ÖZGEN çorap
Akıncılar Mh. Hürriyet Cd. No: 14 ÖDEMİŞ Tel: 0 232 544 95 23 Fax: 0 232 545 56 95
“Vazgeçemeyeceðiniz tat Dereli Yoðurt”
1
Tmolos Edebiyat
TOZ DUMAN ARASINDA Günün tozu dumana katmış bir yarış atından farkı kaldı mı? Her adım attığımız yerden fışkıran yorumlanmaya muhtaç olaylar. Böylesi bir ortamın bana ya da topluma nasıl bir yararı olabilir? Böylesi durumlarda ya gardımı indirip pes edeceğim ya da yeniden tazelenmek için bir mola isteyeceğim hayattan. Yazının başlığına bakarak sözcüklerle ruhunuzu tozu dumana katmaya niyetlendiğimi sanmayın. Her zaman olduğu gibi yine yazma isteğim ağır bastı. Bırak, dedim kendime; avare avare gezmeyi bırak, başla bir yerinden yazının. Hiç ağaca tırmanmayı beceremedin, bari otur yazmayı dene. Belleğin süzgecinden akıp gidenleri şöyle bir kolaçan et. Belki öğrenirsin, balığın kavağa nasıl tırmandığını. "Geceleri korkulu yollara gittiniz mi/Biz çok şeyi vakit yok pek kısa geçiyoruz/Limanda bilinen gemiler oysa açıklardadır/Kullanırız bir sözü ama hangi anlamda?" (1) Günlük bir olayla debelenmektense Behçet Necatigil'in yukarıya aldığım dizelerindeki gerçeğin ne olduğunu aramalıyım. Bir şairin sözcük seçerken gösterdiği titizliğin onda birini yöneticiler gösterebilseydi bu ülkede işler daha iyi gider, ulusal gelirimiz bugüne oranla en az beş kat fazla olabilirdi. Son zamanlarda rastladığım kimi kişiler, -beni okuryazar bildiğinden- 15 Temmuz ve sonrası gelişen olaylar hakkında ne düşündüğümü soruyor. Bunu soranların kafasında oluşan önyargının ne söylesem kırılmayacağı ortadayken ne diye yorulayım. Çünkü onların derdi, kendi önyargılarının benimkiyle uyumlu olup olmadığını öğrenmek. Söz savurmak yerine karalamayı yeğlerim. Bunu yaparken de, sözcükleri ölçer, tartar, anlamları üzerinde kafa yorarım. Bu toz duman arasında bir haber dikkatimi çekti: Dünyada 4300 din olduğu saptanmış. Çok şaşırtıcı bulmadığımı söylemeliyim. Demek ki, bu yerkürede İslam dininden habersiz milyarlarca kişi yaşıyor. Her dinin de kendi içinde tarikatlara bölündüğü varsayılırsa çok karmaşık ritüellerle yaşam sürdüren onbinlerce farklı dinsel grup var, her birinin amaç ve yöntemleri farklı. O gruplarda öyle ilginç şeyler yaşanıyor ki, okuduğumuzda beynimiz ister istemez toza dumana karışıyor. Ütopya denen hayal ülkesi sanki her biri. Sonu nereye varacağı belli olmayan bir korku tünelinde yaşıyoruz adeta. Necatigil: Hani, “Geceleri korkulu yollara gittiniz mi”. diyor ya, o, galiba korkulu yollardan gece geçmiş. Ben geçmedim o yollardan geçmesine de bu dize beni çocukluğuma götürdü. Yaşlı büyüklerimiz geceleri mezarlık yolundan gidilmez derlerdi, beyaz çarşaflı hayalet öyküleri anlatarak hemencecik uykuya yollarlardı. Evimizin önünden geçen yol kasaba mezarlığına giderdi. Yaşadığımız çevreye uyumlu bir korkuyla büyütüldük ki mezarlığı nadiren görenlere göre oldukça fazlaydı. Doğrusu evimizin önünden gün aşırı bir tabut ve arkasında yürüyen hüzünlü, asık suratlı kalabalıklar geçerdi. Sanırım o günlerden kalma bu korkuyu aşmam pek kolay olmadı. Yıllar geçtikçe korkunun boyutu değişti; 'Biz çok şeyi vakit yok pek kısa geçiyoruz' diyerek geçip gittik. Toplumsal korkularımızı halının altına süpürerek yok kabul ettik. Hayal gemilerimizle çıktığımız yolculuklarda fırtınaya tutulduk, alabora olduk. Hep bir umutsuzluk rüzgârıydı bizi yıldıran. Korkuların öğrettiği gerçeğin arkasına saklandık. Sözcüklerin en güvenilir liman olduğunu geç öğrendim. O gün bugündür Necatigil'in de haklı olarak sorduğu şu sorunun peşinde koştum; “Kullanırız bir sözü ama hangi anlamda?” Sözcüklerin derin sularında yüzmenin ayağımın yere bastığı sulardan daha güvenli olduğunu okudukça,
Ömer AKŞAHAN sorguladıkça öğrendim. Ama hayat da edebiyat da Cemil Meriç'in dediği gibi: “Kimi zaman içine düşmekten kurtulamadığı bir kuyuya benziyor.” (2) Cemil Meriç'i doğrulayan DİP şiirinin tam sırası: “bütün acılar/kuyunun dibinde/çekecek ne kova var/ne de ip/yaşamaksa/her gece/fondip” (3) Peki, suyun kirlettiği yüz olmayı kim ister? Sözcüklerin taşıdığı anlamları, hangi durumda, nasıl kullanılacağı bize öğretilmediği gibi suyun içerdiği anlamları da öğrenemedik. Sünger avcılarının her gün bir ölüm haberiyle sarsılarak yaşadıklarını bilmiyorduk. Şehir şebekesinin adını duymadık. Tulumbalardan yavan sular içtik. Anam külle karıştırdığı yağmur suyunda çamaşırlar yıkardı. Kızılderili şefi John Fire Lame Deer'in dediği gibi: “Özel mülkiyete çok büyük önem verecek kadar uygarlaşmamıştık. Para nedir bilmiyorduk; bu yüzden bir insanın değeri serveti ile ölçülmezdi.” Zaman geçtikçe kimyasallar suyumuzu kirletti. Bunu da geç fark ettik. Temiz çamaşırların “Mintax'la canım Mintax'la” reklamlarıyla olacağına inandırıldık. Her şey gibi eğitim de özelleşti. Şimdi parası olanların borusu ötüyor. Para, yüzme havuzu yoksa okula kayıt yaptırmayız, diyerek tehdit ediyor okulu! Oysa devlet okullarında bırakın havuzu, sağlam bir binada öğrenim görmeyi bile şans olarak gördük. Bu toz duman arasında Lidyalı atalarımızın bulduğu paranın egemenliğine itirazım var. Her şeyimiz parayla kirletildi. Oysa paranın geçerli olmadığı bir toplumda su gibi ruhlar da temizdir. Böyle temiz bir toplumda yaşamayı kim istemez? (1) Behçet Necatigil (AÇIK) Türk Dili, 156, 1 Eylül 1964 (2)Gözleri Görmeyen İki Adam, Cemil Meriç / Jorge Luis Borges, Sefa Kaplan, s.343, Everest, 2016. (3)Söz Atlası, Ömer Akşahan, Tmolos Yayını 1, 2015.
29 HARF Hiçbir yoklamada bulunamadım, Geç kaldım bütün çağrılara. İmgelerim ki külden süpürme, elekten geçirme, Ki onlar hep ölümü anımsatır bana. Göçle başlayıp göçle bitti yollarım, Bir yalnızlık buldum kendimi bulduğumda. Suyuma bakan da beni göl sanıyor; Yirmi dokuz harfim; yirmi dokuzu da yara... Figen SARİYE
TAŞLI KUYUMCULUK SARRAFİYE M. Mehmet - Mehmet TAŞLI ÖDEMİŞ PTT Yanı Tel: 0232 543 27 34 KİRAZ Cumhuriyet Mh. İnönü Cd. No:13 Tel:0232 572 32 37 BEYDAĞ Belediye Yanı
2
Tmolos Edebiyat
KUŞÇUBAŞI EŞREF HARBİYE'DE
K
uşçubaşı Eşref'in Harbiye mezunu olmadığı, Harbiye'ye ne zaman girdiği ve ne zaman mezun olduğu, Harbiye, Kara Kuvvetleri Komutanlığı Arşiv Daire Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı kayıtlarında görülmediği ileri sürülür. Kuşçubaşı'nın Harbiye'de eğitim almadığını ileri sürenler, Dr. Philip H. Stoddard ve Cemal Kutay'ın yazdıklarına kar-şı çıkarlar. Dr. Stoddard'ın başlangıçta doktora tezini daha geniş tarihleri içerecek biçimde '1908-1918 Döneminde Osmanlı Devleti ile Arap Milliyetçi Hareketi Arasındaki İlişkiler'i kapsayacak biçimde düşünmüştür. Stoddard, 1955-1957 tarihleri arasında Türkiye'de, 19611962 yılları arasında da Mısır'da bu konuda yazılmış literatürü taramış, tezini hazırlanmıştır. Tez danışmanı Princeton Üniversitesi Profesörü Lewis Thomas, tezi geniş kapsamlı bulmuş, daraltmasını istemiştir. Stoddard, danışmanın isteğini yerine getirerek tez konusunu Enver Paşa'ya bağlı olan Teşkilat-ı Mahsusa üzerine yapmaya karar verir. Ancak araştırmaları bu kapsamın da doktora tezi için çok uzun olacağı düşünülür. Stoddard bunun üzerine tezini The Ottoman Government and the Arabs, 1911 to 1918: A Preliminary Study of the Teşkilat-ı Mahsusa olarak sunar ve kabul görür. Bu tez, 1993 yılında Teşkilat-ı Mahsusa adıyla Türkçeye çevri-lerek yayımlanır. Stoddard tezini hazırlarken Cemal Ku-tay'a da başvurmuş ve Kutay'dan Kuşçubaşı Eşref'in Malta'da sürgünde olduğu sırada yazdığı Hayber'de Türk Cengi adını verdiği anıları Alman malı, ciltli, el yazısı daha okunaklı olduğu için arkadaşı Muhittin Birgin tarafından yazılan 153 sayfalık deftere ulaşmıştır. Stoddard bu defterdeki anıları Teşkilât-ı Mahsusa, Arabistan, Sina ve Kuzey Afrika Müdürü Eşref Bey'in Hayber Anıları- Hayber'de Türk Cengi adıyla yayına hazırlamıştır. Kitap bu adla Arba Yayınları tarafından 1997 yılında yayımlanmıştır. Eşref Bey'in babası Mustafa Nuri Bey, Sultan Abdülaziz'in Reşit Bey'den sonraki Kuşçubaşısıdır. Cemal Kutay, Kuşçubaşı Eşref'in damadıdır. Kutay kayınpederi Kuşçubaşı'nın anılarından yararlanarak Birinci Dünya Harbinde Teşkilat-ı Mahsusa ve Hayber'de Türk Cengi adını verdiği kitabı 1962'de Tarih Yayınları arasından çıkardı. Kitapta her ne kadar Kutay'ın yorumları yer alsa da büyük bölümünde Kuşçubaşı'nın anıları vardır. Her iki kitabın dili de bugünkü Türkçeden uzaktır. Stoddard, anılan kitapta Eşref Bey'in Beşiktaş'ta Hamidiye İlkokulunu bitirdikten sonra Sultan Ab-dülhamit'in emriyle Kuleli Askeri Lisesi'nin saray memurlarının çocuklarına ayrılan 'Sınıf-ı Mahsusa'ya kaydolduğunu yazar. Eşref Bey burada taşkınlıklar yapınca, kaydı alınarak Edirne'ye gönderilir. Üç yıl Edirne'de okuyan Eşref Bey, İstanbul'a döner. Stoddard, Eşref Bey'in İstanbul'a dönüşünden sonra Mekteb-i Harbiye'nin süvari bölümüne girdiğini yazar. 1898'de Makedonya'daki bir süvari alayına atanır. Stoddard ve Kutay'ın yazdıkları kimi araştırmacılarca doğru kabul edilmez.1 Ahmet Efe, Efsaneden Gerçeğe Kuşçubaşı Eşref 2 adlı kitabında Kuşçubaşı'nın Harbiye'den 'mezun' olmadığını yazar. Kendisiyle yapılan bir söyleşide de; “Kuşçubaşı Eşref'i kahraman olarak gösteren kaynaklarda Kuleli Askeri Lisesi ile Harbiye'den mezun olduğu ve muvazzaf subay olduğu anlatılır. Ancak bu okullara ne zaman girdiği ve ne zaman mezun olduğunun belirtilmemesi dikkat çekicidir. Gerçek ise kesinlikle Harbiye'den mezun olmadığıdır. Kara Kuvvetleri Komutanlığı Arşiv Daire Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı'nın arşiv belgelerinde kesinlikle hiçbir kaydı bulunmuyor”3 notunu ekler. Kuşçubaşı Eşref'in Harbiye'de okuduğunu Kazım Karabekir de doğrular. Karabekir Kuleli'yi bitirip Harbiye'ye kaydolduğunda, sekiz kısımdan kendi sorumluluğuna verilen kısmın en belalı öğrencilerden oluştuğunu Hayatım adını verdiği anılarında belirtir. Belalılar sınıfına verilmesinin nedeni Kuleli'de de böyle bir sınıfın sorumluğunu alması ve onları 'zapturapt' altına alarak iyi idare etmesidir. “Kuleli'deki sınıf zabitlerimiz benim zapturapt kuvvetimi Harbiye'deki zabitlerimize anlatmışlardı” diye bu kısmın kendisine niye verildiğini anlatır. Karabekir'in Kuşçubaşı ile olan ilişkisi de, onunla aynı sınıfta
Halit PAYZA olmasındandır. Karabekir Kuşçubaşı Eşrefi 'sınıfın en kuvvetlisi', 'pehlivanlarla güreşen', 'kuvvetli', 'öğretmen masası üzerinde iki eli üzerinde kalkarak hareket eden' biri olarak nitelendirir. Onun ayrıcalıklı oluşunu 'Padişahın Kuşçubaşısının oğlu olmasına' bağlar. Dersten önce yoklama alınır, derste olmayanların isimleri yazılarak karşılarına nerede olduğu açıklamaları eklenir. Karabekir'in yoklama listesinde Kuşçubaşı Eşref var gösterilmektedir. Ancak Kuşçubaşı'nın derste olmadığı anlaşılır. İkinci bir yoklama yapılır. Sınıfın pencereleri demir parmaklıdır. Demir parmaklıkların duvara tutunduğu yer sökülmüş, parmaklıklar kapı gibi ardına kadar açılabilir hale gelmiştir. Yoklama alındıktan sonra isteyen buradan çıkıp gidebilmektedir. Kuşçubaşı Eşref kendisini şikâyet edenin Kazım Karabekir olduğunu öğrenir. Kazım Karabekir'den izleyelim; “Paydosta bir iki uslu efendi ile yalnızdım. Eşref geldi bana çattı. 'Sen bizi niye zabitlere şikâyet ettin? Sanki bize karşı ne yapabilirler? Sana karşı hürmetimiz vardı. Fakat böyle giderse külahları değişiriz, bana bak!' dedi. Yerimden bile kıpırdamadım. Çünkü onunla vuruşacak kuvvetim yoktu. Ondan pek küçük ve çok da kuvvetsizdim. Bana yardım edebilecek kimse de yanımda yoktu. Sözle bunu yere vurmaktan başka yapacak bir şeyim yoktu. Susmak da onu cesaretlendirmekti. Belki bana vurabilirdi. Sükûnetle dedim ki: 'Eşref Efendi ben seni mert bir adam tanıyordum. Bu sözlerin beni şüpheye düşürdü. İstiyor musun ki sizin yaptığınız bir kabahat için ben ağır bir ceza yiyeyim… Çavuşluğumu alacaklar ve beni idaresizlikle itham edecekler. Bu hâl istikbalimi de mahvedebilir… Ben zannediyordum ki sizin için benim ceza görmekliğimi ben istesem bile sen istemezsin. Hâlbuki ben sizlerin yerine ceza görmeyi de istemiyorum. Hususiyetle size zabitlerin dahi bir şey yapamadığını gördüm. O halde beni ezdirmekte mertlik nerede?' Eşref şaşırdı… Şikâyette hakkım olduğunu tasdik etti ve 'Minareyi çalan kılıfını hazırlar' dedi. Ben de, 'O halde çalacağınız daha başka minare varsa vaktiyle kılıfını da hazırlayın da kabahatiniz için bizim gibi uslu ve çalışkan efendileri vukuat sahibi imiş gibi cezaya çarptırmayın' dedim. Savuştu gitti…” Kuşçubaşı Eşref daha sonra sürgüne gönderilir. Semih Nafiz Tansu da İki Devrin Perde Arkası adını verdiği kitabında Kuşçubaşı Eşref'in Harbiye'de okuduğunu, Ye n i b a h ç e l i Ş ü k r ü B e y ' i n 4 s ı n ı f arkadaşlarından olduğunu yazar. Philip H. Stoddard Kuşçubaşı Eşref'in mezuniyet tarihini 1898 olarak verir. 1898'de Makedonya'daki bir süvari alayına atandığını belirtir. İki yıl sonra Kuşçubaşı Taif zindanına atılacaktır. İttihat ve Terakki'ye katılması ise 1907'de olur. Görüleceği gibi Kuşçubaşı Kuleli'yi bitirmiş, eğitimini Harbiye'de sürdürmüş, bitiremeden sürgüne gönderilmiştir. Makedonya'da süvari alayında görev yapması da askeri okulu bitirdiğinin kanıtı olarak düşünülebilir. 1.Kuşçubaşı Eşref'in Teşkilat-ı Mahsusa'da görev almadığı itirazını bu yazı kapsamı dışında bırakıyorum. 2.Bengi Yayınevi, 2007. 3.Türk İstihbaratının kurucusu vatan haini miydi? Sabah, 17 Aralık 2007 Pazartesi. Gazete Vatan üzerinden erişim tarihi: 19 Mayıs 2016. Söyleşiyi yapanın adı verilmemiş. 4.Ahmet Şükrü Oğuz (d. 1881, İstanbul) - (ö. 22 Mart 1953, İstanbul), Türk siyasetçi. Harbiye ve Avusturya Ordusu Atış Okulu mezunudur. Bölük Komutanlığı, İstanbul Piyade Atış Okulu Öğretmenliği, İstanbul Merkez Kumandanlığı Askerî İnzibat Subaylığı, Harbiye Nezaret Yaverliği yapmıştır. Sarıkamış, Çanakkale ve Anafartalar savasında bulunmuştur. Meclis-i Mebusan Muhafız Tabur Komutanlığı, Hücum Taburu Kuruculuğu ve Genel Karargâh Hücum Şubesi Başkanlığı, İstanbul ve Havalisi Kuva-yi Milliye Komutanlığı, Kocaeli 11. ve 38. Alay Komutanlıkları, Konya 4. Depo Alay Komutanlığı, TBMM I. Dönem İstanbul Milletvekilliği, Divân-ı Riyâset İdâre Memurluğu yapmıştır. Kırmızı-yeşil şeritli İstiklal Madalyası sahiplerindendir. Çerkez Sürgünü sonrası İstanbul'a göç eden bir Ubıh ailesindendir. Harp Okulu'nu bitirerek teğmen rütbesiyle orduya katılmıştır. Kardeşi Yenibahçeli Nail Bey'le birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin militan kadrosu içinde yer almıştır. I. Dünya Savaşı sırasında Teşkilat-ı Mahsusa'da ve I.dönem İstanbul milletvekili olarak TBMM'de görev yapmıştır. Gürcüler TBMM'nin verdiği nota üzerine Artvin'i boşalttıktan sonra, Artvin ilini TBMM adına teslim almakla görevlendirilen ordu birliğinin başında görev yapmıştır. 1926 yılında İzmir Suikastı davasında idamla yargılanmıştır. Kendisi beraat etmiş, kardeşi Nail idam edilmiştir. Hukuk Fakültesi'ni bitirmiş, ticaret ve müteahhitlik işleriyle uğraşmıştır. (Vikipedi)
