karatay fanzin | iki

Page 1

zin fan katkı payı:2 tl

Ahmet Rasim Mektup Sadeleştirmesi

Dosya: Füruğ Ferruhzad

insan olmak bizatihi sansasyoneldir!

Ali Lidar Röportajı

Edgar Allan Poe Öykü Çevirisi


‘’bu kaltakla aynı mahallede büyüdük. mevlanakapı’da. babası zabıtaydı. alkolik hasta bi adamdı rahmetli, erkenden de gitti zaten. bu anasıyla yoksul, perişan... bizim tuzumuz kuruydu, hacı babam yapmış bi şeyler. bi de zagor vardı. bizim eski evin kiracısının oğlu. babası filimciydi yeşilçamda. cepçilik, arpacılık, her yol vardı itte. ama sevimli, yakışıklı oğlandı. bizimkine aşık etmiş kendini. ben efendi oğlanım, okul mokul takılıyorum o zamanlar. öylece büyüdük gittik işte. ne bok varsa hep askerliği beklerdim. dört sene kaldı, üç sene kaldı... sonunda o da geldi gittik. bizde de herkes bunu bekliyormuş; gelir gelmez yapıştılar yakama. ev düzüldü, kız bulundu, çeyiz falan filan... nikahlandık. iki taksi bi dükkan verdi peder.... dükkanda koltuk moltuk satardım. bi gün bu orospu çıkageldi. hiç unutmam, görür görmez cız etti içim. böyle basma bi etek dizine kadar, çorap yok, üstünde açık bi bluz, saçlar maçlar... pırlanta anlıyacağın. şunun bunun fiyatını sordu, dalga geçti benimle. kanıma girdi o gün. tabii taktım ben bunu kafaya. ertesi gün bi soruşturma... dediklerine göre yemeyen kalmamış mahallede. ama asıl zagora kesikmiş. zagor da kaftiden içerde o sıra. bi gün, süslenmiş püslenmiş; zırt geçti dükkanın önünden. yazıldım peşine. tuhafiyeciye girdi, pastaneden çıktı; minibüs otobüs, geldik sağmalcılar’a benim içimde bi sıkıntı... işi anladım tabii: zagoru ziyarete gidiyo. bi tuhaf oldum, piçi de kıskandım. uzatmayalım çaresiz evlendik ötekiyle. o ara zagor içerden çıktı. sonra bi duyduk; kaçmış bunlar. altı ay mı bi sene mi; kayıp. hep rüyalarıma girerdi orospu. o gün dükkana gelişini hiç unutamadım. benimkine bile dokunamaz oldum. sonra bi daha duyduk ki iki kişiyi deşmiş zagor: biri polis, ikisinin de gırtlağını kesmiş. karakolda beş gün beş gece işkence buna. arkadaşlarının öcünü alıyorlar. kaltağa da öyle... önce öldü dediler zagor’a, sonra komalık. ankara’da oluyor bunlar. bizimki bi gün çıkageldi mahalleye. zagor içerde, en iyisinden müebbet. bi sabah dükkana geldim, baktım bu oturuyo. önce tanıyamadım. anlayınca içim cız etti. cız etti de ne? tornavida yemiş gibi oldu. çökmüş, zayıflamış, bembeyaz bi surat... ama bu sefer başka güzel orospu. orhanın şarkıları gibi. kalktı böyle, dimdik konuşmaya başladı. dedi para lazım, çok para. zagor’a avukat tutacakmış. ilerde öderim dedi. esnafız ya biz de, “nasıl?” diye sormuş bulunduk. orospuluk yaparım dedi, istersen metresin olurum. içime bişey oturdu ağlamaya başladım, ama ne ağlamak! işte o gün bi inandım orospuyla tam yirmi yıl geçti. uzatmayalım, zagor’a müebbet verdiler. ama rahat durmaz ki piç! ha birini şişledi, ha firara teşebbüs; o şehir senin bu şehir benim, cezaevlerini gezip duruyo. orospu da peşinden. sonunda dayanamadım: ben de onun peşinden... önce dükkan gitti, ardından taksiler. karı terk etti, peder kapıları kapadı. yunus gibi aşk uğruna düştük yollara. iş bilmem, zanaat yok. bu tınmıyo hiç. ilk yıllar ufak kahpeliklere başladı, sonra alıştı. gözünü yumup yatıyo milletin altına.gel dönelim diye çok yalvardım. evlenelim, pederi kandırırım, zagor’a bakarız: yok. kancık köpek gibi izini sürüyo itin. ne yaptı buna anlamadım. kaç defa dönüp gittim istanbul’a. yeminler ettim. doktorlar, hocalar kar etmedi. her seferinde yine peşinde buldum kendimi.bi keresinde döndüm, biriyle evlenmiş bu, hamile... beni abisiyim diye yutturduk herife. nedense rahatladım, oh dedim, kurtuluyorum. bu da akıllanmış görünüyo. yüzü gözü düzelmiş, çocuk diyo başka bişey demiyo. sinop’ta oluyo bunlar. ben de döndüm istanbul’a. doğumuna yakın, zagor bi isyana karışıyor gene. hemen paketleyip diyarbakır cezaevine postalıyorlar. çok geçmeden bizimki depreşiyo gene; o halinle kalk git sen diyarbakır’a, üç gün ortadan kaybol... herif kafayı yiyo tabii. dönünce bi dayak buna: eşşek sudan gelinceye kadar. kızın sakatlığı bu yüzden.sonra çocuğu doğuruyo. durum hemen anlaşılmamış. ortaya çıkınca bi gece esrarı çekip takıyo herife bıçağı. çocuğu da alıp vın diyarbakır’a, zagor’un peşine. allahtan herif delikanlı çıkıyo da şikayet etmiyo. ben o ara istanbul’da taksiden yolumu buluyorum. epey bi zaman böyle geçti. yine her gece rüyalarımda bu. zagor’un diyarbakır cezaevinde olduğunu duymuştum o sıralar. bi gece bi büyükle eve geldim. hepsini içtim. zurnayım tabi. bi ara gözümü açıp baktım: karlı dağlar geçiyo. bi daa açtım, başımda bi çocuk, kalk abi, diyarbakır’a geldik diyo. baktım, sahiden diyarbakır’dayım. bi soruşturma... kale mahallesi vardır oranın, bi gecekonduda buldum, malımı bilmez miyim? görünce hiç şaşırmadı. hiç bişey demedik. o gece oturup düşündüm. oğlum bekir dedim kendi kendime, yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle, yol belli, eğ başını,usul usul yürü şimdi. o gün bugün usul usul yürüyorum işte. ‘’ Masumiyet / Zeki Demirkubuz (1998)


yıl: 1 / sayı: 2 mayıs-haziran ikibin15 yayın türü/yayın no:

süreli yayın/765

imtiyaz/yayım/dizgi:

emre aygül

yazı işleri/editör:

İ Ç İ N D E K İ L E R karatay manifesto ’2 .............................................................................. dört öykü / arzu tekelioğlu ............................................................................. beş öykü / emre aygül ................................................................................... altı eleonora (çeviri öykü) / nur ebrar taşkıran ...................................... sekiz

arzu tekelioğlu hale bilir

şiir / furkan said ipek ............................................................................ on1

ön/arka kapak:

öykü / sare polat ..................................................................................... on3

emine özcan iç çizimler:

emine özcan havva nur kaya bizi bulun:

şiir / mustafa kelkercigil ........................................................................ on2

dosya: füruğ ferruhzad .......................................................................... on5 şiir / ferhat dönmez ............................................................................... on8 şiir / muhammet özmen ....................................................................... on9 öykü / zeze vasconcelos ...................................................................... yirmi

facebook.com/karatayfanzin twitter.com/karatayfanzin issuu.com/karatayfanzin karatayfanzin.blogspot.com.tr

özel öykü / alper gencer ................................................................... yirmi2

yazı-çizim gönderileri:

düzyazı / m.murat doğusan ............................................................. yirmi7

karatayfanzin@gmail.com baskı:

ferhuniye mahallesi sultanşah caddesi no:28/b selçuklu/konya

ahmet rasim (mektup çevirisi) / süleyman akkuş ........................ yirmi3 ali lidar röportajı / emre aygül ........................................................ yirmi5

öykü / tunahan bulut ........................................................................ yirmi8 şiir / mesut ateş ..................................................................................... otuz şiir / serhat dönmez ............................................................................ otuz1 şiir / mislina bursal ............................................................................. otuz2

karatay, gelir elde etme amaçlı bir yayın değildir. fakat baskı ücretini karşılama amaçlı küçük bir miktar katkı payı bulunmaktadır. öğrenciyiz bize de yazık :( yazıların sorumluluğu imza sahiplerine aittir. kaynak gösterilmeden yahut izin alınmadan hunharca alıntı yapılabilir. neden olmasın :) yazılarda dil ve yayın tekniği yönünden değişikliğe gidilebilir. öyle de şekiliz yani. yayın hakları saklıdır. fakat annem sakladığı için biz de bilmiyoruz yerini. öğrenince söyleriz. selametle.

foto-şiir / kübra gürdoğan ................................................................. otuz4 öykü / hüsna dolu ............................................................................... otuz5 düzyazı / ekin tuna yener ................................................................... otuz6 düzyazı / eylem gerez ......................................................................... otuz7 şiir / burcu kubilay .............................................................................. otuz8


karatay manifesto ‘2

“utan, utanmayan alçaktır.”

Güzel bir filmin hiç beklenmedik bir anda bitmesi ne kadar olasıysa yüklendiğimiz kederin altında kalmamız da o kadar olası.

Korku, sizi çoğu zaman bir yanlışa sürükler. Sürükleniyoruz. Ama korkumuzdan değil utancımızdan. Dillerin işlediği suçlardan, günahlardan, sermayeden, uçamayan kuşlardan, savaş çocuklarından, “tam düşerken tutunduğu tuğlayı kendine rabb belleyen”lerden utanıyoruz. Kibirli kullardan ve bekleyenlerden de evet. Dünya utancımız etrafında dönüyor. Provası kötü giden hayattan beklentimiz yok. Faniyiz ve sürükleniyoruz. Hiç durmadan. Satır başı yapmadan dünya yok olabilir. En az bizim kadar fani sayımızla karşınızdayız.

İkiyiz ve çoğalacağız. Şimdilik şarkıya dönme vakti. Zehirle.

karatay fanzin vasat kültür edebiyatı

4

sabah ezanı


çöl

arzu tekelioğlu

N

evres’in içindeki çöle uyandığı bilmem kaçıncı sabahtı. Artık saymıyordu. Pencerenin önündeki boş tuvale bir bakış savurdu. Yeniden kapadı gözlerini. Kendine daha fazla katlanamaz olmuştu. Hemen kalkmak istemedi. Bu sabah… Bu sabah diğerlerinden farklı olmalıydı. Bu sabah bedeniyle beraber bilinci de uyanmalıydı. Umudu yitmenin eşiğindeydi zira… Nicedir soyutlamıştı kendini İnsanlardan. Yalnız insanlardan değil delicesine dönen dünyadan, gürül gürül akan hayattan… Denemişti oysa. İnsanların arasına karışmak, çok sevdiği vefalı dostlar edinip tatlı hatıralar biriktirmek istemişti. Olmamıştı. Ne yapsındı… Kozasını örmüştü yine. Adına sosyalleşmek dedikleri insanın içini kurutan ilişkiler ağından arta kaldığı kadar yaşamak yetmiyordu. Çünkü daha fazlası vardı. Biliyordu. Dostluk, arkadaşlık mavallarınaysa karnı toktu. Sahi, neydi dost? Ne kadar reel bir kavramdı? Nereye kadardı dostluğun sınırı? Ve esas soru, insandan dost olur muydu? Varsın asosyal desindi insanlar varsın anormal damgası yesindi. Kuruyup solmaktan yok olmaktan çok daha iyiydi. Ne zaman biraz insan içine çıkayım, bir iki arkadaş edineyim dese eline yüzüne bulaştırıyordu. Huzuru kaçıyor, renkleri soluyor, ilhamı buharlaşıyordu. Tatsızlaşıyordu hayat. Bayatlıyor, sıradanlaşıyordu. Renkleri duyamaz, notaları tadamaz, kokuları göremez oluyordu. Yığınlardan yayılan kakofoni, iç sesinin ahengini bozuyor, zihnini bulandırıyordu. Kalemi işlemez oluyor; tuvale fırçaya hepten yabancılaşıyordu. Neyse ki teras katındaki aydınlık dairesinde birkaç gün nekahet onu kendine getirmeye yetiyordu. Her zaman yetmişti... Haftalar oldu bu kez, fırçası tuvaline değmedi. Hiçbir şey zihnini canlandırmaya, algısını açmaya yetmedi. Bu saatler, tuvalinin karşısına geçtiği uzun ince parmaklarının fırçasını aradığı saatlerdi. Bu saatler Nevresin tuvalinin rengârenk olduğu saatlerdi. Öyle olmalıydı… Gün ışığı aydınlatmalıydı ufkunda beliren manzaraları. Nevres’in savrulmak saatiydi bu saatler. Düşten düşe halden hale. Bedenine sığmadığı, içini karartan, düşlerini solduran tutsaklık hissinden sıyrıldığı saatlerdi. Sabaha karşı 05.00 suları. Güneş doğuyor ağır, ihtişamlı. Tan, geceyi soyunuyor. Envai çeşit hare gökyüzünde... Zorda olsa kalktı Nevres. Yastığında kıvır kıvır, uzun, kara saçlarından avuç dolusu bırakarak. Yüzünü yıkarken fark etti cildi pul pul dökülüyordu. İçimdeki çöl bedenimi de kavuruyor olmalı diye düşündü. Alelacele giyinip tuvalinin karşısına geçti. Önce tuvale ardından gökyüzüne uzun ve bomboş baktı. Zihninde hiçbir şey belirmedi. Bir an Belki de vazgeçmeliyim artık dedi. Vakit kaybetmeden kabullenmeli, yeni bir yol çizmeliyim. Boyalarımı, fırçalarımı, resme dair ne varsa hepsini dağıtmakla başlamalıyım işe. Resim kurslarına, Yetenekli öğrencilere… Bir an. Yalnızca tek bir an. Bir, iki saniyeliğine belki düşündü bunları. Bu kadarı yetti de zaten. Yer kaydı ayaklarının altından. Sendeledi, düşecek oldu. Çöl… Savuruyor. Diye sayıkladı kesik kesik. Yatağına doğru sürükledi bedenini. Serildi boylu boyunca. Uyku hemen çöreklendi göz kapaklarına. Bedeninin bu sıralar ona yaptığı kıyaktı bu. Uyku. Yitip giden rengârenk umutlarının, düşlerinin ardında bıraktığı çölde sığındığı kuytusu, avuntusu…

mayıs-haziran iki bin on beş fani sayı sona jabarteh - mamamuso

5


saddam

emre aygül

“anneler zulüm doğurmaz güzelim anneler hiç.”

