Leke sayı 2

Page 1

I


leke.fanzin@gmail.com www.lekefanzin.com facebook.com/LekeFanzin tumblr.com/lekefanzin twitter.com/lekefanzin

HAZAR AKGÜL - NAZLI CEM - İKBAL ZEYNEP dursunoğlu - KÜBRA NUR GÜLLÜ - NİL İPEK HÜLAGÜ ALPER KABAKTEPE - ERİNÇ KARGAN - AYŞEGÜL KUNTMAN - EDANUR KUNTMAN - RANA ÖZDEŞLİK YAĞIZ ŞEN - GAYE YEŞİLYURT - ALTUĞ YILDIRIM dİZGİ/GRAFİK tASARIM: ALPER KABAKTEPE - NAZLI CEM

II


Bu yazıyı siz sevgili okurlara yazıyorum. Siz bunu okurken biz çoktan 3. sayıya başlamış olacağız. Onu da alır okursunuz çıkınca, bir çayımızı da içersiniz. Tabii ki bu sayıyı beğenirseniz, ki umarız beğenirsiniz. Bir kere daha hikayelerimiz ve illüstrasyonlarımızla karşınızdayız, peki biz kim miyiz? Evet bu da bir soru tabii ki, bu çıkardığımız 2. sayımız diye 1. sayımızdan haberdar olduğunuzu düşünmemiz beklenemez. Biz, Galip Tekin’in Art of Animation dersini almış, ya da alan, ve bu çizim işine, azami ya da asgari; bir düzeyde bağlanmış insanlarız. Derste ortaya çıkan işlerimizi paylaşabileceğimiz bir platform oluşturmak istedik ve sonunda bu dergi fikri çıktı ortaya. İlk sayımızı çıkarırken ne çileler çektik ne çileler çektik ne siz sorun ne biz söyleyelim. Zordu yani işte yollarda git gel, izin mizin al imzalat, işleri topla…dergicilik zor zanaat, evet. Bu sayıda da hazırlık süreci uzun oldu, deadlinelar mı koymadık toplantılar mı yapmadık ohoo neler neler. Ama tecrübe edindik ve gittikçe daha iyi bir şekilde karşınıza çıkmayı umuyoruz. Süreçte bize yardımcı olan hocamız Galip Tekin’e de çok teşekkür ediyoruz. Bir yandan derslerimiz ya da diğer uğraşlarımızı yürütüp bir yandan bu dergiyi çıkarmaya çalışmak biraz yorucu olsa da, biz bu işi seviyoruz ve devam etmeyi planlıyoruz, kısacası 3. sayıda görüşmek dileğiyle. Esenlikler efenim Ayşegül Kuntman, bir kap nutella’dan bildirdi.

3


4


5


6


EJDER

Y

Nil İpek Hülagü

ok, beklediği bu değildi, bu görüntü ne okuduklarıyla, ne hayal ettikleriyle uyuşuyordu. Ailesine karşı gelirken, onca yolu yürürken, her gece karşılaşacakları anı düşlerken aklında nargile içen ve baygın gözlerle üflediği dumana ........... ..bakan bir kız yoktu. “Ama bu bir ejderha değil...” diye mırıldandı. Kız, üflediği dumana bakmaya devam etti, bir nefes aldı, üfledi. “Tabii ki bir ejderhayım,” dedi yeni dumana bakarak, “görmüyor musun?” Kahramanlık, zenginlik ve bunların getireceğini umduğu mutluluktan henüz vazgeçmemişti; kızı incelemeye başladı. Hayır, kız hala bir ejderha değildi; evet, şapkasında iki kanat vardı, ama uçması mümkün değildi. Ağzından ateş değil duman çıkarıyordu, nargilesi olmasa o da çıkmazdı. Ortada herhangi bir hazine görünmüyordu; gerçi bolca minder vardı, muhtemelen çil çil altından daha rahattı. Bir umut incelemeye ve kafasındaki ejderha resmiyle eşleştirmeye çalıştı. Ne yazık ki kız inceledikçe bir ejderhaya dönüşmüyordu. “Uçman mümkün değil,” dedi aniden, “bana kanatların olduğunu söyleme, onların bir işe yaramadığını biliyorum.” Kız gülerek döndü. “Uçmaktan kastına bağlı,” dedi, “zamanı anlamsız kılabilirim.” “Anlamadım...” “Zamanı anlamsız kılabilirim. Bu noktaya gelene kadar buraya gelirken harcadığın zamanın farkında değildin. Bu anın hayalini kurarken de zamanı önemsemedin.” “Yani?” “Diyeceğim o ki, zıplamakla uçmak arasındaki fark aslen süreye bağlı. Zaman algısı ortadan kalktığında her zıplamayı uçuş sayabilirsin, haliyle sen buraya gelene kadar uçabiliyordum ben.” Bir an duraksadı. “Ki senin gibi buraya gelmeye çalışan, bunun hayalini kuran ve zamanı bir süreliğine rafa kaldıran sürüyle insan var. Hala uçabilirim, sadece uçmuyorum.” “Bu çok saçma, yine de kabul ettim diyelim. Ateş püskürtmüyorsun? Benimle savaşmaya çalışmıyorsun bile?” “Ama şu anda yanıyorsun?” “Nasıl yani?” “Bana yüreğinin yanmadığını söyleyemezsin. Kızgınsın, hayallerin yıkıldı, karşında hayal ettiğin devasa ejderha yerine, ejderha olduğunu iddia eden bir kız var, yanlış mı? Elinin kolunun yanmasına hazırdın, ama buna hazır değildin. İçin acıyor, çünkü haksızlık bu, çünkü çok zaman harcadın, çok yoruldun. Ve ben senin sadece karşında durup yüzüne duman üfleyerek canını yakabiliyorum.” Hak vermek zorundaydı, canı yanıyordu. Aradığı burada değildi, ya da aradığı, aradığını sandığı ile aynı değildi.Kafası karışmıştı, ejderhaya hak vermek istemiyordu. Ejderhaya ejderha demek de istemiyordu, onun kayıtlara ‘nargile içen kız’ olarak geçmesini talep ediyordu, ve o tüm bunları düşünürken, nargile içen kız üflediği dumanla halkalar yapıyordu. “Peki hazinen nerede?” dedi, uzun süre kafasında tartmış ve bir sonuca varmak için sadece bu sorunun cevabına ihtiyacı varmış gibi. “Ben buraya hazinen için geldim, senin bir hazine koruyor olman lazım.”

