EN GÜZEL TURK HĐKÂYELERĐ -II HAZIRLAYAN ATĐLLA ÖZKIRIMLI SUNU Türk hikâyelerinden seçmelerin bu ikinci kitabında, kimileri Cumhuriyet öncesinde doğmuş olsalar da, Cumhuriyet dönemi yazarları diyebileceğimiz sanatçıların hikâyeleri yer alıyor. Çünkü hepsinin ortak özelliği, hikâyelerinin Cumhuriyet döneminde yayınlanmış olması... Sözkonusu sanatçıların kitabı hazırlarken seçilen yöntemden kaynaklanan bir başka ortak özellikleri de bugün artık bedenen yaşamıyor olmaları... Bu, yöntem konusunu şöyle açıklayabilirim: Türk hikayecilerinden yapılacak seçmelerin XIX. yüzyılın sonlarından günümüze iki kitapta toplanması tasarlanmıştı. Đşe başlarken önce yazarları saptadım. Birçok adı istemeye istemeye eleyerek otuz, otuz beş yazara kadar indim. Đlk kitapta bir sorun çıkmadı. Ama sıra ikinci kitaba geldiğinde çözümlenmesi gereken bir sorunla karşı karşıyaydım: Yirmiyi aşkın yazarın tek kitaba sığdırılması olanaksızdı. Yayınevinin de önerimi kabullenmesiyle bir üçüncü kitap gündeme geldi. Ama şimdi başka bir soru çıkmıştı karşıma: Đlk kitapta olduğu gibi yazarları doğum tarihlerine göre iki kümeye ayırmam doğru olabilir miydi? Hikâyeye son noktayı koyanSait Faik Abasıyanık Adapazarı'nda doğan Sait Faik Abasıyanık (1906-1954), ilkokulu doğduğu kentte okudu. Đstanbul Lisesi'nde başladığı orta öğrenimini ise Bursa'da tamamladı. Đktisat öğrenimi için gittiği Lozan'da on beş gün kalabildi ve Fransa'nın Grenoble kentine geçince de öğrenimi bir yana bırakarak gönlünce yaşadı. Đstanbul'a dönünce kısa süreli birkaç işten sonra ölen babasının bıraktığı gelirle yaşamını sürdürdü. Ölümünden sonra annesinin girişimiyle düzenlenen Sait Faik Hikâye Armağanı günümüzde de sürdürülen önemli ödül kurumlarındandır. Sait Faik'in hikâyeleri konulan bakımından dört kümede toplanabilir: Çocukluk anıları ve Adapazarı-Bursa gözlemleri; Fransa yılları; Đstanbul'un kenar semtleri ve yoksul insanlar; Adalar'da geçen günler ve balıkçılar. Bireysel duygulanımların, bilinçaltının, kişinin bunalımlarının ve tedirginliğinin, yalnız adam psikolojisinin, kimi zaman gerçeküstü bir anlatımla dile getirildiği hikâyelerini de ayrı bir kümede toplamak gerekir. Bu kümelendirme hikâyeciliğinin gelişimini de açıklar. Gözlemci bir gerçekçilikten bireyin dünyasına geçiş diyebiliriz buna. Hikâyelerin ana özelliğini ise insan sevgisi oluşturur. Yaşadığı dönemde hikâyelerini şu kitaplarda topladı: Semaver (1936), Sarnıç (1939), Şahmerdan (1940), Lüzumsuz Adam (1948), Mahalle Kahvesi (1950), Havada Bulut (1951), Kumpanya (1951), Havuz Başı (1951), Son Kuşlar (1952), Alemdağda Var Bir Yılan (1954). Ölümünden sonra iki romanıyla şiirleri ve yayınlanmamış hikâyeleri on dört kitapta toplandı. EN GÜZEL TÜRK HĐKAYELERĐ şıya bıraktığı zaman adale kuvvetini sınıyordur. Orada dört tarafı suyla çevrili yerde insanların büyük, sağlam dostluklar, sağlam adaleler, namuslu günler ve gecelerle birbirlerine sokulmalarını, yardımlaşmalarını buyuran rüzgârlar, fırtınalar, deniz canavarları, kayaları günlerce, haftalarca döven dalgalara ancak tabiatın buyurduğu şekilde yaşanabileceğini, sıkı ve sağlam adalelerin çelimsizlere yardım için, keskin aklın daha kör, daha mülayim, daha gürültüsüz ve yavaş akla, hatta akılsıza arkadaşlık için verildiğini, çorbanın çorbasızlarla taksim edilmek için mis gibi koktuğunu öğreten, belki de öğretmeden öyle iyi, öyle mübarek anadan doğulduğunu hayal ettiren bir düşünceyle haritalardaki maviliğin ortasında, kocaman kıtaların kenarındaki büyük denizlerin bir tarafına kondurulmuş adalara bakar, kurar dururdum. Yatak odama da bir tane asmışımdır; geceleyin yatmadan önce okuduğum kitaba inanmazsam, canım sıkılır da gözümü kitaptan kaldırırsam haritaya gözüm ilişsin diye. Haritayı görünce bir nokta ada, ada görünce de hemen fırtınaları, rüzgârları, uğultuları, köpekbalıklarını, sonra birdenbire adanın namuslu
insanlarını hatırlayıveririm. Haritada herhangi kargacık burgacık şekil almış adalara kara sevdalıya kurşun döken bir ihtiyar kocakarının aklı veya sezişleriyle dalar, bir şeyler bulup çıkarırım a, daha çok şekilsiz, ancak bir nokta gibi gözüken adalar merakımı çeker. Bir gece ansızın bir motor katranlı bir iskeleye yanaşır. Işıkları kan portakalı kırmızılığında yanan haritadaki nokta adaya çı-kıveririm. Hemen üç günlük sakalı pırıl pırıl beyaz, orta yaşlı bir adam yakaları kalkık, gocuklu bir paltoya gömülmüş yüzüyle gülerek yanıma yaklaşır: "Geldin mi, kardeş?" der. "Geldim, ağam," derim. "Artık gitmeyeceksin ya?" SAĐT FAĐK ABASI\IANIK "Aaah," derim. "Bir daha mı?.. Bir daha mı?.." "Adamızdan iyi yoktur." "Yokmuş, ağabey," derim. "Babam sizlere ömür..." Gözümüz bulanmış, tahta havalisinden hiç gözükmeyen bahçeli bir eve gireriz. Bir asma çardağı altından geçeriz. "Ben bir elimi yüzümü yıkayayım hele..." derim. Eve girmeden sağ kolda bir çeşme vardır, hatırlayıverir, yönelirim. Heyecandan, üzüntüden, utançtan, titreye fitreye, yüzüme suyu çarpa çarpa yıkanırım. Đki üç kişi boynuma sarılır. Komşular seslenir. Ürkütülmüş tavuklar bağırır, anam ağlar, ağam ekmek keser, bacım bardağı doldurur, ben duvardaki ağları seyre dalarım. "Hava bugün lodos muydu, ağabey?" derim. "Başlarken lodos başladı. Đkindiye doğru batıya çevirdi. Şimdi batı karayelden esiyor, ama çevirecek, karayele çevirecek." "Sonu kar mıdır, ağabey, karayelin?" "Geldiğin yerlere kar amma bize pek yağmaz... Sen nasılsın bakalım? Rengin iyi maşallah!" "Çok şükür, ağabey!.. Köy nasıl?" "Bildiğin gibi.'gardaş! Hep öyle... Çocuklar iskambile dadandı; başka bir kusurcukları yok." "Parasına mı oynarlar ki?" "Yok be anam! Para nerede ki parasına oynasınlar. Balığına oynarlar, misinasına oynarlar, çaparasına oynarlar, olta iğneciğine oynarlar. Hele bir oynaya görsünler parasına da..." Hani frenklerin "Penfant prodigue" dedikleri bir oğlan vardır. Ben o çocukmuşum; israftan, delilikten, serserilikten dönmüşüm gibi olurum yatağımın içinde. Işığı söndürmemle uykumun başlangıcı arasına güneşli bir sabah, kayıklar, bütün bir balıkçı EN GÜZEL TÜRK HĐKÂYELERĐ la çizgili insanların arasında bugünü de bir günah, daha doğrusu bir kötülük işlemeden bitirecektim. Onların arasına seyirci sıfatıyla sessizce karışarak oldukça mesut yaşadım. Şehire bile inmiyordum. Her şey tahayyül ettiğim gibiydi. Yalnız pay meselesinde çirkin hadiseler geçtiğini işitiyor, onu da duymamazlığa geliyordum. Bir sabahtı. Kayık hülyalarımdaki gibi balıktan dönmüştü. Çevaleler vapura verilmişti. Şimdi ağları denize çarpa çarpa yıkıyorlardı. Balıkhanede hiç tutmayan, fiyat bile verilmeyen on, on beş dülger balığı kayığın küpeştesinde hâlâ canlı, ince, zar gibi kanatlarıyla titreşiyorlardı. Biraz sonra işlerini bitirmiş olacaklar, hepsi orta parmaklarına birer dülger balığı takarak çekip gideceklerdi. Umduğum gibi dülger balığı çorbası çok evlerde tütecekti. Kayığı temizleyenler sekiz kişiydi. Yedisi bizim adadandı. Sekizincisi zayıf, sarı, hastalıklı adamı hiç görmemiştim. Ne kadar dostça, ne kadar içten bir sevgiyle çalışıyordu. Balığın bol çıkmaya başladığı duyulduğu zaman dışardan da insanlar gelirdi. Dışardan ırıba katılanlar pay almazlardı. Đrip tayfasıyla reis, gönüllerinden ne koparsa o kadar balık verirdi kendilerine.
O adam da bir dülger alabilmek, bu balığı hak edebilmek için elinden geleni yapıyordu. Nihayet iş bitti. Đki büyük dülger balığını reis kıç altına attı. Tayfalardan birine, "Bunu bize götür sonra," dedi. "Ötekilerini pay yap." Üçer tane alanlar oldu. Dışardan gelen bir tane versinler diye bekledi. Yüzünde tatlı bir gülümseme ve çalışmaktan doğabilmiş hafif bir kırmızılık vardı. Bu kırmızılık pay dağıtan adamın elinde tek balık kalıncaya kadar adamın yanağında durdu. SonF:/2 EN GÜZEL TÜRK HĐKAYELERĐ bakalım, babalık! Fazla söylenmeye başladın. Ayıp ne demek? Ayıp yorgan altında." "Babanızın malı mı bu deniz sizin?" "Onun babasının malı mı?" "Değil ama, gelmiş kayığınızda çalışmış bir kere." "Kim gel de çalış demiş ona, gelmeseydi." Balık verilmemiş adam, kahvenin bir iskemlesine çökmüştü. Kahveci başına dikilmişti. "Kalkacağız, kalkacağız," dedi kahveciye. Ayağa kalktı. Kendisi için laf işitmiş adama, "Zararı yok, hemşerim," dedi. "Zararı yok. Vermesinler, istemez." Gözüken vapura doğru yürüdü. Küçük adımlarla bir Şarlo gibi seğirterek uzaklaştı. Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım. EN GÜZEL TÜRK HĐKÂYELERĐ "Hişt!" dedi yine. Bu sefer belki de isteksizlikten dönüp baktım, çalıların arasına birisi saklanıyormuş gibi geldi bana. Yolun kenarına oturdum. Az ötemde bir eşek otluyor. Onun da rengi çağla bademi; ağzı, dişleri, kulakları, boynu ne güzel. Otluyor. Otları adeta çatırdata çatırdata yiyor. Belki de bu çıtırtıiı çatırtılı sesi, "Hişt, hişt," diye duymuşumdur? Eşeğin ot koparışının sesinden apayrı bir ses, "Hişt! Hişt!" dedi. Hani bazı, kulağınızın dibinde çok tanıdığınız bir ses, isminizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden sizin sevdiğiniz, hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir. Birdenbire güneşi, buluta benzemez garip ve sarı bir sis kapladı. Bir kirli el, çağla bademi eşeğin sırtından bir kumaş çekip aldı. Her zamanki kül rengi, yer yer havı dökülmüş eski mantosunu giydirdi eşeğe. Yola indim. Đstediği kadar "hişt" desin, sahici sulu bir dost olsun. Đsterse kimseler olmasın, kendi kendime kulağıma "hişt hişt" diyen bir divane olayım ben, aldırmayacağım. Belki bir kuştur. Belki tosbağadır. Belki de kirpidir. Belki de yakın denizden seslenen bir balık, bir canavardır. Karabataktır. Mihalaki kuşudur. Đyisi mi ben kendim, "Hişt, hişt," derim. O zaman tamamı tamamına pek, "Hişt, hişt" seslenişine benzemeyen, benzemesin diye uğraştığım bir mırıldanmadır tutturdum. Birdenbire, önümde bir adamla bir kadın gördüm. Kalpa-zankaya yolunu sordular. Üstündesiniz, dedim. Sanki yol hareket etti. Yürümediler. Đki adımda benden uzaklaştılar. (...) Şimdi bir çiçek tarlasındayım. Bana, "Hişt hişt," diyen mutlak bir kuştu. Vardır böyle kuşlar. "Cik, cik," demezler de, "Hişt, hişt" derler. Kuştu, kuş.
EN GÜZEL TÜRK HĐKÂyELERĐ "Sus, sus," dedim. "Yürekler acısı. Haydi allahaısmarladık!" "Haydi güle güle."
Biraz uzaklaşınca: "Hişt hişt!" Bu sefer yakaladım. Bahçıvandı. Oydu, oydu. "Hadi, hadi, yakaladım bu sefer seni!" dedim. "Yok vallahi!" dedi. "Vallahi daha kesmedim bakla, senden ne diye saklayayım, parasıyla değil mi?" "Sen değil misin 'hişt hişt,' diyen?" "Ben de duyarım bir ses, amma bulamam nereden gelir?" Nereden gelirse gelsin; dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!.. Bir "hişt hişt" sesi gelmedi mi fena? Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları... "Hişt hişt!" "Hişt hişt!" "Hişt hişt!" Uj/KUn Đki arkadaş Yıldızeli'nden Sivas'a gitmek için şosenin kenarında otomobil bekliyorduk. Akşam olmaya başlamıştı. Akıllının biri, gece yarısı gelen treni beklemektense sık sık geçen kamyonlardan birine atlamamızı tavsiye etmişti; ve biz bir buçuk saatten beri, yolun kaybolduğu taraflarda beliren her toz bulutuna ümitle bakarak bu "sık sık" tabirinden kaçar saatlik araların kastedildiğini düşünmeye dalmıştık. Nihayet, ortalık adamakıllı karardıktan sonra iki projektör, toz bulutlarını aydınlatarak bulunduğumuz yere yaklaştı. Biz, yangından veya selden kaçan insanlar gibi, kollarımızı imdat işaretlerine benzeyen hareketlerle havaya kaldırıp bağrışarak yolun ortasına atıldık. Makine hemen önümüzde durdu. Kısa bir pazarlıktan sonra ellişer kuruşa şoförün yanına binmek konusunda anlaştık. Harekete geçer geçmez, aydın adamlara yakışır bir merak ve cahillikle ve birbirimizin sözünü keserek sıraladığımız sorulardan çıkan neticeye göre, orta yaşlı bir yük beygiri kadar mazisi olan emektar kamyon, üç gün önce Erbaa'dan kalkıp Turhal'a yük getirmiş ve orada Sivas'a gelecek şeker hamulesi bularak yolunu buraya kadar uzatıvermiş. Başımı çevirip ensemin üst kısmında heybetle yatan çuvallara bakınca içlerinde beyaz <*) Yeni Dünya, 1943. SABAHATTĐN ALĐ "Her zaman olmaz!.." O zamana kadar mevcudiyetlerini hiçbir vesileyle belli etmeyen kadınlardan biri, ince, çatlak bir ses ve temizliğini kaybetmeye başlamış bir Orta Anadolu şivesiyle sordu. "Geçen gün mal müdürünün karısı nerede öldüydü?" Muavin, "Geçtik galiba!" dedi. Şoför uykusunun arasında düzeltti. "Daha gelmedik ulan..." Merakla sordum. "Ne oldu? Bir kadın mı öldü?" Bu sorularla şoförün ilgisini çekerek uykusunu açmak istiyordum. Kesik cümlelerle olayı anlattı. Arasıra muavin, "Hayır, öyle değil, şöyleydi!" diye düzeltmeye kalkıyor ve yolcu kadınların da katıldığı bir münakaşa alevleniyordu. Şoför, "Karı zaten sinirlinin biriydi... Başına böyle bir iş geleceği belliydi!" dedi. Muavin atıldı. "Kocası da karıdan yangınmış... Şoförlere, 'Şunu bir hendeğe yuvarlayıp beni kurtaramadınız!' dermiş." Şoför omuzlarını silkti. "Onu bilmem... Bir kere alıp Sivas'a götürdüm. O zaman tenezzüh kullanıyordum. Yolda kırk defa arabayı durdurdu. Yüz adım gideriz, bağırır. 'Şoför dur, mantomu çıkaracağım. Şoför dur, pudra çalacağım, şoför dur, çok sarsılıyorum, başım döndü; azıcık bekleyelim...' Bir daha tövbe ettim arabama almaya..." "Canım, kaza nasıl olmuş?" diye söze karıştım. Muavin, "Kamyonla Sivas'tan dönüyorlarmış," dedi. "Kocası da berabermiş. Kamyon bizim Köse'nin arabası... On bir yaşında... Bir gün önce yolda sağ tekerleğin
rondu fırlamış, telle bağlamışlar... Sivas'ta tamir ettirmeden yolcu alıp geri dönmüşler..." "Belediye arabaları muayene etmez mi?" dedim. Muavin cevap vermedi. Şoför yan gözle beni süzerek, "Belediye maaş verecek parası kalmayınca, ceza yazmak için şoförlere yapışır... Başka zaman rahat bırakır!" SABAHATTĐN ALI ranlığa doğru gidiyordu. Bir anda kendimizi bu karanlığın tam dibine gelmiş bulduk. "Aman!" diye bağırarak direksiyona sarıldım ve sola kırdım... Şoför, "Ha!" diyerek uykusundan uyandı ve fren yaptı. Sonra, "Viraja gelmişiz be!" diye homurdandı. Projektörler kısa otlarla örtülü bir tarlayı ve hemen önümüzdeki derince bir hendeği aydınlatıyordu. Beyaz tozlarıyla parlak ve kirli bir kurdela gibi uzanan şose solumuza doğru kıvrılıp gidiyordu. Kendimi tutamayarak, "Kendine gel yahu!.. Arabayı devirecektin!" diye bağırdım. Şoför kabahatini bildiği için hafif ve özür dileyen bir sesle, "Bir şey olmaz!" dedi. Muavin o garip bir alay gizleyen sesiyle, "Devrilmezdik..." dedi. "Ön tekerlekler hendeğe beraber girerdi. Zınk der dururduk..." Sonra daha keyifli bir sesle ilave etti. "Yalnız araba sarsılıp arka tekerlekler havaya kalkınca şeker çuvalları ensenize inerdi!.." Başımı çevirip ters bakışlarla bu münasebetsize haddini bildirmek istedim, fakat karanlıktan ve üzeri damgalı birkaç çuvaldan başka bir şey g'örmedim. Bundan sonra uyku, şoför ve makine arasında müthiş bir mücadele başladı... Zavallı adam üçüncü uykusuz geceyi de yarılamak üzereydi ve direksiyondaki elleri titriyordu. Birkaç kere kendisini tutup uyandırmak gerekti. O zaman yalvaran gözlerle yüzümüze bakarak, "Müsaade edin, şurada durup on dakika uyuyayım... sonra gideriz!" dedi. Ben razı oldum. Arkadaşım daha tecrübeliydi. "Olmaz," dedi. "Bir uyursa yarın öğleden önce uyanmaz, zorla uyandırırsak büsbütün sersemler ve başımıza iş açar... Uyutmayız ve yolumuza gideriz!.." SABAHATTĐN ALI de sarmaya başlayan bir yorgunlukla, uyuşmuş bacaklarının üzerinde sallanarak o insafsız cümlesini haykırdı. "Tamam, usta!.." Şoför bu sefer uyanacağa benzemiyordu. Kasketinin altından fırlayan, tozdan bembeyaz olmuş saçları direksiyonun üzerine serilmişti. Kafasına odun yemiş biri gibi, tamamiyle kendinden geçmiş bulunuyordu. Muavin tekrar etti. "Hadi usta, tamam!" Bunun da fayda etmediğini görünce ben işe karıştım, şoförü dürttüm. "Hadi bakalım... uyan... az kaldı!" Ne kadar kaldığını kendim de bilmiyor, sadece zavallıya biraz gayret vermek istiyordum. Şoförün başı kalktı. "Gidemeyeceğim, beyim!" dedi ve tekrar önüne düştü. Arkadaşıma baktım. Yüzünde hiç insaf yoktu. Sert bir sesle, "Gidemeyeceğim olmaz... Kalk, yüzüne biraz su vur, açılırsın!" Şoför kımıldadı, yanındaki kapıyı açtı. Uykunun her uzvuna nasıl ağır taşlar halinde çöktüğü bütün hareketlerinde görülüyordu. Ayakları mevcut olmayan taşlara takılarak hendeğin kenarına kadar sendjşledi. Orada biraz durdu. Karşısındaki suya kadar gitmek kendisine herhalde pek mühim ve güç bir yolculuk gibi görünüyordu. Nihayet yavaşça olduğu yere çöktü, eliyle bize doğru bir işaret yaparak, "Müsaade buyurun, beyim... beş dakika uyuyayım!" dedi ve oraya, tozların içine boylu boyuna uzandı. Çaresizlik içinde arkadaşımla birbirimize bakıştık. Beş dakika, on dakika, yirmi dakika bekledik. Rahmi tenekesini yerine koyup çuvalların üstüne çıkmıştı. Ne onun, ne yolcu kadınların sesi duyulmuyordu. Sadece kuru otların ve çamurların arasından süzülüp hendeğe akan ve orada, kireçli topraklardan boz-