Sıcak tandır kokularının sokağı baştan sona sardığı bir kenar mahalle sabahıydı. Tabiat görevini üstlenmiş sabahı sabah edip sahneyi insanoğluna bırakmıştı. İki katlı evin bahçesinde avludaki taşın üstüne oturan Bekir, ayna karşısına geçmiş söylenerek ağlıyordu. Onu üzen şey muhtemelen on beş dakika önce yaptırmamak için çokça direndiği ev usulü saç tıraşının koftiliğiydi. Üstelik sıfıra vurulmuş bir saç, kafasındaki yarık izlerini gizlemeye yetmiyordu. Allah’ım on iki yaşında bir çocuk için ne büyük keder. Hemen yanı başında annesi oğlunu teselli etmekte ve onun yakışıklığına dem vurmaktaydı. Az ötede saçlarını tarayan kız kardeşi ise ara ara abisine bakıp kikirdiyordu. Bekir bunları önemsememeliydi ama yine de yediremiyordu kendine. Ne de olsa durumun ciddiliğini kavramış bir çocuktu ve o yaşta bir çocuk için jöleyi sürecek saçın olmaması tam bir trajediydi. Ağlamasını durduran bir ıslık sesi geldi. Ah bu ıslık. Tanıdıktı evet. Bu ıslık Bekir’e başına gelen en güzel şeyi hatırlatıyordu. Annesi ne oluyor demeye kalmadan Bekir bahçenin bitimindeki kayısı ağacına odaklandı. Dalda üç tane çocuk bir yandan olmamış çağlaları kemirmekte bir yandan da tıpkı bir gösteri izleyicisi gibi Bekir’in durumunu izleyip gülmektelerdi. Islığın sahibi bu üç gençten biri değildi. Bekir bunu iyi bildiği için şöyle bir ağacı gözüyle kolaçan etti. Evet, ağacın en yüksek tepesine çıkmış bir çocuktu ıslığın sahibi. Bu Hüseyin’den başkası olamazdı. Ya da yaygın olan ismiyle Saddam. Bekir bakındı bakındı. Kız kardeşi o esnada okula gitmek üzere okul çantasını sırtına attı. Ağırdı fakat bu ağırlık varlığını her gün Türk varlığına armağan eden biri için çok da önemli değildi. Annesi üzerindeki una batmış entarisini çırpıp Bekir’i öptü ve bahçenin ön tarafındaki tandıra doğru gitti. Bekir hala ağaca ve üzerindeki haydutlara bakınıyordu. Biraz daha bakındıktan sonra Saddam ciddi sıfatıyla ağaçtan indi. Diğer üçü de onu tekrar etti. Üstlerini çırptıktan sonra Bekir’in yanına geldiler. Bekir bir şey demiyordu. Çünkü düştüğü durumun komikliğinin farkındaydı. Ağlamasını saklamak için yüzünü mendiline sildi sadece. Diğer üçlü kıkırdamaya devam ediyordu. Saddam Bekir’in en yakın arkadaşı bir nevi kardeşi gibiydi. Hatta birkaç sene önce taşlıkların önünde birbirlerinin parmaklarını kanatarak kanlarını bile emmişlerdi. Böylelikle adet yerini bulacak ve kan kardeşi sayılacaklardı. Sayılmışlardı da. Bekir de Saddam için aynı öneme sahipti. Bekir’in üzülmesini istemediği için yanındaki üç hayduta kıkırdamalarını kesmelerini işaret etti. Haydutlar Saddam’ın işaretiyle bir anda sustular. Bekir fazla dayanamadı söze girdi: -Neden geldiniz? Kurs erken mi bitti? Hoca ben gelmeyince bir şey dedi mi? Ya ben de tam salli bariki ezberleyecektim. Hem teneffüs vakti değil mi şimdi? Konuşsanıza ya? Üçlüden bir ses çıkmayınca Saddam söze girdi: +Bırak hocayı kursu Pirket. Daha önemli işlerimiz var. Bizimki yine çıkmış piyasaya. Hazırlan gidiyoruz.

karatay fanzin vasat kültür edebiyatı

6

kardeş türküler - zemar


Pirket Bekir’in Saddam tarafından konmuş diğer bir ismidir. Tabii ki de bunda Bekir’in kafasındaki yarık izlerinin hatıraları yatıyordu. Lakap koyma geleneğine sahip bir mahallede Pirket’ in garipsenmesi de gayet normal. Asıl inanılmaz olan da Saddam’ın Bekir’e hayatında hiçbir defa Bekir diye seslenmemiş olmasıydı. O Pirketti ve Pirket kalacaktı. Bekir Saddam’ın suratının aldığı halden anlamıştı durumun ciddiyetini. Bir sıkıntı vardı. Bekir hemen üzerini değişip geleceğini söyleyerek yukarı kata çıktı ve çok geçmeden sadece kafasındaki ev usulü tıraşı gizleyen bir bere takarak geri döndü. Hazırlardı. Önce ağaca sonra da komşu müstakil damlara atlayarak vakit kaybetmeden taşlıkların önüne geldiler. Saddam durumdan bahsetmiyordu. Çünkü Bekir çok iyi biliyordu davanın yine ‘’Kör Mısto’’ davası olduğunu. Mahalledeki çocukları ürküterek tehdit eden on yedisindeki Mustafa diğer adıyla Kör Mısto, Saddam tarafından pek sevilmeyen ve çokça kavgası edilmiş bir gençti. Yine ortalığa çıkmış olması Saddam’ı ve dolayısıyla Bekir’i de hayli alakadar ediyordu. Son karşı karşıya gelişlerinde Saddam, mezarlığın arkasındaki top sahasında burnunu kırmıştı bu itin fakat iyileşmiş olacaktı ki yine dadanmış çocuklara. Taşlıkların ardına Kör Mısto’nun evine doğru yürümeye başladılar. Birazdan okula gitmek için buradan geçecekti nasıl olsa. Haddini bildirmek için ideal bir zamandı. Biraz beklediler ve çok geçmeden mavi sürgülü kapı aralandı ve bir bisiklet ön tekeri çıktı sokağa, ardından gövdesi ve arka tekerlek. Tekerleklerdeki envaı çeşit süsün arasında, geçen hafta Merve’den hediye aldığı süs Bekir’in gözünden kaçmadı. Lanet olsun kız kardeşini de korkutup haraç almıştı bu piç. Bekir sinirini ikiye katlarken sokağa çıkan bisikletin koltuğunu tutan bir el vardı. Bu kapkara ellerin sahibi hiç şüphesiz Kör Mısto’ydu. Ayakkabısını bağladı ve bisikletine bindi yavaş yavaş sokağa doğru bakınca Saddam’ı ve Pirket’i fark etti. İşte şimdi tam anlamıyla sıçmıştı. Sürgülü kapı çoktan kapanmıştı. Dönemezdi de artık. Pedala hızlıca basıp tarlaya oradan da taşlıklara doğru kaçmaya başladı. Ortalık bir anda gerildi. Allah’ım karşısına Saddam’ı almış biri için ne kötü bir yol seçimi taşlıklar. Taşlıkların sonuna doğru bir anda kestirmeden koşup yakalayan Saddam belirdi ve hızlı bir frenle Mısto durdu. verecek bir yanıtının olmadığı soru yöneltilmişti ona ‘’nereye lan pu.t?’’. bir şey diyemedi. Diyemezdi de zaten. Zira dilsiz bir gençti Mısto. ‘Allah öyle yaratmış yani’ kontenjanından. Soruya karşılık kafasını salladı bir kaç defa. Sonra Saddam Bekir’e seslendi ‘’Pirket sen al bunu’’ dedi. Gözcülerden biri uzunca bir ıslık çaldı. Bekir Saddam’ın yanına koştu. Aynı gözlemci ıslığı tekrarlayınca durum anlaşılmıştı. Mısto’nun Saddam tarafından kıstırıldığını anlamış olan annesi Deli Kadın elinde pompalı tüfekle koşturuyordu taşlıklara doğru. Asıl ismini kimsenin bilmediği bu Deli Kadın hakkında mahallenin dedikodu camiasınca bilinen en yaygın ve ürkünç dedikodusu; bu kadının hayattaki son oğlu olan Mısto’yu doğurduğu gece cinnet geçirip tüm ailesini katletmesiydi. Mardin’den geldikleri bilinen bir gerçekti ama. Tarlayı yarılayan ve süratine sürat katan bu kadın bir yandan da bağırıyordu ‘’Mıstooom yettim mısttoomm’’. Bekir nefes nefese kalarak Saddam’ın yanına geldi. ‘’Am.na kodumunun delisi pompalıyla geliyor. Saddam gidelim kardeşim bi maraz çıkmasın hem kursa da geç kaldık’’. Saddam’a kalsa kalıp Deli Kadın’ı da dövecekti ama mevzubahis kişiler can yoldaşlarıydı. Riske atamazdı. Elinde pompalı tüfekle tarlanın ortasında koşturan kadının bağırışı gittikçe yaklaşıyordu. Mısto Saddam’ın korkusundan ağlamaya başlamıştı. Deli Kadın geldi ve Saddam’la Bekir’in uzaklaştıklarını gördü. Elindeki pompalı tüfeği havaya doğru tuttu. ‘’Ulaaaan kahpenin dölleri bir daha Mısto’ma karışırsanız kul peygamber dinlemem yedi sülalenizi vururum’’ diyerek haykırdı. Mısto’nun başını okşadı. Ağlıyordu kadıncağız. Esmer suratlarından gözyaşları akan bu anne oğulun suçu neydi? Kadın oğlunun yüzünü gözünü sildi. Mısto pedala kökleyerek taşlıklardan okula yetişmek üzere hızlıca devam etti. Kadın elindeki silahla olduğu yere yığıldı, yığıldı, yığıldı. Bu bir adaletsizlik değildi de neydi?

mayıs-haziran iki bin on beş fani sayı kardeş türküler - zemar

7


eleonora

(çeviri öykü)

nur ebrar taşkıran

“belirli bir şeklin koruması altında, ruhum güvendedir.”

Tutku gayreti ve hayal gücü yarışından çıkmış bir ben. İnsanlar bana deli diyor ama deliliğin aslında en yüce deha olup olmadığı, derin ve muhteşem şeylerin çoğunun hastalıklı düşüncelerden, genel düşüncelerin yerini alan zihinsel ruh hallerinden kaynaklanıp kaynaklanmadığı hala tartışılan bir konudur. Hayal kuranlar, sadece geceleri düş görenlerin gözden kaçırdığı pek çok şeyi fark ederler. O boz bulanık hayallerde sonsuzluğu görür ve gerçeğe döndükleri anda yüce bir sırrı öğrenmenin eşiğine gelmiş olmanın heyecanını hissederler. O kısacık anda bilgeliğin iyiliğinden bir şeyler kapar, ona dair bir şeyler öğrenirler; ama kötülüğün salt bilgisinden kaptıkları daha çoktur. “Sözle anlatılamayacak kadar güzel” olanın dev okyanusunu, dümensiz ve pusulasız delip geçerler; o okyanusun içine işlerler; tıpkı büyülü coğrafyalar gibi. Şimdi, deli olduğumu söyleyebiliriz. Kabul ediyorum, en azından zihni varoluşumun iki ayrı durumu olduğunu kabul ediyorum. Kolayca anlaşılabilir durum; tartışmasız, yaşamımın ilk devrini oluşturan olayların hafızama ait oluşu. Ve şüphe ve gölge durumu; şimdiye ait olan ve varlığımın ikinci, büyük devrini oluşturan yeniden derleme. Bu yüzden, daha erken zamanla ilgili anlattıklarıma inanın ama daha geç zamandakilerle alakalı anlattıklarıma yeteri kadar güvenin, şüphe duyun ya da; şüpheyse eğer seçilen, mümkün değil deyin, sonra da Oedipus Kompleksini baştan kurgulayın. Gençliğimde sevdiğim ve şimdi uğruna sakince bu satırları yazıyor olduğum, annemin uzun süre uzak kaldığı tek kardeşinin biricik kızıydı. Eleonora’ydı. Beraber kalırdık tropikal güneşin altında, “Rengarenk Otlar Vadisi’nde. Bilinçli yönlendirilmemiş hiçbir ayak izi o vadiye ulaşamazdı. Çevresinde asılı kalmış devasa tepelerin ortasında, tatlı oyukları tarafından güneş ışığının örtüldüğü bir vadiydi. Etrafında ayak ya da tekerlek izinin açtığı bir yol yoktu, bunun yerine mutlu yuvamıza geri dönebilmek için, arasından güçlükle yolumuzu bulduğumuz binlerce orman ağacının yaprakları ve ölümümüze sebep olabilecek kadar muhteşem, milyonlarca güzel kokulu çiçekler vardı. Yalnız yaşadığımız için, vadinin dışındaki dünya hakkında hiçbir şey bilmiyorduk; ben, kuzenim ve teyzem. Çevrelenmiş alanımızın en yüksek ucundaki dağların arkasındaki loş bölgeler, dar ve derin nehri dışarıda tutardı. O nehir ki; Eleonora’nın gözlerinden daha parlaktı. Tepeler hala loşken, o gölgeli vadiden geçip giden, zikzaklı yollarda sessiz ve gizlice esen rüzgâr duyulurdu. “Sessizlik Nehri” ismini verdik ona; akışında, susturup sessizleştiren bir etkisi olduğunu düşünüyorduk. Yatağında hiç uğultu yoktu ve nazikçe dolanıp duruyordu. Gözlerimizi dikip bakmaktan kendimizi alamadığımız inci gibi çakıllar, nehrin aşağılarında, hiç kımıldamadan, yayılıp durur bir şekilde, sonsuza dek görkemle parlayacakmış gibi görünüyordu. Nehrin sınırı ve dolambaçlı yollarında kayarak ilerleyen göz kamaştırıcı ufak dalgalar, akıntıların derinliklerinde genişliyordu; ta ki derindeki çakıl yatağına gelene kadar. Nehirden onu kuşatan dağlara uzanan, menekşeler ile birleşen büyüleyici güzelliği, kalplerimize aşkın ve Tanrı’nın görkeminin yüksek sesiyle konuşuyordu. karatay fanzin vasat kültür edebiyatı