3
Tmolos Edebiyat
EFE VE EFELİK KÜLTÜRÜ
E
feler ulu ağaç gibi kökü toprağında, başı göktedir. Gözleri keskin bakışlı, dumanlıdır başları. Efe oyuna başlarken oyun alanına eliyle bir daire çizer, sonra da yayla dumanı gibi ağır ağır kalkar kolları. Ayakları üzerinde yaylanarak diz vurur toprağa, buralar benden sorulur dercesine bir meydan okumadır bu. Az konuşur çok şey anlatırlar efeler. Ağızlarından çıkan söz namludan çıkan mermi gibidir, geri dönmez. Efeler doğa sevdalısı, onurlu, dik duruşlu soylu kişilerdir. Haksızlığa, baskı ve zulme başkaldıran isyancılardır. Ben de onların sınırlarını çizdiği kutsal topraklara kalemime saplayarak onların öyküsünü yazıyorum. Efelerle efe gibi görünen “çalıkakıcı” dediğimiz adi soyguncu, ırz, namus düşmanlarını birbirine karıştırmamak gerekir. Çalıkakıcıların efelikle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Efelik ruhunun haksızlığa karşı duruşu, haklıdan, halktan yana olup zenginden alıp yoksula vererek “yoksul babası” oluşları, doğa yasalarını çiğnemeyen dağların özgür yiğitleri, beni hep etkilemiştir. Dağda, kırda, bayırda, nerede olursa olsun bir efe, zeybek havası duysam, bir tuhaf olur içim, çok duygulanırım. Duramam oturduğum yerde, kaynar kanım. 600 yıl Osmanlı Devletinin baskı ve zulmüne başkaldıran bu soylu insanlar, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda Ege Bölgesinde ilk örgütlü başkaldırıyı yapıp, bir yıl üç ay direnerek, Mutafa Kemal Paşa'nın düzenli orduyu kurması için gereksinim duyduğu zamanı ona sağlamışlardır. Özgür düşünceli, doğa sevdalısı efelerin giysileri de doğayla bütünleşir. Kırmızı başlığı rengarenk dağ çiçekli iğne oyalarıyla bezelidir. Bu coğrafyanın efe ressamı olan M. Ali Kasap, efelerin soylu duruşlarını tuvale dökerken onların aşklarını, hüznünü, sevincini, kaygısını ve mutluluğunu çok güzel anlatmaktadır. Bu yörede efe dendi mi kadın erkek anımsanmaz, yiğitlik ve soyluluk anımsanır. Efelik kadın erkek işi değil yürek işidir. Efe kadınlarımız da erkek efelerimiz denli efsaneleşmiş:
Etem ORUÇ Gizemli Yalnız Efeler, Çete Ayşeler, Çiftlikli Kübralar, Ayşe Çavuşlar, Gördesli Makbuleler de ünlü efelerimiz kadar kahramanlık göstermiş, bu topraklar için ölmesini de bilmişlerdir. “Ferman padişahın dağlar bizimdir,” diyen, giyimi kuşamı kadar yaşam tarzları, kendilerine özgü asil duruşlarıyla da ilgimizi çeken bu efeler Ege'nin simgesidirler. En zor koşullarda bile, “ Efesi var Ege'nin eğilmez Türk'ün başı” derler. Bozdağ, Aydın Dağları, Karıncalı Dağ, Beydağ, Madran Dağı efelerin efsaneleriyle doludur. Bu yörede efe, ağabey anlamında kullanılsa da daha çok koruyucu, güvenilir kişi anlamındadır. Halkımız Ege'de doğan çocukların yarısından çoğuna “Efe” adnı koyarlar. Adına türküler yakılan bu yiğit, kahraman insanlar bir o kadar da alçakgönüllüdürler. Kurtuluş Savaşına katılanların bir çoğu “İstiklal Madalyalarını” bile almaya gitmediler. “Biz yurdumuz için görevimizi yaptık, madalya da ne demek,” dediler. Kadın ve erkek efelerin oyunlarındaki incelik, narinlik, sevda yüklü yenleri, uçuşan etekleri, dağdonuyla diz vuran bilekleri, yerden göğe sıçrayan yay gibi duruşları, doğa ananın baharda cansuyu verişine benziyordu. Kara gözlü dik bakışları, dağları titreten haykırışları tam bir yiğitlik simgesidir. İşte ben, yüzyıllardır haksızlığa karşı halkımızı koruyan, kollayan, ekmeğini, aşını paylaşan, ölümü öldürmeyi bilen bu kaharaman, yiğit insanların destanlaşmış öykülerini, türkülerini, tarihini yazıyorum. İlk dağa çıkan Birgili Cennetoğlu, Sultanhisarlı Kadıoğlu, Atçalı Kel, Yağdereli Sinanoğlu, Gizemli Kadı Efe, Yörük Osman, Çakıcı Mehmet Efe ve Kurtuluş Savaşına omuz vermiş Demirci Mehmet Efe ve Yörük Ali Efe'den yurt sevdası adına öğreneceğimiz çok şey var diye düşündüğüm için kitaplarını yazdım. Tarihine ve kültürüne sahip çıkmayan ulusların coğrafi sınırlarını düşmanları çizer.
III. SONE
ACI TARİH
Anılar, umutlar ve hayallerle dolu evlerde; Ezici ve utanç veren tablolar görüyorum. Hakikatin ki sallanırken yiğitçe beşiğinde, Dipdiri günlerin kokusu gelir, duyuyorum. Kırık düşler, hep anımsattığında alevli gözler; Bitsin şarkılar, ne olur, fırtınalar dinsin! Yüreğe, mutluluk saçar, dolunay gibi yüzler; Harika bir parıltıdır bu, ne olur bitmesin! Kendi iç dünyamızda, sevgi bir gökyüzüdür; Duygular ki beste olur, umudun gökkuşağına. Sevmek bir yana, kadınlar ki aşkın yüzüdür; İlk günahla gelindi ve aşkla gidiliyor Tanrı'ya.
Ne çok yandı insanlık! Cellat bilmez sevmek hamurunu Ki kaynıyor dev kazan, insana insan gerek...
Vakti geldi, geldi vakti, artık beklenmez gönlüm! Ateşin ve aşkın esrarını çözmenin, şimdidir vakti. Ahmet AVCI
Susmuş su Madımak'ta Yüzü kıpkırmızıymış ateşin Telli duvağım çiçeklerini saklarmış Az ötemde yanıyor can'lar... Yutkundum: aşkına korkuluklar devrilmedi aşımıza bir tutam sevinç yetecek mi? doymuyor yüreğim, acı eliyle tarihin." Buket DÜZGEN
4
Tmolos Edebiyat
GÜVENEBİLMEK
K
işiler arası tutum ve davranışlarda en çok hayal kırıklığına yol açan güven duygusudur. Güvenmek demek, herhangi bir kişinin, varsayılan koşullarda öngörülen bir davranışta bulunacağını kabullenmektir. Bir anlamda bu, bir kişisel ilişkide fal bakmak-hayal kurmak sayılabilir. Yani bir durumla ilgili bir insan davranışı hakkında kesin bir yargıda bulunmak bilimsel bir gereklilik oluşturmaz. İşin bilimsel tarafından olaya bakılırsa, genel olarak sosyal bilimlerde kesin kural veya yasalar oluşturmak mümkün değildir. Mesela sosyoloji biliminde kesin yasalar oluşturulmaz. Örneğin bir toplumda ekmeğe 100 kat zam yapıldığında insanlar fırıncıları linç eder veya fırınları yağmalar gibi bir hipotez kurulamaz. İş, insan ve toplum yaşamı olduğunda, neden-sonuç bağlamında bir kesinlikte kanıtlanabilir bir hipotez kurulamaz. Zaten sosyoloji deney yöntemi kullanmaz. Deneyi ancak politikacılar, yönetsel güçler yapar. Gözlemsel veriler de her popülasyon için genelleme yapmaya elverişli değildir. Çünkü her toplum biriciktir, hatta her zaman dilimindeki durumlar da. Bir derede iki kere yıkanılmaz vurgusundaki, durumlar gibi. Dolaysıyla sosyoloji daha çok yüksek olasılıklarla ilgili genellemelerde bulunur. Şimdi gelelim kişisel davranışlarla ilgili ruhbilimsel dayanaklara. Sosyal yaşamla ilgili kestirimlerin olasılık içermesi gibi, kişisel davranışlar da olasılık içerir. Genç bir bilim olarak psikoloji, davranışların nedenleri olarak, çeşitli nedenler ve kategoriler oluşturmuştur. Bazı kategorileri örneklersek; fizyolojik özellikler, öğrenilmiş-geçmiş deneyimler, bilişsel süreçler, doyurulmamış-engellenmiş ihtiyaçlar, sosyal etki gücüne bağlı durumlar ve yaşa bağlı gelişimsel özellikler gibi. Yeri gelmişken gelişimsel değişim özellikleriyle ilgili durumu Can Yücel şiirinde görebiliriz. 20 YAŞ, 35 YAŞ, 40 YAŞ VE BUGÜNKÜ BEN -Şunları bir araya toplayayım. Bir güzel muhabbet edelim- diye düşündüm. Mutfak işinden de anlarım. Donattım sofrayı. Bayağı uğraştım. Hepsinin, ayrı ayrı ne yemekten, ne içmekten hoşlandığını iyi bilirim. Bayağı da para gitti. Birinin yediğini öbürü yemez. Ötekinin içtiğini beriki içmez. Dört kişilik sofra kurdum. Mumları da yaktım. Bak hepsi, Erick Satie severdi. Hatırladım. Müziği de ayarladım. Geldiler. 20 yaşında ben, 35 yaşımda ben, 40 yaşımda ben ve bugünkü ben dördümüz. Birden 20 yaşımı, 35 yaşımın karşısına oturttum. 40 yaşımın karşısına da, ben geçtim. yirmi yaşım, otuz beş yaşımı tutucu buldu. Kırk yaşım ikisinin de salak olduğunu söyledi. Yatıştırayım dedim. -Sen karışma moruk- dediler. Büyük hır çıktı. Komşular alttan üstten duvarlara vurdular. Yirmi yaşım kırk yaşıma bardak attı. Evin de içine ettiler. Bende kabahat. Ne çağırıyorsun tanımadığın adamları evine ...
Cemal ERGEN Demek ki çocukluk veya gençlik döneminde tanıdığımız bir arkadaşımızı ileriki zamanlarda aynı şekilde güvenmemiz çoğunlukla yanıltıcı olacaktır. Öte yandan bir tutum veya davranışın hangi özelliğe bağlı olarak ortaya çıkacağı çoğu zaman değişkenlik gösterebilir. Sözünde durmak itibarı baskın ve öncelikli bir neden iken geri plana itilebilir. Anlık maddi çıkarlar duygusal karmaşalar hiç umulmadık zamanda başat neden olarak öne çıkabilir. Yani sözünün eri olmak, mert olmak adaletli ve hakkaniyetli olmak ve bunların onurunu, gururunu ve itibarını yaşamak hazzı maddi çıkarlara kolaylıkla feda edilebiliyor. Kısaca formüle edersek, 3-5 tabak daha fazla köfte yemek, saygı, sevgi duyulmaktan daha değerli kılınabiliyor. Ancak olay birilerini kandırarak üç kuruşluk konfor yaşamakla bitmiyor. Akabinde acı ot yiyen bir ineğin sindirim sonrasında karşılaşacağı sorunlara benzer ruhsal zehirlenme, kişinin iç dünyasında çelişkili çalkantılar, doyumsuzluk, psiko-sosyal açlıklar olarak örtülü sorunlara yol açabilir. Güven duyan kişiden kaynaklanan yanılmalar da söz konusu olabilir. Hani “sevdiklerimizin iyi yanlarını sevmediklerimizin kötü yanlarını görürüz” vurgusunda olduğu gibi algısal seçicilikler de yanlış temele dayalı güven duygusu oluşturabilir. Taş uzaktan gelmez, deyişinde olduğu gibi, sosyal yaşamda aşırı güven duyulan kişiler genellikle yakın çevredendir. Çünkü yakınlarına güvenen kişi, en çok onlara karşı savunmasızdır. Yine insanoğlu çiğ süt emmiştir, deyişi kalleşlik yapanları haklı çıkarmaz. Hayvanlar alemindeki güvensizlik durumları insanlarınkilerin binde biri etmez. Belgesellerde görüldüğü gibi, bir kuş cinsi ağzını açmış vahşi bir hayvanın dişlerini temizleyebiliyor. Örnekler çoğaltılabilir. Her şeye rağmen, güven duymak sosyal yaşamın olmazsa olmazlarındandır. Uygarlık, birbirine güvenen, işbirliği içinde dayanışan insanların sayesinde gelişecektir. İyimser bir öngörü olarak, “Ona güvenmiştim, yanılmamışım,” demenin bahtiyarlığını her ölümlü bir gün tadacaktır. Mantık biliminin çelişmezlik ilkesi herkes için geçerlidir. (Bir şey ya A'dır ya da A olmayandır. Üçüncü hal imkansızdır)
DENİZDEN DENİZE AYRILIŞ “Atamam kendimi denize Serde erkeklik var, ağlayamam” Orhan Veli Yırtılan ayakkap'nın yerine alınan yenisi! Eksikliğimi öde Bir keresinde o ayakkabıyla… -Anlatamam, sana alışmak var değiştirdiğin dünyaya da Zor. Tanısam, tanımasam efkarlanırım artık yaşamayacaklara Örsan Gürkan APLAK
5
Tmolos Edebiyat
ASILMIŞ AŞKLAR ORMANI'NDAN NOTLAR XXIV KENDİNİ TANIMAK
E
n çok istediği kendisini tanımaktı. Bu çok bilinen kendisiyle yüzleşmekten farklı bir şeydi. Tam olarak beninin içinden çıkıp onu izlemesiydi düşündüğü. İçinden çıkan ben, onun yürüyüşüne, konuşmasına, sesine, en önemlisi düşüncelerine, davranışlarına bakacaktı. O, bende her şeyi eleştiren ben olduğundan içinden çıktığı beni eleştirecek ve adam da kendisinin ne olduğunu ne olmadığını anlayacaktı. Çünkü hiçbir arkadaşınız, dostunuz, sevgiliniz, eşiniz sizin beninizi tümüyle tanıyamazdı. O halde hiç kimsenin sizi tanıması mümkün değildi. Peki, düşünen beyinlerin en büyük arayışı evreni, dünyayı, ülkesini, toplumunu, çevresini, yakınındakileri tanımak değil miydi? Ama o daha tam olarak kendisini tanımıyordu. Şu zihinsel alan fena halde kafasını kurcalıyordu. Çünkü ona göre her şey oradaydı. Bireysel ortak alan bireyi, toplumsal zihinsel alan da toplumu yapıyordu. Zihinsel alanın ruhla yakınlığını düşünmüş ve garip bir biçimde aslında ruhun zihinsel alan olduğuna karar vermişti. Bir insan doğuştan başlayarak o alanı doldurmaya başlıyordu. Bunlar da kişiyi üretiyordu. Orada yaşanılan coğrafya, kültür, anılar, kişiler, duygular, düşünceler, inançlar, tabular, zevkler, özlemler depo ediliyordu. Ama her bireyin zihinsel üretim merkezinin deposuna koydukları çok farklı oluyor, dolayısıyla ürettikleri de asla aynı olmuyordu. Çünkü birey ne üretirse üretsin hammaddesi bu depodan geliyordu ve bu hammaddenin organik yapısı hammaddeyi oluşturan organik birleşenlerin oranı farklı olduğundan üretilen mutlaka farklı oluyordu. Kişinin tüm ürettikleri bu hammaddelerin niteliğine bağlıydı. Toplumların da. Bir başkası asla bu üretim merkezine giremez bu yüzden de orada üretilenlerin niteliğini tam olarak çözemezdi. Yazarların arayışları kendi yarattıkları kişiler aracılığıyla bu zihinsel alanı keşfetmek çabasıydı belki de. Ama o zihinsel alan ancak gerçek bir yaşamla kurulurdu. Yazarın romanında yarattığı kişi için oluşturacağı zihinsel alanın gerçekle en küçük bir ilişkisi olamazdı. Bize gerçek gibi gelmesi yazarın kahramanlarına kendi zihinsel alanında deformasyonlar yaparak bu alanı çoğaltıp eserindeki kişilere yapıştırmasıydı. Hiçbir yazarın; hiçbir eserinde, hiçbir kişinin yazarın zihinsel alanından kopuk olması mümkün değildi. Yazarları çözmenin en iyi yolu icat ettikleri kişilerin deforme edilmiş yanlarını atıp kalanları birleştirmekti. Ama hiç kimse yazarın zihinsel üretim merkezine giremeyeceğinden neyin deforme olduğunu da bilemezdi. İşte, “Tam olarak istediği beninin içinden çıkıp onu izlemesiydi.” derken bunu söylemek istiyordu. Bu yazarlık serüvenin anahtarıydı. Aslında her yazar her eseriyle, yarattığı her kişiyle kendi benini çoğaltıp onu dışarıdan izleyerek, inceleyerek kendisini tanımaya çalışıyordu. O halde “gerçek” neydi? Ya da sorun? Şimdi daha da netleşmişti. Kişi kendi zihinsel alanını en iyi tanıyabilecek kişiydi. Ama kişi, asla kendisine karşı nesnel olamayacağından, kendi zihinsel alanıyla ilgili yargıları doğru olamazdı. Bir başkasının ise kişiyi tanımasından söz edilemezdi bile. Çünkü kimse o zihinsel alana giremezdi ki. Bu durumda hiç kimse gerçek değildi. Tüm bunları yazarken “Kendini tanı” sözünün gerçekte bu olup olamayacağını düşündü: Yani kendi zihinsel alanını tanımak. Çünkü şimdiye kadar bu sözü kişinin yeteneklerinin, gücünün, bilgisinin sınırlarını bilmesi olarak değerlendirmişti. Oysa söylemek istediği farklı bir şeydi. Kişiyi yapan o zihinsel alana kişinin kendisi bile giremezdi. İçinden çıkıp ikinci bir ben olarak kendisine dışarıdan bakmadıkça… Sanatçıların, düşünce adamlarının, bilim adamlarının ve kişilerin farklılığı o zihinsel alanın yapısı ve niteliğiyle açıklanabilirdi.