SABAHATTĐN AL) "Alsana yahu... Parayı vermeden giderim ha!" Başını zahmetle kaldıran şoförün üzerinde bu tehdit hiçbir tesir göstermişe benzemiyordu. Yüzlerce kiloluk bir ağırlık taşı-yormuş gibi aşağıya çekilen elini uzatarak, "Siz sağolun, beyim!" dedi. Başını tekrar direksiyona yerleştirirken avucundaki yeşil banknotun ayaklarının ucuna düştüğünü gördüm. Yavaşça kapıyı kapadım. Kamyonun arka tarafına dolanarak şeker çuvallarının üzerindeki karanlığa baktım. Birisini uyandırmaktan korkuyormuş gibi hafif bir sesle, "Rahmi!" dedim. Cevap veren olmadı. Ortalıkta en ufak bir hareket ve ses yoktu. Otomobil taşıdığı canlı yaratıklar, şeker dolu çuvallar ve her tarafına yapışan tozlarla birlikte derin bir uykuya dalmıştı. Yalnız soğumakta olan motordan, yapraklar üzerinde dolaşan böceklerin ayak sesine benzeyen çatırtılar yayılıyordu. Projektörlerin ışığı, yolun üzerine dağılmış gibi duran taş parçalarına boylarının iki, üç misli gölgeler veriyor ve kesik kesik nefes alıyormuş gibi titriyordu. Arkadaşımla kol kola girerek uzaktan tek tük pırıltıları görünen şehrin yolunu tutunca bu ışık sırtımıza yapıştı, gölgemizi uçsuz bucaksız karanlıklara kadar uzattı ve biz ensemizde hissettiğimiz bu yapışkan elden kurtulmak için adımlarımızı hızlandırdık. SABAHATTĐN AU aşağıda davulcuların etrafında itişip kakışan biraz daha büyükçe çocuklara bağırıyordu. Erkekler düğün evindeki bir odaya tıkılmışlardı. Kapıdan başka hiçbir yerden ışık almayan, toprak tabanlı odanın bir kenarında, alçak bir sekinin üstünde şehirden getirdiği iki misafi-riyle hancı Yakup Ağa oturmuştu. Düğün sahibi güveyin büyük kardeşi!- dört yana koşup ortalığı idare, misafirlere ikram ediyor, kapıya yakın bir yerde pinekleyip duran ihtiyar bir âşığa, "Ne duruyorsun; çalsana!" diye sesleniyordu. Yirmi beş otuz kişi kadar insan küçük odanın kenarlarına sıkışıp oturmuşlar ve ortada ancak bir buçuk adım eninde ve boyunda bir yeri açık bırakmışlardı. Âşık sazını eline alıp gayet tatsız ve bozuk düzen bir hava çalmaya başlayınca, köşelerden birinde yarı karanlığa gömülmüş duran bir kadın ortaya çıktı, kaşıklarını avucuna yerleştirerek daracık yerde dönüp oynamaya kalktı. Fakat odadaki-lerin hiçbiri ne kadına, ne saza kulak asmıyorlar, önlerine bakmakta, yahut birbirleriyle fısıldaşmakta devam ediyorlardı. Yalnız şehirden gelen misafirler mühim bir şey görüyorlarmış gibi boyunlarını uzatıyorlar, birbirlerine ve hancı Yakup Ağa'ya manalı gözlerle bakıp ,gülümsüyorlardı. Saz, cılız bir sesle, oyun havasına benzer bir şey çalıyor, ortadaki kadın ise, etrafındakilere küfretmeye hazırlanır gibi suratını buruşturup kaşlarını çatarak, iki yanına döner gibi yapıyor, bir sağ ayağını, bir sol ayağını yerden kesiyor, arada sırada da, kendisinden beklenen küfrü söyler gibi hırçın bir tavırla kaşıkları şıkırdatıyordu. Bu sırada, genç efendilerin oturduğu sekinin karanlık bir köşesinden kalın ve hakim bir ses, "Hüseyin!" diye bağırdı. Saz ve oyun durdu. Düğün sahibi sesin geldiği yere seğirtti. "Buyur ağam!" SABAHATTĐN ALĐ Hüseyin tekrar içeri girdiği zaman kadını, bir kenara oturmuş, etrafındakilere münakaşa eder buldu. "Deli Emine gelip de ne olacak? Bir düğüne bir avrat yetmez mi?" Yanındakilerden biri, "Sen de kendini avrat mı sayıyon?.." dedi. "Böyle düğüne çok bile..." Sekide oturan ve ilk defa bir köye gelmişe benzeyen şehirli efendiler pek eğlenceli buldukları bu konuşmaya fıkır fıkır gülüyorlardı. Kadın boyalı ve dağınık saçlarını sinirli sinirli toplamaya çalışıyor ve sapsarı dişlerini göstererek, her ağzını açana laf yetiştiriyordu. Yüzü yanaklarındaki şekilsiz ve morumsu allıkları görünmez edecek kadar kızarmıştı. Gözlerinin altındaki buruşuk deri ikide birde ürperiyor, sıska, çehresinde ifadesiz birer nokta gibi duran siyah ve biraz kanlı gözleri zaman zaman parlayıveri-yordu. Öksürüğü de artmış gibiydi ve her öksürüşünde yanakları daha çok kızarıyordu. Nihayet etrafına laf
yetiştirmekten yorulmuş gibi başını duvara dayadı, altı yamalı ipek çoraplarını ortaya uzatarak gözlerini kapadı. Odada bulunanlar teker teker dışarı çıkıp davul çalan aptalları seyre gittiler. Yakup Ağa da şehirden gelenleri aldı, köyü gezdirmeye götürdü. Sokaklarda bir sürü çocuk vardı. Ya birbirlerini yahut tavukları kovalıyorlar ya da evlerde aptesane olmadığı için, bir duvar kenarına çömelip aptes ediyorlardı. On iki yaşlarında kadar görünen sarsak bir oğlan bir kapının eşiğine oturmuş, ağzından salyalar akarak, geçenlere sırıtıyordu. Köye gelirken uzun bir seyahate çıkıyormuş gibi ayaklarına çizme, başlarına spor kasket ve gözlerine siyah gözlük geçiren efendiler, yanlarında yerli bir hükümdar azametiyle yürüyen Yakup Ağa'ya, ecnebi seyyahlar gibi ardı ardına sualler soruyorlar, bazen de birbirlerine __ 07__ EN GÜZEL TÜRK HĐKAYELERĐ yabancı bir dilde bir şeyler söylüyorlardı. Köye dair her öğrendikleri şeyden sonra yüzleri, bunu eskiden biliyorlarmış da yalnız bir kere daha duymak istemişler gibi, bilgiç bir ifade almaya çalışıyor, kaşları düşünceli bir kıvrıntıyla geriliyor ve başları, "Tabii, tabii, malum," der gibi sallanıyordu. Mevsim mart başlarıydı. Karlar erimiş, köyün yolları, bazı çukur ve gün görmez yerlerde, pis kokulu bir çamur yığını haline gelmişti. Dört yana koşuşan tavuklarla çocukların saçtığı çamur, efendilerin ütülü külotlarına sıçramış ve yüzlerini buruşturmuştu. Tekrar düğün evine döndüler, şimdi boşalmış olan yarı karanlık odada oturup köylerimizin medenileşmesi çarelerini bulmaya başladılar. Fakat on dakikadan fazla bu konuda duramadılar, şehir dedikodularına, maaş, ücret, barem meselelerine geçtiler ve biraz sonra da uyuyuverdiler. Deli Emine akşama doğru, yüzü keyifli bir gülüşle parlayarak köye geldi. Đşte onun kıymeti böyle eninde sonunda anlaşılır ve şöhretine kapılıp, Yeni Dünya'yı çağıranlar, nihayet ona muhtaç olurlardı. Arkasında bir sürü meraklıyla beraber odaya girince, önce oturanların kibar kibar ellerini sıktı, bir köşede kendisine hiç saklamadan düşmanca bakan Yeni Dünya'ya tepeden bir "boncur" fırlattı, sonra bir kenara oturarak acele hareketlerle oyuna hazırlanmaya başladı. Tombul vücuduna ve kırka yaklaştığı açıkça görülen yaşına rağmen çok hareketli, pek çevik, adeta sabırsız bir hali vardı. Ayağından mestlerini, kalın bir yün çorabı, bunun altından da kısa bir erkek çorabını çıkardı. En altta meydana çıkan muslin çoraplı ayağına, yanına açtığı bohçadan aldığı, arkası kırmızı meşin, burun tarafı rugandan, yüksek ök-çeli iskarpinlerini geçirdi. Sırtından mantosunu, hırkasını ve pazen entarisini sıyırdı; bu sırada, alttaki pembe ipek entarinin, biraz yukarı kalkarak etli ve esmer butlarından dört beş parmak boyunda bir kısmı meydanda bırakmasını temin etti. Başından EN GÜZEL TURK HIKAj/ELERI bi ellerini yanlarına salıverdi. Fakat bir an tereddüt ettiği görüldü. Bu anda kafasından neler geçtiği, içinde nelerin olup bittiği bilinemezdi; ama senelerden beri savaştığı meydanı bu kadar kolay bırakıp çekilmek istemediği belliydi. Yüzünü, yeniden bir allık kapladı. Yanakları birkaç kere ürperdi. Birinin üstüne atılmak istiyormuş gibi gözlerini orada bulunanlarda hırsla dolaştırdı ve kapının yanında oturan ihtiyar âşığı görünce haykırdı. "Doğru dürüst çalsana be! Nerden bulmuşlar senin gibi sersemi? Ninni mi çalıyorsun?" Đhtiyar birdenbire durakladı, fakat bu hücumu pek de yersiz bulmamış olacak ki, cevap vermeden ve etrafına bakmadan çabucak sazını kucağına iyice yerleştirdi, tezenesini parmakları arasında çevirdi, var kuvvetiyle saza vurarak oynak bir havayı, bozuk düzen, fakat mümkün olduğu kadar çok gürültüyle çalmaya başladı. Bu sırada Yeni Dünya'nın incecik vücudu ortada, gerilmiş bir yay gibi hareketsiz duruyor ve bekliyordu. Sazın ilk vuruşlarıyla birlikte bu vücut, kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle harekete geçti. Boyalı saçlarını savurup yüzüne dökerek ve başını bir göğsüne, bir arkaya atarak, ortada fırıl fırıl dönmeye başladı. Şimdi Deli Emine ona yetişemiyordu. Ellerini başının üstünde birleştirip kaşıkları, dışarda kalan sapları görünmeyecek kadar hızla birbirine vuran, kısa fakat yine görünmeyecek hızlı adımlar atan Yeni Dünya'ya çarptıkça bu sefer o sendeliyordu.
Kenarda oturan ve dünyanın hiçbir hadisesiyle ilgilenmelerine imkân olmadığını sandıracak kadar ruhları kütleşmiş görünen köylülerin bile yüzünü memnun bir gülümseme kaplamıştı. "Avratlar kızıştı ha!" diye birbirlerini dürtüyorlar ve daha rahat oturmak için yanlarındakileri iteliyorlardı. Kadınlar yorulmak bilmiyorlardı. Đhtiyar âşık arasıra durup parmaklarını uyuşmuş gibi havada gerdikçe onlar sabırsız EN GÜZEL TÜRK HĐKÂYELERĐ etrafa rakı ve büyük bir bakır sahandan salata veriyorlardı. Ara-sıra oynasalar bile, birinin kadehinin boşaldığını görünce hemen oyunu bırakıp o tarafa koşuyorlar, gözlerini süzüp rakıyı dolduruyorlar, sonra bir kadeh de kendi ağızlarına atıyorlardı. Gece ilerleyip hava serinledikçe Sinsin oynayanlar da birer birer gelmeye başladılar. Karşılıklı iki duvara asılan gaz lambalarının sarı ışığı altında birer kenara çöktüler. Kendilerine verilen rakıyı yüzlerini buruşturmadan bir nefeste içip yeniden dolan kadehi karşılarındaki kadına uzattılar. iki kadında da yorgunluk belirtisi yoktu. Hele Yeni Dünya büsbütün canlanmış, tazeleşmiş görünüyordu. Yüzünü yeniden boyamış, gözlerine kıyasıya sürme çekmişti. Halinde de eski terslik kalmamıştı. Kendisine her laf atana gülerek cevap veriyor, hiçbir dokunaklı sözün altında kalmıyor, hatta önlerine bakıp mahcup mahcup oturan bazı toy delikanlılara kendisi musallat olup takılıyordu. Hakkındaki kanaati değiştirmiş gibiydi. Kadehleri birbiri arkasına, gözünü bile kırpmadan diktiğini görenler, "Yaman karıymış be!.. Dehşetmiş!" diyorlar, boyuna rakı uzatıyorlardı. Hancı Yakup Ağa'yla beraber itibarlı bir köşeye kurulan efendiler de rakı içmekte başkalarından geri kalmamaya gayret ediyorlardı. Onlar da, âdet böyleymiş diyerek kadehleri bir defada deviriyorlar ve her defasında kadehlerini, yanlarına oturup düğüne şeref veren karakol komutanıyla tokuşturuyorlardı. Yeni Dünya daha çok bu tarafa itibar ediyor, gündüzün olup bitenleri unutarak Yakup Ağa'yla şakalaşıyor, rakının yarısını onun iri göbeğine dökerek, "Fıkaranın hakkı kalmasın!" diye nükte yapıyordu. Gündüzki oyun müsabakası bu gece bir rakı içme müsabakası haline gelmişti. Koca şişeler boşalınca düğün sahibi Hüseyin etrafında dolaşan akrabasından bir çocuğu çağırıp kulağına EN GÜZEL TÜRK HĐKÂ\l£LERl menin ayağından meydana gelen geniş çamur deryasında şu yana, bu yana koşuyor, köyün bütün ormanını teşkil eden oradaki üç dört yapraksız söğütten atlılara değnek koparıyordu. Gelini bindirmek için şehirden bir fayton getirmişlerdi; buna güveyinin ablası iki çocuğuyla binmiş, hancı Yakup Ağa'nın karısını da yanına almıştı. Nihayet Yeni Dünya ile Deli Emine de göründü. Hüseyin onları, daha sabahtan kafayı çekmeye başlayan delikanlıların bulunduğu bir arabaya yerleştirdi. Emine tekrar seyahat kıyafetine girmiş, ayağına yün çoraplarla mest lastikleri, sırtına pazen entarisiyle hırkasını ve mantosunu giymişti. Yeni Dünya ise incecik entarisinin üstüne geçirdiği hazır yün hırkanın içinde titrer gibiydi. Đkisinin de yüzlerini yıkamadan geldikleri, birbirine karışmış boyalarından anlaşılıyordu. Yeni Dünya'nın dünkü canlılığından eser kalmamışa benziyordu, çabuk çabuk nefes alıyor, eliyle ağzını kapatarak sık sık öksürüyordu. Gelinin köyüne kaç saatte gidileceğini sordu, "Dokuz saatte," cevabını alınca, "Amanın, ben o kadar yola dayanamam ki!" diye söylenecek oldu, fakat bu itirazı duyan, yahut aldırış eden bulunmadı. Hava kapalı ve serindi. Kafile nihayet yola düzülünce hafiften bir yağmur da başladı. Bazı yerlerde sadece bir araba izinden ibaret olan yollar bozuk, taşlık ve yer yer çamurluydu. Ara-sıra arabanın biri çamura saplanınca ötekiler de durup elbirliğiyle kurtarıyorlar, fakat biraz sonra koşum kayışı kopan, yahut atları huysuzluk eden bir araba yüzünden tekrar bir süre beklemeye mecbur oluyorlardı. Delikanlıların bindiği küçücük sıska atlar da, köyde birkaç adım koştuktan sonra bütün cevherlerini tüketmişe benziyorlar ve mazlum eşekler gibi başlarını önlerine sarkıtıp ağır ağır yol alıyorlardı. Arabaları idare edenler her arızada sunturlu küfürler savuruyorlar, atları kamçılayıp büsbütün huysuzlaştırıyorlar, karılarını ve çocuklarını tersliyorlardı. Yalnız
EN GÜZEL TÜRK HĐKAYELERĐ defa kusuyor, Deli Emine hâlâ yanındaki oğlanın boynuna sarılıyor, şehirli efendilerin ikisi de, arabada boylu boyuna uzanmış uyuyordu. Ancak akşam karanlığı çökmeye başladığı sırada gelinin köyüne yaklaştılar. Arabalar durdu, herkes inip üstünü başını düzeltti. Atlılar biraraya toplandı. Davulcular alabildiğine çalmaya başladılar. Đlerde köyün kenarında "hak almaya" gelen erkek tarafını karşılamak için kız köyünün delikanlıları toplanmıştı. Onların arasında da atlılar vardı. Bunlar, gelenleri geri çevirmek ister gibi bağrışarak bu yana at sürdüler, iki taraf karşılaştı. Sonra erkek tarafının delikanlıları Seymen düzdüler. Gelinin köyüne oynaya oynaya girmek lazımdı. Deli Emine tekrar soyunmuş, yüksek ökçeli iskarpinlerini giyip yere atlamıştı. Hâlâ arabada bitkin bir halde yatan Yeni Dünya'ya, "Kalksana kız! Madem bu zanaata girdin, oynayacaksın!" deyip duruyordu. Yeni Dünya büyük bir gayret sarfederek kendini toplamaya çalıştı. Ayakta durmakta zorluk çektiği görülüyordu. Kısa, yeşil ve incecik yün hırkası, gitgide artan yağmurda ıslanmış, sahibine sıska bir kedi hali vermişti. Eliyle ağzını kapayıp, "Öhhü, öhhü!" diyerek Seymenlerin önüne geçti, katar ağır ağır ilerlemeye başladı. Davullar alabildiğine çalıyor, Deli Emine naralar atıp yıkılarak oynayan Seymenlerin önünde sıçrıyor, halkalar çiziyor ve ellerini güç halle kaldırıp kaşıkları çalmaya çalışan, iki adımda bir boğulacakmış gibi öksüren Yeni Dünya'ya, "Hadisene!.. Bu halin vardı da ne girdin bu zanaata!" diye laf yetiştirmekten geri kalmıyordu. Yeni Dünya köyün kenarına kadar olan birkaç yüz adımlık yeri, yuvarlanmadan sonuna vardırabilmek için bütün gayretini sarfediyordu. Đçinde hayat namına ne kalmışsa hepsini kamçılayıp mesleğinin haysiyetini kurtarmak, gelinin köyüne, "Oğlan taEN GÜZEL TÜRK HĐKAYELERĐ birkaç el tabanca atılıyor ve kendinden geçer gibi olan kadını yerinden sıçratıyordu. Ev sahibi gece yarısına doğru geldi, bir köşeye büzülüp yattı. Yeni Dünya sabaha kadar inledi, "Anacığım," dedi. Bir yandan bir yana döndü, cayır cayır yandı, tir tir titredi. Ertesi sabah, köyün ıslak damlarını ve taze ekilmiş tarlaları buğulandıran bir güneş altında, arabalar yeniden koşuldu, atlar yeniden eyerlendi, şehirden getirilen fayton, gelin evinin önüne çekildi. Yüzünü örten kalın duvağın altında boyuna gözlerini silen kısa boylu bir kızcağız, iki tarafa tutulan çarşafların arasından hızla geçerek faytona, Yakup Ağa'nın şişman karısıyla gö-rümcesinin arasına oturdu. Gelin arabasının, başlarına çevreler bağlanmış atları davuldan ürkerek tepindi. Bir sürü çocuk, yalınayak, birçoğunun elinde birer kara ekmek, gelini görmek için arabanın etrafına yığıldılar. Şehirli efendiler kendilerine rahat bir araba ve altlarına yumuşak minderler seçtiler, Deli Emine dünkü delikanlıları bulup ortalarına oturdu; düğün sahibi Hüseyin dünkünden daha yorgun ve üzgün, şuraya buraya koştu. Nihayet arabalar ve atlılar yola düzüldüler. Kafile köyün dışına çıkmış, bir hayli de ilerlemişti ki, bir çocuk koşa koşa arkalarından yetişti. Yeni Dünya'yı bıraktıkları evin sahibi olan ihtiyar kadın da daha arkadan, bağıra bağıra geliyordu. Sondaki birkaç araba durdu. Yeni Dünya'nın bu köyde unutulup yola çıkıldığı kimsenin aklına gelmemişti. Çocuk ellerini savura savura bir şey söylüyor, fakat ne dediği anlaşılmıyordu. Biraz nefes aldıktan sonra, "Hani o avrat... Ninemin evinde koyup gittiğiniz avrat... Đşte o avrat..." diye çabuk çabuk konuşmaya başladı, ama bir türlü sonunu getiremedi. Bu sırada kocakarı yaklaşmıştı. O da ellerini savuruyor, dişsiz ağzıyla geveleye geveleye bir şeyler söylüyordu. Hüseyin yanına sokuldu. O zaman kocakarı durup bağırmaya başladı. 48 SABAHATTĐN ALI "Bakın şunlara... Allah'tan korkmazlar. Hasta karıyı başıma sardıkları yetmedi de, şimdi ölüsünü üstüme yıkıp gidiyorlar. Getirdiğiniz gibi alın götürün!.." Hüseyin şaşırdı.
