Fanzinboun-1

Page 1


KÜLTÜRLENİN LAN! Bu fanzin, Boğaziçi öğrencileri tarafından Boğaziçi öğrencileri için çıkartılmaktadır. Geçenlerde bir kaç arkadaş oturduk, şööyle bir baktık etrafımıza, dedik ki, Boğaziçi aslında göründüğü gibi bir yer olmayabilir. Belki bir şeyler anlatmak isteyenler vardır bizim gibi. Ama bir türlü o gürültücü, haddinden fazla neşeli, -ekseriyetle- boğucu kalabalığın arasında kendini dinleyecek biriyle göz göze gelemiyordur. Dedik ki, bir karış yer açalım da nefeslensin bu çocuklar.

Mart 2014, Sayı 1(bir) Fırsat buldukça çıkar.


Aslında mevzuya biraz daha geniş bir çerçeveden bakarsak mevzu birkaç yüz bölüm süren Japon animeleriyle aynıdır. Birkaç bölümde bir en büyük, en güçlü düşmanla karşılaşacağını zanneder kahramanlar, ancak her zaman daha acayibi ve daha kötüsü gelir. Yıllarca süren Kurtlar Vadisi’nin sezonluk kötü adamlarının mantığı gibi. İşte üniversite bu birkaç yüz bölümlük kendi animenizde karşılaşacağınız, tebelleş olacağınız onlarca meşgaleden biri. Üniversite birinci sınıf ile son sınıfta görülen bilindik bir “üniversiteli depresyonu” vardır. İkincisi pek depresyon değildir, “Bitince ne halt edeceğiz?” çekincesidir. İlki depresyon tanımına az çok uyar. Üniversite size anlatıldığı gibi değildir ve bu duruma alışına dek biraz can yakar. Dışarıda çoğu insanın üniversiteliye “Gez! Coş! Eğlen! Oh! Dünya sana güzel!” gözüyle bakması işte bu can sıkıcı durumun neticesi. Kendi sosyal grubunu bularak bu hengâmeyi de atlatmak istiyorsun ancak dışarıdan görülen “eğlence odaklı yaşayan çılgın gençlik” oluyor. Tabi bu ruhi bunaltı, sıkılma durumu, depresyon üniversiteye has değil hayatın bütünüyle alakalı bir durum. Tarihsel bir realitedir bu. Amiyane tabirle insanlara vakti zamanında aşırı gaz verdiler. 19. Yüzyılda “Aydınlanma Çağı”nda gözünü açmaya başlayan insanlar 20. Yüzyılın ortalarına doğru “Bu hayat manasız/berbat!” diye gevelemeye başladı. Tahmin edebileceğiniz gibi iki dünya savaşının arasına tekabül eden bir dönem olduğundan çok da iç açıcı bir dönem değildi. 1946 sonrasında inşa edilmeye başlanan yeni dünya ekonomik yapılanmasına halel gelmesin diye “Bu hayat sizin! Süpersiniz! Özelsiniz! Önceki hayatınızda prensestiniz!” denildi, psikologlar, sinema endüstrisi, edebiyat hareketleri vs. büyükçe bir akın başladı. Bu gaz 2000’lere doğru ivme kazandı ancak artık insanlara kabak tadı vermeye başladı, insanlar adeta dozaj fark etmeksizin ilaca karşı bağışıklık geliştirdi.

SUÇLANAN ÜNİVERSİTELİ

Üniversiteye yeni başlayanlar ve hazırlananlar için büyülü bir dünyanın kapıları addedilse de, seneler önce mezun olmanın verdiği deneyimle söyleyebilirim ki gerçek genelde bilinen tam tersidir. Burada üniversiteyi kötülemiyorum. Ancak dershane dergilerinin hazırlamış olduğu ışıltılı, gitarlı, yeşil vaatler çoğunlukla fotoğraftan öteye gitmemekte.


