Oralarda Havalar Mag. 1

Page 1

1


2


Merhaba! Siz bu sayfaları elinizde tutarken biz, Hindistan’dan Pakistan’a, Norveç’ten Finlandiya’ya tahayyül edebileceğiniz edemeyeceğiniz pek çok yerin suyuna toprağına dokunup bu sayfalara sizin için yerleştirmiş olacağız. Dergimizde sinemadan müziğe, şiir ve öykülerden eleştirilere kadar güzel bir denge içinde, insan olma bilinci ve keşif arzusuyla el bebek gül bebek büyütülmüş yazılar yer alıyor. Ayrıca sayfalar boyu sizlere eşlik edecek muhteşem fotoğraflar ve çizgilendirmeler de gözünüzü okşayacak, inanın bize.

3


4


5


illüstrasyon: Tuğba Hitit

Sanayi Devrimi Sonrasında Bir Şehir ve Oranın Diyarlıları

Selin Bostancı

G

ünlerden bir gün parayla pulla hiç işi olmayan bir şehre nereden geldiği bilinmez bir şekilde sanayi gelivermiş. Sanayinin gelişiyle ilk başta çok sevinen köylüler hemen ilk buldukları fabrikalarda çalışmaya başlamış, kendilerini eskisinden çok daha fazla işe yarar hissetmenin verdiği mutlulukla kazandıkları paraları nerelere harcayacaklarını bilememiş, toprakla uğraşmayı bırakmış, hazır gıdaya yönelmiş, fabrikalardan çıkan şipşak katkılı maddelere bayılır olmuşlar. Bu şehrin insanları artık eskisi kadar sıcak, temiz veya parlak bile olmayan bu şehirde gözleri kapalı ömürler, nesiller geçirmişler. Bir gün olmuş bir ay, bir ay olmuş bir yıl, bir yıl olmuş bir ömür derken sonunda bu işte bir terslik olduğunu, insanların eskisi gibi olmadığını, fiziksel özelliklerinin bile değiştiğini ve çok sağlıksız bir hal aldığını ancak köylülerimizin büyük büyük torunları keşfedebilmiş. Gidişata bir dur demek isteyen büyük büyük torun, halkı kurtarmak için biri kız biri erkek olmak üzere iki adet süper kahraman seçmeye karar vermiş ve yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, sonunda boynu kıldan ince, sakallı ama genç bir dervişe ulaşmış. Yalvar yakar Derviş’ten halklarını kurtarmasını isteyen büyük büyük torunun karşısında Derviş, ‘’Ma-

‘’Ben belki 300 yıldır buradayım, ben özgürken dünyada zaman diye bir şey yoktu, insanlar hiçbir dem halkımızın sağlığı tehlikede o zaman yere yetişmeye çalışmaz, yalnızca benim boynum kıldan incedir, sonuna kakendileri için çalışır, her zaman dar seninleyim,’’ demiş. Ve hep birlikte mutlu olur, zamanın ne olduğunun düşmüşler yola, sıra gelmiş Derviş’e uygun bir kadın süper kahraman bulmaya. farkında bile olmazlardı.’’ 6


Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, sonunda sarışın, röfleli, son derece normal bir kadın olan briç annesi Melahat ile karşılaşmışlar. Derviş Melahat’i görür görmez, ‘’işte bu!’’ demiş, ‘’yol arkadaşımızı bulduk, artık bizi hiç kimse tutamaz.’’ Kendisinin seçilmesini karşısında inanılmaz derecede şaşkınlığa uğrayan briç annesi Melahat ilk önce gözlerini kocaman açarak, ‘’gerçekten ben mi?!’’ diye sormuş, fakat herhangi bir cevap alamayınca ‘’ne yapayım,’’ demiş, ‘’madem halkımızın

sağlığı tehlikede o zaman benim de boynum kıldan ince, sizinle yola düşeceğim.’’

Süper kahramanlarını bulduktan sonra bir süre daha çılgınlar gibi sevinen büyük büyük torun sevinmekten yorulunca durmuş ve ‘’Simdi ne yapacağız?’’ demiş. Torunumuz hemen soluğu Derviş’le Melahat’in yanında almış. Fakat bir bakmış ki Derviş’le Melahat çoktan birbirlerine aşık olmuşlar ve gözleri başka hiçbir şey görmeden uzuun uzuun, sıcaak sıcaak birbirini izliyormuş. Torun çocuk ne yaptıysa Derviş’le Melahat’in ilgisini çekememiş. Bir gün geçmiş, iki gün geçmiş, derken torun, dervişlerden bir hayır gelmeyeceğini anlamış ve oturtmuş onları karşısına, demiş ki: ‘’Hey

kardeşler, biz bu yola niye çıktık? Hani halkımızı eski sağlığına kavuşturacaktık?’’ Bunu duyan Derviş sinirlenmiş: ‘’Torun kardeş bana hayatımın aşkını bahşettiğin için sana bir teşekkür borçluyum fakat yıllar geçti hala öğrenemedin ki, insanın kendinden başka kahramanı olamaz, demiş. Siz problemi çözmek için bana geld-

iğinizde halkımızın durumu beni de çok üzüyordu fakat ben artık sevgilimi buldum, bundan sonra beni hiçbir şey üzemez. Kusura bakma ama ben bu işte yokum,’’

demiş. Torun sinirlenmiş, bozulmuş, dönmüş Melahat’e bakmış. Melahat’in de Derviş’ten aşağı kalır yanı yokmuş hemen konuyu geçiştirmiş. Torun aldığı ders üzerine tüm gece düşünmüş, sonunda halkını tek başına kurtarmaya karar vermiş. Sanayinin düştüğü yere yalnız başına korkusuzca yürümüş, dağlara tırmanmış, ovaları aşmış, sonunda aradığı sanayi merkezini bulmuş, bir de bakmış ki ne görsün! Sanayinin ortasında dünyalar güzeli bir hanım kızımız, koskocaman bir zaman kapsülünün içerisinde hapis şekilde kurtarılmayı bekliyormuş. Hemen eline geçirdiği baltasıyla kapsülü parçalamış ve kızı kurtarmış. Kapsülün parçalanmasıyla dünyaya göz kamaştıran bir ışık yayılmış ve yaşadığı tüm çevre akıl almaz bir şekilde değişmiş. Merakla, kurtardığı kıza neler olduğunu sormuş. Bizim kızımız başlamış anlatmaya:

‘’Ben belki 300 yıldır buradayım, ben özgürken dünyada zaman diye bir şey yoktu, insanlar hiçbir yere yetişmeye çalışmaz, yalnızca kendileri için çalışır, her zaman mutlu olur zamanın ne olduğunun farkında bile olmazlardı,’’ demiş. Ardından bir gün kötü adamlar tarafından yakalanıp zaman kapsülüne hapsedildiğini, o gün bu gündür de insanların zaman kaybetme korkusuyla telaşa düşerek, mutsuz ve aceleci davranarak hayatın güzelliklerini kaçırmaya başladıklarını anlatmış. Ardından toruna sarılmış.

7


‘’Yıllardır buradayım, kimse bu yanılgının farkına varıp da beni kurtarmaya gelmemişti! Artık umudumu kesmiştim ki sen geldin,’’ demiş. Yaşadığı kötü

deneyimden dolayı yılmayıp ders çıkardığı için kendiyle gurur duyan torun öyle mutlu olmuş ki, kapsüldeki kızımızın boynuna atlamış. Yıllardır insana hasret güzel kızımız bu tepki karşısında ne yapacağını bilememiş ve o da mutluluktan havalara uçmuş. İkilimiz o an içinde öyle mutlu olmuşlar ki bir daha onlar için zaman hiç geçmemiş, sonsuza kadar o harika anda mutluluk içinde yaşamışlar. ---SON---

illüstrasyon: Tuğba Hitit

8


ÖlümDiri

Pelin Yıldırım

Yarın bir insan devrilir,inletir balkonsuz evi, parmaklarında oje. Sonbahardır, üstelik tanıdıktır. Pabuçlarını vurma kaldırıma, bana kızma, beni bağışla. 1. Gökyüzünden vücutlar damlıyor mamafih, her birine kanlı palaska, yakışıklı sırtlarına. Gittiğinden bu yana herkes biraz yanmalı burada, yüzümde leş kadın ağlamasıyla ve günlerden çılgın cuma. Dürüst sonbaharın yangın gününde, yanmış sigaranın yalnız insanlarına yalnız ben bileniyorum. Yokluğuna medet ve karnımda kahrımdan gebelik hikayelerim ile baştan yaratılacaksam şayet adsız kalmalıyım, şarapsız ve müslüman. Ona keza yağmur gibi darma duman.

9


1 buçuktan 2. Gittiğinden bu yana her gizem boğulmalı diyorum burda, her ceset soğumalı ve uçmalı. Çiiuuuvv. Bir kaç yatak sonra sızarım yanına,yarına. Bir boy büyük, bir topuk boyu uzağımsın, mesela diyorum, dünden sonra filanca kasabasında. Beni çal; içimden canlı çıkacak, henüz akılsız ve ıslak, yalnız ve mutlak. Bi-iki dudak sonrasında belki arabaları benzin kaçıracak, belki tabi. 2 buçuktan 3 Gelme buraya. Burası dişleri sökülmüş meleklerin melez meze yuvasıdır, soğuk orta çağ ve biraz can sıkıntısıdır. Gelme buraya. Ben biraz ceset karıştıracağım, ölü denizanası koleksiyonu yapan beyefendinin yatak odasına dalacağım. Sonra savaşacağım, savaşa çıkacağım, burda olmayacağım. 3 buçuktan uçuk : Önüme yaşlı yılanlar çıkacak. Hem belli mi olur kokumu sabaha bırakacaklar. Çarşafları mis sedye üzerinde, üzerimde giysilerim yokken bedenim ayyuka çıkacak tevekkülsüz. Tenimde göz, ellerimde köz, ruhumda söz sahibi cennetler kurulacak ve Tanrı annem ölünce parçalanacak.

10


Johanna’dan Jacques’a – Le Grand Bleu

S

ana bakıyorum Jacques. Bahsettiğin siyah kadar keskin misin? Beni kendinle boğup, yeniden yaşatacak kadar var mı kudretin? Büyük şehirleri sen bilmezsin. İçinde yaşam yoktur bu kentlerin, hayat vardır. Hayat ve yaşam arasındaki farkı da en iyi sen bilirsin. Yaşama dalıyorsun ya her gün, kendinle denizde karşılaşıyorsun. ‘Günlük hayat’ta benim kendimle karşılaştığım bir yer yok. Bana özel bir durum da sayılmaz pek bu, şehir hayatında insanlar kendileriyle karşılaşmazlar, buna ne vakit olur ne de yeterli siyahlık.