"Öldü mü ki?" "Öldü dedim ya... Sabaha kadar ah dedi, of dedi, beni uyutmadı. Ortalık ağarırken içim geçivermiş; deminden uyandım, baktım sesi çıkmaz, yorganı çektiydim, amanın ne göreyim: Ağzından kan boşanmış da yatağı yastığı belemiş! Çenesi düşüvermiş de gözleri belerivermiş..." Cenazenin başına kalması ihtimalini tekrar hatırlamış gibi telaşla bağırmaya başladı. "Sizin köyün hıyanet olduğunu kim bilmez ki!.. Dört gelin verdik de birini sağ komadınız... Alın karıyı geldiği yere götürün... Benim gibi kocakarı o cenazeyi nasıl kaldırır?" Hüseyin daha fazla dinlemedi. Đhtiyara arkasını dönüp orada bekleyen arabalara doğru yürüdü. Herkes yerine yerleştiği, önden giden arabalar da epey uzaklaştığı için, ölüyü koyacak yer bulmak bir hayli zor oldu. Hüseyin, içinde onla on beş yaş arasında yedi çocuk bulunan bir arabayı güç halle geri çevirdi. Yeni Dünya'yı, geliıv evinden getirtilen eski bir kilime sarıp arabanın bir kenarına uzattılar. Arabacı atları sürdü, öndekilere yetişti. Kafile tekrar yoluna koyuldu. En önde, başları çevrili atlarıyla gelin faytonu, en arkada da, Yeni Dünya'yı taşıyan araba gidiyordu. Bir sürü çocuğun arasında, birkaç avuç kuru otun üstünde uzanan ölünün, sarsıntıyla kilimden dışarı fırlayan başı, tekerlekler taşlara çarptıkça arabanın yan tahtalarına vuruyor, saçları kuru otlara ve samanlara karışıyordu. KÖPEK l/AVRUSU (*) Şehrin ana caddesindeki kuyumcu dükkânlarından birisinin kaldırımı önünde bir köpek yavrusu ön ayakları üzerine uzanmış acı acı sızlanıyor, arada başını iki yana çevirip etrafını alan mahalle çocuklarına bakıyordu. Köpek yavrusunun iki art ayağını az önce demir tekerlekli bir yük arabası ezmişti. Şimdi eklemlerden aşağısı pestile dönmüş, ayaklar yalnız bir deriyle bağlı, sarkıyor, ezikten boyuna kan sızıyordu. Arada boynunu büküyor, sesini yükselterek bir şeyler anlatmak istiyor, sesi ağırlaşıyor, yükseliyor, sonra yavaşçacık tükeniyordu. Etrafını alan mahalle çocuklarıysa yaramaz ve haşindiler... Bunlardan Tatar'a benzeyen, basık burunlu birinin elinde bir değnek vardı. Şakıldaklı entarisinin parçalanmış sırtından eti görünüyordu. Yanında paslı bir çember tutan çok zayıf oğlana, "Ağlıyor ha!" dedi. Çok zayıf oğlan başını salladı. "Heye... Ver hele lan..." Tatar'a benzeyen oğlanın elinden sopayı aldı. "N'apacan?" Çok zayıf oğlan cevap vermedi. n Ekmek Kavgası, 1949. ORHAN KEMAL Bütün çocuklar karga yüzlü oğlana kıskançlıkla baktılar. "Daha yeni bir şeyler bulup kendileri de eferimi kazanmak için" arandılar. Köpek yavrusunun ölümü yaklaşıyordu. Tatar'a benzeyen, yassı burunlu oğlanın ela gözleri birden sarı sarı parladı... Karşı kaldırımın önünde sökülmüş bir parke taşı duruyordu. Koştu, taşı yerinden zorla kaldırarak köpek yavrusuna doğru geliyordu ki, "Hammal Memet Bey" neredense göründü. Tatar'a benzeyen oğlanın niyetini anlayarak onu kolundan yakaladı. "Hele ha, hele ha... Yazık..." Tatar'a benzeyen oğlan dengesini kaybetti, parke taşı da yere düştü. Oğlan bunu bir yenilgi saydığı için, müthiş hırslanarak dikildi. "Sana ne? Oğlun mu da karışıyon?" Herkes kahkahalarla güldü. Oğlan şımardı. "Atarım atarım... Senin babayın iti değil ya!" Hammal Memet Bey, "Yazık oğlum, günah..." diyecek oldu. Fakat yassı burunlu oğlan yumruklarını beline dayamış "Hammal Memet Bey"e öyle bir azametle bakıyordu ki... Bir ara, "Sen bir hambal adamsın," dedi. "Get yükünü taşı... senden akıl alacak'deelük a!"
Herkes kasıklarını bastıra bastıra gülüyordu... Bacağı kadar bir oğlanın karşısında, kulaklarına geçmiş soluk kurşuni fötrü, paçaları dizkapaklarına kadar çemirli kara donu, yalın ayaklarıyla "Hammal Memet Bey"i bir soytarıya benzeten karnı tok bezirganlar, öteki çocukları da kışkırtmaya başladılar. Derken iş azıttı... "Ehey"ler, "zoıf'lar, karpuz kabukları ve avuç avuç toza tutulan "Hammal Memet Bey" şaşkına çevrildi. Sağa, sola saldırırken kafasına bir taş, geri dönüyor, dönerken beraber alnına koca bir karpuz kabuğu yiyerek sersemliyordu. KAM1/0NÜA" On altı kişilik kamyona tamam yirmi beş kişi tıkılmıştı. Birtakım yokuşlar tırmanıp bitmez tükenmez dönemeçleri kıvrılmak yüzünden tutar yeri kalmamış kamyonun bütün vidalarından boğuk, kısık, paslı gıcırtılar yükseliyor, radyatöründeki suysa fokur fokur kaynıyordu. Deli bir sağanaktan sonra Çukurova'nın kuvvetli mayıs güneşi, kırmızı toprakları öyle bir kavramıştı ki, yol boyunca uzanan bodur çalılar, taze otlar, sağımızda ağır ağır akan nehir, mavi gökte süzülen geniş kanatlı kuşlar, her şey yorgun görünüyordu. Kamyonun orta sıralarından birinde oturan dazlak kafalı komisyoncuyla benden başka kravatlı yoktu kamyonda. Ötekiler küçük toprak sahipleri, yarıcı veya üçte birci köylülerdi ki, vilayete bider, kazma sapı, yahut çapa için ırgat tedarikine gidiyorlardı. Kamyonun cıgara dumanı ve bozulmuş peynir kokan ağır havası içinde dazlak kafalı komisyoncunun sesi durmak bilmiyor, çıtırtıyla kırdığı fındığını dişleriyle çiğnerken arada canlı kahkahalar atıyordu. Bir ara, önündeki sırada oturmakta olan küçük köylü kızına takıldı. " Sarhoşlar, 1951. ORHAN KEMAL Delikanlı cevap vermedi. Yamacındaki paçavraları araladı. Saçları terli şakaklarına yapışmış, bir deri bir kemik ufacık bir baş meydana çıktı. Baş sıranın üzerinde duruyordu, gövde aşağıya kaymıştı. Göz namına donuk, siyah iki yuvarlak, mosmor çukurlarına korkunç şekilde gömülmüştü. Fırlak elmacık kemikleri, sivri burnu, derisi buruş buruş sarı yüzü bulantı veriyordu. Komisyoncu, "Nesi var?" diye usulcacık sordu. Delikanlı, "Đnce hastalık," dedi. "Ötegün götürdüm filmini aldılar, bugün de götürüyorum a, kulağasma, umudum yok. Đlaç yazdılar, lakin güç mü yeter almaya? 'Verem cemiyetine var,' dediler, vardık, dilekçe mülekçe istediler, ilmühaber, vırt zırt..." Kadının bezlerini örttü. "Eri, giden sene bu vakıtlardı işte... Sen sağol... Allah'tan gayrı kimseleri yok. Ben de elimi çeksem hani..." Komisyoncu, "Anasından hiç hayır yok," dedi. "Şuna bak, bitmiş." Eğildi delikanlının kulağına bir şeyler söyledi. Delikanlı omuz silkti. "Bana göre hava hoş, efendi... Aha kendi, aha da anası... Irazı olurlarsa..." Elini kızın omzuna koyan komisyoncu, "Senin adın ne bakim?" diye sordu. "Selvi..." "Söyle bakalım, Selvi... Benim kızım olur musun? Bak, anan bugünlük, yarınlık... Allah geçinden versin ama... Sana güzel güzel fistanlar diktiririm, saçına toka alırım... Ortada kalıp ziyan zebil olmak daha mı iyi?" Bütün bunları ufacık ağzıyla gülümseyerek dinleyen kız, yine birdenbire ciddileşti. Komisyoncu, "Söyle," dedi delikanlıya. "Sen de söyle de aklıma yatsın... Bak, anası bugünlük, yarınlık... Şunun bunun EN GÜZEL TÜRK HĐKÂYELERĐ elinde kalıp fena yollara sapacağına... Benim ahbaplarımın hepsi de büyük adamlar, hatırlı adamlar... Kimi hakim, kimi doktor, kimi mühendis... Yaa... iyi bir kapıya yerleştiririm, rahat eder, hanım olur..." "Vallaha efendi, bana gora hava hoş. Benimki Allah rızası içün bi şey mesela... Anasının hali deha, bööünnük, yarınnık... Sennen gitse kendi kazanır mesela... mesela... Öyle mi kız, efin-diynen gidecen mi?" Kız cevap vermedi, başını önüne eğdi, kaşlarını çattı.
Komisyoncu işi adamakıllı sıkı tutmaya başlamıştı. "Sor," dedi. "Anasına sor..." Yamacındaki bez yığınını dürten delikanlı, "Öyle mi, Şerife?" dedi. "Doyuyon mu efendinin dediğini? Selvi'yi bana verirse diyor, sevabıma alır, eyi bir kapıya yerleştiririm, diyor. Ne diyon? Senin ömrün böünnük yarınnık..." Bez yığınında bir sarsılma oldu. Delikanlının araladığı bezlerin arasından deminki baş çıktı. Çukurlarına gömülü kara gözler Selvi'ye uzun uzun baktı ve iki iri yaş damlası kırışık bir muşambaya benzeyen yüzünden aşağıya yuvarlandı. Delikanlı, "Ne diyon?" diye üsteledi. "Irazı geliyon mu?" Kulağını kadına yaklaştırdı, sonra doğruldu. Komisyoncu, "Ne diyor?" diye merakla sordu. "Ne desin fıkara, 'vir' diyor..." Bezleri örttü. ** Şehrin caddelerini yorgun argın geçen kamyon, taksi durağında durdu. Herkes indi. Toz içinde ve müthiş yorgunduk. Selvi'nin yanındaki delikanlı Selvi'nin bir çocuk kadar ufaimış ana58 ORHAN KEMAL sini kucağından indirdi. Selvi de yanıbaşındaydı. Komisyoncu memnun, Selvi'ye sokuldu, kızı bileğinden tuttu. Elinde hazırladığı bir on liralığı da delikanlıya uzattı. Delikanlı parayı tam almıştı ki, kız bileğini kuvvetle silkip komisyoncudan kurtardı ve anasının yanına kaçtı. Komisyoncunun ablak suratı karıştı. Kızın yanına gitti, kız bu tarafa kaçtı. Delikanlı şaşırmıştı. On lira elinde sarkıyor, bir komisyoncuya, bir kıza bakıyordu. Atik bir hareketle kızın bileğini tekrar eline geçiren komisyoncu, onu hırsla çekti. "Anan verdikten sonra... Şuna bak..." Kız tekrar elini kurtardı. "Getmiyecem!" diye bağırdı. "Getmiyecem işte, getmiye-cem!" "Neye?" "Getmiyecem!" "Sana yeni fistan alacam, saçına toka... II II "Rahat edecen, hanım olacan..." Delikanlıya dönen komisyoncu, "Sor şuna," dedi. "Neye gitmek istemiyor?" Delikanlı bir iki sıkarlardı. Kız bir şeyler söyledi. Delikanlı, "Al ağa sen şu paranı," dedi. "'Getmeyecem,' diyor nafile... Halbuki kendi kazanır ya, akıl işte..." "Peki, ne diyor? Sebep neymiş? Anası bugünlük yarınlık..." "Öyle ama, akıl işte..." "Neye gitmek istemiyor?" "Vallaha efendi, ciğer kanı, malum a... 'Ben gidersem anama kim su verir, altından kim alır?' diyor, 'Anam kurtlanır,' diyor..." Haldun lanet Galatasaray Lisesi'ni bitiren Haldun Taner (1915-1986), Almanya'daki iktisat öğrenimini sağlık nedeniyle yarıda bıraktı. Daha sonra Đstanbul Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirerek sanat tarihi asistanı olduysa da, Viyana'da tiyatro öğrenimi görerek başka bir alana kaydı. Dönüşünde yükseköğrenim kurumlarında tiyatro tarihi dersleri verdi; gazetelerde de fıkra, başyazı, söyleşi türlerinde yazdı. Edebiyata radyo skeçleriyle giren Haldun Taner, kısa sürede hikayeleriyle ilgiyi çekti. Ama 1955'ten sonra çalışmalarını tiyatro alanında yoğunlaştırdı. Dramatik türün başarılı örneklerini verdiği ilk oyunlarından sonra epik tiyatro denemelerine geçti. Bu alandaki en ünlü oyunu Keşanlı Ali Destanı'dır. Hikâyelerinde ise büyük kentin çeşitli kesimlerinden seçtiği değişik tipleri davranış tutarsızlıkları, çelişkileri, içtensizlikleriyle yansıtarak gerçekliği alaycı, yergici bir anlatımla sergiledi. Kimi yapıtlarında geleneksel öykülemenin dışına çıkıp;biçimsel yenilikleri de denedi. Hikâyelerini şu kitaplarda topladı: Yaşasın Demokrasi (1949), Tuş (1951), Şişhaneye Yağmur Yağıyordu (1953), Ay-ışığına "Çahş-kuf (1954), On Đkiye Bir Var
(1954), Sanc-ho'nun Sabah Yürüyüşü (1959), Yalıda Sabah (1983). Ayrıca denemeleri, gezi yazıları, oyunları, çeşitli konulara ilişkin yazıları da Bütün Eserleri dizisinde toplandı. HALDUN TANER Sarışın kadın üşümüş olacak ki, birden kalktı, rüzgârdan uçan eteklerini tuta tuta, içeri kamaraya doğru yürüdü. Fakat içeri girmesiyle başının dönmesi bir oldu. Burası yanık benzinle karışık kızgın demir kokuyordu. Kadın hemen bir pencere açıp önüne oturdu. Sonra yeni bir sigara yakıp dışarı üfürdü. Çamlıca sırtlarında iki uçaksavar ışıldağı karanlık gökyüzünü tarıyorlardı. Işıldaklardan biri sağdan sola kayarken öbürü soldan sağa doğru iniyor ve ikisi ortada bir yerde birleşince oluşan göz alıcı ışığı seyretmek, doğrusu pek ömür oluyordu. Sarışın kadın dalmış bunlara bakarken, hemen biraz ötesinde denize ateşböceği gibi bir şey uçtu. Bunu bir başkası, bir başkası daha ve nihayet ardı arası kesilmeyen birçokları takip etti. Kadın dalgın gözlerle bir süre hiçbir şey düşünmeden birbirini kovalayan bu acayip böceklerin çini mürekkebi gibi siyah denizde teker teker eriyişlerini seyretti. Sonra birden deminki kızgın demir kokusunu hatırlayınca yerinden fırladı. Kaptan kamarasına geçen kapıdan dışarı şimdi hafif bir duman sızıyordu. Kadın şaşkınlıkla kapının topuzuna yapıştı ve o zaman yüzünü alazlayan sıcak bir dumanın ortasında, kaptanla çımacıyı yere çömelmiş kanter içinde uğraşırken gördü. Bayılacak gibi oldu bir an... Sonra: "Yanıyoruz... Đmdat!" diye kendini dışarı attı. Bu feryat güvertenin üstünü bir anda allak bullak etmişti. Kadın kaptan kamarasının kapısını açık bıraktığından şimdi dumandan göz gözü de görmüyordu. Kasap şaşkınlıkla oturduğu minderi kucaklamış, profesör ise motorun tek cankurtaran simidini boynuna geçirivermişti. Sarışın kadın telaştan piposunu düşüren genç adama doğru koştu. "Kurtarın beni... beni kurtarın, yüzme de bilmem ben," diye yalvardı. 53 EN GÜZEL TÜRK HĐKAYELERĐ Delikanlı titrek bir sesle, "Ben de bilmem," diye cevap verdi. Oysa biraz bilirdi. Kendini şöyle yarım saat su üstünde tutabilecek kadar... Ama yalnız kendini... Kadın ondan ümidi kesince kasaptan medet umdu. Fakat o şimdi iki elini açmış, "Şu vartayı bir atlatalım. Dinim hakkı için üç goyun gurban edecem," diye adak adıyordu. Hepsinden çok profesörün işi bitikti. Oysa o, kahraman da geçinirdi. Hatta daha o sabah derste Sokrat'ın hayatı nasıl hor gördüğünü anlatırken gerçek bir filozof için bunun hiç de güç olmadığını ve nitekim kendisinin de onun gibi ölümü tebessümle karşılayabileceğini söylemiş, işin tuhafı sözlerine öğrenciler kadar kendini de inandırmıştı. Kadın şimdi bakraca su dolduran çımacının kıllı göğsüne sarılmış, "Allahaşkına bırakmayın beni, ne olursunuz bırakmayın," diye yalvarıyordu. Onlar böyle çırpınıp dururken ön taraftan kaptanın sesi duyuldu. "Teprenmeyun be... Ne oliysiniz? Motoru paturacaksınız." Fakat hiddetli olmasına rağmen sesinde nedense herkese güven veren bir şey vardı. Yoksa... Yoksa söndürmüş müydü yangını? Evet, mutlaka söndürmüş olacaklardı. Hiç söndürmeseler kaptan böyle onlara çatacak vakit bulabilir, hiç çımacı kovada kalan suyu tekrar denize boca eder miydi? Kaptan, "Ne adamlara çattık yahu," diye söyleniyordu. Profesör kaptanın hiddetini haklı bulmuştu. Yakalığını düzeltti, "Öhö, öhö," diye öksürdü. "Nedir bu telaş yani. Öyle ya, biraz sakin olalım, beyler," diyecekti. Evet, handiyse böyle diyecekti. Đsabet ki demedi. Çünkü cankurtaran simidi hâlâ sımsıkı boynunda duruyordu. Motor bir iki homurdanıp durduktan sonra şimdi keyifli keyifli işlemeye başlamıştı. Yerine dönen kaptan içerde hâlâ geçmişi kınalı motora ve şamatacı yolculara veriştirip duruyordu. HALDUN TANER
Kevser hanım iki numaralı kabineden çıkınca, ellerini yeşil sabunla bir temiz yıkadı. Sonra da müşterilere mahsus ince kurutma kağıdıyla değil de, odasındaki zati havlusuyla kuruladı. Odası, bir hela kabinesinden biraz büyükçe bir yerdi. Ortada, ipe gerili ıslak havlular... Pencerede temiz basma perdeler... Köşede derli toplu bir sedir... Yanda da beyaz lake boyaları yer yer kabarmış bir küçük dolap... Bu dolabın içinde, teklifli misafirlere mahsus, lavantaçiçeği kokan, yumuşak tüylü, Bursa havluları dururdu. Böyle yerin de teklifli müşterisi olur mu demeyin. Kevser hanımın helasına kimler, ne kibar hanımefendiler gelmemişti bugüne kadar... Đnsan bu... Sıkıştı mı helanın umumisine, hususine bakar mı? Kibarı da gelir adisi de, tanınmışı da hiç bilinmeyeni de, yaşlısı da genci de, güzeli de çirkini de... Ermeni'si, Rum'u, Türk'ü, hatta ecnebisi de... Kevser hanım büyükelçiliklerde^ gibi bir protokol defteri tutup da helasını ziyaret eden tanınmış bayanlara imzalatmış olsaydı, bugüne bugün çok kıymetli bir koleksiyona sahip olabilirdi. Bir keresinde, hiç unutmaz, bir öğleüstü, Ankara plakalı bir bakanlık arabasından çıkan varda-kosta bir hanımefendi resmen gelip Kevser hanımın naçiz helasına şeref vermişti. -Biz hela deyip duruyoruz ya, Kevser hanım bu kelimeyi pek nezih bulmadığından, galiba biraz da modernliğe özendiğinden, daima "San Numara" tabirini kullanırdı.- Evet, bugüne bugün ekâbir hanımları bile san numarasına geliyorlardı. Vekilin karısı yalnız da değildi. Yanında üç yaşlarında, kız gibi sarı bukleli, küçük yavrusu vardı. Vekilin karısı, önce oğluna sormuştu. "Söylesene, Erol... Önden'in mi var, arkadan'ın mı, yavr rum." HALDUN TANER San numarasının tarihinde daha nice şerefli sayfalar vardı. Bir keresinde de bir yerli opera yıldızımız gelmişti. Alı al, moru mor. Tabii Kevser hanımı filan gözü görecek halde değildi. Onu, ancak çıkarken tanımıştı. Nasıl tanımasın? Adeta onun elinde büyümüş gibi bir şeydi. Kevser hanım, Devlet Konservatuvarı san numarasında çalışırken, o zaman hiç kimsenin tanımadığı bu kızcağız da bütün öbür öğrenciler gibi oraya gelir gider, üstelik mülayim olmayan tabiatı icabı, hepsinden biraz fazlaca kalırdı. Şimdi böyle herkesçe sevilen, sayılan ünlü bir yıldız olduktan sonra -velev tesadüfen olsun- büyük bir alçakgönüllülükle yine cnun san numarasına gelişi Kevser hanımı fazlasıyla duy-gulandırmıştı. Đki eski ahbabın bir sarılışmadıkları kaldı. Opera yıldızının, gözleri sevinçten yaşaran Kevser hanımı daha sevindirmek için, handiyse, "Eski dostluk unutulur mu hiç? Sen merak etme Kevser hanımcığım, ihtiyacım oldukça başka yerde yapmam, sık sık sana uğrarım," diyesi gelmişti. Bir defasında da, Amerikalı turist karılar gelmişlerdi. Deli musibetler... Görecek yer kalmamış sanki... Kevser hanımın san numaracılık hayatında en tuhafına giden, sıkıştıkları zaman inleye uflaya kendilerini oraya atan kadınların, işlerini bitirip ferahladıktan sonra pudralanıp rujlanıp kı-rıta kırıta sanki biraz önceki kendileri değilmiş, sanki hiç yemez içmez, öyle adi işler yapmaz gökyüzü mahluklarıymış gibi, nazlı, narin çıkıp gidişleriydi. Ama memnun da olurdu. Müessesesinden ayrılan her insanın hafiflemiş, ferahlamış olmasından sanki o da bir hafiflik, bir ferahlık duyardı. Sade büyüklere değil, çocuklara da olanca kolaylığı gösteriyordu. Bazı küçüklerin sarkıtıimaktan hoşlanmadıklarını, ille de ille oturak istediklerini tecrübesiyle bildiğinden bir de oturak peydahlamış, böylece nice anaların minnettarlığını HALDUN TANER raz havasızdı ama eğlenceliydi. Filmin sesleri oraya kadar gelirdi. Hele arada bir dublaj filmi oldu mu, Kevser hanım konuşmalardan filmin konusunu da çıkarmaya çalışır, hasılı hoşça vakit geçirirdi. (...) Şimdiye kadar yalnız ve yalnız, büyük vapur helalarında bulunmamıştı. Zaman zaman, acaba onlarda çalışmak nasıl olur diye düşündüğü olurdu. Bir iki kere Kadıköy vapurlarında, Haliç vapurlarında oraya girdiği olmuştu. "Delikten