İşte tüm bu depresyon o kof “iyilik masalları”nın çöküşüdür. 19. Yüzyılda Balkan devletlerinin başına Avrupa saraylarından ithal krallıkların bir sonraki yüzyılın ilk çeyreğinde sallanmaya başlaması gibi bir şey. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre 2020’lere gelindiğinde dünyada depresyon kaynaklı ölümler ikinci sıraya yükselecek ya bizim çağımızın vebası da işte bu depresyon illeti olacak. Bahsedilen arka plan es geçilmekte ve çoğunlukla üniversite öğrencileri eleştirilmekte, suçlanmakta. Üniversiteliye karşı gözler peşinen kapanmakta. Adım adım bakmalı bir üniversitelinin hangi engelleri aştığına, neler gördüğüne. Farklı koşullara rağmen benzeri sıkıntıları yaşamasına… Müsaade edin de anlatayım. Başlamadan önce kendi kendine yüksek hedefler koyup bunlara varmayı gözü yemeyen bilumum çevre genç üniversiteli adayını gaza getirir. Kendi kendini de aşarak istemediği, ismen başarı getiren ancak şahsa hayatı boyunca mutluluk getirmeyecek bölümlere yönlendirir. Mesela üniversitede tarihe edebiyata yahut siyasete meraklı o kadar mühendislik okuyan, tıp okuyan arkadaşla tanışırsınız ki bir ara bunun ülke gençliğine karşı yapılan kasti bir komplo olabileceğini dahi düşünürsünüz. Üniversiteli adayı genç sınavı kazanamaz ise kendine güvensizlik krizleri içinde gelecekte kendi çocuğuna da aynı illeti aşılar, zombi virüsü gibidir bu “Şu bölümleri yazacaksın! Başka alternatifin yok!” söylemleri. Kazanma(!) süreci zaten başlı başına bir roman konusu sayılır. Milyona yakına insanla bir gün veya belli bir dönem sürecek sınavlar için günlerce geceler boyu çalışıyorsunuz, tüm hayatınızı buna endeksliyorsunuz. İş rekabet boyutundan çıkıyor, at yarışı sendromuna bağlayıp gezip tozan yaşıtlarınızı görüp: “Kaybedecekler!” diye tiksindirici bir haz duyuyorsunuz. Sınavlardan öyle korkuyorsunuz ki onlara karşı çıksanız da test kitabına yumulup sisteme boyun eğiyorsunuz. Bir süre sonra sokakta gezenlere imrenmeye başlayıp kendinizi üniversite sonrası gelecek büyük mutluluğa adıyorsunuz. Sınav stresini ve sınav sürecini başarıyla atlattınız diyelim macera burada bitmiyor. Üniversitenin sadece ortamdan ve eğlenceden ibaret olmadığını, vize ve finalleri, alttan alınan dersleri, yurt ve öğrenci evi


yaşamını, bunların zorluklarını birer birer öğreneceksiniz. Size batan bir vapurda olduğunuzu, kurtulmak için ileride görünen ıssız adaya çıkmanız gerektiğini, belli sayıda kimselerin filikalara binebileceğini söylediler. Ancak filikadan ayak bastığınız o ıssız adadaki yamyamları kimse anlatmadı. Dershanedeki hocalarınız çekinmeden “Ortamlar süper!” diye anlattılar bir sürü hurafe ancak sınavlarla uğraşılacak olmayı anlatmadılar. (Akademik dünyaya adım atanlar bu sınav gailesiyle uzunca bir müddet boğuşmaya devam eder o ayrı bir vakıa). Hayal dünyanız gerçekle temas ettikçe bozulmaya eğilimlidir, ardından hayal kırıklığı gelir ve ilk mutsuzluğu yaşarsınız. Çoğunlukla istemediğiniz bölümdeyseniz bu mutsuzluk katlanır. Size potansiyel kötü adam/kötü kadın gözüyle bakan ev sahiplerinden yolunacak kaz gözüyle bakan esnafa geniş bir acayiplikler skalasıyla karşı karşıyasınızdır. Şimdi bunca şeyle karşılaşan genç ne yapacak? İlk adımda arkadaşlarına sığınacak, sosyal gruplara yönelecek. Ancak vize ve finalde canı çıkan, hatta kimisi harçlık için çalışan öğrenciler değil de, bunca hengâme arasında nefes alma fırsatı bulan, gülümseyen yüzlerle dolaşan gençler hep göze batacak, hep onlar görülecek. Ortaçağ köylülerinin kovaladığı cadılar gibi hep birilerinden bir şeylerden kaçacak onlar, sürekli kendilerini hakir görmeleri/değerlendirmeleri istenecek… Sürekli hesap sorulacaktır cehennemlik gibi. Ancak yine de gözünüzü korkutmasın. Üniversite deneyimi o kadar kötü değildir. Bir üniversiteli fırsatları kovalayacak, gözünü açacak, kendini geliştirecek ki yaşadığı acılar ve sıkıntılar deneyim olarak dönmeli. Çünkü gerçekten yaşanılası bir deneyimdir. Hayatınızdaki ilklerin önemli bir merhalesidir. Liseye benzer biraz içindeyken çok söversiniz de bitmeye yakın sevdirir kendini. Biraz bilinçle yaklaşmak, hem hayata hem öğrenciye potansiyel suçlu gözüyle bakanlara karşı direnç sağlar. “Üniversiteye yeni başlayan” sürekli sorumsuzlukla suçlanacak olsa da o okur, düşünür, araştırır, çalışır, çabalar… Bir şeyler için endişe duyar. Sonunda ya yeni endişeler bulur kendine ya da bir an önce kapağı yurt dışına atmanın çaresine bakar ama o başka konu… Asıl olay yazının başında bahsettiğim dershane dergisi fotoğraflarında. Fotoğraf olduğu için huzurlu. Hakikatte ortamını kurup gitar mitar çalmaya kalksan direkt “gürültü” gözüyle bakarlar…