Nail GÜÇ
İşte MSN'ye zihinsel alanını olabildiğince açmaya çalışması bu yüzdendi. Ortak özne olabilmek için. Yine de bunun sorusuna cevap olamayacağını çok iyi biliyordu. Çünkü defalarca vurguladığı gibi kişinin kendisi bile zihinsel alanının ne olduğunu keşfedemedikten sonra bir başkası nasıl o alanı tanıyabilirdi. Bir başkasının bu alanı değerlendirebilmesi için o başkasının kişiyle doğumdan itibaren aynı hayatı yaşaması bile hiçbir şey ifade etmezdi. Bu çok basitti. Yani psikiyatrların “çocukluğa inme” çabası, zihinsel alanın kan tahlilinden başka bir şey değildi. Neden her insan başkalarının özel dünyalarını merak ederdi? Daha evvelki gün okula gittiğinde yeni atanan müdür yardımcısının masasında duran kitabın üstündeki dosyayı kaldırıp kitabın adını ve yazarını görmeye çalışmasının nedeni ilk kez gördüğü bu kişinin zihinsel alanının ipuçlarını aramaktan başka ne olabilirdi?
AH BE MÜZEYYEN ABLA
Bir sepet elma çürüğü getirdim Müzeyyen abla Hüznü kucaklar gibi ısır, üstündeki kan kızıllığı Bir dağılmış dumanın saçlarıdır dalgalanan Öyle göç eder ki karanlık kuşlar, mevsim ninnileri Bir hüznü defeder gibi ısır Kan gülleri kuruttuğun dudaklarının kıvrımlarında Beni de büyüt be müzeyyen abla. Hani tutup getirsen kan güllerini Bir ölü bedeni sevsen göğü sever gibi Yadırgarım Elbet yadırganır yitikliği bir kadının. Bir melodi fısıldıyor aşk tanrıçası uzak bir kıyıda Seni alıp yanıma getiriyor köylü kadınları Ah be müzeyyen abla Seni seviyorum Aldırma. Ellerin sarsa dünyayı Ellerin ellerime bir düş için Sımsıcak… Çirkinliğim, benim kokuşmuş çirkinliğim Ne çok yağmura gebe Ne çok yağmur güz çiçeği. Bitap düşen bahçeme bakıp da Yadırgama beni n'olursun Hem bir sepet elma çürüğü getirdim bahardan Müzeyyen abla Kollarını dolasan göğün hırçın kuşlarına Bir kerecik saçlarımı okşasan Kitaplar okusak dolmuş duraklarında Seni bir kere daha görsem, ellerini ellerimle yoğursam Biliyorum, çok şey seni sevmek Ah be müzeyyen abla Bir kerecik. Emre DOĞAN
Tmolos Edebiyat
BU FOTOĞRAF KİME AİT EY ŞAİR?
“
Bazı oyuncular vardır, bunlar başlarına bir Napolion şapkası geçirdikleri zaman Napolion'a, saçlarını uzattıkları zaman Beethoven'e, bıyıklarını büktükleri zaman Wilhelm'e benzerler.” sözünü Malik Aksal'da okuduğum zaman sanat dünyasını -özellikle şairleri- şöyle bir tarayayım dedim, düğmeye bastım. Sahi sanatçı, başka kılığa bürünen mi, kendisi olarak kalan mı? Buyurun sanatçılar sofrasına. Bir şairin saçları dağınık olabilir, gönlü ince bir rüzgâra kapılmış olabilir, yaz günü tiril tiril gömlekler de giymemiş olabilir ama şiirinin dağınık olması, düşüncelerinin savruk olması affedilmez. Ha bunlar -yani giyimi kuşamı bize ipucudur o ayrı bir konu- sanatçının portresinin parçalarını bir araya getirmede yararlı olabilir. Sadece şairlerle sınırlamayalım, bütün sanatçılar bu çember içinde değerlendirilmelidir. İsterseniz söze bir alıntıyla başlayalım: “Borges'in seksen yaşında kendini kaybedercesine âşık olması, James Joyce'un hiçbir zaman Ulysses'i okumayan karısının nasıl biri olduğu, Cemal Süreya'nın Kadıköy sahilinde yürürken her an karşıdan Fazıl Hüsnü gelebilir düşüncesiyle ceketini ilikleyerek gezmesi, Turgut Uyar'ın, ardında kendi el yazısıyla oluşturulmuş hiçbir metin bırakmama ilkesi gibi ilginç bilgilerin ne kadarı edebiyatla ilişkilidir? Önemli olan, bir yazarın yaşam öyküsünün, yazarın yaratılarını yorumlamada ne kadar etkili olduğudur.” Demek ki haklı olduğumuz yanlar varmış. Gerçi benim gözümde koca Çehov'un, “Elinize su dökebilir miyim?” diye seslendiği sevgili Sait Faik, yazdığım her şeyin dışındadır. Diliyle, giyimi kuşamıyla avcılara ormanını teslim etmeyen bir çalı kümesidir o. İkinci bir yazar var mıdır, sanmam. (Yenilerden söz etmiyorum, hakkın rahmetine kavuşmuş olanlar tercihimdir.) Hikayecilerin kapısını çalmışken bir de bağımsız bir romancı büyüğümüzden söz etmeliyim: Hüseyin Rahmi. Ben oldum olası Gürpınar'a gıpta etmişimdir. Evindedir, üstünde entarisi, ayağında terlikler… Yüzlerce eldiveninden biriyle kapıyı açar, hasbelkader yabancı birisi konuk olmuşsa elini onlarca kez sabunlar, romanlarının karşılığı olarak aldığı sayfa sayısınca cumhuriyet altını aldığı rivayet edilir, allah daha çok versin (!)- ücreti kendi elini sürmeden cebine indirtirmiş. Yaşlılık resimleriyle karşıma çıktı hep nedense. Buruşmuş yüzünde yine de nur vardır. Dal boyuna kuşlar konar. Şairlere dönmeden araya canlar canı (Necip Fazıl'a göre, “Edebiyat Fakültesinde Tanpınar, ilmi ve bedii bir Moskova çeşmesidir”) Tanpınar'ı sıkıştırmak istiyorum. Ataç'ın, kıyafeti nedeniyle “Kırtıpil Hamdi” adını verdiği Tanpınar, bu yüzden olacak, roman kahramanlarının şık olmasına özen gösterir. Okur az daha dişini sıksın. Huzur'da Mümtaz'a ikinci derece kahramanlardan birisi olan Suad'a “Ne kadar güzelleşmişsin! Hem çok çok güzel olmuşsun. Bu hüzün sana yakışıyor. Bilir misin neye benziyorsun? Botticelli'nin meleklerine... Hani o Passion'da İsa'ya üç çiviyi verene...” dedirtir. Sizin de var mıdır bilmem, benim bir huyum var: Şairlerin okul kitaplarındaki resimlerine bakarak ruh hallerini anlamaya çalışmak. Divan şairlerinin sakallı halleri beni cezp etmezdi, bana itici gelirdi ancak kınadığım başıma geldi. Abdal ekini seyrekliğindeki sakalımın kesilmiş olduğunu
görenler bu halimi yadırgarlar. Tanzimat dönemini açtığımda Namık Kemal'in görkemli resmi, papyonlu hali, bakışlarındaki azamet müthişti, şair dediğin de böyle olmalıydı. Oğlu Ali Ekrem Bolayır, -soyadı sizi şaşırtmasın- babası için azametli bir portre çizer: “Namık Kemâl, gayet büyük yuvarlak başlı, pek yüksek alınlı, pembe çehreli, hiddetlendikçe çatılır az eğri kaşlı, koyu elâ gözlü, irice burunlu, fevkalâde güzel ağızlı, kırk yaşından sonra siyah denecek kadar koyulaşmış uzunca, kumral sakallı, kısaya mail orta boylu, şişmanca, omuzları geniş, elleri ayakları küçük bir insandı.” Ziya Paşa'nın -Avrupa sonrası padişaha yanaştığı için sevmezdim- fesli hali berbattı. A. Hamit Tarhan tam bir Avrupalıydı, eşi Fatma Hanım'ın ölümünden etkilenmemişti sanki. Şairin şanssızlığı mı nedir, üç eşini de toprağa verir vermez evlenir ve dördüncüsüyle ömrünü uzatır. Yaramış mıdır bu evlilikler onu da siz araştırın. Buraya bir mim koyalım. Necip Fazıl, Babıali'nin 137. sayfasında A. H. Tarhan için medhiyeler düzer: “ŞÂİR-İ ÂZAM lâkaplı Abdülhak Hâmid'i görünce insan, bunca İngiliz soylusu arasında Kraliçe Viktorya'yı hayran bırakan Bâlâ rütbeli bu Osmanlı Beyinin kıyafet ve tavır asaletine tutulmaktan kendisini alamıyor. Sultan Abdülaziz'in Londra'yı ziyaretinde kravatına âşık olduğu ve kendisine hediye edilmesini istediği genç sefaret kâtibi, işte 60 yıl sonraki haliyle! 80 küsurluk yaşına rağmen dökülüp gitmemiş ve beyazları arasında siyah telleri kalmış, yatık ve taralı saçlar… Açık, ferah, saygı ve güven verici, saray cephesi gibi bir alın… Sağdaki yukarıya kalkık ve çatık, bir çift hiddetli kaş… Göz kapaklarının ve gözaltlarının kıvrımlarında şahsiyet mühürü çizgiler… İstihâ habercisi irice bir burun, büyükçe kulaklar ve gayet zarif, rengi saçlarına denk bir sakal… İpekli ve (fantezik) bir yelek etrafında gayet biçimli ve ağır başlı bir (desen)den, henüz ütülenmiş ve hiç yorulmamış hissini veren bir kostüm ve harikulade bir çift potin… Sahibinin incecik, taraksız ve son derece endamlı ayaklarını sıkı bir eldiven gibi teşhir edici, (potisuet) konçlu ve düğmeli potinler… “ Necip Fazıl'a fazla güvenmeyin, neden mi? Bir paragraf kaleme almış ki okuyunca dondum kaldım. Buyurun birlikte okuyalım: “Hayat mecmuası idarehanesinde, Tatar Osman'ın çay ve kahvelerle ağırladığı heykelvari profesörler, 'Baykuş' şairi baykuş suratlı Halit Fahri, his kumkuması tonton yanaklı kekeme Nurullah Atâ, en marifetli hececi ve (ondüla) saçlı Faruk Nafiz… Ve kaş göz oynatma (tik)ine giriftar Genç Şair…” Ne dersiniz? Adam kendisiyle alay etmiş. Babıali'de Recaizade Ekrem, Galatasaray Lisesinde edebiyat öğretmenliği yaparken bir poz verir ki of of of! Çocuklarının (unutanlar için özellikle Nijad Ekrem) acısını içine gömer, belki A. Hamit Tarhan da öyle yapmıştır, günahına girmeyelim. Edebiyat-ı Cedide'den Tevfik Fikret'i anlatsam yeter. Kendi fırçasından bir Fikret portresi… Yüz hattı gergin, gözleri çakmak çakmak… Çok şık, bıyıkları yanaklarını dürter. Bildiğimiz bir şey var ki, sağında kimse yürüyemezmiş. Soranlara, “Orası eşime ait.” dermiş. Fikret'in iki dizesiyle Divan edebiyatının heccavı, gür sesli korkusuz adamı Nefi'yi çizilmiş görmek okura da keyif verecektir: “Bir yağız çehre, çatılmış iki hançer kaşlar/Yine hançer gibi keskin iki ma'nâlı nazar” Çekirge gibi zıplamanın zamanı geldi çünkü dönem dönem gidersem bu yazıdan bir roman çıkar. Ahmet Haşim'e
77
Tmolos Edebiyat
Barış ERDOĞAN özel bir paragraf açmak isterdim, üzülürsünüz. Belalısı -Arap Haşim diyen- Yahya Kemal'de Osmanlı padişahlarının heybeti görülür. Şiir benimle bitti dediği kadar da vardır. Y. Kemal'e Nişli Agâh diyen Haşim aslında şiirde daha dişlidir diyenler de çıkar aranızda. Beş Hececilermiş, Yedi Meşalecilermiş ilgimi çekmedi benim. Milli Edebiyat döneminden M. Emin Yurdakul, soyadına yakışır pozlar vermiş. Garip döneminde Orhan Veli'yi sıska, veremli bir çocuk gibi gördüm. Allahtan ki Oktay Rıfat, onun sıska halini yakışıklılığı ile örter. Dağlarca gök gürler gibi bakar, A. İlhan küçük dağları ben yarattım havasında -aslında en beğendiğim portrelerden biri de onunki-, Cemal'im -tabii Süreya- yüzüne kuş konmuş çocuk gibidir, Cansever'de malını peşin satan tüccar havası vardır -duyduğumuza göre ticarette kısa sürede iflas etmiş-, İlhan Berk ise Sait Faik'in öykülerinden fırlamış Panco… Mehmet Akif'i merak edenlere söyleyeyim tam bir derviş… Oktay Akbal için “…… ile ilk defa tozlu bir okul kitaplığı rafında karşılaştım.” cümlesi ondan başkası olamaz. Dal gibi bir öykücü… Tüneldeki Çocuk'tu belki, Lüzumsuz Adam'dı, ama has adamdı. Sait Faik'i ben bir kadına bakışıyla anlatmak isterim. Kendisine gülümsemesini beklediği kız, onun kadına bakışını da anlatır. Tahminim Leyla Erbil'dir ya da Leylalardan birisidir: “Onun esmer yüzü kıpkırmızıdır. O güldüğü zaman insanın yüzüne bütün saffeti, kadınlığıyla bakar. Onun kendisine güldüğünü gören her erkek aldanabilir. 'Nihayet… Oh! Nihayet, bana güldü. Benim için güldü. Benimle beraber olmanın hazzıyla güldü.' dememeye imkan yoktur. O kadar sana bakarak senin için güler ki… Halbuki onun sevinme, gülme tarzı böyledir. Kadınlara da, kız arkadaşlarına da, hocalarına da belki de anasına, babasına da böyle güler. Nihayet bu canlı, bu sana gibi gülüşün sırrı keşfedildi mi insanın kendine bir sual sormamasına imkan yoktur. Acaba sevdiği erkeğe bu kız nasıl güler?” (Medar-ı Maişet Motoru) “Ben kendi halimde yaşarım/Şapkamın altında” diyen, Mediha Sessiz'ini veremden yitiren Rüştü Onur'u çocuk yüzüyle hayal ediyorum; biryantinli saçları o çocuksu yüzüne veremden önce gölge düşürmüştür. “O yalnız şiir yazardı/Ve yağmurlu gecelerde/Elleri cebinde gezerdi” diyen M. Tayyip Uslu'yu Behçet Necatigil'in öğrencisi olduğu için daha çok severim. Gözlüğünün ardında şiirle alay eden ama şiirsel hava takınan bir sinema sanatçısı havası bulurum. Son şiirini röntgen kağıdına yazan Özdemir Asaf'ın renkli fotoğraflarını görmedim, sarışın olduğundan söz eden cümlelere rastladığımda, “Sende gördüğümü görecekler diye ödüm kopuyor”u mırıldanıp durdum. Dağlarca beni gözleriyle ne kadar korkuttuysa (keşke gülümseyen resimlerini kullansalar… gülümsediği zaman pörtlek gözleri küçülür daha sevimli olur) Nazım Usta o kadar rahatlattı. Hele avucunu sağ yanağına yapıştıran o çocuksu hali gözlerinin maviliğiyle bütünleşir, koca deryalara dönüşür. Hep şairlerden söz ettim durdum, denemelerinin ve anılarının tadı damağımda bir boğaz aşığı adam var: A. Şinasi Hisar. Edebiyatın muhtarı derim ona. Bir sandalyeye hafifçe kaykılmış, yanakları balon gibi şişmiş, mahalle muhtarına benzer hali böyle bir kanıya vardırdı beni. Benim en çok muhatap olduğum Cemil Meriç'tir, konferanslarını kaçırmazdım. Kızının kolunda girerdi salona; siyah gözlüklerinin ardında Batılı ajanlara benzerdi; yüzme bilmeyen bizlere çok şey sunardı. İç dünyasını merak ederdim,
yazdıklarından çıkarmam da olanaksızdı. Aslında yazarlar yazdıklarında ayak izlerini bırakırlar. Keyifle ama içiniz burkularak okuyacağınız bir alıntı burada tam zamanı: “Hem zengin bir yazınsal birikimi vardı hem de bilinçli bir okurdu. İlyada, Don Kişot, Hamlet, Madam Bovary, Suç ve Ceza, Yabancı gibi başyapıtlar derin izler bırakmıştı onda. Sık sık anıyordu bu yapıtları. Öte yandan yokluk ve yoksullukla geçen çileli, örselenmiş bir çocukluk dönemi yaşamıştı. O yaralı çocukluk günlerini anlatmaktan hiç çekinmiyordu, çekinmek şöyle dursun anlatırken kahkahalarla gülüyor, az sonra gözleri buğulanıyordu. Aslında anlattıkları hiç de gülünç değildi. Dinlerken içim burkulur, ağlamamak için zor tutardım kendimi. Kahkahalarının tınısında nasıl bir duygu gizliydi? Haz mı, acı mı, öç alma mı? Ayıramazdım bir türlü.” Bunca sanatçımızın çizildiği portrelerden sonra birkaç yabancı atmak yazıya hoş olur. Tolstoy bir sakal ormanı. V. Hugo, Sen nehrinin taşkın hali… Dudağına kepenek örtmüş Nietzsche bir düelloda yaralanır ancak yarası bir çizikten ibarettir. Onu da siyah gözlüğünün altında saklamayı başarır. Sevgili okurlarım, yüzlerini tüketemedim edebiyat dünyasının ama ben tükendim, siz de tükendiniz. Yeter. Son sözüm: Her şairin yatak odasında kendi dev aynası vardır başkalarının cüce kaldığı.
