Sonra Ayl覺k Edebiyat Dergisi
Ocak 2014 - 1.Say覺 Fiyat覺:1TL
SONRA’YA BIRAKIRKEN… Bundan epey bir zaman önce, karın kasları ve uzun boyuyla kadınların sevgisini kazanan bir şair, boksör, gönül adamı, ayyaş, sarhoş ve şerefsiz, ahlaksız, ırz düşmanı, işte böyle bir adam bir dergi çıkardı. Türkçesi “Şimdi” idi bu derginin. Dedim ya, yıllar geçti aradan, şimdiyse biz buradayız; uzun boylu yahut kaslı değiliz öyle, tek bir kişi değiliz, aramızda kumarbaz olan yok sanırım, şeref kavramınaysa ben gülücüklerle yaklaşıyorum, ahlaksız ve ırz düşmanı eleman benim, geri kalanlarımız arasında da ayyaşlar mevcut, “Sonra” diyoruz efendim, neden “Sonra”? Gerçekten, neden? Bendeniz, Fyodor Yükseloviç Muratcanovski’yi tanıyanlar, kopukluklarımı iyi bilirler, gelin size uzay mekiklerinden söz edeyim. Bir uzay mekiğinin itiş takımları üç ana parçadan oluşur: - Katı Yakıt İticiler (Solid Rocket Booster’s SRB) - Yakıt Sarnıcı (External Tank ET) - Yörüngeci (Orbiter) Katı Yakıt İticiler, mekik fırlatıldıktan Sonra, o ilk itiş gücünün ardından ağırlık yapmamaları için, mekikten ayrılır ve okyanusa düşerler. Yeniden kullanılır Sonra bu parçalar, öyle diyorlar ben hiç kullanmadım. Yani, bazen bir işin başlangıcı için itici güç durumunda olan kişi ve nesneler, o işin devamı için okyanusa atılmalılar-imiş. (Laf sokuyorum) Yakıt Sarnıcı ise direk olarak, düştüğü yerde parçalanıyor. Bu daha bir eğlenceli, öyle değil mi? Bakın, ciddi ciddi laf sokuyorum. Yörüngeci denen kısım hakkında bir bilgim yok, işimize yarayacağını da sanmıyorum. Yani, büyük bir ego örneği sergileyerek, kendimce ayar verdim ben, mevzucuyum çünkü. Akşam. Ton balıklı sandviç, doğal gaz faturası çok gelmiş, evi temizlememiz gerekiyor, kız da Spr’de kop koplarda, anne gibiymiş, gibi falan, selam çaktım. Her neyse işte; “Özledim seni” diyerekten canımızı yakan Türk pop-rock grupları, aslında steam-puck hayatları pek bir esefle kınamak gerekiyordu, ne dediğimi anlıyor musunuz? Mükemmel. Bir kitabevinin üst katında başladı yolculuğumuz. Her kafadan o kadar çok ses çıktı ki; her birimiz, bir diğerinden alçak gördü kendini. Koskoca bir dünyanın izdüşümünü yaşıyorduk, anlayın lütfen. Nasıl da heyecanlı, nasıl da yorgunduk, masa altından mesajlar yolluyorduk oraya buraya, dirseklerimize çay lekesi konmuştu, kesif kesif soluyorduk, böyle gidemezdi bu, “O” dergi çıkmalıydı, ama çıkamazdı, her şey Sonra’ya kalıyordu ve ben kelime oyunlarından anlamıyordum.
Keşke bu yazıyı daha becerikli birisine yazdırsaydık.
Bütün bir zaman boyunca içiyor, kanepelerde uykuya dalıyor ve yataklarımızda uyanmayı umut ediyorduk; ama az çok okuyan hemen herkesin bildiği gibi, artık çocuk değildik ve umut işkenceyi uzatıyordu. Yani belimiz daha çok tutuluyor, daha çok ağrıyordu, cehennem gibiydi, diğer insanların varoluşlarından ve bazen de yokluklarından doğan bir cehennem, içimizde taşıyorduk bunu. Nefessiz kalıyor, “ARTIK BİTSİN!” diye çığlık atıyorduk (ama bunu sessizce ve tek başımıza yapıyorduk), bir işe yaradığı yoktu bütün bunların.
Bir ara, dillerimizi gözlerinde gezdirdiğimiz kadınlardan söz eder oluyorduk, ama sürekli, sürekli ve sürekli. Sonra aynı kanepeyi paylaşıyor, biraz hafif müzik çalıyor, beste yapıyor ve şarap üretmekten söz ediyorduk, ruhumuz sanatçıydı ulan! Kızgındık. Kendimize, diğerlerine, tüm dünyaya, Afrika’ya, o fotoğrafı çeken şerefsize (aslında o da haklıydı) ve akbabalara. Sonra kadınlara, oğlanlara, oğlancılara ve torbacılara. PİYASA NE ZAMAN BU HALE GELDİ? Ateş pahası, gerçekten. Beleşe takılırız dediğimizde de, masaların altına kaçıyordu bütün bu insanlar. Payımızı alamıyor, sivilcelerimizi saklayacak kocaman atkılarla ayaza dalıyorduk, burnumuz soyuluyordu, kaşınır gibi bir arzu vardı, dolgun dolgun geliyordu, anlıyorsunuz ya? Sonra, Sonra, Sonra, Sonra, Sonra, Sonra, Sonra, Sonra, Sonra, Sonra, Sonra, Sonra, Sonra, Sonra, Sonra, Sonra, Sonra, Sonra, Sonra, Sonra, Sonra, Sonra, Sonra, Sonra, bakın, bu bir şiir örneğidir. Saksafon çalabilen arkadaşımız yok, bu işi iyi kotaranlarla da küsmüşüz, o yüzden sessizce okuyoruz, daktilomuz yok, yastayız. Keder, aşk, şarap ve eski Türk film müzikleri için, lokallerde ele saplanan bıçaklar için, daha da fazla içmek, yazmak, bütün bu öğrenciler arasında okumaya karar vermiş, bakın okumak diyorum, okumağa hatta, evet, buna karar vermiş iki üç zavallının uğraşlarından söz ediyorum sizlere, gizli gizli. Kimsenin okumaya tenezzül dahi etmeyeceği şeylerden söz ediyorum, ama daha fazla içmek gerekiyor, daha fazla, ama Sonra, çünkü bahar daha gelmedi, kocaman bir hüzün silsilesi, içten içe yakıyor bizi. Bulaşıklar öylece duruyor ve insanlar birbirlerine -arkalarından yanaşıp- sarılıyorlar ama su çekiyor canımız, ama sağa doğru dönüşler her daim biraz daha kaza kurşunu, bakınız deyimler, bakınız söz öbekleri, bakınız zavallı fahişeler. İsterdim ki, güzel bir karım olsun ve onu Meksika’ya yollayayım, söz vereyim ona, diyeyim ki, yanına geleceğim, ve Sonra, bütün bu yazıları bir çuvala tıkıştırıp, bütün interneti, hah! Peşinden atlayayım motorsuz bir kayığa ve Sonra Atlas Okyanusu, orada görsünler beni en son, hayır, yalnız beni değil, herkesi. O gece, o kahvenin üst katında, tam aşağısında ve çaprazındaki anılarla boğulan bütün ruhçukları bir araya getirip, tekrardan ama, el ele tutuşalım ve ellerimiz terlesin, orada görsünler bizi, son defa, yola çıkmış, yolda yorgun, yorgun, yorgun. Laf salatasını bitirelim, karnı bunlara tok olanlar için son bir şeyden söz etmek istiyorum. Bütün bunlar, sevgili dostum(uz) Ali Arı için, gerçekten. O çok istedi bunu, bu yüzden, ondan gizli yürütüyoruz bütün bu işleri. Sürpriz olsun yani, anlıyor musunuz, sürpriz yapıyoruz, Sonra, Şimdi gerçek oldu demek için falan. Ben ne anlarım?