HAYAT BUYSA, ÜSTÜ KALSIN

Önce insanla başlamalı söze. Kah bulutların üstünde insanlığın seyrine dalarsınız, kah teknolojik gelişimini hayal dahi edemeyeceğiniz devasa matkaplarla magma tabakasına doğru bir yolculuğa çıkarsınız. Bazen, en küçük tanecik olan atomu dahi parçalayabilmeyi hayal edersiniz, bazen de evrenin sonsuzluğunu düşünüp o karanlığın içinde yitip gitmeyi. Gün gelir, bütün insanların sizin için yaratıldığını düşünecek kadar küstahlaşırsınız; gün gelir, bütün insanlığın sorumluluğunu yüklenecek kadar kahramanlaşır. İnsan fıtratı, tam olarak böyledir. Aynı kaynaktan türeyen zıtlıkların, mevzi savaşına giriştiği bir iklimden bahsediyoruz. Ve insanın kalbi, o muhteşem savaşın gölgesinde hayatta kalma mücadelesi veren bir çocuk misalidir. Anasını biçare bir umutla arayan, şehirlere düşen bombalardan korunmak için bir sığınağın peşinde bir ömür tüketen bir çocuk… Bazıları şanslıdır. Onların sığınağı önceden parsellenmiş, yeraltının en güzide yerinden bir dönüm araziyi kapmışlardır. Bazıları ise şansızdır. Onlar, hayatta kalmak adına zorunlu oldukları bir sığınağa erişebilmek için bir ölüm kalım savaşı içerisine girmek zorundadır. Yerin altındaki savaş, üsttekilerden daha çetindir. Orada nefes almak güçleşir, damarlar şişer, gözler yanmaya başlar. Bazıları da vardır ki onlar, insanlık aleminin en şanssız mensuplarıdır. Onlar, bir sığınağı olduğuna inanan ve bütün sevdikleriyle beraber kendisini koruyacağına iman ettiği o sığınağa bütün ümitlerini bağlayan zavallılardır. Çünkü gerçekten sığınağı olanlar, gerçekten heybetli savaşın kalıcı hasarlarından kurtulacak olanlardır. Sığınağı olmayan ve bunun farkında olanlar ise, azametli bombaların şarapnel etkisinden kurtulma fırsatına sahip olanlardır. İnsanlık aleminin en şanssız mensupları olarak nitelendirdiğimiz grup ise ölüme mahkum olanlardır. Zira onlar, kurşunları bir mıknatıs gibi üzerine çekecek, bomba yağmurunda duş alacak, şarapnellerle dans edecek hakikaten de bahtsız olan biçarelerdir.


Bu kahrolası karamsarlığın içerisine nasıl düştüğümü inanın ben de bilmiyorum. Hayatın insanlara neler getirdiğini düşünürken oldu herhalde. Kısa bir hayat hikayesi… ---Anadolu’nun bilinen bir yerinde, yoksul bir adamın karısı ve çocuğunun üzerine yıldırım düşer. Karısı ölür, çocuğu sakat kalır. Adam çocuğunu ameliyat ettirmek için hayırsever bir doktora gider, tabii adamın parası ve sigortası yoktur. Doktor der ki “Git, bir süre sigortalı işte çalış, ben para istemesem de hastane para isteyecek.”. Adam sırf çocuğunu bu dertten kurtarmak için günlüğü 60 lira olan sigortalı bir işte, günlüğü 25 liraya çalışmaya başlar. Adamı aylar boyunca, çocuğunun zor durumunu kullanarak düşük ücrete çalıştırırlar ve sigorta vakti dolar. Adam hastaneye çocuğuyla birlikte gider. Artık güzel günler onları beklemektedir. Gel gör ki bir de bakarlar, sigorta yok. Gider hesabını sormaya. İşvereni bir de küstah küstah der ki; “Biz seni oyaladık, sigortanı yaptırmadık. Çalışmak istemiyorsan çek git!” Adam da gider, arkadaşlarından borç alır. Kazandığı bütün parayı o küstah insandan bozma yaratığa teslim eder.-E şimdi, bu goduğumun dünyasında bize de bu aslan gibi Anadolu beyefendisinin hikayesini anlatmak düşer. Böyle anası belli, babası yüz elli o….u çocuklarının işveren olduğu bir dünyada ne yaparsın? Ya intiharın eşiğine gelirsin, ya da o vakur duruşlu Anadolu beyefendisi amcam gibi dersin ki; “Hayat buysa, üstü kalsın.”


