sözleşmesinde, “Uluslararası parasal işbirliğinin geliştirilmesini sağlamak, uluslararası ticaretin dengeli bir şekilde gelişmesine yardımcı olmak, çok taraflı ödemeler sisteminin kurulmasına destek olmak, ödemeler dengesi sıkıntısı çeken üye ülkelere gerekli geri dönüş önlemlerini almak kaydıyla yeteri kadar maddi destekte bulunmak, üye ülkelerin ödemeler dengesi sorunlarının derecesini ve süresini düşürmek” şeklinde belirlenmiştir. (http://www. imf. org/ ) Ülkenizi batırın da biz gelelim dememektedir. Kimi zaman kriz faturasını kesen bir kasiyer, kimi zaman iyi bir denetmen, kimi zaman harçlık vermeyen huysuz adam olan IMF hep algıda seçiciliğin kurbanı oluyor. Peki, IMF ne diye kuruldu?

İlhami Giray ŞAHİN

İkinci Dünya Savaşı sonrası gelişmekte olan ülkeler ekonomik kalkınmalarını sağlayabilmek ve ödemeler bilânçosu dengesizliklerini giderebilmek için finansman arayışına girmiş, ülkelerin ekonomik sorunlarına çözüm getirebilmek için kurulmuştur. IMF’ye üye ülkeler, IMF kaynaklı istikrar programlarını uygulayabilmek için IMF ile anlaşma yapmaları gerekmektedir. Bu anlaşma sonunda para, maliye ve kur politikaları yoluyla kamu açıklarının büyük oranda azaltılması ve ödemeler bilânçosu dengesinin sağlanması hedeflenir.

Türkiye, 1947 yılında IMF’ye üye olarak ekonomik istikrarsızlık dönemlerinde, IMF destekli istikrar politikaları uygulamaya başlamıştır. Türkiye’nin 1958 yılındaki girişimini yok sayarsak, günümüze kadar toplam 19 stand-by anlaşması gerçekleştirilmiştir. ABD’nin New Hampshire eyaletinin Bretton Woods kentinde 1-22 Temmuz 1944 tarihleri arasında Birleşmiş Milletler Para ve Finans konferansı düzenlendi. Türkiye dâhil 44 ülkenin katıldığı Bretton Woods Konferansı sonucunda, savaştan sonraki uluslararası para sisteminin esasları kabul edildi ve bir anlaşma imzalandı. Böylece, Bretton Woods Anlaşması ile dünya çapında iki büyük ve önemli mali kuruluş olan Dünya Bankası ile Uluslararası Para Fonu oluşturulmuş oluyor. IMF, 27 Aralık 1945 tarihinde resmen faaliyete başlayan bir uluslararası ekonomik örgüt oluveriyor. Biraz tesadüfler, biraz ihtiyaçlar belirliyor gelişimi ve birlikteliği. Çok da hayret etmemek lazım, işin ucunda ekonomik çıkarlar olunca çıkan savaşlar, yine ekonomik çıkarların tetiklemesiyle birlikteliklere bununla beraber bu yüzyılın en önemli fonunu oluşturacak çıkar birliğine dönüşüveriyor. O dönem Bretton Woods Konferansına katılan 44 ülkeden 30’u, 30 Aralık 1945 tarihinden önce IMF üyeliğini kabul etmişken, bugün üye ülke sayısı 186 oluyor. IMF’nin üye ülkelere yönelik olarak izlediği finansal politikalar 4 grupta toplanır; • Acil durum destek politikaları, • Kredi dilimi politikaları, • Borç ve borç servisi düşürme politikaları, • Rezerv dilimi politikaları. Rezerv Dilimi Politikası; Ödemeler dengesi sorunlarıyla karşılaşan üye ülkelerin, IMF’deki kotalarının çevrilgen paralarla ödenmiş kısmını derhal ve hiç bir koşula bağlı olmaksızın kullanabilmeleridir.


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

Kredi Dilimi Politikası; IMF’nin üye ülkelerin karşılaştığı daha uzun süreli sıkıntıları gidermek üzere izlediği politikalardır. Bu politikalar başlıca; Stand-by düzenlemesi, Genişletilmiş fon kolaylığı, Ek rezerv imkânı, Kredi hattı, Telafi Edici Finansman Kolaylığı’dır.

maksimum limiti üye ülke kotasının yüzde yüzüdür. Genişletilmiş Fon Kolaylığı (EFF): Makro ekonomik ya da yapısal sorunlardan kaynaklanan ve daha uzun süreli ödemeler dengesi sorunlarının çözümü için hazırlanan orta vadeli programları desteklemek için biçimlendirilmiş üç yıllık bir

Kimi zaman kriz faturasını kesen bir kasiyer, kimi zaman iyi bir denetmen, kimi zaman harçlık vermeyen huysuz adam olan IMF hep algıda seçiciliğin kurbanı oluyor.

Stand-by Düzenlemesi (SBA): Üye ülkedeki kısa süreli ödemeler dengesi sorunlarının çözümü için öngörülen bir destektir. 1-2 yıl arasında ve genellikle 3 ayda bir taksitler halinde verilerek kullandırılır. Her bir taksit serbest bırakılmadan önce düzenlemede öngörülen performans kriterlerinin yerine getirilip getirilmediği incelenir. Geri ödemeler en çok 5 yıl içinde yapılır. Stand-by düzenlemesinin

imkândır. Stand-by düzenlemesinde olduğu gibi bunda da performans kriterlerine bağlı taksitlendirme söz konusudur. Geri ödemeler 4 -7 yıl içinde yapılır. Bu kolaylığın geri ödemesinin 10 yıla kadar uzatılması söz konusu olabilir. Genişletilmiş Fon Kolaylığı’nın maksimum miktarı üye ülke kotasının yüzde 300’üdür. Ek Rezerv İmkanı (SRF): Piyasalarda ortaya çıkan ani bir güven kaybının

Türkiye, 1947 yılında IMF’ye üye olarak ekonomik istikrarsızlık dönemlerinde, IMF destekli istikrar politikaları uygulamaya başlamıştır. Türkiye’nin 1958 yılındaki girişimini yok sayarsak, günümüze kadar toplam 19 stand-by anlaşması gerçekleştirilmiştir.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 IMF ve TÜRKİYE

4 Ağustos 1958 kararları Türkiye’de para mal ve emek piyasalarının eksik işlediği sermaye piyasasının olmadığı ve devlet müdahalesinin yoğun olduğu bir ortamda yürürlüğe konmuştur ve söz konusu kararlar IMF’nin Ortodoks kökenli para ve maliye politikalarını içeren bir istikrar programı yapısına sahiptir. 1960 Ödemeler bilançosu dengesizliği, döviz rezervlerindeki azalma ve ülkenin dışa bağımlılığının artması sonucunda kalkınma planları ile istikrar arayışı içersine girildi. Türkiye’nin 1958 yılında ki stand-by düzenlemesi göz ardı edilirse, IMF ile ilişkilere başlaması ile birlikte ilk stand-by anlaşması da 1 Ocak 1961tarihinde gerçekleştirildi. Bir yıl süren bu ilk stand-by anlaşması 31 Aralık 1961’de sona erdi. Türkiye’nin AB ile ili ş kilerinin başlaması da IMF ile stand-by düzenlemelerinin başladığı döneme rastlamıştır.

yarattığı geniş kapsamlı ve kısa dönemli dış finansman sorunlarının neden olabileceği ödemeler dengesi sorunlarını önlemekte kullanılan bir imkandır. Bu imkân Asya krizinden sonra yaratılmıştır. Maksimum geri ödeme süresi 2, 5 yıldır. Bu destek türü de yüzde 3 - 5 arasında bir ek faiz yükü taşır. Kredi Hattı (CCL):Krize maruz kalmış üye ülkeler için kullanılabilecek bir imkândır. Kredi Hattı’nın maksimum tutarı üye ülke kotasının yüzde 300 ile 500’ü arasındadır. Telafi Edici Finansman Kolaylığı (CFF): Dünya piyasalarında ortaya çıkan fiyat değişimleri nedeniyle ihracat gelirlerinde ani düşüşler yasayan ya da ithal maliyetleri aniden yükselen ülkelere destek olmak için uygulanan bir kolaylıktır. Acil Durum Destek Politikası, IMF’nin, üye ülkelerinin karşılaştığı acil durumlarda kullandırdığı imkan, Acil Yardım (Emergency Assistance) dır . Doğal afetlere maruz kalmış ülkelere yapılan

bir destektir. Üye ülke kotasının yüzde 25’iyle sınırlı olmakla birlikte istisnai olarak bu tutar kotanın yüzde 50’sine çıkarılabilir. Bu kolaylığa IMF basit faiz oranı uygular, ek faiz uygulamaz. Geri ödemesinin de 5 yıl içinde yapılması gerekir. Borç ve Borç Servisi Düşürme Politikası, IMF’nin fakir ve yüksek borçlu üye ülkelere borç ve borç servisi düşürme politikaları çerçevesinde kullandırdığı imkan, Fakirliği Azaltma ve Büyüme Kolaylığı (PRGF) dır . Düşük gelirli üye ülkeler için uygulanan PRGF imtiyazlı bir destektir. 5, 5-10 yılda geri ödenmesi gereken bu kolaylığa binde 5 faiz uygulanır. Türkiye - IMF Penceresinden. 1946 devalüasyonu, Türkiye’yi dünya ekonomisine bütünleşmeye yönelik küreselleşme hevesiyle birlikte uygulamaya konuldu ve dış yardım arayışına başlandı. Sonunda Türkiye IMF, Dünya Bankası ve Avrupa İktisadi İşbirliği Örgütleri’ne 1947 yılında üye olarak uluslararası entegrasyon


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

ile bağlantılarını güçlendirdi. Devalüasyonun gerçekleştirilmesinin önemli nedenlerinden biri o yıllarda IMF’na girildiği takdirde kur ayarlaması yetkisinin sınırlanacak olmasıydı. IMF o yıllarda ülkelerin tek başlarına %10’un üzerinde kur ayarlaması yapmalarını izne bağlıyordu. Bu sebeple birinci kur ayarlaması büyük tartışmalara konu oldu. Bu gelişmeler doğrultusunda Türkiye ekonomisinde gözlenen ithalat artışları toplam üretimdeki düşüşler Türkiye’nin IMF destekli 4 Ağustos 1958 istikrar önlemlerini almasını gerektirdi.

niyet mektupları hazırlanarak yeni bir stand-by düzenlemesine gidildi.

1970’ten, 1978’e kadar IMF’na sekiz yıl ara veren ve bu süre içinde stand-by anlaşması yapmayan Türkiye, 1978 yılından, 1980 yılına kadar, IMF ile yeniden birer yıllık stand-by anlaşmaları gerçekleştirdi. 1973 yılında petrol krizi, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nın bütçeye getirdiği yük 1978 ve 1979’da yeni istikrar programının yürürlüğe konmasına ve yeni stand-by anlaşmalarını gündeme getirmiştir. Yapılan Standby anlaşmaları sonucunda uygulanan 4 Ağustos 1958 kararları Türkiye’de istikrar programına karşın Türkiye para mal ve emek piyasalarının eksik beklediğinin çok altında dış krediye işlediği sermaye piyasasının olmadığı kavuştu. Kredi girişlerinde görülen ve devlet müdahalesinin yoğun olduğu aksaklık nedeniyle de uygulanan bir ortamda yürürlüğe konmuştur ve politikalar başarıya ulaşamadı. söz konusu kararlar IMF’nin Ortodoks 1970’lerin sonuna doğru uygulanan kökenli para ve maliye politikalarını istikrar politikaları sonucunda TL’nin içeren bir istikrar programı yapısına büyük oranda değer kaybına uğradığı sahiptir. 1960 Ödemeler bilançosu gözlenmektedir. dengesizliği, döviz rezervlerindeki Ayrıca ödemeler bilançosunda azalma ve ülkenin dışa bağımlılığının beklenen iyileşme sağlanamazken, artması sonucunda kalkınma planları devalüasyonlar da ithalatın ile istikrar arayışı içersine girildi. gerilemesine ihracatın ise artmasına Türkiye’nin 1958 yılında ki stand-by yardımcı olamamıştır. Ekonomik düzenlemesi göz ardı edilirse, IMF büyümenin gerilemesinin yanı sıra, ile ilişkilere başlaması ile birlikte enflasyon yükselmiştir. Sonuçta içinde ilk stand-by anlaşması da 1 Ocak bulunulan durumdan kurtulmak için 1961tarihinde gerçekleştirildi. Bir yıl yine IMF önerilerine bağlı kalınarak süren bu ilk stand-by anlaşması 31 yeni bir program hazırlanmıştır. Bu Aralık 1961’de sona erdi. Türkiye’nin programda 24 Ocak 1980 istikrar AB ile ili ş kilerinin başlaması da programıdır. Türkiye, 18 Haziran 1980 IMF ile stand-by düzenlemelerinin tarihinde ilk kez, IMF ile en uzun başladığı döneme rastlamıştır. 30 Mart stand-by anlaşmasını gerçekleştirdi 1962’de IMF ile yeni bir düzenlemeye ve bu anlaşma 17 Haziran 1983’te giden Türkiye’nin bu anlaşması bir sona erdi. 1983 yılında yeni bir yıldan daha az sürdü ve 31 Aralık stand-by düzenlemesine giden 1962’de bitti. 15 Şubat 1963’te üçüncü Türkiye’nin anlaşma süresi bir yıl stand-by anlaşması yaklaşık dokuz ay sürdü. Bu dönemde ülkede kontrol sürdü. Dördüncü stand-by anlaşması altına alınamayan enflasyon ve ise 15 Şubat 1964 tarihinde başlarken, gelir dağılımı eşitsizliği gözlendi. bu anlaşma da 31 Aralık 1964’de bitti. 1980 yılından sonra uygulanan yeni Türkiye, 1961 yılından, 1970 yılına istikrar politikası küreselleşmenin de kadar her yıl, IMF ile bir stand-by etkisiyle kamu kesiminin ekonomi gerçekleştirdi. Anlaşmalar genellikle içindeki payını küçültmeye eğimli bir yıl dolmadan sona erdi. Bu ilk bir anlayış benimsemiştir. Ancak bu Stand-by anlaşmasından 1970 yılına anlayışın ülkede kuramsal hukuksal kadar Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu ve ekonomik temeli olmadığından kredinin sağlanabilmesi için her yıl 24 Ocak Programı ülkede önemli

toplumsal ve ekonomik sorunlara yol açmıştır. Türkiye, 1984 yılından 1994 yılına kadar IMF ile stand-by düzenlemesine gitmedi. 8 Temmuz 1994’te yapılan stand-by ise 26 Eylül 1995’te sona erdi. Dört yıllık aradan sonra 1999-2002 döneminde 17. stand-by düzenlemesi gerçekleştirildi Türkiye. 18 Aralık 2000 tarihinde likidite dar boğazından doğan kriz sonrasında, gelirler, harcamalar, para piyasaları ile özelleştirme dahil yapısal reformlara iliksin yeni önlemlerin yer aldığı IMF ile kendisini çok fazla bağlayıcı yeni bir niyet mektubu vererek anlaşmak zorunda kalmıştır. (Parasız, 2002)18. Standby düzenlemesine 4 Şubat 2002’de başladı. 18. Stand-by anlaşmasının, 4 Şubat 2005 de sona ereceği tarihten önce Ocak 2005’te 19. stand-by düzenlemesine gitti. 11 Mayıs 2005 de 10 Mayıs 2008’de sona eren 19. Standby düzenlemesi gerçekleştirildi. IMF - Türkiye Stand By Anlaşmaları Kaynak: Hazine Müsteşarlığı Biraz IMF’yi anlatıp çabuk unutulanlardan olmaması önemli yaşananların. Sonunda “IMF’ye muhtaç bir ülke görünümünden kurtulduk” diyebiliyoruz. Ayakta durabilmek için, yardımsız yürüyebilmek için vücudun tüm organları sağlıklı olmalı. Öyle ya da böyle vücut sağlığını yitirirse, insan aksıyor, düşüyor, yatıyor. Hayatta üç şeyi yönetemeyen başarılı olamıyor: • İnsan, • Bilgi, • Para. Sağlığımıza kavuşmaya başladık. Artık yarınlara umutla bakacağız. Bu bir milattır. IMF’siz yani ilaçsız yaşayacağımız andır. 2020’lerde kişi başına düşen milli gelirin 50. 000$ olduğu günlerde görüşmek dileğiyle.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 HAKKANİYET ÇERÇEVESİNDE ERMENİ MESELESİ

BAŞLARKEN…

HAKKANİYET ÇERÇEVESİNDE ERMENİ MESELESİ

Fatih ALTINDİŞ

Ermeni sorunu cumhuriyetimizden ve sair tüm problemlerimizden daha yaşlı daha köklü ve bekli de çözüme en muhtaç, iltihaplaşmış, gün be gün ulusal dikkatimizi dağıtan ve bizleri aşağılık itiraflara boğan mühim bir sorundur. Bu iltihaplı yaraya ne zaman neşter atılsa, ne zaman pansuman teşebbüsünde bulunulsa ülkenin ve toplumun karşısına çeşitli engeller çıkmakta ve birileri bu sorundan belli ki büyük çıkarlar sağlamaktadır. Bu sorunun çözümlenmesi, çözümlenmese bile çözüme yönelik çabalar gösterilmesi bu şerefli ülkenin gençleri olarak, şimdi olduğu gibi gelecekte de bizlere düşmekte, bu sorunlardan nemalananlara fırsat verilmemelidir.

çıkmayı hedefler. İşte Ermeni sorunun tanımı yukarıdaki denklemde açıkça görülmektedir. Uluslararası dengeler adına Osmanlı Devletini parçalamak, bu uğurda da araç olarak Ermeni toplumunu kullanmaktır.

Tanzimat fermanından sonra özellikle İngiliz ve Rusların kışkırtması ile Ermeniler ayaklanmaya ve çeşitli kargaşalar çıkartmaya başladılar. Tanzimat’ın gayr-ı Müslim tebaaya getirdiği haklar ile Ermeni patrikleri, Ermenileri teşkilatlandırma yoluna gitmekte ve günden güne çerçeve genişlemekteydi. Teşkilatın güçlenmesi sonucunda tabanını genişleten Ermeni isyancılar devletin karşısına Hınçak tedhiş komitesi ve Taşnak tedhiş komitesi ile çıktılar. Bu gibi çetelerin biricik amacı Osmanlı Devleti bünyesinde batı gölgesinde Ermeni sorununa baktığımızda siyaset, ve hizmetinde müstakil bir Ermeni sosyoloji, uluslar arası ilişkiler gibi devleti kurmak, böylece Osmanlı karmaşık bir ilişkiler zinciri karşımıza devletini güçsüz bırakarak bölünmeyi çıkar. Bu ilişki o derece karmaşıktır hızlandırmaktı. Çetelerin güçlenmesi ki sadece sisteme göz atıp soruna ve Ermeni vatandaşlar arasında ilişkin çözümler üretmek karmaşıklık popülaritesinin artmasıyla isyanlar nedeniyle gölgede kalmaktadır. Her başladı. ne engelle muhatap olunursa olunsun bizlere ve bu sorunun çözümüne 20 Haziran 1890 da Erzurum, Temmuz gönül verenlere düşen yılmadan, 1890 Kumkapı Nümayişi, 1892-1893 sıkılmadan, her türlü karartmanın, Merzifon, Kayseri, Yozgat isyanları, her türlü engellemenin karşısında gene 1890 Sason isyanı, 30 Ekim dimdik durmaktır. Umut ediyorum 1896 İstanbul Ermemi ayaklanması, ki; çabalar sonuç verecek, adalet 26 Ağustos 1896 Banka vaka’sı, tecelli edecek ve 600 yıl omuz omuza gene 1904 II. Sason isyanı bu bölücü yaşadığımız, sadık tebaamız Ermeniler teşkilatların kanlı ayaklanmalarından kafatasçı zihniyetlerin kışkırtmalarının sadece birkaçıdır. Bu ayaklanmalarda arkasındaki hakikati görecek ve dargın özellikle Müslüman kadın ve milletler bir daha ayrılmamak üzere çocukların katledilmesi tahrik kucaklaşacaktır. yönü itibarı ile dikkate değerdir. Dikkate değer bir diğer tahrik ise 21 I. ERMENİ SORUNU: TANIMI VE Temmuz 1905’te Cuma günü, Yıldız GELİŞİMİ Camiinde Sultan II. Abdulhamid Ermeni sorununun doğuşu bilindiğinin Han’a düzenlenen fakat başarısız aksine Ermeni tehciri ile değil, olan suikasttır. İşte Hınçak ve Taşnak batılı devletlerin 1. Dünya savaşı çeteleri bu gibi komitacı eylemlerle öncesinde uluslararası dengeyi toplumun hassas noktalarını uyarıyor değiştirmek adına, Osmanlı devletinin ve bir iç savaş ortamı hazırlayarak milli topraklarının paylaşılması için birlik ve beraberliği ortadan kaldırmayı yapılan planlar ile başlar. Bu plan amaçlıyordu. Bu amacı pekiştirmek çerçevesinde batı, Osmanlı devletinin gayesiyle 5 Ekim 1908 de Ermeni karşısına milliyet hakkı adına sözde çeteleri Adana’da büyük bir katliam bir bahaneyle Ermeni toplumu ile daha yaptılar. Bu katliamı Mayıs 1915


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

İlk başlarda Osmanlı devleti bu çetelerle ilgili bir önlem almayı düşünmedi, fakat Ermeni çetelerinin köprüler, telgraf hatları ve geçiş güzergâhı gibi stratejik noktaları tahrip etmesi üzerine çeşitli hal çareleri düşünülmeye başladı.

büyük Van katliamı takip etti; ve Van katliamı bardağı taşıran son damla oldu.

din ayrımı gözetmeksizin aldığı önlemin adı, bilindiğinin aksine bir soykırım değil, milli menfaati daim kılma amacıyla yapılmış bir tehcirdir. II. ERMENİ TEHCİRİ VE SONRASI Tüm dünyanın hafızasına kazınmaya Ermeni çetelerin çeşitli kışkırtmalar çalışılan sözde Ermeni soykırımı, sonucu giriştikleri türlü eylemler yukarda bahsettiğimiz şekilde kati devletin olduğu kadar toplumunda da suretle bir soykırım değil, devletin sabrını zorluyordu. Sonuçta Ermeni devlet olma gereği ile milli birliğini komitacılar düşledikleri gibi hassas (buna Ermeni halkı da dahil) koruma, noktaları uyararak bir iç savaş ortamı tebaasının menfaatlerini sürekli kılma oluşturmayı başarmışlardı. Şüphesiz gayretidir. Kaldı ki soykırımdan medet, masum Anadolu insanı gibi masum toplumun farklı kesimleri arasındaki Ermeni halkı da oynanan oyundan çatışmalar ile her iki taraftan da habersiz kendilerine biçilen senaryoyu insanların hayatlarını kaybetmeleri ise, oynamaya mecbur kalmışlardı. Bir aynı dönemde Rusların Kafkas tehciri, tarafta milliyetçilik duyguları istismar İngiltere’nin Sudan ve İrlanda tehciri, edilen temiz Ermeni halkı, bir tarafta Fransa’nın Cezayir tehciri soykırımın da onlarca katliama muhatap olmuş görünmeyen yüzü müdür? . . . Diğer ama sabretmiş, hunharca çocukları taraftan sözde Ermeni soykırımını ve eşleri öldürülmüş sabırlı Anadolu kabul ettirmeye çalışanların ise insanı, nefs-i müdafaa yolunu yukarıda saydığımız soykırımvari tutmuşlardı. tehcirci devletler içinde davarlını Devleti oluşturan toplumlardır; ve tıpkı sürdürmeye çalışmaları kanımca düşünülmesi gereken çok önemli bir besin zincirinde olduğu gibi toplum noktadır. zincirindeki küçük bir bozulmada devlete sirayet eder, akabinde devletin Tehcir öncesi duruma dönecek sıhhatini tehdit eder duruma gelir. olursak, I. Dünya savaşı başladığı Böyle durumlarda ise devletler, devlet sırada Rus ordusu Osmanlı’nın ilgili olmanın gereği ile duruma müdahale bölgelerini işgale hazır hale getirmeyi edip zincirdeki bozulmayı onarmayı planlıyordu. Bunun için tabi ki tek araç dener. İşte Osmanlı devletinin Ermeni, Ermeni çeteleri idi. Çeteler bir yandan Laz, Çerkez, Kürt vs. demeden tüm yerli halkla çatışıyor diğer taraftan Osmanlı toplumunun menfaatini da Rus işgaline zemin hazırlamak için korumak amacıyla ve ırk, mezhep, Osmanlı ordusunu içten vuruyorlardı.