48 Bozuk saat, çiçek açar gece Yalnız şövalye Bir boşluk ki kilit Cam fanus Sessiz çığlık Kelimesi ziyan İtaatkâr beden Saf güzellik Tehditkâr bir sanat Kanla oluşan sıfat Çıkmaz sokak Kahkahan, yüzünde kül Yanık surat Kömür dudak Serçe parmak Yüzük kayıp Uçurumdan aşağı Aksın hikâye Sözlük Eksik sayfa Dördün sekizi Kristal otel Oda 48 Eksik rakam, sürtünür kapı boşluğuna Kurşun ıskalamaz Düşler delik deşik Yağmur ERDAL
Çiğ Köfteci Kadir’in Yeri Sofranızda Sağlık, Hijyen ve Lezzet
0542 731 03 56
ET Güveçte Kemik Kırığına Son
Sipariş Tel: 0232.544 92 83
Anafartalar Mah. Sağlık Cad. No.30/9 (Salı Pazarı Mevkii) ÖDEMİŞ/İZMİR
Saracoğlu Caddesi No:83/1-A ÖDEMİŞ/İZMİR
9
Tmolos Edebiyat
Hülya SOYŞEKERCİ
SAVAŞ CEHENNEMİ VE ÇOCUKLAR ülseren Engin yıllardan beri yazın dünyasında yer alan, birçok yapıta imzasını atan, çeşitli ödüller kazanan bir yazar. Engin; şiir, öykü, roman, tiyatro oyunları, makale ve anı gibi pek çok türde yazılar yazdı. İlk kitabı 'Yorgun Konak' 1989 yılında yayımlandı. 1993'te Ömer Seyfettin Öykü Ya-rışması'nda ikincilik ödülünü, 1994'te aynı yarışmada özel ödül aldı. Ödül kazanan öykülerinin yer aldığı 'Kaçış Düşleri' 1994'te yayım-landı. 1998'de 'Sıradan Öyküler' adlı dosyasıyla Yunus Nadi Öykü Birincilik Ödülü'nü aldı. 2000 yılında 'Kaçış Düşleri'nin ikinci bası-mı yapıldı. 2001'de 'Bozgun Dönemeci' adlı dosyasındaki öykülerle Orhan Kemal Öykü Yarışması birincisi oldu. 2001 yılında ise ilk romanı 'Cehennemde Bir Ada' yayımlandı. Son yapıtları ise 'Yorgun ve Yaralı' ve 'Ağlama Smyrna Döneceğim' başlıklarını taşıyor. Bildiğim kadarıyla 'Cehennemde Bir Ada', (*) 2016'ya kadar birkaç baskı yaptı. Bu ilginç başlıklı kitap, fazla gürültü koparmadan fakat etkili biçimde başarısını kanıtlayan bir yapıt olarak dikkat çekiyor. Savaşların tüm dehşetiyle acımasızca sürdüğü günümüzde, bu savaşlardan en çok etkilenenler kuşkusuz, dünyanın geleceği ve umudu çocuklar. Savaşların alevleri en çok, çocuk yüreklerini yakıyor; üstelik ne olduğunu kavrayamadıkları bir ateşin ortasında kalan çocuklar, tüm masumluklarıyla bu anlamsız bilmeceyi çözmeye çabalıyorlar. Savaş ve çocuk, yeryüzü yazınında birçok şiire, öykü ve romana konu olduğu gibi, resim, sinema, tiyatro gibi diğer sanat dallarının da önemle işlediği konular arasında yer alıyor. Şair, yazar ve sanatçıları derinden etkileyen bu duyarlı konuda söy-lenecek sözler bitmiyor ve bitmeyecek; savaşlar sürse de sanatçıların yapıtlarında barış ve çocuk sevgisi buluşmaya devam edecek. 'Cehennemde Bir Ada' savaşın tüm dehşetini çocukların penceresinden bakarak anlatan bir yapıt. Bu romanda cehennem; İkinci Dünya Savaşı'nın tüm korkunç cepheleriyle sürdüğü Avrupa'dır. Cehennemin ortasında yer alan, sığınılan ada ise İstanbul... Savaş felaketi, bu adaya sıçramamıştır o yıllarda. Polonya'dan ve Romanya'dan kaçan, göç yollarında çileler çeken, sonunda İstanbul'a gelen insanların iç parçalayan öyküleri... Birbirinden kopan insanların kavuşmak için didinmeleri... Büyük bir insani dramı yazar, sayfalar boyunca okurun iç dünyasına taşıyor, o acıları duyumsatıyor. Olaylar oldukça başarılı bir kurgulamayla düzenlenmiş 'Cehennemde Bir Ada'da. Roman, dört ço-cuğun farklı bakış açılarıyla anlatılan, aynı veya yakın günlerde fakat ayrı yerlerde geçen olaylardan oluşuyor. Sözgelimi, bir çocuk Polonya'daki bir gününü anlatıyor; başka bir çocuk ise aynı günde İstanbul Pera'da ailesi ve çevresinde yaşananları yansıtıyor... Hepsinin anlatımlarında ortak nokta, savaşın ayak seslerinin bazen çok yakından bazen de çok uzaktan sürekli duyulması. Romandaki çocukların İstanbul'da kesişen yazgıları, bu buluşma noktasına kadar olayların gelişmesi, çocukların dehşet ve korku anları, sefillikleri, yitiklikleri, yoksunluk ve öksüzlükleri başarıyla, gerçekçi bir bakış açısı ve söylemle yansıtılıyor. Savaşın acıları ve yıkımlarının zamanından önce olgunlaştırdığı dört çocuğun günce biçimindeki anlatımları, romanda dört eksen etrafında toplanan olaylar dizgesini oluşturuyor bu şekilde. Roman kurgusundaki bu dörtlü yapılanma, kişilerin bir noktada buluşmalarından sonra da, yaşadıkları zaman boyutunda sürüyor. Böylece mekân (cehennemdeki ada: İstanbul), kişileri ve dolayısıyla olayları (geçmişte ve şimdide yaşananları) bir araya toplayan önemli bir kurgusal işlev yükleniyor. Roman, bu özgün yapısıyla ilgi çekiyor. Bu kitabı okurken, yer yer sinema tadı almamızda kuşkusuz, yapıtta anlatılanların görselliğe dönüşebilmesinin, olayların hızlı bir tempoda akıp gitmesinin önemli bir payı var. Savaşın korkunç yüzünün anlatıldığı sahneler bazı sayfalarda yoğunluk kazanıyor. Gerçekçi bakış açısı, edebiyatın savaş karşıtı duruşuna güç katıyor. Okuru etkilemede başarı kazanıyor bu eser.
G
Romanın üst kurmacalı ve katmanlı olmaması, metinde eksik bırakılan ögelerin bulunmaması nedeniyle 'Cehennemde Bir Ada'nın yalın anlamlı metinlere örnek oluşturduğunu belirtmek mümkündür. “Yazar söylemek istediğini açık seçik belirttiği için, okuyucu hiçbir anlama engeline kapılmadan kendini anlatılanların akışına kaptırıyor. Yabancılaştıran ve örtük anlamlı metinlerde ise okuyucunun tamamlaması gereken boş alanlar öylesine çoktur ki okurun şiirle (metinle) düşünsel düzeyde diyalog kurması kaçınılmaz olur”. (**) Romanın bu özelliği, okura anlama kolaylığı sağlıyor; yabancılaştıran veya örtük anlamlı metinler karşısında zorlanabilen okur, bu yapı içinde, romanda anlatılan dünyaya daha kolay girebiliyor ve roman tadına ulaşıyor. Okurun dünyası, romandaki dünyayla özdeşleşiyor. Öyle ki okur, roman kişileriyle birlikte ve “bir”, akıp gidiyor satırlarda. Olaylar gerçekçi bir bakış açısıyla anlatıldığı gibi, kişiler de bu bakış açısı içinde canlılık ve gerçeklik kazanıyorlar. Kişiler etkileyici, inandırıcı ve tutarlı. Bazıları güçlü oluşlarıyla (Mama), bazıları zayıflığıyla (Marco), bazıları da yardımsever yönleriyle (Marika) ön plana çıkıyor. Bence en canlı kişiler dört çocuk; Janusz, Enrico, Cemil ve Haldun. Ayrıca Erica, Sara ve diğer çocuklar... Romanda çok kişiye yer veriliyor. Bunlardan bazıları, roman metninde yeterince işlenip derinleştirilememiş izlenimi veriyorlar. Örneğin Cemil'in babası, Gregor, Eva daha derinlikli işlenebilecek kişiler olarak görünüyorlar. Olay ağırlıklı bir romanda ruhsal çözümlemelerin ağırlık taşımaması, bu tür metinlerin doğasında var olan bir özellik olarak değerlendirilmelidir. Derin ruhsal çözümlemeler yerine, olayların insanda bıraktığı etkiler anlatılıyor romanda. Olaylar hızlı bir akış halindeyken, kişiler bu olayların içinde var oluyor ve canlılık kazanıyorlar. Romanda yazar, betimlemelerin işlevsel olmasına da dikkat ediyor. Gerçekçi ve çarpıcı betimlemeler, olay kurgusunda ve kişilerin canlandırılmasında önemli işlevler yükleniyor. Cehennemde Bir Ada'da İkinci Dünya Savaşı ortamının etkili bir biçimde işlendiğini belirtmiştik. Yazarın bu konuda iyi bir araştırma yaptıktan sonra romanını oluşturduğunu; o dönemin gazetelerini ve diğer güncel yayınları dikkatle okuyup değerlendirdiğini belirtebiliriz. Bu tutum, bazı sayfalarda roman kişilerinin bilgi verici nitelikte, kitabi konuşmalar yapmalarına neden oluyor. (s:14, 15,16'da olduğu gibi.) Böyle konuşmalar pek fazla yer almıyor romanda. Çocukların kendilerine özgü anlatımlarıyla, çocuksu yorumlarıyla dolu tümcelerin bu yapıtın anlatımına damgasını vurduğunu belirtebiliriz. Bu tümcelerde doğallığı, güzelliği, duygusallığı ve masumiyeti buluyoruz. Yazarın anlattığı dönemle ilgili geniş araştırma yapması, anlattıklarını elbette daha inandırıcı kılıyor. Fakat yazarın bu romanda, gerçekliği tıpatıp yansıtan bir röportajcı tavrından çok, gerçekliği dönüştürüp ona estetik ve yazınsal boyutlar kazandıran; yaşamı yeniden üreten bir sanatçı tavrı sergilediğini özellikle vurgulamak gerekir. 'Cehennemde Bir Ada', birçok roman çeşidi arasında yer alabilecek nitelikte bir yapıt. Bir serüven ve casusluk romanı gibi soluk soluğa okunan pek çok bölüm içeriyor. Nazilerden kaçırılan Polonya altınlarının, bunların peşindeki casusların ve bu casusları gözetleyen çocukların öyküsü, okuru da ardı sıra sürüklüyor. Yakın tarihten bir dönemi işlediği için tarihsel yönü olan, belgelerden hareket eden bir roman olarak da düşünülebilir 'Cehennemde Bir Ada'. Satır aralarındaki savaş karşıtlığıyla, düşünsel boyutu olan bir roman olarak da değerlendirilebilir. Sonuçta, 'Cehennemde Bir Ada' roman tadı veren, etkili bir okuma serüveni yaşatan; düşündüren, duygulandıran ve heyecanlandıran bir yapıt. Tüm roman severlere... (*) Gülseren Engin, “Cehennemde Bir Ada”, Remzi Kitabevi, 2001. Zehra İpşiroğlu, “Alımlama, Boyutları ve Çeşitlemeleri 2 YAZIN” Papirüs Yayınları,İst.2001, s.41'den alıntı (Parantez içindeki sözcük bana ait-H.S) (**)
10
Tmolos Edebiyat
Hediye Selda YILMAZ
BUZDOLABI ÖRTÜSÜ
M
olozlar arasında sıkışmış eski bir buzdolabı örtüsünün öyküsünü dinlemeye hazır mısınız? E ne olmuş yani, ne var bunda diyeceksiniz, biliyorum? Çöp olmaktan kurtarıldım ve ikinci kez yaşama döndüm. Öyküm şöyle: Beni, sıcak bir günde molozlar arasından damarlı bir kadın eli kurtardı. Çok kirliydim, bir şeye benzemiyordum. Kadın, bana antika eşyaya bakar gibi baktı. Belli ki el emeğinin değerinden anlıyordu. Benim bir işe yarayacağımı düşündü. Beni aldı evine götürdü, yıkadı, tertemiz oldum. Molozlar arasından çıktığıma kimse inanmadı. Yaşamımın molozdan önceki bölümünü anlatmalıyım size öncelikle değil mi? Bu moloz öyküsü nedir diyeceksiniz? Damlacık semtinde içten merdivenli iki katlı evin buzdolabının tek -ikinci bir örtü çok lükstüörtüsüydüm. Sepetten taşan çiçekler deseni vardı üzerimde. Çiçek satışıyla geçinen bir evde başka nasıl bir desen düşlenebilirdi ki. Bu evde çiçek, ekmek teknesiydi. Hiç bir zaman şöyle bir vazo dolusu çiçek masayı süslemedi. Hep satıldı o çiçekler. Günler ve geceler boyu. Kırk yıl önce tek kapılı buzdolabı eve geldiğinde, evin kadınları örtüsüz buzdolabının çıplak sayılacağına karar verdi. Kemeraltı'ndan etamin kumaşı ve nakış iplikleri alındı. Komşudan rica minnet -o yıllarda nakış desenleri kimseye verilmek istenmez, başkasına verilmemesi için yeminler ettirilirdi ama pek işe de yaramazdı- sepetten taşan çiçekler modeli ödünç alındı. Bir çırpıda işlendi örtü ve buzdolabının üstüne hemen serildi. O yıllarda evdeki her eşyanın nakışlı, dantelli örtüsü olurdu. Alınması zor olduğundan o eşyalara özel bir önem verilir, çocuklara ellettirilmez, tozdan korunsun diye mutlaka örtülürdü. Bu mahallede her kadın evinde özel bir egemenlik kurardı. Evleri onların tek ülkesiydi. Evin hanımı her eşyayı nakışla, dantelle bezemek gibi özel yeteneklere sahipti. Kendilerini bezemekten de hiç geri kalmazlardı. Bu mahallenin kadınları, az parayla bile kendileri gibi evlerini ve yaşamlarını da renkli kılmayı başarırlardı. Ellerine para geçtiğinde saçlar sarıya boyatılır, bir çift altın küpe kadınlıklarını tamamlardı. Daha çocuk yaştaki kızların bile saçları oksijen peroksitle açılır, fırfırlı ve alımlı desenli etekler giydirilirdi. Yaşamın ağır ve ezici yükünü, çocuklarını, evlerini ve kendilerini süsleyerek hafifletmek en büyük yetenekleriydi. Az eşyalı evler plastik çiçekler, nakışlı örtülerle süslenir, ölümü betimleyen siyah renk hiç sevilmezdi. Onlar için en güzel renkler kırmızı, fosforlu yeşil ve pembeydi. Benim süslediğim buzdolabının içi hiç bir zaman pek dolmadı. Paranın iyi kazanıldığı günün akşamına kocaman bir tavuk, bolca ekmek ve bir yetmişlik keyiflendirirdi bedenleri. Bolca tütün dumanı, küfürlü sohbetler o günün sıkıntılarını unuttururdu ev halkına. İçi boş ama dışı süslü bir buzdolabı yoksulluğu örter mi? Bunu bilmiyorum ama bu evde yaşayan insanlar mutluydular. Yaşam için bir beklentileri yoktu. Akşama karınları doyup, tütünlerini içtiler mi gerisini boş ver gitsin, vur patlasın, çal oynasın. Hani bir türkü var ya: Tarhanası var, bulguru var... O hesap yaşanıyordu. O gün kazanılan o akşam yenilir felsefesi ile yaşam onlar için güzeldi, yuvarlanıp gidiliyordu. Ama kendileri dışındaki
şehirde yaşam bambaşkaydı. Şehir hızla değişiyordu. Her yere yeni beton çirkinlikler dikiliyordu. Bir gün kapıya adamlar dayandı. Çevredeki birkaç ev yıkılacaktı. Evlerinin altından tünel geçecekti. Yaşadıkları evler sağlam değildi. Tünel inşaatında yıkılabilir denildi. Başka bir mahallede bir apartmana taşınacaklardı. Mutlu yaşamlarını ve kırk yıllık komşularını bırakarak taşındılar. Dozerler eve girişti. Evle birlikte anılar, umutlar, unutulan ya da gözden çıkarılan eşyalar darmadağın oldu. O tünel yeraltından geçti geçmesine de asıl şen mahallenin yüreğinin ortasından geçti. Yaşamları ve düşleri ortasından parçaladı gitti işte. Herkes dağılıverdi İzmir'in soğuk apartmanlarına. Damlacık şimdi gerçekten bir damlacık kalıverdi. Ben, molozların arasında öylece kalıverdim. Oysa ne sevinçle işlenmiştim. Yıllar, üzerimdeki nakışın renklerini alıp gittiği gibi insanların sevinçlerini de alıp götürmüştü. Sabır ve emekle işlenen nakışların canlılığı, zamanın acımasızlığı ile solmuştu. Beni molozlar arasından çekip çıkaran o el, bana yeni yaşamımı armağan etti. Şimdi bir başka kadının elinde üç ayrı çantanın ön yüzüne dikildim. El işi değeri bilenlerin kollarında gezmeyi bekliyorum. Duyduğuma göre şimdilerde eski el işleri çok modaymış. Giyim kuşam ve çantalarda kullanılıyormuş. Artık kimse eline iğne iplik alıp nakış işlemediğinden kıymete binmişiz demek ki. Kimsenin bu işlere ayıracak zamanı da sabrı da yokmuş, öyle diyorlar. Artık evlerde öyle nakış, örtü filan kalmamış. Yalınlaşmış evler. Desenize evlerin rengi, insanların da zevkleri solmuş.