İsmail Arı’ya ithafen*
UMS4US Biz hiç sarılamadık sevdiğimiz kadınlara Bu hezeyan değil de nedir? Kaçmasın istediğimizde kaçmak üzere yaratılmışlar Kovalamak nedir? Kovalamak nedir? Biz hiç sarılamadık sevdiğimiz kadınlara Bu sarılanlar kimdir? Bu öpenler kimdir? Kindir Bize ait olamamış Kimdir Bize ait olamamış? Ölüyorum dediğimizde nefes alıp almadığımıza bakanlar Siz Sevdiğimiz kadınlar... Kendine iyi bak dediğimizde aynaya koşan kadınlar Siz Çok sevdiğimiz kadınlar... Bu zulüm değil de nedir? Siz Abartılı sevdiğimiz kadınlar... U must smile 4 us.
Ivan Divandelen
KABA HAYAT Bazı şeylerin üzerinden çok zaman geçti. İki göz odadan oluşan kulübemin penceresinden hırçın denizi ve gri gökyüzünü izlerken yeniden ve yeniden düşüncelere daldım. Serin düşünceler... Bakışlarımın ucundaki, dalgalarını kuvvetle kayalara vuran soğuk deniz gibi değil. Sıcak bir serinlik düşüncelerimdeki. Huzurlu bir serinlik. Kulaklarımda nâhoş bir alto... Tenimde, zerâfetle uçuşan kıvılcımlar... “Yaşamışım” sanrısı içinde bu zamana kadar geldiğimi fark ediyorum. Bütün aciz hayalleri ve umutları anımsıyorum. Şimdi anlam veremediğim, bi’ takım duygularla hareket ettiğim geliyor aklıma. Duygu neydi sâhi? Kabarık saçlarımın arasına parmaklarımı geçirip başımı kaşıyorum bir süre. Bakışlarımı deniz ve gökten ayırmadan bir sigara götürüyorum dudaklarımın arasına. Ateşlemek için sigaranın ucunu görmek üzere bakışlarımı manzaradan kaçırıyorum kısa bir an. Zerâfetle uçuşan kıvılcımlardan birini yakalıyorum. Ses çıkarıyor kıvılcım ama kulaklarımdaki nahoş altodan dolayı ne diyor bilmiyorum.
Duman falı vardır bilir misiniz? Almış olduğun her nefesi gösterir sana. Yılların özetidir.
Kıvılcım ile tutuşturuyorum sigaramı. Uzun bir nefes çekiyorum içime.Bilinçsizce gözlerimin kapanmış olduğunu fark ediyorum. Ciğerlerimdeki kirli hava, kirli gerçekler... Odanın havasına karışarak yükseliyorlar, hissedebiliyorum.
Gözlerimi açıyorum.
Gerçeklerin içinde; kabarık saçları, kaba sakalı ile kaba saba duran bir adam bana bakıyor. Gözlerimin içinden yansıyan denize ve gökyüzüne bakıyor. Kabarık saçlarının arasına parmaklarını geçirip başını kaşıyor bir süre. “Ben” diyor, “Hayatınım senin.” Ne iyi etti de karşıma çıktı diye düşünüyorum. Sanki bunca zaman içinde bulunduğum kendisi değilmiş gibi. Odanın havasını biraz daha kirletiyorum. Hayatımı biraz daha öldürüyorum.
“En son mutlu olduğunda” diyor; “Yine buradaydın.”
Evet. Yalnız da değildim o gün. Öbür dünyadan bir varlık vardı beni izleyen, bir melek. Ve bileklerimdeki derin yaraları kapatıp kan izlerini silen bir kadın geldi. Melek gitmişti. Hayatım için verdikleri mücadele yüzünden mutluydum. İkisi de seviyordu beni. Ben, bilmiyordum. O an güzeldi. Birinin gelip diğerinin gittiği an. Hayatım kayboluyor hafif esinti yüzünden yavaşça. Engel olmuyorum. Hafif esinti, nazikçe yeniyor kaba hayatımı. Tüm kirli detayları süpürüyor. Kulağımdaki alto eşlik ediyor esintiye.
Kulübenin köşesinden bir melek beni izliyor. Ayak sesleri duyuyorum. Bilinçsizce gözlerimin kapanmış olduğunu fark ediyorum. Kıvılcımlar hareketlerini hızlandırarak çoğalıyorlar. Gideceğim yer düşüncelerim gibi serin değil belli ki. Melek gidiyor yine, hissediyorum. Mutluyum. İki göz odadan oluşan kulübesinin penceresinden hırçın denizi ve gri gökyüzünü izleyen, kabarık saçları, kaba sakalı ile kaba saba duran adamın gözlerine bakıyorum. Kabarık saçlarımın arasına parmaklarımı geçirip başımı kaşıyorum bir süre.