8

yağmur sesi


Günün öğle vakti, hayallerdeki kırlar gibi olan bu çimenlik korusunda, orada burada yerden ok gibi fırlamış, narin gövdeleri dikine değil, zarafetle yana yatmış fantastik ağaçlar, vadinin merkezini görürdü. İşaretleri, sırasıyla siyah ve gümüş rengi canlı parıltılarla lekelenirdi ve bunlar Eleonora’nın yanaklarından daha pürüzsüz olurdu. Zirvelerine dağılan dev yaprakların göz alıcı yeşilinden dolayı, ürkek dallar meltemle oynaşırken, hükümdarları olan Güneş’e saygılarını gösteren dev Suriye yılanları gibi görünürlerdi. Kalplerimize aşk girmeden, el ele on beş yıl dolaştık biz; ben ve Eleonora. Onun on beşlerine, benim yirmilerime yakın olduğumuz bir akşamüstü, yılan-benzeri ağaçların altında, birbirimizin kucağında kilitlenmiştik ve içinde bizim görüntülerimiz olan “Sessizlik Nehri’nin aşağıdaki sularına bakıyorduk. O tatlı günün geri kalanı boyunca konuşmadık; çünkü seslerimizin geleceği, bu anın yanında titrek ve değersiz kılacağından korkuyorduk. Bir dalgaya Eros’u çizdik ve bizi, atalarımızın ateşli ruhlarıyla tutuşturduğunu hissettik. Yüzyıllardır sahip olduğumuz tutkularımız neslimizi ayırdı, eşit önem verilmiş hayallerle kalabalıklaştı ve birlikte “Rengârenk Otlar Vadisi “nin üzerine, sayıklayan neşeyle dolu bir nefes aldık. Her şey değişti. Daha önce hiçbirinin bilinmediği farklı, göz kamaştıran, yıldız şekilli çiçekler ağaçların üstünde yanmaya başladı. Yeşil halının tonları derinleşti; beyaz papatyalar teker teker küçüldü ve etrafa yayıldı, yakut kızılı zambaklar onar onar bürüdü her yeri. Bundan sonra hayat, önümüzdeki yolda belirdi; şimdilerde görülmeyen büyük flamingo, bütün uçarı, parlak kuşlarla birlikte, kızıl tüylerini gösterişle kabarttı, altın ve gümüş renkli balık nehre uğradı. Eleonora’nın sesinden daha tatlı, Aeolus’un harpından daha ilahi, dingin bir melodinin içinde bir fısıltı kabararak arttı. Ve şimdi, uzun süre Hesper bölgelerinde izlediğimiz çok büyük bir bulut, göz alıcı koyu kırmızı ve altın rengiyle yüzdü, sürüklendi, huzurla üzerimize yerleşti. Sonra, uçları dağların tepelerinde kalana kadar, hızla alçalarak battı, bütün loşluğu muhteşemliğe dönüştü ve sonsuza kadar sürecek ihtişam ve şerefin büyülü kodes-eviymişçesine bizi susturdu. Eleonora melekler kadar sevimliydi; kısacık masum hayatı olan bu güzel kız bir sanatçı tarafından yaratılmış gibiydi, o çiçeklerin arasında parıldayan bir çiçek gibiydi adeta. Şevkinin ve aşkının altında bir kurnazlık gizli değildi. Onun sesi canlandırırdı beni ve Rengârenk Otlar Vadisi’nin aşağı taraflarında beraber yürürken sesiyle beni adeta tedavi ederdi ve oradan ayrılıncaya dek konuşmaya devam ederdik.Gün boyunca, üzülerek insanlığın düştüğü hali konuştuğumuzda gözleri yaşarırdı, o zamana kadar orada oturan tek kederli kişiydi zira. Schiraz’ın şarkılarına benzeyen karşıtlıkları birbirine girdikçe aynı görüntü meydana gelirdi, tekrar, tekrar, ne etkileyici bir ifadeydi öyle. Onu ölümün kucağına iten parmağı görmüştü, kusursuz bir sevimlilikle ölen yalnız biriydi. Bir alacakaranlık akşamında, Sessizlik Nehri’nin bir bankında oturmuşken, mezarın acımasızlığı, onun öldüğü düşüncesini bana uzatmıştı. Düşüncesi benimle büyürken o Rengârenk Otlar Vadisi’ne gömülüyordu. Dünyada yaşayacağım her gün o sevimli yüzün bana ne ifade ettiğini düşünüp duracağım. Ve sonra oracıkta Eleonora’nın ayaklarına attım kendimi ve ona cenneti adadım. Ve o zamandan sonra dünya üzerinde hiçbir kadın yahut kızla evlenmeyeceğim yeminini verdim ona. Onu da ölümümle kanıtlayacağımı anlattım. Bana güvensin istedim. Evrenin en yüce hâkimini yeminime tanık ettim. Onu benden alana lanet olsun, aziz Helsion bu sözü haince ispatlamak zorunda. Bana izin vermeyecek olağanüstü bu büyük korku, burada bunu yazarak cezalandırıyordu beni ve Eleonora’nın parlak gözleri benim kelimelerimde daha da parıldıyor. Sanki göğsünden ölümcül bir kitle alınmış gibi iç çekti; ve titriyordu, çok acıklı ağladı ama o yeminini kabullenmişti(ama o yemin küçücük bir çocuk için ne olabilirdi ki!). Ölüm döşeğinde olan biri için yemin tutmak çok kolaydır. Ve bana “huzurlu ölümün geç değil çünkü ruhum için yaptıkların, buradan ayrıldığımda da o ruh her zaman bana göz kulak olacak ve keşke gecenin ilerleyen saatlerinde görünebilsem sana ama bu şey olsaydı aslında cennette ruhların gücünü aşardık. En azından bana onun varlığının işaretlerini ver, akşam rüzgarları içime işlesin yada meleklerin tütsülerinden gelen havayı dolduran kokuyu içime çekebileyim. Ve bu kelimeler de dudakları üzerinde ona masum hayatı verip ilk yaşamına son verir.” dedi. mayıs-haziran iki bin on beş fani sayı yağmur sesi

9


Bugüne kadar sadakatle söyledim. Ama zaman yolunda engelleri geçerken sevgilimin ölümü ile oluşan ve benim varoluşumun ikinci dönemi ile devam eden sürede beynimin üzerinde bir gölge toplandığını hissediyorum. Ve ben mükemmel akıl sağlığımda gerçekten şüphe ediyorum. Ama izin ver. Ağırlığı boyunca yıllar, kendilerince sürüklendiler ve hala rengarenk çimenler üzerinde duruluyorum. Ancak ikinci değişiklik her şeyin üzerine gelmişti. Ağaçların gövdelerinin içindeki yıldız şekilli çiçekler küçüldü ve daha sonra görünmedi. Yeşil halının renkleri soldu ve teker teker cennetteki o yakut-kırmızı ölümsüz çiçekler kurudu ( ve orada bunların yerine onar onar koyu bir göz gibi huysuzca kıvranan ve üzerine çiy kondurmayan menekşeler oluştu). Ve hayat uzun boylu flamingoların bizden önce o kırmızı tüyleriyle gösteriş yapmaları için bizim yollarımızı ayırdı. Ancak tepelere kadar uzanan dereden ne yazık ki uçtular. Sürüsüne katılan parlak eşey kuşlarla altın ve gümüş balığı alt geçitten aşağı doğru yüzdü ve bir daha asla bizim tatlı nehrimizi süslemedi. Aeros’un sert rüzgarlarının daha yumuşak olmasıyla melodimiz son buldu. Ve hepsinden daha önemlisi Eleonora’nın sesi duyuluyor gibiydi. Uzakta yavaş yavaş öldü, esinti yavaş yavaş büyüdü dernin bitimine kadar, uzun uzadıya, tamamen özgün sessizliği ciddiyete dönüştü ve kayboldu. Ve sonra, bulut kapladı her yeri ve eskinin bulanıklığı dağların tepelerini terk etti. Hesper’in gölgeleri geri düştü ve Rengarenk Otlar Vadisi’nin çeşitli altın ve muhteşem yüceliklerini götürdüler. Oysa Eleonora’nın sözleri unutulmuş değildi; meleklerin tütsülerini ve sallanan seslerini duyabildim ve kutsal bir parfüm kokusu vadi yakınlıklarındaki sonsuzlukta süzülüyordu. Ve yalnız saatlerde, kalbim ağırca yenildiğinde yumuşak iç çekişlerim bile bana hayli yüklü geldi. Ve belirsiz esintiler gecenin ağır havası ile doldu. Bir kere –oh! sadece bir kere—bir uykudan uyanmıştım, ölüm uykusundan uyanmış gibi kendi üzerine manevi bir dudak basardı. Ama kalbim içindeki boşluğu reddetti. Hatta bu şekilde daha önce tıklım tıklım dolu olan aşk özlemini hatırlattı. En sonunda, Eleonora’nın anılarıyla dolu vadi beni üzüyordu. Gaflet ve dünyanın çalkantılı zaferi için ayrıldım oradan. O saçma dünyanın içinde kendimi buldum, her şey orada tatlı anılarımı hatırlatmak için çabaladı ve uzun rengarenk çimenlerden oluşmuş vadimizi hayal ettim. Görkemli bir mahkemenin geçit alayı, kolların deli hareketleri, kadınların aşkta kıvraklığı, beynimi sarhoş ve şaşkın etti. Ama ruhum onun yeminine henüz sadık olduğumu kanıtlamış oldu ve Eleonora’nın varlığı gecenin sessiz vakitlerinde bana geri verildi. Aniden bu belirtileri durdurdu, dünya benim gözüm önünde karanlığa gömüldü, sahip olduğum bütün düşünceler donakaldı, beni kuşatan sonsuz bir hakimiyetsizlik aynı uzaklıkta geldiği için çok uzak ve bilinmeyen bir eşcinsel mahkemesine hizmet ettirdi. Benim yufka yürekli kalbim ilk seferinde bakireliğini vermişti. Mücadele olmadan bir taburenin önünde eğilip en ateşli biçimde hem de. Aşkım, en sefil ibadetim olmuştu. Aslında şevkle karşılaştırıldığında vadinin genç kızı benim tutkumdu. Ve hezeyanım. Ve yüce melek ayaklarına eterli gözyaşlarım dökülürken bütün ruhum coşkulanıyordu. Ah, melek parlıyordu. Ve ben donuk bir anıt gibi gözlerinin derinliklerine baktım sadece düşündüm, sadece onu. Aldanmıştım oysa beni çağıran lanetten başkası değildi. Acılar üzerime gelmedi. Bir kez – ama bir kez daha gecenin sessizliğinde göğüs kafesimin içinden beni terk etmişti yumuşak iç çekişler, tatlı tanıdık sesiyle diyorlar ki; “Huzur içinde uyu!’. Hüküm süren aşkın ruhu için, onu tutkulu kalbine almak için kendini sanata anlat. Cennette güzel olman için, Eleonora’nın yeminleri…”

Edgar Allan Poe

karatay fanzin vasat kültür edebiyatı

10

yağmur sesi


eksilme!

seni sabahın kuytu bir köşesinden görür gibiyim. gözlerinle tanıştım ilkin. kucağından devşirdiğim şefkatle Âdem kılındım. eteğinden tutunarak, sallanırken yazmanın ucunda, zerk olundum çehrendeki vahalara. düşümde kuyulandın ve sesin, merhametin müjdeci kanatları gibi indi dünyama.

furkan said ipek

kuruyorsun, gün geçtikçe kuruyorsun. ellerin pütür pütür... yarık yarık olmuş topukların... alnın çağıldıyor yine, bak. kasırgalar çıkıyor şakaklarının derinliğinden. ağzında istiğfara benzemeyen bir fısıldayış, bilemem sitem mi ediyorsun, yoksa yine kendini mi taşlıyorsun? sesini onca çığlığın içinden duyar gibiyim. sırtlansam diyorum, hüznünle beraber sırtlansam seni, şöyle hicaz’a kanatlandırsam; bir kez olsun susar mı gözlerin? hüznün ağır yükünü, ağlamayı unutan milyonlar adına yüklenmişsin. sen haklısın, ancak söyle bana, ben bu marazlı kapılardan nasıl geçeyim? tortulaşmış acılarıma kim dokundursun şifasını? şimdi sana değil de kime dert dökeyim? gözlerim ağrıyınca kimin kollarında yığılıp kalayım? söylesene, susma uzaklara doğru, eritme içimin ufuklarını. karşımda kuruyan sesin, ölgün bakışların.. ne olur artık artırma iç yakışlarımı. ve eksilme! sen eksilecek olursan eğer; bu marazlı kapılardan geçemem ben. anne, ne olursun eksilme! gecelerimin ıssız göğünden. mayıs-haziran iki bin on beş fani sayı emshab dar - mohammad esfahani

11


alnımda tükenmeyen bir alev mustafa kelkercigil

yetişemiyorum kırlangıçların çağrısına çünkü beni bir üşümek tutmuş ayaklarımdan kelimeler savaşmak yetisi kazandırmış bana kitapların en siyah bölümüne kazınmış adım karanlığa yaklaştıkça tutuşuyorum ellerimde akışkan cam kesiği alnımda tükenmeyen bir alev haritaların unuttuğunu koşuyorum sonbahara yetişmiş çehreler beni tanımıyor aşk kamaştırıyor kalbimi elimde değil, yaşamak beni üzüyor.