“Hazine senin yolundu” dedi nargile içen kız birden ciddileşerek. Sonra kahkahalarla gülmeye başladı. “Hayır, bu çok büyük bir yalan olurdu. Gerçek şu ki, bir hazinem var, ama kullanmayı bilmediğin için pek işine yarayacağını sanmıyorum.” “Bilmek istiyorum.” “Nasıl kullanabileceğini açıklayacak değilim. Ama üzerinde yattığım yastıklar benimle ilgili hayallerle, yazılarla, söylenenlerle dolu, ve bu yastıkları parçalasan bile her gün yenilerini doldurabilirim. Senin hayallerin yıkıldı ve belki şu arkamdaki yastık biraz söndü, ama uçan, alevler çıkaran ve altınları koruyan dev bir kertenkeleye inanan senin gibi binlerce insan var. Onlar inandıkça ben güçlüyüm ve rahatım.” Bu anlamsızdı. Kızın ejderha olduğundan çok, ejderha diye bir yaratık olmadığını, kandırıldığını düşünüyordu. Ama nasıl bir şakaydı ki, kendisini kandıranlar da inanıyordu, peşinden koşanlar, üzerine yazanlar inanıyordu; bir ejderha vardı, o ejderhanın bir tarifi vardı, ejderha öyle olmalıydı. Nargile içen kız yerinden kalkmadı, ama nargilesini bıraktı, dönüp bağdaş kurdu, şimdi gözlerinin içine bakıyordu. “Bak,” dedi, “her şey sana tarif edildiği gibi olacak değil. Hiçbir şey, insanlarının inandığı gibi olma zorunluluğu taşımıyor, benim için de geçerli bu. Ben burada rahatım, ama şimdi beni bulduğun için yer değiştirmem gerekecek, böylece, bu hayalkırıklığıyla dönüp anlatmaya çalıştığında kimse sana inanmayacak. Çok deliren var, seni de onlardan biri zannedecekler. “Ve ne hoştur ki, ejderhanın gerçeğini bir mağarada buldun, zerre etkilenmedin ve bunu bu mağaranın dışında, gerçek dünyada anlatmaya çalışacaksın. İnanmayacaklar, ne güzel değil mi? Daha da güzeli, şu an bir ejderhanın gözünün içine bakıyorsun, ama buna sen bile inanmıyorsun. Hep hayalini kurdun, ama şu an zerre değeri yok senin için.” Ejderha yavaşça nargilesini toplarken, biraz büyümüş, biraz üzülmüş olarak mağaranın ağzına döndü olamayan kahraman. Hava güneşliydi, mağaranın çıkışı sadece bunun ipucunu veriyordu. Buraya ejderhayı yenmeye ve hazinesini almaya gelmişti, yapamasa bile bu uğurda ölecekti. Halbuki şimdi ortada bir ejderha yoktu, ve nargile içen kızın ejderha olduğu varsayılsa bile, onu yenememişti. ‘Aslında bir yolu olmalı,’ diye düşündü, ‘kahraman olmamın bir yolu olmalı, hazineyi kullanabilmemin bir yolu olmalı.’ Bir süre mağaranın çıkışındaki ışığa baktıktan sonra tekrar ejderhaya döndü; kız nargilesini toplamış, yastıklarını bir çantaya dolduruyordu. “Toplanmış olman güzel,” dedi gülerek, “çünkü benimle geliyorsun. Benimle geldiğinde kimse ejderha olduğuna inanmaz, ama ejderhayı öldürdüğümü ve seni onun elinden kurtardığımı söylediğimde bana inanırlar. Ve sevgili ejderha, işte o zaman o yastıklar benim kahramanlık öykülerimle dolar, senin ise ismin değişir. İsmin değiştiğinde, ve insanlar senden çok ismine inandığında ne olacak bilmiyorum, açıkçası çok umrumda da değil şu an. Ama bana fiziksel bir zarar veremezsin ve kaybedecek bir şeyim yok. Benimle geliyorsun.” Yastıkları sırtına yüklendi, kızı kolundan tutup götürdü. Ve işte Ferit, ejderhayı böyle yendi.