Besna Ağın

Sen bana yalnızca derin okyanuslardan bahsedeceksin. Suyun mavi değil, siyah olduğu okyanuslar. Seçtiğim renge benimle gelecek misin Johanna? En derine.

Büyük elmada yaşayan bir sigortacıydım ben. İstifa ettiğim için artık değilim; bu işler böyle de kolaydır Jacques, bazı kâğıtlara imza atar ve orada yazan başlık olursun. O kâğıtlara başka bir imza daha attığında da salt insan kalırsın geriye, bir başka kâğıda imza atana kadar. Sen siyahlarda, biz geri kalan insanlar maviliklerde. Hiçbir şey bilmiyorsun yunus, sana her şeyi tek tek anlatmam gerekecek. Ama istersen ben susarım, sen anlatırsın bildiğin gibi yaşamı bana. Ben hayatın yaşanacak bir şey olduğunu bilmezken rastladım yaşamın ne olduğunu bilen sana. Peru’da. Bir sigorta işi için Peru’nun kuş uçmaz kervan geçmez prefabriğinde buzların altında gördüm seni. Dalıştan sonra sıcak bir kahve iyi gelir diye düşündüm, yanına yaklaştım buzlara basarak. O kahve içini ısıtmış mıydı sevgilim; yunus bakışlarının beni ısıttığı kadar? Bendeki gizli yunusu da görebilmiş miydin? New York, Palermo, Sicilya… Sen neredeysen oraya gelirim değil. Şehirden kaçmam da tesadüf değil. Sen yavaş ritimlerin adamısın, benim sevdiğim. İhtiyacım nasılsa öyle sevdim seni, yavaş ve emin. Sevmeyi öğrenilecek şey bilenlerin aksine, sevginin hep bir yunusun ardına gizlendiğini iyi bilirim. Ve o yunusu bulmanın nasıl zor olduğunu. Ben bu denli çokken yanında, sen yine de siyahına çekildin. Beni görmedin, bana inmedin. 11


Beni sevdiğini biliyorum Jacques, sevmek çok da zor bir şey sayılmaz. Bir insana dalmak… İşte onu kolaydan saymam. Ben sana inerken kendi maviliğimden, siyahında bu denli yalnız kalacağımı tahmin edemedim. Yunuslar derdim hep, yunuslar yol gösterir. En zoru da dipte olmak mı dersin Jacques? Sanmam. Senin derinlerden yukarı çıkmak için iyi bir sebebe ihtiyacın var biliyorum. Bense o derinliği bile bilmiyorum. İyi bir sebep gördüğün ben değilim, değil mi? Olmak istediğimi biliyorsun. Seninle bir çocuk, araba, ev, bahçe, yolculuklar istediğimi. Ne kadar basit ve sığ istekler desen de, seninle bir hayat istiyorum; karşımda yaşamı tercih eden bir adam. Jacques, sevgilim; gitmesen? Ben maviliklerdeyim. Benim tüm siyahlarım da sende. Gidip görme, gitme ve görme. İki şansın var şimdi. Ya benimle hayata karışırsın, ya da yaşama çekersin beni de. Kudretin diyordum, beni de yaşatacak kudretin. Peki ya isteğin? Beni de yaşatmaya var mı isteğin?

fotoğraf: İrem Dursun

12


G. Sesli Şiir Gırtlağıma kadar Ben (G.) Pembe denizlere Battım Oradan yazıyorum sana bütün bunları Sabaha karşı duruyor bedenim sabaha karşı gevezelikleri altında sessiz iri gövdeli gemilerin Tek ellilerin Ellilerin Tablaya konmuş bir cılız alev misali büyüyorum ben Bu demir parmaklıklar ardından Sana. G. Oyunlardan kaçıp duran bir çirkinliğim ben Kovulmuş mezarından Uzak Asyalıların

Can Ali Kaya

G. ‘nin elleri eriyor artık Parmaklar düşüyor kara toprağa G. ‘nin gülüşünü saklıyorum ceviz ağcı tabutta Tabut gövdesinden kopup gelen bir göçmen parça gibi Yürüyor Yıldızların şehvetli koridorlarında Kırmızı Kırmızı G. son öpüşünü de böyle armağan etti bizlere Dudakları şarap kokardı. Ve sevişirdik Mavi taklidi yapan maviliklerde

Binlerce renk çökmüş omuzlarıma Dönüp duruyor mahmur başımda binlerce keskin kılıç asılmışcasına Gövdelerin yek olduğu bir Tavana oyundu Tavan arasına yan yana hiç kımıldamadan uzanmak. Arasına G. G. 13


K

14

apıyı açıyorsun, ellerin titremiyor, hiç tereddüt etmiyorsun. Odaya girdiğinde tavanın sağ üst köşesinde bir güvenlik kamerası görüyorsun. Oda karanlık ve karşında güçlükle görebildiğin güzel yapılı iki ahşap kapı var. Çok uzak değilsin onlara ve yavaşça adım atıyorsun. İşte o anda sana yıllar geçiyormuş gibi geliyor. Aslında evet, yıllar geçiyor her an, ama senin içinden geçiyor. Buradan çıktığında –çıkabilirsen- neler olacağını merak ediyorsun. Küçükken oyuncak tren setin vardı, aklına o geliyor. Pilliydi, kurduğun ray sisteminin üzerinde döner döner, durmazdı sen lokomotiften kapatana kadar. Ama ilginçtir, bazen de tren dairesel döngüsünü sürdürürken önüne çıkacak plastik raylardan birini sökerdin ve lokomotif halıya düşer, devrilirdi. Ardında kalan dört vagon da öylece hare-

ketsiz kalırdı rayların üzerinde. Bazen önemli detayları dile getirebilmek için o konuda yeterince teknik bilgi sahibi olmak gerekiyormuş gibi geliyor; olmadığında o detaya değinebileceğin bir anlatı yakalayamıyorsun. Evet, tamam, sağdaki kapıya yöneliyorsun, adımların artık temkinli. Gözünün ucuyla güvenlik kamerasının kırmızı kırmızı parlayan küçük lambalarına bakıyorsun. Dört duvar arasında nereden geldiğini anlamadığın bir serinlik ürpertiyor tenini kapının kolunu tuttuğun anda. Halbuki bu odaya girdiğinde kapıyı da kapatmıştın arkandan. Kapının kolunu aşağı indiriyorsun ve bu güzel –yeni görünümlü- kapıdan beklemediğin bir şekilde dev lavların volkanlardan akışı gibi gümbürtülü bir gıcırdamayla aralanıyor kapı.


Oda loş, içeride karşına çıkan yüz ise, imgeleminin sınırlarını zorlasan da yakalayamayacağın, bir korku romanında asla bulamayacağın türden. Baban karşında. Seni görünce orada olduğunu bilmediğin bir ayaklı lambayı yakıp sana doğru yaklaşıyor. Buraya nerden geldiğini hatırlamaya çalışıyorsun o anda. Baban yıllar önce vefat etmişti, onu görmek seni şaşırttığına göre bu bir rüya olmasa gerek. Emin olamıyorsun, titremeye başlıyorsun, baban sana sarılıyor aniden ve gözyaşların babanın omzuna damlıyor. ‘’Üzülme kızım, hepsi geçecek,’’ deyip seni bırakıyor. Kafanı kaldırıyorsun. Oda renk renk çiçeklerle dolmuş. Saksılar bin bir çeşit, güzel dokularıyla odayı çevrelemiş küçük bitkiler... Karşında gündoğumunu görebildiğin bir pencere beliriyor. Baban, ‘’şafak penceresi, bu,’’ diyor, ‘’güneş karşıdaki dev çınarın boyunu geçince nerede olduğunun farkına varacaksın, hepsi bitecek ve bundan sonra her şey yoluna girmiş olacak, ebediyen.’’ Ağlaman diniyor, birkaç kere burnunu çekiyorsun. Kendini, aslında oldukça güçlü ve güvende hissediyorsun artık. Güneş ağır ağır yükselirken, baban odadaki lambayı söndürüyor ve yavaşça odanın diğer ucundaki kapıya yöneliyor. Kapıyı açtığında kuşların seslerini duyuyorsun; baban dışarı çıkıyor ve ardından kapatıyor kapıyı. Pencereye yaklaşıyorsun. Babanın hâlâ yaşıyor olduğuna inanmasan da bunun bir rüya olduğuna da inanamıyorsun bir türlü. Kafanı hafifçe cama vuruyorsun birkaç kere, belki ayılırsın diye ve sonra cama yaslanıp güneşin

ufuktaki hizasına bakıyorsun. Biraz düşünüyorsun, babanın arkasından neden gitmediğine kafa yoruyorsun. Ve aniden her karşılaşmanın bir defalık olduğunu bildiğinin farkına varıyorsun. Hayat bu. Duygularına aldanmanın pek bir anlamı yok: bir kapıdan girilir, pencereden şöylece dışarı bakılır ve diğer kapıdan çıkılır. Senin de kapıdan çıkma vaktin gelecek, ama biraz daha çınarın gölgesini izlemelisin. Çınarın gölgesi konumunu değiştiriyor anbean. Yıllar saniyelere dökülmüş çınarın sonbahar yaprakları altında, demiş miydin bunu sana? Güneş, çınarın boyunu geçti geçecek. O serin hava yine vücudunu sarıyor ve şiddetli bir titreme alıp götürüyor bedenini. Uyanıyorsun, yatağındasın. Etrafına bakıyorsun. Odan karanlık, henüz gece. Terlemişsin. Sağına dönüp başucundaki lambayı yakıyorsun. Beni görüyorsun o anda, pencereden az önce odana sızmış olan soğuk rüzgârı, beni.

15


Tukan Kuşu Yuko

Jalisa İpek Bayraktar

17 Mayıs 2016 oktoramı embriyoloji üzerine yapmak istediğimi söylediğimde herkesin cevabı aynıydı: “Embriyoloji artık ölü bir bilim dalı. Doktora yapıp ne yapacaksın? Aptal olma…” Yine de tüm ofısıltılar boşunaydı. Azimliydim ve sonunda iyi bir üniversite bünyesinde istediğim pozisyona ulaşmıştım. İnsanın kendini en memnun hissettiği an, emeklerinin karşılığını aldığı andır. O kadar rahattım ki anlatamam. Kapıdan girdiğim gibi derin bir nefes aldım, laboratuvar gömleğimi astım ve o düşlediğim sandalyeye sonunda oturdum. Arkamdaki geniş pencereden gelen güneş odayı aydınlatıyordu. O sandalyede dimdik oturuyor ve kendimle gurur duyuyordum. Yine de bir şeyin eksik olduğu hissine kapıldım. Belki de hep eksik olduğunu biliyordum ama önemsememe gafletine düşmüştüm. Bu his saniyeler içerisinde ciğerlerime bir veba gibi işledi. Sandalyeye gömülmeye başladım. Nefes almak zor geliyordu. Kendimi ilk defa yaşlı hissediyordum. Masanın çekmecesinden aynamı çıkardım ve baktım, hala güzel dudaklarım ve gözlerim vardı. Yanlış giden neydi? Hayatımın en memnun anından en rahatsız anına geçiş bu kadar doğal ve kolay olmamalıydı. Yalnızlık, geçtiğimiz yüzyılların en gözde sorunu değil miydi zaten? Aynayı günah işlemişim gibi çekmeceye geri kaldırdım. Kapı çalındı. Kurye paketimi teslim etti. Kartvizitlerim sonunda gelmişti: “Dr. Melinda Marr.” İsmimi istediğim fontla yazmamışlardı.