bakarsın, altında deniz kayar. Ne güzel, hem edersin, hem gidersin," diye düşünürdü. Kevser hanımın çok memnun olduğu Yalova Kaplıcaları helasından yürütülmesini, Halk Partisi taraftarı oluşuna yoranlar var. Alkazar sinemasından ise, Belediye orayı tahliye ettirdiği için ayrılmak zorunda kalmıştı. Ama işte, buradan da pekâlâ memnundu. Đş bitip de odacığına çekilince, sigarasını yakıp çiçekleri arasından dışarsını seyrediyor, arada bir de odasında ahbaplarını ağırlıyordu. Đş önlüğüyle başörtüsünü çıkardı mı, bambaşka bir insan olurdu. Sanki san numaracı Kevser hanım gider, yerine okuma yazması olmamasına rağmen ağırbaşlı, muide tavırlı ama hoşsohbet, ama konuksever bir Kevser hanım gelirdi. Ondan sonra, ver yansın çene... Küçük gazocağına cezveler sürülür, içerdeki sifon gürültülerinin, musluk seslerinin ve erkekler kısmı önündeki "spor maharet atış" makinesi heveslilerinin tartışmaları arasında, domatesin fiyatından, valinin teftişlerinden, güzellik müsabakasından, Moskof'ların politikasından, karaborsadan, piyano şarkıcılarından konuşulur, gününe göre, her işin ergeç düzeleceği yahut da Müslümanlığın elden gittiği, dünyanın ancak iki üç dinibütünün yüzü suyu hürmetine durduğuna dair ahkâm çıkarılırdı. l/usu f Atılyan Manisa'da doğan Yusuf Atılgan (1921-1989), Đstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. Maltepe Askeri Lisesi'nde edebiyat öğretmeniyken siyasal nedenlerle ayrıldı ve Manisa'nın bir köyündeki çiftliğine çekildi. Uzun yıllar sonra Đstanbul'a döndü, bir süre Milliyet Ya-yınları'nda çalıştı. Yusuf Atılgan, Cumhuriyet gazetesinin açtığı Yunus Nadi Roman Yarışması'nda (1957-58) Aylak Adam adlı romanıyla ikincilik kazanınca ilgiyi çekti. Ama ilk ve tek hikâye kitabını yayınladıktan sonra uzun bir suskunluk dönemine girdi. Atılgan'ın, hikâye ve romanlarında iç içe, çağrışımlarla yürüyen bir anlatımla köy, kasaba ve kent insanının iç dünyasını, bilinçaltını sergilediği, çevresiyle uyuşmazlığını ve yabancılaşmasını yansıttığı görülür. Az ürün veren, ama çağdaş edebiyatımızın vazgeçilemeyecek adlarından biridir. Hikâyelerini tek kitapta topladı: Bodur Minareden Öte (1960). Aylak Adam dışında Anayurt Oteli (1973) adlı bir romanı daha vardır. 73 l/AŞANMAZ (*) "Kalk, kalk," diyordu biri, duyuyordum. Sol yanağım yanıyordu. Adamın vurduğu yanağımdı bu. Kolumdan tuttu kaldırdı. Zorla doğruldum. Beş altı kişi durmuş, bana bakıyorlardı. Bir de çocuk vardı. Tümünü gördüm bir bakışta. Gözleri şakıyordu. Geçen gün sucuk aldığım bakkalın gözleri geldi aklıma. Dayanamayacaktım; kahredici bir sıkıntı vardı içimde. Birden hatırladım. Eve varınca kendimi öldürecektim. Rahatladım. Dikilenlerden biri, "Sulanır mısın herifin karısına!" dedi. "Yalan," dedim, kaygısızca. Güldüler. Yanımdaki adam, "Susun be!" dedi. "Ne var gülecek? Dağılsanıza siz." Ustümdeki tozları silkiyordu eliyle. Tanımadığım biriydi. Önce çocuk yürüdü; sonra ötekiler. Đkimiz kaldık yalnız. Ustümdeki tozları silkiyordu boyuna. Yüzüm yanıyordu. "Ben Ali'yim," dedi. Ali'yımiş. "Bir Ali vardı Manisa'da...." "Buralıyım ben," dedi. Şimdi sokaktan geçenler bana bakmıyorlardı. Yediğim yumruğu görmemişlerdi. "Eyvallah," dedim. Bodur Minareden Öte, 1960. EN GÜZEL TÜRK HĐKÂ\IELERĐ verirken. Tam o zaman mı istemiştim ölmeyi yoksa? Ağustos-böceğinin sözü kafamın diline o zaman mı takılmıştı. "Bütün Dünya bana bir yaşama borçlu." Ötekiler bana tuzlu kahve içir-dikleri zaman bir mutemet kalırdı gülmeyen. Gözlüğünün üstünden bakardı. Odam alacakaranlıktı. Işığı yaktım. Perdeler inik, bir de kapı sürgülü oldu mu, kendi ülkemdeyim burda. Yeğindim, sivrisinek gibi. Tavana baktım. Büyük
eksiklikti bu; ustalık üst üste kocaman yapılar dikmekte değil, odaların tavanına sağlam halkalar çakmaktaydı. Birden çocukluğumun asılmışını gördüm: Dili, gözleri dışarda, sümüklü korkak. "Bütün dünya bana bir yaşama borçlu." En iyisi ağu içmekti ama aramak için yeniden ötekilerin arasına çıkmak gerekti. "Ulan sağ ayağın altı parmaklıymış senin be." "Yalan," derdim. Ayakkabımın bağına uzanırdım. Katıla katıla gülerlerdi. Şaşırır kalırdım. Mutemet gözlüğünün üstünden bakardı. "Sen başkasın," derdi öğretmen. Sınıf çın çın öterdi. "Hey bücür, temize çek şunu." Bücür bendim. "Bu suratla mı be? Vazgeç, korkar kadınlar." Çağımızın öcüsüydüm ben; ama bugün beni yerden kaldıran adam üstümü başımı silkmişti. "Yirmi liraya bu gömlek ha! Kazıklamışlar seni. Benimkine bak, on üç liraya." Sonra o bakkal, yarım kilo sucuğa beş lira alanı. "Bütün dünya bana bir yaşama borçlu." Đstemiyordum alacağımı. Bilek damarımı kesecektim. Ötekiler kapımı kırınca ne yapacaklardı acaba? Madam kızardı belki. Önce karşı duvara kara boyayla kocaman bir YAŞ AN M AZ yazacaktım. Doğrulurken kalçama bir sancı saplandı. Bugün üstüne düştüğüm kalçamdı bu. Birden beni yerden kaldıran adam geldi aklıma. "Ben Ali'yim," demişti. Kolumu tutmuş üstümü başımı silkiyordu. Ötekilerden biri değildi. Yüzümü silkerkenki bakışı vardı. Đçimde bir eziklik, kudurgan bir sevgi büyüdü birden. Kafamda her şey yerli yerine oturdu. Köşedeki sepetten havanelini alıp iç cebime koydum. Ağırdı. Sokağa çıktım. 1 JMCf Göç zamanı deniz kıyısında toplandık. Son gelenlerdendik biz, neredeyse akşam oluyordu; kıyı göz alabildiğine kalabalıktı. Bizlerden başka sürüyle kırlangıçlar da vardı. Havalanma işareti ertesi sabah verilir sanıyordum. (Aslında işaret falan değildir bu. Bildim bileli güneyden kuzeye, kuzeyden güneye yılda iki kez bu büyük denizi aşarız; hiçbir sefer işaret verildiğini duymadım; sırası gelince birlikte havalanırız. Nasıl olur bu, bilemem... Anlaşılan bütün bunlar kimselerin bilmediği eski zamanlarda düzenlenmiş.) Yeni eşimle yan yana yüksekçe bir kayaya tünedik. Pek yorgun değildim; birkaç yerde, su kıyılarında dinlenmiştik. Kuzeydeki köyden sabahleyin gün doğarken çıkmıştık; sağlığım yerindeydi, sevinçliydim. Bir yaştan sonra duymadığım bir kıpırtı vardı içimde; yeni bir yaşam, bir serüven kıpırtısı: Dört günlük eşimle güneye gidiyordum. Yolda ona alıkça bir gösterişe bile kalktım. Öğle sonu yoğun havadan yukarlara, güneşe doğru, başım dönünceye dek yükseldim; o baş dönmesiyle yükseklerde uçtum bir süre; tüylerim bedenimden ayrılıyor gibiydi; sonra kanatlarımı, bacaklarımı koyverdim, kendi yelimin uğultusuyla iniyordum, bir nokta gibiydi eşim, yaklaştı, büyüdü, hızla geçtim n Bodur Minareden Öte, 1960. EN GÜZEL TÜRK HĐKÂĐ/ELERĐ "Hayır. Burada mı kalacağız?" "Olmaz," dedim. Uçup yuvama döndüm. Az sonra o geldi caminin üstüne. Đnce, güzel; ağır ağır yürüyordu bana doğru. "Dur! Güneyde bir dengini bulursun yakında. Yaşlanıyorum ben artık." "Biliyorum." Yanıma geldi. "Burada mı kalacağız?" Akşamüstü onun yuvasına gittik. Kalabalık istemiyordum. Sabah gün doğarken çıktık ordan. Yarın... * ** Uyandığımda hava ağarıyordu. Yakından, uzaktan ötekilerin sesleri geliyordu. Kanatlarımı açıp gerindim. O da uyandı. "Đyi misin?" "Evet. Ya sen?" Đyiydim. Az sonra hava iyice ağardı. Birden bir sessizlik oldu. Başımızı yukarı kaldırdık, bekledik. Đşaret verildi (mi). Uzaktan o bildik hışırtı duyuldu; kanat sesleriydi. Havalandık ve deniz üstünde akşama dek sürecek uzun yolculuk başladı. Yeterince yükseldikten sonra güneye yöneldik. Telaşsız, çabasız, tekdüze uçulurdu. Denize bakmamak, özellikle denize inmemek gerektiğini bilirdik, ama denize inmek zorunda kalsak ne olacağını bilmezdik. Etimizle bilirdik bunu. Sıcaktı. Öğleye doğru belime ağır bir şey kondu. Gözucuy-la baktım; bir kırlangıçtı.
"Hayrola?" dedim. "Hayırlar. Birlikte geçeceğiz karşıya." "Olur yüzsüzlük değil," dedim öfkeyle. "Şimdiye dek görülmemiş bir şey. Bu yolculuk tek başına yapılır." "Öyleydi. Her yıl binlerce alık kırlangıç güç bela aşar bu denizi de böyle bir kolaylık kimsenin aklından geçmez. Bunu ilk düşünen benim. Sıcağın etkisiyle olacak, az önce geldi aklıma." Kızmadan bir kurtuluş yolu düşünmem gerekti. Eşimden bile bir yardım bekleyemezdim. Uçarken başımı geriye çevireF:/6 Bitçe Karasu Đstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölü-mü'nü bitiren Bilge Karasu (1930-1995), Ankara Radyosu dış yayınlar bölümünde çalıştı. Rockefeller bursuyla Avrupa'da yaptığı araştırma gezisinden dönüşünde çeviriyi uğraş edindi, daha sonra Hacettepe Üniversitesi'nde görev aldı. Bireyin iç dünyasının irdelendiği, bunalımlarının, toplumla çatışmasının işlendiği hikâyelerinde özgün anlatımıyla bir biçim ustası olarak belirdi. Soyutlamalar, simgeler yoluyla insanı, insan gerçekliğini araştırmayı amaçladı. Bilge Karasu, Füsun Akatlı'nın deyişiyle, "Az ve seyrek yayınlamasına karşın, (...) yazınsal bilinci gelişmiş ve beğenisi incelmiş okur çevrelerinin olduğu kadar, kolayı aşabilen eleştirmen ve incelemecilerin de yoğun ve canlı ilgilerini yazar kişiliği üzerinde topladı." Bilge Karasu'nun hikâye kitapları şunlardır: Troya'da Ölüm Vardı (1963), Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı (1970), Göçmüş Kediler Bahçesi (1979), Kısmet Büfesi (1982). Bir de romanı yayınlandı: Gece (1985). 82 — 'USTA BENĐ ÖLOÜRSEN E!**' ^edinci Masat '...Anlaşılan, çok yaşlanmış birtakım analar babalar, iblisle-şivermiş oldukları için çocuklarına varasıya, insan yemeye kalkıyorlar, arada bir. Öyküsünü anlattığımız bu anaya gelince, çocukları, ölüsünü törenle kaldırdılar. Düşünülürse, pek korkunç bir işmiş bu. Öyle anlatıldığı rivayet olunur.' Koncaku-Monogatari şû (12. yüzyıldan kalma bir Japon öykü güldestesi), XXVII, 22. öykü: 'Bir Avcılar Anası...' Analarının ölüsü törenle kaldırabilmeleri için çocukların sağ kalması gerekir. Kalmadıkları da görülür ama. Đpten ipe, halkadan halkaya atarken kendilerini, cambazlar düşer ölür, ara ara. Yaşa bakmaz bu ölümler. Ancak, 'yaşlanmış bir cambazın yüzünde, burnunun sağ kanadı dibinde, yalnız benim görebildiğim bir ben belirmeye başlarsa, öbürleri gibi, o da, ergeç ölecek demektir, biliyorum; artık ipten mi düşer, (*) Göçmüş Kediler Bahçesi, 1980. BĐLGE KARASU gırtlak temizleyerek o sesi, yayıldığı havanın içinden silip yok etmeye çabalarlardı. Söze, yarısından girişirler, bir gün, bir hafta önce kestikleri yerden bağlarlardı konuşmalarını; ya da başını anlatmışçasına sonunu getirirlerdi. Bir anlık dalgınlık, sözün nereden gelip nereye dayanacağını hemen kestiremediklerini gösterecek en ufak bir im, bir kaşın kalkması, bir gözün kısılması, bir dudağın büzülmesi, en az, seslenmek ölçüsünde ayıptı onların gözünde. Bu yüzden, arkadaşları, yoldaşları, çoğu zaman, konuşmalarını izlemekte güçlük çeker, tuhaf tuhaf bakarlardı onlara. Bu alışkı içlerinde öylesine yer etmişti ki, cambazların, dünyada böyle konuşmalarını yadırgayabilecek kimselerin bulunabileceğini düşünemiyorlardı bile. Herkesle böyle konuşmaya kalkarlar, utanç duymadan kalkan kaşların, kısılan gözlerin, büzülen dudakların karşısında neden sonra, uyanır gibi, uyanır ama aymaz gibi, bocalaya bocalaya, handiyse terler dökerek, konuşmalarını anlaşılır kılmaya çabalarlardı. Genci yaşlısının oğlu diye görürdü kendini; görürdü ya, ustasına babası diye değil de anası diye bakardı. Onu doğuran, emzirip büyüten, ona yaşamasını
öğreten anasıyla bir tutardı ustasını. Önceleri böyle bir şey duyduğunun farkına ilk vardığı sıralarda, bu duygunun ayrıksılığından ürkmüş, sıkılmış, öylesine olmayacak bir şeyi ustasına bile söyleyemeyeceğini, açamayacağını düşünmüştü. Sonra sonra, her düşüncesini bilen ustasına, ayrıksı da olsa bir duygusunu açamamasını daha da tuhaf bulmaya başlamış, bir gece, gösteriden sonra, karanlıkta yatarlarken, söyleyivermişti içindekini ona. Karşı köşedeki yataktan önce kesik kesik gülme sesleri gelmişti. Böyle bir şeyi, ustasına da olsa, anlatmakla ne yanlış bir iş ettiğini anlayarak başına yıkılan dünyanın altında kalmaya hazırlanırken, gülmesi düzgün-leşmişti ustasının. Kahkahaları gün ağarmaya yüz tutarken ancak dinebilmişti; o zaman da, "Yahu sen ne şair adammışsın," BĐLGE KARASU Tutup anlatmıştı ustasına. Her şeyi o anda yaşar, görür gibi. Ustasının zaten bildiklerinden başlayarak: Babası ölmüştü, babaannesi bunamıştı, amcası evin parasını getiriyor, anası da evle birlikte hepsine bakıyordu. O sıralarda, iki yaşını dolduralı ancak iki üç ay geçmiş olsa gerekti, annesi sonraları öyle demişti çünkü. Zaten kendi de, kendini aynada görür gibiydi bunları anımsarken, sırtında kırmızı yeşil çiçekli basmadan bir entari vardı daha. Babaannesi gün boyu kalkmazdı oturduğu alçak, yanları gibi önü de destekli acayip koltuktan. Koltuğun altında, koku keskinleşince, annesinin gelip döktüğü, kendininkine benzemeyen, daha büyük, daha yuvarlak, daha kırmızı bir oturak vardı. Havalar iyice ısındığı için kendi eşikte oturuyordu kaç gündür, sabahtan akşama dek; babaannesini de koltuğuyla birlikte kapının önüne çekmişti anası o sabah. Babaannesi hep uyuklardı. Anası yoktu ortalıkta. Hızlı hızlı çıkıp gitmişti, şimdi geleceğim, diyerek. Kendi, yuvarlak, apak, parlak tokmağı çevirip kapıyı açabilmek şöyle dursun, o tokmağa erişemezdi bile; ama kapıya dayandıkça aralandığını anlamış, sonunda, artan hırıltılar içinde -perdeler sımsıkı kapalı olsa gerekti, alacakaranlıktı içersi, şimdi gibi gözlerinin önüne geliyordusırtüstü yatan amcasına yaklaşmış, bakmıştı. Amcası onu görür gibi mi olmuştu, ağzı gülümsemek ister gibi gerilmiş miydi, yoksa bir şeyler söyler gibi olması ciğerlerinin son debelenişi miydi? Bu yaşında da bilmiyordu. Ansızın bir el bileklerinden, bir el entarisinden yakalayıp sessizce dışarı çıkarmıştı onu, anasının elleriydi bunlar. Öbür adamsa -anasıyla gelmiş olacaktı eve- odadan çıktığı zaman başını sallamıştı. Anası da sesini çıkarmadan ayakyolu-nun eşiğine çökmüş, başını iki elinin arasına almıştı. Korkmuştu, sesini çıkarmıyordu o, sonra elini uzatmış, anasının dizine dokunmuştu. Anasının eli şakağından inip elini örtünce korkusu gitmişti. Amcasının yüzünde, burnunun -şimdi görür gibi de onBILGE KARASU lan sıkı çalışmak zorundaydı. Bu sıcakta ustalarını oralara çıkaramayacaklarına, kendisi de kalfalığa yükseldiğine göre, yeni çırağı sıkı çalıştırmak da kendisine düşerdi. Đpin ortasında durmuşlardı karşılıklı. Şimdi dikkat et, demişti karşısında duran yeni oğlana, terini de bir iyice sil, kaza çıkmasın... Oğlan silinmiş, tamam, demişti gözünün içine bakıp. O an görmüştü burnunun sağ kanadı dibindeki beni. Çalışmışlar, inmişlerdi ipten. Yıkandıkları sırada takılmıştı oğlana, pek yakışıyor sana bu ben, diye. Oğlan önce garip garip bakmıştı. Ne beni, demişti sonra. Aynaya bakmış görememişti. Kalfasının bu şakasına akıl erdiremediğini söylemişti, biraz bozuk bir sesle. Kimbilir neler geçmiş olacaktı içinden oğlanın. Kirdi herhalde, kusura bakma, ben gibi görmüş olacağım, demişti o da. Ama ertesi gün çalışırken beni yerinde görmüştü yine. Daha da belliydi üstelik. Oğlan üç gün sonra orta ipte kendi kendine çalışırken düşüp ölmüştü. Koşup yetiştiğinde, benin yerinde durduğunu görmüştü, zeytin iriliğinde... Ailesinin değil, kendi özelliğiydi demek. Başkasının görmediği benleri görüyor. Öleceklerini biliyordu o insanların. Sonradan kaç kez, bu özelliğinin tutarlığını gerçeklemek olanağını bulmuştu. Korkuyla bakıyordu artık insanların yüzüne. Sonraları, uzun bir süre kimselerde ben görmez oldu. Kimse de ölmedi çevresinde. Đçi biraz rahatladı.