“Ben” diyorum; “Hayatınım senin.” Yunus Balkanlı
DE(Ğ)NEK Hayatım İki uçlu değnekten ibaret. Bir ucunda yaşamak kokuyor ki o çaresiz Uç senelerce çamurlara batmış. Bir ucundaysa yazmak Şiir bahçelerindeki güller gibi mis kokan. Ya yaşayacaktım, ya da yazacaktım. Ben Yazmayı seçtim. Koparıp attım değneğin bir ucunu Yazarak dondurdum yazımı İntihallerle Ve ya da intiharlarla. Kan kusacaktım bundan sonra sayfalara Ölümü fısıldayacaktım dize dize Yalınayak asılmış tüm idamlık hayallerimin adına. Öldürerek ya da yaşatarak Üzerek ve yahut gülerek Küfrederek Anlatacağım Tüm yeni doğan bebeklerin pembemsi teninin o tarifsiz Arayış kokusunu. Kulaklarına terk ediliş isimlerini okuyacağım.
Yağmurları da yazacaktım bundan sonra Duygusal bulutların kaybettiği yavrusu için Damlayan gözyaşlarını imzalayacaktım topraklara. Tanrı’nın küskün olduğu Afrikalı çocuğun ağız kokusunu çekecektim içime Gözyaşlarımla değecektim kurumuş tenlerine. Rüyalarımı hatırlayacaktım Geceler boyu babamı öldürdüğüm O bitmeyen nefes alış verişlerimi Korkularımı. Ya Da Susacaktım S U S M A K Bir diğer hecesiyse ölümün Ölecektim. Ben değneğin konuşan ucunu soktum Vızıldayan hayatımın sırça fanusuna. Bir ben yaşadım Bir ben öldüm. İşte öldüm Kırıldı değnek Ve bugün Ağır bedenimi taşıyorlar her sabun kokusunu duyduğumda Çocukluğumun değdiği Her Pazar balık kokan Ellerimin değdiği o sokağa. M. Karadaş
BEN İÇERİM!
Alain de Botton’ın, Görmek ve Fark Etmek kitabından bir alıntı:
“Sahtekârlık ederken aşağılık yalanlar söyleyip, aşırı abartmalarda bulunduğum sanılmasın. Chloe’nin her beklentisini karşılayabilmek için rolümün gereklerini yerine getiriyordum yalnızca.”
“Şarap içer misin?” diye sordum ona. “Bilmem, sen içecek misin?” diye karşılık verdi. “Benim için gerçekten fark etmez, sen istersen içeriz.” diye yanıtladım. “Dilediğin gibi, nasıl istersen.” diye sürdürdü. “Benim için fark etmez.” “Benim için de.” “Yani içiyor muyuz, içmiyor muyuz?” “Ben içmeyeyim öyleyse.” diyerek zinciri kırdı Chloe. “Tamam, zaten benim de canım istemiyordu.” diyerek razı oldum. “İçmeyelim öyleyse.” diye sonuçlandırdı. “Harika, su içelim o zaman.”
Chloe, sarışın ve çekici olmalı ki, şarap içmek istediğini anlamayalım. Üzerinde beyaz bir elbise olsun, siyah çorabı ve gri beresi olsun. Keza bunu Alain’in, “Chloe’nin güzelliğine daha uygun bir mekan olamazdı, avizelerden yüzüne hafif gölgeler yansıyor, duvarların açık yeşili onun yeşil gözlerini daha belirgin kılıyordu.” sözleriyle anlayabiliriz. Ayrıca, şarap içmek istemeyen kadın henüz tanımadım. Sizce, Chloe şarap içmek istemiyor muydu? Elbette içmek istiyordu! Sadece Alain’in beklentilerini karşılayamadı sözleri, zira Alain, Chloe’nin her beklentisini karşılayabilmek için “Şarap içer misin?” diye sormuştu. Eğer kitabın “Özgünlük” bölümünü okursanız daha iyi anlayacaksınız.
“İstemek, yapmaktır.” – Immanuel Kant
Bir kadın yahut erkek, “Benim için fark etmez.” diyorsa, kesinlikle kararlıdır ve karşıdakinin tepkisine güvensizliğinden ötürü böyle bir ayrıma girmiştir. Alain, “Yani içiyor muyuz, içmiyor muyuz?” diye sormasaydı keşke! “Onun yanında öyle bir aşağılık duygusu hissediyordum ki, bu üstün varlığın isteklerine göre belirlenecek yeni bir kimliğe bürünmem gerektiğini düşünmeye başlamıştım.”
Olayı bir de şöyle inceleyelim:
“Şarap içer misin?” diye sordum ona. “Bilmem, içerim herhalde. Sen içecek misin?” diye karşılık verdi. “Ben içerim, içelim o zaman.” diye sonuçlandırdım.
Bence Alain, esmer ve çirkin! Eğer olay böyle gerçekleşseydi, şüphesiz Alain’i böyle yargılayabilirdik ancak, “Nasıl bir sahte benliğe bürünmem gerektiğini bilmeden, gerçek benliğimi nasıl saklayacaktım?” sözleri, Alain’in çıkmazda olduğunu göstermiyor değil.
Sonuç olarak, gerek Chloe’nin kendi kendini küçük görmesini Alain’den öğrenmemiz, gerek Alain’in sahte benlikler havuzunda yüzmesi, olayda kimin başı çektiğini bizlere pek göstermiyor; ancak şunu anlayabiliriz ki, Alain ve Chloe, birbirlerini öpmemek için kendilerini zor tutan ikilidir. Zira bunu, “Bu sözcüklerin ardından dudaklarını dudaklarıma dokundurdu ve o an insanoğlunun tanık olabileceği en uzun, en güzel öpüşmelerden biri başladı.” sözleri kanıtlamaktadır. Kişinin, karşı cinsten beklentilerini hayvani içgüdülerinin yönetmesi tamamen kabadır. Chloe yahut Alain olalım, “Benim için fark etmez.” demeyelim. Çünkü, karşıdaki içmeyi, dokunmayı ve öpüşmeyi istiyor olabilir.