7


8


9


SOĞANSIZ DÜRÜM: Bir Aşk Hikayesi

Nazlı Cem

Bayramoğlu’nda yazlıktaydık. Orta sonu yeni bitirmiştim, yaklaşık on iki yaşındaydım. Âşık olduğum biri vardı. Tabi o zaman âşık olduğumun filan farkında değildim. Yıllar sonra Çırağan Meyhanesi’nde arkadaşlarıma ondan bahsederken anlıyorum o yaz âşık olmuş olduğumu. Rakı bardağımı masaya vurdum ve “Ben o Erman’a âşıktım!” diye bir çıkış yaptım. “Herkese haber vermiş askere gittiğini, bir tek bana haber vermedi.” diye içerliyorum. Sonraki zamanlarda bu replikler yüzüme vuruluyor hep, bir nevi dalga konusu oluyor. Dalga konusu oluyor ve ben rahatlıyorum, diyorum ki “oh be tamam, âşık olmuşum ben zamanında.”

olur lan erkek bu. yaz günü 4: Beşiktaş maçı vardı o gün, sitede izleyebileceğimiz bir yer yoktu. Hep beraber merkeze yürüdük. Erman benim için önden yer tuttu, Beşiktaşlı olmamasına rağmen. Sonra dürüm siparişi verirken ikimiz de soğansız söyledik. yaz günü 5: Erman İstanbul dışında oturuyordu, bense Fulya’da. Yaş on iki, kışın pek görüşme imkânımız yoktu. Kafamın içinde çeşitli yaz aşkı temalı şarkılar çalıyor. Erman basket sahasından otoparka doğru ilerliyor. Çağrı arkasından seslendi, Erman dönüp bakıyor ve el sallıyor. Çağrı bana “Bak -belki de seneye yaza kadar bu Erman’ı son -görüşündü” dedi. Ağlamak istiyorum -ama kendimi tutuyorum, eve gidince ağlarım diyorum, -Çağrı’ya gülümse dim.

Zira bunun farkına varmamdan yaklaşık bir-iki ay önce bir gece birkaç arkadaşımı kitlemiştim. “Şimdi sen şuna şuna aşık mıydın? Nasıl olmuştu? Ne hissetmiştin? Nasıl anlamıştın?” gibi sorularla başlayan ve “peki ben şuna şuna âşık mıydım? Bi kere rüyamda görmüştüm sayılır mı?” gibi sorularla devam eden aptalca bir muhabbete gark olmak zorunda kalmıştı zavallı arkadaşlarım. Bu yüzden orta sonu bitirdiğim yaz âşık olmuş olduğumu fark etmek beni ayrıca mutlu etmişti. Sonradan sık sık düşündüm o yazı ve sonraki yazları. yaz günü 1: Orta sonu yeni bitirmiştim, yaklaşık on iki yaşındaydım. Okul gezisinden döndüğüm gündü; bir aydır yazlıkta yoktum, abimlerin yanına gittim, “Bak Nazlı bu Erman” dediler. Yaptığı şapşal bir şeyi anlattılar. Güldüm, meraba dedim, dönüp eve gittim. yaz günü 2: Parktaydık, tahterevalliye binmiştik bir sürü kişi. Erman’la karşılıklı uçlarda oturuyorduk. Ani bir hoplama esnasında popom havalandı, güm diye tekrar oturdum, Erman’la gülüşüyoruz. yaz günü 3: Erman’a hafiften yazdığımı Ayça’ya ve Özge’ye çıtlattım. Ama felaketler üst üste geliyordu hep. Müge de Erman’ı seviyordu ve bunu bütün dünya biliyordu. O kadar da yakın arkadaş değildik aslında, hem ne o öyle ben söyledim ben kaptım mı

10

yakıyor.

yaz günü 6: O yazdan -birkaç sene sonra. Lise -ikideydim. Siteden taşınmıştık. Ama hala arkadaşlarımın evinde kalmaya gidiyordum. Ermanlar da taşındılar ama o gece o da ordaydı. Uğurcan’ın sünnet düğünü vardı o gece sitede. Bütün site davetliydi. Özel bir -konuk da vardı; Mustafa Topaloğlu. Hepimiz çok eğleniyorduk, acayip geyikler dönüyordu Mustafa Topaloğlu üzerinden. Parkta oturuyorduk, -Mustafa Topaloğlu oğlunu -da getirmiş, o da parkta bİzimle takılıyordu, Mustafa Topaloğlu’nun sesi geliyordu parka. Erman’a bakıyorum, “Çok özlemişim seni” diyorum, sarılıyorum. Özge ve Murat sonra kenara çektiler beni, “Kızım napiyosun sen?” dediler. Bir sigara yakmak istiyorum, Erman “Sen sigara mı içiyorsun?” diye kızdı bana, kendi bir sigara

aynı gün: Sünnet düğünü bitmeye yakın. Erman’la acıktık, dürüm söyleyelim dedik. Bu sefer soğanlı mı soğansız mı diye özellikle belirtmedik, iki tane tavuk dürüm sipariş verdik yalnızca. Gidip site kapısında siparişi beklemeye başladık. O sırada Uğurcan geldi. “Uğurcan çükün gitmiş” dedim, Erman gülüyor, “şşş” diyip kolumu tutuyor, gülmeye devam ediyoruz. aynı günün sonu: Özgelerin balkonda yedik dürümleri. Erman gidiyor. Özge bana bakıp güldü, ben de gülerek karşılık verdim, “Erman da iyi çocuk” diyorum.