Korkuyorum. Bir gün intihar edecek kelimelerim ardımdan bir yankı bile kalmayacak. Korkuyorum. Süt beyaz şiirler yazmayı unutacağım beni hatırlamayacak takvimler yağmurla dövüştüğüm unutulacak.

karatay fanzin vasat kültür edebiyatı

12

emshab dar - mohammad esfahani


hatif

sare polat

Anne, odamdaki kadın sen misin? Beyaz yastık, çarşaf ve yorgan. Düzenli olarak on beş günde değiştirildiğini söylüyorlar. Kim değiştiriyor bunları? Bazı günler boğuk bir sesle ‘’günaydın teyze’’ dediğim kadın mı? O da anne mi? O da annesini erken kaybedenlerden mi yoksa? Bir ses dürtüyor yakınlardan. Telefona uzanıp kapatıyorum sesi düş dünyasından sıyrılıp alarm olduğunu fark ettiğim an. Kafam patlayacak gibi hissettiğim sabahlar… Gece alkol alıp sabah uyandığında kafanın patlayacak gibi olduğunu söylüyorlar. Ağlayarak uyuyakalmışsan sabah bu hisle kalkıldığını biliyorum ben oysa. Her neyse, ikisi de ruhta aynı etkiyi bırakıyor nasıl olsa. Masamın üzerinde kırık bir çerçeve duruyor. Alıp öpüyorum onu kırılmış, incinmiş yerlerinden. Beyaz, dikdörtgen. Sıradan bir çerçeve anılarla çepeçevre sarılıyor ve anlam kazanıyor her seferinde bıkmadan. ‘’Acı’’ manasına geliyor bu çerçeve anılar sözlüğümde. ‘’isyan’’ bazen. ‘’hadi al götür beni, hala benimmişler gibi evime, yurduma’’

Yüzümü yıkayıp, giyinip alelacele çıkıyorum, aynaya bakmıyorum. ‘’Anne, aynadaki sen misin?’’ diye sormuyorum. Aynadaki bensem de, giderek sen oluyorum. Her gün senden bir parça daha alıp güzelleşiyorum. Parmaklarımın duruşu bile sana benziyor giderek. Vücudum sana doğru evriliyor, ruhumu seninle sarıyorum. Kapıyı kilitlemiyorum. Dar koridordan geçip dört kat aşağı iniyorum. ‘’İtiniz’’ yazan kapıyı her zaman yaptığım gibi önce çekmeye yelteniyorum. Sonra yanlışımı fark edip bir hışımla kapıyı iterek dışarı çıkıyorum. Miskin kediler, yorgun ağaçlar, yılgın yokuşlar. Burası ona ne kadar yakın, aynı zamanda ne kadar uzak. Bu yüzden burayı bazen seviyor, ama çoğu zaman nefret ediyorum. Anne, yılgın yokuşların sonunda bekleyen sen misin? İlk otobüse atlayıp kalan son boş yere oturuyorum. Toplu taşıma araçlarındaki genel kayıtsızlık kurallarına uyup olabildiğince boş gözlerle ellerime bakıyorum. Ellerime bakıp neden acı acı gülümsediğimi kimse anlamaz burada. Sen anlayabilirdin oysa benim her şeyimi. Yanımdaki kız telefonda annesiyle konuşuyor sonra, bir acı daha boşlukta yuvarlanıp ayaklarımın dibine düşüyor. Yerden alıp, üfleyip, öpüyorum onu. Sol gözümden firar eden gözyaşı sol elimi ıslatıyor. Ellerime bakıp gülümsüyorum yine. Yine kimsenin anlamayacağını bilmenin verdiği müthiş rahatlıkla acıyı uyutuyorum göğsümde. Anne, her gün göğsümde uyuttuğum acı sen misin? ‘’şimdi ölmek istemem, bir kalbi sarmadan’’ mayıs-haziran iki bin on beş fani sayı shekayate hejran - mohammad esfahani

13


Yattığın hastanenin önünden geçiyoruz. Bir yangın yükseliyor yüreğimin yerini tam kestiremediğim ücra bir köşesinden. Bu ücra köşeye kötü anıları hapsetmiştim çünkü, kulağına eğilip ‘’Annem bu hastanede öldü’’ diye fısıldamıştım. Sense bu hastanede sormuştun teyzeme ‘’Abla, ben ölecek miyim?’’ diye. Karanlık ve hijyenik odanda ölümü misafir etmiştin iki ay. Ölüm misafirlikten ayrılırken ev sahibini de götürürdü yanında. Nankördü, acımasızdı. Elden gelen bir şey yoktu. Gittin ellerimizden. Anne, her gün biraz daha ellerimden kayıp giden sen misin? Tren garına en yakın durakta iniyorum. Ayazın ince ceketimden tenime geçip canımı yakmasına izin veriyorum. Üşü, yürü, yaz. Her daim acıyı katlanılabilir hale getiren üç mucizevi komut. Artık yardımcı olmuyorlar. Garın hüzünlü tavrından nasibini almış yolcular donuk gözlerle büyük ekrana bakıyorlar. Gelen trenler, giden trenler, saatleri, peronlar. Bekleyenler, beklenenler, kızgınlıklar, kırgınlıklar, hüzünler, sevinçler, ölümler, yaşamlar… Atomların çarpışması gibi çarpışıyorlar bütün bu düşünceler beynimde ve on binlerce parçaya ayrılıyorlar. Bu şehirden ayrılıyorum. Anne, ardımda bıraktığım sen misin? Kısa bir yolculuk olacak. Tüm gereksiz anonslar yapıldıktan sonra tren hareket ediyor. Bir trenin hareket ediş anı kadar hüzünlü değil çoğu şey. Hele ki ardında ne bıraktığını bilmiyorsan. Hele ki vardığın yere dahi yabancıysan artık. Yanıma oturan benimle aynı yaşlardaki kız tren hareket eder etmez uykuya dalıyor. Şehirden uzaklaştıkça sarı bozkırlara devriliyor yolumuz. Dağlar kucaklıyor ara sıra son teknoloji demir yığınını. Sana yazdığım son şiirin son iki mısrası yankılanıyor vagonlar arasında. “sarı tarlalar içinde çocukluğu bir kadının ve çocuklarının kalbinde bir topak acı”

Tren son hızla giderken midemdeki bulantı artıyor. Kafamı önümdeki masaya koyuyorum. Yine bir anonsla uyanıyorum. ‘’Konya’ya yaklaşıyoruz’’ Yolcularda heyecan artmış. Herkes telefonla arayıp bekleyenlerini haberdar ediyor. Ayaklanıp sırayla iniyoruz trenden. Bir acıyı ardımda bırakıp diğer bir acının kollarına atıyorum kendimi. Bu gar, onu her görüşümde ümüğümü sıkıyor. Tren yolunu soluma alıp yürümeye başlıyorum. İçimi her zamanki gibi sana dökmeye başlıyorum. Yoksun uzun zamandır. Kimse bilmiyor, ama ben içimde bir ‘’sen’’le yaşıyorum. Yokluğun bile diğerlerinin varlığından daha çok ısıtıyor içimi. Dilimin ucuna getirip söyleyemediğim adın, merhem oluyor çoğu zaman yaralarıma. Şimdi ise bu şehirde beni beklediğini söyleyenlere inat sana geliyorum. İlk defa ailenin asi çocuğuyum. İlk defa söz dinlemiyor, isyan ediyorum. Çantamı yere bırakıyor, ceketimi üzerine çıkarıyorum. Trenin acı bağırışını duyup gülümsüyorum. Vücudumu sol tarafa çevirip İki adım atıyorum. Bir adım daha, sonra her şey bitecek. Bir adım daha. Susacağım. Yemin ederim bir daha ağlayışım duyulmayacak bekleme salonlarında. Bir adım daha. Sonrası özgürlük. Sonrası semavi bir başlangıç. Sonrası dünyanın en iç yakan huzuru. Anne, ölümün sonsuz uğultusu sen misin? karatay fanzin vasat kültür edebiyatı

14

shekayate hejran - mohammad esfahani


Dosya:Füruğ Ferruhzad

T

akvim yapraklarının birbirini kanla kovaladığı bir 1935 sabahı. Kız, kadın, anne olmanın bedelinin peşinen ödendiği bir coğrafyada, bir kız çocuğu gözlerini açıyor dünyaya... Tahran’da. Kulağına adını ‘’Füruğ’’ diye fısıldıyorlar. Füruğ Ferruhzad, ismiyle hayli müsemma. Ömrünün sonuna dek Işık’tan farksız yaşayan bu keder abidesi, bir kez olsun bile yıldırılamadı. Ne adına çaldıkları karalar gölgeledi onun ışığını ne çevresinden gördüğü zulüm. Karşısına dikilen koca karanlıkları yara yara yaşamaya devam etti. Bir ömür pahasına yürüdü. Tek başına, aydınlığa, ışığa. 27 yaşında kader ve keder ortağı İbrahim Gülistan’a yazdığı mektupta ‘’benim hiç rehberim olmadı... Nereye ulaşacağımı bilmiyorum ama şüphesiz gidilecek bir yer var ki bedenim oraya doğru akıyor’’ diyor kendileri. Yaşamının, sanatının akışı anlamsız bir yönelimin çok ötesinde bir anlamı kuşanmakta. Onun ışığı kendi zamanının ve bugünün karanlığına takla attırmakta, adına az rastlanılan bir çağda. Kısacık bir yaşamı var Füruğ Ferruhzad’ın. 32 yaşında. Ardında acılar, isyanlar, kavgalar, direnişler, sürgünler, ayrılıklar, şiirler, filmler, aşklar bırakarak dalıyor ebedi uykusuna. 32 yıla sığdırdıklarına bakıp imrenmemek elde değil. Yokluğun, sefaletin yaşandığı bir 20. yüzyıl İran’ında Füruğ Hanım yedi kardeşin üçüncüsü olarak selam diyor dünyaya. Babası Muhammed

Ferruhzad, Şah Rıza’nın ordusunda subay. Tabiatı yaptığı mesleğe uygun; despot, geleneklerine sıkı sıkıya bağlı. Çocuklarıyla arasında mesafeler olan ve özellikle de itibarı söz konusu olduğunda hayli agresif bir adam Muhammed Ferruhzad. Evde daima kışla usulü akıp giden bir hayat; anne, kocasının evde estirdiği disiplin rüzgârını koruyor eşinin yokluğunda. Anne sevgisi, baba şefkati yerine otoritenin, baskının, şiddetin sancısını illiklerinde hissederek büyüyor Füruğ Ferruhzad. Yaşadığı evin atmosferini ablası Puran Hanım, hatıratında şu sözlerle anlatıyor. “Annem tek tip topluma, tek tip eve ve tek tip insana inanırdı. O herkesi aynı biçimde ve renkte, kendi isteklerinin renginde ve biçiminde… Elimizle yemek tabağını geri ittiğimizde –ki Füruğ tabağı fırlatırdı- annemin belirlediği saatlerde şehre inilmediğinde, onun söylediği saatte odanın ışıkları sönmediğinde, sus pus lal olmadığımızda, zorla üzerimize geçirilen elbiseyi üzerimizden attığımızda, ya da Füruğ gibi elbiseyi yırttığımızda, askerine kızan bir komutan edasıyla kızar, yüzü öfkeden pul pul olurdu. Bağırır, çığlıklar atar, beddualar yağdırırdı. O bunları yapardı ama bizim neden ona karşı durduğumuzu anlamazdı… Neden Füruğ yeni satın alınan rugan ayakkabısını bahçede toprağa sokar, eğer, bükerdi ve neden Feridun ceketinin kenarını jiletle keserdi?”

mayıs-haziran iki bin on beş fani sayı waiting for the rain - kayhan kalhor

15


Edebiyatla tanışıklığı çok genç yaşlarına rastlıyor Füruğ Ferruhzad’ın. Bir kaçış olarak gördüğü şiirlerinden ilkini, Hüsrev Haver Lisesine başladığı yıllarda, on dört yaşında karalıyor. Gazel yazıyor o yıllarda. Âşık olup evleneceği, bir çocuk dünyaya getireceği adamla tanışması da o yıllara rast geliyor. Dönemin okuyup yazmış, entelektüel kişiliklerinden Perviz Bey. Ne var ki okuyup yazmanın, aydın ve entelektüel olmanın yalnızca erkeklere has olduğu düşüncesine sahip sabit fikir bir adam bu. “Ben seni değerli bir kız olarak biliyorum; ama esasen karşı cinse pek hoş düşünceler beslemiyorum. Sizin yanınızda bir hakikatin var olduğuna inanamıyorum ve şayet bulunursa da çok az ve değersiz olduğundan eminim; çünkü hayatın bana öğrettiği ve kendi kişisel tecrübelerim bu düşüncenin doğruluğunu ispatlamakta. Böylece bu kuşkusuz aslın aksi ispatlanıncaya kadar kendi düşüncemden vazgeçmeye boyun eğmem.’’ diye yazıyor Perviz Bey, Füruğ Hanım’a bir mektubunda. Açıkça yazılmasına rağmen, Füruğ Hanım görmek istemiyor bu ayrıntıyı. Israrla ve gizli gizli görüşüyor Perviz Bey’le. O yıllarda yepyeni bir yeteneğinin, başka bir tutkusunun farkına varıyor Füruğ. Resim…

Füruğ Ferruhzad, baba ev�nde kardeşler�yken (Tahran - 1953)