Batuhan YILDIZ
AN An gelir dökersin içini An gelir açılır pencereler yüreğinde Bir fırtınadır ki yıkar ortalığı Kırılır yüreğinin pervazları Gelince o an Sustukların volkan olur. An gelir yakalayıverir seni bir yerinden, Tutuşursun Gelince o an tutsaksındır artık. Ne söylesen boş. Sönmeyeduran mum gibi oluverir kelimeler Turuncuya çalan, Hüzünlü bir umut şiiri yazar gözlerine. Ben söyleyemem, sen oku beni. Duy, dinle. Anla beni, der gibi An biter, Yazı kalır gözlerinde. An, Biter. Büşra Karadaş
FARKLI BİR GÜN Doğalı epey olan güneş inatla gözümün içine içine vuruyordu. Uyuşan kıçımı kaldırdım mecburen. İlle de olması gereken sigaramı ateşledim ve çektim ciğerlerime ağır ağır. Acısı ciğerlerimi yakmaya başladığında izmarit dolu küllüğe bastım ve ağır adımlarla tuvalete yollandım. Her adımda adımlarım biraz daha yavaşladı. Ağır geliyordu vücudum. Ondandır diye düşündüm. Aynaya bakmaya korktum. Ya kendimi görür ve tanıyamazsam diye düşündüm. Malum aylardır aynaya bakmıyordum. Yüzüme çarptığım su bile beni kendime getiremedi. Kendinde olmadan nasıl kendine gelebilirsin ki? Bendeki de ahmaklık işte! Odama geri döndüğümde camın kenarına konmuş bir kargayla göz göze geldim. Kaç yaşındaydı kim bilir. “Dur gitme” dedim, dinlemedi. Uçtu gitti. Yalnız başıma kaldım. Sinirlendim ve bir sigara içmeyi hak ettim. Hemen parladı dudaklarımın arasındaki arkadaşım. O konuştukça ben içime çektim, ben konuştukça da o usul usul dinledi. Çok dertleşirdik. Arada bir de şarap dahil olurdu sohbetlerimize. Ne desem sessizce dinlerler beni. Sıra onlara gelince de ben dinlerim. Neden başka arkadaşlara ihtiyacım olsun ki! Dünden yarım kalan makarnayı görünce anladım ki açıkmışım. Kaşık kaşık indirdim mideye. Boş kalınca garipten sesler çıkarıyor şu mide denen organ. Boş kalsa da olurdu bence ama biyoloji diye bir şey var. Mideyi doldurdum fakat beyin “sıra bende” diyordu. Uzandım içi yün dolu yatağıma. Tavana bakmayı çok severim. Anlamsızca birbirimize baktık akşama kadar. Aramızda gizli bir ilişki vardı sanki. Belli olmayan ama hissedilen. İlişki ilerlemeden kalktım, çıkardım paketinden arkadaşımı ve başladım sohbete. Bir o, bir ben. Kısa sürdü gene. Ama iyi gelir bana bu sohbetler. Akşam oldu. Bence akşam değildi. Ama insanların zaman takıntısı işte... Açtım 37 ekranlık televizyonumu. Tek kanalım vardı. İmkansızlık değil, tercih meselesi. Anten almayı kabul etmedim, edemedim. Anten alsam sigara alamazdım. Eee arkadaşsız olmayacağına göre... Belgesel vardı. Hep belgesel olurdu zaten. Duvardaki saatten kısa ve aralıklı sesleri saydığımda anladım ki gece yarısı oldu. Yatmadan son bir muhabbet ettim arkadaşımla. Ben içi yün dolu yatağımın üstünde, o iki parmağımın arasında. Sonra uzandım. Üstümü anne narinliğinde örttüm. Tavan ile aramızdaki ilişki tekrar başladı. Uykuya daldığımda ayrıldık sanırım. Ama istemezdim ayrılmayı. Çünkü severim ben uzun ilişkiyi. Günlerim bu şekilde birbirini izledi. Kabaca böyle olur zaten. Ayrıntılar mı? Sevmem ayrıntıları. Ama o günü unutamadım. Farklı bir gündü. Çünkü diğer günlerin hiçbirinde pencereme bir karga konmadı. Ali Arı
413 Eti kemikten ayırmak değil amacım Ki görmemişim dahi birleştiklerini Acıksız bir ceset tarlasında tünemiş küfrederken akbabalara Sualim kendime Akbaba değil misin? Yarım bırakılmışlıkların tamında Yanımda Değil Bulunamamışlıkların en kesini En keskini Sus ver dedim yolcu Bu sefer hancısızsın! Kaybet ölmezsin En çok ölürsün Feragat! Sayen izde... Ivan Divandelen
GÖZÜM ÜZERİNİZDE! Saat 1.25, güncemi az önce düzenledim ve şu günce işini hiç ciddiye almadığımı fark ettim. Ondan önceyse dıbigbengteori diye geçen dizinin son bölümünü izledim. Koca memeli ablamız şöyle dedi: -Çok da hoşlanmadığın biri senden ayrılırsa, onu dünyadaki her şeyden çok istersin. Yuh çektim be, yuha! Hayatım, tamamı ile karı-kız ekseninde dönüyor, farkındayım. Bunun içinse Sartre’ın “Filozof olduysam ve hâlâ ünlü olmaya çabalıyorsam, bunun tek sebebi kadınları tavlamaktır.” sözüne dayıyorum sırtımı. Kusuruma bakmayacaksınız artık. Bir şeyler yazayım diyorum, Enes “illuminati” diyor, “hacı ona bak.“ Bakıyorum tabii, sınırsız ölçüde komplo teorilerine gömülüyor, küçücük evimin daha bir küçük odasında volta atmaya başlıyorum. Ardı arkası gelmeyen otomatik sigara içme evreleri geçiriyorum. Sanırsınız ki, hanım içeride, doğuruyor. Sert şeylerden söz edebilir gibi duruyorum, bundandır; son sigaramı yaktım. Hoş, daha bolca tütünüm var ama olsun; üşeniyorum. Arkadaşlar, Illuminati nedir? Illuminati emektir, gözdür, Tanrıdır, piramidin tepesidir evet. Illuminati sevgidir. Ra’nın gözü üzerimizdedir, Amon’dur. Şöyle kısa bir araştırma yapınca karşımıza çıkan iki aile ismi var, suçluyorum! Rothschild ve Rockefeller isimleri, evet. Bunlar gibi on bir adet daha varmış, neymiş? On üç imiş. Nedenmiş? Çünkü İsa’ya ihanet eden havari, on üç