Osmanlı devleti önceleri diplomatik çözümler denedi ve dünya devletlerinin ilgisini çekerek bu tahribatı sonlandırmayı düşündü, fakat Osmanlı Devleti gibi tüm dünyayı savaş esir almıştı. Osmanlı Devleti için en etkin yol tehcirdi. Çünkü I. Dünya Savaşı ile eli silah tutan herkes askere alınmış, isyana maruz bölgelerde Ermeni çetelere karşı gelecek ne bir askeri yapı ne de bir yetişkin erkek kalmamıştı. Nihayet 14 Mayıs 1915’te ‘Sevk ve İskân’ (tehcir) kanunu çıkarılarak zararlı görülen ve türlü isyan eylemlerine karıştığı tespit edilen Ermenilerin çeşitli yerlere

Ermeni sorununa baktığımızda siyaset, sosyoloji, uluslar arası ilişkiler gibi karmaşık bir ilişkiler zinciri karşımıza çıkar. Bu ilişki o derece karmaşıktır ki sadece sisteme göz atıp soruna ilişkin çözümler üretmek karmaşıklık nedeniyle gölgede kalmaktadır. Her ne engelle muhatap olunursa olunsun bizlere ve bu sorunun çözümüne gönül verenlere düşen yılmadan, sıkılmadan, her türlü karartmanın, her türlü engellemenin karşısında dimdik durmaktır.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 HAKKANİYET ÇERÇEVESİNDE ERMENİ MESELESİ

iskân edilmesi kararlaştırıldı. Osmanlı Devleti bu tehcirin nasıl yapılacağını 17 Mayıs 1915 tarihinde bakanlar kurulu kararı ile belirliyordu. İşte o kararlar:

Devleti oluşturan toplumlardır; ve tıpkı besin zincirinde olduğu gibi toplum zincirindeki küçük bir bozulmada devlete sirayet eder, akabinde devletin sıhhatini tehdit eder duruma gelir. Böyle durumlarda ise devletler, devlet olmanın gereği ile duruma müdahale edip zincirdeki bozulmayı onarmayı dener. İşte Osmanlı devletinin Ermeni, Laz, Çerkez, Kürt vs. demeden tüm Osmanlı toplumunun menfaatini korumak amacıyla ve ırk, mezhep, din ayrımı gözetmeksizin aldığı önlemin adı, bilindiğinin aksine bir soykırım değil, milli menfaati daim kılma amacıyla yapılmış bir tehcirdir.

1- Ermeni nüfusu gönderildiği yerin İslam nüfusunun %10’unu aşmamalıdır. 2- Göç ettirilecek Ermenilerin kuracakları köylerin her biri 50 evden çok olmamalıdır

1- Ahali kendilerine tahsis edilen bölgelere rahat bir şekilde can ve mal 3- Yakın yerlere göç ettirilmemelidir. emniyetleri sağlanarak nakledilecektir. Akabinde 5 Temmuz 1915 tarihinde 2- Yeni evlerine yerleşene kadar yukarıdaki talimatnameye ek olarak iaşeleri göçmenler ödeneğinden Adana, Erzurum, Bitlis, Haleb, karşılanacaktır. Diyarbekir, Suriye, Sivas, Trabzon, Mamuretü’l-Aziz, Musul vilayetleriyle 3- Eski mali ve iktisadi durumları göz “Adana Emvâl-i Metruke Komisyonu” önünde tutularak kendilerine emlak başkanlığına, Zor, Maraş, Canik, ve arazi verilecek, muhtaç olanlara Kayseri ve İzmit Mutasarrıflıklarına Hükümetçe mesken inşa edilecek, bir tebligat daha gönderildiği, tehcir çiftçi ve zanaat erbabına tohumluk ve alanının genişletildiği görülmektedir. alet edevat temin olunacaktır. Buna göre; 4- Geride bıraktıkları taşınabilir mal ve 1- Kerkük sancağının İran sınırına kıymetler kendilerine münasip şekilde seksen kilometre mesafede bulunan ulaştırılacaktır. köy ve kasabalar dahil olduğu halde 5- Ermenilerin boşalttıkları şehir ve Musul vilâyetinin doğu ve güney köylerdeki gayrimenkulleri tespit ve bölgesi; kıymetler takdir edildikten sonra, bu 2- Diyarbekir hududundan yirmi beş köylere yerleştirilecek muhacirlere kilometre dâhilde, Habur ve Fırat tevzi edilecektir. nehirleri vadisindeki yerleşim yerleri 6- Muhacirlerin ihtisas sahası dışında dahil olmak üzere Zor sancağının kalacak zeytinlik, dutluk, bağ, dükkân, doğusu ve güneyi; fabrika, depo gibi gelir getiren yerler 3- Halep vilâyetinin kuzey kısmı müzayede ile satılacak veya kiraya hariç olmak üzere doğu, güney ve verilecek ve bedeller sahiplerine güneybatısında bulunan bütün köy ve ödenmek üzere mal sandıklarına kasabalarla, Suriye vilâyetinin Havran emanete kaydedilecektir. ve Kerek sancakları dahil olmak üzere 7- Bütün bu konular özel komisyonlar demiryolu güzergâhlarından yirmi beş marifetiyle yürütülecek ve bu hususta kilometre dışarıda bulunan kasaba ve bir talimatname hazırlanacaktır. köylerde Müslüman nüfusunun %10’u nispetinde iskân edileceklerdi. Osmanlı Devleti sadece tehcirin yapılış şeklini değil tehcir yerlerini de 26 Mayıs 1915’te Başkomutanlık tarafından İçişleri Bakanlığına gönderilen talimatnamede de belirtmiştir. Buna göre;

Ermenilerin Doğu Anadolu vilayetleri ile Zeytun ve yoğun bulundukları yerlerden Diyarbakır güneyine, Fırat vadisine, Urfa, Süleymaniye yakınlarına gönderilmeleri şifahen kararlaştırılmıştı. Yeniden fesat yuvaları kurmamaları için aşağıdaki esaslara riayet edilecekti;

Tehcirin uygulanması sırasında ise Osmanlı Devleti zor durumuna rağmen tehcirin sağlıklı bir şekilde gerçekleşmesi için çeşitli önlemler alabilmiş, örneğin tehcir öncesinde Ermenilere 15 gün süre verilmiştir. Devlet bu ve buna benzer olarak, duygusal olarak dahi niteleyebileceğimiz onlarca önlemle mecbur bırakıldığı bu tehciri gerçekleştirmeye çalışmıştır. Tehcir sırasında hayatını kaybeden Ermenilerin durumunu


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

değerlendirmeden önce hatırlanması gereken önemli bir nokta vardır. Şüphesiz tarihi bir olayı, o tarihin şartlarında değerlendirmeye tabi tutmak, bu şekilde analizler yapmak tarih biliminin temel prensiplerinden biridir. Bu bağlamda tehcir sırasında hayatını kaybeden Ermenilerin durumunu da o günün şartlarında değerlendirmek, yaşanan I. Dünya savaşını, Ermenilerin katliamlarına karşılık vermeyi amaçlayan yerli çetelerin saldırılarını, salgın hastalıkları, tehcir edilen topluluğun kalabalığını ve en önemlisi de beş cephede varoluş mücadelesi veren Osmanlı Devletinin zor durumunu dikkatlice göz önünde tutmak gerekir. Bununla beraber tüm dünyada, tarihi doğru ve itina ile kaydeden devlet olarak tanınan Osmanlı Devleti’nin kaynaklarının güvenilirliği, hayatını kaybeden Ermenilerle ilgi bize güçlü kanıtlar sağlamaktadır. (Ermeni kayıpları ile ilgili görüşlerin farklılığı, bilgilerin yoğun ve karmaşık olması hasebiyle sayılara yer vermeyi uygun bulmadım.) III. SONUÇ Osmanlı Devletinin yapmaya mecbur bırakıldığı(!) bu tehcirde yaşananlar her iki taraf içinde üzücü ve bir o kadar da ibret verici olmuştur. Ermeni olsun Türk olsun bu tehcir, milliyetçilik oyununun, ustaca kullanılması, ustaca yönetilmesi durumunda nelere mal olacağını ne kadar insanın hayatını

kaybedebileceğini tüm dünyaya, özellikle de dünkü sadık tebaamız Ermenilere ve bizlere tüm gerçekliği, tüm acımasızlığı ile göstermiştir. Görünen o ki bu senaryodan çıkar elde etmeyi amaçlayanlar emellerine ulaştılar, 600 yıllık dostluğu, dört yıl gibi kısa bir sürede eritmeyi başardılar. Sonuç da ortada sadece bir bölünmüşlük ve gereksiz bir düşmanlık kaldı. Oyunu oynatanlar bugün rahatlar ve huzur içindeler, bu oyun uğruna bedel ödeyenlerin ise isimleri dahi hiç bilinmedi ve bilinmeyecek. Onun içindir ki kaybeden, kaybetmekte ve kaybedecek olan ne Anadolu toplumu ne de Ermeni toplumudur. Kaybeden biziz; birliğimiz, dostluğumuz ve menfaatlerimiz. Senaristler ne Ermenilerin kazanmasını ne de Anadolu insanının galip gelmesini istemediler; onların istedikleri her iki tarafında kaybetmesi, kendi ulusal çıkarlarının gerçekleşmesiydi. Sonuç olarak ilk yapılması gereken yıkılan birlik ve beraberliğin tekrar kurulması ve aradaki düşmanlığın son bulmasıdır. Bizler ancak bu sayede aramızdaki sorunları çözebilir ancak bu şekilde uzlaşabiliriz. Bırakalım artık dış güçlerin oyununun son perdesini de oynamayı. Gene dost olalım, o zaman bizim cezamızı gene biz keseriz asla başkaları değil !!!

Kaynakça H. Erdoğan Cengiz, Ermeni Komitelerinin A’mal ve Harekat-ı İhtilaliyyesi, Ankara 1983, s. 235D237. BOA, DH. <FR, nr. 53/129. BOA, Meclis-i Vükela Mazbatası, 198/163 Çaycı, s. 99. BOA. DH. <FR, nr. 54/308 Humma ve dizanteriden dolayı ölmekte olanlarla ilgili tedbir alınması hakkında bkz. BOA. DH. <FR, nr. 57/71; BOA. DH. <FR, nr. 57/51.

Şüphesiz tarihi bir olayı, o tarihin şartlarında değerlendirmeye tabi tutmak, bu şekilde analizler yapmak tarih biliminin temel prensiplerinden biridir. Bu bağlamda tehcir sırasında hayatını kaybeden Ermenilerin durumunu da o günün şartlarında değerlendirmek, yaşanan I. Dünya savaşını, Ermenilerin katliamlarına karşılık vermeyi amaçlayan yerli çetelerin saldırılarını, salgın hastalıkları, tehcir edilen topluluğun kalabalığını ve en önemlisi de beş cephede varoluş mücadelesi veren Osmanlı Devletinin zor durumunu dikkatlice göz önünde tutmak gerekir. Bununla beraber tüm dünyada, tarihi doğru ve itina ile kaydeden devlet olarak tanınan Osmanlı Devleti’nin kaynaklarının güvenilirliği, hayatını kaybeden Ermenilerle ilgi bize güçlü kanıtlar sağlamaktadır.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 SON DÖNEM TÜRKİYE DIŞ POLİTİKASI

SON DÖNEM TÜRKİYE DIŞ POLİTİKASI

Abdurrahim BOYNUKALIN

14 Ağustos 2001’de kurulduktan sonra kısa bir süre içerisinde mahalli, ilçe ve il teşkilatlanmalarını tamamlayıp, 3 Kasım 2002’de çok yeni bir parti kimliğiyle tek başına iktidar olmayı başaran AK Parti’nin sonrasında gelişen iç ve dış dinamiklerin etkisiyle 22 Temmuz 2007’de yine aynı şekilde sandıklardan tek başına iktidar olarak çıkması, Türkiye siyasal hayatında önemli bir dönüm noktası olmuştur. Ender görülen bu durum sonrasında iç ve dış politikada değişimlerin olması kaçınılmazdır. Bu bağlamda iç ve dış politikalardaki değişimlerin tazeliği ve sonuçların daha netlik kazanmayışı, dinamiklerin analiz edilişini oldukça zorlaştırmaktadır. Bu sebepten ötürü yazımızda ağırlıklı olarak son dönem Türkiye dış politikasının teorik altyapısı ve uluslararası ilişkilere bakış açısı ele alınacaktır.

AK Parti dönemi Türkiye dış politikası, 1 Mart tezkeresinin reddi, Irak’ta görevli Türk askerlerinin başlarına çuval geçirilmesi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) eşbaşkanlığı görevini üstlenmesi, “Medeniyetler İttifakı”, Annan Planı ve Kıbrıs konusunda yaşananlar, AB üyeliği konusunda gösterilen iştiyak, Türkiye’nin AB ile müzakerelere başlaması ve kesintilerle süren dalgalı süreç, İKÖ (İslam Konferans Örgütü) Genel Sekreterliği’ne ilk kez bir Türk’ün seçilmesi, Türkiye’nin BM güvenlik konseyi geçici üyeliği, Ortadoğu krizleri, Afrika yılı, Lübnan’a asker gönderilmesi, Suriye ile sınırların açılması, Irak, Rusya ve İran ile stratejik anlaşmalar yapılması ve Irak, Suriye, Mısır ile ortak hükümet toplantıları düzenlenmesi gibi çok sayıda olayla oldukça hareketli bir


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

gündeme sahiptir. Bütün bu olayları tek tek analiz etmek ve girilen sürecin sonuçlarını anlamlandırmak; gelecekte şüphesiz çok daha kolay olacaktır. Ancak yine de günümüz itibariyle AK Parti’nin dış politikadaki felsefesini anlamak, bu bağlamda genel bazı saptamalar yapmak mümkündür. Son dönem dış politika yaklaşımının temelinde, Türkiye’nin jeopolitik konumunun, pek çok işbirliği projesi için bir çekim alanı oluşturabilecek potansiyele sahip olması yatmaktadır. Bu potansiyelin bölgesel ve küresel bir etkiye dönüştürülebilmesi, uluslararası siyasal ve ekonomik ilişkilerde ve güvenlik ilişkilerinde jeopolitiğin akıllıca kullanılmasına bağlıdır. Öte yandan soğuk savaş sonrası ortaya çıkan konjonktür, çok alternatifli bir dış politika geliştirmek için uygun bir ortam oluşturmuştur. Askeri ittifakların ve blokların, uluslararası ilişkilerin belirleyici unsuru olma niteliği önemli ölçüde azalmış ve işbirliği projeleri devletlerarası ilişkilerin yaygın bir aracı haline gelmiştir. Bu yeni ortamda, Türkiye’nin de güç merkezleri ile ilişkilerini alternatifli, esnek ve çok eksenli olarak düzenlemesi ve oluşturması gerekmektedir. Ortaya çıkan bu durumda, Türkiye’nin tarihine ve coğrafi konumuna yaraşır, önyargılarından ve saplantılarından arınmış, karşılıklı çıkar ilişkilerine dayalı, gerçekçi bir dış politika izlemesi, aynı zamanda tarihi mirasından kopmayan bir anlayışa sahip olması gereklilik haline gelmiştir. Son dönem Türkiye dış politikasını yönlendiren kişilerin söylem ve aksiyonlarından da anlaşılacağı üzere, değişen bölgesel ve küresel gerçekler karşısında, Türkiye’nin dış politika önceliklerini yeniden tanımlanması ve bu gerçekler ile ulusal çıkarları arasında yeni bir denge oluşturulması düşüncesi artık dış politikada hakim hale gelmiştir. 1. AHMET DAVUTOĞLU FAKTÖRÜ Son dönemde benimsenen bu dış politika anlayışı, Türkiye’deki alışılagelmiş dış politika anlayışından

en azından teorik düzeyde farklılıklar göstermektedir. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, eksen kayması olarak eleştirilen, fakat dış politikaya tamamen yeni açılımlar getiren bu “farklı” dış politika anlayışında beş temel esasın var olduğunu belirtmektedir. Bu temel dinamiklerin incelenmesi, son dönem Türkiye dış politikasını anlamak bakımından oldukça faydalı olacaktır. Fakat öncelikle Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun neden son dönemlerde dış politikanın mimarı olarak görüldüğünü açıklamak gerekmektedir. Özellikle ilk dönem (2002-2007) AKP dış politikasının yapılmasına, diplomatlar, siyasetçiler ve akademisyenlerden oluşan geniş bir çevrenin katıldığı söylenebilir. Bu dönemde Türkiye dış politikasının aktörleri değerlendirildiğinde ise, “Cumhurbaşkanı- BaşbakanDışişleri Bakanı” troykasında en dominant kişinin Abdullah Gül olduğu görülmektedir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ise, gerek dış politikanın belirlenmesinde, gerekse de fiili olarak yürütülmesinde, AB ile müzakere sürecinde Başmüzakereci görevini de üstlenmiş olan dönemin Dışişleri Bakanı Ali Babacan’dan daha etkin bir konumda olmakla beraber, bu dönemde Başbakan, Cumhurbaşkanlığı ve Dışişleri Bakanlığı görevlerini üstlenmiş olan Abdullah Gül’ün aktif bir misyon üstlenmiş olduğu gözlenmiştir. Özellikle 2007 seçimlerine kadar çok daha faal olan bu kesimin, seçimler sonrasında ise oldukça daraldığı ve giderek tek bir kişinin; Ahmet Davutoğlu’nun -özellikle 2009 kabine değişiminde Dışişleri Bakanlığı görevini aldıktan sonraöne çıktığı gözlemlenmiştir. AK Parti hükümetlerinin dış politikasının teorik ve pratik anlamda mimarı olarak kabul edilen Davutoğlu’nun, 2007 seçimleri sonrasında dış politikada artan etkisini değerlendiren Fransız Le Point dergisi, kendisini soğuk savaş dönemi politikalarının hazırlayıcısı; ABD eski dışişleri bakanı Henry Kissinger’a

Son dönem dış politika yaklaşımının temelinde, Türkiye’nin jeopolitik konumunun, pek çok işbirliği projesi için bir çekim alanı oluşturabilecek potansiyele sahip olması yatmaktadır. Bu potansiyelin bölgesel ve küresel bir etkiye dönüştürülebilmesi, uluslararası siyasal ve ekonomik ilişkilerde ve güvenlik ilişkilerinde jeopolitiğin akıllıca kullanılmasına bağlıdır. Öte yandan soğuk savaş sonrası ortaya çıkan konjonktür, çok alternatifli bir dış politika geliştirmek için uygun bir ortam oluşturmuştur. Askeri ittifakların ve blokların, uluslararası ilişkilerin belirleyici unsuru olma niteliği önemli ölçüde azalmış ve işbirliği projeleri devletlerarası ilişkilerin yaygın bir aracı haline gelmiştir.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 SON DÖNEM TÜRKİYE DIŞ POLİTİKASI

benzetmiştir. Davutoğlu’nun başbakan danışmanlığından çok daha anlam ve öneme sahip olduğunu yazan dergi, kendisi için, “Türk diplomasisinin gölge adamı”, “ince bir taktisyen” ve “Türkiye’nin diplomasi sahasına dönüşünün baş mimarı” gibi yakıştırmalar yapmıştır.

Davutoğlu’na göre, Türkiye’nin ilişkilerinin sıkıntılı seyrettiği sadece iki ülke vardır: Ermenistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi. Türkiye’nin stratejik çıkarlarını, Azerbeycan’ın toprak bütünlüğünü ve Kıbrıs Türk halkının kültürel, siyasi ve ekonomik varlığını gözeterek ve parametrelerin devletin kendi çıkarları doğrultusunda belirlenerek oluşturulacağı bir Kafkas ve Kıbrıs politikası ile bu alanlarda problemli meselelere getirilecek çözümler, komşu ülkelerle gelinecek sıfır problem noktası, Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politika yapımı anlamında olağanüstü bir manevra kabiliyeti kazanmasını sağlayacaktır.