D

16

22 Mayıs 2016 Laboratuvardaki işlerim erken bitti, kendime izin verme kararı aldım. Tüm gün buzdolabımda duran şarabı düşlemiştim. Odaya bir göz gezdirdim. O garip burukluk nüksetti. Bir dolap, bir masa, kütüphane ve askılık… Odanın tekdüzeliği ilk defa bu kadar gözüme batmıştı. Her şey çok ölüydü. Tam kapıdan çıkarken camdan tuhaf bir ses geldi. Merakla camı açtım; ansızın içeri kendine özgü bağırışları, rengârenk tüyleri ve devasa gagasıyla bir kuş dalıverdi. Ofisim saniyeler içerisinde darmaduman oldu. Egzotik kuş kendini etrafa vura vura bertaraf oluyordu ve ben buna seyirci kalmaktan başka bir şey yapamıyordum. Yutkundum, bazen beklemediğin şeyler seni bulur ya; ben o insanlardan değilim. Bu durumu normal bir insandan daha fazla garipsemiştim. Kuş ne kadar panikse ben de o kadar paniktim. Terlemeye başladım, kuş ne zaman kendini başka bir duvara vursa kalbime bir sancı daha saplanıyordu. Kocaman bir kuştu bu! Ona dokunmak istemedim. Bir an için masama kondu ve beni süzdü. Sarı-yeşil gözlerini bir daha unutabileceğimi sanmıyorum. Tekrar havalandı ve bana doğru gelmeye başladı.


İkimiz de kaçışıyor ve bağırışıyorduk. Telaşla camı açık bırakıp ofisin kapısını kapattım. Kendimi bu çılgınlıktan dışarı zor attım. Açıkcası ertesi gün geldiğimde kuşun yolunu bulup geri çıkacağını düşünmüştüm. Yanılmışım. Sabah, ofisin her tarafı kuş dışkısı ve yırtık kağıtlarla kaplıydı. Tepem attı. Kat görevlisine haber verdim ama adam alerjisi olduğunu, o odaya giremeyeceğini falan geveledi. Ofisi biraz toparlayıp kuşla beraber oturdum. Resmen ikimiz de birbirimize alışmaya çalışıyorduk. Sessizdi, bir köşede oturup tüm o kendine özgü ihtişamı ile beni süzmekteydi. Mahlukat işime odaklanmamı zorlaştırıyordu. Dayanamadım, ayağa kalktım. Dolabın aynasından kendime baktım. Kuşun benim sıkıcı bir kadın olduğumu düşünmesi kaçınılmaz olmalıydı. Eve dönüp kıyafetlerimi yakmak istedim. Askılığa konmuş kendini kaşıyordu. Gagasında kırmızı çentikler vardı, inanılmaz çarpıcıydı. Kendime aptal bir kuşu kıskandığım için kızdım. Duvardaki diplomama baktım, sanırım ondan bir avuntu bekliyordum ama bir kağıt parçası beni avutamadı. Şaşırmadım. Kuş ile tekrar göz göze geldik. Çantasında bir ruj bile bulundurmayan beni alaya aldığına eminim. 24 Mayıs 2016 Dolabın arkasından kırmızı elbisemi çıkarmıştım. Kim bilir bunu en son ne zaman giymiştim? Aynada kendimi iyice bir süzdüm, güzel olmuştum. Kuşa inat süslenmiştim sanırım. Arabadayken durumumun gülünçlüğünü düşünüp halime güldüm. İşe geldiğimde kapıda biri dikiliyordu, yanına geldiğimde ise kafasını elindeki kağıtlardan kaldırıp elimi kibarca sıktı: “Merhaba, izin verin kendimi tanıtayım ben Dr. Lester Pluck. Kat görevlisi ile konuştum. Anladığım kadarıyla sevgili tukan kuşum Yuko sizin ofisinize kaçmış. Size rahatsızlık verdiği için üzgünüm. Lütfen buyrun size ofisimde bir kahve hazırlayayım.” Hayatımda bu kadar düzgün bir diksiyon işitmemiştim. Sesi, sakalları, kapkara gözleri… Bu adamı daha önce okulda hiç görmemiştim. Etkileyici biri olduğunu kabul etmeliyim. İki alt kata indik. Yuko, Dr. Pluck ‘ın ofisine girdiği an huzura kavuştu, bolca mama yedi. Birkaç gündür ofisimde olan bu hayvana yemek vermeye teşebbüs etmemiştim. Onu yemek yerken görünce aklıma geldi. Bu gizemli beyfendinin ofisine göz gezdirdim. Kapkara boyanmış odasında; camın kenarına dizdiği petunyaları ve çeri domatesleri, köşede ise bir akvaryum dolusu egzotik balığı, bir tukan kuşu ve bir de kedisi vardı. Burası bir ofisten başka her şeye benziyordu. Onu beklerken kütüphanesine göz gezdirdim. “Ölüm’ün Psikoseksüel Hali”, “Orta Asya’da Cenaze Ritüelleri” … Gözüme bu hayat dolu odada çok fazla ölüm çarptı. Kütüphaneye bakınırken bir anda arkamda belirdi, elindeki kahveyi uzattı. Yüzünde sıcak bir gülümseme ile: “Benim alanım Tanatoloji,” dedi. Ona kendi alanımın Embriyoloji olduğunu söylediğimde ikimiz de kahkahalara boğulduk. Sonra sohbete başladık. Tukan kuşu Yuko’nun ne kadar hassas ve zeki bir hayvan olduğundan, onunla beş yıldır beraber yaşadığından bahsetti. Ayrıca onu güvende tuttuğum için teşekkür etti. O esnada Yuko ile göz göze geldik, yemin edebilirim ki gülümsüyordu.

17


Ben de ister istemez gülümsedim. Son günlerdeki gerginliğimden eser kalmamıştı. Lester’la sohbetimden tarifsiz bir keyif alıyordum. Resmen fıkra gibiydi: Bir doğumbilimci ve bir ölüm bilimci bir tukan sayesinde tanışmış kahve içiyorlardı! Ölümün bu kadar çekici olabileceği kimin aklına gelirdi…

illüstrasyon: İnsel Kanca

18


Duvarın İki Yüzü

Ali C. Yoksuz

-1-

U

yandığında bir otel odasındaydı. “Yoksa gerçekten başardım mı?” diye düşündü sessizce. Bileklerinde bir ağrı hissediyordu, ellerini ovuşturdu. Yataktan doğrulup etrafına baktı. Standart bir otel odasıydı; masa, sandalye, pencere, yatak. Ayağa kalkıp pencereden dışarı baktı. “Bu gerçekten mümkün mü?” dedi içinden. Sigarasını arandı etrafta. Çırılçıplaktı. Masanın üzerine bırakılmış pantolonunun cebini yokladı ve bir paket çıkardı. İçinden bir sigara alıp yaktı ve bir ayağı aksak sandalyeye oturdu. Sonra ayağa kalkıp sandalyeyi pencerenin önüne çekti. Aksak sandalyede sallana sallana oturup sigarasından uzun, derin bir nefes çekti. Çırılçıplaktı. Sigarasını içerken üşür gibi bir eliyle diğer kolunu sıvazladı. Gözleri kapanıyordu. “Bu kadar uyku iyi değil” diye düşündü. “Telefon?” dedi sonra. Etrafı kolaçan etti telefonu bulabilmek için. Masanın üzerine bakındı biraz. Yatağa geçip oraya baktı. Telefon yoktu. “Yoksa gerçekten!..” gibi bir ses geçti içinden, sorularla hemhâl. “Biraz hava” deyip banyoya gitti, Biraz nefes... Yüzünü yıkarken gömleğin yerde olduğunu gördü ve üzerine geçirdi. Biraz nefes... Üzerine bir şeyler geçirmeyi düşünürken pantolonunu giymek üzere yatağına gitti. Pantolonunu çekip dışarı çıkmak üzere kapıya yöneldi. Ayakkabısının içinde terlemeye başlayan çıplak ayaklarının rahatsızlığıyla sokağa vurdu kendini. Otelin önünde, bir sağına bir soluna baktı ve düz bir şekilde kameranın olduğu yere doğru yürüdü.

Ben aslında iyi biriydim, ben iyi biriydim. Özür dilerim ama ben iyi biriydim. Sanırım izleniyorum. Devam ediyor. Biraz nefes... Onu izleyen kamerayı dikkatlice inceledi. Üzgündü... Bu normal, bu doğal, bu mümkün, bu, bu... bu olabilir. Sorun etmemeliyim. Biraz nefes... Onu izleyen kameraya arkasını dönüp otelin kapısının önüne, az önceki yerine gerisingeri döndü ve sağa sola tekrar bakınıp sol taraftan yürümeye başladı. Uzun bir duvarın yanına yavaş yavaş yürüyordu. Telefon sesi duydu. Olamaz! Hay sıçayım! Yoksa? Neyse... Tedirginlikle cebinde bir telefon aradı. Derken aslında telefonun karşısından ona doğru yürüyen kişiye ait olduğunu telefon konuşması sesleri duyarken anladı ve rahatladı. 19


İşte bu korkutucuydu. Duvar sonuna kadar yürüdü. Sanırım hâlâ beni izliyor. Ama sorun değil, gerçekten sorun değil, sorun değil. Sorun değil. Ben başardım. Başardım. Tamam işte. İşte mümkün. Tamamdır... Başarmış olmalıyım. Evet, evet... diye düşünürken kamera açısından çıktı ve kamerada bir duvar yazılaması göründü: “BEN BİR BAŞKASIDIR” Yürürken bir mezarlığın etrafında olduğunu gördü ve mezarlıktan içeri girdi. Bir mezarın başında oturup onu izledi. Ben aslında iyi biriydim, ben iyi biriydim. Özür dilerim ama ben iyi biriydim. Duydun mu? Ben kötü biri olmaya çalışan iyi biriydim. Biriyim. Ben, biriyim. Ha ha ha! Üzeri toprakla örtülü cesedin başından kalktı. Umutsuzca yürümeye devam etti. -2-