11


12


marti

---------

HINCAL

edanur kuntman

Yağız Şen

Leke Fanzin’e bi okurdan mektup: Futbol dersen, Mençıstır’ı yedik, ama çok kapandık ve ful time wasting yaptık ikinci yarı, ince ince kıl oldum. Senin fikrin bu hususta benim için daha değerli olsa da bu konuda fikirleri olan bi arkadaş daha var: Geçen gün, Boğaziçi’nde Bach konseri vardı Albert Long Hall’de, seyirci yaş ortalaması 93 idi. Ondan sebep müziğin verilmesiyle en azından benim sağ taraf komple gitti, başlar düştü, yer yer horlandı. Solda ise bol balgamlı dev öksürük organizasyonuna girildi. Ayrıca konserin başında öğrenmiştik ki Hıncal da oradaymış. Çıkışta da ben uzaktan bunu gördüm. Bacağı sakat gibin, çok ağır yürüyor her gördüğüyle muhabbeti koyuyor. Hıncal olmasa da, minimum Parkinson’dan başlayan ortam zaten çok yavaş dağılacak, ama Hıncal boyutu çok büyütüyor. Bunun üzerine, yanımda bi arkadaşım vardı, ben de bu konuyu ona açayım dedim. “Bak...” dedim “...salon neden bu kadar ağır dağılıyor biliyon mu?” Hınc--- diyecektim ki, önümdeymiş zaten eleman. Dönüp lafımı tamamladı: “EEEEEEEEEEEEEEEEEEEE EEEEEEEEEEEEEEEEEEE” dedi, “BELLİ DEĞİL Mİ??? EEEEEEEEEEEEE”. Ben hassktr anladı lan yapacağım espriyi ayıp oldu elemana diye düşünürken, “İNSAN BU SALONU TERKETMEK İSTER Mİ? YIH YIH YIH” diye güldü. Sanki ben rahatlıkla Haşmet Babaoğlu muamelesi çekilebilecek biriymişim gibi, YIH YIH YIH diye benim esprimi kesti. “Hayatta en çok Boğaziçi öğrencilerini kıskanıyorum. Şu güzelliğe bak YAV” dedi. “Aaa” dedim, “Siz de mi ‘YAV’ kullanıyosunuz? Babam da hastası.” Yok lan bunu demedim tabi. Ama dedim “evet keh keh” dedim. --mençıstır maçının ertesi günüydü. “Dünkü maçta Gassayı nası buldunuz?” dedim. “İyi buldum, ümit verici gelecek için dedi”, “promising gibi mi?” demedim, demiş de olabilirdim. “Ama çok kapandık 1-0dan sonra, savunmayı çok geride kurdu, tempoyu çok düşürdü, topu mençıstıra bıraktı” falan filan dedim. gene çaktı: EEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEE” dedi “BELLİ DEĞİL Mİ???” ‘hassktr dedim, gene önceden herkese hayvan gibi aşikar olan bi şeyi çok güzel bi tonlamayla Hıncal abi bana açacak, ve ben olaya hiç öle bakmamış olacağım. “nassı?” dedim “Burak’ı çıkarıp Umut’u alacağına, eeeeee?” “Engin’i alıyor, Umut’u değil!!”dedi.”Hakkaten lan hassktir” dedim. Yok lan gene demedim. Ama deme ihtimalim büyük.

Dergimizin basılı halini; Boğaziçi Üniversitesi’nin muhtelif (muhtelif?) köşe ve bucaklarında, kantinlerinde; Taksim’de; Gon’da, Uykusuz Dükkan’da, Mephisto’da, Leman Kültür’de, D&R’da, Pandora’da; Kadıköy’de; Gerekli Şeyler’de, Kargaart’ta, Arkaoda’da; ve “şunları şuraya bırakalım gelen geçen okusun” ricamızı kırmayan kitapçılarda cafelerde, barlarda, berberlerde falan bulabilirsin. (Açıkçası biz de tam bilmiyoruz nerelere bıraktığımızı.) Tabi sen şu anda dergiye internetten ulaşmamışsan, basılı halini okuyorsan 25 saniyen falan boşa gitti.