Bu dönem Dışişleri Başkanlığı görevini üstlenen Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu hakkında verilen bu bilgilerden sonra kendisinin dış politika üzerine yaptığı beş maddelik temel dinamiklerin açıklanmasına geçmek faydalı olacaktır. Önceden de belirttiğimiz üzere bu dinamiklerin pratiğe dökülmesi sonucu gelişen olayların analizi, henüz süreç tamamlanmadığından eksik kalacaktır. Bu bağlamda son dönem Türkiye dış politikasının teorik altyapısını incelemek; izlenen siyasetin tamamlanmış, devam etmekte olan kısımlarını anlamaya, ortaya çıkan durumun ise gelecekteki seyrine dair bir fikre sahip olmamıza yardımcı olacaktır. 2. SON DÖNEM TÜRKİYE DIŞ POLİTİKASI DİNAMİKLERİ 2. 1. Özgürlük ve Güvenlik Arasında Denge 11 Eylül sonrasında başta ABD olmak üzere, küresel aktörler, sivil toplum kuruluşları ve akademi camiasının güvenlik ağırlıklı bir söyleme yönelmesine karşın, ancak bunun tek istinası Türkiye’de yaşanmıştır. Bu dönemde, güvenliğini riske etmeden, sürekli demokratikleşme paketleriyle özgürlük alanını genişleten tek ülke Türkiye olmuştur. Davutoğlu’na göre, Türkiye bunu gerçekleştirebildiği ve iç siyasal meşruiyeti dengeli bir özgürlük ve felsefi bir güvenlik anlayışıyla irtibatlandırılabildiği oranda, diğer ülkelere de model olacaktır. 2. 2. Komşu Ülkelerle Sıfır Problem İlişkisi Davutoğlu’na göre, komşu ülkelerin tümüyle gelinecek sıfır problem noktası, aynı zamanda birinci esas

ile de bütüncül bir noktaya ulaşmayı sağlayacaktır. Bu esas “Türkiye’nin etrafı sürekli düşmanlarla çevrilidir” psikolojisinden ve buna bağlı gelişen defansif refleksten kurtulup, bütün komşularıyla ilişkilerini iyi düzeye getiren bir ülke olma isteği üzerine kuruludur. Davutoğlu’na göre, Türkiye’nin ilişkilerinin sıkıntılı seyrettiği sadece iki ülke vardır: Ermenistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi. Türkiye’nin stratejik çıkarlarını, Azerbeycan’ın toprak bütünlüğünü ve Kıbrıs Türk halkının kültürel, siyasi ve ekonomik varlığını gözeterek ve parametrelerin devletin kendi çıkarları doğrultusunda belirlenerek oluşturulacağı bir Kafkas ve Kıbrıs politikası ile bu alanlarda problemli meselelere getirilecek çözümler, komşu ülkelerle gelinecek sıfır problem noktası, Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politika yapımı anlamında olağanüstü bir manevra kabiliyeti kazanmasını sağlayacaktır. 2. 3. Çok Boyutlu ve Çok Kulvarlı Dış Politika Aslında son dönem Türkiye dış politikasının en önemli özelliklerinden birisi, kurulan ilişkiler bağlamında izlenen yolun çok boyutlu olmasıdır. Bu AK Parti’nin de, dış politada birincil derecede önem verdiği bir olgudur. AK Parti, dış politikanın çok boyutluluğunu, hem bir gerçek olarak görmekte, hem de bunun bir zorunluluk olduğuna inanmaktadır. Bu durum, 2007 seçim beyannemesinde şöyle ifade edilmiştir: “Türkiye, dış politika gündemi ve sorumluluk alanları açısından çok yönlü ve çok boyutlu bir ülkedir. Türkiye aynı anda hem Avrupa hem Asya, hem Akdeniz hem Karadeniz ve Hazar, hem Doğu hem Batı, hem Kuzey hem Güney, hem Balkanlar hem Ortadoğu hem de Kafkaslar ülkesidir. Tarihi birikimimiz, coğrafi ve kültürel derinliğimiz, stratejik konumumuzu iyi belirlemiş ve bütüncül bir çerçeveye oturtulmuş çok boyutlu bir dış politka gerektirmektedir. ”


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

2. 5. Ritmik Diplomasi Bu esasa göre Türkiye statik diplomasi anlayışından dinamik şartlara intibak etmeyi sağlayacak ritmik diplomasiye geçmelidir. Çok sayıda ülkenin ziyaret edilmesi ve çok sayıda ülke Cumhurbaşkanı, Başbakanı ve Dışişleri Bakanı’nın da Türkiye’yi ziyaret etmesi bu dönemde diplomasinin ne kadar

Davutoğlu’na göre de, bugün uluslararası ilişkilerin seyrettiği dinamik şartlarda, Türkiye’nin statik ve tek parametreli bir politika yürütmesi mümkün değildir. Hem Atlantik İttifakı içindeki bölgesel, hem de Transatlantik ile Avrasya arasındaki küresel parçalanma ve Asya-Avrupa, İslam-Batı, Güney-Kuzey kutuplaşmaları içinde Türkiye, kendisi problem kaynağı olmayan, aksine problem çözücü, küresel ve bölgesel barışa katkı sağlama yönünde insiyatif kullanan ve çekim alanı oluşturan bir ülke olmalıdır. Türkiye değişik kulvarlarda çok boyutlu bir politika izlemek durumundadır. Rusya ve AB ile eşzamanlı biçimde ortak çıkar alanları geliştirebilmek, komşularla yakın işbirliği tesis etmek ve bu arada ABD ile stratejik ilişkiyi sürdürmek bir çelişki değil, yeni politikanın temel esası olarak görülmelidir. 2. 4. Yeni Bir Diplomatik Üslup Türkiye’nin uluslararası sistemdeki rolü tanımlanırken genellikle kullanılan kavram “bir köprü olma” rolü idi. Davutoğlu’na göre, köprünün tek işlevi, iki entite arasında bağlantı kurmak ve bir tarafı diğer tarafı taşımaktan ibarettir. Türkiye ise yeni

dönemde “köprü” değil “merkez” ülke olarak tanımlanmalıdır. Bu bağlamda, yeni diplomatik üsluptan kastedilen, Doğu platformlarında Doğulu kimliğinden gocunmadan, ama o kimlikle yüzleşip yine o kimlik etrafında tezler ve çözümler üretebilen, Batı platformlarında ise Batı’nın nosyonlarını özümsemiş, Avrupalı bir bakışla Avrupa’nın geleceğini tartışabilen bir ülke olmaktır. Bunun gerçekleşebilmesi, yalnızca diplomatlarda ve siyasilerde değil aydınlarda da zihniyet değişikliğini gerektirmektedir; bu bir yeni bir aydın prototipi oluşturmadan imkansızdır. Aynı şekilde, Avrupa’yla olan uzun deneyimlerden dolayı bir özgüvene sahip olunması gerekmektedir. Kadim medeniyetlerin birikimine sahip bir ülke olan Türkiye’nin, AB’nin kıtasal bir güç olmaktan çıkıp küresel bir güce dönüşmesinin en önemli itici gücü olduğundan hareketle, Avrupa’ya bir yük olmadığını tersine hayati bir katkı sağladığını ortaya koyacak bir diplomatik üslubun toplumsallaştırılması büyük önem taşımaktadır.

Türkiye’nin uluslararası sistemdeki rolü tanımlanırken genellikle kullanılan kavram “bir köprü olma” rolü idi. Davutoğlu’na göre, köprünün tek işlevi, iki entite arasında bağlantı kurmak ve bir tarafı diğer tarafı taşımaktan ibarettir. Türkiye ise yeni dönemde “köprü” değil “merkez” ülke olarak tanımlanmalıdır. Bu bağlamda, yeni diplomatik üsluptan kastedilen, Doğu platformlarında Doğulu kimliğinden gocunmadan, ama o kimlikle yüzleşip yine o kimlik etrafında tezler ve çözümler üretebilen, Batı platformlarında ise Batı’nın nosyonlarını özümsemiş, Avrupalı bir bakışla Avrupa’nın geleceğini tartışabilen bir ülke olmaktır.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 SON DÖNEM TÜRKİYE DIŞ POLİTİKASI

Osmanlıcılık gibi İslamcılık ve Türkçülük akımları da Osmanlı devletini çökmekten kurtarmak için icat edilmiş bir tür milliyetçi akımlardır. Hepsinde ortak olan şey; bir kimlik belirleme, bu kimliğin altına kitleleri yerleştirme ve bu kitlelerin dışındakileri ötekileştirmedir. Bu bağlamda Osmanlıcılık kendi toprakları içerisinde olmayan ülkeleri öteleyen ve tebaasındaki ulusların milletlerini kendi milleti olarak göstererek bir bütünlük arz etmeye çalışan milliyetçi bir ideolojidir.

yoğun olduğunu göstermektedir. Davutoğlu bunu, “Türkiye’ye dış politika alanında stratejik planlama ve yönetim imkânı sağlayan bu politika çerçevesinde gerçekleştirmek istediğimiz nihai hedef, tarihi derinliğimiz, bugünkü konumumuz ve gelecek vizyonumuz arasında sağlıklı bir köprü kurmak ve “merkez” ülke Türkiye’yi potansiyeli ile orantılı bir küresel aktör haline getirebilmektir. ” Biçiminde ifade etmektedir. 3. SON DÖNEM TÜRK DIŞ POLİTİKASI VE OSMANLICILIK Son dönem Türkiye dış politikalarının Kafkaslardan Hazar Denizi’ne, Orta Doğu’dan Balkanlara, Afrika’dan Avrupa’ya geniş bir açılım kazanması beraberinde tarihi mirasları ve stratejik derinliğiyle Türkiye’nin yeniden bir Osmanlı hayali inşa edip etmediği sorularını getirmiştir. Şüphesiz ki Osmanlı hayalinin ortaya çıkıp çıkmadığını anlayabilmek için konuyla ilgili olan Osmanlıcılığın, içinde doğduğu konjonktürü ve temel esaslarını, sahip olduğu idealleri iyi kavramak lazım gelir. Bu bağlamda tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkan Osmanlıcılığın “imparatorluk dünyası”na ait dinamiklerinin son dönem Türk dış politikasına kattığı vizyonunun, “ulus-devletler

dünyası”nda ne anlama geldiğini anlamak mümkün hale gelecektir. Kısacası 1789 Fransız İhtilali, Osmanlı Devletinde kendini gayrimüslim milletler arasında ulusçuluk hareketleri şeklinde ortaya koymuştur. Bu durum tüm etnik kimliklerin üzerinde siyasi bir sadakat odağı sağlamaya çalışan Osmanlıcılık politikasının da doğmasına neden olmuştur. Devletin yönetimi altındaki dilleri, dinleri, ırkları farklı olan Arap, Arnavut, Bulgar, Ermeni ve Rum gibi unsurlara “eşitlik” ve “serbestlik” verilmek suretiyle, aralarında bir yakınlaşma, kaynaşma hatta birleşme meydana geleceği umulmuş ve ABD’deki Amerikan milleti gibi “ortak vatan”da birleşmiş yeni bir millet yani Osmanlı milleti meydana getirilmek istenmiştir. Sadece bir hanedan kimliği olarak korunmaya çalışılan “Osmanlı kimliği” Tanzimat ricali tarafından yukarından aşağıya doğru seferber edilmekte ve çok etnikli yapıları yapıştıracak bir sosyo-politik bağ olarak yaşatılmaya çalışılmıştır. Açıkça görülmektedir ki Osmanlıcılık iç ve dış problemlerin çözümünün ancak ve ancak; kendi tebaasındaki herkesi bir kimlik içerisinde eriterek modern ulus-devlet yapılanmasına benzer bir yapılanmayı Osmanlı


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

Devleti’nde gerçekleştirmek suretiyle mümkün olabileceğini düşünüyordu. Bu ideolojinin ortaya çıktığı zamanda Avrupa’da Fransız İhtilali’nin getirdiği “millet” ve “self-determinasyon” rüzgarları en şiddetli haliyle ortalığı kasıp kavurmaktaydı. Sonuçta bu rüzgar çok uluslu devletleri tepe taklak edecek bir hal almıştı. Osmanlıcılık gibi İslamcılık ve Türkçülük akımları da Osmanlı devletini çökmekten kurtarmak için icat edilmiş bir tür milliyetçi akımlardır. Hepsinde ortak olan şey; bir kimlik belirleme, bu kimliğin altına kitleleri yerleştirme ve bu kitlelerin dışındakileri ötekileştirmedir. Bu bağlamda Osmanlıcılık kendi toprakları içerisinde olmayan ülkeleri öteleyen ve tebaasındaki ulusların milletlerini kendi milleti olarak göstererek bir bütünlük arz etmeye çalışan milliyetçi bir ideolojidir. Fakat bu kapsamlı milliyetçilik, millet olgusunu ortadan kaldırmamış özelde milliyetçiliğin körüklenen yapısını durduramamıştır. Osmanlıcılığın resmi doktrin haline geldiği zamanda ortada kendisinden bahsedilen ve kurtarılmaya çalışılan devlet unutmayalım ki çok bir devlettir. Tüm bu parametreler ele alındığında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun tarihi miraslardan aldığı gücü geleceğe yansıtma politikası olarak görülebilecek son dönem politikaları Osmanlıcılıktan derin ayrılıklar göstermektedir. Jeopolitik önemiyle, tarihi arkaplanıyla, çekim gücüyle ve sorumluluklarıyla Türkiye’ye kazandırılan bu “stratejik derinlik” bütün ilişkileri revize etme ve bu revizyondan sonra ilişkileri yeniden inşa etme işi için gerekli olan enerjiyi, perspektifi Türkiye Dış Politikası’na

idealizmi ve gerçekçiliğiyle yansıtmaktadır. Açıkçası Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun muhafazakar ve idealist yapısının Osmanlı’dan kalan miras ve sorumluluklar ile birleştiğinde ortaya cesaretlendirici bir tablo koyduğu görülmektedir. Unutulmaya yüz tutmuş hatta bir dönem savaşın eşiğine gelinmiş komşularla bu aylar içerisinde sınırların kaldırılması ve stratejik anlaşmalar imzalanması bu başarı tablosunun göstergeleridir.

Önemli olan uzun yıllar üzerinde hüküm sürdüğümüz topraklarda; vatandaşların hala önemli dış sorun ve iç problemlerde, bizleri birer umut kapısı olarak görmelerini tarihsel sürecin getirdiği mirası anlayarak Fakat Osmanlı zamanında elde olan tanımlamak ve bu mirasa sahip topraklar üzerine yeniden ekomomik, çıkmaktır. Şüphesiz; bizler redd-i siyasal ve kültürel bağlamda dominant mirasçı, beyaz Türklerin omurgasız olma, bu toplumları bir kimlik politikalarında kendini ifade yetisini içerisinde eritme düşüncesinin açıkçası kaybetmiş yetersiz menfaatçilerin pek reel olmadığını düşünmekteyim. değil, bu öz bilince sahip, genelde Bu bağlamda muhafazar olduğu ümmetin ve özelde ise milletin kadar realist politikaları Türkiye dış sorunlarını içselleştirmiş ve bu politikasına kazandıran, ritmik ve çok sorunların takipçisi olan bir neslin yönlü diplomasinin mimarı Prof. Dr. sözcüleriyiz. Emanetinin sahibi, Ahmet Davutoğlu’nun da Osmanlıcılığı sözünün eri, sorunun değil çözümün özellikle bu dönem şartlarında uçuk parçası olacak bir dirilişin umuduyla, bulduğunu belirtmek durumundayım. selametle. . . Türkiye’nin özellikle son dönemlerde bütün bir bölgeyi kendisine denk ve kendi aralarında belli çıkar örtüşmeleri Açıkçası Prof. Dr. olan ülkeler bağlamında ele almasının Ahmet Davutoğlu’nun sonucunu stratejik anlaşmalarda ve sınır kapılarının açılmalarında kendisini muhafazakar ve gösterdiğini hatırlatmak bu noktada idealist yapısının elzemdir. Türkiye dış politikasının Osmanlı’dan kalan son dönemde açıklanan beş esasının (ritmik diplomasi, yeni bir diplomatik miras ve sorumluluklar üslup, özgürlük ve güvenlik arasında ile birleştiğinde ortaya denge, proaktif ve vizyoner politika komşularla sıfır problem ilişkisi) bütün cesaretlendirici bir tablo bir bölgeyi aynı kimlik içerisinde koyduğu görülmektedir. eritme kaygısı değil, üzerine toprak atılmış sorumlulukların silkinerek yeni Unutulmaya yüz bir bilinci uyandırma isteği olarak ortaya çıktığını görmek durumundayız. tutmuş hatta bir dönem

Kaynakça Türk Dış Politikası 1919-2008, Prof. Dr. Haydar Çakmak, (AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın Dış Politika felsefesi) Stratejik Derinlik, Ahmet Davutoğlu Üç Tarz-ı Siyaset, Yusuf Akçura Türkçülüğün Manifestosu, Fuat Uçar

Bu bağlamda tarihten kalan mirası sahiplenmenin Osmanlıcılıkla yakınlaşılan tek nokta olduğunu, bu sorumluluk düzeyinin yerini yayılmacı bir politikaya bırakmayacağını tahmin etmekteyiz.

savaşın eşiğine gelinmiş komşularla bu aylar içerisinde sınırların kaldırılması ve stratejik anlaşmalar imzalanması bu başarı tablosunun göstergeleridir.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 İHTİLAL ANAYASALARINDAN DEMOKRATİK HAYATA GEÇİŞ

İHTİLAL ANAYASALARINDAN DEMOKRATİK HAYATA GEÇİŞ

Demokrasi kavramını, demokratik bir anayasa dışında düşünmek mümkün değildir. Unutulmamalıdır ki anayasalar ülkedeki temek hak ve hürriyetlerin ve demokratik sistemin dayandığı en temel hukuk metinleridir. Demokratik ve sivil bir anayasa olmadan seçilmişlerin etkin olduğu, gücünü halktan alan, kaliteli bir demokrasiden ve sivil idareden bahsetmek mümkün olmayacaktır. Askeri darbe neticesinde demokratik sistemin kesintiye uğramasını takiben askeri idare gözetim ve kontrolünde hazırlanmış bir anayasa demokratik rejimin temelini ne kadar oluşturabilir? Askeri rejim tarafından hazırlatılmış anayasamızda özgürlüklerden çok sınırlamalar ve kontrol mekanizmaları kendini göstermektedir. Birey ve topluma güven yerine güvensizlik esastır. Ülkemizde askerler tarafından hazırlatılan anayasalar ve bu anayasaların hükümlerinin etkin olması sistemimizdeki askeri vesayeti devam ettirmekte, sivil güçlerin sınırlanmasını beraberinde getirmektedir. Sivil idareden ve bu idarenin etkinliğinden bahsedebilmek için anayasaların yapılmasını sağlayan süreç, anayasa yapıcının zihniyeti ve anayasa ile getirilen düzenlemeler dikkatlice incelenmelidir.

İsmail KARAYEL

İçinde bulunduğumuz dönemde ülkemizin en önemli gündem maddelerinden birini demokratikleşme ve sivil anayasa çalışmaları oluşturmaktadır. 12 Eylül 1980 darbesi sonrasındaki dönem ile 27 Mayıs 1960 darbesinden sonraki dönemi karşılaştırdığımızda 1980 döneminin çok daha vahim olduğu, insan hakları ihlallerinin arttığı, insanımıza işkencenin her çeşidinin uygulandığı, özgürlük sınırlamalarının son raddeye vardığı görülmektedir. Bununla paralel olarak iki darbe sonrasında hazırlatılan anayasalar karşılaştırıldığında 1982 anayasasında 1961 anayasasına göre özgürlüklerin

daha çok sınırlandığı, demokrasinin vesayet altına alındığı ve her anlamda 1961 anayasasından daha kötü bir sistemin getirildiği görülecektir. Dolayısıyla her darbe sonrasında her açıdan durumun daha kötüye gittiğini söylemek yanlış olmaz. Bu kapsamda 1980 darbesinden sonra yaşanan sürece ilişkin bazı rakamlar vermek tablonun netleşmesi için faydalı olacaktır. 1980 darbesinden sonra 650.000 kişi göz altına alınmış, 7.000 kişi hakkında idam cezası istemi ile dava açılmış, 517 kişiye idam cezası verilmiş ve sağ ve sol görüşlü kişilerden toplam 50 kişi idam edilmiştir. İdam edilen kişiler arasında yaşı 18 den küçük olmasına rağmen mahkeme kararı ile yaşları büyütülmüş ve henüz 18 yaşını yeni yeni doldurmuş kişilerde bulunmaktadır. 14.000 kişi vatandaşlıktan ihraç edilmiştir. 330 kişi faili meçhul cinayetlere kurban gitmiştir. Darbe sonrasında açılan toplam dava sayısı 210.000 dir. Açılan davalarda 71.000 kişi Türk Ceza Kanununun 141,142 ve 163. maddelerine aykırı hareketten, 98.000 kişi örgüt üyesi olmaktan yargılanmıştır. Yargılanan toplam kişi sayısı 230.000 kişidir. 388.000 kişiye yurtdışına çıkış yasağı getirilmiş ve 1.683.000 kişi fiilen fişlenmiştir. Her ne kadar anayasa denildiğinde aklımıza demokratik bir rejim gelse de aslında anayasalar sadece demokratik ülkelerde değil totaliter rejimlerin hakim olduğu ülkelerde de bulunabilmektedir. Bu nedenle sadece anayasamız olduğu için ülkemizi demokratik bir ülke diye tanımlamak ya da böyle bir kanaate sahip olmak doğru değildir. Ülkelerin demokratik olup olmadıklarını, demokrasilerinin kalite ve standartlarını; ülkedeki kurallar ve bu kuralların uygulanış biçimleriyle bireylere ve topluma tanınan haklar belirleyecektir. Gerçek demokrasilerde kurumların demokratik sistemi kesintiye uğratacak müdahaleleri kabul edilemez. Ülkemizde bazı kurum ve kişilere 1982 anayasası ile sağlanmış olan zırhlar


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

bu kişi ve grupların demokrasimiz ve devletimiz üzerindeki gölgelerinin bir türlü kaldırılamamasına sebep olmaktadır. Anayasamızdan hala askeri vesayet sesleri gelmektedir. Bazı zihinlerde bu sesler vehimlere neden olmaktadır. Darbe döneminde yaşatılanlar, askıya alınan haklar ve yapılan işkenceler

neticesinde kişilerde anlaşılmaz bir düşünce tarzı ortaya çıkmıştır. Bu durum o kadar ciddidir ki darbe mağdurlarının bazıları, askeri darbelerin bütün izlerini silmeye çalışmak yerine değişimin lafı bile edildiğinde kendilerini tekrar o tehlike içinde hissetmektedirler. Bunun sonucu olarak darbe ürünü refleksleri devreye girerek her şeylerini ortaya

Bu kapsamda 1980 darbesinden sonra yaşanan sürece ilişkin bazı rakamlar vermek tablonun netleşmesi için faydalı olacaktır. 1980 darbesinden sonra 650.000 kişi göz altına alınmış, 7.000 kişi hakkında idam cezası istemi ile dava açılmış, 517 kişiye idam cezası verilmiş ve sağ ve sol görüşlü kişilerden toplam 50 kişi idam edilmiştir. İdam edilen kişiler arasında yaşı 18 den küçük olmasına rağmen mahkeme kararı ile yaşları büyütülmüş ve henüz 18 yaşını yeni yeni doldurmuş kişilerde bulunmaktadır. 14.000 kişi vatandaşlıktan ihraç edilmiştir. 330 kişi faili meçhul cinayetlere kurban gitmiştir. Darbe sonrasında açılan toplam dava sayısı 210.000 dir. Açılan davalarda 71.000 kişi Türk Ceza Kanununun 141,142 ve 163. maddelerine aykırı hareketten, 98.000 kişi örgüt üyesi olmaktan yargılanmıştır. Yargılanan toplam kişi sayısı 230.000 kişidir. 388.000 kişiye yurtdışına çıkış yasağı getirilmiş ve 1.683.000 kişi fiilen fişlenmiştir.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 İHTİLAL ANAYASALARINDAN DEMOKRATİK HAYATA GEÇİŞ

koyup statükoyu muhafaza için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Bu kişilerin zamanında darbenin engellenmesi için bu kadar çalışıp çalışmadıkları dahi meçhuldür. Aynı şekilde kurumlardaki Truva atları değişim denilince değişimi engellemek için içten bir harekat dahi başlatmaktadır.