numaralı havariymiş. Adı neymiş? Yehuda, İşkariyot, Ludam Iscariotem, yani eski sevgiliniz. Devam ediyorum. Ne yapar bu Illuminati? Dan Brown abimizin o kısacık bir zamanı anlatan tuğla ağırlığındaki kitaplarından bildiğimiz üzere, dünyayı yönetir bunlar. Paraları vardır, hepsi yakışıklı, uzun boylu ve beyazdır. Ben esmerim. Üstü açık, kırmızı bir araba ve kişi sayısını arada sırada epeyce zorladığım tek kişilik bir yatağımdan başka da kayda değer bir şeyim yok açıkçası. İşte, bu abiler bütün reklam sektörüne, güce sahipler ve bizse, onlar ne isterse onları yapıyoruz. Çok farklı bir açıdan yaklaşacağım, konu hep dağılır zaten. Distopya nedir? Distopik roman nedir? Distopya, Ütopya’nın tersidir sevgili arkadaşlar. Yani, pek de güzel olmayan gelecek modellemesi. Birçok örneği var. İlkini Yevgeni Zamyatin isimli bir Rus yazıyor, kitabın adı “Biz”. Sonra bu kitaptan esinlenen George Orwell Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü, Aldous Huxley ise Cesur Yeni Dünya’yı yazıyor. Bende “Biz” olmasına rağmen, daha okumadım. Ama size Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ten bahsedebilirim biraz, çok güzel kitap, mesela. Dünyadaki herkes oturup okusa, birkaç saatlik bir kaos yaşayabiliriz, ki bu müthiş olur. Julia falan var o kitapta, beni çok etkileyen; beline kırmızı bir şal saran hatun-ûl afet. Her neyse, okuyun yani güzel kitap. İnsanı derin bir umutsuzluğa sürüklüyor. Kafka’nın bahsettiği, şu “bilek kesen” romanlardan. Ha, bu arada, okulun duvarlarına ÇARE KAFKA yazarsam atılır mıyım? Yetkili abilerimizden en kısa zamanda cevap bekliyorum. İşte, bu Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün dünyası, pek iç karartıcı, insanların her hareketinin gözlendiği ve kontrol edildiği; bireysel yaşamın, karşılıklı güvenin ve rahat rahat aşk yaşamanın dahi yok edildiği bir dünya. Bizimkine epey yakın yani. Tabii kitap 1948 yılında yazılmış, orası ayrı. Buna da Orwell abimizin ileri görüşlülüğü diyor ve geçiyoruz. Illuminati diyorduk, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’teki Parti’ye benzer diyorduk. Demiyorduk ise bile, şimdi diyoruz. Durum böyle. Anlayabileceğiniz üzere, okuduğunuz metin bir makale değil; ondandır, asılsız bir biçimde bütün fikirlerimi kusacağım. Üstünüze alının. Bence yalan bütün bu işler. Neden mi? Yani, yalan derken şunlar; bir grup insanın gerçekten de “biz”i kontrol etmek uğruna kafa patlatmaları, falan. Ben uğraşmazdım açıkçası, sizce de çok sıkıcı değil mi yani? Hem, düşünün bir, toplantıya gitmişsiniz, dünyayı değiştirecek yeni bir proje var kafanızda, bunu ciddi ciddi anlatabilir misiniz? Hadi anlattınız, -erkekler için konuşuyorum- eve gidince, duş sonrası aynanın karşısına geçip; saçları mohikan tarz yapıp “iyisin oğlum iyiii” diyorsanız, bitmiştir aga olay. Böyle dünya mı yönetilir lan? Ya, hadi yönettin. Ne işine yarayacak? Zaten eşek yüküyle paran var, n’apacaksın yani beni yönetip? Ya da bu adamlar Marcel Duchamp’ı falan hiç mi takmıyorlar kafalarına? Sen gidiyorsun, bir sanat anlayışı, bir entelijans yaratıyorsun, herifin teki gelip “Pisuar da sanattır!” diyor. Şahsen ben kana bularım. -Eğleniyor muyuz gençler?Ne dedik en son? Ben dedim, illuminati geyiğine inanmıyorum. Ha, gerçekse bu abilerimiz, buyursun yönetsinler, çünkü en mantıklısı bu. Dünya, başka bir düzende, salt eşitlikle var olamaz. Kaos’un en basite indirgendiği yerde, hepimiz birbirimizi keseriz arkadaşlar. Emin olun buna. MOBESE büyük hizmet tabii, hırlısı var hırsızı var… Gözüme toz kaçtı, evet evet. Yani, bu adamlar bize “Alın, Sıtarbaks, kahve için.” diyorsa, benim param varsa… Bir dakika ya.
Arkadaşlar, biliyorum hepiniz sosyalistsiniz, hepiniz müthiş kültürlü, sabah akşam okuyan insanlarsınız. O yüzden kısa geçeceğim şu konuyu da, Sıtarbaks nedir lan? En son, o zaman dilimindeki kız arkadaşımla gitmiştim ben oraya, buzlu muzlu bir şey içiyordu hatun. Bu kızın parası falan da yok he normalde, bayağı bildiğin fakir. Ama o minnacık merete sekiz lira falan para veriyordu. Ha, biz de zamanında gitmedik mi Kadıköy Sıtarbaksa? Gittik. Ama neden gittik? İki karı-kız keselim, belki düşer diye gittik. Bi’ fincan Mocha’ya eşek yüküyle para saydık. Ama güzel yapıyorlar Mocha’yı, haklarını yiyemem şimdi. YA BU ADAMLARIN TUVALETİNE GİRMEK İÇİN ŞİFRE GİRMEN GEREKİYOR BAK SİNİRLENİYORUM! Dinle, bak şimdi. Çok yakın bir kız arkadaşımın Yunan tanrısına benzeyen sevgilisiyle beraber -az önce bahsi edilen- Kadıköy Sıtarbaksa gitmişiz, kızı da yanımıza almamışız. Hayır, yakışıklı bi’ herifle neden kız kaldırmaya çıkıyorsam artık, bilemiyorum. Kafa yok zira bende, odadaki kavanoza tıkıştırmışım. Neyse, acil biçimde işemem gerekti benim, tuvalete gittim ve öylece bekledim. Abi kapıda şifre var. Sanki Pentagon’dan bilgi sızdıracağım. *bu kelime üzerinden espri kasmıyoruz değil mi gençler?