Neyse ki onun dikkatini çektim. Artık varım ve buradayım. Sanırım gerçekten başardım... dedi yine. Yine. “Efendim?” diye bir sesi duydu. O esnada yalnızca yüzüne odaklanan kamera geri çekildi ve adamın aslında bir kafede olduğunu ve ona “efendim,” diyenin de yan masada oturan bir kadın olduğu göründü. “Sen,” dedi adam, “Sen beni duyabiliyor musun?” “Elbette, bana söylediğinizi düşündüm aslında.” “Ne söyledim ki?” “Aslında tam olarak anlamadım ama ‘dikkatini çektim, başardım’ gibi şeylerdi sanırım.” “Bunu sizin için ya da size söylememiştim aslında. Umarım yalnış anlamadınız.” Kadın gülümsedi, “Aslında hiç anlamadım.” Bu gülümsemeyi sahte buldu adam. Söyleyemedi. Söylenmez ki... Söyleyemem! “Anlamadım?” dedi kadın. Adam, işte o an buz kesti. Sessice oturdular. Birbirlerine baktılar. Sonra kız önüne dönüp bir sigara yaktı. Çayından bir yudum aldı. Adam onu izlemeye devam etti. Kadın onun kendisini izlediğini fark edince çayını alıp adamın masasına geçti. “Sigara içiyor musun?” “Evet.” Adama bir sigara uzattı ve adam sigarayı alıp yaktı. “Benim ismim Rûya,” “Seni de izleyen biri var mı?” diye sordu adam. “Beni kimse izlemez. Ben yalnızca izlenenlere görünürüm,” dedi Rüya. “O şimdi seni görmüyor mu?” diye sordu adam kamerayı göstererek. 20


“O beni senin gördüğün gibi görüyor sadece. Ben orada göründüğüm gibi değilim,” dedi Rûya. “Peki ben?” “Sen zaten bu yüzden buradasın.” Nasıl yani... “Niçin?” “Henüz bir adın bile yok,” dedi. Kız yine gülümsedi. Yine. Adam bu sözün üzerine sigarasından bir nefes daha çekti. “Bu gece yanında olacağım. Şimdi gidip bir etrafa, çevrene bak. Bakman lazım. Kendine bir daktilo al. Paran var,” dedi Rûya. Adam bu sözün üzerine ceplerini yokladı. Her şey düşünülmüş. Hayret etmemek mümkün değil. Yani... Ya, ama hassiktir! Kadın, Rûya onu duymadı. Ama tahmin etti: “Korkulacak hiçbir şey yok, şaşılacak şeyler de yok. Bu dünya senin. Ve sen mütevazı bir adamsın.¨ Rüya sevecen göründü adama. “Ben kalksam iyi olacak,” dedi adam. “Gece,” dedi Rûya. Adam ayağa kalktı. Kadına, Rûya’ya baktı ve kameranın açısından çıktı. Kamera geri doğru çekildiğinde kadının, Rûya’nın sandalyesinin boş olduğu da görünüverdi. Fakat sigara, kül tablasında tütmeye devam ediyordu. -3-

Adam Kadıköy’de, antikacıların pek bol olduğu bir sokağın başından, bir köşe çaycısının olduğu yerden ileri doğru yürümekteydi ve kamera sokağın ortasına sabitlenmiş şekilde yolun ortasından giden adamı izliyordu. Adam arkası dönük bir şekilde yürürken söylendiğini hissetti. İzliyor... Ha ha ha! Sakin ol. Tamam, tamam. İzliyor mu? Neyse... Aniden duraksadı. Takip edildiğini hissediyordu, bunu biliyordu. Arkasına baktı. Yürümeye devam etti adam. Daktilo, demişti. Daktilo. Daktilo... Daktilo! Şuraya baksam iyi olacak. Köşedeki antikacı dükkânına girdi. İçeri girdiğinde daktiloların olduğu kısma doğru yöneldi. Sırayla onları izlemeye koyuldu. Derken yanına biri yaklaştı: “Hoşgeldiniz. Buradaki daktiloların hiçbiri satılık değildir.” “Ama benim bir daktilo almam gerekiyor,” dedi adam. “Biliyorum... biliyorum? fakat buradaki daktilolardan hiçbiri satılık değildir.” “Ama...” “İçeride seninki. İzin verirsen içeri gidip getireyim. Zaman harcama burada. Daha çok işin var.” dedi antikacı. 21


Hayretler içindeydi adam: “Sen de mi biliyorsun?” sordu. “Hayır!” dedi ve daktiloyu getirmek üzere içeri gitti. Adam o sırada etrafına bakınırken bir fotoğrafı eline aldı ve dikkatlice izlemeye başladı. Fotoğraf neredeyse altmış yıllık vardı ve fotoğrafta kendisini gördü. O yıllara has bir kıyafet. Yanında, az önceki çaycıda karşılaştığı kadın, Rûya ile eski bir masanın etrafında oturmuş sigara içiyorlardı. Kadının kıyafetleri de o döneme hastı. Adam şaşkınlıkla fotoğrafa bakmaya devam etti. Bunu özlemiyorum, bunu özlemedim! “Ben vermeden bulmuşsun fotoğrafı,” dedi antikacı. “Hatırlıyorum.” “Ama özlemiyorsun.” “Bunu bilemezsin” dedi adam. “Ben her şeyi biliyorum,” dedi antikacı, “Benim görevim bu. Ben, her şeyi biliyorum.” “Ama... az önce...” derken sözünü kesti antikacı: “Henüz bir kaygın bile yok. Erken davranma meraklanmak için.” “Özür dilerim,” dedi adam. Müthiş ve derinden bir pişmanlık hissetti o an. “Daktiloyu ve fotoğrafı al. Hava kararmak üzere. Sahaf kapanabilir. O yüzden şimdiden gidip kitabını ve kağıtları da al. Sahaf seni tanımaz. Sinirli biri. Ondan korkma, o yalnızca üzgün bir adam.” “Nesi var?” “Yeni’den mahrum,” dedi antikacı; gözleri dolu doluydu, neredeyse ağlamak üzereydi. Adam antikacıya baktı bir süre. “Gecikmesem iyi olacak” dedi antikacıya Neye gecikeceksem! Dükkândan çıktı. Kamera aynı yerde adamı izlemekteydi. Adam yolun sonuna dek yürüdü ve gözden kayboldu. Kamera söndü. Kamera yandığında adam “Bâbil Sahaf ’ın Olduğu Sokak” adlı bir tabelanın altında ve o Bâbil Sahaf adlı bir dükkânın tam karşısında buldu kendini. Neredeyse bir yerden gelen bir yumruktan kaçar gibi seri ve âni bir hareket ederek toparlandı ve çevresine bakıverdi korkuyla. İçeri girmeden önce kapının önündeki kitaplara bakınmaya ve titreyen ellerini ceplerinde muhafaza etmeye çalıştı. O sırada kapıya doğru bir bakış atmıştı ki ürkerek geri sıçrayıverdi. İçeriden çıkan Sahaf korkutmuştu onu. Öfke dolu gözlerle ve seri hareketlerle, kucağındaki kağıtları ve bir kitabı dışarı, adama doğru fırlattı. “Al şunları, topla hemen! Sonra siktir ol git burdan! Yürü git lan!” diye bağırdı Sahaf, adama. Adam korku ve heyecanla yerlere saçılmış saman kağıtları toplamaya başladı ve kitabı da yerden alıp dayak yemekten korkarak koştura koştura uzaklaştı dükkânının oradan. Sahaf koşan adamı izleyip kahkaha attı ve içeri girdi. İçeriden bir müzik sesi geliyordu. 22


-4-

Tıknefes kalmış adam bir bankta otururken gözlerini kapatmış; kendini denizin ve rüzgârın ıslıkvâri sesine bırakıp, nefesinin ve kalp atışlarının düzelmesine şahit olurken yüzünde bir gülümseme peyda oldu. Gözlerini araladığında gelen bir ses, karşısında bir deniz olmadığını fark ettiğinde korkudan önce üzüntü ve acı duydu. Basık ve daracık bir odanın içinde, yemyeşil duvaların arasında, bir ayağı aksak ve rahatsız edici bir sandalyede oturmaktaydı. Önünde eski tip, küçük bir masa, üzerinde ters duran bir daktilo gördü. Bu, o daktiloydu. Daktiloyu kendine çevirmeye çalıştı. Bunu başaramayınca daktilonun olduğu tarafa çekmek istedi sandalyeyi. Bunu da beceremediğini fark etti, umutsuzluk hissetti. Hey şey mümkün, her şey doğal, her şey sıradan, her şey değil. Her şey değil. Her şey değil! Sayıklayarak sayıklamıyorum ulan! masanın diğer yanına geçti ve çömeldi. Cebinden bir sigara çıkarıp yaktı ve düşünceli bir şekilde denizi izler gibi saman kağıtları izledi. O şarkıyı hatırlıyordum. O şarkıyı duydum ben. Ama hayır. Ben artık... diye düşünürken biri yanına yaklaştı: “Paran var mı” diye sordu. “Param var,” dedi adam. Tavanın basıklığından sebep kambur duran dilenciyi beklettiği için mahçup hissetti kendini. Ceplerini yokladı. Ceplerinin bomboş olduğunu fark edince iyiyden iyiye çökmüştü sanki. Dilenciye çevirdi gözlerini. “Sorun değil,” dedi Dilenci ve adamın karşısına, aksak sandalyeye oturdu. Gözlerini kapatıp gülümsüyordu Dilenci artık. O artık biriydi. Onun, Dilencinin yağlı saçlarının rüzgârda savruluşunu izliyordu adam. O sırada rutubetten küflenmiş tavandan birkaç parça kafasına düşüyor, kan-ter içinde kalmış gövdesini ferahlatmak için gömleğinin düğmelerini çözüyordu. Dilencinin araladığı gözlerinde bir çift kamera merceği gören adam üzüntüye daktilosuna döndü ve gözyaşları içinde daktilonun boşluk tuşuna hızlı hızlı basarken buldu kendini. “Sorun değil. O beni görmez, artık göremez” dedi dilenci. “Sen zaten O değil misin? O değil miydin?” diye sordu adam. “Ben Dilenciyim.” “Dilencilere bakmıyor mu?” “Benim gibileri asla görmedi. Benim gibi birini de asla göremez.” “Ama ben?” “Nen varmış senin? Sen inkar ediyorsun sadece.” “Hayır tercih ediyorum.” “Sen var ya... Sen tam bir gerizekalısın.” “Ben iyi biriyim!” “Sen bir bok değilsin, senden bir bok olmaz aslında ya neyse! Gerçekten yapabilecek misin? Gerçekten inanıyor musun buna? Ha ha ha! Ayrıca burası ne kadar sıradan bir yer böyle. Senden korkuyorum açıkçası. 23