Kanaatimizce Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından yeni Anayasamız kazuistik metot dışında hazırlanmalı ve özgürlük temelli olmalıdır. Özgürlükleri sınırlayıcı istisnalar ortadan kaldırılmalı, vatandaşlarının devlet için önemi vurgulanmalı ve güvensizlik yerine vatandaşına güven esas alınmalıdır. Vatandaşlık tanımı yeniden yapılmalı ve bu tanım sırasında etnik kimliğe değil Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına vurgu yapılmalıdır.

önemli engellerdendir. Karar verme makamındakilerden, korumacı tavırlar ve eski askeri zihniyeti muhafaza yerine ülke menfaatleri için objektif değerlendirmeler ve bu kapsamda yapıcı eleştirilerin gelmesini umut eden toplumumuzda, takınılan tavırlar bu umudu kırmaktadır. Toplumun değişim ve yenilenme isteğinin, askeri rejim tarafından sırtına ve zihnine 1982 anayasasından sonra yaşanan yüklenmiş yüklerinden kurtulma istek sürece baktığımızda 28 Şubat 1997 ve kararlılığının ve daha demokratik post-modern darbesi ve 27 Nisan 2007 bir ülke taleplerinin en yüksek e-muhtıra girişimlerinden bahsetmek perdeden dile getirildiği şu günlerde, gerekmektedir. 28 Şubat sürecinde bu halin aynı zamanda ülkemizin belki anayasa değiştirilmemiş 28 Şubat devamlılığı ve gelişmesi için zorunluluk anayasası yapılmamıştır; ancak o olduğunun görmezden gelinmesi dönemde yaşananlar -hukuksuzluklarkabul edilebilir bir tavır değildir. hala hepimizin zihinlerindedir. 28 Şubat süreciyle; darbecilerin ve Ülkemizin sivil insanları olarak daha ülkedeki gelişim, değişim ve ileri gidiş fazla demokrasi istiyorsak, ülkemizde engelleyicilerinin demokratik sürece siyasete bürokrasiye ve sivil hayata ve sivil idareye müdahaleyi alışkanlık demokrasi dışı müdahalede bulunan haline getirdiği bir kez daha ortaya kurumların etkilerinin en aza çıkmıştır. Bu alışkanlığın değişmeme indirilmesi için tavır almalıyız nedenlerinden bazıları sivillerin ses Kanaatimizce Türkiye Büyük Millet çıkarmaması ve müdahalecilerin Meclisi tarafından yeni Anayasamız cezalandırılmayacaklarını kazuistik metot dışında hazırlanmalı ve düşünmeleridir. E-muhtıra özgürlük temelli olmalıdır. Özgürlükleri neticesinde ülkemizde demokrasinin sınırlayıcı istisnalar ortadan etkilenmemesinin nedeni seçilmiş sivil kaldırılmalı, vatandaşlarının devlet idarenin ve sivil insiyatifin dik duruşudur. için önemi vurgulanmalı ve güvensizlik Ülkemizde daha demokratik bir yerine vatandaşına güven esas toplum için umutların ve aksiyonun alınmalıdır. Vatandaşlık tanımı yeniden olduğu şu günlerde kişi ve yapılmalı ve bu tanım sırasında etnik toplulukların statükodan kaynaklanan kimliğe değil Türkiye Cumhuriyeti menfaatlerinden vazgeçmeme çabası vatandaşlığına vurgu yapılmalıdır. demokratik Türkiye yolundaki en Anayasamızın başlangıç kısmındaki anayasanın “TÜRK MİLLETİ TARAFINDAN, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.” ifadesi vurgulanmalıdır. Bu düzenlemenin gereği olarak anayasamızın millete emanet olunduğu tüm kişi ve kurumlarca kabul edilmeli ve gereği yapılmalıdır. Kimse emanetin sahibi olan millet iradesi dışında hareket etmemeli ve emanetin tek koruyucusu olan millet yerine kendisini ikame etmeye çalışmamalıdır. Anayasamızda temel hak ve hürriyetlerin kısıtlanabileceği sebepler


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

açıkça ve dar şekilde sayılmalı, keyfi sınırlamanın ya da sınırlamaya ilişkin düzenlemelerin geniş yorumlanmasının önüne geçilmesi temin edilmelidir. Anayasamızda çokça yer alan sıkıyönetim ve olağan üstü hal kavramlarının anayasada çok sınırlı şekilde yer alması ya da mümkünse anayasamızdan çıkarılması da çok olumlu bir adım olacaktır. Unutulmamalıdır ki sıkıyönetim ve olağan üstü hal istisnai yönetim şeklidir. Normalleştirilmemelidir. Eğer olağanüstü hal ve sıkıyönetim anayasada illa tutulmak isteniyorsa bu durumda sınırlanabilecek haklar gayet dar tutulmalıdır. Hepsinden önemlisi olağan üstü hal ve sıkıyönetim durumunda yetkiler sivil otoritelerde ve seçilmiş kişilerde kalmalıdır. Bu şekilde normalleşme daha rahat ve çabuk şekilde sağlanabilecektir. Bu kapsamda doğal olarak gerekli kanunlardaki düzenlemelerde de değişiklik derhal yapılmalıdır.

Yeni anayasal düzenlemede 1924 anayasasında olduğu gibi hürriyetlerin sınırlanması açısından özgürlüklerin sınırının diğer bireylerin özgürlükleri olduğu belirtilmeli; anayasamızda yer alan kamu yararı, genel ahlak, kamu düzeni, sosyal adalet milli güvenlik vb. gibi geniş yorumlanması mümkün yuvarlak terimler kaldırılmalıdır. Kullanılacak terimlerin tanımı yine anayasada açıkça yapılmalıdır. Anayasanın hükümleri ve anayasanın amacı konusunda yorum yapılabilecek alan mümkün olduğunca sınırlanmalıdır. Anayasamızda sınırlamaların ve maddelerde belirtilen hususların anayasanın amacına uygun olarak ve bireylerin özgürlüklerinin en üst düzeyde tutulacağı şekilde yorumlanarak kanunla düzenleneceği genel olarak bir maddede belirtilmeli, detayların kanunla belirleneceği her maddede tekrarlanmamalıdır.

1982 anayasası incelendiğinde anayasanın hazırlanma tarzı olan kazuistik metot nedeniyle bizce aslında kanunlarla düzenlenmesi daha uygun olan birçok hususun anayasa metninde bulunmakta olduğu görülecektir. Belki bu şekilde düzenleme yapılırken amaç bu özgürlüklere ve maddeler altındaki düzenlemelere anayasal güvence kazandırmaktır; ancak bu anayasamızın gereksiz derecede

Devletin işleyişinde yeni ve özgün bir anayasa temel alınmalı şu andaki düzenlemede bile hiçbir yerde atfı olmayan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi gibi garip hukuk dışılıklardan uzaklaşılmalıdır.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 İHTİLAL ANAYASALARINDAN DEMOKRATİK HAYATA GEÇİŞ

Milli kültürümüze ve köklerimize ilişkin değerlerimizin korunup yarınlara ve gençlere aktarılmasını sağlayacak önlemlerin alınmasının anayasamızda yer alması gerekmektedir. Ülkelerin geçmişleri, tarihleri ve tarihi değerleri ile var olacağını, insanımızın örf, adet ve geleneklerinin ülkemizin modernleşmesine ve ilerlemesine engel olmayacağını aksine destek olacağını ve bu süreçte tüm dünyanın ve özellikle ülkemiz insanının farklılıklarının zenginlik olarak değerlendirilerek, olduğu gibi korunması gerektiği fikri millet adına en yüksek hukuksal metni hazırlayan millet temsilcilerinin iradesi ile anayasamıza aktarılmalıdır. Aynı şekilde çevreye verilen önem anayasal metinde bizce yer alması gereken bir husustur.

uzun maddelere sahip olmasına neden olmaktadır. Bu maddelerin ayıklanması yine anayasamızın sadeleşmesi açısından gayet önemli bir adım olacaktır. 46. ve 59. maddeler arasındaki düzenlemeler 72. ve 86. maddeler kaldırılmasının mümkün olduğunu düşündüğümüz maddelerdir.

yumuşak yüzünü insanımıza belki de hayatında en çok ihtiyaç duyduğu dönemde gösterecektir.

Anayasamızda yapılması gereken önemli değişikliklerden birisi parti kapatmanın zorlaştırılmasıdır. Bu kapsamda yapılacak anayasaya parti kapatmanın ölçüsü olarak siyasi partilerin yalnızca şiddet kullanımını Belirtilmesi gereken diğer bir husus teşvik ettikleri ve şiddeti bir yöntem da anayasa metninde hali hazırda olarak benimsedikleri takdirde geçerliliğini kanaatimizce yitirmiş kapatılabilecekleri düzenlemesi düzenlemelerin bulunmasıdır. (ör: 31. konulmalıdır. Ayrıca siyasi partilerin madde). Bu gibi maddeler anayasa kapatılmasına yönelik yapılan işlemler metninden ayıklanmalıdır. sırasında; sürece meclisin etkin bir şekilde katılmasının formülü Sporun geliştirilmesine ilişkin 59. bulunmalı ve anayasaya derc madde metninde devletin sporcuyu edilmelidir. Bu düzenlemenin keyfi koruması ödevinin bulunduğuna ilişkin parti kapatmaların önüne geçeceğini ibarenin yanına “gerekli teşvik ve düşünmekteyiz. Parti kapatmaların ödüllendirmelerde bulunur” ibaresi düzenlenmesinin önemli olduğunu de eklenmelidir. Bu sayede maddenin düşünüyoruz çünkü günümüzde siyasi amacına daha etkin şekilde ulaşılması partilerin kapatılması siyasal sisteme sağlanacaktır. ve demokrasiye, demokrasi dışı 61. madde metnine “Devlet yaşlılara müdahalenin aracı haline gelmiştir. her türlü yardım ve destekte bulunur Hâlbuki parti kapatma batının modern ve hayat kalitelerini yükseltmek için demokrasilerinde çok istisnai olarak imkanlar oluşturur, hak ve kolaylıklar başvurulan bir yoldur. sağlar” ibaresinin eklenmesi yaşlılara Yine anayasa metininde yer alan ve karşı pozitif ayrımcılık yapılmasını bazı işlem ve kurumların denetim etkin bir şekilde sağlayacak ve devletin


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

dışında tutulacağı şeklindeki düzenlemeler yeni bir anayasa yapılana kadar anayasa metinden çıkarılmalıdır. Yapılacak yeni anayasada bazı kurumları denetim dışında tutan düzenlemelere yer verilmemelidir. Bu şekilde devletin her kurumunun kanun ve anayasa önünde eşit olduğu, hiçbir kurumun dokunulmazlığının ya da üstünlüğünün bulunmadığı anayasal metinde ifadesini bulmuş, şeffaflık ve hesap verebilirlik devletin her kurumu için sağlanmış olacaktır. Yine Milli Güvenlik Kurulu’nun durumu dikkatlice değerlendirilmeli ve belki de tartışmasız yeni ve daha demokratik işleyişe sahip bir kurul oluşturulmalıdır. Devletin işleyişinde yeni ve özgün bir anayasa temel alınmalı şu andaki düzenlemede bile hiçbir yerde atfı olmayan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi gibi garip hukuk dışılıklardan uzaklaşılmalıdır. Anayasamızın mahalli idarelere ilişkin düzenlemesi olan 127. madde kapsamında yerel yönetimlerin teşvik edileceği ve seçilmiş bir yöneticinin illerin başına gelmesini sağlayıcı bir düzenleme yapılmalıdır.

130. madde kapsamında rektör ve dekanların, görev yapacakları üniversitelerin öğrencilerinin ya da öğrenci temsilcilerinin de oy kullanacakları ve ilgili üniversite veya fakültede görev yapan akademisyenlerin de katılacağı seçimle belirleneceği belirtilmelidir. Yüksek Öğretim Kurumu’nun yapısı değiştirilmeli üniversitelere mali ve idari anlamda daha çok özerklik tanınmalıdır. Yine anayasa ile düzenlenmesi gerekmeyen kanunlarla düzenlenmesi yeterli olabilecek üst kurullara ilişkin düzenlemeler de anayasamızdan çıkarılmalıdır. Milli kültürümüze ve köklerimize ilişkin değerlerimizin korunup yarınlara ve gençlere aktarılmasını sağlayacak önlemlerin alınmasının anayasamızda yer alması gerekmektedir. Ülkelerin geçmişleri, tarihleri ve tarihi değerleri ile var olacağını, insanımızın örf, adet ve geleneklerinin ülkemizin modernleşmesine ve ilerlemesine engel olmayacağını aksine destek olacağını ve bu süreçte tüm dünyanın ve özellikle ülkemiz insanının farklılıklarının zenginlik olarak değerlendirilerek, olduğu gibi korunması gerektiği fikri millet

adına en yüksek hukuksal metni hazırlayan millet temsilcilerinin iradesi ile anayasamıza aktarılmalıdır. Aynı şekilde çevreye verilen önem anayasal metinde bizce yer alması gereken bir husustur. Yukarıda mevcut anayasaya ilişkin eleştirilerimizi ve önerilerimizi sıraladık. Bu öneriler yapılmasını istediğimiz yeni anayasa için de geçerlidir. Takdir edileceği gibi burada doğru bulduğumuz maddeleri ve değiştirilmeden aynı tutulacak maddeleri ve yeni anayasaya aynen alınmasını istediğimiz maddeleri tek tek saymadık. Ülkemizin yaşadığı olumlu anayasa değişikliği sürecinin milletimizi memnun ettiğini ve süreci desteklediğimizi ifade etmek isteriz. Bu değişiklik süreci ülkemiz demokrasisine olan güvenimizi pekiştirmekte ve daha güçlü, modern ve çağdaş Türkiye, yeni ve özgür bir anayasa amacına ulaşma ümitlerimizi arttırmaktadır.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 TÜRKİYE’DE ORDUNUN TARİHİ

Giriş

TÜRKİYE’DE ORDUNUN TARİHİ

Türkiye’de bugün gündemde olan siyasi meselelerin yüzyılları aşan bir tarihi arkaplanı mevcuttur. Özellikle ordu-sivil ilişkileri etrafında yoğunlaşan darbe planları, demokratikleşme süreci gibi tartışmaların altında da Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş devrinden Cumhuriyet’in son yıllarına kadar bütün bir tarihi süreci kapsayan böylesi bir arka plan söz konusudur. Bu tarihi süreci bütüncül ve süreklilik arzeden bir yapı olarak okumak bugünü anlamanın en zor olsa da en güvenilir ve elzem yöntemidir. Tarih, sürekli akan bir ırmak olarak önümüzden geçmektedir. Bu ırmağa yön verebilmemiz, nereden başladığını, hangi yollardan geçtiğini ve bugüne, önümüze ne halde geldiğini anlayabilmekle mümkündür. I.

Elyasa KOYTAK

Osmanlı Devleti’nin 13. yüzyılın son çeyreğinde kuruluş aşamasına baktığımız zaman üç belirleyici sosyal unsur görürüz: Gaziyyan, Ahiyyan, Abdalan. Abdalan, Anadolu’ya kitleler halinde gelen Türk göçmenler için dini, sosyal hayatın merkezinde konumlandıran dervişlerdir. Ahiyyan, dini kültürel değerlerle bütünleştirip üzerine ekonomik, hukuki ve ahlaki bir örgütlenmeyi kuran ahi teşkilatlarıdır. Gaziyyan ise, bütün bu yeni kurulmakta olan sistemin idarecisi olan gazilerdir. Orta Asya bozkırlarından getirdikleri atlı savaşçı karakterlerini dini bir gaza düsturuyla birleştiren bu gaziler kendilerini, özellikle Bizans sınırlarında dini bir söylemle akınlar gerçekleştirmekle ve diğer yandan da yöneticisi oldukları halkın refahını ve düzenini sağlamakla mükellef saymaktadırlar. Ahiler bu süreçte yönetilen halkla yönetici gaziler arasında ilişkiyi sağlayan bürokratik mekanizmayı temsil etmişlerdir. Bu anlamda devlet, gazilerden başkası değildir; 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunda çok bariz bir asker

karakteri vardır. Devletin ilk yöneticilerinin Osman Gazi, Orhan Gazi gibi Gazi sıfatıyla anılmasının nedeni de budur. II. 14. yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti’nin özellikle Rumeli’deki hızlı fetihleri yeni ve düzenli bir ordunun kurulmasını gerektirmiştir. Bunun üzerine ilk olarak I. Murat zamanında hristiyan savaş esirlerinden bölükler oluşturulmasıyla başlayan süreçte zamanla bugün devşirme sistemi olarak bilinen sistem geliştirilmiştir. Özellikle II. Murat zamanında sistematikleştirilen ve kurumsallaştırılan bu sistemde balkanlardan hristiyan çocuklar devletin merkezinde eğitime alınır, müslümanlık öğretilir ve devlet adamı olarak yetiştirilirdi. Padişahın kulu konumunda olup dolaysız bir şekilde merkezi otoriteye bağlı olan bu orduya Kapıkulu ocağı denmektedir. Kapıkulu ocakları Fatih Sultan Mehmet devrinde devletin temel gücü haline getirilmiştir. Fatih devrinde bu ocaklardan bir ocak olan Yeniçeriler ordunun en önemli unsuru olmuş, daha önce Türk kökenli büyük ailelerden olan Vezir-i Azam devşirme kullardan seçilir olmuş, merkezi otorite devşirmeler sayesinde ve devşirmeler lehine güçlenmiştir. Bu anlamda Kapıkulları 15. yüzyıl ortalarından itibaren devlet politikalarının benimsenmesinde çok önemli bir belirleyiciliğe sahip olmuştur. Kapıkullarının siyasi iktidara ilk müdahaleleri Fatih’in çocuk yaştaki ilk hükümdarlığı sırasında 1446 yılındadır. Çandarlı Halil Paşa, tahtı oğluna bırakarak çekilen II. Murat’ın tekrar tahta çıkarılması için yeniçerilerin maaşlarına zam talebini bir isyana çevirir. Genç Sultan Mehmet’in yanındaki paşalara karşı ayaklanan yeniçeriler siyasi bir krize neden olunca 2. Murat o zamanki pay-i tahta, Edirne’ye davet edilir ve tahta tekrar çıkar. Genç Sultan Mehmet’in babasına yazığı söylenen meşhur “Ben


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

sıklaşan tahttan indirilme vakası tarih boyunca on dört kere yaşanmıştır.

padişahsam emrediyorum gel tahta çık, sen padişahsan ait olduğun tahta dön.” mealindeki mektubun da, varlığı veya yokluğu tartışması bir yana, aslında Çandarlı Halil Paşa tarafından yazıldığı söylenir. Nitekim bu isyan, yeniçerilerin siyasi kargaşa yaratarak iktidara müdahale etme geleneğinde ilk isyandır. Devlet içerisinde bir güç merkezi haline gelmesiyle beraber başlayan isyan geleneğinde yeniçeriler hemen her dönemde ön plandadır. Mesela Fatih Sultan Mehmet devri geniş çapta ve uzun soluklu fetihler dönemidir, Fatih’in oğlu II. Beyazıt devri ise geneli itibariyle bir barış sürecidir. Devlet politikasındaki bu değişimin en önemli bir nedeni de Fatih devrinde yorgun düşen ve artık savaş istemeyen Kapıkulları’nın siyasi iktidardaki ağırlığıdır. Yine Yavuz Sultan Selim’den IV. Mehmet’e birçok şehzade ancak kapıkulu ocaklarının desteğini alarak taht kavgalarında kardeşlerini mağlup edebilmiş veya hali hazırda tahtta olan babasını bir askeri darbeyle indirip yerine geçebilmiştir. Bazen de II. Osman örneğinde görüldüğü gibi yeniçeriler bizzat padişahı tahttan indirip katledecek kadar ileri gidebilmişlerdir. Özellikle devletin güç kaybı yaşadığı 18 ve 19. yüzyıllarda

Kapıkulları büyük imparatorluğun askeri temelli başarılarının nedeni olan merkezi güçtür. Fatih’ten Kanuni’ye büyük fetihler sürecinde devlet adeta büyük bir askeri mekanizma olarak güç biriktirmiştir. 1527’de devlet gelirlerinin yarısından fazlasının askeri harcamalara ayrılması, kuruluş sürecindeki asker karakterindeki devamlılığın ifadesidir. Osmanlı Devleti’nin bu karakteri öylesine baskın ve barizdir ki toplum da asker- reaya olarak ikiye ayrılmıştır; yönetici sınıf asker olarak sayılmakta, yönetilen halksa reaya, sürü olarak konumlandırılmaktadır. Fakat böylesi bir merkeziyetçi otoritenin daha sonraki yüzyıllarda bozuluşunun en önemli nedeni de yine en güçlü olduğu yerden; merkezdeki askeri gücün en önemli ayağı olan kapıkullarının siyasi nüfuzunun aleyhte bir şekilde artmasından dolayıdır. 18. yüzyıl boyunca savaşlarda ardı ardına alınan mağlubiyetler yapılacak ıslahatların da yine asker odaklı olmasını beraberinde getirmiş ve 19. yüzyıldaki reform süreci orduda yapılması gereken ıslahatlar etrafında ilerletilmiştir. III. 19. yüzyıl reformlarının başlatıcısı olan III. Selim 1794’te Nizam-ı Cedid adı altında yeni bir ordu programına başladığında, karşısında yeniçeriler ve ulema kesiminin ciddi muhalefetini bulur ve nitekim 1807’de askeri bir darbeyle tahttan indirilir. 1808’de tahta çıkan II. Mahmut ise, iktidarının ilk yıllarını öngördüğü reformlara muhtemel bir yeniçeri muhalefeti için güç biriktirme ve hazırlanma süreci olarak geçirir. Nihayetinde 1826’de Vaka-i Hayriye olarak bilinen Yeniçeri ocağının kaldırılması gerçekleştirilir ve bu tarihten itibaren artık askeri bir darbe tehlikesi ve engelinden bağımsız gerçek bir reform süreci başlar. Modern bir ordu kurulması yoluyla merkezi

Devlet içerisinde bir güç merkezi haline gelmesiyle beraber başlayan isyan geleneğinde yeniçeriler hemen her dönemde ön plandadır. Mesela Fatih Sultan Mehmet devri geniş çapta ve uzun soluklu fetihler dönemidir, Fatih’in oğlu II. Beyazıt devri ise geneli itibariyle bir barış sürecidir. Devlet politikasındaki bu değişimin en önemli bir nedeni de Fatih devrinde yorgun düşen ve artık savaş istemeyen Kapıkulları’nın siyasi iktidardaki ağırlığıdır. Yine Yavuz Sultan Selim’den IV. Mehmet’e birçok şehzade ancak kapıkulu ocaklarının desteğini alarak taht kavgalarında kardeşlerini mağlup edebilmiş veya hali hazırda tahtta olan babasını bir askeri darbeyle indirip yerine geçebilmiştir.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 TÜRKİYE’DE ORDUNUN TARİHİ

otoritenin tekrar güçlendirilmesini amaçlayan reformların ordu odaklı olması manidardır; bununla birlikte eğitim de ikinci alan olarak reformlara tabi tutulur. Avrupa’dan getirilen çoğunlukla Alman askeri eğitmenler, ilk defa 1827’de Avrupa’ya gönderilen öğrenciler ve Tanzimat süreci boyunca kurulan Askeri Tıbbiye, Harbiye gibi modern anlamda yüksek okullar 19. yüzyıl reformlarının asker odaklı olduğunun açık göstergeleridir.