* Neyse, ben bekledim böyle iki üç dakika, sonra yaşlı bir amca geldi, bembeyaz saçlarını atkuyruğu yapmış ve yuvarlak gözlükleri var, gülerek şifreyi girdi. -Fişin üzerinde yazıyor, dedi. -Ne? dedim. -Fişin, dedi. Kahveyi satın aldıktan sonra sana verilen fişin üzerinde şifre var, bak. Cebinden çıkardığı fişi gösterdi, gerçekten de var. Benim fiş nerede? Buruşturulmuş biçimde masada yatıyor. Ulan, adamlar millet dışarıdan gelip işemesin diye ne şekil yapmışlar be. İşte Sıtarbaks gerçeği budur. Ha, Eskişehir’dekinde işemedim. Orada da böyle bir uygulama var mıdır, bilmiyorum. Ama Kadıköy’dekinde var yani, bilginiz olsun. (Kadıköy’de işemek için, festfud zincirleri her daim daha uygundur. Biri size tip tip bakarsa da “Çağlalar nerede yaaa” diyerek işin içinden sıyrılabilirsiniz. En son Illuminati diyorduk, aydınlanma diyorduk, bir şeylerden söz ediyorduk da, ucunu falan hep kaçırdım ben. Hah! Koyun olma mevzusu. Şimdi, benim tecrübe ettiğim üzere, kitap okumayan bir insanın koyun olmaktan çıkma ihtimali 0 (sıfır). Ha, okuyan adamın da bu durumdan kurtulabileceği konusunda kesin bir yargım yok, bilmiyorum. Ama en azından, tek bir yönden bakmanı engelleyen şey şu kitaplar. Başka bir zihnin, içini sana en olmadık biçimde döküşü, parçalanışı, Düşüş’ü. (Oradan buradan göndermeler, of.) Yani mesela, Karşılaştırmalı Edebiyat okuyan biz öğrenciler arasında, Almanca görüp de Kafka okumayan, Fransızca görüp de Sartre okumayan bölümü bıraksın lütfen. Uğraşmasın yani hiç. Ama her iki taraf da Camus okusun. Bi’ Dostoyevski bi’ de Camus, çok terbiyesiz adamlar. Hep varoluşçular zaten, hep. Ahlaksızlar, Céline soyundan gelenler, köpekler! Başlangıçları iyi, bitişleri bombok olan bir insan evladı olarak, tüm esrikliğimle affınıza sığınıyorum. Sıkıldım. -tubikontinyu(u)d- Fyodor Yükseloviç Muratcanovski
SIRADAN BİR PAZARTESİ “ Elbette kapı gıcırtısındaki tınıyı hissetmişti ve dahası ardında beliren ilk yansımayı, ilk gölgeyi, ilk soluğu. Göz göze geldiğinde kendini zeminde debelenirken buldu. Çırpınışları, bağırışları derman bulamamıştı. Attığını sandığı çığlık kafasında beliren son cümlesiydi. Kendine geldiğinde karşısında belirenin yalnızca aynadaki yansıması olduğunun farkına vardı. Eşikteki ayna, eşikteki bedeni. Evrendeki her şey günahlarından arınırken, zihni hala karanlığın talaşlarıyla çevriliydi. Yığıldığı yerden kalkıp olağan gücüyle kapıların ardına ilk adımını attığında gök kükreyerek, lağım kokan yeryüzünü kudretlice sarsıp hırpalanmış yerlerinden tüm öfkesini kustu. Arzuladığı sessizlikken tüm öfkenin onun üzerinde olduğunu anladı. O bir Tanrı parçacığıydı ve belki kendi yörüngesinde tek Tanrıydı. Uzaklaşmaya çalıştığı kendi yatağı değildi, odası ya da yuvası da. Yalnızca kendi. Ruhunu yakalama çabası yasakların ilkiydi. Ve yasak çiğnendi. “Sonsuz bir boşluk, adımların boşluk bütünü.” Hayır, olmuyordu. Yeryüzünde ardı sıra yakılan milyarlarca sigara. Kahvemi hazırlamak için mutfağa yöneldim, gün güzelce rengini belli etmeye başlamıştı. Pakette son sigara. Yakmadım, vazgeçtim, hazırlanıp yola koyuldum. Onu yanıma almadım. İhtiyacım olan eşikleri aşmaktı ve beraberinde hiçbir şey götürmeden; alışkanlıklarımız, etik anlayışımız, dünya görüşümüz ve bir yığın şey, şeyler. Yalınlığı tadabilmek adına kendime olan öfkemi ben de kusmalıydım. Tanrı değildim, Tanrı parçacığı da yoktu içimde. Öfke kendimdeydi, başkalarına ya da başkalarının öfkesiyle ilgilenmiyordum. Sadece yürümek, son olmasa da bir paket daha sigara almak istedim. Alışkanlıklar demiştim geride bırakılan, ne büyük ironi. Ne saçma kısır döngü vurgunu. Benim işim de gücüm de yoktu; insanlar telaşlı yığın halindeler. Bir baltaya sap olalım derken baltanın kendisi olmuşlar ama varlıklarından bile bihaber, sapsız, gelişi güzel kıyım yanlısı. İşlevsiz. Kızılay’ın güzide Sakarya Caddesi gülmecesi. Yerler kusmuk, taze olmalı buharı üstünde gibi. Sahilde de değiliz, sarhoş olmanın bir anlamı yoktu. Anlaşılan birileri ya da anlaşılmasın birileri. Anlamlandırmanın, tanımlamanın lüzumu yok böyle şeyleri. Tanımlamak, anladığını sanmak ne büyük yanılgı. O kusmuk gibi miydim, dünden kalma ve kopuk, evet o kusmuk bendim. Öfkemin sakinliği, durgunluğu da bu sebepten olmalıydı. Ankara hep altlı üstlü geçitli. Birbirine benzer burada her geçit, yaşanmışlık payı olanlar hariç. Mithatpaşa Köprüsü pek tekin sayılmaz geceleri, fenadır hayat çarkına takılmış çocukları. Bu saatte ne kadınlığı kalır insanın ne de insaniyeti. İşte bu insafsızcaydı. Dört yıl önce salya sümük, hüznümden geçememişken bey abiler yanıma ilişip tam da bu köprünün ucunda bir yudum suyu, bir parça mendili çok görmeyip endişelenmişlerdi. “Adınız, derdiniz nedir bilmem ama işiniz burada olmamalı.” diyip taksi paramı vermeyi arzu ettiler, gönül bu ya hani vicdan dedikleri bilmezler ki kaçtım o eşikten; anahtarım yanımdaydı gözyaşım da, evim iki sokak ardımda. Anahtar demişken palas pandıras çıktım evden, cebime koymuş olmalıydım. Koymamış mıydım yoksa? Bu soğukta ara dur şimdi, bu kadar ayaz olmamalı, rüzgâr da esmemeli böyle günlerde, saçlar uzadı, bere mi neden takmadım ki? Belediye yine işini yapmıyor, şu yerleri kim tuzlamıyorsa çok güzel tuzlamıyor. Cebimi eşelemek yerine başımı kaldırmalıydım. Köprü olmalıydı tercihim. Yollar diyorum tuzlanmış, kumlanmış olmalıydı. Ve aracı fark etmeliydim. tecahülihilal