Söğütler o sıraya rastlıyor. Bir bahar gecesi evlerine dönüyorlardı ustasıyla. Yalnızdılar artık. Ustayla oğlu. Yetiştirmeye kalktığı üçüncü çırak da ölünce -hepsinde beni görmüştü o, ama hepsi ipten düşerek ölmemiş-ti- ustanın yanına çırak girmek isteyen çıkmaz olmuştu. Ustanın suçu yok, diyenler vardı; oğlanda kardeş kovan damarı olsa gerek... Diyenler de gelip bakıyor, iki kaşının arasını dikkatle gözBĐLGE KARASU atmıştı içinden. Ustasıydı önemli olan, öyle öğretilmişti kendisine; işinin önemi öğretile öğretile büyütülmüştü. Ustası öğretmişti bunu. Onu o eden işiydi, işi olmalıydı. Đşine duyduğu bu bağlılığı ustasına borçluydu. Her şeyi ondan öğrenmemiş miydi? Ona analık eden ustası değil miydi? Ama her şeyi ondan mı öğrenmişti?.. Kendi, kendi benliğini ne ölçüde oluşturmuş olabilirdi? Olabilir miydi, ayrıca? Ustası neler katmıştı kendisine, kendi neler katmıştı? Katmak ne demek oluyordu gerçekte? Önceden hiçbir şey getirmemiş miydi ustasının karşısına çıkarken? Her şeyini ustası mı biçimlemişti? O halde herkes, ustasının kendini biçimleyişini hayır, kendi biçimlenişini çırağına aktarmasıyla mı biçimlenirdi. Kafası karışmıştı. Bu soruları sormaya kalksa ustasına, ne karşılık alacağını biliyor gibiydi. Senin aklın ermez demeyecekti. Kendi kendine, şu anda, benim aklım bunlara şimdilik ermiyor ya bir gün gelecek erecek mi, diyordu. Ama ustası öyle demeyecekti. Ona, düşünme, diyecekti, o kadar. Ben öldükten sonra, sen de yanına bir çırak alıp yetiştirmeye başladığın zaman bunları düşünmeye başlar, hem kendini anlarsın, hem beni, diyecekti. Duymuş gibiydi, şimdiden, bu sözleri şimdiden işitmiş gibiydi. Demek ustasına erişen, onun ötesine bile taşan bir yanı vardı kendinin de. Bunları düşünebiliyordu... Ama kafasını daha çok yormadı bu konuda. Cambazlık, insanın -ölmek istemiyorsa- bütünüyle kendini ipe, halkaya, ustaya, adıma, ele, göze vermesini gerektiren bir işti. Günün birinde, işi cambazlık değil de düşünmek olan birine rastlarsa, ona soracaktı bu soruları. Hoş, o adam da cambazların soracağı sorular üzerine düşünmüş olur muydu, ayrı konu... Aşağılarda, seyircilerin, oturdukları yerde dalga dalga ırga-narak kendisini izlediklerinin bilincinde, ipin ortasında sıçrayıp takla atarken, birkaç kez, usunun başka yerlerde gezindiğini, ipEN GÜZEL TÜRK HĐKAĐ/ELERĐ Ama kendini beğenmeye başlamıştı da ondan mı ustasının kusurlarını görüyordu? Yoksa yanılgıların gölgesi, düşüncesi, düşü bile ustasını gitgide daha çok mu tedirgin ediyordu? Herkes gibi bir adam değil miydi ustası da? Herkesinki gibi olmayacak mıydı yaşlılığı, kocamışlığı? Çevresinde gördüğü insanlardan ustasının tek ayrımı, "usta" olması değil miydi? Bu ustalık onu başkalarına benzediği halde başkalarından üstün kılan, koruyan tek şey değil miydi? Kestiremiyordu ya, bunu kesinlikle bilmenin, öğrenmenin de bir yararı olamayacağını anlıyordu. Ustası eskiden de, sevgili çırağında, sevgili kalfasında gördüğü kusurları başkalarının yanında söyler, onu utandırırdı. O ise günün birinde, başkalarının yanında, el ilanlarıyla dolu sandığın sözünü etmişti de, gecesi bir güzel papara yemişti ustasından. Bütün bunlar, kafasını gitgide kurcalıyor, karıştırıyordu. Ustasının, anlatılmasından hoşlanmadığı şeyleri, kimse bilmemeliydi, ama ustası, kalfasının anlatılmasından hoşlanıp hoşlanmayacağını düşünmeden birtakım şeyleri başkasına keyifle anlatıyordu artık. Onu kızdırmak için yapmıyordu bunu, domuzluğundan yapmıyordu; belliydi bu. Anlattıklarında herhangi bir kötülük olabileceğini, sevgili kalfasını tedirgin edebileceğini usu almıyordu. O kadar. Yanlış bir iş yapabileceğini kafası almıyordu ki. Sonunda karar verdi. Ustasına, ne yaparsa yapsın, kızmayacak, adamın yaşlandığını aklından çıkarmayacak, onu üzmemek için de, yanıldığını görse bile susacaktı. Đki gün önce, damdan düşercesine, "Yaşamama yardım edilmesi gerekecek günün gelmesinden korkarım," demişti, sabah çaylarını içerlerken. "Senin yaşamama yardım etmen gerekecek günün gelmesinden... Yardımsız kalmalıyım ki köpekler gibi öleyim, diyorum arada bir. Diyorum ya, yük olmanın acısı, yapayalnız yaşamaktan kötü mü değil mi, bilemiyorum..." Bu sözler beyninde uğulduyordu hâlâ. Kararında bu sözlerin de payı vardı elbet. Ama
EN GÜZEL TÜRK HĐKÂYELERĐ ten kalfasından ötürü. Kimseyi yetiştirememiş olurdu o zaman... başka ustalar da vardı böyle, cambazlar arasında uğursuz sayılan. Çırakları ölen, kalfaları ölen. Hep gençliklerinde ölen... Kendi ustası da böyleydi, besbelli. Kimsecikler gelip böyle bir şeyi ona ya da onun yanında, söylemeye kalkışmazdı elbet. Ama söylenmeyen şeyler yok mu sayılır? Sanat, cambazlık sanatı, bu gibi ustalar da durup donuyordu anlaşılan. Çocuğu olmadan ölecek insanlar gibi. Bunların çoğu, sivriliyordu gerçi ustalar arasında, büyüklüğe yaklaşanı da az değildi. Ama kuruyan dallar, kısır kadınlar değiller miydi gerçekte? Hepsi, ustanın birinden yetişmişti. Ancak bunlardan kimse yetişmeyecekti. Bunların soyu kurumuyordu gerçekte. Kuruyan bunlardan doğacak olanlar soyuydu. Ama kendisi vardı işte. Cebinden aynasını çıkarıp baktı burnunun sağ kanadına. Değil ben, toz tozan bile yoktu. Yaşayacaktı demek, ustası da birini yetiştirebilmiş olacak, uğursuz soyun torunlarından sayılmaktan kurtulacaktı. Ustasının, bundan kurtulması için, ölmesi gerekmesi; çırağının, kalfasının ölümünden sonra ustalığa yükselecek kalfasının yaşaması gerekmesi, bir bakıma... Düşüncelerinin bu yola girmesinden hoşlanmadı. Gülünçle acıklının, gülünçlüğüyle ağlanan böyle birbirlerine girmesi kafasını büsbütün karıştırıyordu. Uyudu, uyandı. Güneş batıya doğru kayıyordu. Kafese dönmenin vakti yaklaşıyor, dedi ansızın, yüksek sesle. Şaşırdı. Bu da nereden çıkmıştı? Ne zamandan beri. O sabah ustası elinden çayı bırakmış, kalkıp aynaya bakmıştı. Burnunun sağ kanadı dibindeki lekeyi o da görür müydü, diye yüreğini buran bir el dolaştı içinde; sonra da, usta da olsa beni görmesi güç, belki de olanaksız, dediydi içinden. Benleri gören kendisiydi. Ustasının böyle bir şey gördüğünü hiç işitmeF:/7 EN GÜZEL TÜRK HĐKAYELERĐ marasına dönmüşlerdi birkaç gündür. Đpin ortasında güreşirken, ustasının ölümüne yol açacak, ustasının ölümü kendi elinden olacak diye yüreği ağzına geliyor, bu şaşkınlıkla bir kaza yaparım diye büsbütün gönlü kararıyordu. Bu ölümün başka ölümlere benzemeyeceğini biliyordu, ansızın korkunç bir yalnızlık içinde kalacağını biliyordu; bunları kurdukça da başını duvarlara vurası geliyordu. Böylesinin daha iyi olabileceğini düşün düşünebilecek düşünmekten korkmayacak birtakım kimseler vardır diye belli belirsiz bir şeyler seziyor da olsa... Büyüyen bene baktıkça çıldırıyordu ya, içini dökebileceği tek insana hiçbir şey sezdirmemenin gerekliği onu eziyordu. Benin zeytin iriliğini bulduğu akşam, ipin ortasında kendini kasarak, ustasının yaklaşmasına bakıyordu. Geldi. Tutuştular. Ustasındaydı yanlış adımı atma sırası o gece. Yay gibi gerilmişti. Ustasının arkasından uçup onu yakalamak için. En ufak fiskenin bile yıllarca kurup durduğu duvarı yıkabileceği korkularıyla parlayıp öfkelenen ustasını bir daha öfkelendirmek istemediği için, bu yanlış adımı atmakta geciktiğini söylemeyecekti oyundan sonra, bu gecikmenin farkına vardığını bile sezdirmeyecek-ti; hele yarın sabah olsun, bir şeyler uydururum, hastalanırım, ne bileyim, bir şeyler bulurum, ipe çıkmayalım derim ya da bu sıcak havada sen çıkma, ben elimden geldiğince, tek başıma seyircileri oyalayayım derim, diye gönlünden fırtına gibi bir şeyler geçiriyor, hiçbiriyle ustasını kandıramayacağını seziyor, titizleniyordu; ama sezdirmeyecekti, sezdirmemeliydi, yumuşacık tutuyordu şimdi gövdesini, ustasının her devimine göre ayarlayacaktı kendisini; ilk olarak, kimsecikler farkına varmasa bilme, artık pek usta bir cambaz olduğunu önce kendi kendine, sonra da ustasına gösterecekti. Ustası ustaysa, ustasıysa, bunun yine de farkına varmalıydı, varmak zorundaydı, kendisini alnından Bekir Sanat Enstitüsü'nü bitiren Bekir Yıldız (1933-1998), bir yıl kadar fabrikalarda çalıştı. Ardından Đstanbul Matbaacılık Okulu'nu bitirdi, dizgi operatörlüğü yaptı. Đşçi olarak gittiği Almanya'dan getirdiği baskı makinesiyle matbaacılığa başladı. Bir süre sonra asıl mesleğine döndü, bir dizgi makinesi alarak Asya Matbaası'nı kurdu, kendisi de operatör olarak çalıştı.
Türkiye'nin güneydoğusundan Almanya'ya uzanan bir yaşamın ürünleridir onun öyküleri. Çok iyi tanıdığı iki ayrı dünyanın, acımasızlıkta, insanı insanlıktan çıkarmada birleşen iki ayrı değer sisteminin sözcüklerin dünyasına yansımasıdır. Öykülerinin tanığı yaşamıdır, Bekir Yıldız'ın ta kendisidir. Ama yansız, gördüklerini olduğu gibi, kendinden hiçbir şey katmadan anlatan bir tanık değildir o. Đnsandan, onun insanca yaşamasından yana olan, insanın ezilmesine, sömürülmesine karşı çıkan bir tanıktır. Bekir Yıldız, Türk aydınına bilmediği bir dünyanın kapılarını açtı, onları yabancısı oldukları insanların dünyasıyla tanıştırdı. Ama bunu, toplumcu edebiyatın kimi örneklerinde görüldüğü gibi bir söylevci, çözümler öneren bir kurtarıcı edasıyla yapmadı. Hep yenik düşen umarsız insanlardı bunlar. Ağaya, töreye, toplumsal ya da doğal koşullara boyun eğen insanlar. Ama gerçek buydu ve bu gerçek ancak üstüne gidilerek, insanı ezen, onu insanlıktan çıkaran bir düzenin ürünü olduğu gösterilerek değiştirilebilirdi. Onu aşkın hikâye kitabı, altı romanı bulunan Bekir Yıldız, Kara Vagonla (1969) May Edebiyat Ödülü'nü, Kaçakçı Sahanla (1970) Sait Faik Hikâye Armağam'nı kazandı. Sahipsizler (1971), Beyaz Türkü (1973), Dünyadan Bir Atlı Geçti (1975), Đnsan Posası (1976), Demir Bebek (1977), Bozkır Gelini (1985) öteki hikâye kitaplarıdır. Evlilik konusunu işlediği romanlarından Halkalı Köle (1980) yayınlandığında tartışmalara yol açmıştı. EN GÜZEL TÜRK HĐKÂl/ELERĐ Naif tandırdan çıktı. Sıcağa alışmış ayakları üzerine dikile-medi hemencecik. Keçeleşmiş bacaklarını ovaladı. Bedrana'nın başı dikilmişti şimdi. Kocasını izlerken, bedeni bir pençe korkuyla karılmıştı nedense. Đlk gece bile böyle olmamıştı oysa. Kocasının yumuşak davranışı umutlandırmıştı belki de onu. "Hıı," demişti Naif. "Zorla olduysa, aceleye gelmesin bu iş. Şehir kanunlarını belledik hele." Naif odanın kapısını açtı. Geceyi kar ışıklandırmıştı. Bir hafta önce jandarmaya saldıkları adamın gittiği yöne doğru baktı. Kurtlar uluyordu. Dün geceye göre, daha beriye gelmişlerdi. Karın ak rengi kara oldu ansızın. Dişlerini sıktı Naif. Tüm umutların yüzüne kapatırcasına, kapıyı çarptı. Eşiklikten bir parça tezek alıp tandıra vardı. Yıkılmış ateş yavaş yavaş ayağa kalkıyordu şimdi. Naif tandıra sokulduğunda, Bedrana'nın uykudan arınmış gözleri üzerindeydi. Bir süre bakıştılar. Yel, odanın duvarlarını kudurgan deniz dalgaları gibi hırpalamamış olsaydı, belki de nefeslerini bile duyacaklardı birbirlerinin. "Gözlerin niye faltaşı gibi ayrıldı?" diye sordu Naif ansızın. Bedrana'nın başı, kollarıyla kucakladığı ayakları üzerine düştü. Tandırdan sıcak nefesi, yorganın bir tutamına yayıldı. "Senden korkmaya başlamışam," dedi. "Gözlerin benden bir şey alacakmış gibisine." "He..." dedi Naif. "Ölmelisen gayri. Günler var ki evden dışarı çıkamaz olmuşam. Herkesin kulağı bizde. Ha patladı, ha patlayacak. Saldığımız adam da gelmedi. Besbelli yollar kapandı." "Sabah olsun kurban olduğum. Bakarsın Hızır gibi çıkıp geliverir. Hemin de iki candarmaylan." Naif yüzünü buruşturdu. "Günlerin ardı yitti," dedi. "Bu karda, kışta hökümat adamı kıpırdamaz yerinden. Belkim de haberci ulaşamamıştır şehre. Kurtlar, kuşlar ne güne..." 1 EN GÜZEL TÜRK HĐKÂYELERĐ tü. Merteklerin birinde, kalınca bir halka vardı. Naif'in gözleri bu halkaya takıldı uzunca bir süre. Bedrana da halkayı gördü. O biliyordu bu halkayı zaten. Karnında birkaç ay önce oluşan çocuğu için, gönlünün bir yerini ayırmıştı ona. Naif pamuktan yumuşak bir sesle Bedrana'ya sordu. "Đster misen," dedi. "Bu işten, burnumuz kanamadan kurtu-lak?" Bedrana kocasına bir daha yanaştı.
"Bu da sorulur mu ağaların paşası," dedi. "Gözüne kurban olduğum di, kansız çıkış yolunu söyle yiğidim." Naif gözünün birini kıstı. Bir süre düşündü. "Bak, avrat," dedi. "Ben iğnenin deliğinden Hindistan'ı gör-müşem. Yaşım yiğit emme, aklım şahtır. Hemin hökümata, nemin de obaya, öyle bir oyun oynayacağım ki, şaşarsan. Heyyo-of, demelisen, aklına, cümle âlem kurban olsun demelisen." "Off... Zemzemlerin Kameri de çatlasın işte... Eeee?.." "Asılacaksan." Dışarda yağan kar, sanki Bedrana'nın yüreğine yağdı ansızın. "Bu da ölmek," dedi. "Sevinmek niye?" Naif başını iki yana salladı umut verircesine. "Yalandan kız," dedi." Yalandan asacaksan sen seni." "Sözünün önü, ardından gür gele kurbanım, demek yalandan sallanacağam." "He... Bize göz ışığı vermediler gevvatlar. Ömrümüz, kapaksız tencerede pişmiş tuzsuz aş gibi tatsızdır avradım. Kadın dar bir pabuçtur, sıkınca atılır, emme, işin içine namussuzluk karışınca, atamazsın, vurmak düşer er kısmına. Seni ben bağışla-sam baban, kardasın sırada. Bakalım onlar bağışlar mı? Günlerden beri, şu bir göz dama tepilip kaldık. Oba kan ister benden." BEKĐR 1/ILÛIZ Bedrana bakışlarını kocasının dudaklarından silmeden bir kez daha sordu. "Yalandan olunca, elimize ne geçecek yiğidim?" Naif aklından geçenleri toparlamıştı. "Bak Bedr-aney," dedi. "Bu çifte bir oyundur. Hem yeşil yakalı adamı aldâtacaam, hem de aşiretimizin üzerine çöken kara belayı silip süpürecağam. Nasıl mı? Küçük kuşlukta, sen kendini asmış gibi yapacağsan. Ben koşup gelecağam. Heyvağ, Bedrana asmış kendisini diyecağam. Ve de seni kucaklayıp aşağıya alacağam. Sen zaten yalandan boynuna geçirmiş ola-cağsan urganı. Yerde, usul usul kıpırdayıp sözde yeniden dirile-ceksen. Bunu gören duyan obalı, yiğit kadınmış, kendini astı emme, Hûda riza göstermedi diyecek. Sonunda atalarımızın koyduğu ölüm fermanı da, kendiliğinden bozulacak. Yeşil yakalı adama gelince..." Naif sustu. Bedrana sabırsızlandı ama. "Eeee," dedi. "Ya yeşil yakalı ağa?" "Onu da anlatıram. Sen urganı getir. Bir sefer sınıyalım hele." Bedrana duruyordu. Nedense çözülmek istemiyordu yerinden. Naif omzuna cîbkundu yumuşacık. "Yalandan ölmeye bile nazlanisan," dedi. "Deveden düş-müşsen, hop hopu arama. Alt tarafı yalandan, Bedranay. Di, nazlanma ha..." "Karayazım," dedi Bedrana duyulur duyulmaz bir sesle. Sonra gidip urganı getirdi. Naif her şeyi daha önce planlamış gibi gözle kaş arası, halkanın alt hizasına ne kadar minder varsa yığdı. "Hadi, Bedranay," dedi. "Kancaya geçir. Önce urganın bir ucunu, boyuna göre halkala emme." 107EN GÜZEL TÜRK HĐKÂYELERĐ Bedrana'nın ellerine bir titreme doldu. Yüreği parpazlandı. O bunun bir oyun olduğunu bildiği halde bedeninin böylesine, süt gibi kesilmesine şaştı kaldı. "Can şirinmiş," dedi. "Yalandan da olsa korkmuşam... Düğümü sen at. Çangala geçir." "Olmaz," dedi Naif bilmişçesine. "Her bir şeyi kendi elinden ve de gönülden yapmalısan. Oyunumuzun hüneri bürda..." Bedrana urganı bir ucundan halkaladı güçlükle. Sonra başını çengele doğru dikti. Bu sıra Naif karısının taze bedeninin orta yerine kollarını dolayıp minderlerin üzerine hoplattı onu. Bedrana gönülsüz kalkan sağ kolunu uzatıp urganın bir ucunu halkaya geçirdi. Sonra yere inmek istedi. "Olmaz," dedi Naif. "Daha işin bitmedi. Urgana düğüm vur-malısan." Naif bacaklarından kavrayıp yukarıya verdi onu. Bedrana bunu da başarmıştı. Şimdi odanın ortasına yakın bir yerde, urgan sallanıyordu. "iyi," dedi Bedrana yumuşak bir sesle. "Sabah olsun, takarım boynuma. Yalandan olduktan sonra..."