1950’ye kadar devleti ve bütün organlarını elinde tutan Jön Türk nesli o tarihteki bir seçimle mecliste çoğunluğu kaybeder. Adnan Menderes liderliğindeki Demokrat Parti millet iradesiyle iktidara gelir, ancak bu yeni durum tek parti rejimiyle uzun yıllar iktidarı elinde bulunduran elitist kadroların hemen rıza göstereceği anlamına gelmeyecektir. Girdiği her seçimden zaferle çıkan Demokrat Parti 27 Mayıs 1960 günü askeri darbeyle iktidardan uzaklaştırılır. Ordu bir kez daha bilfiil siyasete egemendir. Darbe akabinde darbe yapanların kurduğu mahkemede yargılanan Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam edilir. “Halka rağmen halk için” anlayışı halkın seçtiği bir başbakanı silah zoruyla idam etmiştir.

Bütün bu hızlı yenilik programlarına rağmen özelikle dış borçlanmayla beraber çaresi imkansızlaşan mali sıkıntılar, reform sürecinin istenildiği gibi bir başarıya ulaşmasını engeller. 1826’dan 1908’e kadarki süreçte reform programlarının sonucunda yeni bir yönetici sınıf ortaya çıkar. Okullarda yabancı öğretmenlerden modern eğitim almış, yabancı dil bilen, bir kısmı Avrupa’ya gidip gelmiş bu yeni asker-bürokrat yönetici sınıfın Sultan Abdülhamit devrinde yetişen son kuşağı Cumhuriyeti kuracak olan kuşaktır. Sultan Abdülhamit devrinin otoriter politikalarına tepki olarak Meşrutiyet’i savunan, eğitim tarzlarının gereği olarak Avrupai bir toplum ve devlet zihniyetini paylaşan bu genç asker kuşak Sultan Abdülhamit devrinin son yıllarında ciddi bir muhalif güç olarak ortaya çıkar. Jön Türkler olarak bilinen bu kuşağın en önemli tarihi temsilcisi, manidar bir şekilde Fransız İhtilali’nin yüzüncü yıldönümünde, 1889’da kurulmuş olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’dir. İttihat ve Terakki Cemiyeti modern eğitim veren Askeri Tıbbiye mezunu beş kişi tarafından gizli bir şekilde kurulur. Yine modern bir lise eğitimi amacıyla 1868’de kurulmuş olan Galatasaray Mekteb-i Sultani’si mezunu pozitivist Ahmet Rıza Bey 1895’de Paris’te Cemiyet’in yayın organı Meşveret gazetesini çıkarmaya başlar. İlerleyen yıllarda hızla yayılan Cemiyet’in kitlesi büyük oranda ordu içindeki genç subaylardır. Milliyetçi ve aydınlanmacı fikirlerle büyüyen

bu genç subayların iktidara ilk ciddi müdahalesi 1908 yılında olur. Balkanlardaki karışıklıkların arttığı bir süreçte askeri bir isyan yoluyla Meşrutiyet’i padişaha kabul ettirirler, 23 Temmuz’da tekrar yürürlüğe konan Meşruti idarede ilk seçimlerde meclise tartışmasız hakim olurlar. Böylelikle muhalefette kalan ulema, merkezi seçkinler ve alaylı askerlerle İttihat ve Terakki Fırkası arasında çetin bir siyasi mücadele başlar. Gergin siyasi atmosferde muhalefetin askeri bir darbe amacıyla başlattığı olaylar sonucu 13 Nisan’da İttihat ve Terakki iktidardan uzaklaştırılır. Bugün 31 Mart olayı olarak bilinen bu darbeye Jön Türkler’in cevabı da aynı şekilde olacaktır. 24 Nisan günü Selanik’teki İttihatçı ordu Mahmut Şevket Paşa kumandanlığında İstanbul’a yürür. Hareket Ordusu olarak bilinen bu ordu içinde, gelecekteki Cumhuriyet’in en önemli kurucusu olacak olan Mustafa Kemal de bir subay olarak yer almaktadır. İstanbul’a girerek iktidara silah zoruyla tekrar hakim olan ve Sultan Abdülhamit’i tahttan indiren İttihat ve Terakki yine askeri gücünü kullanarak muhalefeti bastırır ve sonraki süreçte tedricen bütün bir iktidarın bizzat kontrolünü ele geçirir. 1913’ten 1950’ye kadar olan süreçte devleti bizzat yöneten Jön Türk nesli büyük oranda asker kökenli bir nesil olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış devrinde de asker karakterli bir siyaset anlayışının temsilcisi olmuştur. Modern Türkiye tarihindeki darbe geleneğinin başlatıcısı olan bu nesil, Milli Mücadele’nin de en önde gelen kadrolarını oluşturmuş, akabinde kurulan cumhuriyetin seçkin yöneticileri konumunda Tanzimat reformlarının bıraktığı yerden devrimlere devam etmiştir. Bu devrimler, bir yandan Abdülhamit devrinin teknik ve idari projelerinin bir devamı olmasının yanında, Tanzimat reformlarına oranla çok daha kültürel ve toplumsal değerler etrafında gerçekleştirilmiştir. Avrupai


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

milliyetçiliği ve jakoben laikliği esas alan bu asker-bürokrat yöneticilerin bugüne mirası öncelikle bütün bir cumhuriyet tarihine damgasını vuran askeri darbe geleneği ve bu askerbürokrat seçkin sınıfın kayıtsız şartsız iktidarını güvenceye almak üzere kurulu kurumlar ve anlayışlardır. IV. 1950’ye kadar devleti ve bütün organlarını elinde tutan Jön Türk nesli o tarihteki bir seçimle mecliste çoğunluğu kaybeder. Adnan Menderes liderliğindeki Demokrat Parti millet iradesiyle iktidara gelir, ancak bu yeni durum tek parti rejimiyle uzun yıllar iktidarı elinde bulunduran elitist kadroların hemen rıza göstereceği anlamına gelmeyecektir. Girdiği her seçimden zaferle çıkan Demokrat Parti 27 Mayıs 1960 günü askeri darbeyle iktidardan uzaklaştırılır. Ordu bir kez daha bilfiil siyasete egemendir. Darbe akabinde darbe yapanların kurduğu mahkemede yargılanan Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam edilir. “Halka rağmen halk için” anlayışı halkın seçtiği bir başbakanı silah zoruyla idam etmiştir. Devleti yalnızca kendi tasarrufunda sayan darbeci zihniyet 12 Mart 1971’de de bir muhtırayla siyasete müdahale eder. Bu sefer meclis feshedilmez, ancak ordunun hakim olduğu bir siyaset yeniden tesis edilir. Takvimler 12 Eylül 1980’i gösterdiği zaman ordu siyasete yeniden karışacaktır. Ülkede sağsol çatışmasının toplumsal bir kaos ortamına neden olduğu, buna bağlı olarak ekonomik krizlerin hakim olduğu 70’lerin sonlarına gelindiğinde, askeri bir darbe koşullarının her darbeden önce yapıldığı gibi olgunlaştırılmasıyla yeni bir darbe için her şey hazırdır. 11 Eylül günü her yerde silahlar patlarken 12 Eylül günü manidar bir şekilde herkes susar, ordu konuşur. Bütün partiler lağvedilir, siyasi liderler askeri üslerde gözaltına alınır, binlerce genç tutuklanır, işkence görür, yine idamlar olur.

12 Eylül askeri rejiminin devleti ve toplumu darbeyi yapanların istediği şekilde yeniden kurgulamasından 17 sene sonra, 28 Şubat günü bir darbe daha tecrübe edilir. Öncesinde bütün bir medya iktidardaki Refah Partisi aleyhine bir kampanyaya başlar ve böylelikle her darbe öncesindeki gibi suni bir toplumsal kriz ortamının yaratılması amaçlanır. Nitekim 28 Şubat günü Milli Güvenlik Kurulu’nda Başbakan Necmettin Erbakan’a

ordu her darbeyle kendi konumunu belirlemekten çok, milletin konumunu belirlemiştir. Milletin siyaset alanına en az katılımını amaçlayan bu zihniyete millet, kendi temsilcisi saydığı siyasi liderleri her darbeden sonra seçimle iktidara getirerek cevap vermiştir. CHP’nin tek parti rejimine Adnan Menderes’i, 12 Eylül darbesine Turgut Özal’ı ve 28 Şubat darbesine AK Parti’yi iktidara getirerek cevap veren milletle 1913’ten beri bütün bir devleti kendi tekelinde bulundurmak isteyen asker-bürokrat seçkinci zihniyet arasındaki bu gerilim Cumhuriyet’in siyasi tarihini belirlemiş temel dinamiktir. Yine AK Parti iktidarı sırasında 2007’de, yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimleri etrafındaki tartışmalara ordu, Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinden yapılan bir muhtırayla olası bir AK Parti adayına karşı, rıza göstereceği bir cumhurbaşkanı profili çizerek son noktayı koymak istemiş, ancak hükümetin Cumhuriyet tarihinde bir ilk olarak taviz vermeyen mukavemeti bu muhtırayı başarısız bir darbe girişimi kılmıştır. Sonuç

ordunun kararları dikte ettirilip imzalatılır. Türkiye, bir kez daha milli iradenin yok sayıldığı bir süreçten geçer. 27 Mayıs’tan 28 Şubat’a kadar ordu, seçimle iktidara gelen milli iradeye ve demokrasiye her on yılda bir “balans ayarı” vererek kendi konumunu güçlendirmiş ve darbe rejimlerini milli iradeden daha işine yarar bulan birtakım kurum ve partilerin de varlığını korumuştur. Daha da ötesi

Türkiye’de bugün gündemde öne çıkan meselelerin merkezinde askersiyaset ilişkisi vardır. Bu belirleyici ilişkiye dair düşünebilmek de, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan klasik dönemine, 19. yüzyıl reform sürecinden Jön Türklere ve İttihat ve Terakki Fırkası’na kadar bütün bir tarihi arka planı okuyabilmeyi gerektirmektedir. Bu tarihi arka plandaki dönemler ve süreçler her ne kadar birbirini düz bir çizgi üzerinde aynı istikamette takip eden bir devamlılık arz etmese de belli bir süreklilik olduğu muhakkaktır. Bu süreklilik bakımından Türkiye bugün, yaklaşık yüz yıldır siyasete egemen olan asker-bürokrat seçkinlerin kabuğunu millet iradesiyle saf dışı bırakıp, 21. yüzyılda ihtiyaç duyduğu toplumsal barış ve özgüvenin inşası için gerekli olan iradeyi yakalamış görünmektedir.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 RÖPORTAJ

Kendinizi biraz tanıtabilir misiniz?

Milli Türk Talebe Birliği Genel Başkanı Taha Enes ŞENER ile

RÖPORTAJ

Tabii. 1980 İstanbul doğumluyum. Aslen Trabzonluyum. Orta ve Lise öğrenimimi Asfa Lisesi’nde tamamladım. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Uluslar Arası Finans bölümünün uzatmalı bir öğrencisiyim. Okula başladığımdan buyana aynı zamanda iş hayıtının da içinde yer aldığımdan ötürü, benim için bir kaçış yeri olan okulumdan bir türlü ayrılamıyorum. Bu sebeple, kendim için uzatmalı öğrenci ifadesini kullanıyorum. Halen MTTB’nin Genel Başkanlığı’nı yürütmekteyim. Sizi, bu birliği tekrardan kurmaya yönelten sebepler nelerdir, kısaca anlatır mısınız? Müsaade ederseniz bu soruyu iki aşamalı olarak cevaplandırmak isterim. Öncelikli olarak gençliği tanımlamak ve oradan hareketle nasıl bir gençliğe sahip olduğumuzu bilmemiz gerekir. Zaten bu anlaşıldığında insan kendiliğinden MTTB gibi bir gençlik hareketine olan ihtiyacı fark ediyor. Bildiğiniz gibi; gençlik, bir ülkenin servetidir. Gençlik sosyal yaşamda var olduğu ve meselelere çare olmaya çalıştığı sürece ilerleme durdurulamaz. Hayata atılmadan önce, talebelik döneminde, sorumluluk yükleneceği, toplum hayatına hazırlanmalıdır. Ülkesinin meselelerine vâkıf olmalıdır. Sadece derslerden aldığı notlar, edindiği bilgiler yeterli değildir. Bilgi yanında, moral ve maneviyat bakımından da verilecek göreve hazır olmalı, hadiselerin özünü irdeleyebilmelidir.

Taha Enes ŞENER Genel Başkan

Talebe Teşkilatları gençlerin bu yönlerini tamamlayan, onların, idealist, milli kültüre sahip birer şahsiyet olmalarına yardımcı olan ve gençliği temsil eden kuruluşlardır. Biz, MTTB’yi kurma çalışmalarını başlattığımız dönemde sivil toplumda gençleri pek göremiyorduk. Maalesef, halen daha bunun yeterli düzeyde olduğunu söyleyemiyorum. Tabii

bunun birçok nedeni var. Ülkemiz birçok badireler atlatmış. Bunların en önemlilerinin bir tanesi de 1980 askeri darbesidir. MTTB, 80 askeri darbesinden, kapatılarak nasibini almıştı. Oysa, bu darbe sadece MTTB ve o zamanki diğer STK’ ları kapatmakla kalmadı. Toplumun ve hassaten bugünkü gençliğin, ilmi ve fikri faaliyetler gerçekleştirebilecekleri vakıf, dernek, birlik gibi yapılardan uzak tutulması suretiyle, bilinçlerine zaman içinde bu tür çalışmaların gereksizmiş gibi görünmesini yerleştirdi. Ayrıca; o dönemleri yaşıyan aileler de çocuklarının kendi yaşadıkları sıkıntıları yaşamalarındansa, belki de haklı olarak, daha rahat yetişmelerini tercih etti. Ve toplumda da bu tür sosyal faaliyetlerden uzak durma gibi bir tutum gelişti. Netice itibariyle; 1980 ve sonrası doğumlu olan arkadaşlarımız apolitik, tarih bilgisinden ve kültürel değerlerinden yoksun bir şekilde yetişmiş oldu. Anlayacağınız, tabiri caiz ise “Kuyunun dibi ile minarenin tepesi” bir durumda kalındı. O günkü gençliğin genel durumunu ve sebeplerini kısaca izah edebildiğimi umuyorum. Şimdi müsaadenizle, sözlerimin başında belirttiğim aşamalardan ikincisine geçip, biz MTTB’yi yeniden kurmayı nasıl düşündük ve kurduk. Bunu anlatayım. Lisenin son yıllarında çeşitli yaşlardaki bir grup arkadaşımla sosyal faaliyetler organize ediyorduk. Zamanla bu çalışmalarımız düzenli faaliyetler haline gelince kurumsal bir yapıya ihtiyacımız oldu ve önce “Genç Birlik” diye resmiyeti olmayan, lakin aktif bir birlik kurduk. Genç Birliğin Genel Başkanı olduğum 2004 – 2006 yılları arasında faaliyetlerimiz epeyce artmış ve çeşitli üniversitelerde çokça arkadaşımız programlarımıza katılmaya başlamıştı. Bunun üzerine; benim, çocukluk yaşlarımdan beri duyduğum ve birçoğumuzun babasının, amcasının üniversite yıllarında içinde bulunduğu MTTB aklıma geldi. Unutulmamalıdır ki;


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

yüksek öğrenim gençliğini ülke çapında temsil eden en büyük teşkilat, uzun yıllar, Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) olmuştur. 2006 yılı MTTB’nin kuruluşunun 90. yılına tekabül ediyordu. Kapanışından 26 yıl sonra 90. yılında MTTB’yi yeniden kurmak üzere çalışmalara başladık ve öncelikle 4 ilimizdeki 8 ayrı üniversitemizde dernekleri kurduk ve yeniden kuruluşu 16 Aralık 2006 da tertiplediğimiz bir toplantıyla kamuoyuna ilan ettik. 27 Mart 2008 de ise Talebe Birliği Federasyonu olarak MTTB’yi resmen yeniden kurmuş olduk. Bu gün, 7 ayrı ilimizdeki toplam 20 üniversitemizde kurulmuş derneklerimizle çalışmalarımızı istikrarlı bir şekilde arttırarak devam ettiriyoruz. MTTB’nin dünü ve bugünü hakkında bize bilgi verebilir misiniz? MTTB’nin ilk kuruluş tarihi; 14 Aralık 1916’dır. 1916 ‘dan 1980’ e kadar, arada kapalı olduğu dönemler hariç, faaliyet gösteren MTTB’de üç devre yaşanmıştır diyebiliriz. MTTB’nin ilk kuruluşunu, 1916 yılında İttihat ve Terakki iktidarı gerçekleştirmiştir. Osmanlı devletimizin batışının müsebbibi olan, dış destekli İttihat Terakki, o dönemlerde ülke genelinde PanTürkist bir cereyan geliştirmişti. Bu gayeyle kurdurduğu teşkilatlardan birisi de Milli Türk Talebe Birliği idi. Birince devresi 1920 yılına kadar sürmüştür.

Hayata atıldıklarında sosyal, siyasi, ekonomik her sahada aktif görevler yüklenmişlerdir.

MTTB’nin teşkilat yapısında yer alan Genel Başkanlık, İkinci Başkanlık, Genel Sekreterlik, Genel Yönetim Kurulu, Genel Merkez İcra Konseyi, Mahalli İcra Konseyleri, Dernekler, Temsilcilikler, Orta Öğretim Komiteleri, Müdürlükler ve Kulüplerde görev almış ismi sayılamayacak kadar çok sayıda, bugün ülkemize yön veren siyasetçiler, akademisyenler, işadamları, eğitimciler, sinemacılar, 1926 – 1936 yılları arasında II. Devresi, tiyatrocular vardır. 1946 – 1980 yılları arasında III. Devresi yaşanmıştır. Ve şimdi, 2008 yılı itibariyle Bir bakıma MTTB; gençleri toplum hayatına ve faaliyetlerine hazırlayan inşallah bir daha kapanmamak üzere bir akademi olmuştur. yeniden açılmış oldu. Kısaca anlattığım bu tarihi sürecinden Yılmadan usanmadan, dopdolu çalışmalar yapan, verdikleri mücadele de anlaşılacağı üzere MTTB oldukça ile milletimize; kültür, bilim, siyaset, köklü bir teşkilattır. MTTB tarihinde teknik, ekonomi ve her alanda çeşitli farklı ideolojileri benimsemiş olsa da hep ülkenin menfaatlerini göz gönlü vatan aşkıyla dolu şahsiyetler kazandıran MTTB, bu gün de aynı önün de bulundurarak çalışmalarını gaye ile yeniden kurulmuş ve bu yürütmüştür. hedef doğrultusunda çalışmalarını Öğrencilik yıllarında MTTB de yürütmektedir. çalışmalarda bulunmuş çoğu gençler,

Biz, MTTB’yi kurma çalışmalarını başlattığımız dönemde sivil toplumda gençleri pek göremiyorduk. Maalesef, halen daha bunun yeterli düzeyde olduğunu söyleyemiyorum. Tabii bunun birçok nedeni var. Ülkemiz birçok badireler atlatmış. Bunların en önemlilerinin bir tanesi de 1980 askeri darbesidir. MTTB, 80 askeri darbesinden, kapatılarak nasibini almıştı. Oysa, bu darbe sadece MTTB ve o zamanki diğer STK’ ları kapatmakla kalmadı. Toplumun ve hassaten bugünkü gençliğin, ilmi ve fikri faaliyetler gerçekleştirebilecekleri vakıf, dernek, birlik gibi yapılardan uzak tutulması suretiyle, bilinçlerine zaman içinde bu tür çalışmaların gereksizmiş gibi görünmesini yerleştirdi.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 RÖPORTAJ

Bizim misyonumuz kısaca; “Geleceğini kendisi, toplumu ve dünya insanlığı için en iyi şekilde inşa edecek; üniversite gençliğinin taşıması gereken sosyal, kültürel ve fikri donanıma sahip; ahlaklı, kararlı ve gücünü geleneğinden alan bir neslin yetişebilmesi için “ÇATI” teşkilat olmak ve her yönü ile “Büyük Türkiye” idealine ulaşmaktır. ”

Kısaca anlattığım bu tarihi sürecinden de anlaşılacağı üzere MTTB oldukça köklü bir teşkilattır. MTTB tarihinde çeşitli farklı ideolojileri benimsemiş olsa da hep ülkenin menfaatlerini göz önün de bulundurarak çalışmalarını yürütmüştür. Öğrencilik yıllarında MTTB de çalışmalarda bulunmuş çoğu gençler, Hayata atıldıklarında sosyal, siyasi, ekonomik her sahada aktif görevler yüklenmişlerdir.

MTTB neyi amaçlıyor ve bu amaçlar doğrultusunda ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz? Bizim misyonumuz kısaca; “Geleceğini kendisi, toplumu ve dünya insanlığı için en iyi şekilde inşa edecek; üniversite gençliğinin taşıması gereken sosyal, kültürel ve fikri donanıma sahip; ahlaklı, kararlı ve gücünü geleneğinden alan bir neslin yetişebilmesi için “ÇATI” teşkilat olmak ve her yönü ile “Büyük Türkiye” idealine ulaşmaktır. ” Misyonumuzu gerçekleştirebilmek içinse Kültür Komisyonumuz marifetiyle haftalık konferanslar tertipliyoruz. Güncel olayları, tarihimizi ve çeşitli kitapları bu konferanslar vesilesiyle değerlendirme fırsatı buluyoruz. Bunun dışında Öğrenci İşleri Komisyonumuz marifetiyle, imkânımız dâhilinde, öğrenci arkadaşlarımıza yurt, staj ve burs gibi konularda yardımcı olmaya çalışıyoruz. AR-GE komisyonumuz ise yeni teknolojileri ve çağın gerekliliklerini takip ederek bu hususta üyelerimizi bilgilendirici eğitimler tertipliyor.

Ayrıca; sağlık, iktisat ve dış ilişkiler komisyonlarımız da yine kendi ilgi alanlarında belli dönemlerde çeşitli faaliyetler gerçekleştiriyorlar. Tüm bu faaliyetlerin dışında, Spor komisyonumuzun tertiplediği basketbol, futbol ve yüzme branşlarındaki turnuvalar ile hem üyelerimiz arasındaki arkadaşlık bağını kuvvetlendiriyor hem de arkadaşlarımızın yorgunluklarını atmaları için onlara böyle bir fırsat da sunmuş oluyoruz. Teşkilatlanma nasıl yürütülüyor, teşkilat yapısı hakkında bize bilgi verebilir misiniz? MTTB üniversiteler bazında kurulmuş olan öğrenci derneklerinin bağlı olduğu bir federasyondur. Eğer bir arkadaşımız MTTB’ye üye olmak istiyorsa, öğrenim gördüğü üniversitede bize bağlı bir dernek var ise, ona üye oluyor ve böylece MTTB Çatısına dâhil olmuş oluyor. Eğer, üniversitesinde MTTB’ye üye dernek bulunmuyorsa üye olmak isteyen arkadaşımız bize böyle bir dernek kurmak için başvuruda bulunuyor.