CİDDEN İYİYİM

farkındayım ben de sebepsizce bittiğimin. paketteki son dal da şimdi bitti, iyi mi?! "adımlarıñı sustur, sonra git!" dediğini duyar gibiyim... boşversene, cidden iyiyim. erkilet'te bir nefes sihhat erciyesimin başı duman, peşi Turan; ömre değer manzarası. Kayseri yanar tek kalırsam, dercesine bir; "bu şehirde lütfen bensiz ölme!" tantanası. kendiñi düşünmüyorsan beni de düşünme. aşkın ateşi yakar da deliler üşürler. aklıñ bir suçlu ararsa beni de; düşünme! ithâmıñla su götürmez deliller örtüşürler.


GÖREBİLECEK MİYİM SENİ Görebilecek miyim seni, senin hayalini İstanbul kızıllığına bakarken Tıpkı bir Konya baharında Uçsuz bucaksız bozkırlarin taptaze çayırlarında Top oynarken geçen kara tren edasında Görebilecek miyim seni, senin hayalini Heybetli ve dehşetengiz Toroslar’ın Gizemli bir o kadar da korkunç Uğultular salan E-90 karayolunda Saygıyı zillet olmaktan çıkartan Vakur sevdasında Görebilecek miyim seni, senin hayalini Tıpkı İç Anadolu’dan Ege’ye Deniz özlemiyle yanan cocuğun Araba yolculuğu esnasında Ufuktaki denize Akdeniz ezgileriyle bakarken Kokladığı vuslat hengâmında Görebilecek miyim seni, senin hayalini Modern çağrışımların ilk göz ağrısı Ankara’nın Yarı Snadolu yarı batı kokan sokaklarında Top oynarken beliren ve Sonsuzlukta eriyen bozkır ve güneş ummanında Göremiyorum senin hayalini Izbe ve pis sokaklarında İstanbul’un Paraya doymuş nemrut esnafların Ve yükselerek yardıran gökdelenlerin Zulmet gösterisini seyreden Münzevinin onulmaz yarasında


GEBERMEZ HÜSNÜ

“Güm!” “Güm!” “Abi sessiz olun polis çağıracaklar şimdi! Duvara vuruyorlar!” “Gürültü mü yapıyoruz b’oğlum! Kendi aramızda eğleniyoruz şurada!” Birtakım mahalle eşrafının görseler anında “Vay reziller!” diye damgalayacağı, aslında muhabbet dozu yüksek sade ve sıradan bir öğrenci evi muhabbeti dönmekteydi. Oldukça eski bir apartmanın bodrum katında oda büyüklüğünde bir salonda kimi çok derin felsefisiyasi bir mevzu üzerine canhıraş tartışıyor, kimi klasik dizi muhabbeti, kimi de rutine bağlamış ilişki geyikleri çeviriyordu. Evde kalan üç kişiden biri olan Toygar, salonun kapısının önünde kireç gibi olmuş suratla belirince insanlar şaşkınlıkla ona dönüp baktı. Evde kalanlardan Gökhan: “N’oldu lan! Dersini mi böldük!” dedi, evde kalan üçüncü kişi Cihan ise: “Ortamı görünce nutku tutuldu!” diye takıldı, birkaç kişi gülüştü. Toygar: “Abi gelmeniz lazım bir mevzu var…” diye kekeleyince Gökhan’la Cihan onunla evin holüne çıkıp salon kapısını örttüler. Gökhan: “Karı kız mevzusu mu oğlum ne oldu? Betin benzin atmış. Geç içeri, bir şeyler iç, iki muhabbet gör kendine gelirsin…” Toygar gözlüğü düzelterek: “Abi… Benimle taşak geçeceksiniz ama harbi diyorum bizim kapının karşısında adam varmış…” Cihan: “Okuya okuya kafayı mı yedin lan ne adamı? Karşısı duvar oğlum!” Toygar: “Abi vallahi billahi ben de anlamadım. Duvara vurma sesleri apartmanın içinden geliyordu ben de merakla açtım baktım. Bir baktım karşı duvarın tozları dökülüyor. Sanki biri balyozla dövüyor gibi. Hafif bir aralık açılmış, birinin küfürlü sesi geliyordu. “Kimsiniz?” diye sordum: “Kimine kimsene sıçtırtma bilader sesimi duyuyorsan şu duvarı açın!” diye bağırdı.” Tam o sırada apartmanın içinde büyük bir gümbürtü kopunca korkuyla kapıyı açıp baktılar. Dışarıya boylu boyunca eski taş parçaları, tuğlalar, tahtalar saçılmıştı. Apartmanın ışığını yaktıklarında