BİLİRİM Denizlerinden geliyorum gözlerimdeki tuz bundan sırt sırta vermiş dağlarını bilirim Uzanıp yıldız topladığım gecelerini, Toprağını, ne zordur bilirim başağa boy vermiş tarlalarını, Kırlangıçlarını, geceleri bölen baykuşlarını, zirvelerinin sahibi kartallarını, Bilirim çağlayanlarını, coşan derelerini, dingin göllerini. Ayaz günlerini, tek odalı damların karlarla kaplı kışını. Tandır kenarında yağlı lavaşı Nenemin örgülü saçlarını Düşmanına düşman, dostuna dostluğunu Dedemin sararmış bıyıklarındaki kederi Ödünç aldığım çocukluğumu, Bilirim gurbeti Yurdum gibi kanayan yanımı Anlatmak şimdi gözlerine bakıp Ellerine sığınıp Omzunda dinlenip Göğsünde ısınıp Şu dağlı yanımı. Gökmen SAMBUR
11
Tmolos Edebiyat
GERÇEK SAVAŞ, SAHTE BARIŞ
D
ünya, Güneş sistemindeki en büyük üçüncü gezegen. Uzaydan görünüşü mavi olduğu için uzay dilinde mavi gezegen ismiyle de çağırılır. Bu mavilik, evrende canlı bulunan tek yerin Dünya olduğunu da göstermektedir. Dörtte üçü su, dörtte biri karadan oluşan Dünya. Paylaşılamayan, paylaşmak için uğruna ölümler yaşanan Dünya. 1920'li yıllar… Dünya üzerinde birkaç büyük amca kendi atını sürmek istiyor dörtnala. Japonya'da Hirohito önder. ''Asya Asyalılarındır,'' diyor, kimseye vermeye niyeti yok. Aman denk alın insancıklar ayağınızı. İtalya, Roma İmparatorluğunu yeniden canlandırmanın derdine düşmüş. Mussolini yayıldıkça yayılıyor ülkeler üzerine. Almanya'da Hitler ayakta. ''Tek devlet, tek millet '' sloganları ağızlarda. Führer ''Hayat Sahası'' diye bir politika uygulamak amacında o yüzden kesip biçiyor vahşi bir kasap gibi ona göre kendine benzemeyen bir kesimi. Sokaklarda sinsice kol geziyor Gestapo adı verilen polis teşkilatı. 1935 yılında Almanya, Fransa'nın SSCB ile yakınlaşmasından tedirgin olunca Japonya 'ya yaklaşıyor. Berlin- Tokyo Mihverini kuruyor Almanya ve Japonya. 1936'da Almanya bu kez İtalya ile ortak hareket etme çabasında. Bu nedenle Berlin-Roma Mihverini kuruyorlar. 1937'de İtalya da Anti-Komünitern pakta yani Japonya ile Almanya'nın birleştiği anlaşmaya katılıyor ve böylece BerlinTokyo-Roma Mihveri meydana geliyor. Dünya Mihver Devletler(Almanya, İtalya, Japonya) ve Müttefik Devletler (İngiltere, SSCB, Fransa, ABD) olarak ikiye ayrılıyor bu dönemde. Ve 1939 yılında Almanya'nın Polonya'yı işgali üzerine İngiltere ve Fransa savaş ilan ediyor. Dünyanın en kirli savaşı ikinci dünya savaşı böylece başlamış bulunuyor. Cephelere ayırıyor dünya ülkeleri savaş alanlarını. Batı cephesinde Almanya önce Norveç'i, Danimarka'yı, sonra da Fransa'yı işgal edip Paris'e giriyor. Balkan Cephesinde Almanya- İtalya-Japonya üçlü pakt imzalıyor ve yeni düzenler kurma kararı alıyorlar. Kuzey Afrika Cephesi de İtalya'nın Mısır'a saldırması sonucu açılıyor. Japonya ABD'nin Uzak Doğu'da güçlenmesinden hiç hoşnut olmayacak ki Hawai Adalarında bulunun ABD donanmasına bir baskın düzenliyor. (Pearl Harbour) Bu baskın ile ABD kendini savaşın ortasında buluyor. Başlarda tarafsız tutum sergilese de savaşa böylece dahil oluyor ve Müttefik devletlerin tarafında yerini alıyor. Onlara silah ve teçhizat yardımında bulunuyor. Midway Deniz Savaşı ile Japonya'nın Pasifikteki ilerleyişini durduruyor. İtalya savaştan ilk çekilen Mihver devleti oluyor. Japonya, ABD'nin Hiroşima ve Nagazaki'ye attığı atom bombaları nedeniyle koşulsuz şartsız teslim oluyor. Almanya Berlin'in işgal edilmesi ve Hitler'in ölmesi ile çekiliyor savaştan. Yıkımlar, acılar, politika, toprak altında kalan, yanıp yok olan canlar, moloz yığınları arasında kalan hayatlar, operasyonlar, deniz ve kara harekatları, taktikler, muharebeler, bildiriler, konferanslar, görüşmeler derken bir çırpıda anlatılabilir yaşamayan için, yazılmış olabilir ders kitaplarında sayfalarca okuyup öğrenelim geçmişi diye, bizler okuyup geçebiliriz biraz ona biraz ötekine kızarak da olsa, tarihçiler tartışabilirler saatlerce savaşın nedenlerini sonuçlarını. Ama izleri silinmez silinemez hem dünyanın tarih defterinden hem de acıyı çekenlerin gözlerinden, beyninden, kalbinden. Yaklaşık altmış milyon insanın öldüğü bir savaş. Üstelik %48'i sivil halk. Ve insan yaptı bunu insana. Hava saldırıları, şehirlerde süren büyük çatışmalar, Nazilerin toplama
Merve Nur TUGAY kampındaki acımasız katliamları, verem, atom bombaları derken insanlık tarihinin en çok kaybını verdi dünya. Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombasının yüzyıllarca devam etti etkisi. Daha doğmayan bebeklerin canı ile alay edildi. Birçok devletin ekonomisi çöktü. ABD Japonya'yı işgal etti, Almanya dörde bölündü… Tüm bunlar koca dünyayı paylaşamayan insan eli ile gerçekleşti. Sonra sıcak olan bitti soğuk olan geldi önlerine insanların. Adeta restoranda yemek servis edilir gibiydi. Dünya bir restoran, halk müşteri, restoran sahibi büyük ülkelerdi. ''Savaşın bu kadarı yetmez size'' dedi. Çok cömertti restoran sahibi. ''Şimdi de soğuk olanı tadın,'' dedi. Toplandı büyük amcalar. Sözde Dünya barışını sağlamak amacı ile San Fransisko Konferansını düzenlediler. Burada bir örgüt meydana getirdiler dünya barışını sağlamak için. BM Teşkilatının Güvenlik Konseyi. ABD, Çin, Fransa, İtalya ve Rusya beş daimi ülkesiydi bu konseyin. Ne büyük ironi öldürüp, yakıp yıkıp ''barış'' demek utanmadan! İnsanlık tarihinin en kanlı, en acımasız günü ikinci dünya savaşının başladığı gün yani 1 Eylül Dünya Barış Günü olarak kabul edildi. Kutlandı da yıllarca, kutlanmaya devam da ediliyor. Barış neydi? Yakıp yıkmak şehirleri, taş üstünde taş bırakmadan girmek ülkelere, genç-yaşlı, fakir-zengin ayırmadan eziyet etmek insanlara sonra da ''barışalım'' demek mi? Beyaz güvercinleri önce doğasından ayırıp, bir kafese kapatıp sonra da özgür bırakıyormuş gibi salıvermek mi gökyüzüne? Barış, savaşın olmama durumuymuş. Birlik olma haliymiş. Onca yıkımdan sonra birlik olmak mı barış yoksa birlik olmaya çalışıp hiç savaşmamak mı? İki kardeşin oyuncak kavgası kadar masum mu ki, bu kadar kolay söylenebiliyor bu sözcük? Vicdan sizde bir prosedür ve basit işliyor sanırım.
GİDERKEN SİS İÇİNDEN ah! mihri göğüs kafesimde bunaltı bir hasar gibi damıtılırsın /giderken/ dilim suskun kapım sokağın sisi içinden sessiz bir gürültüyle geçer kokun asılı kalır odamın boşluğuna sen serçenin uykusuna sığınırsın ah! mihri "bir adın yolculuktu" (*) bir adın bağışlanmış kırgınlık kül sessizliğinde mesafeler ne kaldı içindeki uçurumlardan yağmurun sesi ve uzun yol arası bir boşluk ben olmalıyım istiklâl'in sarhoşu kaçamak bir emanet gecikme kadim yalnızlıklara bırakılmayan! Salih GÖZEK (*)Ülkü Tamer
12
Tmolos Edebiyat
DİKİZCİLER
N
edendir bilmem, şu dikizciler her zaman ilgimi çekmiştir. Bilirsiniz bizim toplumumuzun büyük çoğunluğu okuma özürlüdür; bilgiye gereksinim duyduğunda sorarak öğrenir. Oysa dikizciler, değişik bir yöntemle de olsa okuyan insanlardır. Adamın dikizci olduğu konusunda bir duyum mu aldınız? Onun mutlaka öğrenip, kendine çekidüzen vermesi gereken bilgiyi edinmesini mi istiyorsunuz? Kolay. Önce onun çevresinde elinizdekini dikizleyebileceği uzaklıkta bir yere ilişin. Sıra gerekli yayını, yazıyı bulup ortaya dökmekte. Alırsınız elinize dikizcinin okuyup, bilgi edinmesini istediğiniz yazıyı; kitapsa o sayfayı görebileceği biçimde, gazete ise yine okutmak istediğiniz yazının kolayca görünmesi, dikkatinin o yazı üzerinde yoğunlaşmasını sağlayacak biçimde katlarsınız. Artık her şey hazırdır. Yapılacak iş, yazıyı onun dikizleyebileceği açı ve yakınlıkta tutabilmektedir. Bunu başarabildiğiniz takdirde, bilgilenme başlamıştır. Artık dikizcilerden oluşan bir düşüncedaş topluluğu oluşturmanız, hatta sakıncalarını göze alabilirseniz, düşünenler örgütü kurmanız bile olanaklıdır. Bu dikizci kesiminin de hepsi aynı değildir. Çeşitleri vardır. Örneğin; şöyle üç beş kez dikizleyip, “Yahu bu iş keyifliymiş, alayım elime de adam gibi okuyayım.” diyen sapkın tezgin dikizciler vardır. Ancak bunların oranı olabildiğince düşüktür. Çünkü bunlar dikizcilikte sebat etmeyip normale dönüverirler. Asıl sağlam dikizciler, azılı dikizcilerdir. Halk arasında, bunların, nüfus cüzdanlarından yurttaşlık numarasına bakarken bile yirmi beş derecelik bir açıyla baktıkları söylenir. Ben aslında bunları hiç tanımazdım. Ta ki, biriyle yol arkadaşlığı yapıncaya dek. Koltuğuma yerleşip bir iki dakika çevreyi kolaçan ettikten sonra her zaman olduğu gibi çantamı açıp gazetelerden birini çıkardım; başladım birinci sayfadan haberlere göz atmaya. Bir ara baktım, yol arkadaşımla birlikte okuyoruz. Sayfa değiştireceğim zaman elime dokunuyor, “Bekle, ben bitirmedim!” anlamında. Eh artık bekliyorum. O açıdan okumak zor ya, insanlık namına. Dur bekle, olmadı bitiremedimden bıkınca, tuttum gazeteyi kendisine verdim. Tebessüm edip aldı, kucağına koydu. Ben çantamı açıp başka gazete çıkardım, okumaya başladım. Ama yine birlikte okuyoruz. Yine arasıra yüzyüze gelip birbirimize tebessüm ediyoruz. Sayfa çeviricem, yine elimi tutup “Hop hop daha ben bitiremedim.” hareketi yapıyor. Bu arada ilk gazete de dizlerinin üstünde, öylece duruyor. Bu böyle olmayacak, herhalde o gazete çok ilgisini çeken bir gazete değil. Bu kez ikinci gazeteyi de katlayıp eline verdim. Yine oldukça hoşnut biçimde kabul etti. Karşılıklı tebessümleştik. Bir süre ikimiz de hiç bir şey okumadık. İki gazete de onun dizlerinin üstünde, öyle âtıl biçimde duruyor. Yapacak bir şey yok; çantamı açıp üçüncü ve son gazetemi çıkardım. Tahmin edileceği gibi onu da birlikte okumaya başladık. Gitgide sayfa değiştirmelerde elime tokat vurmaya başlayınca, yetişsin diye ben de okumamı yavaşlatıyorum, ama nereye kadar. Bu iş böyle olmayacak. En sonunda üçüncü gazeteyi de dürüp eline tutuşturdum. Sonunda gazetelerin üçü de onun kucağında. Çare arıyorum. Bari uyumuş gibi yapayım, onu uyutunca gazeteleri alır bir güzel okurum. Ben gözlerimi yumunca o da yumdu.
Mehmet ÖNDER Tamam oluyor. Adamı uyuttum, artık gazetelerimi rahatça okuyabileceğim, diye düşünüyorum; ama ne gezer, gazeteleri kavramamla birlikte elime bir tokat. Vasıflı dikizci! Gözleri yumukken de görüyor. Aslında çantada bir de kitap var. Hem de yepyeni, ilk ben okuyacağım. Şimdi, kitabı da kaptıracağım diye korkuyorum. Artık bekliyorum. Belki kendisi okumaya kalkar da, inadına ben onun gazetesini dikizlerim. Kısasa kısas. Ama okumuyor. Uyurken de kucağından gazete alanlara karşı hassas bir bünyesi var. Hem okumuyor hem de almaya kalkışınca elimi tokatlıyor. Uykum gelmiyor, gazeteleri de alamıyorum. Olmayacak. Hazır dikizci de horlayıp dururken, şansımı denemeliyim. Açtım çantayı, çıkardım kitabı, başladım okumaya. Şöyle dönüp adamın yüzüne baktım. Yarı uyur, yarı uyanık; ama, gözü benim kitapta.