13


14


15


B

Hazar Akgül

ir dürüm yedim bir de ayran içtim. Üç buçuk lira tuttu. Beş lira verdim. Para üstünü, bir lira, yirmi beş kuruş, on kuruş, ikisi kararmış olmak üzere üç adet de beş kuruş olarak verdi küçük esnaf. Özür diledi beni metale boğduğu için. Dilemeliydi de. Cüzdanımın bozuk para gözü yok. Üniversiteye girmemin hemen ardından büyümüşlüğüm somut bir kanıta sahip olsun diye fermuarlı bozuk para keseli cüzdanımı atıp; yerine babadan kalma, yıpranmış, gördüklerinden dolayı artık esrimiş bir deri cüzdanı kullanmaya başladım. Pek tabii bu tür cüzdanların bozuk para kesesi olmaz. Havalı cüzdanlar işte… Sahiplerine sağladıkları özgüvenin yanında birtakım kurallar dayatan o meteliksiz yılanlar… Fakat ben bunu kendi adıma bir çıkara dönüştürerek gün içerisinde elime geçen bozuk paraları pantolonumun kıç cebine atıp, aynı günün akşamı alıp oradan kumbarama atarak akıl

almaz meblağlar biriktirdim. Ancak pantolonumun cebi de bir liranın aşağısındaki madeni paraları katlanılmaz buluyor. Belki bir adet elli kuruş daha. Pantolonumun olmazlamalarından yılıp; o yığın kuruşların bir kısmını, su alarak para piyasasına tekrar kazandırmaya karar verdim. Bakkal aradı gözlerim. Yaz aylarında kentin her yerinde su satan atılımcı cengâverlerin kullandığı buzlu sepetlerinden oldum olası tiksindim. Vıcık vıcık paralar ve su şişeleri ve sahte soğukluklar… Bakkalda su satılır, su bakkalda satılır. Caddeden ilk sağa sapıyorum. Dönercinin üst sokağında bir tane görüyorum. Bu

16

bakkala ilk kez gireceğim. Daha evvel önünden çok defa geçmiş olmalıyım. Ne garip şey kişinin yıllardır barındığı semtte yeni yerler keşfetmesi. İlk günkü merakın getirdiği heyecanı ve yabancı bir mahallede olmanın tedirginliğini o an bir arada yaşıyorum içimde. Yeşeriyor sinemde körpecik bir Mona Lisa silueti… Böyle bir tuhaf içleniyorum. Bakkala doğru seğirtirken bir berber havlusunu silkeliyor önüme önüme. “Dayı, acık yavaş ol. İnsan geçiyor!” deyip, bakkala atıyorum kendimi.

Kübra Nur Güllü

BAKKAL

Ardımdan bir şeyler söylüyor; dinlemiyorum. İçeride bir sürü ıvır zıvır var. Her şey ucuz ve bozuk duruyor. Eski tip bakkaliyelerden. Ortamda loş bir hava var. Girişin iki yanına sıralanmış cips raflarının kuytularından sızan güneş ışınlarının oluşturduğu şerit şerit aydınlıkta tozların yere ağır ağır yağışlarını ayrımsıyorum. Dükkânın kalan iki camı, tavana kadar raflarla düzüldüğünden içerisi oralardan ışımıyor. Bir de tepedeki lamba -sanırım tasarruf sebebiylekullanılmadığından, günışığının değmediği yerler neredeyse karanlık. Tezgâhın ardında annekız olduğunu düşündüğüm kırklı yaşlarda bir kadınla bir celfin iskemlelerinde oturuyorlar.

Yaklaşıyorum. Kızın suratında benim içeri girişimden dolayı yerleşen bir huzursuzluk. Yaşıtı erkek. Hayaller. Düşünmemesi gereken onca şey. Hiçbir insan istediği zaman istediği yerde olamazmış gibi geliyor o an. “Su alacaktım” diyorum. Kadıncağız yüzünde ebleh bir ifadeyle yanıtlıyor; “Dolaptan alıver.” Girişin sol yanında kalan dolaplara doğru gidiyorum. Yan yana koyulmuş iki dolapta yarım dakika kadar göz gezdiriyorum ancak suları göremiyorum. Gazoz var. Siyah kola var. Sarı kola var. Ne idüğü belirsiz pembe bir sıvı da var; ama nedense Poseidon’dan ses seda yok anasını satayım… Sıkıntıdan öleceğim. Dükkândaki sessizlik en çok genç kızla beni rahatsız ediyor. Kadın bir bakkal karısı zaten. Bir bakkalın karısını kimse rahatsız edemez. Su şişeleri bir türlü çarpmıyor gözüme. En sonunda, bu gerginliğe bir son vermek adına pes ediyorum ve tezgâhın önüne gidip, dışarıdan elektrikli dolap soğuğuna maruz kalmamış su istediğimi söylüyorum. Kadın, kasanın içine elini daldırmış bozuk paralarla oynarken başını kaldırmadan;

“Niye ki? Soğuk içseydin” deyip kalenderce davranıyor… Olmuyor ama. Nasıl olsun ya hu, hiç yeri değil. Soğuk tercih etmediğimi söylüyorum. Kızını, dolapların bulunduğu yerin hemen karşısında kalan köşeye, dışarıdan bir su getirmesi için yolluyor. Ardından deşiyor beni. Niçin soğuk istemediğimi merak ediyor. Kızıyla suspus oturmaktan sıkılmış herhalde. Bir de kıza sormak lazım tabii… Bademcikler filan şişiyor diyorum. O sırada kız suyu getiriyor. Kadının avucuna kuruşları döküp dönüyorum; gözlerine bakarak kızdan suyu alıyorum ve kapıya yöneliyorum. Bakkal karısı arkamdan söylenmeye devam ediyor; “Bu sıcakta… Ipılık su…”