Yine saçmalayacaksın ve salakça bir şeyler yapacaksın diye ödüm kopuyor,” dedi dilenci. “Ben gitsem iyi olacak. Hava karardı neredeyse.” “Ne havası ulan! Hangi hava! n’olur, biraz hava... Neyse siktir git. Ne yapmak istiyorsa yap bakalım.” dedi dilenci. Adam kalktı ve yürümeye başladı. Kamera bankın arkasından adamı izlemeye devam etti; adam, arkasındaki kameraya el hareketi çekiyordu giderken. Dilenci gözlerini kapattı ve gülümsemeye devam etti. Rüzgâr, kirpiklerini kırpıştırırken, Dilenci mutlulukla sallıyordu kendini bir ayağı aksak sandalyede. -5-

Adam aynı duvardan bu kez sağa doğru yürümeyi seçti. Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Sonuda başladığı noktaya geldi ama. Kamera yine aynı yerdeydi üstelik. Adam kameraya baktı ve sonra içeri girdi. Yukarı çıktığında az önce kafede gördüğü kadını, Rûya’yı çırılçıplak bir şekilde yatakta uyurken gördü. Üzerinde az önce az önce? bıraktığı Daktilo bulunan masaya döndü. Masanın başında iki mum vardı. Onları yaktı. Kitabı çıkardı. Beyaz kaplı bir kitaptı. Kitabın bomboş sayfalarını kaygıyla aralarken buldu kendini. “Kaygı.” dedi fısıldar gibi. Adam eski saman kağıtlardan birini daktiloya geçirdi ve yazmaya başladı. Daktilo sesleri yükseliyor, mum eriyordu. Adam uzun uzun yazdı ve son sayfayı çıkarıp masaya, yazılı diğer kağıtların üzerine bıraktı. Sonra arkasını dönüp yatağa, çırılçıplak bedene baktı. Kadın, Rûya uyuyan insanlara has derin nefes alıp yavaşca veriyor, bu hareket onu yaşayan bir kadın, Rûya yapıyordu. Onu izledi. Adam önüne döndü ve fotoğrafı cebinden çıkardı. Bir süre baktı ve eriyip ufacık kalmış, sönmek üzere olan mumun üzerine tuttu fotoğrafı. Fotoğraf kıvranıyor, kararıyor fakat tutuşmuyordu, Eriyen görüntüyü olduğu yere bıraktıktan sonra yatağa, kadının, Rûya’nın yanına uzandı. Kadına, Rûya’ya sarılıp gözlerini kapadı. Sabah olduğunda kadın tek başınaydı. Etrafına bakındı ve masanın üzerindeki sayfaları gördü. “Başardım” dedi.

24


1- Setareye Soheil / Marjan Farsad 2- Rainfall / Daniel Herskedal 3- Trøllabundin / Eivør 4- Adagio / Joshua Redman 5- Schwebebahn / Hoelderlin 6- Spoons / Damon Albarn 7- It’s Clearing Now / Brigid Mae Power

Bu listede O.H. ailesi olarak naçizane müzik önerilerimiz yer alıyor. Listedeki parçalar dünyanın farklı farklı ülkelerinden müzisyenlere ait, türleri de oldukça değişkenlik gösteriyor. Beğenmeniz dileğiyle, iyi yolculuklar. Bu ve daha fazlası için bizi Spotify’dan takip edebilirsiniz: @oralardahavalarmag (https://open.spotify.com/user/oralardahavalarmag/playlist/3YvWoEnBbFBv6fS6H32qps)

25


Sa ncılı Tını

Pelin Yıldırım

Seni karşıdan karşıya geçirirken dünde unutmuşlar. Ben karın kasındaki tüp bebek, insanın. Ölmüşüm mesela öğleden sonra, herhangi bir cenaze namazında. Bir yorgan kıyısında ve ya iki yaz bi güz hep araba bagajlarında, ceset kokularında.

Miladın pençesinde kırık hayalli mars isem, selamımda yüksek besmele sensindir. Şeffaf vücutlu kavgaların bitli kahramanı -senHenüz doğmamışsa bebek saf, kirlenmemişse sokak pas, pas. Tenleri çalınmış kentlerin genleri hep soğuk. Buralarda ellerim hep donuk ve mavili gök uçsuz. Bak nasıl da uyumuşsun. Bu bir masal değil, bak bakalım portakal mıyım tencerenin dibinde? Dün hakikattim sıyırıp temizlersen. Kuyunun koyu suyunda mesela seversen beni çatırdamam ben.

26

illüstrasyon: İnsel Kanca

Seni biraz kadın bulmuşlar organında cins kokarca.

Yalnız bir gün bok vardı da uyanmıştım, ellerim çocukların elinde maskara tabanca. Bok vardı işte sol lobunda, beynimin. Soldan üçüncü at sizlere ölümken, gözlerimde karabasan kokulu sonbahar pusulası. Yan odadaki böceğin ikiziyim -yapışık, sineği olduğum arabanın markası bozuk -karışık ve sen hala fransızca kokuyorsun, fransızca kokuyorsun ve bornoz giyiyorsun. Peki ben özlemekten korkan bir iç gıcırtısıysam? Olsun.. Ben seni nerede unutmuşsam orada kaybolmuşum. En başa dönebilir miyiz yahut kaçalım buradan. Ölüyorken büyümüyorsun.


Aç Parantez Gerekçeler

Mehmet Şimşek

ışıklar kapandığında kayboldum, (çünkü) büyülü kapılardı kelimeler önce ellerime mum damlattım dilekler üfledim sonra hicazkâr bir şarkının diline düştüm uzaktan tiz mi tiz bir kadın sesi, türlü çiçek adları, parlak gazeller yelkovana benzemeyi öğrendim ocağın şubattan farksızlığını bir ömrü adlandırmaya yeterdi mevsimler sorular uzadı geceler kısalırken, (çünkü) kentimiz tanrıya daha da yaklaştı çiçekliklere bir bir beton döktüler sanki bütün acılar geçen kış yaşandı ıslak bir serinlik, (çünkü) yarım açık pencere

dinle: dağılmak bir dükkan camı gibi çınlamak kepenklerce gece sessiz çünkü sarhoş yumruklar tuz buz ve kan sızarken ipince sabah yeli uyanmak bir düşe: büyüyorsun bir defter: dünyanın şahidi ve çakmak: taşı düşmüş, artık yok çığlık: ben hâlâ çocuğum büyümelere soluk: ihtiyaç yarın: kendinden emin şiir: hep kursakta ve gerekçelere muhtaç

fotoğraf: Gülsüm Deniz Cesur

27


Çizen: Aslı Alpar

diğer işleri için: http://adimizi.blogspot.com.tr/

28


Hani vardı ya bahsettiğim patika, işte oraya ağaç dikiyorlar, artık artık yürümemiz zor olacak o yoldan. inanabiliyor musun? 29


Bu Sonbahar Kaçırmamanız Gereken Diziler Sonbaharın gelişi güneşin ve tatilin bitmesi demek olsa da aynı zamanda yeni dizi sezonunun da başlangıcı olarak içimize su serper. Sonbaharda sizi sımsıcak bir battaniyenin altına davet eden yağmurlu ve puslu bir pazar günü yeni diziler kurtarıcınız olacaktır. Uluslararası arenada görücüye yeni çıkan, heyecan verici bütün yapımları sizin için inceledik ve sizi kanepeden kalkmadan değişik dünyalara ve maceralara götürmesi garanti olanları listeledik. 1. Nightfall (History Channel)

30

History Channel Vikings ile yakaladığı başarıyı, Nightfall ile devam ettirmek için kolları sıvadı. Yapımcı olarak Jeremy Reener (The Hurt Locker) imzası taşıyan dizide, ki ünlü starın konuk oyuncu olarak dizide karşımıza çıkma olasılığı da çok yüksek, Tapınak Şövalyelerinin 5’inci Papa Clement ve Fransa Kralı 4’üncü Philip tarafından ortadan kaldırılması ve kazığa bağlanarak yakılması anlatılıyor. Avrupa’da adları Haçlı Seferleri ile özdeşleşmiş olan ve hayatlarını Kutsal Kaseyi bulmaya adamış olan bu din savaşçıları gizli ayinler yaptıkları dedikoduları yayıldığında ve Kutsal Toprakları ele geçiremediklerinde, onlara yüklü borcu olan Fransa Kralı 4’üncü Philip bu dedikoduları bahane edip Şövalyeleri ortadan kaldırmak için düğmeye basar ve ortalık karışır. Dizide Şövalyelerin lideri Landry’yi Tom Cullen (Downton Abbey) canlandırıyor. Orta Çağ’da geçen bu gizem dolu dizide vahşetin ve entrikanın ön planda olacağına emin olabilirsiniz.


2. The Crown (Netflix) Netflix’in 100 milyon pound bütçeli yeni yapımı The Crown, Downton Abbey’nin boşalttığı tahtı dolduracak gibi duruyor. Hâlâ tahtta olan Kraliçe 2’inci Elizabeth’in hayatını anlatan dizi, dedikodulara göre daha yayınlanmadan Buckingham sarayında tedirginlik yaratmış bile. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında İngiliz kraliyet ailesi ve Downing Caddesi arasındaki ilişkinin nasıl şekillendiği ve İngiltere’nin nasıl yönetildiğini anlatmayı hedefleyen dizi hepsi on bölümden oluşan altı sezonda sürecek. Dizide Kraliçe 2’inci Elizabeth’i Clare Foy (Wolf Hall), Kral Philip’i Matt Smith (Doctor Who) ve Winston Churchill’i John Lithgow (Interstellar) canlandırıyor. Bu diziyi kaçırmayın derim.

3. The Young Pope ( Sky / HBO / Kanal+) Paolo Sorrentino’nun (Youth) ilk TV denemesi ‘’The Young Pope’’ bu sonbaharda Avrupa’dan çıkan en sansasyonel dizi. Dizideki hayali Amerikalı Papa 13’üncü Pope Pius’ı Jude Law canlandırıyor. Katolik Kilisesi’nin tarihindeki ilk Amerikalı Papa, genç ve etkileyici olmasının yanı sıra aynı zamanda Vatikan’ı karıştıracak fikirlere de sahip. Jude Law’a sekiz saatlik bu ruhani serüvende onu yetiştiren rahibe olarak Diane Keaton ve akıl hocası olarak da James Cromwell eşlik ediyor. Güçlü oyuncu kadrosu, ve kamera arkasındaki güçlü kadro bizi çok başarılı bir televizyon yapımıyla karşı karşıya olduğumuz hissi veriyor.