Naif engel oldu karısına. Şimdi titreme sırası ona sıçramıştı nedense. Ama Bedrana sezmedi kocasındaki bu değişikliği. "Sabah olanda asılacaktım, hani ya?" dedi Bedrana tekrardan. Naif sözcükleri tez tez sıraladı. "Doğru söylüsen, Bedraney," dedi. "Doğru söyliysen emme, bir sefer sınıyalım. Oyunumuzu pekiştirmek gerek ceylan gözlüm..." Gerçekten ceylanın sürmeli gözlerine benziyordu bu gözler. Ve ömrünün yarısına bile bakamamıştı bu kara-ak ışıklar henüz. Bedrana halkayı çenesinin altına getirdi. n GEÇTĐn Gün siyahlanmadan varmak istiyordu. Đstedikçe düşüyor, düştükçe, kalkamadan bekliyordu bir süre. Saatlerden beri geliyordu ötelere doğru. Bir tek kuş bile görememişti. Önceleri üzülmüş, bozkırın alabildiğine uzanan boşluğunda daha bir yalnız olduğunu anlamıştı. Şimdi şurada, göğe bakarken -hem de aç, susuzkuşların buralara neden gelmediğini anlıyordu. Bir tek ağaç bile yoktu, konmaları için. Güneşe baktı. Az kalmıştı. Ayaklarını toprağa çakıyormuş gibi, dizlerine yığdı ağırlığını. Kalktı. Önü, dağsız, tepesiz yolda yeniden yürümeye başladı. Sağına baktığında, güneşin son izini de yitirdi. Gök, neredeyse yerle bir olacaktı. Yüreği karanlıkla teyelleneceği sıra, varmayı dilediği köyü gördü. Az ötesindeydi. Oturdu. Umutlandığı ev, iyice şilinsin istedi; güneşsiz bozkırda. Kapı açıldı. Odadan gaz lambasının bulutlu ışığı vurunca, tanıdı onu, ağanın oğlu. "Sen misin?" "He," dedi yeşil gözlü delikanlı, sarılırken. "Benim." <*> Dünyadan Bir Atlı Geçti, 1975. EN GÜZEL TÜRK HĐKÂYELERĐ Az sonra, kapıyı açtı ağanın oğlu. Başını uzatıp baktı içeriye. Konuğun uyuduğunu iyice kestirince dönüp babasının dizleri dibine oturdu. "Uyumuş." Ağa sigarasını sarıp ateşleyince konuştu. "Ben ölünce, yerime kim geçecek ha?" Oğlu, başını öne düşürdü. Utanması uzun sürdü. "Sen," dedi ağa. "Bunu bilmeyecek ne var. Biricik oğlum değil misin?" "Allah geçinden versin," dedi oğlu. "Diyelim, yarından yakındır ölüm bana. Hazır mısın ağalığıma sahip çıkmaya?" "Kurban baba," dedi biraz utanmış. "Durduğun yerde, neden böyle konuşursun?" "Seni sınamak isterim," dedi ağa. "Bakalım sancağımı, yere mi düşürürsün, yoksa bir kat daha mı açarsın, gizli oyunlara karşı." Oğlu, başını çevirdi babasına. Bağlandılar gözleriyle. "Sına," dedi sonunda. "Güvenin yoksa sına. Bunca yıl, senin gibi bir ağanın oğlu olmam yetmemişse..." Divana uzandı ağa. Dirseğinin birisiyle başını besledi. "Đçerdeki," dedi. "Suyu geçmek istermiş." "Kaçağa mı?" "Yok." "Birisini mi vurmuş?" "O da değil." "Vel... Ya niyeymiş?" Bedenini ikiye katladı ağa, oturduğunda. "Sen ağa olamazsın," dedi kızgın. "Başka işler var şimdilerde, anlayamadığın." "Nasıl işler kurban baba?" F:/8 EN GÜZEL TÜRK HĐKÂYELERĐ Sustular. Su bir lokmacık da olsa, Ötüyorlardı, bozkır sessizliğinde. hem. Baba-oğul dinlediler bu sesi, ağanın oğlu. Đki kızkardeşi, anası
kuyu başının kıyıcığında kurbağalar vardı. Sesleri bedenlerini, bin kat arttırırcasına bir süre. Öteki odalarda yatanları düşündü -özbeöz anası- vardı. Yanaşmalar vardı, ahıra
yakın bir odada. Birkaç duvar ötede de, üzerine ölüm kurdukları süt kardeşi yatıyordu. "Bak," dedi ağa, oğluna iyice sokulunca. "Tüm köylerimiz, tüm topraklarımızın dışında olmalı bu iş. Hükümete göz kırparken, töremizi bozup Tanrı misafirini ele verdi dedirtmemeli, dosta, düşmana. Anladın mı ağalığın ustalığını oğul?" Gözlerini araladı. Yumdu gerisin geri. Hafif bedenini kıpırdattı yorganın altında. Buralara nasıl, neden geldiğini düşündü. Yıllar önce gitmişti bu köyden. Yıllar sonra, bir kaçak olarak geleceğini nasıl bilebilirdi o günler. Yazgı demiyordu ama böylesi dönüşe. Yazgıyı utandırmak, karalamak diyordu. Başkaları adına üstelik... Kapı tıkırdadı. Gözleri açıldı hemen. Süt kardeşinin evinde de olsa, tetik olmaya alışmıştı günlerden beri. Toparlandı. "Kimdir o?" "Benim," dedi ağanın oğlu. "Kalktıydım," dedi kapıya gelip sürgüyü boşa alırken. Odaya girdi, ağanın oğlu. Kapıyı örttü. "Babamdan bir şey istemişsin kardeşim," dedi usulcacık. "Gün iyice ağarmadan, savuşalım derim. Suyun öbür yüzüne geçirmek boynumun borcudur seni." "Sağol kardeşim," dedi. "Giyineyim." Ağanın oğlu çıktı. Odanın küçük penceresinden dışarıya baktı. Gün geliyordu. Evler incelmiş karanlığın içine, duvarlarını doldurmaya baş114 BEKĐR Đ/ILÛIZ lamıştı dünkü gibi. Evlerin ortaya aldığı küçük alanı da gördü. Az önce, kendisini suyun öbür yüzüne aşırtacak ağanın oğluyla birlik, süt kardeşlikle aşılanan çocuklukları kıpırdanmaya başladı bu alanda. "Kardeşim gel. Koşma öyle. Düşersin sonra. Kardeşim benim." Ağanın oğlu koşardı ama. Bu kez, kendisi yekinirdi durduğu yerden. Yakalardı onu. Sarılırdı. "Tatlı kardeşim benim," derdi sıcacık. Ağanın oğlu bakardı ona uzun uzun. "Biz nasıl kardeşiz?" diye sorardı ardından. "Senin evin bir göz, benim evim çok göz?" "Sütümü içmişsin sen. Anamın söyleyişi, bal gibi kardeş sayılırmışız bundan ötürü." Kapı tıkırdadı yeniden. "Hazırım," dedi. "Gel öyleyse, kimseyi uyandırmadan çıkalım," dedi ağanın oğlu. Eşikliğe çıktı. Bakındı çevresine. Odalar kördü. "Babanın ellerinden öpmek isterim," dedi, yeşil gözlerini kırpıştırırken. "Belki de hiç dönemem." Kıpırdandı ağanın oğlu. Babasının odasına doğru yürümeye niyetlendi. "Uyuyordur," dedi sonunda. "Döndüğümde, hakkını helal etmesini söylerim." Önce avluya çıktılar. Sonra her biri, bir ata bindi. Köyün güneyine daldılar. Atların yelesinden, sabah yeli gelip geçerken; ekinlerle sarmaş dolaş oluyordu yeleler çoğu kez. Ağanın oğlu, hafifçe öne eğilmişti. Atın hareketleri, bedeninde yaylanıp yumuşarken, süt kardeşi güçlük çekiyordu, atının sırtında. Yan yana oldular bir ara. Dönüp baktılar birbirlerine. Aynı ayda, hatta aynı günde doğmuş olmalarına karşın, ağanın oğlu iriydi, süt kardeşinden. Yeniden art arda oldular. Yeşil, umut dolu gözleriyle ağanın oğluna baktı. Kendisinin ne kadar cılız kalmış olduğunu, şimdi daha iyi görebiliyordu. Güneş çok ötelerde BEKĐR Uzandı tüfeğe. Yine emzikçi kadın girmek istiyordu aralarına. Bir öndeki oğluna, bir geride, eli tüfeğe yakın, yıllarca südüyle beslediği bebeye koşuyordu sanki. Yoksa tüfeğinde verdiğin göz dağından usanıp tetiği mi çekmek istersin oğluma, ağanın oğlu? Etlerim çürüyüp ota, kurda yem olmasaydı, memelerinizi gösterirdim size. Đşte derdim. Helal sana, ağanın oğlu. Fokur fokur emdiğin mememi ne çabuk unuttun? Beni besleyen er hakkını bile hiçe sayıp seni süt-leyen ananım ben. Önüne neden katmışsın oğlumu böyle? Tüfeği heybeden alacağı sıra, yeşil gözlü döndü ardına. "Yaklaşıyoruz değil mi?" Eliyle, tüfek yerine bacağını okşadı ağanın oğlu. "Sözün doğrudur kardeşim. Geldik, geleceğiz. Şu yöne çevir atını." Atların başını doğuya verdiler.
Kuytu bir yer mi ararsın yoksa? Vuracaksan, yüzünü yüzüne dönder. Đkinizi bir bedenden beslerken, gözümün biriyle sana, biriyle yeşilime bakmadım mı ben? Aşın acısını, tuzlusunu yediğimde, zehirlenmeyesin diye, ilkağzı, öz oğlumla sınamadım mı a yavru? Emanete hıyanetlik edilir mi hiç? Seni aldığımda el kadardın, koçlar gibi edip de vermedim mi, ala düşmüş anana? Oğlum da kapınıza yüz sürüp canını emanet etmedi mi? Neden katmışsın önüne böyle? Kurbanlık kuzu mu sandın onu? "Silahın var mı?" diye sordu ağanın oğlu. "Yok," dedi. Oğuz Atay Oğuz Atay (1934-1977), Đstanbul Teknik Üniversitesi Đnşaat Fakültesi'ni bitirdikten sonra Teknik Okul'da, Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi'nde görev aldı, Mey-dan-Larousse'un hazırlanışında çalıştı. Tutunamayanlar adlı romanıyla 1970 TRT Sanat Ödülleri Yarışması'nda başarı ödülü kazanarak dikkati çeken Oğuz Atay, sonradan dergilerde hikâyeler de yayınladı. Hikâye ve romanlarında kent yaşamının karmaşası içinde yabancılaşan aydının dramını, modern roman tekniklerinden ve değişik anlatım biçimlerinden yararlanarak alaycı bir anlatımın ağır bastığı, ayrıntılara inen bir tutumla yansıtmaya çalıştığı görüldü. Bütün gerçek sanatçılar gibi o da sağlığında beklenen ilgiyi görmedi. Ama ölümünden sonra özellikle romanları birçok kez basıldı. Oğuz Atay hikâyelerini tek kitapta topladı: Korkuyu Beklerken (1975). Tutunamayanlar dışındaki romanları ise şunlardır: Tehlikeli Oyunlar (1973), Bir Bilim Adamının Romanı (1975). OGUZAUy öylesine korkmuştum ki. Torbayı karıştırdı: Tuvaletle gittiğim ilk baloda giymiştim bunları. Her gece biriyle dışarı çıkardım, dans etmek için. Aman Allahım! Nasıl yapmışım bunu? Ellerinin tozunu elbisenin üstüne sildi. Mor ayakkabılarına baktı: Buruşmuşlar, küflenmişler. Sol ayağına giydi birini: Ölçülerim hiç değişmemiş. Utandı; yine de çıkaramadı ayağından. Topallayarak bir iki adım attı. Sonra resimlere yaklaştı, diz çöktü, yan yana getirdi onları. Dirseğiyle tozlarını sildi biraz. Beni de, kendilerini de anlamadılar. Ne kadar ağlamıştım. Aşağıda onlara bir yer bulabilir miyim? Koridorda sandık odasında... saçmalıyorum. Onları unutmadım, onları unutmadım. Babasının yüzünde gururlu bir somurtkanlık vardı. Aynı duvara aşamam onları. Evin düzenini hızla gözünün önünden geçirdi. Yan yana olmak istemezlerdi; mezarda bile. Resimlerden birini aldı; feneri yere bırakmıştı, hangi resmi aldığını bilemedi. Yüksekçe bir yere koydu onu. Biraz telaşlanmıştı; dizini bir tahtaya çarptı. Sendeledi, yere düştü: hafif bir düşüş. Kalkmaya cesaret edemedi; emekleyerek fenerin yanına gitti. Bir torba daha. Boşalttı: Eski fotoğraflar! Amacından uzaklaşıyordu. Bana baskı yaptığını düşünmemeliyim. Yüzüne karşı söylesem bile, içimden geçirmemeliyim bunu. Aceleyle resimleri ypre yaydı, elfenerini dolaştırdı tozlu karartılar üzerinde. Başka bir eve çıkmış olabilirdim, bir daha hiç görmeyeceğim birine bırakmış olabilirdim bütün bunları. Resimleri karıştırdı: Ne kadar çok resim çektirmişim yarabbi! Çoğu da iyi çıkmamış. Gülümsedi: O zamanlar ne kadar uzunmuş etekler. Çirkin bir uzunluk. Duruşlar da gülünç. Kimbilir hangi filmden? Arkamı dönüp yürüyormuş gibi yapmışım da birden başımı çevirmişim. Kime bakmışım acaba? Aynı elbiseyle bir resim daha. Yanımda biri var. Resim çok tozlanmıştı. Tozlu da olsa tanıyor insan kendini. Parmağını ıslattı diliyle; tozlar önce çamur oldu, sonra... Đlk kocasının gülümseyen yüzünü gördü parmağının rılmış, boşlukta. Dizleri titredi, dişleri birbirine çarptı, ayağının altından kayıp gitti döşeme; kayarken de ayağına çarpan resim masası devrildi. Kol yine boşlukta kaldı: Örümcek ağlarıyla tavana tutturulmuştu. Bu eliyle ne yapmak istedi? Bir şeyler mi yazmaya çalıştı? Ne yazık, hiçbir zaman bilemeyeceğim. Sol el yerdeydi, bir tabanca tutuyordu. Ah! Kendini mi öldürdü yoksa? Olamaz! Bir şey yapsaydı ben bilirdim; her şeyi söylerdi bana. Öyle konuşmuştuk. Beni bırakmazdı yalnız başıma. Sonra hatırladı: Bir gün tavan arasına çıkmıştı eski sevgilisi, şiddetli bir kavgadan sonra. Đkisinin de, artık dayanamıyorum, dediği bir gün. Ayrıntıları
bulmaya çalıştı: Belki de büyük bir tartışma olmamıştı. Biraz kavgalıydılar galiba. Gülümsedi. Bu 'biraz' sözüne ne kadar kızardı. Onu tavan arasında bırakıp sokağa fırlamıştı. Öleceğini hissediyordu. Peki ama neden? Bilmiyordu; duygunun şiddeti kalmıştı aklında sadece. Sonra 'onu' görmüştü sokakta: bütün mutsuzluğuna, kendini zayıf hissetmesine, ölmek istemesine rağmen 'onun' gözlerindeki ilgiyi, insanı alıp götüren başkalığı farketmişti nedense. O gün eve yalnız dönmüştü tabii. Ne kadar daha çok gün eve yalnız döndüm ondan sonra da. Şimdi karşımda konuşsaydı. 'Ne kadar daha çok' olur mu? deseydi. Titreyen dizlerinin üstüne çöktü, elfenerini tuttu onun yüzüne: Gözleri açıktı, canlıydı. Bakamadı, başını karanlığa çevirdi. Sonra baktı yine; onu, ölüm kalım meselelerinde yalnız bırakmayan gücünden yararlandı yine. Hiç bozulmamış; geç kalmasaydım böyle olmazdı belki. Üzüldü. Fakat hiç değişmemiş; son gördüğüm gibi, gözleri bile açık. Yalnız, gözlerin bu canlılığında bir başkalık var: her şeyi bildiği halde duygulana-mayan bir ifade. Görünüşüme bakma, içim öldü artık diye korkuturdu beni. Đnanmazdım. Öyle şeyler bulup söylerdi ki öldüğü halde. Belki beni izliyor yine. Yerini değiştirdi. Benimle ilgili değilsin diyerek üzerdim onu. Hayır, bakmıyor bana. Belki de düOĞUZATAl/ Duydum mu yoksa? Bir keresinde yukarda bir gürültü olmuştu galiba, rüzgâr bir kapıyı çarptı sanmıştım. Fakat nasıl olur? Onun tavan arasına çıkmasından günlerce sonra duymuştum bu sesi. Ve ben günlerce bir köşeye büzülüp kalmıştım. Hiçbir yere çıkmamıştım. Ateş etmişti demek. Yoksa kalbine... Titreyerek eğildi: Kalbine bakmalıyım. Elbisesinin sol yanı çürümüştü; elinin hafif bir dokunuşuyla dağıldı. Đçinden bir sürü hamamböceği çıkarak ortalığa yayıldı. Onun bakımıyla ilgilenmedim, elbiselerini hiç gözden geçirmedim: belki de dikmediğim bir sökükten yemeye başladılar hamamböcekleri onu. Deliği büyüttüler sonunda. Eliyle elbisenin altını yokladı. Neyse, iç çamaşırlarından öteye geçememişler. Derisi, olduğu gibi duruyor. Teni çok sıcak sayılmaz ama, kalbi yerindedir herhalde. Korkarak göğsünün sol yanına dokundu: Đşte orada, biliyorum. Başka türlü yaşayamazdım çünkü. (Çünkü'yüı cümlenin başında söylemeliydim; şimdi kızacak. Evet, her an onun sözlerini düşünerek yaşadım, şimdi acaba ne der diye düşündüm.) Yalnız bu kadarı çürümüş. Đyi. Şimdi onu nasıl inandırabilirim bütün bu süreyi onunla birlikte yaşadığıma? Onu unutmuş gibi yaşarken onu düşündüğüme? Anlamaz, görünüşe kapılır, anlamaz. Başkasına rastladığım için;*bu yeni ilişkinin her şeyi unutturduğunu düşünür. Oysa her şeyi hatırlıyorum; tavan arasına çıktığı gün bu elbiseyi giydiğini bile. Elfenerini ölünün üzerinde dolaştırdı: Örümcek ağlarının gerisinde sesli bir görünüşü var. Yalnız ağların arasından elimi, onun kalbine götürdüğüm yer biraz karanlık. Rüya gibi bir resim. Birlikte hiç resim çektir-memiştik. Bir sürü şey gibi bunu da yapamadık nedense; bir türlü olmadı. Bir koşuşma, durmadan bir şeylerle uğraşma... Neden koşuyorduk, acelemiz neydi? Tavan arasına çıktığı güne kadar, bir şeyin arkasından hep başka bir şey yaptık, hiç durmadık, hiç tekrarlamadık. Sonra köşemde kaldım günlerce; ne 125 EN GÜZEL TÜRK HĐKÂYELERĐ yedim, ne düşündüm. Sigara içtim durmadan. Evi yaşanmaz bir duruma getirdim sonunda. Bir savaş sonu kargaşalığı sardı her yanı. Düzen içinde yaşamayı bir bakıma sevdiğim halde, dayanılmaz bir pislik ve pasaklılık içinde çırpındım. Belki de böylece kendimi cezalandırmış oldum. Sokağa fırlamak, 'ona' gitmek için, öldürücü bir ümitsizliğe düşmek istedim. Kimbilir? Belki de, kendim için böyle kötü şeyler düşünmemi istersin diye söylüyorum bunları. Fakat senin öleceğini, kendini öldüreceğini hiç düşünmedim. Uzak bir yerde, hiç olmazsa, görünüşte sakin bir yaşantı içinde olacağını hayal ettim senin. Işığın altından kaçmaya çabalayan bir hamamböceği takıldı gözüne, kendine geldi. Elfeneriyle izledi böceği: Çirkin yaratık, yukarı çıkmaya çalışıyordu ağlara takılarak. Böceğin ayakları, elbiseyi parçalar diye korktu. Yıllar geçmişti, küçük bir dokunuşa dayanamazdı, kimbilir? Đşte, boynundan yukarı doğru çıkıyor, yanağında biraz sendeledi: Sakalı biraz uzamış da ondan; zaten her gün tıraş olmayı sevmezdi. Yanaktan yukarı çıkan böcek, şakağa doğru gözden kayboldu. Elfenerini oraya tutsam mı? Hayır. Korktu; fakat yarı karanlıkta kurşunun
deliğini gördü. Titreyerek geri çekildiği sırada, aynı delikten çıktı hamamböceği: Bacaklarının arasında küçük, pürüzlü bir parça taşıyordu. Dehşete kapılarak feneri deliğin içine tuttu: ışınlar, kafatasının iç duvarlarında yansıdı. Eyvah! Böcekler beynini yemişlerdi, en yumuşak tarafını. Belki de hamamböceği son parçayı taşıyordu. Kendini tutamadı: "Seni çok mu yalnız bıraktılar sevgilim?" dedi. Aşağıdan, başka bir deliğin içinden sevgilisinin sesini duydu. "Bir şey mi söyledin canım?" Elini telaşla kitap sandığına soktu. "Hiç," diye karşılık verdi aceleyle. "Kendi kendime konuşuyordum." F:/9 EN GÜZEL TÜRK HĐKÂyELERĐ çalışmak da anlamsızlaşıyordu. Kara perdelerini sıkı sıkı örttüğümüz pencerelerimiz gerisinde, mavi kâğıtlara sardığımız lambaların donuk ışığında satılıp satılmayacağı belirsiz kısa hikâyelerimizi yazmaya çalışıyorduk. Allahtan, aldıkları malı doğru dürüst incelemeden, üstelik iki misli para vererek kapışan yataklı vagon yolcuları vardı. Bunlar yemeklerini yemekli vagonda yedikleri için bizim pis ayrancılara, elmacılara ve sucuk-ekmekçi-lere (özellikle onlara) aldırmazlardı. Ülkede taze olarak hikâye satılan tek istasyon olduğu için bizim ünümüzü de duymuşlardı. Onlara her zaman ilk kopyayı ayırırdık: titiz müşterilerdi. Ne var ki, onların da rahat yataklarından kalkmaları, gece yarısından sonra bir hikâye almak için uyanmaları kolay değildi. Yine de bir kolayını bulmuştuk. Yataklı vagon memurlarına birkaç kuruş vererek yolcuları bizim istasyonda uyandırmalarını sağlıyorduk. (Ayrıca her gelişlerinde bedava birer hikâye alıyorlardı bizden. Okuduklarını pek sanmıyorum. Herhalde elden düşme satıyorlardı.) Yataklı vagon yolcuları da olmasa halimiz haraptı. Bunlardan bazılarıyla ilişki de kurmuştuk. Acıklı durumumuzu bildikleri için, onları geçirmeye gelen dostlarının getirdikleri pasta kurabiye gibi yiyecekleri de bize verdikleri olurdu. Genellikle geceleri çalıştığımız için çok acıkıyorduk. Hikâyeleri geceleri yazıyor, geceleri temize çekiyor, geceleri satmaya çalışıyorduk. Ekspres uzaklaştıktan sonra yorgun argın istasyon binasına döner; bekleme odasında, yataklı vagon yolcularının verdiği kurabiyeleri yerdik. Bazen öteki satıcılar da gelirdi bizimle birlikte. Ayrancı satamadığı ayranından ikram ederdi bize, nasıl olsa ertesi sabaha kadar ekşiyecekti ayranı. Bize biraz acıyorlardı galiba. Elmacı da -her zaman değilbir elma soyardı bizim için. Biz onlara satamadığımız hikâyelerimizi veremezdik. Hiçbiri okuyup yazma bilmiyordu. Sadece sucuk-ekmekçi bazen hikâyelerimizden EN GÜZEL TÜRK HĐKÂĐ/ELERĐ di. Genç Yahudiyi tedavi ettirecek bir madde bulunamaz mıydı? Đşlerin kötü gittiğini herkes biliyordu. Daha kestirme bir ulaşımı sağlamak için bizim istasyona uğramayan bir demiryolu yapılacağı söylentileri de dolaşıyordu. Artık sadece posta trenleri uğrayacaktı buraya. Üzüntüler içindeydim, üstelik âşık olmuştum. Elbette, üçüncü kulübede oturan genç kadına âşık olmuştum. Bir gece, bizi tanımayan bir yataklı vagon memuru onu iterek vagon kapısından dışarı atmıştı. Seyyar satıcıların yataklı vagona girmesi yasaktı. Genç kadın tozlu yerlere düşmüş, sepeti, hikâyeleri ortalığa saçılmıştı. Onu teselli ettim, saçlarını okşayarak ağlama, dedim. Peronda ikimizden başka kimse yoktu. Öteki satıcılar çabuk satmışlardı mallarını, hemen ayrılmışlardı istasyondan; son zamanlarda onlarla aramız iyi değildi: Yataklı vagonlara kapalı şişelerde, sağlığı koruma yasalarına uygun olarak hazırlanmış gazoz, saydam kâğıtlara sarılmış sucuk-ekmek filan satmak istiyorlardı. Yataklı vagon memuruıiu da ayarlamışlardı. Yarabbi, her gün neden yeni sıkıntılar çıkıyordu? Bu doymak bilmeyen yataklı vagon yolcuları da, yemekli vagonda o kadar yemek yedikten sonra -kimbilir neler yiyorlardı- gece yarısından sonra yine acıkıyorlardı. Allahtan geçici bir tüzük maddesi bulmuştuk ve henüz yataklı vagona yaklaşmaya cesaret edemiyorlardı bu yüzden. Bu münasebetsiz yasa da bir ay sonra yürürlükten kalkıyordu. Đkimiz -genç kadınla ben- gece soğuğunda titreyerek birbirimize sarılmıştık. Bizi bu kasabaya hangi rüzgâr atmıştı? Ne
kötü şartlar altında çalışıyorduk. Yiyecek satıcılarıyla, tren memurlarıyla, açlıkla ve sefaletle uğraşmaktan sanatımızı doğru dürüst yapamıyorduk. Her şeyden önce doğru dürüst kitabımız bile yoktu. Kitap almak için büyük şehre gidecek tren paramız bile yoktu. Bu şartlar altında bizden ne beklenebilirdi? Düşündükçe durumumuzun ümitsizliğini ve garipliğini daha iyi anlıyorEN GÜZEL TÜRK HĐKÂYELERĐ kuramazdım. Đstasyon dışındaki dünyayla ilişkilerimiz de gittikçe kendiliğinden azalıyordu. Gazetelerin pahalanması ve artık trenden başka araçlarla taşınması yüzünden önce güncel olaylarla ilişiğimizi kestik. Sonra yeni demiryolu hattı açıldı ve ekspres haftada bir gün uğramaya başladı. Bu benim de işime geliyordu. Artık bir çırpıda biten ve beni telaşla peşinden koşturan kısa hikâyeleri yazmak istemiyordum. Bütün gün odamdan çıkmadan yazıyordum. Yalnız bitişikteki kunduracının gürültüsü aklımı karıştırıyordu. Çünkü artık genç Yahudi yoktu; bir süre önce ölmüştü. Aslında ben yanıma genç kadının taşınmasını istiyordum. Ne var ki, istasyon şefi, ben daha bu isteğimi belirtmeye fırsat bulamadan bir gün -bir süre öncekundarıcıyla göründü. Adam da hemen yerleşti. Bu dağ başında onun işi de bizimkinden iyi sayılmazdı. Kunduracıya genç kadının kulübesine geçmesini teklif etmeyi düşünüyordum. Bu düşüncem de sanıyorum çok uzun sürmüştü. Çünkü bir gün onun kulübesine gittiğim zaman, yanı ona bu teklifimi bildirmek için... neyse biraz aklım karıştı. Fakat şöyle olmuştu: Yani genç kadın bir süre önce gitmişti. Evet, kulübesi boştu. Benim uzun hikâyelerimden birini yeni bitirdiğim ve uyuyakaldığım bir gece, trene binip gitmişti. O günlerde kafam daha da karışıktı. Bu uzun hikâyelerim nedense hiç satmıyordu. Ben de haftada bir satış yaptığım için galiba biraz fazla istiyordum. Hikâyelerin de açık ve seçik olduğu söylenemezdi. Günlerimi yarı aç yarı tok geçiriyordum. Bir gün -yani bir süre sonra- bir yolcu daha önce -bir süre önce- kendisine satmış olduğum hikâye hakkında ağır eleştirilerde bulundu. Sayfa numaraları da karışıktı. Ben de ona bir haftadır aç olduğumu söyledim. Hayır, söylemedim. Bunu başka bir yolcuya bir süre sonra- söyledim. Bir süre önceki yolcuya her şeyi bilerek yaptığımı anlatmaya çalıştım. Birçok şeyi unutuyordum. Fakat eleştiriler konusunda hasEN GÜZEL TÜRK HĐKAYELER} bilmiyordum. Yani hiçbir adres bilmiyordum. Buna inanmazlardı, bunun için utanıyordum. Bana herhangi bir adres söyler misiniz? diyemezdim. Oysa herhangi bir adres yeterliydi benim için. Bir zorluk daha vardı o zamanlar. Şimdi de var -yani bir süre- geçtiği halde. Kendi adresimi de bu mektupta yazmak sorunu beni düşündürüyor. Bu hikâyemi, ekspres ya da posta treni artık -belki de sadece belirli bir süre için- geçmediği halde, bir yolunu bularak okuyucularıma -artık müşterim kalmadı- iletebil-sem bile nerede bulunduğumu nasıl anlatacağım? Bu sorun da beni düşündürüyor. Ama yine de ona yazmak, hep onun için yazmak, ona durmadan anlatmak, nerede olduğumu bildirmek istiyorum. Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba? 136 i Soysal Sevgi Soysal (1936-1976), Ankara Dil ve Tarih-Coğ-rafya Fakültesi'nde klasik filoloji öğrenimi gördü. TRT'de program uzmanı olarak çalışırken 12 Mart döneminde tutuklanıp bir yıla hüküm giydi. Dört aylık sürgün cezasını da Adana'da geçirdi. Özgürlüğüne kavuştuktan sonra Politika gazetesinde köşe yazıları yazdı. Ama bir süre sonra genç yaşta kansere yenik düştü. Đlk hikâyelerinde bireyin mutsuzluğunu, bunalımlarını işleyen Sevgi Soysal, daha sonra toplumcu sanat anlayışına bağlı öykü ve romanlar yazdı. Gerçekliği bireytoplum diyalektiği içinde veren, ama bireyi salt toplumsal koşullarıyla değil, kendi içinde de derinlemesine araştıran usta bir sanatçı olarak belirdi. Đnsan ilişkilerini, bu ilişkilerin değişik yönlerini ve varoluş biçimlerini söyleve kaçmadan, kimi zaman duyarlı bir anlatımla yansıttı. Hikâyelerini üç kitapta topladı: Tutkulu Perçem (1962), Tante Rosa (1968), Barış Adlı Çocuk (1976). Romanlarının adlan ise şunlardır: Yürümek (1970), Yenişehir'de Bir Öğle l'akti (1973), Şafak (1975).