17


18


MİKRAMBELİ ÇAVUŞ VE YAKUBİ

M

Yağız Şen

ikrambeli Çavuş o gece çok üşümüştü. Üzerindeki solgun palto, hayatı boyunca ona en yakin olmuş Ivan Ilyovic’in bir kış gecesi sıtmadan hayatini kaybetmeden önce ona verdiği tek hediyeydi. Öteden beri felsefeye ilgisi vardı ama önce anasının hastalığı sonra kız kardeşinin tüm aileyi küçük düşüren evliliği ve kümeslerinde hiçbir tüylünün kalmamış olması; onu küçüklüğünden beri olduğu gibi kendi dünyasına hapsetmişti. Tüm gün Fransız klasiklerini okuyor, onları bitirdiğinde ise yaslı bir Yahudi olan ve küçük bir kitap dükkanı olan Boris Trotzky’den ödünç aldığı İslam Felsefesi klasiklerini okuyor, geceleri Konfüçyüs’ü tercih ediyordu. Bir gece ter ve korku içinde uyandı. Gözünden mukus geliyordu. Zavallıcığı apar topar hekime götürdüler. Sayısız test, tahlil sonuncunda Mikrambeli’nin - memleketi olan Alexeyevka’da ona Mikrasev derlerdihormonal dengesinde bozukluklar olduğu tespit edildi. Burada belki Ahmet Mithat Efendi tarzında, belki bir Vergilius kıvamında öğretici bir politika izlemek, sizleri biraz bilgilendirmek mecbur. Öncelikle, Mikrambeli Çavuş o gece çok üşümüştü. Belli ki bir final döneminden veya daha önceki sömestrlarda yaşamadığı kadar yoğun bir vize döneminden geçiyordu. Böyle geceler Mikrambel’in dört duvarını, içini dışını enterese hormonları -enterese hormonunu tespitleyip gün ışığına çıkaran ve en iyi anlayan ilk kişi benim yakın bir kuzenim Kübracansu idi- sarardı. Ertesi gün 3 finali 2

makale teslimi olduğundan olacak, Psikoloji okuyor olmasına rağmen, bilgisayarın karşısına geçmiş ve hormonal sapıklıkla, gözü dönmüş iğrençlikle bakanı tiksindirecek bir konsantrasyonla “ders konuları hariç her türlü konuya” aşırı bir ilgi göstermişti. Bu tip zamanlardı, ona Danimarka’nın nüfus dağılımını, Burundi’nin telli çalgılarının komşu toplumların telli çalgılarıyla ne kadar benzerlik gösterdiğini, önündeki hafta Pekin’in hava durumunu, kimsenin hatırlamadığı ‘kalpak’ Recai Kutan’ın kravat koleksiyonunun genişliğini, Peru’da en sık kullanılan erkek isimlerini ona öğreten. Ter havuzlu pis sanrılı o gece, her yanını saran Enterese Hormonlarini durdurmak için tek çare Erte Force’a -Erte Force kişinin kendi içinden gelen enterese hormonlarıyla bir dönüşüm

içerisinde karşılıklı olarak çalışan “yapılması gerekeni erteleme ve acil olmayanı aşırı bir ilgiyle acil kılma” itkisi- başvurmaktı. Mikrambeli Çavuş o gec...çok üşümüştü.O gece bizler Mikrambeli Çavuş’u kaybettik; ormana doğru koşmuştu ve bir daha geri gelmedi, ertesi sabah Papaz Anton’un yaptırdığı dua hala aklımda.. söyle bir şeydi: “Mikrambeli Çavuş o gece çok üşümüştü”..”Mikrambeli Çavuş... o gece çok üşümüştü”. Hafızam benle kafa bulmuyorsa bir de Latince Rap kısmı vardı, o da şöyle bir şey olmalı: “Factum bu Tutum iyi mv oldvn, est Corus Corpus Lupus est de facto jure, gittvn zarar kvme!! . Mikralyus Çavuş olvn mv bu Tutum, oğlum” Saygıdeğer dostum iyi bir doğasever ve çiçek dostu olan Jonathan Johnson Kralyev’e..