Kaydını Kelam-ul Mülk Kız Sanat Lisesine aldırıyorlar. Zamanın büyük ustalarından dersler alıyor fakat yarıda kalıyor eğitimi. Perviz Beyle ilişkisi meşrulaşıyor zira. Evlilik hazırlıklarına başlıyorlar. Füruğ Ferruhzad henüz on altı

yaşında… Çok geçmeden Perviz Şapur ‘un Ahvaz’daki evine sade bir düğünle gelin gidiyor. Yazıktır ki bir yıl bile dolmadan suya düşüyor mutlu yuva hayalleri. 1951 yılında valizinde baba evine geri dönüyor hayal kırıklıklarıyla, Tahran’a. Ahvaz’da biriktirdiği hüzünle karışık isyanına bir şiirini katık ediyor Füruğ Ferruhzad. Mısralara sarılıyor ayağının tozuyla ve Günah şiirini yazıyor soluk soluğa. Yazıyor ve Roşenfekr Dergi ’sinde yayımlansın diye Şair Feridun Moşiri’ye veriyor. Biliyor oysa yer yerinden oynayacak böyle bir şiirin ardından. Biliyor ama aldırmıyor… Ağızlarından salyalar saça saça konuşup zehir zemberek yazıyorlar Füruğ Ferruhzad hakkında. Perviz Beyle ipler iyice geriliyor. Muhammed Ferruhzad hırsını alamıyor son çare atıyor on yedisindeki kızını sokağa. Füruğ Hanım, bir süre Şah Caddesinde kiraladığı küçük bir odada kalıyor. Çok sürmüyor ama… Önce baba evine ardından Ahvaz’a, Perviz Bey’in evine dönüyor. 1952’de anne oluyor, oğlu Kamiyar’ı dünyaya getiriyor ve Tutsak adını verdiğin toplu şiirlerini yayımlıyor. Bir kez daha kıyamet kopuyor. Kıyamet bir kez daha. Bu başarıyı hazmedemiyor Perviz Bey. Kesin bir boşanma kararı alıyor. 1956 da uzun ve yıpratıcı bir ayrılık sürecinin ardından boşanıyorlar. Kamiyar’ın velayetiyle ilgili dava henüz sonuçlanmamışken 1957 de Duvar kitabı yayımlanıyor Ferruhzad’ın. Sonra mahkeme kararını veriyor: Kamiyar’ın velayeti babasında kalıyor. Füruğ Ferruhzad’ın evladını görmesiyse Perviz Bey izin vermediği sürece yasak… Yıpranıyor. Hayli örseleniyor o yıllarda. 1958 yılında, 23 yaşında, şiirlerinin tamamını topladığı İsyan çıkıyor. Ortalık yine toz duman… Aynı günlerde Füruğ Hanım yaşamının seyrini değiştiren bir adamla tanışıyor. İbrahim Gülistan. Önce ünlü yönetmenin stüdyosunda sekreter olarak işe başlıyor, ardından arşiv sorumlusu oluyor kısa zamanda. Çok geçmeden video çekim tekniklerini öğreniyor İbrahim Gülistan’dan. Artık sinema da, edebiyat ve şiir gibi hayatının bir parçası oluyor. Kaçışlarının da. karatay fanzin vasat kültür edebiyatı

16

waiting for the rain - kayhan kalhor


“Ev Karadır” belgesel�n�n çek�m� esnasında (Tebr�z - 1962)

1962 yılında Füruğ Ferruhzad, efsane bir belgeseli çekmek üzere geçiyor yönetmen koltuğuna. Ev Karadır… Cüzzamın bulaşıcı olduğu düşünüldüğü dönemlerde Tebriz’de bulunan Bababağ Cüzzamlılar Evi’nde günlerce cüzzamlı hastalarla birlikte kalıyor Füruğ Ferruhzad. Filmin yapımı tamamlandığında cüzzamlılar evinden ayrılırken bir çocuğa da yer açıyor aydınlık yaşamında. Bir çocuğu evlat ediniyor Füruğ Ferruhzad, Hüseyin Mensuri adında. Ev Karadır filmi gösterime girdikten sonra yalnız İran değil dünya çalkalanıyor. Film üst üste ödüller kazanmakta Füruğ Ferruhzad ismi uluslararası platformlarda yankılanmakta o sıra. Filmin ardından UNESCO, bu kederli yönetmenin kısa yaşamı hakkında orta metraj bir film hazırlıyor o sıralarda. Ev Karadır filminin hemen ardından kollarını yeni bir film için sıvıyor Füruğ Ferruhzad. İran kadınlarının sorunlarına değinen bir senaryo yazıyor. O artık edebiyatçı, şair, yönetmen, ressam olmanın yanı sıra ışığıyla İran toplumunu aydınlatan bir aktivist… 13 Şubat 1967 günü. Şehir yağmurun istilası altında. Füruğ Ferruhzad, İran İngiltere Kültür Evi Kütüphanesinden kalkıp annesine gidiyor. Arabayı şoförü kullanmakta. Dönüşte direksiyona kendi geçiyor Füruğ Hanım. Otomobiliyle ilerlediği caddede ilkokul öğrencilerini taşıyan bir araçla karşı karşıya geliyor. Öğrencilere çarpmamak için direksiyona hamle yapmakta geciken Füruğ Ferruhzad devrilen otomobilinden ne yazık ki sağ çıkmıyor… Işığın karanlığa boyun eğdiğini düşünüp sevinenler oluyor Tahran’da. Yanılıyorlar oysa… Bilmiyorlar ki ardında bıraktığı mısraları bile çoğu kez yetiyor kustukları karanlığı boğmaya. Bilmiyorlar ki ten kafesini parçalayıp ölüme uyanışı bile aydınlıktır Füruğ Hanım’ın. ‘’düşlüyorum ancak bilirim asla bu kafesten kurtulma gücüm kalmamış gardiyan istese bile kanatlanıp uçmaya soluğum kalmamış’’

diye yazmıştı Füruğ Hanım oğlu Kamiyar için düşürdüğü mısralarda. Özgürlük, hep bir ganimet gibiydi onun için, hak edilmiş bir kavganın sonunda. Füruğ Hanım tutsak saydı kendini kendine yaşamı boyunca. Özgürlüğün doruklarında salınırken bile hep bir parça tutsak… Varsın kıldırmasın mollalar cenaze namazını, varsın iki gün geç kalsın Füruğ Hanım’ın bedeni toprağa. Füruğ Ferruhzad, ışığı yeryüzüne prangalayan bedeninden sıyrılmış, fanilik eşiğini aşmıştı nasılsa... mayıs-haziran iki bin on beş fani sayı waiting for the rain - kayhan kalhor

17


iç kanayıp “yeter ulan başka oyuna geçelim” deyip tanrıdan başkasına nazı geçmeyen ve ölemeyen çocuklar’a

muhammet özmen

mumu unut mumdan yaktığın sigarayı unut tüm iç organlarını unut üst taraftakileri bil hassa elektrikler gelmeyecek harici bir bellek ile yürüyorsun ( kaç gb ulan bir aşkış- ) elektrik kesintileri kesilmeyecek bir dünya çocuk geldi bugün dünyaya bir dünya çocuktan biri ablanı ikikilodokuzyüzgram zayıflattı üçkiloyüzgram : dara kaybı bir sürü çam arıyorsun alt taraflarını bil- için hassa yukarı bak bak bu beton ( : ya da / ) ordu mezarlığa koş üstü ve altı açık çektir çam bir mezarlıklarda var bugün elektrikler kesilsin bazen ablan kilo versin kadınlar zariftir değil mi mezarda da erkek her yerde erkektir erkek her yerde bilhassa şehirde bil şehrin iç kanaması bil şehrin çamsızlığı saptır erkçe kırk kere herkes ölecek desene karatay fanzin vasat kültür edebiyatı

18

ay ışığında - imamyar hasanov


üzül 3

nolur buradan gidelim. delirmemin hiç kesilmeden aktığını anlıyorum kalbi yok olanların yalnız çürümüş cesetler olduğunu en kötü adamın bile bir kalbi var ve atıyorluğunu kin beslenmez bir şeyse bu bahçelerin neden. yağmurla büyümediğini. bu çiçeğin neden.

ferhat dönmez

bir şeyi öyle anlatmak öyle anlatmak istiyorum kekeme olan kalbinizdir ve atar bazen kan az gelir ve bazen kalp kanda boğulur demek ki kalp yüzme bilmez ya da kanda yüzülmez ben bir şeyi anlatmak istiyorum bunu herkes sevsin uzak olan bir tariften ibaret. görmediğiniz dehşetli tarif bunu herkes sevsin. bunu herkes sevsin herkesten. şarkıda allahı buldun. sevinçten ağlıyorsun anne ben bir şey buldum güzel sigaranı yanlış lipton ice tea tenekesine atıyorsun anne ben bir şey buldum çok güzel bak ağlıyorum gözüme zoom yap sahilde ağlayabiliyorsun, bikiniyle ağlayabiliyorsun hatta marketlerde ve hatta alanyada bile ağlayabiliyorsun bu ne güzel haktır anne ben çok güzel bir şeyler buldum güzel olandan. her şeyden daha kolay bir karınca kolonisi içine yerleşiyor. içimdeki şeyden bahsediyorum bazı geceler göğsüm çok daralıyor ve bunu siz de bilin istiyorum. nedense seste allah var seste allah var koşun. o yavşaklar yüzünden asr’dan ürpermeyecek değilim ürperiyorum çaydan ve hatta sigaradan bile hatta zarifoğlu kitap kapaklarından ürperiyorum her şey o seste duranla aramıza giremeyecek kavmi ve zamanı durduranla aramıza durakta otobüs beklerken çok belli ediyorum bir otobüs beklediğimi anlıyor musun. hayır. imam başını yüzkırkla secdeye çarpıyor bu iş kazası olarak geçiyor kayıtlara başka ne söylememi istersin. mayıs-haziran iki bin on beş fani sayı ay ışığında - imamyar hasanov

19


annem ölürken

zezê vasconcelos

“bir çakıl taşıyım ben hâlâ / nehir boylarında / nehir boylarında..”

Gözlerine gelip oturmuş iki âlem arasını örtüsüyle sessizliğe gömen o rengârenk buğuyu, o dağ başının sisini hatırlıyor musun anne? “Gözlerimde kaynayan acının dumanı” derdin sen o buğuya. O acıyı, gözkapaklarının çift sıra dikilmiş fidan gibi çevreleyen kirpiklerinde yağmur sonrasının ıslaklığı gibi taşırdın hep. Bundandı belki de bakışlarının yaydığı o tarifsiz toprak kokusu. Kimileri için sen masmavi bir göktün; kanatlarında sahipsiz acıları sızlanmadan, dertlenmeden bulup taşıyan. Uzun uzun susuşlarla, uzak uzak bakmalarla etrafına ördüğün o kubbede; yani, o taş, o metruk evde zamanın insafına bıraktın kendini. Sırtında taşıdığın bir kambur değil, bir emanetti senin için. Vakti geldiğinde yeryüzüne salıvereceğin, sabahlarını serinleten bir bahar yeline fısıldayacağın, uğur böceklerinin benekli kanatlarına konduracağın bir emanet sadece.. Yıllar ne de çabuk geçmiş, öyle değil mi? O masmavi göğü bir yosun tabakası bürümüş. Her tarafta bir küf kokusu.. Sıvası dökülmüş, ahşap pencereleri çürümüş, sactan yapılma bacasından yoksul bir dumanın tüttüğü ömrünün bu son deminde nefesini kimse duyuyor mu anne? Avuçlarındaki çizgilerde titrek bir tebessüm, parıltılı bir umut görebiliyor musun? Onlar da tuhaf bir suskunluk içinde. Alnımıza düşürülen o buruşuk yaz(g)ıyı yutkunamıyoruz artık, farkında mısın? Tozlu duvarların eskiyen yüzlerine kazınmış, üzerini asırlık yakarışların kapladığı okunaksız, silik dualarda; kederin dokunuşuyla seyrele seyrele incelmiş boyunlara gerdanlık muskalarda arayıp bulduğun mahcup, boynu bükük, takatten düşmüş kelimeleri hayatının söküklerine iğne iplik yaptın da n’oldu anne? Ellerini zamanın eskittiği ceplerine daldırdığında kendinden bir şeyler buluyor musun şimdi? Ben bulamıyorum anne. Sen de biliyorsun, kendi sesimizin yankısı bile kulağımızı tırmalıyor. karatay fanzin vasat kültür edebiyatı

20

evlerinin önü yonca - enstrümantal


Ya çocukluğumun içinden uğultulu bir rüzgar gibi geçip giden, ağzımızda kül tadında bir burukluk bırakan o masallar, yağmurun eşlik ettiği gecelerde uykularımızı bıçak kesiği gibi bölen o rüyalar nerede şimdi anne? Senin de kapını arada sırada çalıyor mu böyle sorular? Bir antikacı dükkanında gezinir gibi bakıp duruyor musun arkana, ya da ufukta kaybolmak üzere olan kara bir trenin dumanına gayri ihtiyari uzanıyor mu elin? Söylesene anne: Sen hâlâ soluğunu tüketmiş eski zaman söylencelerinde küllenmiş bir çaresizlikle duran hayallerin peşinde misin? Ben hiçbir şeyin peşinde değilim anne. Ben iyi de değilim. Neyi beklediğimi bilmeden bekliyorum sadece. Bazen de durup durup ağlamak, bütün ağladıklarımın içinde boğulmak istiyorum. Bir bulut olsaydık diyorum, bizden ikinci bir tufan olur muydu? İçimizde katman katman birikmiş, içimizde göllenmiş o kadar zehir var ki, gözkapaklarımız arkasında yuvalanmış suyu tutmaktan yorgun… Dilimiz eski bir çağ kalıntısı, kimsenin anladığı bir şey yok, yok kimsenin bir şey duyduğu. İçime göl gibi biriken zehre daldırdığım kalemler eskittim yıllarca, o zehri damlattığım defterler eskittim. Ama ömrümü bir boydan diğer boya kat eden yollara yolcu olamadım. İçine döküleceği denizi arayan yolunu kaybetmiş nehirlere kayık olamadım anne. Bütün suyunu göklere terleyen kurumuş bir göl gibi ağzım. Buharlaşıyor muyum, ruhum mu çekiliyor, anlamıyorum. Dilim bir tuz birikintisinin içinde kıvranıp duruyor. Hiçbir kelimenin ıslaklığını hissedemiyorum. İçime akan suların sesi soluğu çıkmıyor artık. Onlardan geriye kalan; bütün ayak izlerini silmiş bir çamur tabakası ve kucağıma sığmayan bir kimsesizlik. Ömrümüze tuttuğumuz aynada buhar yok, ama yine de sana sormadan edemiyorum. Biz sahiden yaşadık mı anne?

mayıs-haziran iki bin on beş fani sayı evlerinin önü yonca - enstrümantal

21


aslı’nı inkar etmek istiyorum kerem!