BERFİN BAHARIM esmer tenine israfil üflerse, sözcüklerin ağı boşanır sağ elinle işlediğin gökyüzünden. saçların omuzlarında ezgili bir mersiye, kelepir bir cemre tünemiş avuçlarına. kehribar vakitlerde indin yahudi akşamlarıma, gölgenden uzun güzelliğin, gölgenden uzun şu perçemli gündüz. eski zamanlardan bir pencere açıktır göğsünde, dudaklarında sarışın bir ölümü eksilterek gülüyorsun, kül yığınında gülüşün. bir kuşbaz gibi beni eğeliyorsun şöylece ağzını uzatıp. -esvabında ikircikli hallerinben seni öptüğüm yerlerden denizi seyrediyorum, cebime hayasız harfleri toplayarak. sancıyı ücra bir kentten kopardım, boşlukta duran ağzını kalktım Olimpos'tan getirdim, yanına koydum. ey yalnız cennetim, berfin baharım, rüya çarşılarım, acıdan erittiğim sunağım. ben şimdi intiharı güzelliyorum. Bekir DADIR
Sihirli Keman
Violin Kate
YABANCI DİL KURSLARI
KAYITLAR BAŞLADI
Eğitim Sezonu Açılıyor 7-14 Yaş Erken İngilizce TEOG İngilizce Programı İngilizce Okula Destek Programı LYS 5 Programı %100'e Varan Başarı Ücretsiz Aktiviteler Konuşma Kulüpleri İngilizce-Almanca-İspanyolca
İletişim : 0537 922 20 20
0232 545 00 45 ÖDEMİŞ www.amerikankultur.org.tr
14
Tmolos Edebiyat
“BİR DOSTA MEKTUPLAR 8” Mehmet ÖZÇATALOĞLU “Bir Aydınlanma Savaşçısı!” Sevgili Dost, Merhaba. Yeniden ve yine sana yazıyor olabilmenin sevinciyle selamlıyorum seni. Sıkıntılı bir süreçten geçtik görüşemediğimiz dönemde. Halen de devam ediyor aslında. Fakat kentinizde yaşadığınız kâbusun son bulmuş olması içimi ferahlatıyor bir nebze. Gündemin sıkıntılı, iç karartıcı, endişe verici olduğu her dönemde olduğu gibi yine kitaplara, edebiyata sığındım bu süreçte de. Sana daha önce sözünü etmiştim, ünü ülkeyi aşıp yurtdışına taşan bir adam var. Tanıştığımız günden beri üretim aşkını, heyecanını, idealini yitirmediğini gördüğüm, başka bir deyişle de yürürken yere basmayıp adeta uçan bir adam. Kendisini hep öğretmen olarak tanıtsa da “kütüphaneci” kimliği artık daha önde sanırım. Çünkü onu hep böyle anımsıyorum hatırıma düşünce. Sadece kütüphaneci demek de tarif edemiyor onu. Çünkü 19 yayımlanmış kitap da ardında duruyor. İşte 19. kitap “İzler ve Yankılar” yakın bir tarihte buluştu okurlarıyla. Arka kapak yazısında şunları söylemiş Mehmet Atilla: “Bir hedefe ulaşmak kararlılığınız varsa eğer, yolculuk boyunca başınıza gelen her olgunun kendince bir önemi vardır. Gün gelir, yaşadıklarınızı bir daha gözden geçirirsiniz ve paylaşmaya değer bulduklarınız çıkar ortaya. Çekilen sıkıntılar, yaşanan mutluluklar… Sorgulama, yüzleşme, eleştiri… Her şeyin iç içe geçtiği bir serüveni dile getirmenin sorumluluğuyla baş başa kalırsınız. Recai Şeyhoğlu işte bu sorumluluğun rüzgârıyla oluşturmuş 'İzler ve Yankılar'ı…” Kitap iki bölümden oluşuyor. Her ne kadar arada böyle bir ayrım olmasa da konu bütünlüğü açısından bu görülebiliyor. İlk bölüm açılmış olan 44 kütüphane/kitaplık, iki anı evi ve iki aydınlanma evinin öyküsünü kapsıyor. İkinci bölüm ise gündeme dair yazdıklarından oluşuyor. Günbegün gazetelerden ayıkladıkları ve dünden bugüne hatta yarına devrettikleri diyebilirim. Tarihe not düşmüş adeta. Bu notları düşerken de şeytanın avukatlığını yapıyor ve akla hayale gelmeyecek soruları soruyor. Bunlardan birini, en çok hoşuma gidenini paylaşayım seninle. “Hayatı kitaplar arasında geçmiş kütüphanecilerden bugüne değin kaç yazar yetişti dersiniz?” Şöyle durup bir an düşününce benim aklıma bir anda gelebilen bir isim yok ne yazık ki! Kitapla aynı adı taşıyan ve kitabın ilk denemesi olan “İzler ve Yankılar” başlıklı yazının altına “konudan konuya atlamış, dağınık!” diye bir not düşsem de sonrasında yazılar arasındaki geçiş mükemmel olarak tanımlanabilir. Bir yazıyı bitirdiği konu, ardındaki yazının başlangıcı oluyor. Bu da okumanın kesintiye uğramasına engel oluyor. Şeyhoğlu'nun dile olan hâkimiyeti, sözcükleri seçerken gösterdiği özen kendisini gösteriyor okura. Sevgili dost, “İzler ve Yankılar” aydınlanma mücadelesinde verilen emeklerin kitabıdır, diyebilirim. Mektubumda sana sözünü etmemin nedeni de bu aslında. Şeyhoğlu ile olan dostluğum her zaman bir tarafta, ortaya koyduğu güzel işler başka bir tarafta durur. Zaman zaman sıkı eleştirilerim de olur kendisine. Ve hiç alınganlık göstermez. Bilakis bundan mutluluk duyduğunu da hissederim. Her zaman söylediğim bir şey var ki; ülkemizin her bölgesinde Recai Şeyhoğlu gibi çok değil birer kişi daha olsa köylerin, kentlerin durumu şimdikinden çok daha başka olurdu. Kişisel çabaları ile bulabildiği kısıtlı desteklerle 44 kütüphane açmış bir insandan söz ediyorum. Kalan altı bölgede birer Şeyhoğlu olsa altı tane daha 44 demektir bu. Toplamda 1165 civarı halk kütüphanesi olan ülkemizde nasıl bir rakam olurdu düşünebiliyor musun? Neyse, sözü daha fazla uzatmayayım. Seni özlemle kucaklar, eşe, dosta, arkadaşlara selam ederim…
SESLERLE UÇMAK I Banu Güven'den bolero dinlerken altmış sekiz yazının Küba'sına gidiyorum Batista sesten tarihe gömülürken yeryüzü cenneti sosyalizmi seviyorum duru içten ses bütün bedenin katıldığı söyleyiş caz klasiklerinden yeni nefes hoşnut bir zamana uçuyorum II herkesin baktığı yerden sıkılarak başını çevirdiği sonsuzluğa şarkılarda sessiz ağlayarak kırılan kristal bardaklar gözyaşında görünmeden akarak yeni aşkın dudakları ıslanıyor ruhunda coşkulu erinçle uyuyor nefesli sazlar davulla yarışırken belirsiz aşkın kederi uslanıyor III caz ana mıydı doğduğun bencilliklerin en küçüğü duru ve de içten dünyayı saran Che gülücüğü hoşluk sunan hareketlerden isyan fışkıran yeni yaşamaya uçuran sesten Küba gül içindedir ölüm el sallanacak hiçtir gülümseyen coşkunun yanakları ıslanıyor IV cazdan poptan Bossa Nova'ya sesi ruhundan fışkırıyor yeni yaşamak haykırmaya yaşlı usta gitar çalıyor yolculuk yorgunluğu buharlaşıyor mutluluk çoğaltan Kuşadası'nda Banu'dan Bossa Nova çılgın sevmek duyumsatıyor hüzne boğulmuş hava eski bir aşkın fotoğrafları ıslanıyor Orhan GEVREK
15
Tmolos Edebiyat
ŞALVARLI AĞA
A
rus'un Meyhanesi, her zamanki cıvıltısından bir kat daha canlıydı. Yazdan kalma sıcak bir sonbahar gününün akşamında her zamanki müşterilerden farklı biri oturmuştu mobilya ustalarının masasına. İki dönem önce milletvekilliği de yapmış Amik ağalarından biriydi bu. Meyhane dilinden çok iyi anlayan başgarson Ragıp, biber ezmesi, ebugannüç, humus ve diğer soğuk mezeleri; tere otu, roka, kaya oruğu, cin biberi gibi yeşilliği masaya dizerken Talat Ağa'nın kulağına eğilerek değişmez yiyeceği Çerkez tavuğunu fırına verdirdiğini söyledi. Söylerken de göz ucuyla ağanın şalvarına bakmaktan kendini alamamıştı. Masadakiler de ağadaki bu değişikliğe bir anlam verememişlerdi. O, her gelişinde koyu takım elbisesini giymeyi, kırmızı kıravatını ve yaka mendilini takmayı ihmal etmezdi. İlk kez bu akşam bacağına şalvar geçirmiş, üstüne beyaz gömlek ve onun da üstüne meşin ceket giyip gelmişti. Herkesin aklından bu beklenmedik değişikliğin nedenini öğrenmek isteği geçtiği halde, bu vakur adama sorma cesareti gösteren çıkmadı uzun süre. Ta ki tiniler kadehlere doldurulup “Ağaçların şahına, neccarların pirine!” denilip fondip yapılana kadar. Binlerce yıl önce dönemin satrabının zulmüne kafa tutan Habib-i Neccar'ın mesleğini sürdüren mobilyacılar arasından adap erkan bilmek yanında cesaret timsali ustalar da az değildi. Bir dağ köyünde yetişmekle birlikte orada görev yapan Köy Enstitülü öğretmenlerden marangozluğu öğrenen Yıldız Usta, bunlardan biriydi. Yaptığı dekorasyon, mobilya işlerindeki maharetine Talat Ağa'nın da büyük saygı duyduğu Yıldız Usta, daha fazla dayanamayıp düğümü çözmek için sordu: “Merakımı bağışla Ağa, bu akşam niye şalvarla masamıza teşrif ettiniz? Bugüne kadar hiçbir yerde bu kıyafetle sizi görmeye alışık olmadığımız için bizi çok şaşırttınız. Esbab-ı mucibesini öğrenebilir miyiz?” Sanki uzun yıllardır bu sorunun sorulmasını bekleyen bir sabır taşının çatlaması gibi içinde ekşiyen ne kadar duygu ve düşünce varsa masaya dökmeye başladı Talat Ağa: “Yahu ustalar, bugün insanlaştığımı fark ettim. Beni insanlığımdan alıkoyan, üzerimde ne kadar yük varsa hepsini devirmiş gibiyim. Kendimi vicdanen tüy gibi hafif hissediyorum.” Faltaşı gibi açılmış gözlerini Talat Ağa'nın üzerine diken mobilya ustalarının beyni, bu sözlerle allak bullak oldu. Bu kadar malı mülkü, ünü şanı olan bir adam, Amik ağası nasıl olur da yeni insanlaştığından söz ederdi? Bunu, akıllarının köşelerinden geçirmeleri bile mümkün değildi. Onların çoğu, onun gibi zengin, tanınan bir adam olmak için çalışmıyorlar mıydı? Tiril tiril gezen, en lüks kumaşlardan elbiseler giyen Talat Ağa, bu akşam şalvar giyerek mi insanlaştığını söylemeye çalışıyordu? Bu duruma bir anlam veremiyorlardı. Diğer meslektaşlarının şaşkın bakışları altında sözün arasına Yıldız Usta girdi: “Estağfurullah Ağa, sizin insanlığınıza kim söz söyleyebilir ki... Bugün n'oldu da siz böyle giyinip aramıza katıldınız?” “Bakın ustalar, bugüne kadar kendimi işe yarar adam sanırdım. Hatta ben olmasam, birçok köylü, amele aç kalır, düşkün olur diye düşünürdüm. Bilirsiniz, Kumlu'da büyük tarlalarımız var. Göl tarafındaki boş bıraktığımız küçük tarlaya Urfa'dan gelen birkaç aileyi yerleştirmiştik. Berdi ve kamıştan ördükleri huğlarda yaşıyorlardı. Çapada, çiftliğin işlerinde canavar gibi çalışıyorlardı. Ağzı var dili yok insanlar... Onları yiyecek, giyecekle desteklemesem kötürüm gibi yaşamaya razıydılar. Yatacak bir yerleri, çalışacak bir işleri olsun, öpüp başlarına koyan amelelerdendiler. İşte bugün hem o ameleleri kontrole, hem de gölde avlanmaya gitmiştim.” Çenesini tutamayan Hakkı Usta, “Ağam, şimdi göldeki yeşil ördeklerin eti de ne leziz olur ama!” dedi. “Sabırsızlanma be usta! Tut dilini, sözünü bitirsin Ağa!” dedi Yıldız Usta.
Müslüm KABADAYI “Müsterih ol Yıldız Usta. Bu akşam içinizden geldiği yerde sözümü kesebilir, aklınıza gelen her şeyi söyleyebilirsiniz. Bu sofrada benden yana bütün duvarları, bundan böyle yıkıyorsunuz tamam mı?” diyerek durumu tatlıya bağladı Talat Ağa. Yüksünmeden kesildiği yerden sözüne devam etti: “Şöyle tarlaları kolaçan ettikten sonra filinta ve bir de kırmayı alarak sala bindik ırgat Şeyhmus'la. Hava da bulutlanmaya başlamıştı ama bu havada avlanmak daha bereketliydi. Sazlıkta cıvıltıları, kanat sesleri birbirine karışan karatavuk, ördek, kazdan birkaç tane vurmuştuk ki sicim gibi yağmur boşalmaya başladı. Beş dakikada tekne su doldu, Şeyhmus tehlikeyi sezmiş olacak ki, hızla tarlalardan yana salı sürüklemeye başladı. Bir iki el de huğlardan yana ateş açtı. Uçkur ipliğimize kadar sırılsıklam olmuştuk ve tekne de yavaş yavaş batmaya başlamıştı. Vurduklarımızı koyduğu torbayı boynuna bağlayan Şeyhmus, saldan suya atladı. Omuzlarına kadar çıkan suyun içinde bir yandan salı huğlara doğru itiyor, diğer yandan da beni teskin etmeye çalışıyordu. Korkudan rengimin attığını, bende bet beniz kalmadığını anlamış olacak ki diğer ırgatlara kendir ulaştırmaları için bağırıyordu. Birkaç dakika sonra sal sulara gömülmüştü. Yağmur tufana dönüşmüş, göz gözü görmez olmuştu.” “Yahu ağam, tedbirsiz o göle nasıl açıldınız? Benim dinlerken ödüm koptu yahu!” diyen Varlık Usta'nın gerçekten de rengi atmıştı. Hiç bozuntuya vermeden gözlerdeki merakı gidermek için sözün kaymağını çıkarmaya başladı Talat Ağa: “Koltuk altımdan destek vererek tufanda kaybolmamın önüne geçen Şeyhmus'un nefes nefese kaldığını fark ettim. Halbuki kendini kurtarmak için beni bırakıp gidebilirdi. Tatlı canını düşünmeyip beni kurtarmak için ölümü göze almıştı adeta. Göldeki çırpınış sırasında kendimi kaybetmişim. Huğdaki ateşin yanına serilmiş hasırın üstünde açtım gözlerimi. Şeyhmus ve çocukları başıma üşüşmüşler, kaygılı bakışlarla gözlerimi açmamı bekler buldum onları. Üstümü değiştirmişler, yer sofrasını dizip çay bile hazırlamışlar. Başım çatlayacak gibiydi, bahur yakmışlar kendime gelmem için. İnanın hayatımda ilk kez bu kadar zevk alarak çay eşliğinde sac ekmeğiyle kesnik yedim. Yahu ustalar, insanlık o amelelerdeymiş de benim haberim yokmuş. İşte üzerimdekiler, ırgat Şeyhmus'un sandığından çıkma.” “Bakın ustalar, bizim köylüler de ovaya çapa ve pamuk toplamaya giderler. Oraları iyi bilirim, Talat Ağa uçurumun kıyısından dönmüş. İşte zorluğun ırgatları, sıra insanlığa gelince çeyizini bile paylaşır. Helal olsun Şeyhmus'a!” diyen Yıldız Usta'nın omzuna elini koyan Talat Ağa, derin bir nefes aldı. İç çeker gibi nefesini boşalttıktan sonra gözyaşlarını silerek, “Daha ben ne diyeyim ustalar!” dedi ve derin bir sessizliğe gömüldü.