19


20


atlara ve at yarışlarına dair

K

nazlı cem

üçükken hep ata binmek isterdim. nedense atları çok sevmem gerekiyormuş gibi bir his vardı içimde, ama henüz hiç bir atla haşır neşir olmamıştım. Kafamda kurduğum bir takım şeyler vardır tabi ki; bir at kafasını eğmiş, ben onu okşuyorum; ben atın üstündeyim ve onunla rüzgara karşı savruluyoruz; benim elimde bir kova yem, ata yediriyorum gibi. Ama maalesef birçok çocukluk hayalim gibi, bunlar da suya düştü. Atla beraber böyle uzaklara koşacağımızı hayal etmiştim. Atla ilk haşır neşir olduğumda bir piknik alanındaydık. Atın ipini tutmuş bir amca “ata binmek isteyeeen ata binmek isteyeen” diye bağırarak müşteri çekmeye çalışıyordu. Atı gördüğüm an gözlerim parladı. Atla haşır neşir olabileceğim bir an yakaladığımı düşünerek hemen babama koşup ata binmek istediğimi söyledim; canım babam izin verdi. Artık atla tur atabilecektim! Saçlarımı deli rüzgara bırakıp atla beraber savrula savrula uçucaktık. Sonuç: koca bir rezalet. Beni karga tulumba bindirdikleri atı ipinden tutan amca piknik alanının etrafında bir tur attı ve geri döndük; hooop cebe attı o zamanın 5 lirasını. Atla istediğim samimiyeti yaşayamamış olmanın verdiği hayal kırıklığıyla sanırım birkaç tane daha tavuk kanat yemiş olmalıyım. Atla yaşadığım bir sonraki macera ortaokul yıllarına dayanır. Bu sefer bir at çiftliğinde profesyonel biniciler eşliğinde deniycektim ata

binmeyi. Ücretsiz olan deneme dersine katılmıştım, her şey bu dersin sonucunda belli olucaktı; atlarla geleceğim var mıydı yok muydu? Derste üç kişiydik. Az da olsa atla haşır neşir olan bir kız, ben ve benden daha küçük bir çocuk. Bindiğimiz atlar da tabi aynı sırada; büyük kız büyük bir ata binmişti, ben orta bir ata, ve küçük çocuk da midilliye. Hava serin olduğu için bir çadırın içinde dönüp duruyoduk atlarla. Tam işte galiba sevicem ben bu işi derken üzerinde olduğum at patır patır sıçmaya başladı. Sanki birisi sıçınca hepsinin sıçması gerekiyormuş gibi zincirleme sıçır tamlaması yaşandı. Bütün atlar bir yandan yürüyor, bir yandan da sıçıyorlardı. O an anladım ki, bu at işi hiç bana göre değil. Atlarla birebir teması kesmeye karar vermiştim ama at yarışına ne demeliydi? Belki de atlarla aramda olması gereken ilişki sıcak temastan ziyade uzaktan destek üzerine kuruludur diye düşünmeye başladım. Tesadüfün böylesi ya, kader beni çok yakında at yarışının önemli bir unsuruyla tanıştıracaktı: Veli Efendi Hipodromu. Kuzenimin mezuniyet töreni, çok kalabalık bir güruh olduklarından mütevellit, Veli Efendi hipodromunda yapılacaktı. Halaydı enişteydi, hep beraber toplanıp gittik hipodroma. Koskocaman bir alan, koskocaman bir pist, kuzenimi görmekte zorluk çekiyoruz. Zar zor gördük, el filan salladık birbirimize. Sonra bekle babam bekle ki keplerini atsınlar. O gün de öyle sıcak öyle lanet bir gündü ki anlatamam, başımıza geçen güneş, açlık ve susuzluk mücadeleleriyle geçen uzun bir tören sonucunda bir de çıkışta yaşanan izdiham beni

Veli Efendiden de soğuttu. O an bir kere daha fark ettim ki, atlarla aramdaki ilişkiyi ancak çook uzaktan yürütebilirim, yalnızca temas kurmamak değil, onların sık bulunduğu yerlerde de bulunmamam gerekiyordu. Çareyi lisede kantinci abilerle altılı oynamaya çalışmakta buldum. Çalışmak diyorum çünkü atlarla ilgili olan herhangi bir alanda olduğu gibi, bu alanda da çok kötüydüm. Birkaç tane at ismi öğrendim, birkaç kere televizyonda atlara baktım onlar koşarken, ama asla elim o atlara para yatırmaya gitmedi. İçten içe bana hep kötü davranmış olan atlara yatırım yapmak istemiyordum, bu yüzden de sürekli erteliyordum. Önce işin inceliğini öğreneyim, sonra oynarım diyordum. Ben o işin inceliğini hiç öğrenemedim. Post-scriptum: Bu olaylardan yıllar sonra, daha geçenlerde bir arkadaşın evinde oturuyoruz. Televizyon izleyip çekirdek çitliyoruz. Biraz kadın programı izleyip bütün programları tükettikten sonra arkadaşım Tay Tv’yi açtı. Ben atları çok seviyorum dedi. Ben de kafamı salladım, evet gerçekten de çok asil hayvanlar dedim.

21


okur mektupları Merhaba,

Sevgili okur,

Boyama kitabınızı annemle bindiğimiz otobüsteki koltuğun üzerinde bulduk. Resimleri çok güzel. 4 yaşımda olduğum için mektubu 2. sınıfa giden abisi yazıyorum. Diğer çıkaracağınıza daha çok içi boş canavar resmi koyar mısınız? Teşekkür ederim. burak