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

Gerekli görüldüğü takdirde kurulan dernek, kuruluşundan sonra MTTB’ye üye olabiliyor. Tüm bu çalışmaları Teşkilatlanma Komisyonumuz oldukça başarılı bir şekilde yürütmektedir. Bugün için 22 üniversitemizde aktif derneğimiz var bunun dışında bir bu kadar üniversitemizden de yeni kuruluş için gelen talep var. Bu da bizim için çok sevindirici bir durum. Teşkilatta resmi olarak üye olan arkadaşlarda ne gibi özellikler arıyorsunuz? Teşkilatımıza resmi üye olacak arkadaşların öncelikle öğrenci olması gerekiyor. Bunun dışında aradığımız herhangi bir özellik yok. Lakin, gerek derneklerimiz gerekse de federasyonumuzun Yönetim Kurulu ve Komisyonlarında görev alacak arkadaşlarımızda dikkat ettiğimiz tek husus; bu arkadaşların herhangi bir siyasi partiye üye olup olmadıklarıdır. MTTB “ÇATI” bir teşkilattır. Bu, MTTB’nin eski dönemlerinde böyle olmuş ve yeni dönemde de bu amaçla hareket edecektir. Dolayısıyla burada bizimle hareket edecek arkadaşlarımız siyasi düşüncelerini kapının dışında bırakıp buraya girebilirler. Bunu yapan her görüşten, inanıştan arkadaşımız buraya gelebilir ve çalışmalarımıza katılabilir. Çünkü biz, bu ülkeye, bu ülkenin gençleri ile hizmet etmeyi hedefleyen bir teşkilatız. Biz, gençler olarak birbirimizi düşüncelerimize göre ayırır ve ortak bir paydada buluşamazsak, kiminle ve nasıl bu ülke için çalışacağız?

oluyor ama görev dağılımı gayet başarılı olduğundan bu husus da bizi pek etkilemiyor. MTTB’deki göreviniz bittikten sonra neler yapmayı planlıyorsunuz? Konuşmamızın başında da belirttiğim gibi, ben üniversiteye başladığımdan bu yana aynı zamanda çalışma hayatının da içindeyim. Sosyal faaliyetlerimizden ötürü çalışma hayatında aksattığım kısımlar olduğunu düşünüyorum. Biraz bu açıklarımı kapatmayı düşünüyorum. Tabii MTTB ve diğer sosyal faaliyetlerimiz sona erecek diye bir şey söz konusu değil. Biz, MTTB’yi bir daha kapanmamak gayesi ile yeniden kurduk. Dolayısı ile bu hususta da arkadaşlarıma desteğim pek tabii ki sürecektir. Son olarak ülkemizdeki öğrenci arkadaşlarımıza ne gibi tavsiyelerde bulunmak istersiniz?

Kendi tecrübelerimden faydalanarak bazı öneriler sunayım müsaadenizle. Zamanımızı nasıl kullandığımız çok önemli. Gençliğin tariflerden biri; taze bir fidan olmasıdır. Doğru beslendiği sürece kök salar ve gelişir. Bizler bu doğrultuda çalışmalıyız diye düşünüyorum. Bunun için bolca okumalı, araştırmalı, teknoloji ve çağın gerekliliklerini takip etmeliyiz. Yalnızca kendi bölümümüzle alakalı değil, güncel konuları da takip edip toplumun nabzı tutmalıyız. Türkiye, büyük bir ülke ve uluslar arası camiada her geçen gün itibar kazanıyor. Dolayısıyla genç arkadaşlarım da MTTB’ye üye olan arkadaşların bu ülkenin geleceği olarak bireysel tamamının öğrenci olmasının düşünmenin ötesinde küresel avantajları ve dezavantajları nelerdir? düşünmeli ve dünya meseleleri Bunun en büyük avantajı, hiç üzerinde de çalışmalılar. Tabii şüphesiz, Türkiye’nin en enerjik, tüm bunları yaparken, bana göre, bilgiye, öğrenmeye, gelişmeye açık, dikkat edilmesi gereken en önemli sorgulayan bir birliği olmamızdır diye husus, herhangi bir şeyin fanatiği düşünüyorum. Takdir edersiniz ki, bu olunmamasıdır. Şucu-bucu olmak açıdan bakıldığında da dezavantaj bizleri kısıtlar. Olaylara mümkün diye düşünebileceğimiz pek bir olduğunca geniş açıyla bakmalı ve öyle şey kalmıyor. Belki sadece, sınav yorumlamalıyız. dönemleri faaliyetlerimizle çakıştığı zamanlar bizim açımızdan biraz yoğun

Türkiye, büyük bir ülke ve uluslar arası camiada her geçen gün itibar kazanıyor. Dolayısıyla genç arkadaşlarım da bu ülkenin geleceği olarak bireysel düşünmenin ötesinde küresel düşünmeli ve dünya meseleleri üzerinde de çalışmalılar. Tabii tüm bunları yaparken, bana göre, dikkat edilmesi gereken en önemli husus, herhangi bir şeyin fanatiği olunmamasıdır. Şucu-bucu olmak bizleri kısıtlar. Olaylara mümkün olduğunca geniş açıyla bakmalı ve öyle yorumlamalıyız.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 MİLLET MEFHUMU ÜZERİNE

Millet Nedir?

MİLLET MEFHUMU ÜZERİNE

Millet mefhumuna hepimiz aşinayız ve bu kelimeyi gerek gündelik dilde kullanıyor, gerekse bu kelimeye yazılı eserlerde rastlıyoruz. Millet mefhumunun bu derece fikir dünyamızda yeri olmasına rağmen, manasının tam olarak neleri ihtiva ettiği konusunda bir karmaşa vardır. Millet kelimesini kullananların kendi zihniyetlerine göre anlamlar yüklemeleri ve doğal olarak aynı mefhumu kullanan kişilerin aynı şeyi kastetmemelerinden dolayı, böyle bir hükme ulaşıyoruz. Var olan bu anlam karmaşasında “millet” kelimesinin bünyesinde barındırdığı anlamları, kelimenin aslına bağlı olarak açıklamaya çalışacağız. Öncelikle bir kelimenin, bünyesinde hangi manaları ihtiva ettiğini anlayabilmek için o kelimenin lügat manalarına bakmamız gerekmektedir. Kelimenin tarih içersinde kimler tarafından hangi manalar yüklenerek kullanıldığına bakarak günümüzdeki kullanılışına gelebiliriz.

Şerif SEVİM

kullanılabileceğini göstermektedir. ‘Ceza’ kelimesi ise dilimizde Arapçadaki manasının bir bölümünü ifade etmektedir. Arapçada ‘iyi veya kötü fiillerin karşılığı’ anlamında kullanılan ‘ceza’ kelimesi, dilimizde suç işleyeni doğru yola getirmek amacıyla verilen karşılık anlamındadır. 3 Yani bugün iyi bir amelde bulunan kişiyi mükâfatlandırdığımızda Arapçadaki manasına göre bu kişiyi cezalandırmış oluruz. Hülasa edecek olursak ‘millet’ sözcüğü de bu kelimelerde olduğu gibi bir anlam kaymasına uğramış ve bünyesine yeni manalar yüklemiştir. Türk Dil Kurumu Sözlüğünde millet kelimesi şöyle tanımlanmaktadır: Millet: Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğudur.

Millet kelimesi üzerine dilimizde yapılan bu tanım ve bunun benzeri olarak tarihten günümüze aydınlarımızın 4 yaptığı tanımlar millet kelimesinin asıl manasını ihtiva Millet kelimesi dilimize Arapçadan edememektedir. Bu yapılan tanımlar geçmiş bir kelimedir. Kelimenin Arapça yanlıştır demiyoruz. Meseleyi daha iyi lügatlerdeki manası: anlatabilmek için şöyle bir benzetme yapacak olursak; bir bardak deniz 1- Din ve şeriat suyu denizdendir; fakat o su, deniz 2- Bir din veya şeraitte bulunanların değildir. Aynen bu tanımlar da, millet 1 cümlesi ’ dir. kelimesini tanımlar; fakat bu kelimenin Osmanlı Türkçesi Lügatine tam olarak manasını ihtiva etmez. baktığımızda yine aynı manayı Bize Göre taşıdığını görmekteyiz. 2 Bugün kullandığımız millet kelimesini Kelimeler aynı dilden mana kaymasına bir düşünelim. Bu kelimeyi uğrayarak değişik anlamlar ifade kullananların bir bölümü ırk temelli ettikleri gibi; dilden dile geçince, düşünüyor, bir bölümü din temelli ayrı manalar veya asıl anlamının bir düşünüyor. Doğal olarak kullanılan bölümünü ifade ettiklerine de sıkça kelime aynı olmasına rağmen aynı rastlanmaktadır. Meselâ ‘mektep’ kelimede farklı manalar kastediliyor. kelimesi Arapçada ‘yazı yazılacak yer’, Bizce millet kelimesini ‘birlikte yaşama yani masa anlamında kullanılırken şuuru olan insan topluluğu’ olarak dilimizde ‘okuyup yazmadan tanımlamak daha doğru olacaktır. Bu başlayarak sanat ve bilime kadar tanımı detaylıca açıklamadan önce öğrenimin herhangi bir derecesinin neden yapılmış olan yeni tanımların sağlandığı yer’ olan okul anlamında eksik olduğu konusunda açıklama kullanılmıştır. Bu örnek, bir kelimenin yapalım. diğer bir dilde ayrı bir anlamda


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

Tanımlarda; dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu denilmektedir. Bu sayılan unsurlar içersinde din yoktur. Millet kelimesinin temel anlamını yukarda açıklamıştık. Bu kelime din unsuru etrafında tanımlanmış olup Arapçadan dilimize girmiş bir kelimedir. Kelimde anlam değişikliği olduğuna değinmiştik. Fakat meydana gelen bu değişiklikte din unsurunun yer almamasının nedenini anlayabilmiş değiliz. Çünkü insan topluluklarını bir arada tutan en önemli unsurlardan biri de inanç unsurudur. Bunun yanında sayılan dil, duygu, ülkü, gelenek ve görenek unsurları üzerinde dinin etkisi çok büyüktür. Açıklayalım; bir millet düşünelim ki içersinde Müslüman, Hıristiyan, Musevi, Budist dinlerine mensup insanlar bulunsun. Aynı milletten sayılan bu insanların nasıl olur da duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olabilir? Din unsuru zaten bu insan topluluklarının duygularında, ülkülerinde, gelenek ve göreneklerinde değişikliğe sebep olacaktır. Bir Budist ile bir Müslüman arasında nasıl bir gelenek ve görenek birliği olabilir? Yahut bir Musevi ile bir Müslüman arasında nasıl bir ülkü birliği olabilir? TDK sözlüğünde yapılmış olan bu tanıma veya benzer tanımlara

Sen ben desin efrad, aradan vahdeti kaldır; Milletler için işte kıyamet o zamandır. Mazilere in, mahşer-i edvarı bütün gez: Kaanun-u İlahi, göreceksin ki, değişmez. Mehmed Akif ERSOY diyelim ki, din unsuru da dahil edilmiş olsun. Fakat din unsurunun dahil edilmesinde dahi, tanımlarda yeterince açıklık ve netlik yoktur. Şöyle ki; yapılan unsurlardan hepsinin mutlak olup olmayacağı, olacaksa hangi ölçütlere göre bir araya geleceği tam olarak belli değildir. Mesela; gelenek ve görenekteki bu birliğin hangi düzeyde olacağı belirsizdir. Kendi milletimizi düşünelim; Karadeniz bölgesinde yaşayan insanlarımızın gelenek ve görenekleriyle Ege bölgesinde yaşayan insanlarımızın gelenek ve görenekleri birbiriyle aynı mıdır? Şüphesiz bütün yönleriyle aynı değildir. Fakat aynı olan veya birbirine benzer tarafları vardır. O hâlde şu sonuca varabiliriz ki bu ve benzeri tanımlarda geçen gelenek görenek, ülkü, duygu, tarih birliği gibi unsurların

Bugün kullandığımız millet kelimesini bir düşünelim. Bu kelimeyi kullananların bir bölümü ırk temelli düşünüyor, bir bölümü din temelli düşünüyor. Doğal olarak kullanılan kelime aynı olmasına rağmen aynı kelimede farklı manalar kastediliyor. Bizce millet kelimesini ‘birlikte yaşama şuuru olan insan topluluğu’ olarak tanımlamak daha doğru olacaktır.

Osmanlı Devleti’nde millete bir arada yaşama şuuru veren en önemli unsur ‘din’ dir. Yine bir başka örnek verecek olursak; Amerika Birleşik Devletleri’ni bir arada tutan unsurlar aynı vatan üzerinde, ortak egemenlik altında yaşamak ve iktisadî menfaatlerdir.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 MİLLET MEFHUMU ÜZERİNE

Birlikte yaşama şuuru olan insan topluluklarını millet mefhumu içinde tanımlamak mümkündür. Bu şuura sahip olan insanları aralarında kökenlerine göre bir ayrıma tabi tutmak nifaktan başka bir şey olmayacaktır. Yine bu insanların kökenlerini inkar etmek de; kişileri bastırmaktan, hor görmekten başka bir şey değildir.

“hangi ölçütlere göre bir araya gelerek bir ortak payda oluşturduğu” yeterince açık ve net değildir. Birlikte Yaşamak Şuuru Millet kelimesinin tanımını‘birlikte yaşama şuuru olan insan topluluğu’ olarak yapmıştık. Şimdi bu insan topluluğuna birlikte yaşama şuuru veren unsurlara bakalım. Bu unsurları ana hatlarıyla şöyle sıralamak mümkündür: 1-dil ve soy 2-din 3-kitle ve vatan 4-zaman 5-ülkü 6-ortak egemenlik altında yaşamak 7-iktisadi menfaatlerdir. 5

Bu unsurların bir araya gelmesi ile ortaya bir millet çıkmaktadır. Bu unsurların birleşimini hepimizin bildiği aşure yemeğine benzetebiliriz. Bir sürü gıda maddesinin bir araya gelerek oluşturduğu bu yemekte şeker tadı ağır basmaktadır. Yiyenin damağında tatlı bir his uyandırmaktadır. İşte millet de, böyle çeşitli unsurların birleşmesi ile ortaya çıkar. Milleti oluşturan bu unsurların hepsinin de bir araya gelmesi gerekmez. Zamana göre bu unsurlardan bazıları benzetmemizde olan şeker gibi ağır basar. Örneğin; Osmanlı Devleti’nde millete bir arada yaşama şuuru veren en önemli unsur ‘din’ dir. Yine bir başka örnek verecek olursak; Amerika Birleşik Devletleri’ni bir arada tutan unsurlar aynı vatan üzerinde, ortak egemenlik altında yaşamak ve iktisadî menfaatlerdir. Şimdi yapmış olduğumuz bu değerlendirmelere göre kendi


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

milletimize bakalım. Bizde de bu saydığımız unsurlardan bazıları muhtelif zamanlarda çeşitli ölçülere göre bir araya gelerek ortak bir millet olma bilinci kazandırmıştır. Bu bilince sahip insanların arasında farklılıklar olması bizim bir millet olmamıza engel değildir. Şöyle bir benzetme ile durumu açıklayacak olursak; yeşil rengi, mavi ve sarı renkleri bir araya gelerek oluşmaktadır. Yani iki renk bir araya gelerek yeni bir renk oluşturmaktadır. Milletimiz için de aynı şeyleri söylemek mümkündür. Zamanla çeşitli unsurlar bir araya gelerek Türk milletini oluşturmuştur. Ortak bir hayat anlayışı, aynı çatı altında yaşama şuuru vuku bulmuştur. Beraber savaşılmış, beraber zaferden zafere koşulmuştur. Beraber yenilmiş,

beraber yas tutulmuş ve hep beraber vatan toprağı müdafa edilmiştir. Son olarak şunları söyleyerek yazımızı tamamlayalım; Birlikte yaşama şuuru olan insan topluluklarını millet mefhumu içinde tanımlamak mümkündür. Bu şuura sahip olan insanları aralarında kökenlerine göre bir ayrıma tabi tutmak nifaktan başka bir şey olmayacaktır. Yine bu insanların kökenlerini inkar etmek de; kişileri bastırmaktan, hor görmekten başka bir şey değildir. İnsanların kökenlerinin farklı olması, onların bir arada yaşamasına herhangi bir engel teşkil etmez. Söylediklerimizin ispatı tarihimizdedir.

1- Lisanü’l-Arab/11/631 - El-Mu’cemu’l-Vasid/2/894 Er-Ra’id/1427 2- Ferit Develioğlu, Ansiklopedik Osmanlı Türkçesi Lügati

VİRGÜLSÜZ gecelerdeyim hâsılı... bıraktığın gibi... karanlığa ışık bir sen gelmen gerektiğini sen bilsen ise isem isen kopart düğümlerini kağıtların kalemleri kırarak aç bende ezberlediğin gibi bir tek dua istiyorum rabbim bir ömürde değişmeyecek gelmedin sonra… gülmedi felek -arabesk bir kader gibi bu sözlerhakim bir karar verdi gökler üzerime yıkılsın akrep ile yelkovan -uşşak makamı yorgunlarıbirleşsin dizlerimi titreterek bir tek dua istiyorum rabbim her Beni yola getirecek tellerine dillerimi astım, ses vermedin haklısın hep sözlerim boş yılkı bir at gördüm kendimi kendime senden bakınca yetişmedi kementler tutmaya kırılmadı kahrolası bileğim süremedim yüzümü toprağına bir tek dua istiyorum rabbim dik sözüme baş kestirecek

3- Mehmet Niyazi, Millet ve Türk Milliyetçiliği, s. 18 4- Başta Ziya Gökalp olmak üzere Fransız Devrimi’nin etkilerinin Osmanlı Devleti’nde etkilerini göstermesinden günümüze bazı aydınlarımızın yapmış olduğu tanımlar 5- Mehmet Niyazi, Millet ve Türk Milliyetçiliği, s. 53

M. Emin ALBAYRAK


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 SIKICI BİR MUHAFAZAKAR SİNEMA MUHABBETİ DAHA

kalmıyor. Çünkü fiili anlamla bir şeyler yapamadıktan sonra fikren sebat içinde olmak pek bir işe yaramıyor. Peki ya bugüne kadar ne yapmamız gerekirdi de yapamadık? Bu senelerdir sorulan kadim sualin cevabını sadece sinema telakkisi dâhilinde vermeye çalışacağım.

SIKICI BİR MUHAFZAKAR SİNEMA MUHABBETİ DAHA

Ömer Faruk YILDIZ

Evvela şunu kabul etmek lazımdır ki Türkiye’de Müslüman’ın kendisi de vaziyeti de başlı başına bir sorundur. Kendi sorunlarımızı, bulunduğumuz coğrafyada sorun teşkil ediyor olmamızı ve bir sorundan öteye vasıl olamayışımızı sebepleriyle düşünüp bu mevcudiyeti iyi mütalaa etmeliyiz ki bulunduğumuz coğrafyada müessir bir konum teşkil edebilmek için adımlar atabilelim. Galiba sinema unsuru da bu yapılması gereken hamlelerin muhtevasındadır. Öyle ki günümüz insanının, rumuzunu kaybetmiş varlıklar olarak gördüğüne veya kendisine gösterilene çok çabuk inanmakta olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Keza dünyada güç sahiplerinin istediği şeylere inandırılmak isteniyor insaniyet. Bu vesileyle de insanlık üzerinde oynanmak istenen oyunu herkes biliyor zati. Sinema ve medya dediğimiz unsurlar da bu idealin tahakkuku için elzem olan iki büyük şeytandır hiç şüphesiz. Gördüğüm kadarıyla muhafazakâr ve milliyetçi kesim geç de olsa bu hakikatin farkına varabildiler. Lakin bu tek başına kâfi

Bir kere mevcut (veya sonradan üretilmiş olan) kavramları mütalaa edelim. Bizim sinemaya karşı aldığımız tavır nedir? Yaptığımız veya yapacağımız filmler, içinde bulunacağımız veya destek çıkacağımız sinema kimin ve neyin sineması? Bugün bazılarının kafasında birtakım tabirler var: “Muhafazakâr Sinema”, “İslami Sinema” “Milli Sinema”…vs. gibi. Bu tabirleri kullanmak acaba meşru mudur? Bu tavrımı tenkit edenler olacaktır ama bence hiçbirinin hiçbir şekilde kullanılması meşru ve sağlıklı değildir. Bugün Türkiye’de yaşayan bir şahsın; fikri, ideolojisi, inancı ne olursa olsun sinema hususunda yaptığı bütün icraatlar tamamen “Türk Sineması”dır! İllaki bir tabir kullanılacaksa bundan gayri alternatif olamaz! Bugün sol fikirli bir yönetmen icra ettiği bir film için “Sol Sinema” veya “Devrimci Film” gibi ideolojik tabirler kullanıyor mu? Tabii ki hayır. Meşru olan da budur zaten. Peki ya bugün sinema ile uğraşan ve farklı fikirleri savunan birçok yönetmen, senarist, yapımcı… ithafını Türk sinemasına yapıyorken zaten meblağı bir avuç olan İslami temayüllü sinemacılar neden kendi icralarına farklı kavramlar üretmeye çalışıyorlar anlamak mümkün değil. Hulasa bizim sinema rumuzu altında yapacağımız her şeyin Türk Sineması dâhilinde olduğunun idrakine varmak gerekir. Bizim Türk sinemasında yapmamız gerekenlerden ziyade Türk sinemasında yapılanlara da kısaca değinmek gerekir. Bugün kendi sinemasına neredeyse devlet bütçesi kadar sermaye akıtan ABD’nin yanında Türkiye’de Kültür Bakanlığı’nın sinemaya ayırdığı bütçe ile Hollywood’u aratmayacak


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

filmlerin yapılması mümkün değildir. Zaten yapılan filmlerimizin de kalitesi ortadadır. Bugün her şeyi kaliteli bir senaryo yazabilmekten ibaret gören (ve onu da adam gibi yapamayan) sinema zihniyetimiz, Hollywood estetiğinden ve teknolojisinden fersah fersah geri kalmıştır. Türk milletinin duygusal kimliği üzerine bina edilen senaryolarımıza ve buna da sanat denmesine bir şey söylemiyorum.