31


4. WestWorld (HBO) HBO’nun daha yayınlanmadan sansasyonel mertebesine ulaşmış olan dizisi Westworld ya HBO’ya Game of Thrones’dan daha büyük bir başarı getirecek ya da çok büyük bir fiyasko olacak. Bu yapımda, akıl almaz bir bütçe, yapay zekalı robotlar, vahşi batı ve Anthony Hopkins var. Yetmez derseniz, ayrıca dizinin beyin takımında Person of Interest’in arkasındaki yapımcı Jonathan Nolan ve Battlestar Galactica’nın yazarlarından Liza Joy ve tabiki JJ Abrams var. Dizinin konusunu özetlemek gerekirse, ‘İnsanoğlunun günahlarının yapay zeka ile tanışması’ diyebiliriz. Dizi Michael Crichton’un 1973 yapımı bilimkurgu filmi Westworld’un uyarlaması.

5.Divorce (HBO) Sarah Jessica Parker’ın başrolde oynadığı komedi/drama dizisi Divorce testosteron yüklü bu listede bize eğlenceli bir soluk aldıracak türden bir yapım. Dizi, maalesef çok güncel ve tanıdık bir konu olan boşanmanın bazen çok sancılı bazen komik ama kesinlikle zor ve uzun bir süreç olduğunu bize anlatmaya çalışacak. HBO başrol için komedi ile hüznü harmanlamayı çok iyi başaran Parker’ı seçerek doğru bir adım atmış. Yıllar sonra HBO’ya ve televizyona geri dönen starın en büyük handikabı Sex and the City’deki Carrie Bradshaw karakteri ile özdeşleşmiş olması. Parker Divorce’da Frances isimli iki çocuk annesi, on yıllık evli bir kadını canlandırıyor. Frances’ın hayatını ve evliliğini sorgulaması ile başlayan dizi on bölümde, boşanma sürecinde eşlerin birbirine olan ihtiyacı, ortada kalan çocukların durumu gibi gerilimli konuları eğlenceli bir biçimde sunmaya çalışacak.

32


Bonus: Designated Survivor (ABC) Listeye geniş kitlelere hitap edecek ve kafamızı boşaltmaya yarayacak bir dizi eklemeden olmaz. Designated Survivor bu sonbaharın merakla beklenen politik draması. Nasıl olduysa Amerika’daki bütün yasama organı bir saldırıda ölüyor ve böyle bir senaryoyu ön gören Amerikan hükümetinin bir odaya paketlediği kabinenin alt seviye üyelerinden Kiefer Sutherland (24) Amerikan başkanı oluyor. Gerilim dolu bu hikaye de 24’e benzer elementler bolca kullanılmış. Entrika, ihanet, teröristler ve Keifer’ın aile içi draması bize ikinci bir 24’e hazır olmamız gerektiğini hissettirdi. Temennimiz Keifer’ın Touch ile yapamadığını Designated Survivor ile başarması. By Bandaloop/ 24.08.16

33


Çağdaş İran şiirinden tadımlık Nahid Arjuni

Farsça’dan çeviren & hazırlayan: Tahereh Mirzai

İran’ın Kürdistan eyaletinde doğmuş şair ve yazar. 3 şiir kitabı ve bir romanı vardır, Türkçe’ye henüz kazandırılmamıştır.

İkinci Sır Saçlarımdan bir tel al Götür kendinle Vardığın her şehre Bir kapı açılır karşına Başörtüm kıvranır Sana aşık olduğunda bir kadın Yanaklarım kızarır Ve çoğalırım Dünyanın bütün duraklarında 34


Mutfağın Tanrısı Ey yüce tanrım Ki mutfağa da giriyorsun Ve ilaçlarımın ismini okuyorsun Biraz kenarda dur lütfen! Tüm bulaşıkları yıkamam gerek Ve seninle konuşurken Öğlen yemeğini de düşünmeliyim Hayır yardım istemem Kendim idare ediyorum olan biteni Salon süpürülecek Yemek taşmaz Telefona da ben bakarım Ve çerçevenin tozunu… Hatırlıyor musun? Burada küçüktüm sen öfkeli değildin henüz sakinleştirici içmiyordum ben Tam çileğin tadı ve uykudan sonraydı Sen buruşturdun yüzünü 13 yaşıma Çarşafa Ve rüyalarıma Affedersin açık söylüyorum Ama sen ceplerime Küçük kol çantama Ve hatta kilitli küçük sandığıma Göz koymuştun! Mutfağımda oturan ey büyük tanrı Şimdi olgun bir kadınım Ceplerimde bir şey saklamıyorum Çantam açık kalmış masada Sekiz saatte bir sakinleştirici içiyorum Ve söz verdim doktora Fazla düşünmeyeceğim Lütfen ayağını kaldırır mısın? Paspas yapacağım!

35


KÜLTÜREL SIKIŞMIŞLIKTAN MEKAN-ZAMAN SIKIŞMASINA İyi Seneler Londra Emre Emrem

Giriş 21. yüzyılın sınır tanımayan uluslararası sermaye etkileşimli dünyası, kültürel zeminde de erimeleri, kaynaşmaları ve bazı sıkışmaları doğurabilmektedir. Bireysel ayrıcalıkları ön plana çıkartan 19. Yüzyıl modernlik fikri, mekansallığı ve zamansallığı korumaktayken, artık teknik ilerleme, küreselleşme ve neo-liberalizm ile mekan ve zamanla çok işi olmayan bir “postmodernin” doğduğu, hatta bununla kalmayıp ilk gençlik dönemini henüz tamamlamış yetişkini bize canlandırdığı bir bugün yaşamaktayız. Belki de postmodernizmin bu uçarı, geçicilikten, kural tanımazlıktan ve yapı bozumundan yana olan tavrını genç yetişkin yaşına vermeliyiz. Tanımlaması nasıl yapılırsa yapılsın öncelikli olarak bahsedilen kültürel durumun, ekonomik anlamda bir geç kapitalizm süreciyle, siyasal anlamda neo-liberalizm ile birlikte ilerlediği yadsınamaz; postmodernizm, “geç kapitalizmin kültürel mantığıdır.” (Jameson,1992;Mandel,1978, Akt. Kumar,Krishan, 2013:139) Bu şekilde bir ilişkilendirme, mekansal ve zamansal değişimlere anlam atfetmektedir. Küreselleşme ile sınırları aşan sermaye dağılımı, üretim ve tüketim ilişkileri gibi kavramlar etkilerini kültürel sınır aşımları olarak da göstermiştir. Sanayi ürünleri yanında her türlü kültürel pratiğin de metalaşması, her an her yerde her şeyin olma ihtimalini mümkün kılmaktadır. Başka bir deyişle, “bir çok imaj, mekan üzerinden anında kitlesel ölçekte pazarlanabilir.” (Harvey, David, 1999).

36

İlk bakışta genişleme ve yayılma gibi görünen, Marshall McLuhan’ın kavramsallaştırdığı “küresel köy”, zihinsel bir yayılma sağlarken, bedensel olarak bizi hapsetmektedir. Zamansallık algısındaki oynama bu bedensel olarak hapsolma duygusuna yardımcı olmaktadır. Teknolojiden uzakta mekanik herhangi bir ekonomik, siyasal, toplumsal ya da kültürel iletişim olanağı, insanın bedensel olarak mekan içinde gezinmesini, bulunduğu mekana yayılmasını sağlamaktaydı; ancak günümüzde teknolojinin geçmiş,


şimdi ve geleceği iç içe algılayabilmemizi sağlayan zamansallığı, bizim bu yayılmayı zihinsel olarak yapmamıza neden olarak bedenimizi belirli bir mekan içerisinde sıkıştırmaktadır, zira bu küresel dolaşımı bedensel anlamda doğrusal zaman akış çizgisini bozarak yapmamız mümkün değildir. (Harvey, David, 1999) Tüm bu durumun ise, Kumar ve Harvey’nin tanımlamalarından yola çıkarak; mekanın, zaman aracılığıyla yok edilmesi sürecini merkezine almış kapitalizm ve neo-liberal politikalardan kaynaklandığını söyleyebiliriz.

Doğrusal zaman çizgisinden kopuş Sinemasal zamanın kendi içinde giriş gelişme ve sonucu olan bir anlatı oluşturmasının köklerini “modern” kelimesinde arayacak olursak, kelimenin köken olarak modo’dan (“son zamanlar” , “tam şimdi”) gelen modernus, hodiernus ( hodie’den “bugün”) modelinden hareketle Latinceden yaratılmış bir sözcük olduğu karşımıza çıkmaktadır. (Kumar, Krishan, 2013) Dolayısıyla kelimenin geldiği yer olarak ilişkilendirebileceğimiz zaman kavramının önemini postmodernizme daha varılmadan oluşan modern dönemde görmekteyiz. Bu ilişkilendirmeyi biraz daha öteye taşıyan Krishan Kumar, pagan ve modern dünya ayrımı yapar. Burada bahsettiği modern dünya, rönesanstan da önce hristiyanlık inancının orta çağ avrupasında köklerini sağlamlaştırmasıyla ortaya çıkan dünya alımlamasıdır. Dünyanın, birbiri ardına gece gündüzün, mevsimlerin sıralanmasıyla oluşan zaman kavramına bir başlangıç noktası gerekliydi ve bu başlangıcı Mesih’ten önce ve sonra olarak ikiye ayıran Hristiyanlık, tüm insanlığa düzenli bir zaman çizgisi yarattı. “Geçmiş, şimdi ve gelecek anlamlı bir dizilişte birbirine bağlanmıştı.” (Kumar Krishan, 2013, s: 89) Hristiyanlığın başı, ortası ve sonu bulunan Mesih hikayesinin doğrusal düzleminde, ay ve yıl tekrarlarına bağlı olan zaman çizgisi kendisini, yalnızca bu Mesih hikayesi değil, tüm modern anlatıların içinde var etmektedir. Bu modern anlatılar ister Kumar’ın temellerini dayandırdığı rönesans öncesi hristiyan orta çağında olsun, ister rönesans ve sanayi devrimleri sonrasında yeniden düzenlenen “modern dünya”da olsun, doğrusal zaman çizgisini koruyarak post-modernizme, ya da öncesinde ilişkisini kurduğumuz teknolojik gelişmelerle kuşanan küreselleşmeye, geç kapitalizme, neo-liberalizme kadar etksini kesintisiz olarak sürdürmüştür. 37


Sinemayı da ortaya çıkış ve gelişimine bakıldığına modern dönemin çocuğu olarak tanımlayabiliriz. Parçalı, kuralsız ve sırasız yapısından dolayı kimsenin postmoderniteyi zamansal bir durum olarak tartışamaması bütün düzenli anlatıların sonunu getirmektedir. Özellikle sıralamanın kurgu terimiyle önem karşımıza çıktığı sinemada artık, giriş, gelişme, sonuca dayalı doğrusal zaman çizgisine göre dizilmiş anlatımın yerini sonun baştan gösterildiği, ters yüz edilmiş anlatım örnekleri alabilmektedir. İyi Seneler Londra, hikayesini aktarırken kullandığı bu zamansal sıra bozumuyla, postmodern biçimini, açılış sahnesinde olduğu gibi, damdan düşercesine izleyicisinin önüne atar. Yolun kenarındaki banka oturmuş perişan bir adamı, o sırada o sokaktan tesadüfen geçerken gören ve ona yardım etmek isteyen bir çiftin kafasına yukardan düşen bir adamla açılır film. Filmin sonunda balkondan atlayarak intihar ettiğini anladığımız bu havadan düşen adamın üzerine düştüğü çiftin de hayatlarını alt üst edişi, böyle kopuk, zamansız ve her an her şeyin olmasının doğallaştığı postmodern dünyanın, sinemasal zamanın ters yüz edilişiyle çarpıcı bir anlatımıdır. Film, bu açılış sahnesiyle ve Mesih’in dünyaya geliş hikayesiyle başlatılan sene sayımının oluşmasını selamlayan ismiyle, zaman kavramını postmodern bir noktaya çekme amacında olduğunu müjdelemektedir.