Bu mektubu sevgili dergi yazar çizer tayfasına hitaben mesleki kaygılarım gereği yazıyorum. Ben bir okurum ve bu köşede yer almaktan onur duyuyorum. Şimdiye kadar çok çeşitli çalışmalarım oldu, Rus edebiyatı okudum olmadı, yetemedi, Fransız romantiklerini okudum, işte Güney Amerika edebiyatını yeni yeni okuyordum ki dergiyi görünce tek boş günüm olan çarşambaları çizgi roman okumaya karar verdim. Zor hayat benimkisi takdir edersiniz, hep bir yazar arama gerektiriyor, arkadaşlarıma soruyor sosyal ağ yaratarak kendime iş bulmaya çalışıyorum. Çevre gerek bizim meslekte. En kolayı gazete okuru olmak aslında, sayısı belli, derli toplu okuyup bitiriyorsun. Düzgün saatte de işin bitiyor eve giderken bir bira bile içebiliyorsun. Yapmadım değil onu da yaptım, güzel günlerdi ya maaşı pek azdı hem mesleki deformasyondan hangisi gerçek hangisi kurgu karıştırır oldum. Mecbur ro-

... Derginizi buldum okudum, güzel, hoş. Arkadaşlarım da istiyor nerden buluruz, alırız? bilal U.

... Aynur! Gömleğimin yakasındaki ruj lekesinin benimle hiç bir ilgisi olmadığına yemin ederim. ayrıca ne ettimse çıkmıyor, başka gömleğim kalmadı, müşkül durumdayım. geri dön, seni seviyorum. Rahmi.

TAŞIYICILAR

Altuğ Yıldırım

Bugün size bir zamandan bahsedeceğim. Büyük salondan ve kuruculardan. Devam edenlerden ve taşıyıcılardan. Kurucular yıkımı ilk öğrendikleri zaman sanıldığının aksine bunu bir fırsat olarak görmediler. Panik oldular ve içlerine kapandılar. kendilerine söz hakkı verdiler ve öfkelerini dışarı çıkardılar. 40 gün savaşı oldu ve kurucular birbirlerini yıktılar. Kardeş kanı aktı ve diğer 40 gün boyunca gökyüzünü dumanlar kapladı. Gözleri bağlandı. Memleketin aleviyle ciğerleri yandı. Kaçabilen olmadı, sadece savaşın dehşetini kanıksayanlar devam edebildiler ve bunların sadece bir kısmı öngörülen yıkıma odaklanabildiler. Kurucular barbardılar ve özü iki kuvveti de barındırdığı için medeniyetleri hem vahşi hem de göz alıcıydı. Krallıkları yıkılmaz ve bugün size devasa gelecek yapılardan oluşmuştu. Burada sadece bina-

22

man okurluğuna döndüm. Velhasıl o günlerden hatırladığım bir anımı paylaşarak bitireyim mektubu.

Günlerden biri, gazete haberi:” Ay’a çıkan astronot ABD’ li Neil Armstrong’ un cenaze töreninde NASA tarafından Türk bestekâr Orhan Gencebay’ın 70’li yılların sevilen parçası ‘Batsın Bu dünya’, Armstrong’ un en sevdiği şarkılar listesinde ilk sırada çalındı. Armstrong’ un ailesi ve arkadaşları şarkıya eşlik ederken gözyaşlarını tutamadı.Cenazeye katılan ABD Türk Başkonsolosu Ahmet Bahadır Duran, ‘Batı’nın iyi yönlerimizi almasından memnuniyet duyduğunu’ fakat elbette Armstrong’ un ‘ölümünün herkesi çok üzdüğünü’ belirtti. Neil Armstrong’a fahri Türkiye vatandaşlığı verilmesi de gündemde.” Yalan gerçek haber.

Ruhi Kalın Okur

lar değil eylemler de büyüktü. Yıllarca süren kutlamalar ve savaşlar olurdu. Ama bu sözde vahşiliğin kalbinde zarif bir akım vardı. Kurucular olası bir yokolmaya karşı önlem almışlardı ve bu yıllar önce Tanrıları yok eden şeyler aynıydı; kendilerini kopyalabilen makineler yapmışlardı. Koordinasyondan önceki yıllara ait belgelere ulaşıldığı zaman Tanrıların, Kuruculardan önce yeryüzünde olanların hikayesiydi, Kurucular uyarılmıştı ve bu benzeri bir olayın bir daha yaşanmaması için geriye teknik bir bilgi bırakılmamıştı. Ama yıkım yaklaşıyordu ve Kurucular gün gelecek çocuklarım, sizleri yaratacak olan aletlere çoktan sahiplerdi. Her alet onlar için bir döldü ve herhangi bir şeyi yapmayı öngörüyorlardı. Dalga fonksiyonunu değiştirebilen aletleri vardı ve bir şeyi diğerine dönüştürebiliyorlardı. Kişilikleri yaptıkları işlere gör değişiyor ve şekilleniyorlardı aynı sizin gibi çocuklarım ve malesef siz istenmeyen döllerdiniz. Özgür iradeye sahip olmanız her şeyi değiştiriyordu ama Kurucuların size ihtiyaçları vardı. Yok olacaklardı ve genetik mimlerini kaybedeceklerdi. Kültürel mimlerini geleceğe ve diğer gezegenlere taşıyacak olanlar ise siz olacaktınız.

Yıkıma odaklananların bir kısmı ne yapacaklarını biliyorlardı. Salona gittiler ve çocukları taşıdılar. Kapsülleri yerleştirdiler ve uğurladılar.


23


24


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.