Bunun içindir ki (birkaç tane çekilmiş adam akıllı filmlerimiz haricinde) filmlerimizin beynelmilel alanda esemesi okunmaktadır. Cannes’da ödül alan filmleri es geçmem elbette ama meşhur yönetmen Ömer Faruk Sorak’ın adeta tez halini alacak şu tespitini de hatırlatırım: “Bir filmin Cannes’da ödül alması için o filmin yönetmeninin bir locaya hizmet etmesi gerekir.” Velhasıl bizler kendi

Bugün bazılarının kafasında birtakım tabirler var: “Muhafazakâr Sinema”, “İslami Sinema” “Milli Sinema”…vs. gibi. Bu tabirleri kullanmak acaba meşru mudur? Bu tavrımı tenkit edenler olacaktır ama bence hiçbirinin hiçbir şekilde kullanılması meşru ve sağlıklı değildir. Bugün Türkiye’de yaşayan bir şahsın; fikri, ideolojisi, inancı ne olursa olsun sinema hususunda yaptığı bütün icraatlar tamamen “Türk Sineması”dır! İllaki bir tabir kullanılacaksa bundan gayri alternatif olamaz!


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 SIKICI BİR MUHAFAZAKAR SİNEMA MUHABBETİ DAHA

camiamızın Türk sinemasındaki vaziyetini tartışa duralım, Türk sinemasının bugünkü vaziyetini ve bu sektörü tahakkümü altına alan çakalları da tartışmak gerekir. Tekrardan bize dönelim. Muhsin Ertuğrul’dan günümüz sinemasına kadar bizler bu sektörün içinde kendimizi gösteremedik. Senelerce Batı icadı olan her unsura, her kavrama kapımızı kapattık ve olmayan yağımızda kavrulmaya çalıştık. Onlar zamanı iyi değerlendirmek suretiyle hızla ilerlerken bizler yerimizde saydık. “Öykünmek” dediğimiz şeyi mukallit davranmak diye tanımladık ve her hususta olduğu gibi sinemada da müessir olamadık. Neyse ki zaman sonra MTTB; zamanın şartlarını iyi okumak suretiyle muhafazakâr sinemacıların yetişmesi hususunda mühim adımlar attı. Maalesef ki bu çaba ve gayretleri sürdürecek çıraklar gelmedi ardından. Ve realist konuşmak gerekirse yetişen sinemacılarımızın da hemen hemen hiçbiri içinden çıktığı kitlenin haricinde farklı kitlelere hitap edemediler. Bunun sebebi, Türk sinemasındaki gayri Türkî ve gayri İslamî sistemin muhkemliğiydi. Burada bizler mevcut sistemi yıkma hususunda hata yaptık. Başta da söylediğim gibi gayemiz mevcut sistemin içinde farklı bir sistem inşa etmeye çalışmak oldu ve haliyle muvaffak olamadık. Oysaki mevcut sinemamızın bu habis sistemine dâhil olup da Türk sinemasını normalleştirme (yani Türk-İslam ahlak yapısına makul bir hale getirme) yordamını denememiz gerekirdi. Bu hatayı sadece sinemada değil, aynı zamanda siyasette de yaptık yıllarca. Neyse ki 28 Şubat aklımızı başımıza getirdi de siyasi hatalarımızı düzeltebildik. Şimdi aynı hamleyi sinema dalında da yapmaya mecburuz ki ilerleyebilelim. Tabi Türkiye gibi dizi çöplüğü bir ülkede yaşadığımız için dizi hususunda da aynı şeyi söylemek lazım. Yaptığımız filmler sadece tek bir kesimin izleyebileceği ve farklı kesimleri kucaklayıcı yapılar


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

olamıyorsa, dizilerimiz sadece mesaj kaygısı güdüyor ve bir “görsel öğreti”den öteye gidemiyor ve sanat merhalesini düşünmeden yapılıyorsa sinema zihniyetimizi sorgulamak gerekir. Duygusal bir milletin izleyeceği film-dizi de duygusal olur mantığıyla hamle yapan bir sinema zihniyeti ne kadar sanat olabilir bunu bilmiyorum. Her gün televizyonlarda “ne edersen onu bulursun” teması üzerine hazırlanan ve Ortodoks İslam’ını pohpohlayan “görüntü”ler açıkçası bana “nerede sanat!” dedirtiyor. Tabii ki muhafazakâr-milliyetçi kesim olarak Türk sinemasındaki vaziyetimizin tamamen menfi olduğunu söyleyemeyiz. Elbette ki Türk Sineması dâhilinde sağlam icraatlar yapan sinemacılarımız da var tek tük. Bu isimler bana göre merhum Yücel Çakmaklı ve (kısmen) Osman Sınav’dır. Merhum Yücel Bey, bugüne kadar çevirdiği filmlerle Türk-İslam ahlakını sinema sanatını da çok iyi kullanarak yansıtmıştır. Bugün cihan devleti Osmanlı’ya dair adam gibi yapılan tek film, Merhum’a aittir ve bana kalırsa o devrin şartları dahilinde çok başarılı bir yapımdır “Kuruluş” filmi. Sadece bu filmiyle değil, çevirdiği birçok filmle Türk milletinin takdirine mazhar olmuş bir yönetmendir Yücel Çakmaklı. Burada bizim idrak etmemiz gereken husus, Yücel Bey’in sanatını icra ederken kucaklayıcı bir çizgi izlemesi, mevcut sinema sisteminin habasetini görüp de bu sistemin içine girmesi ve bunu yaparken de milli ve manevi unsurlardan vazgeçmemiş olmasıdır. İşte diğer İslami hassasiyeti olan sinemacılar bunu yapamadığı için sektörde ilerleyememişlerdir. Bu hususta Osman Sınav’ın da hakkını teslim etmek gerekir. Genel itibariyle dizi sektöründe ekol haline gelen Sınav’ın bugüne kadar çevirdiği Süper Baba, Deli Yürek, Hayat Bağları, Kapıları Açmak, Kurtlar Vadisi… gibi dizileri Türk-İslam ahlakını iyi bir şekilde yansıtmak suretiyle Türk insanının her kesiminden taktir görmüştür.

Bu oldukça ciddi bir muvaffakiyettir. Çünkü AB’nin, Türk ahlak yapısını tahrip etmesi için hususi bütçe akıttığı Türk dizilerinin arasında bu tür diziler yapabilmek tam manasıyla yiğitliktir. Gerçi yukarıda saydığım diziler (bilhassa Kurtlar Vadisi), bazı akılsız İslamcılar tarafından da eleştirilmiştir ama bunları pek ciddiye almamak en makulüdür. Osman Sınav’a dönecek olursak kendisinden bahsederken “kısmen” ibaresini kullanmıştım. Çünkü “Pars Kiraz Operasyonu” isimli filminden sonra mevcut çizgisini kaybetmeye başladı maalesef. Ama genel itibariyle değerlendirecek olursak Türk sinemasını bilhassa dizi yönünden normalleştirme adı altında olumlu adımlar atmış bir yönetmendir kendisi. Sinemaya meyilli biri olarak benim muhafazakâr-milliyetçi kesimin Türk sinemasındaki vaziyetine dair söyleyeceklerim bunlardır. Elbette ki oturduğumuz yerden tenkit yapmanın en kolay maslahat olduğunu biliyor ve ben de bir şeyler yapılması gerektiğini düşünüyorum bu hususta. Türkiye’de Muhafazakârların sinemaya adım atmasını sağlayan MTTB, yeniden dirilen bir teşkilat olarak sinema dalında müessir adımlar atacaktır inşallah. Yazdığım konu hakkında elbette ki sayısız yazılar yazılmıştır ve bunların ekseriyetinin de faydasız yazılar olduğu bir gerçektir. Lakin sinema alanında çok sağlam tespitler yapan ve benim de kısmen tanıdığım bir şahıs Ali Murat Güven beyden bahsetmeden geçmeyeceğim. Kendisi bizim senelerdir ehemmiyetini tartıştığımız sinema hususunda muhafazakâr ve milliyetçi camiayı teşvik edici çalışmalar yapmakta bu hususta bizlerin desteğini beklemektedir. Bu yazımla beraber sinema hususunda yapılması gerekenlere dair farklı yazılar yazacağımı da hatırlatıyor ve Çatı dergisinin hayırlı olmasını temenni ediyorum.

Tabii ki muhafazakârmilliyetçi kesim olarak Türk sinemasındaki vaziyetimizin tamamen menfi olduğunu söyleyemeyiz. Elbette ki Türk Sineması dâhilinde sağlam icraatlar yapan sinemacılarımız da var tek tük. Bu isimler bana göre merhum Yücel Çakmaklı ve (kısmen) Osman Sınav’dır. Merhum Yücel Bey, bugüne kadar çevirdiği filmlerle Türk-İslam ahlakını sinema sanatını da çok iyi kullanarak yansıtmıştır. Bugün cihan devleti Osmanlı’ya dair adam gibi yapılan tek film, Merhum’a aittir ve bana kalırsa o devrin şartları dahilinde çok başarılı bir yapımdır “Kuruluş” filmi.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 ACI KAHVENİN TATLI HATIRALARI

ACI KAHVENİN TATLI HATIRALARI Gönül ne kahve ister ne kahvehane,

Doğan NARBOĞA

için bir fincan kahveyle hayal dünyamızın boşluğunda koyu bir Gönül muhabbet ister kahve bahane. sohbete başlarız. Sadece güneş Hoş sohbetlerin vazgeçilmezidir doğuş ve batış saatlerinde değil kahve… mesai saatlerinde de kahveyle olan ilişkimiz devam eder. Gün ortasında, Sizlerin tanıdığı birisi var mıdır hayatında kahveyle tatlı bir muhabbeti yemek sonrasında, dostlarla sohbet olmayan bilmem ama benim tanıdığım esnasında ve bahane bulup da içmeyi kimse yok. Günümüz insanı günün her düşündüğümüz her anda kahve bize vaktinde yoğun koşuşturma içinde olsa eşlik eder. Yeter ki biz isteyelim. da kahveyle olan bağlarını koparmaz, Kahveyle ilişkimizi kesmeyelim. koparamaz. Hayatın keşmekeşliğine, Peki, hayatımızın olmazsa olmazları ruhsal pejmürdeliğine, klişeleşmiş arasında önemli bir yere sahip olan yaşamsal yapınsamalarına anlam katar kahve, insanoğlunun hayatına nasıl bir fincan acı kahve. Düşünmekten girdi, kahveyi nasıl hazırlamalı, nasıl yorulmuş zihnimize, hayal kırıklığına tüketmeli? uğramaktan sıkılmış kalbimize, her En eski rivayete göre kahve, 8. an sancımaktan muzdarip midemize yüzyılda günümüz Etiyopya’sı kısacası tepeden tırnağa bedenimize, zamanın Habeşistan’ın sınırları içinde benliğimize şifasal yararlar sağlayan olan yüksek rakımlı Kaffa Dağı’nda yaşamsal bir içecektir kahve. Sistemin Çoban Khaldi tarafından keşfedildiği yaşam savaşında, günümüz insanını söylenmekte. Khaldi, Kaffa Dağı’na yorgun birer savaşçı yapmasından keçi sürüsünü getirdiğinden bu yana kahveye olan ihtiyacımız, bağlılığımız keçilerinin daha az uyuduğunu, daha günbegün artmakta. Öyle ki: Güne hareketli olduklarını fark eder.Uzun başlarken yoğun tempoya ayak bir süre keçilerini takip eder. Keçilerin, uydurabilmek için kahveyle selamlarız kırmızımsı ufak meyvelere sahip doğan günü ve sonunda koşturmaca ağacın yapraklarını ve meyvelerini bittiğinde de yıpranmış bedenimizi yediğini anlar. Khaldi de meyvelerden teskin etmek, komplimanlarla tadar. Ve gece boyu uykusunun yorulmuş ruhumuzu dinginleştirmek


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

gelmediğini daha zinde olduğunu anlar. Ve ondan sonra uzun gecelerde ufak ağaçların kırmızımsı meyveleri Çoban Khaldi ‘nin en iyi arkadaşı olur. Kaffa’dan inerken yanında biraz o müthiş meyvelerden almayı unutmaz. Ve insanlık o günden sonra kahveyle tanışmış olur. Yalnız günümüzde tükettiğimiz kahveyle 8. Asrın kahve anlayışı oldukça farklıdır. Habeşistanlılar yaklaşık 300 yıl boyunca sadece meyveleri pişirip genelde hastalıklarına şifa olması için içerlerdi. Günümüzde ise çekirdekleri kavrulup öğütüldükten sonra keyif amaçlı içilir. Şimdilerde içtiğimiz kahve, gerçek manasıyla 14. yüzyılda işlenmeye başlamıştır.

boyunca da Türk Kahvesi tüketmiş. Bir asır içinde kahve İstanbul sokaklarını sarmış, her adım başı bir kahvehane açılmış. İki asır içinde de Avrupa başkentlerinde kahvehaneler boy göstermeye başlamış. Kısa bir süre içinde kahvehaneler toplumun buluşma yeri olmaya başlamış. Kahvehanelerde satranç, tavla oyunlarına, edebi sohbetlere, şiirlere eşlik eder olmuş mis kokulu kahveler. Yani günümüzle epey bir anlayış farkı varmış kahve(hane) dendiğinde! Günümüz gençliğinin en değerli vaktini heba ettiği ya da yaşlılarımızın boş vakitlerini boş meşgalelerle doldurduğu yer değilmiş!

Kahve nasıl hazırlanır, pişirilir, ikram edilir ve tüketilir? Kahve ağacının kırmızımsı meyveleri özenle toplanır. Malın, hizmetin sınır tanımadan Yakın bir zamana kadar Arabica pervasızca dolaştığı dünyamızda ve Rabusta elle toplanırdı. Kimi kahve, global ilk sermaye ürünü olarak bölgelerde bu işlem hala manüel tanımlanabilir ve petrolden sonra da olarak gerçekleştirilir. Toplanan ticareti en fazla yapılan ürün olarak meyvelerin çekirdekleri ayrılır ve nitelendirilebilir. Kahve, yaklaşık kırk güneşte bekletilir. Eldeki meyvelerden ülkede yetiştirilir elliyi aşkın şekilde yaklaşık 1/10 – 1/5 oranında farklı metotlarla pişirilir ve dünyanın çekirdek çıkar. Geleneksel hazırlama abartısız her yerinde tüketilir. Arabica yönteminde tavalarda çekirdeğin ve Rabusta en fazla tüketilen türlerdir. yağı ortaya çıkana kadar kavrulur. En fazla tercih edilen pişirme yöntemi Aşırı kavurma işlemi kahveyi yakar, ise Türk usulüdür. Öyle ki pişirilme kahvenin aromasını bozar. Dikkat yöntemi özel olarak Türk Kahvesi edilmesi gereken önemli bir husustur. olarak adlandırılmıştır. Ve diğer Bu aşamadan sonra kahvenin pişirilme kahve sever toplumlarda kahveyi bu yöntemine göre kavrulan çekirdekler yöntemle tanımışlar sevmişler. Ve dibeklerde dövülür öğütülür. çok sonraları kendilerine has pişirme Çekirdeklerin kahve olmasından sonra yöntemleri bulmuşlar. pişirme, ikram ve önerilen tüketilme Peki, Türk toplumu kahveyle nasıl şeklini Türk Kahvesi usulüne göre tanıştı? 1517 yılında dönemin anlatacağım. Çünkü Türk Kahvesi, Yemen Valisi Özdemir Paşa Yavuz günümüzde kullanılan en eski pişirme Sultan Selim’e hediye olarak kahve yöntemi ve en keyiflisidir! Binlerce çekirdekleri ikram etmiş ve maiyetinde kahve pişirmiş birisi olarak edindiğim bulunan kahveci başını saraya konuk deneyimler şunlardır: Mükemmel bir vermiş. Ve kahve Türk Toplumuna Türk Kahvesi için Arabica çekirdekleri saraydan giriş yapmıştır. 1544 kavrulma işleminden sonra ince yılına gelindiğinde Suriyeli iki Arap öğütülür. Pişirme için bakır cezve İstanbul Tahtakale’de ilk kahvehaneyi tercih edilmelidir. Bilindiği üzere açmış. Ve İstanbul ahalisi saraydan bakır elementi demir, çelik veya diğer ismini duyduğu bu keyfin müptelası alaşımlara göre daha iletkendir. Bakır olmuştur. 1615’te Venedikli tacirler cezve alttan ısıtıldığında ısıyı rahatlıkla sayesinde Avrupalılarda kahveye kenarlara iletir ve pişirme işlemi merhaba demişler ve uzun bir süre cezvenin her tarafından sağlanmış

En eski rivayete göre kahve, 8. yüzyılda günümüz Etiyopya’sı zamanın Habeşistan’ın sınırları içinde olan yüksek rakımlı Kaffa Dağı’nda Çoban Khaldi tarafından keşfedildiği söylenmekte. Khaldi, Kaffa Dağı’na keçi sürüsünü getirdiğinden bu yana keçilerinin daha az uyuduğunu, daha hareketli olduklarını fark eder.Uzun bir süre keçilerini takip eder. Keçilerin, kırmızımsı ufak meyvelere sahip ağacın yapraklarını ve meyvelerini yediğini anlar.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 ACI KAHVENİN TATLI HATIRALARI

Peki, Türk toplumu kahveyle nasıl tanıştı? 1517 yılında dönemin Yemen Valisi Özdemir Paşa Yavuz Sultan Selim’e hediye olarak kahve çekirdekleri ikram etmiş ve maiyetinde bulunan kahveci başını saraya konuk vermiş. Ve kahve Türk Toplumuna saraydan giriş yapmıştır.

olur. Cezveye her fincan kahve için fincanı taşırmayacak miktarda su konur. Su miktarı ve kalitesi (kireçsiz, temiz, berrak olması) önemlidir. Suyun buharlaşma oranı dudak payı ve tercihe göre konacak şeker miktarı en nihayetinde kahve konulacağı da unutulmamalıdır. Ki ne cezvede özenle hazırladığınız kahve arta kalsın nede israf olsun. Ve mümkünse bir cezvede ikiden fazla fincan kahve pişirilmesin. Ne kadar fazla kişiye bir cezveden kahve yapılmaya çalışılırsa kahvenin kalitesi ve keyifle içimi o derece azalır. Su ne çok soğuk nede çok sıcak olmalıdır. Oda sıcaklığındaki su idealdir. Cezveye konan su ardına isteğe göre şeker ilave edilir. Yalnız unutulmamalıdır ki şeker, kahvenin tadını bozar. Eğer kahvenin acımsı hoş tadı sizi ikna edememişse kahve öncesinde tatlı yenebilir ya da eskiden olduğu gibi kahve yanında ikram edilen sakızlı, güllü lokum ya da sizi mutlu edebilecek, ağzınızı tatlandırabilecek atıştırmalık bir şeyler alınabilir. Ben her ihtimale karşı kahvenizi şekerle hazırlamak isteyebileceğinizi düşünerek şeker hakkında da birkaç tüyo vermek istiyorum. Öncelikle şeker olayı sıkıntılı bir durumdur. Sizin için ne

kadar şekerin kâfi geldiğini çok iyi bilmelisiniz. Genelde şeker durumunu iyi ayarlayamadıklarından çoğu insan ilk başta kahveden uzak durur. Şeker miktarının evde yaptığınız kahvede çok iyi ayarlamakta sorunu tek başına çözmez. Şeker oranlarının kahve literatüründe ne anlama geldiğini de bilmelisiniz ki dışarıda da kahve içme teşebbüsleriniz mutsuzlukla sonlanmasın. Basit birkaç terim vardır şeker oranı hakkında: sade, orta, az şekerli, şekerli, yandan çarklı… Sade olan şeker katılmaksızın hazırlanan ideal kahve şeklini ifade eder. Orta şekerli kahve ise genelde kesme şekerle bir veya bir buçuk oranını ifade eder. Az şekerli ile şekerli oranı ise hiç anlamadığım bir şekilde birbirleri ile karıştırılır. Az şekerli, iki, iki buçuk kesme şeker, şekerli ise üç ve üstü miktardaki şeker oranını anlatır. Yandan çarklı ise orta şekerli kahvenin argo (lümpen) ismidir. Kesme şekerin olmadığı yerde bu oran bir kesme şekere bir çay kaşığı toz şeker şeklinde ayarlanabilir. Şeker oranında şu noktada ayrı bir sorunsaldır: Serbest piyasa koşullarında her işletme ya da hane kendisine en uygun şeker markasını seçer. Yani siz ne kadarda kahve hakkındaki şeker terimlerini


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

bilseniz de her farklı mekânda farklı kalitedeki şekerlerle hazırlanan farklı tattaki kahveyi tüketmek zorunda kalırsınız. En iyisi siz gelinde bu çıkmazı sade kahve içerek atlatın. Eğer atlatamadıysanız o kadar da üzülmeyelim. Ve şeker sorunuyla kahvemizi pişirmeye devam edelim. Cezveye suyumuzu koyduk sonrasında şekerimizi attık ve biraz karıştıralım ki şekerle su dostluklarını arttırsın ve kahve geldiğinde çatışma olmasın. Şimdi işin can alıcı noktasına geldik: Kahve miktarı! Kimileri kahve miktarını tam olarak ayarlayamaz ve genelde her fincan için iki çay kaşığı kahve miktarını basite alarak sadece sıradan iki çay kaşığı kahve koyar. Yanlış! Tepeleme iki çay kaşığı kahve konmalıdır. Hatta ben iki tepeleme ve ilaveten ustalık payı olarak bir çay kaşığı ucu kadar daha kahve koyarım; ama bu miktar kesin yargılarla ayrılamaz bir ölçüdür. İsteğe göre de ayarlanabilir daha azı ya da çoğu. Şimdi kahvemizin son haline bakalım. Bakır cezvede, su miktarı ayarlandı, şeker varsa atıldı ve kahve kondu. Hiç vakit kaybetmeden cezvedeki karışım pervasızca karıştırılır. Senkronize değil! Ki kahve köpük versin. Herkesin bildiği aksine kahvenin olmazsa olmazı köpük, pişirilmeden önce cezvede sağlanmalıdır. Pişirme esnasında oluşan köpük yalancı köpüktür. Fincanlara boşaltılırken yalancı köpük yok olur. Sırada pişirme safhası vardır. Bu aşamada kahve hazırlayan kişi sadece kahveye bakmakla yetinmelidir. Kahveyi asla canı sıkıldığında karıştırmamalıdır. Ki kahveyle suyun muhabbeti artsın. Pişirme ısısı cezvenin tabanını aşmayan ocak gözünde(bu genelde en ufak ocak gözü olur) orta ateş derecesinde olmalıdır. Bilindiği üzere geleneksel pişirme yöntemini izlediğimiz için eski olanaklar göz ardı edilmemelidir. Ocakların olmadığı, gaz sisteminin evimize konuk olmadığı zamanlarda odun ateşinde pişirilirdi kahveler. Yani ağır ateşte! Bizde elimizdeki teknolojik imkânlarımızı o zamana göre uyarlamalıyız. Şimdi

sabır zamanı! Karışımımız hazır ve Türk Kahvesi olma aşamasında. Cezvemizi ocağa koyduk. Ve pişmeye başladı. Karışıma asla dokunmayın, karıştırmayın. Sadece kahvenin o enfes kokusunu hissetmeye çalışın. Etrafa yayılan o müthiş kokuyu içinize çekin; ama abartıya kaçıp ta kendinizden geçmeyin. Yoksa bin bir emekle her aşamasında sevginizi koyduğunuz o sihirli içecekten mahrum kalırsınız ki buda size binler batman acı verir. Hem emek verip içememiş olursunuz hem de ortalık batar. Aman ha, sakın ha dikkat! Peki, ne kadar pişirmek gerekir? Teknik olarak doksan- doksan altı derece idealdir; ama bunu ölçemezsinin kolaylıkla. Göz kararı olmalıdır. Cezve içindeki kahve genelde köşelerden yalancı köpük vermeye başlar. Yalancı köpük bir parmak kalınlığına vardığında kahveniz hazır demektir. Hiç vakit kaybetmeden kahvenizi o sihirli içeceği ateşten alma vakti gelmiş demektir. Unutulmamalıdır ki aşırı ısıtma kahveyi yakar aromayı bozar. Kahveniz ikram aşamasındadır artık. En az pişirme kadar önemli olan kahvenin sunumu, ufak detaylarla kahveye ayrı bir tat sağlar. Kahve fincan seçimi; fincanımızın yapı maddesi muhakkak porselen olmalıdır. Fincan kalınlığı dudak yapısıyla ters ilintili olmalıdır. Yani dudak inceyse kalın yapılı (ki Türk toplumu ve Avrupa ince yapılı dudak modelidir) kalınsa ince yapılı(Araplarda dudak kalın yapılıdır) tercih edilmelidir. Fincan etrafında bize hoş gelen motifler olmalı ve tabakta fincan üzerindeki motiflerle senkronize olmalı. Tabak çapı ise fincanı geometrik olarak yatay düzlemde açtığımızda tabağı geçmemeli. Tabağın üzerine peçete konmalı ki servis esnasında fincan kıpırdamasın, kahve dökülmesin(ola ki istemeden döküldü-ki kimse isteyerek dökmez- peçeteyi terse çevirip bu hoş olmayan durum örtbas edilebilsin) Kahvenin tabağa dökülmesi kahvenin pişerken taşmasından daha berbat bir durumdur. Çünkü her şey tamamken son aşamada keyif sekteye uğramıştır.