Desen: Mustafa ARAPİ
16
Tmolos Edebiyat
HAYALDEN GERÇEĞE
E
pey zamandır görmediği yeğeni küçük Mira'yı alıp hala-yeğen birlikte gezeceklerdi. Sevinçliydi bu yüzden. Erkenden kalkıp etrafı şöyle bir toparladıktan sonra aynanın karşısına geçti. Aslında onun süslenip püslenmeye ihtiyacı yoktu ama adettendir ayna karşısına geçmek! Zeyno kilo fazlalığı olmayan dal gibi bir vücuda sahipti. Hafif güneş yanığı buğday teni yüzüne hokka gibi oturan, ne bir milim yukarı, ne bir milim aşağı olmayan burnu yüzünün ortasına öylesine yerleşmişti ki daha güzeli olamazdı. Hafif çekik gözleri bile boyuna posuna göre yaratılmış gibiydi. Yaşam biçimi ve alışkanlıkları bile titiz ve seçiciydi. O sabah, oturduğu bu sahil kentinin sıcak havasını düşünerek, üzerine keten kumaştan, arkası endamı bozmayacak kadar hafif büzgülü bir bluz, altına da yine ketenden sade kibar bir şort giymişti. Oldum olası fazlalıklardan hoşlanmadığı için, yanında öyle askılı, şatafatlı büyük çantaları taşımazdı. Neredeyse her kadının heybe gibi büyük hantal çantaları yüklenmelerine akıl erdiremiyor, bu fazlalığı omuzlarından veya boyunlarından asıp karınlarında yahut kalçalarında taşımalarına anlam veremiyordu. Bunu bir boşvermişlik görüntüsü olarak kabul ediyordu. Bu yüzden eline, içine sadece kimliği ve günlük harçlığı sığacak kadar para alabilen, küçücük, deri bir çanta aldı. Gereksiz fazlalıklardan uzak duruyor, her şeyin yeteri kadar olması gerektiğini düşünüyordu. Bu anlamsız ağırlıklar insanın özgürlüğünü kısıtlar gibiydi. Oysa sadelik, yeğeni Mira ile dolaşmak için de birebirdi. Mira bir çok özellikleri olan değişik bir çocuktu. Çok hareketli ve konuşkandı. İlginçtir ama bu yaşta okuma yazma biliyordu. Dört yaşında spora başlamıştı. Daha şimdiden yaşıtları arasında yüzme birincisiydi. Bale öğreniyor, bazı enstrümanları çalmak için uğraşıyordu. Jimnastik hareketleri ise hayranlıkla izleniyordu. Ama onun bir özelliği daha vardı; henüz beş buçuk yaşında olmasına karşın giyinmeye, süslenip püslenmeye meraklıydı. Ailece bir düğüne, bir arkadaşa oturmaya veya bir toplantıya gidecek olsalar o, annesi ile adeta yarışa giriyordu. Allı pullu, dantelli, şeffaf ve tüllü elbiselerin birini çıkarıp birini giyiyordu. Pembe ve mor renkler tercihleri arasındaydı. Ayakkabı ve terliklerinin sayısı ise belli değildi. O çabuk büyüdüğü için, dağıtılan terlik ve ayakkabılarından mahallede payına düşen her çocuk mutlu oluyordu. Bugün de her zamanki gibi davrandı; Halası gelecek diye annesinin uygun gördüklerini beğenmiyor, zorluk çıkarıyor, mızıklanıp ağlıyor, sonunda inadını kabul ettirip kendi seçtiklerini giymeyi, takıp takıştırmayı başarıyordu. Halası geldiğinde sevinçle kapıyı o açtı. Halası, boyuna uygun çömelerek onunla kucaklaştı ve göğsüne sıkıştırp lepiska saçlarından öptü! Şöyle hafifçe uzaklaştırıp bal rengi gözlerinin süslediği su damlası kadar temiz ve parlak yüzüne baktı, sonra tekrar kucaklayıp bu kez kızarmış yanaklarından öptü! Ama şaşırdı da. Giyimini beğenmemişti! Mira'nın annesi, Zeyno'nun yüz ifadesinden bunu anladı ve ona çaktırmadan yaka silker gibi bir hareket yapıp kendilerine zor anlar yaşattığını belli etti. Gülerek; -Halası, kendisi seçti! Düğüne gidecek gibi! diyerek omuz silkti. Zeyno, bu kadar güzel, alımlı ve bir çok yeteneği olan yeğenini gezdirmek kadar başkalarına da göstermek,
gururlanmak istiyordu. Ama bu kıyafet, hoş görse de moralini bozmuştu! Mira kimseyi dinlemeyip kendine göre giyinmişti! Beline kadar uzayan canlı, saman sarısı düz uzun lepiska saçlarının tepede ikiye ayrılan bölgesine, pembe-mor bir taç oturtmuştu. Üstünde çingene pembesi bluz, altında, morlu pembeli karışık çiçekli bir tayt vardı. Belki üşür diye, bluzunun üstüne yine aynı renklerden oluşan bir zürgarlık zorla giydirilmişti. Ayaklarında yine pembe patik şeklinde ayakkabılar vardı. Halası hayal etmediği bu tarza itiraz edemedi! Onu arabasına alarak Alaçatı'nın merkeze yakın bir yerine kadar götürdü. Yasaklı olmayan uygun bir yere park ettikten sonra, caddelerde miting kalabalığı oluşmadan yeğenini gezdirmek istiyordu.. Tam bu sırada Mira sıkıldı ve üstüne giydirdikleri rüzgârlığı çıkarıp halasına uzattı. Zeyno'nun hiç istemediği şey olmuştu. Bomboş gezme hayali birden parçalandı. Bir çare olarak; -Bunun kollarını birbirine bağlayalım, sen onu çanta gibi omuzunda taşı. Olmaz mı? -I ııh! İstemem! dedi. -Ama bak ne güzel olur, ablalar gibi olursun hem! -I ııh, dedi kabul etmedi. Çaresiz, rüzgarlık Zeyno'nun elinde kaldı. Mira yeniden huzursuzlandı. Bu kez tacını çıkarıp halasına uzattı. Halası almak istemiyordu. -Mira'cığım, başında kalsın. Öyle daha güzel! -A aah! istemem, sen tak kendine! -Bu bana olmaz ki. Senin için yapmışlar, baksana! -A aah! İstemem, diye dayattı. Halasının elinde bir de taç oldu şimdi. Bunu da cüzdanını tuttuğu elinde taşımaya başladı. Öbür eliyle yeğenine sahip çıkacağından o eli hep boş kalmalıydı! Fakat o, bu kez kolunu süsleyen bileziklerden birini çıkarıp halasına uzattı. Almak istemediyse de Mira kollarını birbirine kavuşturup göğsünde birleştirerek vücudunu belinden sağa sola döndürüp inatlaştı. Üstelik öbür bileziğini de çıkarıp uzattı. Üstündeki uyumsuzluk yetmiyormuş gibi ne bulduysa kollarına takmıştı. Halasına göstermek içindi tabii. Karşısındaki boncukçuyu gördüğünden, kollarını boşaltıp yenileri ile donatmak istiyordu. Halası bunları düşürmeden nasıl taşıyacağını düşündü ise de bir çare bulamadı. Onu bıraktı, çıkardıklarını iki eliyle taşımak zorunda kaldı. Yol boyu bu tezgahlardan o kadar çok vardı ki Zeyno bile meraktan durmak zorunda kalıyordu. Her duruşta ise Mira başka bir şeye heves ediyordu. Önünde durdukları bir diğer boncukçuda Mira saç örgüsüne benzer ipten yapılmış bir toka görmüş, bilezikleri unutmuştu. Onu aldırmak için bu kez şakağının üstünde takılı tokasını çıkarıp halasına uzattı. Tezgahtakini göstererek; -Hala bunu istiyorum, dedi. Halası elindekileri bir kenara koyup cüzdanından çıkardığı parayı satıcıya verdi. Mira aldığı tokayı saçlarına tutturamayınca Halasından yardım istedi. Halası bu kez sıkıntılı bir şekilde onu takmak için uğraşıp durdu. Sonra onu incik boncukçudan uzaklaştırmak için; -Gel sana şuradan dondurma alayım. Senin tokaların bileziklerin zaten var! Teklifin itirazsız kabulüne sevindi. Hiç olmazsa bir süre elindekileri masa üstüne koyup rahatlayacağını düşündü ise de Mira oturmak istemedi. Dondurmayı külahta istediğini söyledi. Halasının oturarak yemesi konusundaki ısrarını dinlemedi. Daha halası parayı ödeyemeden, kocaman külah
17
Tmolos Edebiyat
MAHMUR MU?Vedat ÖZTÜRK elinde, dökülür endişesiyle gözü külahta, bir yandan dondurmayı yalıyor, bir yandan yalpalaya yalpalaya yürümeye çalışıyordu. Zeyno dondurmacıdan iki üç kâğıt mendil alıp öbür eşyaların arasına sıkıştırdı. Koşup yetişti. Birkaç adım sonra, Mira yaladığı külahtan dondurmanın bir kısmını göğsünden aşağı kaydırarak düşürdü, üzüntü ve suçluluk duygusu ile dönüp halasına baktı. Elindeki külahı, tutması için, halasına uzattı. Pullarla süslü bluzunu sileyim derken, dondurma kalıntısını göğsüne iyice bulaştırdı. Ağladı ağlayacaktı ki halası onu teselli ederek yeniden alacağını, ama bu kez masada oturup yemesi gerektiğini, kızgınlığını belli edecek şekilde söyledi. Halasının kararlı sesinden olsa gerek, inat etmeden -Peki! dedi. Dönüp masaya oturduklarında Mira çaktırmadan ellerini masanın örtüsüne siliyordu! Halası ikaz edip kötü kötü bakan dondurmacıdan özür diledi. Elindeki peçetelerle ellerini sonra da Mira'nın göğsündeki renkli dondurma izlerini silmeye başladı. Fakat daha da kötü oldu! Tuvalete götürüp suyla temizlerken, halasına, tuvaletinin geldiğini söyledi. Halası ona nasıl yapacağını tarif ederken o bir yandan dinliyor bir yandan da telaşla üstünü başını çıkarmaya çalışıyordu. -Ne yapıyorsun öyle! diye çıkışırken Mira çıkardıklarını halasının eline tutuşturmaya çalışıyor, almak istemediğinde ise kenarda duran plastik boş kovayı ters çevirip çıkardıklarını onun üstüne koymaya çalışıyordu. Zeyno çaresizdi. Onları tek tek elinde toplamaya başladı. -Hadi yap şimdi! dediğinde, -Sen çık! dedi halasına. -Neden? Ben bakmam sen yap! -Çıkmazsan yapamam! -Beni pişman etme, hadi yap! Ben bakmayacağım! -Hayır sen çık! diye kararlılığını belli edince, çaresiz çamaşırlar elinde tuvalet kapısında nöbet tutmaya başladı. Bir süre sonra Mira'nın sesi geldi. -Bittiiii! Halasının yanında tuvaletini yapmaya utanan Mira, işi bittikten sonra temizlenmesine izin verdi, yıkattı! Zeyno onu giydirirken altı kirli kovadan pislenen bluzunun artık giyilecek durumda olmadığını görünce, onu atletiyle bırakıp, bluzunu, duvarda asılı kâğıt havlulara sarıp sarmaladı. Birlikte çıktılar. Masaya geldiklerinde hiç olmazsa rüzgârlığı giydirmek istedi. Mira asla bunu kabul etmiyordu. Çaresizlik içinde onu, o şekilde eve teslim etmeyi düşündü. -Gidelim o zaman! dedi. Tutması için elini uzattığında, halasının iki eli de dolu olduğundan tutamadı. -Önümden yürü sen! Elinden tutulmayınca, dönüp halasının yüzüne baktı ve onun saçlarını topuz yaptığını ilk kez fark etti. Kendi saçlarının da topuz yapılmasını istedi. Zeyno, -Mira'cığım ellerim dolu, şimdi eve gidiyoruz evde yaparız! dedi. -Ama ben yaparım ki! dedi ve gerçekten büyük insanların bile beceremeyeceği şekilde saçlarını ellerine dolayıp öyle bir topuz yaptı ki şaşırmamak elde değil. Topuzu tutacak tokaya ihtiyaç vardı ve Mira halasından bunu istiyordu. Ama önceden çıkardığı tokadan başka toka yoktu. O da işe yaramazdı. Ne olursa olsun hiç olmazsa onu denemeliydi. Zeyno bir kenara geçip elindekileri uygun bir yere bıraktı, içinden toka aradıysa da bulamadı. Toka
düşmüştü! -Mira'cığım şimdi onu tutturacak bir şey yok, evde yaparız! Mira; -İpli tokamla olur, onunla yap! dedi ve halasına yol gösterdi. Bu sırrada Zeyno'nun hiç olmasını istemediği bir olay oldu. Bir arkadaş grubunun daracık sokağın karşı yanında oturduklarını ve kendisine el salladıklarını gördü. Yapacak bir şey yoktu. Onlara doğru yöneldi. Geldiğini görenler hemen masayı düzenleyip ikisi için de sandalye ayarladılar. Zeyno başına geleneleri Mira'nın anlamayacağı şekilde ve kısaca onlara anlatıp durumu sezdirdi. Onlar da hem dinliyor hem Mira'ya sorular soruyor, yanağından kesmeler alıyorlardı. Mira ise hiçbir tepki vermiyor ve asla konuşmuyor, sadece masadakileri süzüp duruyordu. Adeta yok olmuştu! Bir süre sonra sıkıldı, gitmek istediğini söyledi. Zeyno için bu bir fırsat ve kurtuluştu! Toparlanıp yola koyulduklarında yanından geçtikleri bir tezgahın başında yeniden durdular. Şimdi de yelpaze görmüş onu istiyordu. Yelpaze de alındı. Mira onu açıp yüzünü yellemeye başladı. Kaşlarını kaldırıp edalı ve yakışan bir tutuşla hem serinliyor hem halasına bakıp dudaklarını büzerek sevincini göstermek istiyordu! Onun bu hali, Zeyno'ya çektiklerini unutturdu, onu ne çok sevdiğini hatırlattı. Ondan ayrılacağının üzüntüsünü hissetti! Fakat çok geçmedi, Mira'nın yelpazesi topuzunu tutturduğu tokanın ipine dolaşıverdi bu kez. çıkarmak istiyor çıkaramıyordu. Saçının topuzu da bozulunca Zeyno'ya yeniden iş düştü. -Haydi gidiyoruz, dedi Zeyno ve Mira önde, kendisi arkada arabaya kadar geldiler. Arabaya bindiklerinde birden iki saat sonraki randevusü aklına geldi. Oysa bu buluşma oldukça önemliydi. Bir hafta önce kendisine evlenme teklif edilmiş, o da düşünmek için bir hafta süre istemişti. İşte bu konu için iki saat sonra buluşacaklardı. Mira'yı eve teslim ettikten sonra arkadaşıyla buluşup yaşamının en önemli kararını verecekti! Öyle de yaptı. Mira'yı teslim ettikten sonra akşamüstü arkadaşı ile bir kafenin kenar masalarından birinde oturdular. Her ikisi de heyecanlıydılar. Alışılmış hoş beşten sonra Zeyno, -Siz beni neden tercih ediyorsunuz, ne düşünüyorsunuz, merak ettim? Karşısındaki biraz düşündü, konuşmak için boğazını temizledi, sonra; -Güzelliğinizden söz etmeyeceğim! Çocukluğumdan beri hayalimdir. Beni anlayacak, beni sevebilecek, bana çocuk verebilecek, benim de gönlümü hiç çekinmeden kendisine verebileceğim, aşık olabileceğim ki şu anda öyleyim, birisiyle evlenmek, bir yuva kurmak, küçücük evimizin kocaman bahçesinde çocuklarımızın koşturmalarını, oynamalarını seyretmek… Devam edecekken Zeyno sözünü kesti; -Çocuk dedin, kaç çocuk bekliyorsun, yani hayal ediyorsun? -Bir, üç, beş… yani farketmez, ne kadar olursa! Nasıl olsa Allah rızıklarını da beraber verirmiş! Zeyno sessizleşip düşünmeye başladı; “Çocuk! Bir, üç, beş çocuk!” diye. Bu günü hayal edip gülümsedi!
18
Tmolos Edebiyat
FLAMENCO'NUN DEDİĞİ
D
ün gece kitap okurken uyuyakalmışım. Koltuğun verdiği rahatsızlıkla bir ara uyandım. Dişlerimi fırçaladım, kitabımla yatağa gittim. Kitabım yanımda olursa erken uyanırım sanıyordum. Gördüğüm rüyaların ardı arkası kesilmiyor, uyanmak bilmiyordum. Benimkisi uyku değil adeta bir rüya çalışmasıydı. Sonunda günün epeyce ilerlemiş olduğu dürtüsüyle yataktan fırladım. Buzdolabına gittim. Önce bir tabak dut kurusunu sonra bir tane muzu mideye indirdim. Mutsuzdum. Yalnızdım. Bulanık bir su birikintisiydim. Bu kez iyi şeyler düşünerek rahatlamaya çalışmayacağım, dedim. Tadına var, karanlık sularda yüzmenin. Nasılsa hep oralarda olmayacaksın. Gündelik hayatın sanal mutluluğuna, yanılsamalarla dolu ilişkilerine bir dönüş yapmak için biraz zaman tanı kendine, dedim. Aylardır temizlemediğim evimi elden geçirmeye karar verdim. Dans kursum için evden çıkmaya daha iki saat vardı. Pekâlâ yetişebilirdim. Elektrik süpürgesi gürültüsüne kulaklarım isyan etse de evi şöyle bir dolandım. Yamuk yumuk paspasımın paslanmış sapı, süpürgenin ulaşamadığı yerlerde küstahça gezindi. Toz bezi mobilyaların ve aynaların üzerinde kıvrak bir biçimde dans etti. Banyoda son zamanlarda benim anlamadığım şeyler oluyordu. Bir ahşap tabağın içersine koyduğum gül yaprakları dağılmış, ordan burdan toplamaya başlamıştım. Tabağın hemen yanıbaşında duran krem ve losyon şişelerine diktim bakışlarımı. Aynada kendime, "Hey kızlar! Yeni bir aşk beklentisi içerisinde olduğunuzu görüyorum," dedim tıslayarak. Oysa aşk, daha geçenlerde elinde bir kutu mısıra kafasını gömmūş geçip gitti yanımdan. İçlerinde çok az birikmiş olmasına rağmen çöp kutularını boşaltıp kafamı sıfırladım. Temizliği bütünüyle bitirdikten sonra duş alıp kendimi yenilemiş oldum. İşte artık hazırdım hayata karışmaya. Az sonra unutacaktım yalnızlığı. Az sonra ne kadar yalan varsa kaynaşıp koklaşmaya başlayacak, etime, ruhuma işlemesine izin verecektim. Çünkü yalnızlık dayanılmaz bir ağırlıktı. Çünkü mutsuzluk katlanılamaz bir sancıydı. Ta ki kalabalık bir yalnızlığın ortasında kulağıma gelen uğultulu sesler baş ağrımı çağırana kadar orada kalmayı deneyecektim. Metroya bindiğimde gözlerimi her bir insanın üzerinde inceleyici bakışlarla gezdirdim. Bunu kimseye sezdirmeden, içimden yaptım. Kendi kendime konuşur gibi. Herkesin birer yaşayan ölü olduğunu düşündüm. Hepimiz ölümlüyūz ve yolun sonunda bizi yok oluştan başka bir şey beklemiyor. Birçoğumuz yaşamadan ölecek. Yazık. Ama belki de değil. Çünkü böyle bir dünyayı iyi yaşamakla iyi yaşamamış olmak arasında bir fark göremiyorum. Ölüm gelecek ve her şeyi silip süpürecek. İşte insanların yüzlerine bakarken bunları düşünüyordum. İçimden ne geçirdiğimi bilselerdi beni orada istemezlerdi. Dans kursuna vaktinde yetiştim. Yeni kursiyerlerin olduğunu görmek canımı sıktı. Bugünkü dersten tat alamayacağım açıktı. Onların acemi adımlarına kendi adımlarımı uydurup arada kaynayacaktım. Bir saat sonra ara verdiğimizde bir şeyler yemek için dışarı çıktım. Orada kalsaydım yeni arkadaşlarla tanışmam gerekecekti. Açlık beynimi kemirirken ne kadar dostça davranabilirdim ki? Her hafta sonu gittiğim ev yemekleri lokantasının yerinde yeller esiyordu. Yolu uzatıp başka bir lokanta aramak için zaman kaybetmedim, ilk gözüme kestirdiğim yere oturdum. Bir kadın iki çocuğu ve kadının annesi yan masada
Gencay USLU gürültülü bir neşelilik içinde konuşuyorlardı. Ben çocuklara göz kırpınca kız olanı yanıma geldi ve elindeki beyaz şeker poşetini masaya döktü. Beyaz şekerden kar yaptı. Üzerine de kâğıttan bir gergedan koydu. Ben de şekerden kar fikrini çok parlak bulduğumu ama gergedanların yaşadığı yerde kar yağmadığını söyledim. Annesi kahkahayla güldü bu lafıma. Bunu hiç düşünmediğini söyledi. Ardından küçük kızına en kısa peri masalını okumak için onu yanına çağırdı. Masal, prensin evlilik teklifini reddeden bir prensesi anlatıyordu. Böylelikle ev işleriyle uğraşmaktan, birilerinin arkasını toplamaktan, eninde sonunda aldatılacak olmaktan kurtulmuş, hayatının geriye kalanını mutluluk ve güven içerisinde yaşamıştı. Küçük kıza mutlu olması için evlenmemesi gerektiğini anlattıktan sonra oğluna döndü. Ona babasıyla telefonda neler konuştuklarını sordu. Oğullar da babalar içindi... Ani bir kalkış ve selamlama ile onlara veda ettim. Mola bitmek üzereydi. Dans okuluna giden yol iyice kalabalıklaşmıştı. Kalabalığın arasında boğulma hissiyle ilerlerken karşıma dikilen bir karartıyla durakladım birden. Yüzünün yarısını kaplayan kıvırcık seyrek sakalları, siyah çerçeveli, yuvarlak gözlükleri ile hippi kılıklı bir genç karşımda duruyordu. Ona ayırabileceğim bir kaç dakikam olabilir miydi acaba? "Hayır," dedim. "Hayır hayır!” Gerçekten iyilik yapacak gücüm yok. Ben dansı neden seçtim? Olgun erkekleri son demlerinde yakalayan bir aşk kaçkını olmaktan yorulduğum için değil mi? Öyleyse oraya yetişmeliyim. Tutku beklemez. Anladı çocuk. Anladı.