YEDİĞİ “KABA” PİSLEMEK Mercan C. , sinirlenip evi terk etti. “Nereden buldum ben bu şerefsizi!” diye kin kusuyordu. Çevredeki insanlar korkuyordu, adeta yollarını değiştiriyorlardı. Gördüğü her ağacı tekmeleyerek, yapraklarını koparıyor, ardından yaprakları ağzına alıyor ve çiğniyordu. Garip tavırlarla, aylardır uğramadığı evine girdi. Ayakkabılarını çıkardığında ayaklarının kokusundan rahatsız oldu. Duşa girmesinin iyi geleceğini düşündü. Duşta bile sevgilisine küfürler yağdırıyor, ıslak fayansları yumrukluyordu. Sahi, bir kadını bu kadar sinirlendiren şey ne olabilirdi? Bir an daldı ve yaşananlar gözünün önüne gelmeye başladı. Mercan, sabah erkenden uyandı, kalktı bir kahve yaptı kendine ve yudumlarken, “Ne kafa yaşadık be, hâlâ etkisindeyim sanki!” diye geçirdi içinden. Özgür’ü uyandırmaya yeltendi, ama Özgür’den yediği o kaba küfrü hazmedemeden kalktı yataktan, mutfağa geçti ve bir sigara yaktı. (Özgür Yeşil, torbacılık yapıyor, Mercan’la da ilişkileri bu yolla başlıyor zaten. Yeşil soyadı da müşterilerinin koyduğu bir takma ad. İlişkileri gayet güzel başlıyor, birlikte iyi vakit geçiriyorlar. Mercan her zaman “Yeşilim” diye hitap ediyor Özgür’e, ancak zamanla “Yeşilin” demeye başlıyor.) Mutfak dolabının altına daldı gözleri, bir kolye buldu ve cebine sakladı. “Ablasınındır herhalde, geçen hafta buradaydı ya.” dedi içinden. Ardından, Özgür uyandı ve Mercan’dan bir sigara istedi. “Kalk gel, ayağın yok mu be?” dedi Mercan. Özgür, uyku sersemliğiyle sinirlenerek kalktı yataktan, sigarasını yaktı. Mercan, “Yeşilin! Çok güzel, kafası!” diyerek Özgür’ü öptü. “Ben de bundan bahsedecektim, bekle kahve yapıp geliyorum.” diye söylendi Özgür, Mercan telaşlanarak, “Hayırdır bebek?” dedi. “Bebek” demesinin sebebini, Özgür’ün ciddiyetinin verdiği korkuya bağladı sonra. Özgür, Mercan’ın yanına oturarak, “Mercan.” diyebildi sadece. “Söyle Özgür, neyin var?” “Mercan, aylardır bende kalıyorsun, her gece olmasa da ot içiyoruz, zira ot içmeyeceğimiz günlerde bahane uydurarak eve gelmiyorsun. Ben bu durumdan sıkıldım! İki yıldır beraberiz, ancak son iki aydır çok farklısın, beni değil, benim otumu seviyorsun resmen! Bundan sonra içmeyeceğiz, bırakıyoruz güvercinim, tamam mı?” “Güvercinim” demesini düşündü, Dostoyevski sevgisini düşündü, Mercan’a belli etmeden içten içe gülümsedi, ama sinirli ve gergindi yahut kendini böyle göstermek zorunda hissediyordu. Mercan’ın kalbini kırdığını düşünüyor, bundan haz alıyor, Mercan’ı üç aydır aldattığı kızı düşünüyordu. “Abi, ben bu kızı aldatıyorsam neyin sorgulamasını yapıyorum ki?” diye geçirdi içinden. Mercan’ın suratı asıldı, ağlamaklı oldu birden. Mutfakta sadece sessizliğin sesi vardı, bir de ritmik bir şekilde damlayan suyun sesi. Mercan cesaretini toplayıp cebindeki kolyeyi çıkardı, Özgür’e göstererek, “Bu benim değil!” dedi, Özgür sinirlendi ve “Ne yani Mercan, seni aldattığımı mı düşünüyorsun? Yediğin kaba pisleme istersen.” dedi. Mercan sinirden ayağa fırladı. “Yahu sen kendini ne zannediyorsun? Ben senin müşterin değilim, olmak da istemiyorum. Derdin ne Özgür?” “Ver o kolyeyi önce, sallayıp durma elinde!” “Özgür, sen kafayı yemişsin. Lanet olsun, ne kadar şerefsizmişsin! Burada ilişkinin bekası söz konusu be! Otunu artık kolyenin sahibi olan kaşarla içersin. Sonra bir sigara sarar, kolyesini takarsın!” dedi ve ayakkabısını eline alarak evden çıktı. Özgür, “Aylin, dur!” diye bağırdı, fakat “Aylin” dediğinin farkında bile değildi. Mercan da duymadı zaten. BATUHAN YILDIZ
BASTIRILMIŞ KAŞINTILAR Bir motto tutturmuşum estetiğim ve kaygımla içinden geçen şehirler, canını yakıyor diyor bir aslanın sert pençesi kayıp eşyalar bürosundan telefon geliyor İnsanlık bulunmuş, ilk harfi kocaman Kamerasına taşına, heykeline başına sevgilerim ve saygılarımla, bademden bıyığına Raskolnikov mu, yoksa Raskolnikof mu? kof görülü başaklarımız, komşu lehçemi eziveriyor diyor bir kuzgunun son teli, bamdan bana içimden içine, ilk insandan selam getirmiş «daha fazla ilerlemeyin» Benim bir tanecik sevgilim gecenin ertesi evrine yapılan bir tren seferi ancak daha bitmemiş rayları ve oksijenimiz çok az! maskelerimizden sızıyor yeşil suratlar oldschool reklam filmlerinden kalma eserler var daha fazla aşk olmasın diyor ağaçlar Ölürsem internet geçmişimi sil sevgilim daha fazla Dava kaldıramaz sevgili K. içinden çıkılamaz politikanın küçük köpek mamaları ve diğer bütün şeylerin biraz da okul önü sprey boyaları eve otostop evet, otostop rehberden sildiğim adına, biraz da yerden topladığım kaldırım taşlarını ekliyorum -ooo yeee ooo yeee, gudbayFyodor Yükseloviç Muratcanovski
EKLEMELİ KABA ŞAKŞAK Güncelliğini biraz yitirmiş olsa dahi, yaklaşık 1 sene önce internette izlenmekten bir hal olmuş, Arnavut Şevket’in (nam-ı diğer Şevket Kokal) “Çipetpet” videosunu bilirsiniz. Bilmiyorsanız önce onu bir koşu izleyin sonra muhabbet etmeye devam edelim. Nitekim sizinle Arnavut Şevket amcamızdan kelam edeceğim biraz... Hatta şöyle bir iliştireyim araya: Videoyu biliyorsanız dahi ‘gülünmeyecek’ yerlerinin kırpılmadığı ve belgeselin Arnavut Şevket sohbetinin tamamının yer aldığı videoyu* izleyin lütfen önce. Öncelikle şunu belirtmek istiyorum, güldüm evet! Bu videonun kırpılmış halini ilk izlediğim ve peşi sıra gelen günlerde, anıra anıra güldüm çoğu kimse gibi. Amatörü eğlendirirdi ya hani, beni de eğlendirdi ne yalan söyleyeyim. Lakin bir süre sonra pişmiş kelle misali sırıtmalarımın geçişini izledim.