alper gencer

“eliiiif, miiiim ve eliiiif... ant olsun harflerine harekeler serpeceğim. döneceksin dönecekler döneceğim. “

aslı’nı inkar etmek istiyorum kerem! yârin kaşları keman olsa, içimdeki yayları paramparça ederim hemen. içime çanlar çakana inat, zehirlerim zangoçlarımı. durur ve limanları yakılan bir kentin, gemisiz kalmasını kutsarım kıyılarımla. dönecek bir tek yolcusu bile yoktur uğurladığım günlerin. erken gelenleri kurşunlarım, suya sererim leşlerini. bekleyenler kazansın istiyorum bütün dünya harplerini! beklemek, bir mektuba başlayıp yarım bırakmak kadar asil bir niyettir. ki bir mektuba başlamak, her şeyden sevip vazgeçmek gibi bir kifayettir! gecikmeyen yerlerimi vurmalısın sevgilim. gecik ve ertelen sen de! vaktinde gömüleceksin ne etsen de! kalkacak dakik olanların da bir bir naaşı. kazanmak istemiyorum hayata karşı! karşılıksız çıksam, ümidim nasıl olsa korunmuştur cürmümden. beni, vur!benden,kurşunlar sapsın! bana, çarmıhta iki odun bir haç... bırakana kadar ıskalar çak! bana bir ergen ölüsü miktarınca iltimas yarat! ve bir cezme vuracak gövdemiz, çok şiddetli susarak. beni anlama, beni anlar gibi yap! yorulmayan gövdeni, hamlar gibi yap! delik deşik hırkamı tamlar gibi yap! ölünüp de yenilen gamlar gibi yap! yağmuru yağabilen damlar gibi yap! arabi’nin yandığı şamlar gibi yap! Allah’a eğilen lamlar gibi yap! ya beni de al getir, ya bu guslü çöz, içime kırdığın camlar gibi yap! eğdiği gövdelere rüzgar bırakan sendin. ne gövdeydin, ne eğendin, ne yeldin! güneşi mahmuzladım, gözlerine şeddeler vurdu sabah. öğlen oldu mu kalbime müracaat edebilirdin. ikindinin ortasında bana bakman için her şey hazırdı. ki akşama anca yetişirdi beni tamamen kabullenmen. ol’madın, okunmayan harflerimi yok saydın hep. sesin kısaldı, boğuldun mahreçlerde... aramızda erken sonlandı hepcümleler! işte bir kurdun boğazına oturmuş ötür. birazdan gemiler kopacak beni bir tufana götür. birazdan asalar yağacak nehirlerin Musa’sına. ve döşümü firavun’un sevdiği bir kerem ovuşturur. kapıları dövmekten hiç evde yoktum. bulunmadım, çünkü muttasıl arıyordum. bir şeylere yetişemiyor olmanın uykusunu alıyordum. sevgilim,bu kahpe düzene bir saat kurmalıyım. seni çok seviyorum, nereye başvurmalıyım? kenti yıldıran bir orman sırrı bahşet bu çölden. gerdiğim yay, oklar vurur sonsuzu. yerdiğim yar, yoklar durur o’nsuzu. seni sevmem hala öldürmediyse seni... dönerken... beni de getir yanında! karatay fanzin vasat kültür edebiyatı

22

dune - faran ensemble


ahmet rasim mektup sadeleştirmesi süleyman akkuş

1917 yılında 1. Dünya Savaşı’nın tahr�batına uğramış Romanya’dan b�r kes�t

O gecenin sabahı daha komikti. Kime sordumsa: “Şaşırdım kaldım derhal yorganı yere serip sırt üstü yattım, belki bir kurşun!” dedi. Sorularımdan yalnızca birinin cevabını aldım: “Ben de pencereyi açtım iki el attım.” dedi.

Çok bahsettiğinden atmış olmalıydı. Mecidiye, altı insan boyundaki sokaklarla, tamamen gecekondu temeli ile kurulmuş ise de burada fazla çamurlu olduğu için gezmek güç. Hem nereye gidebilirsiniz ki? Evden eve yahut istasyona! Burada hayat, bizim için pek sıkıntılı geçecek belli: zira köy âlemi yok ki şehirlerin eziyeti ve meşguliyetinden yorulmuş olan beyin, yeni bir çöl manzarası, bir doğal temaşa karşısında başıboş kalıyor. Sakinliğini toplayarak kendini dinleyebilirsin. Özellikle böyle bir işgal zamanında kasaba hayatı da yok ki. Yan yana yaralıların geldiği günlerde. Dobruca’nın kuzeyi ara vermeksizin yaralı gönderiyor. Savaş aralıksız sürüyor. Burada neredeyse hiç Romen kalmamış. Arada sırada birer ikişer Tatar simasına tesadüfen rastlıyorum. Etraf köylerden gelme kadın, çocuk İslam fertleri de var. Bunlar savaşın zapt ve gasp, el koyma, yağma, gibi her bir tehlikelerine uğramışlar. Bir gün önce tokken bir gün sonra aç, sefil kalmışlar. Merhamet, tesadüf bilmeyen kurşunla, güllede boğazlanacak; kurban bulamayan

bıçaksa kim kime? Bakalım bunlar savaştan sonra ne olacak? Her gelen yeni bir trajediden bahsediyor. Sabahleyin arkadaşım karargâh kumandanı, 6. kolordu kumandanı Hilmi Paşa’ya yazdığım bir dilekçeyi üzerinde saklayarak gitmiş idi. Cevaba ve karargâhı bilen birine nazaran köyde kalmayı tercih etmiştim. Öğleden sonra canım fena halde sıkılmaya başladı. Kitap da yok ki okuyayım. Düşünmek, garipsemeyi daha da arttırıyor. İnsan burada üç taraflı bir durumun verdiği tereddüt ve şüphe içinde kalıyor. Taraflardan her birisi kendine bir mahalle yapmış. Sakinleri de yok ki adetleri ve ahlaklarına dair bir gelişmeyi bilelim. Toprakhisar Savaşı, Mecidiyelileri ta kuzeye kadar atmış veyahut bir daha sürülmeye mecbur bırakılmak üzere köyün sonunda bulunan Köstence ile Cernavuda’ya bizim eski Boğaz Köprüsü’ne fırlatmış. Akşama doğru idi, Köstence müfettişi ile ailesinin uğradıkları saldırı sonrası öldükleri haberini aldım. Gök somurttuğu için gece erken geliyordu.

mayıs-haziran iki bin on beş fani sayı

23


“Romanya Mektupları” k�tabının aslından b�r örnek (Yusufağa Kütüphanes� - Konya)

Ağır koyu siyah perde, etrafın gürültülerinden, kılıç seslerinden, tüfek seslerinden, nal şakırtılarından ürküp-kim bilirnerelere kadar firar etmiş olan hayvanların homurtularından kurtulmuş olmalı ki gözlediği o semtlere ne kadar yönelse de bir şeyler duymak, hatta duyar gibi olmak ihtimalinden kesin ümitli. Buraların sessizlikten çınladığı söylenebilir, Dobruca’nın zıttı olan Ümran’a uğramıştım, içinde insanların yaşadığı fakat vahşetle imar edilmiş, toprağını binlerce ayak çiğnemiş, tepip geçmiş. Binlerce insan, saldırıya hazır ve öfkeli halde üzerinde durup koşarak, şurasına burasına serpilmiş, çürümüş, esen rüzgârlar zerre zerre dağılan yalnız iskeletlerini bir süre daha korkudan geciktirmişler gibi. Bitkiler, renklerini unutmazlarsa belki gelincik başaklar, el koçanlar biter burada. Boncuk renkli hardal benizli mora çalan kırmızı kır çiçeklerle yine kızıl şakayıklar, pembe lalelerle açar. İşte o zaman kuvvetli bir ışıldağın aydınlığı uzaktan uzağa medeniyet örneği olacak 20. asra özgü bir Çırağan eğlencesi yapardı.

İnsan, karanlıklarda gezindiklerini, kuruntuya düştüğü ruhlara ve cisimlere –korkusu kadar- çirkin şekiller verir değil mi? Bilmem buraların karanlığı farklı mıdır ki hayalimde canlandırdığım birtakım sevimli yüzler dönüp duruyordu. Ta İshakçı civarına, Tuna kenarına Karadeniz kıyılarına uzanıp daldığı sıralarda, üzerindeki gurbet toprağını silkerek kalkınan ölülerin hayaletleri çekildikten sonra, o yoğun karanlık kütleyi defederek pürüzsüz birer nurlu çevre ile yansıyan anların ince bir tozla toplanmış soluk yüzlerinde görür gibi olduğu sessiz neşeye kapılmaktan kendisini alamıyordu. Ne fayda ki, yay kaldırımını oynatırcasına kuvvetli kuvvetli basan bir nefer postasının ökçe sesleri, yavaş yavaş seyrettiğim bu yeri mahşer örneği olacak bir hale getiriyordu.

“Romanya Mektupları” adlı seyahat k�tabının yazarı Ahmet Ras�m (İstanbul-1912)

İşte burada olanlar tam olarak budur. Savaş, nesi varsa buralara serpmiş dağıtmış pervasız, hafif yüklü yürüyor, gidiyor. Her ordu ardında birer birer kitle halinde bir iz bırakır. İşte bu iz üzerinde yürüyen kalan inleyen ölen ruhlardır ki yazması hak olan zamanın kaleminden kan damlatacaktır. karatay fanzin vasat kültür edebiyatı

24


ali lidar röportajı emre aygül

“B�r �nsan nasıl sev�l�r hatırlamıyorum. Öğret bana. Tut el�mden, gözler�m�n �ç�ne bak, okula başlamış çocuğa alfabey� öğret�r g�b�, kırk yıllık Bud�st’e namaz kılmayı öğret�r g�b�, sabırla öğret bana sen� sevmey�. Merhamet� ve şefkat� elden bırakma. Öyle b�r bak k� bana, hırçınlığım gözler�n�n buğusundan utanıp kend� kend�n� yok ets�n..”

Şa�r, yazar, felsefe öğretmen�, oyuncu, sıkı okur, “Aleng�rl� Ş��rler” ’�n ve “Tes�rs�z Parçalar“ ’ın sah�b� Al� LİDAR. Aslında kend�s�n� anlatmaya çabalarken “Karpuz Kabuğuna Yazılar Yazmak” �s�ml� blogundan yardım almamak yanlış olur. Sıkı tak�pç�ler�n�n gözünden kaçmayan blogda b�rçok yazıları bulunan nam-ı d�ğer Tepebaşı Dükü Al� LİDAR, fanz�n�m�z�n �k�nc� sayısında röportaj konuğumuz. *Öncel�kle röportajın şanındandır d�yerek “Al� LİDAR k�md�r” sorusu �le başlayalım. Evet, efend�m sorarız s�ze Al� LİDAR k�md�r?

Al� L�dar k�m? Çok sevm�yorum ben bu soruyu. O yüzden bu soruyu her duyduğunda aklına Sal�nger’�n Çavdar Tarlasında Çocuklar k�tabının �lk paragrafı gelen b�r gar�p felsefe öğretmen� d�yerek geçey�m müsaaden�zle... *Yazmaya, b�r şeyler ortaya koymaya �lk olarak ne zaman ve nasıl başladınız? S�z� yazmaya sevk eden sebeplerden b�raz bahsedeb�l�r m�s�n�z?

Neredeyse �lkokuldan ber� yazarım düzens�z olarak. Ve hala düzens�z yazdığım �ç�n bunu b�r �ş olarak değ�l de b�r rahatlama aracı olarak görüyorum. Ama aşağı yukarı dört beş yıldır yazdıklarımı blogum ve facebook sayfam kanalıyla �nsanlarla paylaşıyorum. Son altı ay �ç�n de de bazı yazı ve ş��rler�m� derled�ğ�m b�r ş��r b�r de “parçalar” k�tabım çıktı malumunuz. Ayrıca Ot, İzd�ham g�b� b�rkaç derg�de de düzenl� olarak yazmaktayım ş�md�l�k. *Şu an raflarda “Tes�rs�z Parçalar” ve “Aleng�rl� Ş��rler” adında �k� k�tabınız bulunmakta. S�z� büyük b�r yürekl�l�kle tebr�k eder�z. Devamını da okurunuz olarak bekler�z tab�� k�. Pek�, en çok hang� türde k�tapları ve k�mler� okursunuz?

Çok teşekkür eder�m. Okuma oburu olduğum �ç�n çok da seçmeden el�me geçen her şey� okurum genelde. Ama özell�kle okuduğum ve çok sevd�ğ�m �s�mler var elbet. Oğuz Atay’ın, Tanpınar’ın, Orhan Pamuk’un yazdığı her satır çok kıymetl�d�r ben�m �ç�n. *Yazılarınızın ve ş��rler�n�z�n genel�nde hüküm süren üslubunuz, �ç�nde eser m�ktarda argoyu da barındırmakta. Şahsen argonun da sanatta b�r yer� olduğunu düşünenlerden�m. S�z kend� üslubunuz hakkında ne düşünüyorsunuz?

Düşünseyd�m yazmazdım herhalde. B�lm�yorum. Ve �ş�n doğrusu bununla h�ç �lg�lenm�yorum. Konuşurken ne kadar küfred�yorsam yazarken de o kadar küfred�yorum mesela. Yazıya herhang� b�r kaygıyla başlamadığım �ç�n de o an �ç�mden ney� nasıl yazmak gel�yorsa o şek�lde yazıyor ve bırakıyorum. Ger�s�yle de �lg�lenm�yorum.. mayıs-haziran iki bin on beş fani sayı

25


*Ş�md� röportajımızın seyr�n� b�raz değ�şt�rel�m. “Karpuz Kabuğuna Yazılar Yazmak” �s�ml� �çer�s�nde b�rb�r�nden değerl� eserler�n bulunduğu b�r blogunuz mevcut. Buradan, daha önce haber� olmayan okurlarımıza da ş�ddetle tavs�ye eder�z. 2000 sonrası edeb�yat ve edeb�yat ortamları c�dd� boyutta tartışılagelm�şt�r. Özell�kle sanal âlem�n ve sosyal medya platformlarının (facebook, tw�tter, blog vs.) bu noktada, c�dd� b�r olumlu/olumsuz etk�s� olduğu sürekl� olarak tekrarlanmakta. S�z bu konuda b�r blog sah�b� ve Al� LİDAR olarak ne düşünüyorsunuz? Yan� edeb�yat ve �nternet bağdaşab�l�r vaz�yette şeyler m�d�r?

İş�n �ç�nde �nsan ve �let�ş�m varsa –k� var- bağdaşır elbette neden bağdaşmasın. İnternet �let�ş�mden kültüre hayatın her alanını der�nden etk�leyen b�r teknoloj� ve edeb�yatın da bu etk�den muaf olması düşünülemez bence. Yazdığınız b�r şey� b�r kaç dak�ka �ç�nde yüzlerce, b�nlerce �nsanın beğen�s�ne sunab�l�yorsunuz sadece bu b�le olumlu ya da olumsuz ger� b�ld�r�mler alab�lmek adına şahane b�r şey. *Pek�, Al� LİDAR’ın hayatının dönüm noktası saydığı b�r eser veya yazar var mıdır?