duvardaki büyük delikte bir hareketlilik gördüler. Tam korkup kaçmakla “dur seyredelim” duygusu arasında içeriden eski kılıklı bir adam çıktı. O kadar tozun toprağın içinden jilet gibi kıyafetlerle çıkmasına hiç biri bir anlam veremedi. Uzunca boylu, sıska gibi dursa da çevik görünen ince sarkık bıyıklı adam, belinde beyaz kuşağı, köstek takılmış yeleği, kartal kanat ceketi ve yan yatmış fesiyle yüz sene evvelinden fırlayıp gelme gibi duran adam hole çıkıp kendisini seyredenlere baktı. “Bu kılığınız ne lan hergeleler? İnsan bir yardım eder, vura vura bir hal olduk!” diye çıkıştı. Gökhan tüm cesaretini toplayıp sordu: “Abi içeriden nasıl çıktın? Biz orada duvar var diye biliyorduk?” Adam tam önlerine dikilip söver gibi baktı: “Lan ibiş duvar olsa ben nasıl çıkayım? Karıyla kızla alem yapmaktan duymadınız tabi. Kimse duymadı. Senelerdir arada uyanıp şu duvarı yumrukluyorum. Bir Allah’ın kulu da gelip çıkarmadı be!” Cihan şaşkınlıkla sordu: “O kadar sene sen orada nasıl kaldın abi?” Toygar ise daha acayibini sordu: “Baksanıza oğlum adamın elbiselerinde gram tozlanma yok. Hiç buraya gelmemiş gibi.” Üzerine baktıklarında hakikaten öyle olduğunu gördüler. Adam: “Ulan cambazhane maymunu gibi seyredeceğinize içeri alsanıza teresler! Şişe seslerini duydum azıcık da biz kafamızı güzelleştirelim, o sırada tüm mevzuyu anlatırım size!” deyince içeriye aldılar. Adam girişte topuklarına bastığı ayakkabılarını çıkararak afilli adımlarla içerisinden sesler gelen salona yürüdü. Elemanlar “Bu hangi partiden abi?” dercesine bakarken kızlar beyaz çorap detayına takılıp kikirdediler. Rakı olmadığını öğrenince “Şarap da olur” diyerek tekli koltuklardan birine çöküp bir yudum aldı. Gökhan adamı gösterip: “Biz de tanımıyoruz. Demin duvarı yıkıp geldi. Üzeri de böyle kaldı nasıl kaldı bilmiyoruz. Senelerdir oradaymış…” diye kekeleyerek arkadaşlarına tanıttı. Adam: “Bana adıyla sanıyla Hendekbaşılı Gebermez Hüsnü derler. Seneyi bilsem yaşımı da söylerdim de bilmiyorum. Sene kaç?” diye karşılık verdi. Çocuklardan biri gülerek: “2014!” deyince neredeyse ağzındaki şarabı püskürtecekti! “Çüş! O kadar oldu mu be? Kaç yüz asır geçmiş?” Toygar gözlüklerini düzelterek: “Abi hicri değil miladi 2014.” Hüsnü duraksadı: “Seneyi bilmiyorum ama beni oraya tıktıklarında sokaklarda İngiliz zabitleri dolaşıyordu. Kaç senesi olur?” diye sordu. “


1923’ten öncedir abi o zaman. Doksan seneden fazla oluyor… Hüsnü: “Çok değil gibi. Şimdi tahtta kim oturuyor?” diye sordu. Cihan: “Aga ne tahtı? Cumhuriyet var ya?” diye karşılık verdi. Hüsnü’nün gözlerindeki tuhaf bakışları diğerleri de yakaladı. Adam ya çok iyi oyuncuydu ya da katıksız deliydi. Kafasını sallayarak: “Durun size mevzumu anlatayım daha iyi anlarsınız…” diyerek anlatmaya başladı: “Tabi en başta inanmayacaksınız ama inanmayan tecrübe edebilir. Sultan Hamid’in saltanatında meydancılık yapan garibanın tekiyken ölemediğimi fark ettim. Dedim ulan ilk Allah sınıyor mu? Kafayı mı yiyorum? Denize düştüm karaya vurdum, kendimi kasten birine vurdurttum, beni vuran adam yaşadığımı görünce kendi kafasına sıktı. Baltayla kendimi doğrattım baktım yine hayattayım! Madem öyle dedim bunu kullanırım, külhanbeyleriyle düşüp kalkmaya başladım. Beni öldüremeyip tımarhaneye düşen çok kabadayı tanıdım. Dedim ulan bana demek ki böyle bir hassa verilmiş. İşte İngilizlerin dolaştığı senelerde birkaç zabitle takıştım, kimleri tuttularsa yaka paça bir evin kömürlüğüne tıktılar beni. Senelerdir yumruklarım bir kimse duymaz. Her konuşulanı duyarım ama. Senelerin geçtiğini konuşmalardan bile anlıyorsun. Bu gece şansınıza vura vura yıktım! Maşallah alemin tam ortasına düşmüşüm ben de! Anika’nın yeri gibi ipini koparan gelmiş!” Cihan dalga geçti: “Ya abi bırak tiyatro miyatro vardır bir dalga!” diye. Hüsnü elinde tuttuğu şişeyi bitirdikten sonra koltuğun köşesine vurup kırdı. Göğsünü açıp herkesin gözünün önünde boydan boya kesti. Bir-iki saniye içinde akan kanların ve kesiğin kaybolduğunu gördüler. “Bunu göre göre “Gebermez” dediler bana. Ölmüş olsam hortlarım derdim ama öldüğümü de bilmiyorum. Bana ne olduysa böyle geziyorum!” dedi. Bir an kapıya yöneldi, sonra duraksadı. Kendisini ağızları açık seyreden gençlere dönüp sordu: “Şimdi bizim Tatar Kemal’in kahveye gitsem kesin kapanmıştır. Bu kadar senede padişah kalmadıysa Tatar’ın kahve hepten gitmiştir. Mınakyan, Anuşka derken tozu bile kalmamıştır hiçbirinin! Evimi önce zindan edip sonra başıma yıkmışlar teresler!”