SEVGĐ SOllSAL nu kavramak zor değil. Ağzımın içinde tutuklu bir çığlık salıverildi. Đnlemelerle uzayan koridorda yerimi aldım. Bugün dışkımda kan vardı. Doktor da görünmedi bir daha. Haber salmalı. Sabah bir uğramayla olur mu? Şöyle bir, "Nasılsınız," deyip gidivermekle savuşturuyor. Biz terbiye gördük. Nasılsın, denince, iyiyim dememiz bundan. Doktor dediğin bunu bilip defa defa hatır soracak. Ben sabahın köründe dışkımda ne çıkacağını ne bileyim? Sonra çıktı işte, kan çıktı. "Ay oğlum baksana! Sabah beri sana doktoru çağır, diyorum." Bak bak şuna, oralı bile olmuyor. Ben kadın halimle dışkımda kan var demekten utanmıyorum, o anası yaşında kadını duymazlıktan geliyor. Başımıza erkek koymuşsunuz bari terbiyesini verin. "Çok gücüme gidiyor doktor bey âlemin adamına sürgümü koydurmak," dedim de doktor aldırdı mı? Yooo! "Bir tek bakım odamız var anne." Ben niçin onun anası oluyormuşum, terbiyesize bak! "Bunca adamın ördeğini kadın mı tutsun?"muş. Terbiyesizlik ki, bu kadar olur. Bana ne elin adamlarının... tövbe, şeyinden. Kim tutarsa tutsun. Bir de kadın var ya, o bu bakıcıdan da beter. Dereceyi bile pislik tutar gibi tutuyor, değil sürgü sürmek. Şu yeni gelen kadın da inleye inleye içerimi daralttı. "Oğlum baksana buraya! Şu yeni gelen kadın uyandı. Aaa burada sapır sapır ölüncek ki biri kımıldaya." Đşte yine sıkıştım. Đşin yoksa dikişlerini tuta tuta git helaya. Bunlara kalsa hacetimi helanın içine yapı-cam ki, iş çıkmasın. Dışkımdaki kanı da kimse görmesin. Gittim heladaki sürgüye yaptım ben de. Bi de baktım ki kan. "Oğlum... Oğlum... Allarımı seveyim doktora haber ver, dışkısından kan çıktı, de." "Kan." Hatırladım bu sözü. Ameliyat sırasında uyanmış olmalıyım. "Kan bulunmadı mı? Tansiyon düşüyor." O an bana SEVGĐ S0\lSAL tağına işeyip duruyor. Yemek de geç kaldı bugün. Neyse bunların yemek derdi yok, hepsi serumlu. Ama serumun da bir kötülüğü çok işetmesi. Artık işin yoksa ördek koştur. Bak bağırıyor yine, dışkısında kan varmış. Şeytan diyor ki, git suratına suratına, "Elbet kan olacak, sen ülser ameliyatı oldum sanıyorsun ya avucunu yala, sendeki ülser değil kanser!" diye bağırıver. Kanser. Bir şakayı geç anlar gibi anlıyorum şimdi durumu. Nasıl olup da bunca geç kavradığıma şaşarak. Kitabımı, diş fırçamı, gece yatısı için gerekli olabilecek daha birkaç parça eşyayı yanıma almayı düşündüm de, bunu niçin düşünmedim hiç? Oysa çok akla yakındı. "Ben" sözcüğünü hep birtakım kavramlar, düşünceler, beden ötesi durumlar içinde kullanmak; hep soyutlamak kendini ve sonunda bedeninin gizleyebileceği, barındırabileceği hastalıkları hiç getirmemek akla; mümkün, somut cürümlere yan çizeceğini sanmak. Gelişen kavramlar, bilendikçe bilenen algılamalar hiçbir bağışıklık kazandırmaz oysa bedene. "Ben"in çevresi genişledikçe, daha büyük bir coğrafya ve daha çok insanla zenginleştikçe, ister istemez kendisini de biraz kahramanlaşmış bir merkez olarak gören biri olmak çok mümkün. Bu ben, sıradan insanları öldürücü öldürüveren hastalıkları kendisine hiç yakıştırmamış olmalı. Kendisi için geniş bir coğrafyayı ve bir o kadar kalabalığı ilgilendirebilecek ölümler düşünmüş olmalı. Bunda gülünecek bir yön yok. Şaka geç anlaşılmış da olsa. Kanser olmak. Hiçliğini, sıradan ölümünü tatsız bir biçimde kavramak. Ya da kendini önemsemenin yeni ve kötü çarelerinden biri. Soluk alamıyorum. Sağ ciğerime yükleniliyor. Tepemdeki floresanın ışınları bile ağır geliyor. Ellerimle itelemek istiyorum onları. Sol elimin üstüne batırılmış serum iğnesi yakıyor. Sağ elimse kıpırdamıyor bile. Sağ kolumu "göğsümün", ciğerim demek daha doğru olacak, üstüne bağlamışlar, iyice SEVGĐSOySAL "Yok kanser, kanser ya, Allahı varmış* da memesini kestiler kurtuldu. Sen başka kanserden kork. Şu dipte yatan aslan gibi adam var ya, karaciğer kanseri, gidici. Đçerdeki kanser daha berbat olur, sinsi sinsi seni yer de haberin bile olmaz. Mide bu, kesmekle başa çıkılır mı?" "Mideyi de nerden çıkardın. Karaciğer kanseri demedin miydi demin?" "Ha onunki karaciğer." "Bununki de meme, mideyi nerden çıkardın?"
Kanser sözcüğü çoğaldı sanki. Sanki birden çok sık kullanılır oldu. Artık yığınla sözcük arasından hep bu sözcüğü mü çekip çıkaracağım. Ses dalgaları en çok, kanser sözcüğüyle mi patlayacak kulağımda? Bencil bir ahmak gibi, kendiyle ilgili şeyleri duya göre başka adları ve anlamları kavrayamaz olmak. Çevremde hiç ilgimi çekmeyen nice kanser olayı vardı kimbilir? Dünyadakiler bir yana. Hayatın ve bilimin kansere açtığı amansız savaş hiç de ilgilendirmiyordu beni. Đlgilenecek daha güzel ve anlamlı bulduğum savaşlar varken. Onların yanında küçük ve dar cepheli bir savaştır kanser savaşı. Ama bütün küçük ve dar cepheli savaşları küçümsemek, insanı büyük bir cephenin savaşçısı kılmaz. Büyük ve anlamlı savaşlara inanmak, tam anlamıyla kavga içinde olmayanları oyalanma tuzağına öyle bir atar ki, durduğun ölü noktanın, sadece boşluğa götüren durağanlığın seni kötü bir mikrop gibi tüketmiş olduğunu anlayıverir-sin; küçümsenmiş bir düşmanın karşısında, daha savaşamadan yenilirsin. Varsın, durduğum yerde bir hindi gibi semirttiğim ölüm, kanser biçiminde şakalaşsın benimle. Onu bir hindi gibi kesip attılar içimden. Hayat çekilişinden ölümsüzlük piyangosu çekmiş gibi seviniyorum. Durduğum yerde şu ya da bu düşmanca kemirilmemek mümkünmüş gibi. Durmak. Hastalığımın, SEVGĐ SOI/SAL sebil gibi karşısına yığılıyor. Yine de ölürayak yatağı bulunca bize okumadığı dua kalmadıydı Meryem'in. Bununki yüz bulma, memeyi kestirdi ya, kurtuldum diye şımardı. Öleceği olsa, yattığı yerde kımıldamaz, canım yorulur da çabuk çıkar diye ödü kopar. Şu kocamış karının da sabah beri kafa eti yemesi, dışkım da dışkım diye nefes tüketmesi, kurtuldum sandığından. Doktor ülserlerin varmış dedi ya, ölüm korkusu azaldı, azıp edepsizleni-verdi. Şu doktorların işine akıl ermez. Hastalara öleceklerini söylemezler. Söylememeleri hastayı düşünmekten değil, bizi düşünmemekten. Tabii hastanın nazını, edepsizliğini çeken onlar değil biz. Söylemeli, ölecen diye suratına suratına söylemeli ki, ecel korkusuyla olsun sinsinler azıcık. "Çözün kolumu, ne olur çözün!" Bak hele şuna. Kolunu da kesmediklerine şükredeceğine, kolum sarılmış diye dertlenir. Hasta kısmı insan dölünün en beteridir. Can korkusu kalktı hanımın, serbestlemek istiyor. Azrail bir gözükecek olsa, hastanenin tüm sargısıyla canını göbeğine bağlatmaya kalkar. "Oynama kolunlan. Yoksa derin kemiğe yapışmaz, ondan sonra işimiz yoksa göğsünde biriken pis suları akıtıp duralım." Korku. Bedenimin alabileceği yeni biçimler. Yeni ve pis birikimler üreten bir beden. Alışılmadık, benzersiz çirkinlikler kazanmış bir neden. Güzelliği de çirkinliği de soyutlamışım şimdiye dek. Hiçbiri gerçekten sorunum olmamış. Güzelliği, çirkinliği kavramlaştırmak, birbirlerine bağlamak kolaydı şimdiye dek. Şimdi çirkinlik, alışılmadık ve yepyeni bir biçimde bunca yakı-nımdayken, yakınımda değil bendeyken, onu soyutlayabilmek, güzellikle arasındaki kopmaz bağlantıyı yakalamak. Mümkün mü? "Kocam? Kocamın haberi var mı?" SEVGĐ SO\!SAL "Aaa şuna bak! Biz burada bedava mı kalıyoruz? Herkes parasını veriyor." "Yok bir de bedava kalacaktın? Hastane başka, bakıcı başka. Birinden parayı esirgemeyen ötekine de esirgemeyecek ki..." "Öyle şey olur mu? Elbet bakıcısı da içinde olacak. Yarın oğlum doktora şikâyette bulunsun da..." "Bulunsun. Hastabakıcıları hastalara bulan kim? Doktorlar. Hem zorlan değil, istemeyle. Devletin verdiğine razı olmayan ya hastabakıcıyı tutar ya da ağzını kapatıp susar. Anladın mı hanım teyze?" "Ne terbiyesiz adamsın sen! Aaaa vallahi bas bas bağıracağım şimdi!" "Bağır! Bağırmaylan kanser şifa bulsa, bunların hepsi taburcu olur." "Kanseri de nerden çıkardın yine. Bana ne kanserden... Bunun kocası biliyor muymuş kanser olduğunu?" "Ben diycem bilmiyorsa. Bilsin de ona göre tedbirini alsın." "Şey, lütfen, bilmiyorsa siz bir şey söylemeyin, ben kendisine söylerim."
"Müjdem ne olacak peki? Adama önce kanser diyeceğim, sonra da kurtuldu. O da kulunu sevindirecek. Meraklanma sen. Bir doktor gömleği uydurdum mu kocanı sokuveririm buraya." "Nasıl sokarsın? Dün benim oğlum giremedi." "Oğlun istedi mi seni görmek." "Đstemez olur mu? Doktora söylemiştir." "Doktorlan iş mi olur? Bize başvuracak ki... Đstersem ölmüş adama bile sağlam raporu çıkarttırırım." "Oh oğlum! Şu benim sürgüdeki kanlı dışkımı doktora bir daha söyleyiversen, sevaptır." CELLAT FUCHS KEN1 HALKINA NASIL KARISlP Kentin ortasından kıvrıla kıvrıla kentin dışındaki surlara varan ırmak celladın evinin orda ikiye ayrılıyordu. Kentle ve ırmakla kesin bir sınırı vardı celladın evinin. Kentin bittiği yerdi bu ev. Kentin olabilecek en ırak noktası. 1400 yılından bu yana Fuchs ailesi bu evde otururdu. 1400 yılından bu yana kentcellatlığını babadan oğula devreden Fuchs ailesi. Onlar kentin içinde oturmazlardı. Yasaktı bu. Kentin insanları arasına karışmaları da. Evlerinin önünden ırmağın bir kolu akardı. Celladın bahçesine girebilmek için ırmağın üstündeki özel köprüden geçmek gerekirdi. Kentin gözüpek çocukları bazen bu köprüye kadar sokulurlar, sonra celladın bıçağı boyunlarına değmişçesine kente kadar soluk almadan koşarlardı. Ortaçağ'dan 1900'lere kadar kaç çocuk bilir bu korkuyu. Yabancı, cellat çocuklarını ıraktan seyretmenin ne olduğunu bilir. Fuchs'lar kızıl saçlıydılar. Ortaçağ'dan beri. Kızıl saçlılık bir şeytan işareti sayılırdı. Hem şeytanla, hem cellatla ilişkili çocuklar. Kimselerle konuşmazlardı. Kimse onlara cevap vermezdi. Bunu gerektirecek bir durum olamazdı. Ailenin kadınları kent pazarına gidemezdi. Kimse onBarış Adlı Çocuk, 1976. SEVGĐ SOllSAL çok uzun zamanlarını değerlendirmeyi öğrenmişlerdi. Şarap yaparlardı. Kilim dokurlardı. Örgü örerlerdi. Gitar çalarlardı. Şiir yazar, şarkı söylerlerdi, dört sesli. Tavuk yetiştirirlerdi. Her güz evlerini onarırlardı. Her güz panjurları boyarlar, damı aktarırlar, evlerine yeni ek duvarlar örerler, kapılar yontarlar, marangozluk yaparlar, yaptıkları eşyaları cilalarlardı. Aralarında duvarlara resim yapanlar da çıkmıştı. Gözlerini göğe kaldırmış, kukuletalı başlıklar giymiş, kızıl saçlı adamların resimleri. Meyve resimleri. Đsa'lar, Meryem analar, haçlar, kuzular, çayırlar, çobanlar, çiçek açmış şeftali ağaçları. Aileden biri, idam edilen ihtilalcilerden birinin resmini yapmıştı arkadan. Cellat soyunu etkilemiş tek idamın resmini. Đnce boyunlu, kıvırcık uzun saçlı bir oğlan çocuk yüzü. Mavi gözler inatçı. Gözyaşlarıyla güzelleşebilecek gözler. Kuru, inatçı, öleceğini bilen, sonu bilen gözler. Joseph Fuchs bütün gece kadehini o resme kaldırdı durdu. Ortaçağ'dan atalarından miras kalan bıçağı mahzene kaldırmıştı. Ortaçağ'dan bugüne uzanan bir damar kopmuştu. Damardan oluk oluk kan akmıştı. Bütün o ölülerin kanı. Joseph Fuchs onları unutmak için şarap içmişti. Artık özgürdü. Artık uzanan boyunları kesmek zorunda ojmamak. Artık öldürmemek hakkına sahip olmak. Bu artık kızıl saçlı olmamak gibi bir şeydi. Joseph Fuchs köprüyü geçti. Surun dibinden yürüyerek kente vardı. Önüne gelene günaydın diyordu. Bir şarkı söyler gibi, tutkusunu haykırır, aşkını açığa vurur gibi. Günaydın bay postacı, günaydın bay gazeteci, günaydın bay polis, günaydın bay çöpçü. Kimse selamını almıyordu. Alışırlar. Bir adamın artık öldürmemesine alışmak, öldürmesine alışmaktan belki daha zor. Belediyenin merdivenlerinden çıktı. Günaydın bay kapıcı. Günaydın bay odacı. Bütün günaydınları merdivenlerin, hollerin gri boyası üstünde yapıştı kaldı. Kirle karışık. Odacı duvarların SEVGĐ SOI/SAL kadın, müşterileri bir şey demediler. Ona bakmadılar. Bitmesini, idamın bitmesini, gitmesini beklediler öyle. Đdam bitti sonunda. Dışarı çıktı. Irmak boyunca yürüdü. Irmak boyunca müşterileriyle sevişen orospular paralarını bile almadan kaçıştılar. Müşteriler sövdüler. Gece kapılarını örttü. Ay saklandı. Bulutlar arkalarını döndü. Karanlık kaçışan orospuları, söven müşterileri sakladı. Onu almadı. Karanlık kapılarını kapadı Fuchs varmadan. Koşmaya başladı.