DÜŞLERİMİZE KALIR düşlerimize kalır yaşamak sevdası yaşamak varken yaşamak sevgiyle! kırarız dallarımızı en ince yerinden yeşermeye başlamışken tomurcuğu patlamadan yaprağa dönmeden meyveye! zaman deriz, zaman, yaşamı ertelerken! zaman deriz, zaman durur, biz hızla geçip giderken zaman deriz, boynumuzu kader deyip bükerken! ellerimizde yanar özlemlerimiz yanar yakarken içimizi düşlerimize kalır yaşamak sevdası düşlerimizde kalır bir akşam vakti gün henüz batmış, deniz yanarken ufka bakmak hülyası yakamozlar gülümseyen yüzlerimizi arar, gözlerimizde yansımayı isterken gözlerimiz dalar düne, yarına ağlarız yaşanmayan o ana düşlerimizde kalır yaşamak sevdası yaşamak varken, hemen yaşamak varken! sevdayla! Ünsal ÇANKAYA
19
Tmolos Edebiyat
KIYI
M
asmavi sınırsız yolda suları yararak ilerleyen gemide bir otobüs yolculuğu yapar gibi davranmak ve hem zihnen hem bedenen bu ayrımı fark etmemek nasıl mümkün olur? Oluyor işte. İnsanın olduğu yerde her şey mümkün oluyor. Böyle yaşanıyor genelde bir çok şey. Özlem duyarak ama vuslatı kanıksayarak, anı harcayarak yaşanıyor. Bir sonraki özlem sırada ya, koşarcasına arkandan atlı kovalarcasına, sanki bir öncekini doya doya yaşamışçasına dolu dizgin sıradakine saldırarak. Karın doyurmak için yer gibi. Tüketmek marifetmiş gibi. Pencereden baktığımda mavi suyun dayanılmaz çekiciliği kadar sınırsızlığı da korkutuyor beni. En sevdiğim mavi ile en ürktüğüm mavi iç içe. Sevmekten korkmak, korkarak sevmek gibi. Vazgeçilmez, dayanılmaz, dayanılması imkansız. Karmakarışık. Vazgeçtiklerimiz, bir zamanlar kendi seçtiklerimiz. Seçerken “asla bırakamam” dediklerimizi nasıl yabancılıyoruz zaman içinde? Neden? Denizin rengini bastırırcasına mavi gözleri yarı aralık, omzuma dayadığı başını kaldırıyor Suna, -Hep, bir şey unutmuşum duygusu bugünlerde, diyor, nerede olursam olayım, nereye gidersem gideyim yakamı bırakmıyor. Kontrol edip duruyorum. Kimliğim tamam, anahtar cüzdan, sigara çakmak tamam. Telefon, e işte o da burada. Ama yok edemediğim bir his: 'Bir şey unuttum.' Her gün eksiliyormuşum duygusu da bir öncekine dost. Bir parça kopuyormuş gibi bir yerlerimden bir daha tamamlanmamacasına. Ruhumdan öyle bir eksilme ki, ruhum yarımlanmış gibi. -Evet, diyorum, içimden geçenleri mi okudun? Uzaktan görünen limana bakıyorum. -Çok güzel görünüyor değil mi? diye soruyorum. -Orada kalıcı değilsin çünkü, diyor. Herkes gemiyi kendi limanında demirlemek istiyor. Toparlanıp karaya çıkıyoruz. Geri dönüp bakıyorum. Karşı yaka, artık görünmüyor. Ne zaman 'karşı' oldu diye düşünüyorum, bir zaman önce burası karşıydı. -Suna, diyorum. Bu kadar kolaymış karşıda olmak. -Hiç anlaşılmıyor değil mi? diye soruyor. -Anlıyorsun da, diyorum, geç oluyor biraz. Bir kıyıdan koşarcasına uzaklaştığının farkına, aynı kıyıya geri çıkamadığında varıyorsun. Kıyısız kalmak böyle bir şey işte. Ne kendi kıyından karşı kıyıya varabiliyorsun artık ne karşı kıyıdan kendi kıyına dönebiliyorsun. Denizin ortasında bozulup kalmış bir gemi örneği. İki yaka arasında, sonsuz boşlukta rotasından çıkmış, pusulasını yitirmiş sürüklenen bir yelkenli belki de. Ne umutlara yelken açtığını unutmuşçasına sürüklenmek. Kıyısız kalmak. -Ne umutlara yelken açtık da, yelkenleri ne ara suya indirdik? diye soruyor Suna. -Yelkenleri suya indirmek, diyorum. İlk zamanlarda yükseklerden uçan kimselerin daha sonra durumlarının farkına vararak eski hallerinden vazgeçip, karşısındakinin dediğini kabul etmek ve yumuşamak anlamında kullanılan bir deyim. -Eski hallerinden vazgeçersen yeni halleri benimsemen gerekir, diyor. Yeni hallerini benimsersen 'sen' sen olmazsın. -Her kendinden vazgeçiş bir yenilgidir, diyorum. Bunu bir gün anlarsın. Eksildiğinin ayrımına vardığında sorarsın, ne adına? -Benim gibi, diyor. Unuturken eksiliyorum işte. Gün be gün, benden azalıyorum. İçten gelen gülmeyi unutmuşum, neşemden azalmışım. Duygusuz kalmışım, ağlamayı unutmuşum, hüznümden yitirmişim. Umutlanmayı bıraktığımdan beri gelecek düşlerimden yemişim azar azar. Artık hayallerim olmadığını anladığımda çocuk yanım ne denli eksilmiş acıyla fark ediyorum. -Boş ver Suna, diyorum. Bak şimdi ben girsem anıların içine hesapsızca, izinsiz, saygısızca arsızca anımsayıp dalıverip gitsem ne olur? Yanıtını beklemeden ekliyorum, -Günüm zehir olur.
Nermin GÜLAYDIN Anlamamış gibi bakıyor bana, -Ne yani, diyor, hepsi mi kötü yaşananların? -Yok, güzel şeyler de anımsıyorum ama onlar da canımı yakıyor. -Geçmiş olduğu içindir belki, diyor. -Belki de diyorum. Geçse bir türlü, geçmese bir türlü. Geçmiş acıtıyor, gelecek belirsiz, bu andayız şimdi boş ver. Her an böyle araftayız. Başkalarının kıyılarında gün boyu dolaşıyoruz. Karşı kıyıların güzelliğinden bahsediyoruz. Arada bir bizim kıyılarımıza olan benzerliğinden söz ediyoruz. Kendimizinkinin değerini karşıdan bakınca daha iyi anladığımızı kavradığımız noktada 'değerbilmezliğimiz'den dem vuruyoruz. 'Hep mi böyle olur?' diye soruyoruz. 'Hep kaybedince mi anlarız, hep uzaktan bakınca mı yapar görevini beş duyumuz?' -Bunun adı ,'duyu körlüğü' olabilir, diyor Suna. Duyu organlarımızı tembelliğe iten bizim duyarsızlıklarımız aslında. -Şu 'sız' ekini hiç sevmiyorum Suna, biliyor musun? Böyle 'yapım eki' mi olur? Eklendiği her sözcüğü değersizleştiriyor. -Hiç aklıma gelmemişti doğrusu. Ama bazılarına olumlu anlam katmıyor mu? Örneğin; acısız, eksiksiz, zararsız, hastalıksız vb. -Dilbilimci değilim elbette ama verdiğin örneklerde de kök sözcüklerin kendisi olumsuz anlam taşımıyor mu? -Olumsuz olursan 'sız' dan yararlanıyorsun yani. Hastasın, al yanına 'sız'ı sağlıklı ol, oh ne ala. Olumluysan, mutlu isen mesela 'sız' seni anında melankolik yapıyor. Sözcüklerin dünyası da insanlarınkinden farksız. -Boş verelim şimdi bunları, dedi Suna. Denizsiz bir kentte, yıldızsız bir gökyüzü altında ve keyifsiz değiliz, en önemlisi sağlıklıyız ve beraberiz. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Ne kadar çok yıldız vardı. Dalgaların sesini dinledik. İçimizle konuştuk. Epeyce sustuk. -Alev, dedi Suna. -Efendim, dedim. Ben bu gece bir karar verdim. Karar verdim artık hiçbir şeyi yutmayacağım. İçimdeki zehri kusabildikçe kusacağım. Yeter zehirlendiğim, diyorum. Hep sustum. -Neden sustun, diye soruyorum, sanki kendimden bilmezmiş gibi. -Herkes konuştu, ben sustum, dinledim, diyor. “Söz gümüşse, sükut altındır,” diye değil, anlatmaktan sıkıldığım için sustum. -Pişmanlık seziyorum sanki, diyorum. -Belki pişmanlık, belki farkındalık ne dersen de, önemi yok artık. -Nasıl yok diyorum, nasıl yok sayabiliyorsun seni bunca yaralayan şeyi. Bak adını bile koyamıyorum, 'şey' diyorum. İçinde neredeyse bir hayat var. Gençliğin var Suna. -Suskunluğum gençliğime armağan olsun, diyor. -Unutabilecek misin yaşadıklarını kolayca? -Unutamam tabii, diyor. Unutmuyoruz, kanıksayarak zaman içinde anımsamaz oluyoruz. -Ben yapamam doğrusu, diyorum. Gerçek sevgiyi unuttuğumdan beri kadınlığımdan yitirmişim, dişiliğimden eksilmişim. Yorulmamak nedir unutmuşum, bedenimden eksilmişim. Mücadele azmimi atıvermişim kör kuyuya, buna değecek ne varsa unuttuğumdan beri. Doyduğunu bilmemecesine yer gibi iştahla yediğim yaşama sevincimi unuttuğumdan beri kapanmış iştahım, sorgulayarak yaşamayı yitirmişim. Pır pır eden yüreğimden yitirmişim her kış baharı karşılamayı unuttuğumdan beri. İçimdeki şiirden yitirmişim dize dize gençliğimi unuttuğumdan bu yana. Şimdi tüm bunları kanıksayacağım öyle mi? Yok sayacağım. Yapamam. -Denersin, diyor, bir gün sen de geçmişle sohbetin, 'kendinden yemek' olduğunu fark edersin. -Hangi gün? -Kendi kıyına tekrar ulaştığın gün.
20
Tmolos Edebiyat
NEREDE O ESKİ USTURALAR? Emine ÇAKIR
E
vet, öğleye doğruydu, pazara gidebilirdim artık. Sabahtan yapacaklarımı yapmış, yazacaklarımı yazmış, biraz da dinlenmiştim. Az sonra da kendimi salı pazarında buldum. Güzel bir çilek kokusu eşliğinde pazara girdim. Taptaze, sebze ve meyvelerin yanında köylülerin biraz da bağıra çığıra konuştuğu yiyecek alanına yürüdüm. Herkes gibi benim de hemen pazara ilk gelen şeyler dikkatimi çekiyor, pazarı her daim gezmeme rağmen, ilginç birçok şey yakalıyorum. Her şey çıkabiliyordu insanın karşısına. Bunun yanında tanıdığım birçok arkadaş ve çevreyle görüşebilme, ilişki kurabilme olasılığım artıyordu. Pazardaki sohbetlerin derinliğini, içtenliğini, renkliliğini hiç bir yerde bulamıyorum. Bunun yanında insan sesinin ve renginin en doğal halini yakaladığınız yerdir. Hiç olmadık bir yerde örtüler altında saklı, ekmekler, kesilmiş temizlenmiş tavuk, hindi, balık, içlenmiş sebze, süt bulabilirsiniz. İşte o gün kendi kendime merak ettiğim örtülü yere elimi uzatmamla birlikte, çığlığa boğulan bir bebeğe dokunmuştum. Bir anda irkildim. Yaşadığım bu olayın pazarcılar için yaşanması çok tatlı bir olay, bir gelenek gibi doğal karşıladılar. Bense saplanabildiğim kadar saplanmıştım sorular içine. Yaşam demek seni böyle karşıladı, diye geçirirken içimden; sadece bu bebek burada rahat mı, üşümez mi, diyebildim. Verdikleri cevap çok netti. “Yapacak başka bir şey yok!” aldığım bu cevapla gizli bir kurşundan kaçarcasına, ok gibi ilerledim bir süre, yeni bir şey beni kendime getirene kadar. Ne gördüm biliyor musunuz? Yirmi yıldır gezdiğim bu pazarda hiç kimseyi kitap okurken görmemiştim, onu gördüm. Başka hiç bir şeye takılmadan, bakmadan seyirttim o yana. O da ne, Rıfat Ilgaz'ın 'Nerede O Eski Usturalar' kitabı var elinde. 60-65 yaşlarındaki adam. Başında bir kasket ve normal köylü giysileri içindeydi. Önce biraz seyrettim adamı ve kitapları. Kitaplar sehpadan biraz yüksekçe küçücük bir masanın üstünde 4-5 tanesi. Diğer 3-4 tanesi de yerde serilmiş durumda. Masaya doğru iliştim. Unuttum, kitapçıları, kütüphaneleri, kendi evimdekileri. İlk ilgimi çeken kitap Selim İleri'nin “Nam-ı Diğer Kaptan Attila İlhan'ı Dinledim” adındaki söyleşi kitabıydı. Sanki kaçıracakmışım gibi hızla yapıştım kitaba. Kitabı elime aldım. İnceledim. Bir yerden de adama bakıyorum. Yan cebindeki anahtarlar kendini satıcının belinde askı şeklinde gösteriyor yavaşça. Önünde eski kullanılmış 20 kadar çeşitli eski parçalar var. Adam kitap okuyor, benimle hiç bir ilgisi yok. Bu kitap bir anda beni eline geçirmişti. İşte diyorum, benimle sohbet edecek bir kitap. Sesimi tazeleyerek sesleniyorum adama. Kitaplar sizin mi beyefendi? Ses yok, bir kez daha sesleniyorum, üçüncüde başarılı oluyorum. Evet, diyor. Ederi ne kadar? 5 TL. Hazırladığım parayı sunarken adama bu kitapları nereden alıp satıyorsunuz, diyorum. Adam; “Kitaplar, çocukların ve benim,” dediğinde içimde bir lamba yanıyor. Kitaplar; çocukların ve benim. Gönderi Adresi : PK. 24 ÖDEMİŞ / İZMİR Dizgi ve Basım Yeri: Efe Ofset Matbaacılık Yay. San. ve Tic. Ltd. Şti. Sertifika No:14866
SÜRDÜRÜM İÇİN Ömer Akşahan Posta Çeki No: 09562887 Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni: Ömer AKŞAHAN Vakıflar Bankası Ödemiş Şubesi IBAN NO: TR34 0001 5001 5800 7284 2423 63 Yayın Kurulu: Halkbankası Ödemiş Şubesi Ömer AKŞAHAN - Rahim GÜR - Örsan Gürkan APLAK - İrfan MUTLUER IBAN: TR33 0001 2009 7060 0093 1003 66 Posta İçin Katkı Payı Yurtiçi: 40 TL (Yıllık 12 Sayı) Levent ÇETİNOL (Konsep Medya) - Özay KARA (Grafizy) Yurtdışı: 30 Euro (Yıllık 12 Sayı) Hukuk Danışmanları: Av. Özgür AKŞAHAN Av. M. Özer ŞENTÜRK Dergide yayımlanan ürünlerin sorumluluğu eser sahiplerine aittir. Tmolos Edebiyat adı verilmeden alıntı yapılamaz. İzmir Temsilcisi: Mehmet GENÇ Tmolos Dergisi Konsep Medya kuruluşudur. Ankara Temsilcisi: Mutahhar AKSARI
Kocaeli Temsilcisi: Gülseren DELİBAŞ Almanya Temsilcisi: Dr. Ertekin ÖZCAN
Ticari Bir Yayın Değildir. Kapak tasarımı: Özay KARA (Grafizy)
e-posta: tmolosedebiyat@gmail.com
BİTMEYEN DUA SOKAĞI sonbahar kemerli turuncunun altında başka bir mevsimin hayatı günler kendini sayıyor paslı, yosunlu, pullarında balığın saatlerce ayakta saatlerce dövülmüş kahverengi halının karşısında tren raylarının ve sokak köpüklerinin sokağı yolları ikinci tahminlerin keşke ve dileklerin sokağı ayırıyordum seni ışığın övgü gibi yükselen, düşen, yükselen düşen kelimesiz hayata dair şehri geçmişin inadı odamdaki duvarlarda size yerim var tozun ve uykunun hecelerinden yapılmış ev umut bu dağılmış evi yapar evin umudu kurtarır beni Jacquelyn POPE Çeviri: Ümit Şener TA *Marsh Hawk ödüllü Watermark adlı kitabından
YOK(OL)UŞ
bir basamak bir basamak daha derken on kere beşe çarptım beş parmağımın izi kaldı basamaklarda kim bilir kaç yokuş var daha kaç yok(ol)uş kuşlara el ettiğim merdivenin kırık sağ bacağı dipnot: şiire düştüm göğün rengini içmiş çiçekler gülümsüyorken vazoda Seval ARSLAN
CANLI BALIK RESTAURANT Dededen toruna süren bir serüven...
Küçük Liman Cad. No:8 Amasra • Tel: 0 (378) 315 26 06 www.amasracanlibalik.com
0232 544 66 66
www.dominos.com.tr
Hayatýnýzý Tazeleyin
KLİMA
0232 599 35 35 0232 545 36 05 0533 720 02 20