Bu arada kahve pişirilirken fincanın yarısına kadar sıcak su konmalıdır ki kahve ısı kaybı yaşamasın. Geleneksel yönteme göre pişirdiğimiz kahvenin yanında ikram olarak lokum, çikolata veya ikram edilecek kişinin sevdiği bir tatlı kararında olmak şartıyla kahveden alınacak keyfi arttırır. Kahvenin yanında bir bardak su muhakkak olmalıdır ve su bilinenin aksine kahveden önce içilmelidir ki ağzımızı tatlandırmak için aldığımız ya da daha öncende yediklerimiz damağımızdan silinsin ve kahvenin keyfine tam manasıyla varalım. Artık kahvemiz ismini hak etmiş, içime hazır durumda. Çoban Khaldi vesilesiyle hayatımıza giren kırmızımsı meyveleri küçük küçük ağaçlardan topladık. Çekirdeklerini tek tek özenle ayırdık, güneşte kuruttuk, kızgın tavalarda kavurduk ve tahta dibeklerde inceden öğüttük. Sabırla, sevgiyle, büyük bir şevkle dünyanın en güzel kahvesini pişirdik. Ama unutmayalım ki: Gönül ne kahve ister ne kahvehane, Gönül muhabbet ister kahve bahane. Telvesi dibinde köpüğü üstünde kahveniz hoş sohbetlere yaranlık etmesi dileğiyle, afiyet olsun.

Çoban Khaldi vesilesiyle hayatımıza giren kırmızımsı meyveleri küçük küçük ağaçlardan topladık. Çekirdeklerini tek tek özenle ayırdık, güneşte kuruttuk, kızgın tavalarda kavurduk ve tahta dibeklerde inceden öğüttük. Sabırla, sevgiyle, büyük bir şevkle dünyanın en güzel kahvesini pişirdik.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 İZ BIRAKANLAR / PEYAMİ SAFA

İZ BIRAKANLAR

PEYAMİ SAFA

“İz Bırakanlar” adıyla inşallah mütemadiyen devam edeceğimiz bu köşede ilk olarak Türkiye’de “solcuların öcüsü” diye tabir olunan büyük bir şahsiyetten bahsedeceğiz. Tarihte yer etmiş büyük şahsiyetlerden bazıları aynı zamanda çok yönlü oldukları için bazı hususiyetleri göz ardı edilmektedir. Meselâ Fatih Sultan Mehmed’in şairliği veya Mehmet Akif Ersoy’un müfessirliği vs. buna misâl olarak verilebilir. Bittabi bunun sebebi Fatih’in İstanbul’un fatihi olması ve Mehmed Akif’in İstiklâl Marşı’nın müellifi olmasıdır. Tarihte bahusus bu fiilleriyle yer ettikleri için, diğer hususiyetlerinin göz ardı edilmesi son derece tabiidir. Peyami Safa ismi çoğu kişinin aklına bir “edebiyatçı” profili getirir. Yazdığı edebî şaheserlerle, bilhassa romanlarıyla meşhur olmuştur. Türkiye’de en çok yazmak rekorunun onda olma ihtimalinin yüksek olduğunu veya 7000 küsür kelimeyle en fazla Türkçe kelime kullanan yazar olduğunu pek az kişi bilir. Aynı zamanda yıllarca kalemiyle mücadele verdiği, şimdilerde köşe yazısı adını verdiğimiz fıkra yazarlığı, fikir kitapları vb. mefkureleri maalesef bilinmemektedir. Tıptan psikolojiye, sosyolojiden tarihe birçok mevzuda malûmat sahibi olan Safa’nın dehasını daha iyi idrak etmek için, hulâsaten hayat hikâyesine bakmamız elzemdir. Hayatı ve Eserleri

Ekrem SAKAR

1889 İstanbul doğumlu olan Safa’nın babası meşhur şair İsmail Safa’dır. Şeceresi Fatih’in hocası Şeyh Akşemseddin’e kadar dayanır.1 İki yaşında yetim kalan Safa daha küçük yaşlarda maddi sıkıntılarla boğuşmak zorunda kalır. Yine küçük yaşlarda Abdullah Cevdet’in doğum günü hediyesi olan Petit Larousse okumaya çalışırken Fransızca öğrenmek ihtiyacı hisseder. Daha sonra Fransızcada gramer yazacak kadar ustalaşacaktır. Henüz on üç yaşında Posta Telgraf Nezareti’ne memur olarak girer, dokuz yaşında sol kolunu sakat

bırakacak kadar kuvvetli kemik hastalığına ve zayıf bünyesine masa başı bir iş muvafık düşerken, onun heyecanlı ruhu bu işi muvafık bulmaz. On beş yaşında Boğaziçi’nde fiilen öğretmenliğe başlayıp bunu on dokuz yaşına kadar sürdürür. Bir yandan da Fransızcasıyla tercümeler yapmakta ve her alanda kendisini geliştirmektedir. Nihayet on dokuz yaşında kardeşi ile birlikte gazeteciliğe başlayıp kırk üç yıl boyunca, vefat senesi olan 1961’e kadar kalemi elinden bırakmaz. Kalemiyle para kazanan Safa ömrü boyunca günde birkaç yazı yazmak mecburiyetinde kalmıştır. Bir dava adamı olarak ele aldığımız Safa’nın fikir dünyası çok geniştir ve birçok noktaya ilk kez o parmak basmıştır. Meselâ; Türk İnkılabına Bakışlar adlı kitabıyla yaptığımız inkılapları ilmî çerçevede ilk o tahlil etmiştir. Millet ve İnsan, Sosyalizm, Doğu-Batı Sentezi gibi telif kitaplarının yanı sıra; Osmanlıca-Türkçe-Uydurmaca, Sosyalizm-Marksizm-Komünizm, Din-İnkılap-İrtica, Eğitim-GençlikÜniversite, 20. Asır Avrupa ve Biz adlı kitapları onun fıkralarından müteşekkildir. Hâlâ üzerinde münakaşa ettiğimiz mevzular üzerine bu kadar yazı yazmak, ne kadar okumak ve araştırmak gerektirir, siz düşünün.


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

Fikirleri

şansları olmayan ölü bilgileri ne kadar çabuk atarsanız hürriyetinize o Peyami Safa mutaassıp olmadığı kadar çabuk kavuşursunuz. Mümkün için hayatı boyunca bir çok kere saf olsa size bugün diploma yerine bir değiştirmiştir. Bittabi at gözlüğü hafıza müshili verir, ilmin molozlarını takmadığı için onu “dönek” olarak ruhunuzun bağırsaklarından suçlayanlar çoktur. Tüm bunlara dışarıya defetmenize hizmet rağmen iki vasfı hiç değişmez: ederdim.” 5 şeklinde mesaj verir. Muhafazakârlık ve milliyetçilik. Üniversite gençliğinin gündemini Her daim düşmanları tarafından hep yakından takip eder, “İstanbul milliyetçiliği “faşizm” olarak, Üniversitesi’ndeki mescit nihayet muhafazakârlığı ise “irticacı” olarak kapatıldı. İleri sürülen sebep, civarda kullanılmak istenmiştir. Kelime üstadı isteyenlerin gidebileceği camiiler Safa ise onlara mefhumların asıl ne olmasıdır. Amerika’da ve Avrupa’da ifade ettiklerini öğreten cevaplar laik olan veya olmayan memleket yazmıştır. Meselâ irtica kelimesiyle üniversitelerinde katedral kadar oynayanlara karşı yazdığı bir yazısında, muhteşem kiliseler ve şapeller “Fertler için hafıza ve alışkanlık ne ise, vardır. Bu üniversitelerin civarında da topluluklar için de tarih ve gelenek kiliseler ve şapeller vardır. Bundan odur. . . Her memlekette kendini dolayı, üniversite içindeki bir mabedi unutma ve kendini kaybetmeğe karşı kapatma kararı veren bir tek üniversite mutlaka bir muhafazakârlık cereyanı görülmemiştir.” vardır. . . Muhafazakârlık eskiyi Safa, lisan meselesi üzerinde de son muhafaza eder fakat yeniyi tepmez, derece hassastır. Lisanımızın tasfiye teperse o, <irtica> olur. 2 ” edilmesine ve uydurukçaya hep Üzerinde bir hayli oynanan laiklik karşı durmuş, onlarca belki yüzlerce mefhumu hakkındaki fikirleri de yazı yazmıştır. Meselâ “Doğa’nın tin dikkate değer, “Ancak devletler laik üzerindeki olumsuz etkileri” diye bir olabilirler, milletler laik olamazlar” cümle verip aslında bu kelimenin diye güzel bir tespit yapıp devam Türkçesinin, “Tabiatın ruh üzerine eder, “Dinde çok ilerde miyiz ki, sanayi müspet tesirleri” olduğunu iddia ve teknikte geri kaldık? Amerika ederek bunu izah eder. dinde çok ilerde. O hâlde din teknik alanda geri kalmaya sebep olmadığı gibi En fazla mücadeleyi komünistler ve ilerlemeye de engel değildir”. 3 Yine marksistler karşısında veren Safa, laiklikle oynayanlara ve herkese marksizmi onlardan daha iyi tetkik yobaz yakıştırması yapanlara, etmiş ve her daim kalemiyle onları “Laikliğe diledikleri mânâyı vermekte mağlup etmeye muvaffak olmuştur. serbesttirler. Fakat aksini düşünenlerin Karl Marks’ın ekonomi üzerine de en az kendileri kadar serbest yazdıklarını etraflıca tetkik eden olduklarını kabul etmek zorundadırlar. Safa’nın tespitlerinden birkaçını Aksi hâlde yobazın ta kendisi olurlar” 4 burada paylaşmamız faydalı olacaktır, diye harika bir cevap vermiştir. “Evvelâ Marks’ın bu görüşleri toplum tecrübesine dayanmıyor. Çünkü o Memleketin emanet edileceği devirde toplumların kültür yapısı gençlere, bilhassa üniversite bilinmiyordu. Marx’ın maddeyi gençlerine büyük ehemmiyet şuurdan önceye alması gerçeğe veren Safa bir yazısında açık açık, aykırıdır ve hiçbir ilmî vesikaya “Üniversiteden yeni mezun olanlara dayanmaz. Proleterya sınıfına bir nutuk çek deselerdi onlara katılacağını zannettikleri «orta sınıf» aynen şunları söylerdim” diye tam aksine erimedi, bil3akis sanayi başlar, “Öğreniminiz bitmemiş, geliştikçe büyüdü. Komünist ihtilâlin yeni başlamıştır. Hafızalarınıza istif en ileri ülkelerde doğacağı iddiasının edilmiş ve unutulmaktan başka hiçbir da yanlış olduğu anlaşılmıştır. Bilâkis

Rusya’da komünizme benzer bir ihtilâl olduğu zaman bu memleket en geri sanayi ülkelerinden biriydi.” 6 Kavgaları Safa, zayıf bünyesi, maddi sıkıntısı ve felsefî buhranlarına rağmen kalemiyle mücadele etmekten hiç bir zaman yılmamış, sayısız polemikleriyle gazetecilik hayatını doldurmuştur. Bunları kendi içerisinde tasnif etmeye çalışırsak, daha sağlıklı ele alabiliriz. Kemal Tahir, Kerim Sadi ve Suat Derviş’in Türk büyüklerini hedef alan ve “Putları Deviriyoruz” sloganı

Peyami Safa ismi çoğu kişinin aklına bir “edebiyatçı” profili getirir. Yazdığı edebî şaheserlerle, bilhassa romanlarıyla meşhur olmuştur. Türkiye’de en çok yazmak rekorunun onda olma ihtimalinin yüksek olduğunu veya 7000 küsür kelimeyle en fazla Türkçe kelime kullanan yazar olduğunu pek az kişi bilir. Aynı zamanda yıllarca kalemiyle mücadele verdiği, şimdilerde köşe yazısı adını verdiğimiz fıkra yazarlığı, fikir kitapları vb. mefkureleri maalesef bilinmemektedir. Tıptan psikolojiye, sosyolojiden tarihe birçok mevzuda malûmat sahibi olan Safa’nın dehasını daha iyi idrak etmek için, hulâsaten hayat hikâyesine bakmamız elzemdir.


ÇATI DERGİSİ / SAYI 1 İZ BIRAKANLAR / PEYAMİ SAFA

Peyami Safa mutaassıp olmadığı için hayatı boyunca bir çok kere saf değiştirmiştir. Bittabi at gözlüğü takmadığı için onu “dönek” olarak suçlayanlar çoktur. Tüm bunlara rağmen iki vasfı hiç değişmez: Muhafazakârlık ve milliyetçilik. Her daim düşmanları tarafından milliyetçiliği “faşizm” olarak, muhafazakârlığı ise “irticacı” olarak kullanılmak istenmiştir. Kelime üstadı Safa ise onlara mefhumların asıl ne ifade ettiklerini öğreten cevaplar yazmıştır.

Dip Not 1 Milliyet Gazetesi, 30 Mayıs 1956 2 İrtica Nedir? , Türk Düşüncesi, 1 Mayıs 1959 3 Fezanın Fethi ve Din, Son Havadis, 5 Nisan 1961 4 Laikliği Ters Anlayanlar, Tercüman, 9 Haziran 1959 5 Mezunlara Nutuk, Yeni Mecmua, 20 Haziran 1942 6 Türk Düşüncesi, 1 Mart 1959

Kaynakça Peyami Safa, Toker yayınları, 1984 Peyami Safa, Ergun Göze, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1987 Peyami Safa, Kavga Yazıları, Ali Ergenekon, Boğaziçi Yayınları, 1989

arkasında dilimize, dinimize ve bütün mukaddesatımıza yaptıkları saldırılar üzerine bu kişileri susturmuştur. İcat edilen Akif-Fikret mukayesesi bahanesiyle, Fikret’i savunan ve Akif’e hücum ederken din, dil, örf ve geleneklerimize, manevî değerlerimize saldıran, bayraktan ve İstiklâl Marşı’ndaki hilâli çıkartılmasını talep edecek kadar yüzsüz olan Serteller’i kalemiyle İtalya’ya kovalamıştır. Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes ve Behice Boran gibi Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi öğretim üyelerinden bazılarının öğrencilerine komünizm propagandası yapması üzerine onları mahkûm edene kadar susmamıştır. Hülâsa münakaşa listesinde yok yoktur; Nadir Nadi, Falih Rıfkı Atay, Hüseyin Cahit, Cahit Sıtkı. . . Bunların eş meşhurları ise Aziz Nesin ve Nazım Hikmet’le yaptığı kavgalarıdır. Aziz Nesin bulunduğu gazetede kendisine karşı 5 gün boyunca peş peşe yazı yazınca, Safa, Nesin’in komünistlikle alâkası olmadığı yalanını mahkeme kararlarıyla ve çıkardığı gazetelerle ispat eder. Bununla da kalmaz, “izinli erlerin istihkaklarını zimmetine geçirmek” yani orduda orduda bulunduğu sırada hırsızlık yapmak suçundan hapiste yattığını da ortaya çıkartarak, vatan ve millet dostu gözüken Nesin’i ezici bir mağlubiyete uğratır. Nazım Hikmet’e yaptığı tenkitler hicivleriyle meşhur olan Hikmet’i dahi bezdirmiştir. Başına kasket, sırtına amele ceketi, ütüsüz pantolonla poz verip işçi yanlısı gözüken; lâkin bir zamanlar arkadaş oldukları için nasıl keyfiyet içinde yaşadığını bildiği Hikmet’in gerçek yüzünü her fırsatta yazar. Şiirinin Maiakovsky çalıntısı olduğunu söyler. Hikmet söyleyecek bir şey bulamayınca, Safa’nın yetimliğini mâlzeme edecek kadar düşer. Safa’nın isminden ilham alarak “ ey yetimi Safa” diye hitap etmiştir. Safa’nın Hikmet’in hicviyyesine cevaben yazdığı hicvindeki şu mısralar

nihayet Nazım Hikmet’i tamamen susturacaktır: Neden mi, niçin, yolumu şaşırdım? Babası sürgünde öldürülen Bir çocuğu beslemek için! Fakat sen ki paşa konaklarında Kuşdilinde, kuş tüyünde, kuş sütüyle beslendin, Kuş beyninle bolşevizme heveslendin. Bazı Sözleri • Fakat bizim gençlerimiz ne okusunlar? Arap harflerini bilmedikleri için, yüzlerce yıllık muazzam bir kültür mazisi onlara kapalıdır. (Yedigün, 20 Eylül 1938) • Türkiye bir İslâm Devleti olmaya gitmiyor. Türk Milleti bir İslâm milleti olduğunu bugün daha iyi biliyor. Çünkü bugünkü dünyada laik devletler vardır, fakat laik millet yoktur. (Tercüman, 1 Mart 1960) • İslâm tarihçi ve medeniyet felsefecileri de bilirler ki Hazret-i Muhammed ve İslamiyet olmasaydı, İslâm medeniyeti olmazdı ve İslâm medeniyeti olmasaydı Batı medeniyeti doğmazdı. (Tercüman, 1 Ocak 1960) • İdealci devlet koyun sürülerinden kahraman yaratır. İdealsiz devlet kahramanları koyun sürüleri haline getirir. (Milliyet, 2 Ağustos 1957) • Bir yazı, bizde ancak kendi malımız olan fikirler doğurmak şartıyla faydalıdır. Kitap, adamı beslemezse şişirir, bilgilerin yağıyla şişmanlatır. (Yedigün, 20 Eylül 1938)


NE ZEMİN NE DE BİR TERAS KATIYIZ, BİZ VATAN KÖŞKÜNDE ÇÖKMEZ ÇATI’ YIZ.

MODERNLEŞEN TÜRKİYE’NİN TARİHİ YAZAR: Prof. Erik Jan ZÜRCHER 1- Batı’nın etkisi ve ilk modernleşme girişimleri: (1798-1908) Bu bölümde yazar Osmanlı devlet yapısı hakkında genel bilgi verdikten sonra, 18. yüzyıl sonunda Osmanlı Devleti’nin Batı’dan etkilenişi ve yapılan ilk reformları, dönemin padişahı III. Selim Han’dan II. Mahmut’a, ondan da Abdülhamit dönemine her alanda yapılan yenilikleri anlatmaktadır. 2- Türk Tarihinde Jön Türk Dönemi: (1908-1950) Kitap, profesör Erik Jan ZÜRCHER tarafından İngilizce olarak yazılmış olup orijinal adı ‘Turkey, A Modern History’ dir. Türkiye’nin modernleşme yolunda yaptığı reformları, tarafsız bir gözle ve akademik çalışmalara dayanarak yazılmış olan bu eser Avrupa ve ABD’nin belli başlı üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmaktadır. Kitabın bugüne kadar Türkçe’nin de içinde bulunduğu beş dile çevirisi yapılmıştır. Yazar Profesör Zürcher, 1953 Leiden (HOLLANDA) doğumlu olup Leiden Üniversitesi ve Nijmegen Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır. Ayrıca Amsterdam’da Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü’nde Türkiye Bölümü Başkanlığı görevini de sürdürmektedir. Profesör Zürcher Türk Modernleşme tarihini, birçok boyutuyla ele alarak bu alanda yazılmış olan en kapsamlı eseri vücuda getirmiştir. Yazarın akademik çalışmalara dayanarak yapmış olduğu teşhisleri ilk reformcu padişah olan III. Selim’den (1774) başlayarak 2002 yılına kadar olan zaman aralığında bizlere sunmaktadır. Kitap ana hatlarıyla 3 bölümden oluşmaktadır:

Bu bölümde yazar II. Meşrutiyetten başlayarak Kurtuluş Savaşımızı, cumhuriyetin temellerinin atılışından 1950 seçimlerine kadar olan dönemi anlatmaktadır. Bu bölümde özellikle Kurtuluş Savaşı ve sonrasında yapılan inkılapları bütün boyutlarıyla anlatan yazar, tarafsız bir otorite olması hasebiyle bu alanda yazılmış olan nadir eserlerden birine imza atmıştır. 3- Huzursuz Bir Demokrasi: ( 19502002) Bu bölümde kaleme alınanlar ise özellikle genç kuşaklar için çok değerli bir kaynak olma özelliği taşımaktadır. 1950 seçimlerinden sonra iktidarın el değiştirmesi ve ardı sıra gelen askeri müdahaleleri ayrıntıları ile işleyen, askeri müdahalelere sebep olan unsurları ve bu unsurların kaynaklarını, yazar, büyük bir titizlikle anlatmaktadır. Büyük eksikliklerle dolu olan eğitim sistemimiz sebebiyle okullarda çok yüzeysel ve tüm yönleriyle anlatılamayan Kurtuluş Savaşı’ndan 1980 darbesine kadar olan dönem bu eserde gayet tarafsız, ilmî çalışmalara dayanılarak tüm yönleriyle anlatılmaktadır. Bu dönemlere ait bilgilere, gençlerin, kulaktan duyma olarak değil de akademik çalışmalara dayanarak hazırlanmış olan bu eserden ulaşmaları daha doğru olacaktır.

KİTAP TANITIMI



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.