Tam o sırada apartmanın derinliklerinde kulak tırmalayıcı bir kadın sesi duyuldu: “Alllahh belağnızı versin! Alllahh canınızı alsın! Sesiniz boğazınızda kalsın! Kızlı oğlanlı toplaşmış azgınlar! Beynamazlar!” Hüsnü kafasını apartman kapısına çevirdi: “Bize mi beddua ediyor lan bu kocakarı!” Gökhan adamın bakışlarından ürkerek sakinleştirmeye çalıştı: “Boş ver abi Kadriye teyze o. Apartmanın sahibi, huysuz biridir çıkıp arada bağırır öyle.” Kadının sesi apartman boşluğunda yankılanıyordu: “İşrete düşmüşler, Allah canınızı alsın!” Hüsnü bir hışımla dışarıya fırladı. Gökhan, Toygar ve Cihan üçlüsü de peşinden merdivenleri tırmandı. Gebermez Hüsnü merdivenlerin en tepesine geldiğinde yaşlı görünmesine rağmen hala dinç görünüyor, gözleri adeta deniz feneri gibi fırıl fırıl olduğu yerde dönüyordu. Hüsnü kadına merhametsiz bir şekilde bakıp gürledi: “Bak kocakarı ben edepliye söz etmem edepsizden hazzetmem. Bir daha çıkıp bu çocukları rahatsız edersen, hele hele beddua edersen bu apartmanı başına yıkarım!” Kadriye teyze ellerini iki beline koyup sallandı: “Ha! Hayt! Cart! Kaba kaat! Ben çok kabadayı bozuntusu gördüm öyle. Yıkıl! Polis çağırırım şimdi yıkıl!” Gebermez Hüsnü: “Sen kaşındın!” diye ciğerden bir nara koyuverdi. Eski zamanların gırtlak kudretini yansıtan, mahalle bozacılarının, megafonsuz müezzinlerin, gazelhanların yaşayan örneği misali narayla gençler apartmanın sıvalarının döküldüğünü, hiçbir kimsenin dışarıya çıkmaya cesaret edemediğini hayretle seyrettiler. Kulaklarını tıkarlarken Kadriye teyzenin de küt diye yere yıkıldığını görüp korkuya kapıldılar. Hüsnü sırıttı: “Kendi kaşındı belasını da buldu. İnsana gülmek de mi yasak ulan?” dedi. Tam “Ne bok yedik biz?” dercesine susup aşağıya inmeye niyetlenirken Kadriye teyzenin cesedinin kıpırdadığını fark ettiler. “Belki bayılmıştır?” diyecekleri anda açılan gözlerinden sapsarı bir ışık çıktığını çürümüş dişlerinin korkunç bir şekilde sırıtan dudakları arasından arzı endam ettiklerini gördüler. Ceset ağır ağır tabutundan kalkan vampir gibi olduğu yerde kalktığında sivri tırnaklı ellerini kendilerine doğru uzatmıştı… Devam Edecek Gelecek Macera: Beddua Eden Zombi


ŞEYTAN Varlıktan Simgeselliğe, Simgesellikten Varlığa:

" Şeytanın yaptığı en müthiş hile; dünyayı asla varolmadığına inandırmaktır.’’ Kayser SOZE - Olağan Şüpheliler Şeytan geçmişten günümüze, birçok dinin kötülükle özdeşleşen, mistik karakterler arasında belki en çok sırrı bünyesinde taşıyan insanüstü bir yaratıktır. O kadar çok uygarlıkta ve medeniyette yer edinmiştir ki, şeytanı ifade edebilen yüze yakın farklı isim vardır. Bunlardan başlıcaları Beelzebub, Diablo, Satan, Lucifer, Belial gibi ibrani ve latin kökenli isimlerdir. Hristiyan dünyası bu figürü gerek misyonerlik faaliyetlerinde gerekse engizisyon mahkemelerinde çok etkili kullanarak şeytan figürünü varlıklaştırma konusunda başarılı adımlar atmış ve egemen sınıf olan kilise dünyevi hayatta bu varlığın nimetlerinden fazlasıyla faydalanmışlardır. Hristiyan toplumlar yeni egemen oldukları toplumlarda dinlerini yaymak için şeytan figürünü çok sinsice kullanmışlardır. Öyle ki şeytan hristiyan geleneklerinde bütün kötülüklerin kaynağı ve kötülükle birebir özdeşleşmiş bi kavramdır. Dolayısıyla doğal afetlerden salgın hastalıklara, savaşlardan kıtlıklara tüm felaketler şeytanla özdeşleştirilmiş ve kurtuluş Hristiyanlıkta gösterilmiştir. Karanlık orta çağın zor şartlarında ayakta kalmaya çalışan insanoğlu hıristiyanlığı şeytanın oyunlarından kaçmak için bir kale olarak görmüş ve onu dünyevi hayatını kurtarmak için tercih etmiştir.Açıkça görülüyor ki kilise, dinlerini yaymak için şeytanı güçlü bir zıt kutup olarak varlıklaştırmış ve kendini güvenli bir kurtuluş yolu olarak insanoğluna sunmuştur. Faşizm nasıl Komünizm sayesinde güçlenmişse, Hristiyanlık da yarattıkları şeytan figürü sayesinde öyle güçlenmiştir. Öte yandan Hristiyan dünyasının şeytanı etkin olarak kullandığı diğer bir alan kuşkusuz engizisyon mahkemeleridir. Bu mahkemel-


erde insanlar şeytanla anlaşma yaptıkları iddia edilerek hatta cinsel ilişkiye girdiği bile öne sürülerek varlığından geriye sadece külleri kalacak şekilde canlı canlı yakılıyorlardı. Bu mahkemelerin kurbanları farklılıklarından ötürü şeytanın dostu kabul edilen insanlar, cadı olduğu öne sürülen kadınlar, akıl hastaları ve bazen üstünlük mücadelesini kaybeden bir soylu veya rahip olabiliyordu. Öyle ki kimin şeytanla anlaşma yaptığını mücadelenin galibi belirliyordu. 4. Yüzyılda piskopos Priscillianus ve beş müridinin canlı canlı yakılmasıyla başlayan bu serüvene Fransız İhtilali'ne kadar dur diyebilen kimse çıkmamıştır Ayrıca, altını özellikle çizmek istediğim husus şeytanla cinsel ilişkiye girme konusudur. Kilise onlarca insanı bu gerekçeyle yakmış ve onlarca çocuğu şeytanın çocuğu olarak itham ederek algılarının henüz oluşmadığı bir dönemde onları hayattan koparmıştır. Olayın ironik boyutu ise kilisenin oluşturduğu histerik ortamın birçok akıl sağlığı yerinde olmayan insan tarafından algı yanımsamasına sebep olmasıdır. Bunlardan biri olan otuz yıllık azize Madeleine De La Croix itiraflarında on iki yaşından beri Balban ve Patonio isimli şeytanlarla defalarca cinsel ilişkiye girdiğini yazmıştır. Şeytanın tecavüzüne uğradığını ileri süren genç kızların sayısı seneler içinde sürekli artış göstermesi olayın diğer bir boyutu. Kilise şeytanı varlıklaştırma hususunda adımlarını şeytan tasvirleri yaparak devam etmiştir. Ağırlıklı olarak yapılan tasvir şeytanın keçi boynuzları olan, iri gövdeli fakat bu iri gödeyi taşıyan sıska bacaklarıyla arkadan bir çift kanat taşıyan antik latin tanrılarından Pan’ın adeta karikatürize edilmiş halidir. Anlaşılan o ki katedrallerin loş ışıkları altında çizilen şeytan tasvirleri korku çağının önemli bir nokatsına yerleşmiştir. Öyleki başta Picasso olmak üzere onlarca ressam sürrealist çalışmalarının içine şeytan tasvirini başarıyla sıkıştırmışlardır. Aynı Hristiyan dünyası daha eskilere bakarsak eğer şeytan hakkında pek bilgisi olmayan ve bu konuda fikir geliştirmeye