O bir süreden bir süre sonraysa yüzümde hafif mavi bir tebessümle, sık sık bu videoyu izlerken buldum kendimi ben. Tam 84 yaşında, 90’ına merdiven dayamış bir amcanın 7 yaşından beri icra ettiği mesleğini ve hobisini -ki kendisi bunu bir ‘merak’ olarak adlandırıyor- nasıl da gözlerinin içi parlayarak, her bir ayrıntısına değinerek. 80 sene yahu dile kolay! Her yeni gün aynı heves ve istekle uyanıp, dinleyenine anlattığına şahit oldum. Bir ülkelik tarih gördüm ben, çok şaşırdım. En basitinden ortada hiç bilmediğim, tamamen farklı bir lisanı, yaşayışı ve dili olan bir Dünya gördüm ben. Arnavut Şevket’in saka kuşuna ithafen şiir yazması için ilham veren bir Dünya bu. Bir kulak verin isterim sizde:
“Çipetpetle başlayan sakanın sesi Hayran eder ehl-i merak olan herkesi Olursa bir de kaba ile vestesi Daha çok artar dinleyenin neşesi Kıskıslar çerçerler cafcaflar kıyakıyalar şakşaklar Gurr pin pin pin der bağlar.”
Şiir yazmak kolay mıdır? Hiç sevmeden şiir yazılır mı? Öylesine şiir yazılır mı? Onun ki de böyle bir sevda işte. Hem de ağzına kadar dolu bir sevda. Demin farklı bir Dünya’ya sahip olduğundan bahsetmiştim. Merak edip alıntılanan belgeselin tamamını izlediğimde daha çok büyülendiğimi söylemeliyim. Kuşçu kahveleri, oraya sırf kuşların o aşk dolu seslerini dinlemek için giden kuş sevdalıları ve bu ‘yeraltı’ kültürüne ait anlatmakla bitmeyecek onlarca başka detay. Bir başka bilindik kuşçu Tuncay kuşçu kahveleri ile ilgili şöyle** diyor örneğin: “Kahvede ders mers olmayacak. Kahve arenadır: direkt öten kuşlar. Orası okul değil. Okula gideceksen, kapıdan çıkaracaksın, dersini yaptıracaksın çocuğuna, gezdireceksin ve kapıdan içeri makarayla gireceksin!” Olaya bakar mısınız? Şu jargonun kendine özgülüğüne, farklılığına, güzelliğine bakar mısınız? Tüm bunları öğreniş sürecimin, belki de çokları için dalga geçmekten öteye geçmemiş ve geçmeyecek olan bir ‘gülmeli video’ sonrası oluşuna bakar mısınız? Demek istediğim şey, baktığınız yerde hep daha derine giden bir şeyler oluyor bu hayatta. İnanın güzelliğini görmek istediğiniz her şeyde bir tecelliye rast geleceksiniz. Şahan Gökbakar gibi yavşak ve laçka adamlar taklidini yapsa da, videosunun altına onlarca küfür yazılmış olsa da, dediği onca şeyden tek biri bile anlaşılmaya dahi çalışılmamış olsa da Arnavut Şevket gibi güzel insanlar varlar, var olmaya devam edecekler. “Saka kuşu hakkında konuştum ben. Saka kuşu hangi dilleri yapar, güzel ağızları... Meraklılar anlar bunu, benim konuşmamı. Hani “çipetpet çipetpet velis velis şak şak şak” yaptım, bunlar tutmuşlar diskoya koymuşlar beni. Görenler de diyecek ki “Şevket abi diskoda kadınları mı oynatıyor? Olsun ziyanı yok. Şey, daha iyi olmuş. Hani memnun oldum ben bunları yaptıkları için. Hoşuma gitti. Hani, bu kadar. Kes.” *** * http://tinyurl.com/sonrarnavut ** http://tinyurl.com/sonratuncay *** http://tinyurl.com/sonrarnavut2 İvan Divandelen
MORUN BİNDEN FAZLA TÜRÜ VAR BAĞĞZEN Önder abinin bi’ anahtarlığı var Önde yazar harf harf Bir gün sordum, Abi neden R yok? Çünkü dedi, Bizde re yok. Yani sevgilim, durum böyle. Biz küçük semtlerin cuma pazarlarında Ciğer kurutmaca oynadık hep. Yani bir defa seviyorsak Yine severiz Bizde re yok. Fyodor Yükseloviç Muratcanovski
Kitap Falı: Samuel Beckett “ Sıradan Kadınlar Düşü” O adam herr zaman aradığım adam mı? Aptal adam! Kuşkusuz bu açıdan bütün olarak bakıldığında kabul sınırına varmak için fazla estetik bir izleyiciydi. Önce içteki duvara tırmanacak, gergin gökyüzünden kocaman bir parça koparacak ve sonra tufanın ötesine, kabusun üzerindeki sessiz kuşağın içine çıkacaktı. Zavallı Hamlet kırmızı yeleğini ilikleyebilmek için karın yağlarını eritiyor ve göbeğini inceltiriyor. “ Bunca yıldan sonraaaa.” diye homurdandı adam sarsılmış bir halde, “ sen geceye bak.” Yalvarışın ıstırabı. “Çiçek açın!” diye seslendi şakayıklarına “ Çiçeklenin, Allah belanızı versin!” Hayır. En küçük bir kıpırtı bile yoktu. Fakat güzel Alba’nın tepesi atmış kafası durmuştu; neden bu halde ev dışındayım, Tanrım bu halde nasıl evden dışarı çıktım, bir ayyaş, bir balıkkız, su birikintisindeki bir kurbağa gibi? Kendi kendine ve kendi zevki için şarkı söylemeye, vurgulanması gereken tüm sözcükleri vurgulayarak ardıç kuşu gibi şakımaya başladı: No me Jodas en el suelo Como se fuera una perra, Que con esos cojonazos Me echas en el cono tierra…* *Beni yerlerde düzme / Bir orospuymuşum gibi / Bu pespayeliklerinle / Yerde süründürüyorsun beni… Buraya mı geliyorsun? Şişe hala yerinde, ceketinin göğüs cebindeydi. Ebediyen bütün’leşen ve geri dönüşsüz bir’leşen bizi. “Terk edildiğiniz sahillerde öldünüz…” tecahülihilal