Yeniden oynaması çocukların, kadınların gülümsemesi, yeniden mırlaması kedilerin, kapıların yeniden açılması için. Kentin idamları yeniden neşeyle seyredebilmesi, birahana-dekilerin yeniden sarhoş olması, şarkı söylemesi, orospuların müşterilerini memnun etmesi, tek suçlunun cellat olabilmesi için. Bu eski, Ortaçağ'dan kalma, bu aşağılık ve o kadar güzel, o kadar vazgeçilmez rahatlık için. Kentten kaçmaya başladı. Karanlığın çözülmesi, ayın görünmesi için. Karanlık açmadı kapılarını, ay görünmedi. Fuchs ansızın ırmağı buldu önünde. Irmak açtı kapılarını ama. Karanlık suların derinlikleri Fuchs'u içeri aldı. Orada o çok hızlı geçen son anda Fuchs, artık öldürmemenin zor olduğunu anladı. Artık öldürmemekten vazgeçti. Ortaçağ'dan bu yana bildiği tek şeyi bırakmaktan. Tek suçlu olmamaktan. O son anda, elinde atalarından kalma kılıç, kentin bütün memurlarının, komisyon üyelerinin, karılarının, metreslerinin, çocuklarının kafasını kesti durdu, kesti durdu. Karanlık kapılarını açtı. Ay göründü. Kıpkızıl akıyordu ırmak. Ay baktı ırmağa. Fuchs'un suçunun kentin kanıyla kardeşçe aktığını, Fuchs'un suçunun kentin kanına karıştığını gördü. )SHAKn Karın üstünde ay doğdu. Geniş bir ova gibi uzanan yayvan vadide, küçük tepelerin ince karını tozutan rüzgâr ve uzaklarda yalnızca hafif hışırtıları işitilen kuru ağaçlar dondu. Çiftçi, ayak izlerinin belirsiz, uzun dikişine baktı. "Tipi durdu. Artık belli oluyor," dedi. Öbürü -gocuğuna bürünmüş, şapkalı, ablak yüzlü biriydi-şaşkınlıkla çiftçinin yüzüne baktı. "Ne olacak? Kaçıyor muyuz?" "Yok canım. Kaçacak olsak mesela!" Karları gıcırtıyla ezerek yürüdüler. Uzakta iki ağacın karanlık oyuğu. Gökyüzü taş bir duvarın uzak, net yankıları gibi arası-ra duyulur duyulmaz köpek sesleri getiriyor. "Daha çok mu uzak?" "Hayır," dedi çiftçi. "Geldik, şu iki ağacın altında." Gözleri parlıyordu. Bıyıksız yüzü bir çocuğunkini andırıyor. "Yorulduk birader!" Ağaçların ince dalları ayı bölüyor. "Burası işte," dedi çiftçi. Ağaçların öbür yanında bir tek pencereyi koruyacak kadar kalabilmiş yalnız bir duvar yıkıntısı. <*) Đshak, 1959. OM AT KUTLAR çiftlikte bırakmayıp aldığıma sevineceğim. Hay allah... Ben de aptal aptal ördek avlayacağız diye düşünüyordum." "Tabancayla ördek avlandığını gördün mü?" Birden donuklaştı çiftçinin yüzü. Sessiz bir çakal gibi başını ileri uzattı. Taşın üzerinde yana eğilip kulağını tümseği kaplayan kara yaklaştırdı. Ayışığında, çelimsiz serçe ayaklarının oyduğu buzlu kar çiçekleri. "Dinle," dedi. "Neyi?" "Gecenin ve tümseğin altından durmadan kendini hatırlatarak geleni. Çok eski bir şey bu." Şapkalı, kulağını tümseğe yaklaştırdı. Bir an bir şeyler duyduğunu sandı. Sonra bu seslerin uzaktaki bir köpeğin uluyuşu-na karışan rüzgâr uğultusundan başka bir şey olmadığını düşündü. Doğruldu. "Hadi canım sen de," dedi. "Bugün bir tuhaf halin var. Hani o baykuş masalını anlattığın günden beri de, dikkat ettim. Pek acayipleştin. Sinirlerin bozuk. Đçini korku bürümüş. Seni severim bilirsin. Yoksa işi gücü bırakıp dağın başına gelir miydim? Dinlenmelisin. Ben bunu bilirim!" Çiftçi büyülenmiş gibiydi. Hafif yana eğilmiş, kulağı tümsekte, gözleri ölü bir noktaya dikilmiş duruyordu. Sonra kendi kendine mırıldanır gibi konuşmaya
başladı. Önceleri kesik, hızlı, sonra sakin, güvenli bir tonla döktü içindekileri. "Bilmem ki. Belki gerçekten öyleyim. Evet evet. Dinlenmeliyim. Şimdi bir hafta uyusam. Uyusam uyurum bir hafta. Kar çekiyor kar." Durdu. Gözlerini şapkalıya dikip, "Bir şey soracağım sana," dedi. "Ama açık konuş. Benim hiç deli olup olmadığımı düşündün mü?" ONAT KUTLAR "Kimse yok. Gece uzun. Sana her şeyi anlatabilirim, ispat edebilirim. Bütün bunlara yetecek vaktimiz var. Gerilerde fırtına izimizi yontuyor. Kimse duymayacak bunları. Yalnız üçümüz." "Nasıl üçümüz?" Şapkalı çevresine bakmıyordu. "Sen, ben, Đshak!" "Đshak mı? O da kim?" Çiftçi gözlerini astığı ağaç dalını ve dala tünemiş kuşu göstererek gülümsedi. "Đshak, işte!" Öbürü sıkıntıyla başını salladı. Çiftçinin yüzüne dikkatle baktı. Alay etmediğini anlayınca üzüldü. Zorla gülerek: "E... Sonra?" dedi. "Tuhaf bir yaratıktır bu Đshak. Yıllardır bir işi var. Aylı gecelerde ağaca konup yeryüzünü gözetler. Tahtakuruları gibi alışkanlıklarının alçak duvarları arasında yaşamayı seven bir yığın insanın çekip iyimser bir çamura batırdığı teraziyi dengede tutmaya çalışıyor. Bugüne kadar oldukça başarıyla yürüttü işini. Hep bu garip gözleri. O iki parıltı sarsıntısız görünen hayatımızın gizli bir köşesinde karanlık iki iğne deliğidir. Öbür yanına sonsuz bir görüntü evreni iletiyor. Bir anlam piresi gibidir Đshak. Uzak yerleri atlar. Ama hep bu daldan yeryüzünü gözetler. Onu çok eskiden buldum. Kolayca tanıştık. Bu tümseğin eski günlerini de biliyor. Bana anlattı. Dinlemek istersin değil mi! Yo... yo... gülme! Hakkımda neler düşündüğünü biliyorum ama açıklamanı istemem. Biliyorum. Neyse. Bu tümseğin eski günleri. O çürümüş, eski bir kıta gibi buraya gömüldü. Bu çizgi geniş bir çöküntünün ve karın altını dolduran boz toprak uzun bir yangının artığıdır. Bu felaketler, bu görünmeyen, nehir nice zaman yakınımızdan gürültüyle geçti. Kimse duymadı onu. Đşte şimdi bu EN GÜZEL TÜRK HĐKAYELERĐ batık evren boynuzunun ucu görünen dev bir öküz gibi toprağın altında derin soluklarını deniyor. Dinle! Duyuyor musun?" Şapkalı gülümseyerek kulağını yaklaştırıyor gibi yaptı. "Evet, evet! Duyuyorum. Demek kocaman bir öküz ha! Eee, sonra?" Çiftçi yorulmuştu. Sık sık soluk alıyordu. "Yoruldum. Üşüyorum. Üstelik dinlemiyorsun. Ama sana anlatmam gerek. Yorulmadım zaten. Bu güven de beni ısıtıyor. Bak! Yeraltından eski halkın sakin gürültüsü sızıyor. Hey gidi Đs-hak... Fırtına yaklaşıyor mu?" Gülümsüyordu. Şarkı söyler gibi başını kaldırdı. "Dipsiz bir kuşku kuyusudur Đshak... Bir ağaç gibi oyuyor beni. Oy bakalım... oy!" Sesi gittikçe azaldı. Bir mırıldanma durumunu aldı. Şapkalı usanmıştı. "Yeter be. Donduk artık. Bırak şu uğursuzu da gidelim." Birden sustu. Çiftçinin gözleri şaşkınlıktan faltaşı gibi açılmıştı. Kekeleyerek, "Ne? Uğursuz mu? Ne uğursuzu? Çabuk geri al sözünü!" Şapkalı bozuldu. Bir çocuğu azarlar gibi, "Kızdırma kafamı. Şimdi çeker vururum. Sen de kurtulursun ben de!" dedi. Çiftçinin gözlerindeki şaşkınlık korkuya dönüştü. Đshak'ı birinin öldürebileceğini şimdiye kadar hiç düşünmemişti. Ne korkunç bir şeydi bu. Đçi garip bir önseziyle doldu. Hareketlerindeki heyecan o ürkütücü sonucu uzaklaştıracağına yaklaştırıyordu. Uzun bir sabun üstünde kayan mantığı kurnaz dönüşler yapamıyordu. Kör noktalardan bilinçsizce dönüyor, kayıyordu. "Neden öyle bakıyorsun? Yine bir ses mi duyuyorsun?" Şapkalı az önceki yargısından kuşkulanmaya başlamıştı. Şu anda bir çılgınlık yapabilirdi çiftçi. Ortam da buna o kadar elverişliydi ki. Kar sessiz, gece uzundu. Đshak dalda gökyüzünü
F- / 11 EN GÜZEL TÜRK HĐKÂYELERĐ onlara inanarak yaşıyor. Neyse bu konuda karışıklığı çözmeye yarayacak bazı şeyleri söyledim. Bildiğim bu kadar.Çiftçi ağır ağır geldikleri yoldan döndü. Ardından kar bütün izlerini sildi. Sonra azaldı. Çiftçi ikindi vakti, usul bir yağmurun ıslattığı tanıdık topraklara, kendi toprağına girdi. Siyah-beyaz taşları, sarmaşık köklerinin kirlettiği çiçekli perdeleriyle evi göründü. Oraya kadar adımlarını saydı. Koşarak içeri girdi. Sonraki haftalar, unutularak pencere kenarına bırakılmış diş fırçası, eski jilet ve sabun kaplarını çalmak için gelen yoksul köy çocukları, içerde çiftçinin eski masasına eğilmiş düşündüğünü, zaman zaman önündeki kâğıda bir şeyler yazdığını gördüler. Kılkuyruk kedilerin bile okuma yazma bildiği bu ülkede, yoksul çocuklar hiçbir şey bilmiyorlar. Büyüklerse vakit gelip geçtiği halde yeşermeyen, sıkı kum taneleri ve geçen yıldan kalma ekin çöpleri arasında çürümeye başlayan tohumlarla uğraştılar. Böylece o martın nisana bakan sıkıntılı günlerinde kimse o eski ceviz masada yazılanları görmedi... -...göremedi. Dışarıda karanlık bir mart ikindisi. Buğdaylarım hâlâ toprağın altında... Gökyüzünde kış koyunlarının kirli, ıslak, buğulu pöstekileri. Rüzgâr kitabımın yapraklarını dağıtıyor. Anlayışsız bir ölünün soğuyan kanı, karların örttüğü sert bir taşı ağır ağır eritebilir, izini ortadan kaldırabilir diye düşünüyorum. Artık sadece bunu düşünüyorum.EN GÜZEL TÜRK HĐKÂYELERĐ le birini gördün mü dedim. Sarı çizmeli Mehmet Ağa, beyefendi!., dedi, ben nereden tanıyayım? Ümitsiz eve döndüm. Başı belada değilse elbet bir gün gelir diye düşündüm. Đki gün önce biri geldi. Garip bir adam. Başında fötr şapka. Ayağında kıl potur ve uzun konçlu postallar vardı. Bıyıkları da kocaman. Sırtında doksan üç savaşından kalma bir martinle geldi, kapıya dayandı. Senin gelip gelmediğini sordu. Yok kardeşim dedim, yerini bile bilmiyorum. Sonra bazı şeyler anlattı. Seni muhakkak bulmalıymış. Sözde sen herifin bir dostunu işkenceyle öldürmüşsün, ne bileyim daha bir yığın saçma şeyler. Neyse, seni yarın saat dörtte, istasyonun yanındaki kır kahvesinde bekleyecek. Görülecek hesabı varmış. Beni de görmeyi unutma, meraktan ölüyorum. Gözlerinden öperim. Not: Ha, bu adresi de o herif verdi. Doğru mu, değil mi bilmiyorum. Belki de şimdi bu mektup senin eline geçmemiştir. Bir posta rafında duruyordur. Neyse, selamlar." Notu okuyunca bir gülmedir tuttu beni. Oradaki basit saçmalığı bir türlü anlayamıyor, anlayamadığım için de boyuna gülüyordum. Otel kâtibi gözlüğünün üstünden kötü kötü baktı. Başımı sallayarak sokağa fırladım. Sokakta bir güz ikindisi. Gece yağmur yağmıştı. Asfaltın ortasında küçük gölcüklere birkaç akasya yaprağı düşmüş yüzüyordu. Otomobillerin, kalabalık sinema kapısının, postanenin önünden geçtim. Mektubu düşündüm. Kötü şeyler yazılıydı. Belki de bir yığın saçma. Birisi benden hesap soracaktı. O ölmüş, yaşlı dostumuzun hesabını. Poturlu ve fötr şapkalı bir adam. Üstelik martini de var. Belki de ağızdan dolma. Ne olursa olsun, epeyce korktum. Üşüdüm. Kafam binlerce lirayı yanlış saydığını farkeden bir veznedarın kafası gibiydi. Kâğıtları hızla çevirip yeniden başladım. Ta o işe gitmediğim ilk günden. EN GÜZEL TÜRK HĐKÂ\!ELERĐ duygusu birbirine karıştı. Kapı açılsa kurtulacaktım. Bulvar daireye giden açık bir yoldu. O kadar kolay ki. Durak iki adım ötede. Otobüs yolda görünüyor. Tokmağı hızla vurdum. Tahta aralıklarından ince bir toz döküldü. Birden bir çift takunyanın tıkır-dadığı, taş döşeli kuytu bir Ermeni avlusu. Sonra kapı menteşelerinden sökülür gibi gürültüyle açıldı. Hemen içeri girdim. Otobüsü görmemek için kapadım kapıyı. Şu anda bu şehirde kimse, kalabalık, gürültülü, fıkır fıkır bir caddenin hemen kıyısında, ona bunca yakın, bunca kolay, ama ondan bu kadar ayrı, sessiz, ölü bir havanın varolabileceğini düşünemezdi. Kapı kapanınca her şey dışarda kaldı.
Aralıkta durdum. Yüksek takunyalara tünemiş eski dostum hiçbir şey söylemeksizin yüzüme bakıyordu. Gözlerinde hemen ağlayacak gibi duran o eski, tortulu hüzün. Onu eskiden de böyle görürdüm. Küflenmiş bir limon gibi tatlı-sert, tedirgin. Ama hep susardı. Onu kapı deliklerinden, pencere aralıklarından ya da müşterisine kapıyı açmasından faydalanıp odasının bir köşesinden merakla seyrettiğim günlerde de böyleydi. Belirsiz bir davranışla omuzlarını silkti. Sonra zararsız bir hayvana rastlamış gibi yavaşça eğilip bir çardak gülü bozgununun payandasını düzeltmeye başladı. Avlu eskisi gibiydi. Zengin limonluklarda hiçbir yeri olmayan, çoğu kimselerce çiçekten bile sayılmayan, alçakgönüllü bitkiler doldurmuştu bahçeyi. Melez, soysuzlaşmış dikenli güller, sarısabırlar, hatmiler, tek katlı cılız kasımpatları. Çoğunun yaprakları dökülmüş, tomurcukları kurumuştu. Ama dostum onların diplerini büyük bir dikkatle karıştırıyordu. Sakalı gülün yapraklarına dolaşıyordu. "Yahu," dedim yavaşça. "Đnsan böyle mi karşılar! Kırk yılda bir geliyoruz. Bir merhaba bile yok mu?" EN GÜZEL TÜRK HĐKÂYELERĐ çaldı. Belki de akort ediyordu. Tellerden ilkel, garip bir ezgi yayılıyordu ortalığa. Đçimde yıllardır duymadığım, alışık olmadığım bir rahatlık duygusu uyandı. Bu karanlık odada birkaç gün, belki daha uzun bir süre kalmayı istedim. Gerçi pek sıkı fıkı değildik. Ama olsun ne çıkar. Kedileriyle ilgilenirdim. O da bundan korkunç bir zevk duyardı. "Kedileriniz çok güzel," dedim yavaşça. Başını kaldırdı. Telaşlı, heyecanlı bir yüzle konuşmaya başladı. "Evet... Güzel değil mi! Hepsini ben kendim yetiştirdim. Hepsi de güzel. Eskiden böyle değildim. Gençlik günlerimde. Gece gündüz sokaklarda sütlerdim. Arasıra kedilerle uğraştığım olurdu. Ama ne kediler. Püüüh. Sokak kedileri. Çamurlu. Arsız. Tam ısınırsın kaçıp giderler. Sokak sokak dolaşırdım. Yıllarca bu böyle sürdü. Sonra anladım." Durdu. Ağır ağır, "Sokak kedileri sokaklarındı," dedi. "Bıraktım onları. Ben kendiminkileri yetiştirdim. Bilseniz ne belirsiz şeylerdi. Belki o zamanlarda da yaşıyorlardı. Ama ne bilecektim. Hep o sokak kedileriyle uğraştım. Sonra aklım başıma geldi. Benimkileri yetiştirdim. Kendim gibi besledim hepsini." Birden durdu. Gözlerimin içine bakarak, "Hiç kediniz var mı?" dedi. "Var." "Çok mu?" "Yoo. Đki tane." "Hepsi de iyi mi?" "Nasıl iyi mi?" Anlamamış gibi şaşkınlıkla yüzüme baktı. "Yani hepsi de mi iyi?" "Ne demek istediğinizi anlayamadım," dedim. ""Kedilerin bazıları iyi mi oluyor?" EN GÜZEL TÜRK HĐKÂYELERĐ zayıflayıp kaybolunca kendimi eski bir odada, acayip bir adam ve bir yığın bencil kediyle birarada buldum. O zaman aramızdaki o şaşmaz ve anlaşılmaz ilgi kuruldu: Düşmanlık. Bu nasıl oldu bilmiyorum. Ama galiba bir camın öbür yanına geçmek isteyen bir sineğin aslında camın öbür yanında olduğunu bilmemesi gibi bir şey. Onun o sonsuz çabası yok mu? Hâlâ anlayamadım. Anlayamadım. Bugün bile hiçbir şey bilmiyorum. Ama düşmanlık kuruldu. Đkinci gündü sanıyorum. Bahçeden bir kasım-patı alıp göğsüme takmak istedim. Belki değmezdi. Đşe yaramaz, soluk, taç yapraklarının çoğu kurumuş bir şeydi. Olsun, istedim işte. Tam dostuma dönmüş, "Şu kasımpatlarından mor olanını koparıp geleyim. Göğsüme takacağım," diyordum. Birden o zamana kadar hiç görmediğim ama varlığını sezdiğim on dördüncü kedi saklandığı yerden çıkıp kendini bütün hızıyla yüzüme fırlattı. Geriye çekildim. Korkunç bir bakışla burnuma sürünerek geçti. Sapsarı olmuştum. Bir de iskemlenin arkalığı. Sırtımı öyle acıttı ki. "Ne oluyor yahu?" diye bağırdım. Dostum telaşlandı. "Durun, durun canım! Bir şey yok. Bazen olur. Yalnızca bir yanlış anlaşılma."
Bir saat kendime gelemedim. O mor kasımpatı da dalında kuruyup kaldı. Sonraki günler daha korkunç şeyler oldu. Geceleri uyurken yaptıklarını anlatmak bile güç geliyor. Ya gündüzleri. Örneğin, ut çalınırken ufak bir gürültü yapsam kötü kötü bakıyorlar, sinir bozucu miyavlamalarla kafamı şiş iriyorlardı. Kaçıp kurtulmayı düşünmedim değil. Ama kapının ardındaki cadde, gürültü, kalabalık, bizimkiler ve bütün ötekiler bana çok uzaklarda kalmış bir geçmişin artık düşünmesi bile hayalden başka bir şey olmayan ayrıntıları gibi geliyordu. EN GÜZEL TÜRK HĐKAYELERĐ tağa düştü. Yatağını iyi bir yere yerleştirip ona çay pişirdim. Utu-nu istedi. Biraz akort ettikten sonra başucuna astı. Üzüntüsü dinmek bilmiyordu. Uzun bir süre hıçkırıklar içinde kekeleyerek yakındı. Kavganın neden çıktığını bir türlü kestiremiyordu. Hiç acımadım. Đşe devam ettim. Her gün bir iki tanesi gidiyordu. Odanın havasını dolduran o yoğun koku hafifliyor, tavanda anlaşılmaz şekiller çizen, devinip duran kırçıl çizgiler azalıyordu. Dostum artık pek az konuşuyordu. Ut başucunda asılıydı. Akort etmek bile istemiyordu. Zayıfladı. Gözleri çöktü. Doktor getirmek istedim. Kesin olarak reddetti. Yemek yemiyordu. Sütçünün her sabah kapıya bıraktığı sütünü içmez olmuştu. Günlerimiz tuhaf bir çılgınlık içinde geçiyordu. Sıçrayan, kavga eden, ölen kediler, hastalık kokusu, uykusuz saatler. Böyle giderse bir gün onu öldüreceğimi bildiğim halde, üstüne titriyor, bütün isteklerini -pek isteği yoktu ya- yerine getiriyordum. Kimbilir belki de onun öleceğini kabul etmek istemiyordum. Ama bu, gün gibi apaçıktı. Yağmur gittikçe bastırdı. Eski evin tavanlarından sular sızıyordu. Döşemede öylesine su birikti ki, bahara kadar kalsa hasırlar yeşerebilirdi. Avluya bile çıkmıyordum. Avlu bana artık oksijeni bol, yaşayamayacağım bir ortam gibi geliyordu. Ama odadaki hayatım dayanılmaz bir durum alınca -bu, hastanın odadaki son temiz hava kırıntılarını boğuk nefeslerde tükettiği ve kendini ölüme hazırladığı gündü- bahçeye fırladım. Yağmur altında sarhoşlar gibi dolaştım. O gün öğleden sonra son kedi öldü. Dostuma, hastalığın ölü kedilerle birarada yaşamadan arttığını, onların insana umutsuzluk verdiklerini anlattım. Sonra sağlık meselesini. Odanın ortasında bir yığın leş. Bırak artık şunları dedim. Şu dış kapıyı açayım. Gidelim. Daha temiz, bir hastane mi olur ne olursa, çekip EN GÜZEL TÜRK HÎKAYELERĐ Bir çay söyledim. Gözlerimi yoldan kuş uçurtmayacak bir noktaya çiviledim. Ve bekledim. Akşam oldu. Gelmedi. Eve gitmeyi düşündüm. Sonra vazgeçtim. Ya o sırada gelir, beni bulamazsa. Hava ılıktı. Paltoma sarınıp oturdum. Kahveci gelip birkaç defa baktı. Sonra başını sallayıp barakasına gitti yattı. Sabaha kadar gözümü kırpmadım. Sonra yeniden akşam. Çay içmekten ağzım buruldu. Cebimde delikli iki kuruştan başka bir şey kalmadı. Açlıktan, soğuktan dizlerim titriyordu. Hiç kalkmadım oradan. Đskemlenin ayakları çimende yer etti. Böylece kaç gün geçti. işte rüzgâr tentemin son parçasını da aldı, götürdü. Ner-deyse sabah olacak. Dört kırk treni dağın ardında. Başım dönüyor. Midem kazınıyor. Kahveci üç gündür yanıma uğramadı. Artık zararsız bir süprüntü gibi bakıyor bana. Đçerde esrar çekiyorlar. O daracık, kasvetli barakada. Dün biri ölmüş olmalı. Musalla taşını yıkayıp temizliyorlar. Temizleyicilerden biri poturlu. Başında da fötr şapkası var. Belki de odur. Bana baktı bir an. Zaferi o kazanıyor. Kalkıp gitsem yanına. Nerde... Gözlerim bile görmüyor artık. Yalnız rüzgârı görüyorum. Đkinci bir tenteye başladı. Parça parça götürüyor.