Oğuz Atay/Tutunamayanlar

*Türk�ye’n�n yakın tar�h�ne �z�n� büyük puntolarla ve s�l�nmez acılarla kazıyan b�r olay. Gez� D�ren�ş�. Bugüne kadar b�rçok �nsan, olayı s�yas� ve sosyal boyutlarla �nceled�, araştırdı durdu. Güncel edeb�yat da bundan gereken etk�y� aldı. Örneğ�n Emrah SERBES bu toplumsal çıkmazı b�r genc�n öyküsüyle b�rleşt�r�p “Del�duman” adında b�r roman ortaya koydu. Hem d�ren�ş hem de d�ren�ş�n toplumda yarattığı sarsıntı hakkında b�r edeb�yatçı olarak s�z neler söylemek �sters�n�z?

Yazar ded�ğ�n�z toplumdan ayrı f�ld�ş� kulelerde yaşamıyor elbette. O yüzden halkı der�nden etk�leyen toplumsal olaylara karşı olumlu ya da olumsuz reaks�yon göstermes� çok normal. Hatta şart. *Okurlarınızın gayet derecede aş�na olduğu b�r “Küçük Prens” koleks�yonunuz bulunmakta. Vallah� kıskanmıyor da değ�l�z han�. Pek�, Küçük Prens’e karşı olan ve s�zde koleks�yonunu oluşturacak kadar büyüyen bu sevg�n�z�n sebeb�n� öğreneb�l�r m�y�z?

Sevd�ğ�m ve etk�lend�ğ�m b�r k�tap Küçük Prens. En azından başlarda öyleyd� fakat artık ve sevmey� ve etk�lenmey� aştı tutkuya dönüştü. İlk kez �lkokul zamanlarında okumuştum. O zamanlar bu boyutta b�r �l�şk�n yoktu tab�� k�. Fakat zamanla b�raz da bazı tesadüfler�n etk�s�yle bu türden b�r koleks�yona g�r�şt�m. Farklı d�llerde basılmış Küçük Prens’ler�, farklı yayınevler�nden çıkan baskıları ve Küçük Prens’e da�r bulab�ld�ğ�m her şey� b�r�kt�rmeye çalışıyorum. Şu an yüzden fazla k�tap oldu el�mde ve her geçen gün dostların katkısıyla daha da gel�ş�yor koleks�yonum. *Ve ş�md�, ben�m de şahsen en çok merak ett�ğ�m soruya geld�k. Efend�m nam-ı d�ğer Tepebaşı Düklüğü mevzuundan b�raz bahseder m�s�n�z? Nasıl gel�şt� ve hala devam etmekte m�d�r?

Napolyon’un da ded�ğ� g�b�, “B�z�m asalet�m�z b�z�mle başlar dostum” Bu sam�m� cevaplarınız �ç�n teşekkür eder�z. Ş�md� de �k� cevaplı sorularımıza geçel�m.

*Ş��r m� düzyazı mı? Neden?

Düz yazı g�b� ş��r.. İy� oluyor öyle *Sev�lmeden sevmek m� sevmeden sev�lmek m�? Neden?

Adam g�b� sev�p sev�lmen�n suyu mu çıktı hafız! *S�gara mı narg�le m�? Neden?

S�gara. Narg�le sevmem h�ç. *Kahve m� çay mı? Neden?

Oralet.

*G�tmek m� kalmak mı? Neden?

Durmak. Eylems�zl�k �y�d�r

*Matbu k�tap mı e-k�tap mı? Neden?

E-k�tap neym�ş ya p�s!

*Leyla’lık mı Mecnun’luk mu? Neden?

Leyladan geçme faslındayım Mevlayı bulma yollarında..

karatay fanzin vasat kültür edebiyatı

26


ölüler ve yaşamayanlar üzerine

m.murat doğusan

“ölülerimizi -sık kullanılanlara- ekliyoruz. ölülerimize ölülerimiz ekliyoruz.”

Marks’ a göre para bir emek ile veya bir meta veya bir meta ile başka bir metanın takası için kullanılan ölçüdür. Meta için ise işlevsel olma gerekliliğinden bahseder. Bence emek ve meta ile para değil sadece emek ile para takas edilir ama beni ve yaşasaydı onu da oturtup düşündürmeye sevk edecek bazı olaylar olmakta. Ölüler üzerinde bir değer yargısı oluşmakta, ölüler ve ölümler toplumu yönetenlerce kullanılıyor dolayısı ile bir fonksiyon kazandırlar ve dolayısı ile bir değerleri var artık. ölen kişinin yaşı çok önemli, ne kadar düşük ise o kadar çok para demektir. Öldüğü yer de önemli, tabi bir grafik hazırlanabilir mesela açlıktan ölen kişinin yaşı ne olursa olsun ölüsü değerli iken savaşta ölenler sadece çocuksa değerlidir yetişkin ise değil. Ölen kişinin milliyeti de önemli ve öldüğü yer, mesela Türkiye’de ölen birisinin değeri Türkiye’de değerli iken Çin’de ölen biriside milliyetine göre Türkiye’de önemli olabilir, Çin’de ölen bir türkün Türkiye’de ki değeri Çin’de ölen mesela yaklaşık 800 kişinin ölüsünün değerine denktir. Aynı zamanda Türkiye’de ölen birisinin örneğin bir Rus’un Rusya da değeri vardır. Şimdi böyle bir şekilde değer karşılaştırması yapılabilen bir meta varken ortada bunun bir borsası olmalı. Mesela Türk ölülerinin değeri Çinli ölülerin değeri karşısında değer kazanıp kaybedebilmeli. Ama bir problem var. Bir metanın karşılığı olan paranın her yerde denk değere sahip olması gerekir ve her değer paraya çevrilebilir ama ölünün değeri sadece otoriteye çevrilir. Ölüler otorite karşılığı alınır satılır. Peki, otorite ne için kullanılır? Halkı yönetmek için. Peki, ölülere bu değeri sağlayan kim? Halkın ta kendisi. Yani halk sadece kendisini yönettirebilmek ve elde tutabilmek için aslında değersiz olan ölülere ilgi gösterir değer verir. a kişisi b kişisine sen mısırda öldürülen kız için üzülmedin der b kişisi de a kişisine hemen yanında 200bin kişi katledildi ona üzülmedin der, a kişisi bu sefer vaktiyle bombalanıp insanları diri diri yakılan bir şehirden bahseder b kişisi döner ne bileyim bir boğazdaki bir savaştan bahseder sonra a kişisi o senin değil benim ölüm der ve ölüyü paylaşamazlar. ne yazık ki ne kadar boş bir şeyi tartıştıklarının farkına varmazlar. Emek kaybolur emeğin kaybolması parayı kaybettirir ve her ne kadar somut olmasa özgürlüğün ve ölünün olmasa da yaşayanın bir değeri vardır, bu ve benzeri şekillerde kaybolan paranın bedelini gelişmişlik ve özgürlük öder. İşte bir toplum böyle geri kalır. mayıs-haziran iki bin on beş fani sayı sessizlik - anonim

27


köhneleşmeyen hatıralar

tunahan bulut

Uzunca bir vakit güneşin kavurucu sıcaklığına katlanmıştık. Oysa şimdi bu kabilden bir havadan söz etmek olası değildi. Sigara izmaritleriyle hıncahınç, âdemoğlundan usanmış bu naçiz kumsalda kızıla çalan güneş, ne yaza olan aşkını ne de sonbahara olan gönül hoşluğunu yitirmiş değildi. Elhasıl, ne yakıcı bir yazdan ne de yaşlıyı andıran yağışlı bir sonbahardan söz edebilirdik. Bu akşamüstü vakti sahil de pek kalabalık değildi. Sağ tarafımızda bulunan, bizlere epey mesafeli iki ecnebi hatun yazın ayrılık yanlısı olmasından ötürü tasa çekiyor, vücutlarını yalayan kupkuru rüzgâra aldırmaksızın azıcık güneşe karşı sere serpe yatıyorlardı. O esnada biz, söylediğimiz şarkılarla neredeyse çingene düğünü yapıyor, sahilin öbür ucundan koşarak yanımıza gelen körpelerle raks ediyorduk. Söylediğimiz şarkılarla birlikte nahoş kahkahalarımız da esen rüzgârın şiddetinden can alarak sahilin sonunda duyulabiliyordu. Saatler çok geçmeden, hava lüzumundan fazla kararmış, etrafımda ahbaplarım dâhil kimsecikler kalmamıştı; Önümde gezinen üç beş yengece çakırkeyif bir külhanbeyi edasıyla naralar atmaya başlamış, denizin de alışılmışın dışında şiddetli dalgalarla kıyıdaki uzun zamandır su görmemiş toprakla merhabalaşmasına dikkat kesilmiştim. Bir süre sonra attığım anlamsız naralar kalan kuvvetimi hepten eritmişti. Doludizgin yaşanan yaz günleri benimle birlikte diri olan denizi, incecik kumu, etrafın çöpünü temizleyen dostane rüzgârı, sahilin kumuna alımsız boyalar vurmuş sigara izmaritlerini ve daha birçok şeyi epeyi mecalsiz bırakmıştı. Hatta etrafta hâsıl olan bu manidar yorgunluk vücudumun her noktasında kendini hissettirmeye başlamış, neredeyse ölüm döşeğinde gün sayan diriliği epeyi çürük ihtiyar bir adamın yaşadığı ıssızlığı yaşar gibi olmuştum. Ardı sıra gözlerimde kuş gibi bir uyku hâsıl olmuş yerimden kalkmaya canım olmasa da birkaç teşebbüs sonrasında doğrulmayı başarabilmiştim. Sahilden ayrılıp evin yolunu tutarken biraz ötedeki çöpün etrafını kundaklayan köpekler ve kediler aralarında kendilerince anlamlı bir kavga veriyorlardı. Ne var ki bu savaşa, sonradan katılıp, çöpü var gücüyle karıştıran ve bulduklarıyla da karnını doyuran bir beşer son verecekti. Eve doğru yakınlaşırken kindar komşunun perdeleri her zamanki gibi ardına kadar açık bir vaziyetteydi. Kafamı ikinci defa kaldırıp bakmaktan hicap ederken kendimi evimin önünde buluvermiştim. Çekirgelerin ötüşünü selam kabul edip kapıya geldiğimde anahtarı bulamayışımdan doğan evham yüreğime ürkeklik salmıştı ki arka kapının açık oluşuna sarılıverdim. Ev hafiften kekikyağı kokuyordu; Etrafa lök gibi yapışan bu esansı usulca, lakin uzunca bir vakit içime çekmemle birlikte uykulu gözlerimde gaddarca bir ağırlık hissetmeye başladım. O esnada rüzgâr da pencerelere tokatlar aşk ediyor, ikinci katta açık kalmış pencereden dışarıya sarkan tül perdeyle raks ediyordu. Bu raksa bahçedeki seranın yırtılan naylonları da kendince eşlik ediyordu. karatay fanzin vasat kültür edebiyatı

28

daisy bell - tin hat trio


Taban tahtalarına basıp iğri iğri yürürken sağ ayağıma yapışan üç beş karpuz çekirdeği miçoluk yaparcasına yatağıma kadar bana eşlik ettiler. Yatağıma vardığımda o kadar bitkin bir haldeydim ki, gecenin şer kokan karanlığına uykumla eşlik etmeme mâni olacak bir şey neredeyse yok gibiydi. Çok geçmeden dışarıdan gelen kedi eniklerinin çığıltısına kulak kabartmış, lüzumundan fazla irkilmiştim. İşte tam da o vakit, altıncı yaşımı kutladığımız günün gecesi hatırıma gelmişti; “İlk defa anne ve babamdan ayrı yerde yatmanın verdiği ürkeklikle baş başayken uyumam gereken saati çoktan devirmiş, yorganın altında alıp verdiğim nefesleri bir bir -bildiğim yere kadar- sayar olmuştum. Alnımdan akan terleri silmek şöyle dursun, yorganın altından izlediğim oyuncaklarım da gözüme devasa görünüyor, onlara bakmaya dahi çekiniyordum. Korkmamam gerektiğini defalarca söyleyen anneme kendimce lanetler okumayı da ihmal etmiyordum. Bir süre sonra duyduğum kedi eniği sesleriyle bir anda irkilmiş, dışarıya bakmaya yeltenecekken, odanın sinsi karanlığının cesaretimi okkalı hamlelerle çaldığını fark etmiştim. Ardı sıra durduk yere gıcırdayan döşek, korkularıma bir yenisini daha eklemişti. Bir süre sonra da öbür odadan gelen öksürük seslerinden aldığım kuvvetle sağ tarafıma dönüp uykuya dalabilmiştim…”

mayıs-haziran iki bin on beş fani sayı daisy bell - tin hat trio

29


h’içim şuan mesut ateş

1. Ben yine sabahlayan sayfalarca karalayan dinlemedik şarkı bırakmayan pencere kenarında oturup yağmuru izleyen 2. Yağmur yoksa karanlığı içindeki karanlığı görmeyeceğim çünkü kimse görmedi çünkü kimse bir başkasının yanında hiç karanlık olmadı 3. Hep yanlış renktim ben hep, tek doğrunun o olduğunu sandım yanıldım bir gece iki gece bu ayları yılları bulacak 4. Bu karanlık bu uykusuzluk bi yere kadar kendimi bulamam 5. Çünkü yokum görmüyorsunuz 5.1. hiçim şuan karatay fanzin vasat kültür edebiyatı

30

sessizlik - anonim


hata

serhat dönmez

Sen mağaralarında iple tanışan bebeğin Aynı ağlamasıyla Ve dansıyla bilinmedikçe Göz kapaklarından mor menekşeler açılacak Önce göğe Bu gök yaradır Tırnaklarını yitirmeden Saçlarını dökmeden ılık mermilerin Şurada durduğunda şurada mermilerin İç kelimesini hatırlatan kelebekleri soframıza çağır Şurada durduğunda Soframız yaradır Uyurken özlerini kapat Kapını eksik bırakıp şaşırtmak için Yatağın kangren olmuş tarafından Kesilende kaybediyorken sabahı İçini daha çekemezken Nefesinde şu bitmeyen düğün Ürkekliğini düğümlerse yaradır Yılgın bir atla çarpışıp yere düşen ödün El verip de dizginleyemediğim bir göçükten yaradır Sana bulunmuş kumaşlarında bildiği gibi Yıkanmak aynı kahrı temizlerse yaradır mayıs-haziran iki bin on beş fani sayı mavinin türküsü - ahmet kaya