Kültürel yayılmadan mekan sıkışmasına Neoliberal politikalarla sınırlılık anlayışının bozuma uğraması, yer yer fiziksel, daha çok sanal olarak siyasal, ekonomik ve toplumsal etkileşimde bulunulan mekan genişletilerek küresel bir kültür akışı yaratmıştır. Dünyanın bir bölgesinde üretilen her hangi bir mal rahatlıkla küresel pazara girerek çok başka bir yerde hizmete ya da tüketime sunulabilmektedir. Sanayi devrimi sonrasında oluşturulan fordist üretimle çalışan bireyler üzerindeki seri bir yabancılaşma, esnek birikime dayalı post fordist işgücü yapılanmalarıyla bireye daha çeşitli ve özgür iş imkanları, iş güvenceleri ya da istihdam alanları tanırken, diğer taraftan yeni piyasaların çıkması ve iş bölümüne getirilen teknolojik, örgütsel yeniliklerle onu sadece yaptığı işe yabancılaştırmakla kalmayıp, kendisinin toplumsal ve kültürel varoluşunu parçalayarak küreselleştirmiştir. 38


“Şimdilik kullanacağım terimle esnek birikim, Fordizmin katılıklarıyla açıktan çatışma içinde olmasıyla belirlenir. Emek süreçleri, iş gücü piyasaları, ürünler ve tüketim kalıpları bakımından esnekliğe yaslanır… Hem sektörler hem coğrafi bölgeler arasında eşitsiz gelişme kalıplarında hızlı değişikliklere yol açmıştır… Aynı zamanda kapitalist dünyada “zaman-mekan sıkışması” adını verebileceğim bir olgunun yeni bir evresine yol açmıştır…” (Harvey, David, 1999, sy:170)

Harvey’nin “zaman-mekan sıkışması” olarak adlandırdığı bu ekonomik tabanlı yapılanma, kültürel bir yayılmanın ve iç içe geçmenin de nedeni olmaktadır. Fredrick Jameson’ın postmodernizmi, “geç kapitalizmin kültürel mantığı” olarak yorumlamasının nedeni bu olmalıdır. Modernizmin oluşturduğu seri üretime dayalı metalaşma süreci, post modernizm ile birlikte sınırların ötesinde bir yayılma zinciri içine girmiş ve kültürel alanları da bu yayılmaya katarak metalaştırmıştır. Dolayısıyla her şeyin her yerde yeniden üretilerek dünyayı dolaşabildiği bir sürece girilmiştir. Bu süreç ise modern yöntemlerle üretilen bir ürünün sahip olduğu tek ve biricik gerçekliğin kopyalanıp taklit edilmesine neden olarak Baudrillard’ın “hipergerçeklik” dediği olguyu meydana getirmiştir. (Küçük, Mehmet, 2011)

“…Dahası, Baudrillard’a göre modern endüstri toplumunun anahtarı üretimken, postmodern toplumda “gerçek”i önceleyen modeler olarak “taklitler” toplumsal düzene egemen olmaya ve toplumu “hipergerçeklik” olarak oluşturmaya başlar.” (Küçük, Mehmet, 2011, sy: 414)

Postmodern hipergerçekliğinde dolaşıma sokulan ve bu nedenle bir meta haline dönüştürülen kültürel faaliyetlerin hepsi, bireyin kendini üzerinden tanımladığı kültürel değerlerin de eklektik bir yapıya bürünmesine neden olmaktadır. Esnek birikimin sağladığı çeşitli iş imkanları sayesinde küresel bir çalışma alanı bulabilen birey, yaşamına bu alanda devam ederken bulunduğu mekanın içinde kültürel bir sıkışma da yaşamaktadır. Daha önce kişinin kendini ifade ettiği kültür, bundan sonra bulunacağı mekanın getirdiği kültür içinde eriyerek çetin bir uyum süreci içine girer. (Harvey, David, 1999)

39


İyi Seneler Londra filminde, ekonomik olarak geçimini sağlamak için Afyonkarahisar’ın Bolvadin ilçesinden Londra’ya gelen otel çalışanı Firuz’da bu ekonomik üretim biçiminin yenileşmesiyle ortaya çıkan küresel boyutta yeni sektörlerin neden olduğu kültürler arası etkileşimi görebilmekteyiz, ki Firuz Londra’da beş yıldızlı bir otelde, Harvey’nin adlandırdığı “esnek birikimin” yaratmış olduğu bir hizmet sektörü çalışanıdır. Ekonomik olarak varlığını bu otelde çalışarak oluştururken, kültürel çatışma içerisinde kalmış iyi ingilizce konuşan Bolvadinli olarak postmodern-geleneksel bir karakter şeklinde karşımıza çıkar. Konuşmalarında sürekli Londra’daki yaşamı geldiği yerin gelenekleriyle kıyaslarken, kendisine uygun olmayan bu yerde ekonomik nedenlerle bulunduğu vurgusunu yapar, diğer taraftan da oradaki kültürün getirdiği toplumsal hayatı ve “yaşam tarzlarını” çok iyi bildiğiyle övünür. Firuz’un çalıştığı otelin, bu bağlamda onda bir mekan sıkışmasına neden olduğunu söyleyebiliriz. Diğer bir deyişle; Firuz, David Reisman’ın “gelenekçe yöneltimli” insanından sanayi toplumu ve post-fordist ekonomik gelişmelerle beraber “başkalarınca yöneltimli” insana geçiş yapmakta, “belirli bir kültür bütünü yerine başkaları ile iyi ilişkiler sürdürmeyi yücelten değerler kazanmakta” olan biridir. (Oskay, Ünsal, 2014) Filmin Londra-Paris-Bolvadin üçgeninde ele aldığı kültürel küreselleşmenin karakterler üzerinde yarattığı sıkışmışlık etkisini Firuz’un yanı sıra Yaşar Nur’ da da görmekteyiz. Buradaki sıkışmışlığın Paris ayağını aktaran Yaşar Nur, Fransa’da yaşayan Türk bir şarkıcı olarak dünyaca tanınmış bir şöhrete sahiptir ve çıkmış olduğu Avrupa turnesi sebebiyle Londra’ya gelmiş, Firuz’un çalıştığı otele yerleşmiştir. Bu Londra ziyaretinde onu Türkiye’den çok eski arkadaşı Zeynep ve Zeynep’in İngiliz kocası karşılayarak otele götürmüşlerdir. Otele girdiklerinde resepsiyonda kayıt işlemleri sırasında Firuz onları görür, dünyaca ünlü şarkıcı Yaşar Nur’u hemen tanıyarak onun yanına gider ve kendisini tanıtır. Buradaki Firuz, Yaşar Nur ve Zeynep’in konuşmalarından her birinin sosyo-ekonomik durumunu ve nasıl bir kültürde yetiştiklerini anlarız. Aynı kültürel küreselleşmenin toplumsal sınıf bağlamında farklı edilgenleri olarak, Londra’daki beş yıldızlı otelin resepsiyonunda karşılaşan üç Türk’ün birbirleriyle kuramadıkları iletişimi izleriz.

40


Her karakterin farklı bir amacı vardır ve bu şekilde kurulmuş dramatik çatışma doğrultusunda birbirleriyle zorunlu olarak iletişime geçerek Yaşar Nur’un kaldığı otel odasında sıkışacaklardır. Zeynep, İngiliz kocasıyla birlikte katılmak zorunda olduğu yemekli bir toplantıya gidebilmek için 8-9 aylık bebeklerini Yaşar Nur’a bırakır. Firuz, Yaşar Nur’un kendisini odasına çağırıp konser öncesinden onunla birlikte olmak isteyeceğini düşünmekte ve buna kendini hazırlamaktadır, çünkü Firuz’a göre “sanatçı kısmı”nın yaşam tarzı böyledir ve bu konuda Yaşar Nur’a yardım etmek için elinden gelen her şeyi yapmaya heveslidir, o artık böyle olaylarla sıkça karşılaştığı bir kültür içerisindedir, kendi geleneklerine uygun değildir ancak ekonomik geçim dertleri gereği bulunmak zorunda kaldığı mekanın “yozlaşmış kültürel nimetlerinden” de yararlanmaya isteklidir. Yaşar Nur, yıllar önce Londra’da yaşadığı aşkın üzüntüsü içindedir, yıllar sonra turne sebebiyle geldiği Londra’da ayrıldığı eski aşkını hatırlayarak konser öncesinde gergin bir gece geçirmektedir. Çünkü Zeynep’ten duyduğuna göre Enver hala Londra’dadır ve evlenmiştir. Yaşadığı onca tereddütten sonra Enver’e telefon eder ve Londra’ya geldiğini sonraki gün konserinin olduğunu söyler. Beklediği gibi geçmeyen telefon konuşmasından sonra Enver’i aradığı için pişmandır. Bu sıkıntılarının içine düşen Yaşar Nur, Zeynep’in bebeğini tamamen unutmuştur, hatırlayıp bebeğe bakmaya gittiğinde onun ölü bedeniyle karşılaşır. Bebek yattığı yerde kusarak nefessizlikten ölmüştür. Panikleyip dehşete düşen Yaşar Nur, biraz düşündükten sonra Firuz’u çağırıp ondan yardım istemeye karar verir. Firuz ise Yaşar Nur tarafından çağrıldığı haberini alınca farklı beklentilerle odaya gider, Yaşar Nur’un bitkin, çaresiz haliyle karşılaşır. Firuz, Yaşar Nur’un kendisini odaya çağırma amacının onunla birlikte olmak istemesi olduğundan hala emindir ve harekete geçer. Firuz’un üstüne saldırdığını gören Yaşar Nur ona direnir ancak Firuz’un tecavüzüne uğrar. Ardından Firuz’a banyoda duran ölü bebeği göstererek onu odaya neden çağırdığını söyler. Bu ana kadar kuramadıkları iletişim, lavabonun içinde duran ölü bir bebeğin varlığıyla sağlanmıştır. Bütün bu olanlar sırasında çıkan sesleri, bağrışmaları da Yaşar Nur’un yan odasındaki Fransız iş adamı hayranı Gerrard Ames kulak misafiri olur ancak hiç bir şey yapamaz, yan odadan Türkçe gelen bağrışmaların içeriğini anlamasa da hiç hoş olmayan bir durumla karşı karşıya kalındığının farkındadır. Aniden bebeğin ölümüyle birlikte gerçekleşen sinir bozucu durum, üç farklı kültürün birer parçası olan kişiler arasında ironik bir iletişim bağı kurmuştur. 41