31


bazı şeyler

mislina bursal

Vapurlar geçsin istiyorum üstümüzden. Öyle ki, asfalt dökülmüş duygularımızın üstünden çok sular aksın. Burjuvaları taşıyan at arabaları geçsin kalbimizden. Köylüler arkamızdan küfürler yağdırsın. Tek kornişi eksik, Sararmış bir perde gibi sökülelim olduğumuz yerden. Yıkanmaya değil, Atılmaya göndersinler bizi. Üstümüzden kuşlar geçmesin, Kim bilir, Yuva yaparlar belki çürümüş dallarımıza. Çiçeklerimizi de daha konuşamadan dillerini yemeye mahkum aç çocuklar koparsın. Tadını beğenmedikleri gibi, tükürmeye de şansları olmasın. Fakat ne olursa olsun, En çok vapurlar geçsin istiyorum üstümüzden. Son kez bağırışları yükselsin 6:45 fedailerinin. Koşuşturan insanlarla dolsun gözlerimiz. Kimseye bakacak halimiz kalmasın. Hatta öyle günler gelsin ki, karatay fanzin vasat kültür edebiyatı

32

fear of the south - tin hat trio


Demlikte kalan son çay olalım birlikte. Yetmeyelim. Yetirmeyelim. Tiryakilere giden paşa çayı olalım hatta Tadımız tuzumuz kalmasın. Aldatıldıktan sonra, son sigarasını sevdiği adama verdiğini fark eden bir kadın yürüsün yollarımızdan. Anılar boğazına durmuş olacak ki, Yutkunamasın. Hayatında ilk defa tükürdüğü kaldırımlar olalım. Depremin hayallerini sarstığı insanlar yapsın evlerimizi. Temelimiz sağlam olduğu kadar Çürümüş umutlarımız vursun duvarlarımıza. Sarıya boyanmayalım. Doğuştan loş doğalım biz. Re minör akorlar anlatırken hikâyemizi, La majör kadınların kahkahaları doldursun içimizi. Ani bir modülasyonla değişsin hayatımız. Sonradan görme majör dizilerden olalım, Gülüşümüz samimiyetten uzak kalsın. Ve bilinmeyen şarkıların bir anda ortaya çıkmasına üzülür gibi üzülelim olana bitene. En sevdiğimiz şarkı, kimseyi sevmediğimiz bir paralel evrende, arka fonda çalsın. Herkes tarafından bilinen duygulardan soğuyalım. Herkesten soğuyalım hatta. Ve yine, Anlatamadıklarımız dökülsün göklerden. Otobüs fazla yükten kalkmayınca koyununu dışarı atmış bir çoban kadar çaresiz kalalım zamanın birinde. Yeterince büyüdüğümüze inanıp var olmayan ülkeye kaçalım. Peter Pan’ı hiç duymamış insanlar arasından koşarak, hatta uçarak uzaklaşalım. Bizim üstümüzden vapurlar geçsin evet. Gün ağarırken birbirine selam gönderen kaptanların gülüşlerinde saklanalım. Bizim üstümüzden kuşlar değil, Vapurlar geçsin ama Yıllarca kimseye deniz olduğumuzu anlatamayalım. mayıs-haziran iki bin on beş fani sayı fear of the south - tin hat trio

33


foto-şiir

kübra gürdoğan

ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata görmedim orda çinko damlar ve plastik sürahilerin tanrısını yerime yadırgadım yerim olmadı zaten kendi mezarımdan başka çılğının biri sanılmaktan sakınmaya vaktim olmadı durmadan beyaz bir aygırla taşardım derin göllerden bir gebe kısrakla kaçardım derin ormanlara güneşin zekasıyla doymak isterdim kaba solgun kağıtlar sunardı şehrin insanı bana şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin o gün bugün, şehri dünyanın üstüne kapatıp bıraktım kapattım gümüş maşrapayla yaralanmış ağzımı ham elmalar yemekten göveren dudaklarım mırıldanmasın şehrin mutantan ve kibirli ağrısını. azıcık gece alayım yanıma yalnız serçelerin uykusuna yetecek kadar gece böcekler için rutubet örümcekler için kuytu biraz da sabah sisi yabani güvercin kanatları renginde biz artık bunlar olarak gidiyoruz eylesin neyleyecekse şehrin insanı şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin bozuk paraların insanı, sivicelerin işte öldüm, işte son kadife çiçekleri son defneler, badıranlarla kefenlediler beni bütün kaçaklar için inci bir melhem oldu benim ölümüm bütün hoşnutsuzlar yanlarında saklayacak bemin ölümümden yayınlan kırpıntıları boğaz tokluğuna çalışanlar özenle kilitleyecek göğüslerine benim ölmüş olmamı hiç bir yaprak damarından hiçbir su özünden atamayacak beni ortaya benim ölümüm sürülecek pey akçesi olarak tanrıların ölümünü bir üstlenen çıkınca ama neler olup bittiğini hiç bir ayetten hiçbir vakit anlamayacak şehrin insanı şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin

İsmet Özel / Üç Frenk Havası karatay fanzin vasat kültür edebiyatı

34

üç frenk havası - ismet özel


filiz

hüsna dolu

“filiz filiz harelendim dallara uymak için”

Tam burada kerpiçten bir evin iki kanatlı ahşap kapısını aralıyorum. Kıymıklar tam burada saplanıyor elime. Kanatmıyor ama içten içe acıtıyor. Bu acıyla avluyu geçiyorum. Ahşap merdivenleri tırmanıyorum. Her basamakta acım ağırlaşıyor ve attığım her adımda merdivenin gıcırtısı artıyor. Bu acının ağırlığıyla bir odaya giriyorum, bir pencere kenarına oturuyorum. Kerpiç kokusu burnuma doğru büyüyor, ardından kekik kokusu. Sonra bir el tütün kolonyası ikram ediyor. Bir ses hatrımı soruyor, konuşuyoruz. Kısa konuşuyor uzun susuyoruz. Bir zaman sonra gözlerimi sesin gözlerinden ayırıp dağın eteğindeki mezarlara, çıkmazlara, minarelere, damlara bakıyorum. Her bucağı böylece geziyorum. Susuyorum. Keskin acı bir kavun kokusu. Susamışlığımı alıyor, acılığı acımı bastırıyor. Sonra ses söylemeye başlıyor, ses söylüyor ben yapıyorum: Eşeğin sırtında bağa bahçeye gidiyorum, dağlara çıkıyorum, doruklara sevdalanıyorum. Yoruluyorum sonra. Kahvede iki nefeslik dinleniyorum. Akşam oluyor. Yolu tutuyorum. Karanlık. Yine o ev. Göremiyorum ama kokusundan biliyorum. Göremiyorum sonra bana her şeyi söyleyen ses gaz lambasını söylüyor. Bin uğraş, yakamıyorum. Lambanın her yanmayışında evin bir yanı çöküyor, ben çöküyorum. O ses hala dimdik “gün olur ufalanır karanlıklar bin parçaya” diyor ve sonrası sonsuz aydınlık. mayıs-haziran iki bin on beş fani sayı doruklara sevdalandım - ahmet kaya

35


kalbimin orta yerinde bir nükleer santral

ekin tuna yener

Japonya gibi teknolojinin ve nitelikli insan emeğinin en üst düzeyde geliştiği bir ülkede kurulan nükleer santral 11 Mart 2011 günü patladı. Yol açtığı sonuçlar hâlâ yaşanmaktayken ve bu kadar taze iken ülkemin nükleer santral hevesi! Fukuşima’da binlerce insan öldü, 110 binden fazla insan yaşadıkları bölgeleri terk ederek, başka şehirlere göç ettiler. Nükleer felaket sonucu ortaya çıkan radyoaktif maddeler havaya, sulara karıştı. Sonuçları kesin olan bu felaket sonrası binlerce insan kanser oldu. Kesinliği geçelim hatta ihtimal dahilinde bile olsa bu risk insan canına değer mi! Üstelik rant için.. Fukuşima felaketini takiben 8-15 Mart arası hafta nükleer felakete ayrılmış bulunuyor. Tüm dünyada ve özellikle Japonya’da bu konuda farkındalık yaratmak için bir dolu etkinlik yapılıyor. İlki 2009 yılında Bahreyn’de Birleşmiş Milletler tarafından yapılmış olan Afet Risklerinin Azaltılması konularının işlendiği Dünya Risk Konferansı’nın üçüncüsünde Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban-ki Moon 4 Mart 2015’teki konuşmasında, “Dünyadaki büyüyen eşitsizlik, artan doğal afetler, aşırı şehirleşme, enerjinin ve doğal kaynakların ölçüsüz tüketimi dünyayı üstesinden gelemeyeceği risklerle sistematik küresel etkilere maruz bırakmaktadır” diyerek felaketin sonuçlarından hep birlikte dersler çıkarılması gerektiğini ifade etmiş. Ama bizde rant daha mühim öyle değil mi? Romalıların Bizim Deniz “Mare Nostrum” dediği Akdeniz, bugün Arnavutluk, Cezayir, Bosna Hersek, Hırvatistan, Kıbrıs, Mısır, Yunanistan, Filistin, , İspanya, Suriye, İtalya, Lübnan, Libya, Malta, Monaco, Karadağ, Fas, Tunus, Slovenya, Fransa ve Türkiye topraklarında yaşayan ‘’halklarının ortak denizidir’’. Bu büyük ortak yaşam alanı bugün büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır. Üstelik Enerji ihtiyacının karşılanması için Nükleer santrallere muhtaç değiliz. Çünkü bu doğa bu dünya herkese yetecek kadar zengin yeter ki kullanmasını ve paylaşmasını bilirsek. Aaa bu arada söylemeden geçemezdim: bir de halka bunu pazarlama şekliniz var değil mi? Nükleer bir santral için reklam da nesi? Geri dönüşüm tesisi açıyorsunuz da onu mu gururla savunuyorsunuz bu kadar? Nükleer santral reklamı ölüm ilanından farksızdır. Ve biz biliyoruz ki “Sizin için ucuz olan nükleer enerji değil, insan hayatıdır.” Bu yüzden mücadeleyi ve direnişi ülkenin her coğrafyasında yükseltiyoruz. Ve unutmayın ki Çernobil Karadeniz’den 1400 km uzakta idi. Senin Evin Sinop’ a ya da Mersin’ e ne kadar uzak olabilir ki. Güzel bir gelecek, temiz bir dünya için; Susma haykır #NukleereHayır! Vesselam kalbimizin orta yerinde ne Sinop’ta ne de Akkuyu’da nükleer santral istemiyoruz. ‘’Hamsi limonsuz kalmayacak!’’ bu da dost ve düşman herkesçe biline.. karatay fanzin vasat kültür edebiyatı

36

remembrance - balmorhea


yeşiller siyah eylem gerez

En son ne zaman attın kendini yollara? Her karışında anılarının olduğu, saatlerce kahkahalar attığın, bir daha hiç nefes alamayacak gibi umutsuzca ağladığın, hayaller kurduğun ve gerçekleştirmek için nice çetin savaşlar verdiğin, uzaklaşmak için kaçmak için gün saydığın ama uzak kaldığında eksik hissettiğin, kendini hiç bir zaman oraya ait hissetmediğin, sonradan oranın parçası olduğunu anladığın.. Aslında hiç senin olmamış ama gidecek başkada bir yerinin olmadığını bildiğin.. Bataklık gibi seni içine çekse de her çırpınışında saplandığın yerden çıkmaya çalışarak güçlendiğin.. İçinde bir top peşinde koşturan küçük çocuklara rastlayacağın köylere, Gür bir orman olmak için köklerini toprağa meydan okurcasına salan ağaçlara, uzaktan denizmişçesine yolcuları selamlayan tarlalara, otoban kenarında hayata inat yetişmiş başkası için ot olsa da senin için güneş ışığına, bir damla suya hasret rengârenk çiçeklere, daha insanlarla baş etmeyi öğrenmeden, kendine ait hayallerin umutların var mı diye sormaksızın eline verilmiş koca bir koyun sürüsünü gütmeye çalışan bir çobana, küçükken annenin sana söylediği sözü hatırlatan başında uçan leyleklere, her ne kadar kısa da olsa o meşhur Film Şeridi’ne yetecek yollara sahip bir şehrin var mı? O zaman hadi oraya gitmek için kalk oturduğun yerden.. Kalk ki aslında kim olduğunu hatırla.. Kalk ve git ki vereceğin her savaş için cephaneni topla. mayıs-haziran iki bin on beş fani sayı remembrance - balmorhea

37


bir yarım

burcu kubilay

Sopamın değdiği herkes ölümü tatmış gibi, Kime elimi uzatsam, Yarı yolda kalmış gibi. Uzadıkça uzayan bu yolda, Uzayda kaybolmuş gibi. Var gibi ve yok gibi, Anlatması zor bir durum bu; Ve zor bir varoluş biçimi, Acıya acıyla cevap vere vere, Artık acımaması gibi bir durum bu. Gözlerini kapat, derin bir nefes al, Ve tüm yargılarını geride bırak. Ölen çocukların üzerinde yürüdüğün bu topraklarda, Eşitliğinle meydan oku bu coğrafyaya. Bir yarım bu coğrafyada ezilen herkestir, Bir yanım da tüm ezenlerdir, Dışarıdaki barışı, İçimden sağlayacağım. karatay fanzin vasat kültür edebiyatı

38

remembrance - balmorhea


ğmaurlar ya an n el yağm a uz. Güz ni sırtl kederi ertiyor pılleri yeş nyanın rine ka iz çiçek ız gerek. Dü üdükle leİstems brika d m iz eser a a n f e e s planm k ister ilere v a eriz. dan to ara, işç le olm e bekl çocukl a bizim resimiz d güzel m ad ayımız mail.co üncü s dık. Üç tayfanzin@g ara rinizi k


--- kuş ölür ,sen uçuşu hatırla...---


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.