Dünyaca ünlü bir şarkıcının Londra’daki beş yıldızlı otel odasının lavabosunda, noel haftası, nereden geldiği belli olmayan cansız bir bebek, Firuz için her an her şeyin olabileceğini tokat gibi yüzüne vuran, mekan-zaman ilişkisinin mantıksallığından uzak başlı başına postmodern bir durumdur. Firuz gördüklerinden dolayı dehşete kapılır ve içini büyük bir korku kaplar. Artık hem bir tecavüzcüdür hem de bu bebek ölümünün kendi üstüne kalma tehlikesi vardır, oysa İngiliz vatandaşlığı için çalışma süresi hakkını tamamlamasına yalnızca bir kaç ay kalmıştır. Böyle bir olaydan dolayı şimdiye kadar olan çabası boşa gidecek, başı yanacaktır. Tüm bu kaygılardan dolayı Yaşar Nur’a bir yandan yalvarır bir yandan tehditler savurur şekilde bir dengesizlik halinin içine girmiştir. Çalıştığı otelin odasında tam anlamıyla sıkışmıştır ve ne yapacağına bilememektedir. Yaşar Nur, Firuz’u odadan kovar ve kendi çaresizliği içerisinde yere kapanarak hareketsiz bir biçimde ağlamaya başlar. Biraz sonra katıldıkları yemekten geri dönerek Yaşar Nur’u odada o halde bulan Zeynep ve kocası çok geçmeden banyodaki bebeklerini farkederler. Zeynep ağlarken, kocası balkondan atlar. Aşağıdan gelen çığlıklarla film açılış sahnesindeki zamana erişmiştir. O sırada tesadüfen o sokaktan geçen ingiliz çiftin yukardan kafasına düşen adam Zeynep’in bebeğini henüz kaybetmiş kocasıdır. Film, doğrusal zaman akışını ters yüz ederek gösterdiği ilk sahnesine geri dönerek sona ermiştir. İyi Seneler Londra, Yaşar Nur-otel odası-Firuz-Zeynep-Zeynep’in İngiliz kocası-lavabo-bebek-Noel gibi kişileri, mekanları ve zamanı dramatik çatışmayı oluşturmak için rastlantısal biçimde bir araya getirmesi yönüyle dadaist, ironik ve yapı bozumcudur, bu bağlamlar da filmin postmodern bir anlatısı olduğunun göstermektedir. Bir bütün olarak bakıldığında ise geç kapitalizmin küreselleştirdiği kültürel etkileşimi Londra-İstanbul-Bolvadin-Paris mekanları üzerinden işlerken, bu etkileşim temelli yaratılan dramatik çatışmanın bir otel odasında sıkıştırdığı karakterlerin yaşamıdır filmde anlatılan. (Harvey, David, 1999)

42

Evrensel müzik metası Film, otelin önünden geçen çiftin yukardan üzerine düşen Zeynep’in kocası sahnesinden sonra, sinemasal zamanını başa alarak Yaşar Nur’un konserinden bir görüntüyle devam eder. Söylediği şarkı ise, Aşık Veysel’in Beni Hor Görme Gardaşım türküsünün caz türünde yeniden yorumudur. Bu sahnede, gerek müziğin doğu batı sentezli eklektik tınısı, gerekse icra edilerek yeniden üretilen ve kitlelere verilen konser yoluyla tüketim ve kâr


ilişkisi içine girmesi, küreselleşen müzik endüstrisinin bir temsili olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaşar Nur’un müziği karşımıza evrensel bir müzik metası olarak daha filmin başından tanıtılmaktadır, böylelikle filmin postmodern anlatısına, müziğin de aynı ekonomik ve toplumsal koşullarla şekillenen 21. yüzyıldaki, dolaylı yoldan tüketim ilişkisine ve küresel pazara katkı sağlayan kullanım hali eklenerek, görsel, kurgusal ve işitsel bir bütün oluşturulmuştur. “Müziksel üretimin ve müziksel tüketimin kapitalist süreç tarafından özümsenmesi sonunda müzik şeyleşmiş ve rasyonelleşmiştir…Günümüzde müzik bu nedenle, yaşadığımız toplumun çelişkilerini yansıtmaktadır.” (Oskay, Ünsal, 2001, sy:39) cümleleriyle Adorno’nun müziğin üretilmesine ilişkin koşullardaki değişimler hakkındaki görüşlerini aktaran Ünsal Oskay müziğin yabancılaşmaya nasıl yardımcı olduğunu ele almıştır. Toplumsal çelişkileri, kültürlerin küreselleşme sonucundaki müzikal yayılmalarında da görmekteyiz. “Besteleri yeniden üretenler (besteyi icra edenler) ve müzik dinlemek amacıyla bir araya gelinen yerlerdeki müzik tüketicileri (dinleyiciler) kendi aralarında benzer bir toplumsal yaşam üslubu oluşturuyorlardı.” (Oskay, Ünsal, 2001) Ancak müziğin bu özelliğini 18. Yüzyıldan itibaren modernizmin giderek dokunduğu toplumsal koşullarda bulabiliriz. 21. Yüzyıl postmodernizminde ise “kendi aralarında benzer bir yaşam üslubu oluşturan” heterojen bir müzik dinleyicisi kitlesinin varlığından söz edemeyiz; tıpkı Aşık Veysel’in türküsünü caz formunda yeniden üretirken, hem türkü dinleyicisini hem caz dinleyicisini aynı konser alanında birleştirmeyi hedefleyen müzik endüstrisinin toplumsal yaşam üslup birliğini oluşturma konusundaki dikkatinden söz edemeyeceğimiz gibi. (Oskay, Ünsal, 2001) Evrensel olarak ismini duyurmuş, Paris’te yaşayan Türk sanatçı Yaşar Nur, kültürler arası kişiliğini müziğiyle birleştiren başarılı bir müzik yorumcusu olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamda Yaşar Nur’un eklektik müziğini, Aşık Veysel türküsünün yorumu örneğinden incelersek, caz alt yapısına eklenmiş geleneksel ezgiler, “Beni hor görme gardaşım / Sen altınsın ben tunç muyum / Aynı vardan var olmuşuz / Sen gümüşsün ben saç mıyım” sözleriyle çalınarak, müzikal anlamda evrensel bir parçalanma yaşatırken, güfte olarak geleneksel bir toplumsal birlik arayışındadır. Ama sonuç olarak

43


küresel müzik endüstrisi içerisinde metalaştırılarak birbiriyle toplumsal bağı homojenleşmiş yapıdaki kitlelerin tüketimine sunulmaktadır. (Oskay, Ünsal, 2001) Yaşar Nur’u Bolvadinli Firuz da dinlemektedir, kaldığı otelin yan odasını Yaşar Nur orada olduğu için özellikle tutan Fransız hayranı Gerrard Ames de dinlemektedir, Gerrard ve Firuz arasında ise hiç bir toplumsal bağ yoktur.

Sonuç Mekansal ve zamansal anlatıları yapıbozumuna uğratarak 21. yüzyılın ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel sıçramalarını oluşturan postmodernizm, sinemasal anlatım yöntemlerinin de farklılaşmasına ve çeşitlendirilmesine neden olmuştur. (Harvey, David, 1999) Postmodern düşüncenin izlerini, gerek ismindeki modern öncesi dünyadan günümüze kadar gelen Mesih’in dünyaya geliş hikayesiyle başlatılan sene sayımına yaptığı atıfta, gerek kurgusal zamanı ters yüz ederek, alışık olunan sıralı anlatım yöntemini bozmasıyla İyi Seneler Londra filminin her köşesinde görebilmekteyiz. Karakterlerin kültürel eklektizm içine sıkışmaları ve bu sıkışmalardan doğan dramatik çatışmalar, filmin postmodern anlatım üzerinden yarattığı kasvetli etkiyi arttırarak desteklemektedir. Film boyunca Yaşar Nur, Firuz ve Zeynep’in “geç kapitalizm” (Jameson,1992;Mandel,1978) içerisinde yaşadıkları kültürel erimeye tanık olmaktayız. Karakterler arasında oluşan iletişim kopukluklarının hiç birinde dil faktörünün olmaması, sorunun odağını postmodernizmin parçalı yapısına daha da yaklaştırmıştır. Yaşar Nur’un zayıf olan İngilizcesi, ona otelle olan günlük diyaloglar dışında hiç bir sorun oluşturmaz, yaşadığı asıl sorun ana dilleri aynı olan Firuz’la kültürel farklılaşmalar nedenli oluşanlardır. Filmdeki müziğin yeri de postmodern yapıya uygun şekilde oluşturulmuştur ve ana karakterinin (Yaşar Nur) dramatik çatışma içine girmesini sağlayan amacını, Avrupa turnesi için Londra’ya gitmesini, belirler. Yaşar Nur ile Firuz, aynı konser alanında, tıpkı Yaşar Nur’un icra ettiği gibi, eklektik bir müzik dinlemeye gelen caz müzik ve halk müziği sevenleridir. Bir otel odasında sıkışarak kültürler arası etkileşimin kurbanı olurlar. 44


Sonnet To Sleep O soft embalmer of the still midnight, Shutting, with careful fingers and benign, Our gloom-pleas’d eyes, embower’d from the light, Enshaded in forgetfulness divine: O soothest Sleep! if so it please thee, close In midst of this thine hymn my willing eyes, Or wait the ‘’Amen,’’ ere thy poppy throws Around my bed its lulling charities. Then save me, or the passed day will shine Upon my pillow, breeding many woes,— Save me from curious Conscience, that still lords Its strength for darkness, burrowing like a mole; Turn the key deftly in the oiled wards, And seal the hushed Casket of my Soul.

John Keats

45


46


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.