çalışan bir konumda idi. İlk konsil olan İznik konsili bu konuda ilk adımları atarak şeytanın ne olduğunu açıklayamasa da ne olmadığını bir nebze olsun açıklayabilmiştir. Devam eden istişarelerde şeytanın bir İsa yaratısı olduğu konusunda karar kılınmıştır. Birçok açıklamayla beraber Hristiyan alemi şeytanı tanımlamaya uğraşmışsa da belli paradokslarla karşılaşmaktan kurtulamamıştır. Bunlardan bir tanesi şeytanın kötü olma sürecidir. İslamda da olduğu gibi Hristiyanlar şeytanın kibri ve gururu yüzünden yaratıcısına karşı isyan eden kötülüğün efendisi olarak tanımıştır. Buradaki cevap bulamayan soru ise kötülüğü şeytanla özdeşleştiren Hristiyan dünyasının şeytanın kötüleşme sürecinde yaşadığı gururunun kışkırtmasını sağlayan kötülüğün kaynağını ne olarak gördüğüdür. Madem ki şeytandan önce kötülük yoktu öyleyse nasıl oluyor da şeytan kışkırtılıyor? İşta Hristiyanlığın varlıksallaştırdığı bu şeytan zamanla kafalarda kötülüğün karşılığı olan bir simgeye dönüşüyor ve bu simge zamanla yine aynı insanların kafasında belli düşüncelerin veya belli insanların suretine bürünüyor. Sözün özü şeytan herhangi bir kötülüğün simgesi haline geliyor ve bu kötülüğü yapanlar şeytanla özdeşleştiriliyorlar. Tabi neye iyi neye kötü dediğimiz de apayrı bir tartışma konusu. Ne yazık ki insanoğlu kimi zaman politikada kimi zaman ise sosyal hayatta kendilerinin fikirlerini benimsemeyen insanları kendi düşüncelerini mutlak doğru olarak kabul ederek - kötülüğün kaynağı olarak görüp şeytan ilan ediyorlar. İnsanlar kafalarındaki simgesel kötülük kavramını bünyelerde varlıksallaştırıyor ve birbirlerini doğrudan veya dolaylı olarak, bilerek veya bilmeyerek, şeytanla anlaşma yapmakla suçluyorlar. Daha düne kadar Naziler Sovyetleri 'Kızıl Şeytanlar' diye çağırmıyorlar mıydı? ABD başkanları hala büyük şeytan diye nitelendirilmiyor mu? Neyin mutlak doğru neyin mutlak yanlış olduğu elbette insandan insana değişen bir olgu fakat insanların birbirine nefret duymasını mutlak


doğru kabul eden bir zihniyete aşina değilim. Sözlerimi Gerald Messadie’den yapacağım bir alıntıyla bitirmek istiyorum. Esen kalın. "Gün geçmiyor ki birileri, kendi ya da bir grup adına, falanca ya da filanca kötülüğün şu ya da bu olduğu, orada ya da burada olduğu, otomobil, televizyon, rock, işsizlik, AIDS, şehir yorgunluğu, uyuşturucu, kirlilik, cinsellik, göç, Araplar, Yahudiler, KGB, CIA, Le Pen, Bush, Chirac, Pinochet, Margaret Tatcher, Giscard, Pol Pot, Marchais, Rocard, Birmanya rejimi, faşizm, kapitalizm, gürültü, sigara, kanser, nükleer santraller olduğunu ilan etmesin - kim ya da ne eksik kaldı? Hepimiz her zaman bir başkasının Şeytan’ıyız!


EPOPE -Bir Tersa balasına aşık olmuş Türk balasının soyunu övüşü, derdini anlatışı ve bütün dünyayı bağrına basan bozkırlı vicdanında sevdiğinin yerini tespit edişidirPetöfi'yi dinledikten beridir* Nabzımın medi Merv, ceziri Peşte Arpad'ın yemini boynumda zincir: Bir Asyalı vicdan, doğulu fikir Baştan başa bozkır kokan bir beste Uyağı nazire alçalan güne Dizeleri gökten yerin yüzüne Sıralı dağlarla örülen şiir En kavi çelikten çağın örsünde Dövüldükçe daha, daha da mağrur İnsanın tanrıya attığı künde Oğuz'un acuna saldığı ünde Yankısı som yalaz bir öfke: Timur Dona girip kılıç kuşanan bozkır Bir kuş kadar hafif, dağ kadar ağır Pırıl pırıl yarın kararan dünde Tüneği kumrudan dölü laçinden Baküs'e nazire bir bağ bozumu Deşirilen güller Çin'den Maçin'den Rus'un ötesinden, İran içinden Renk renk insanların eşsiz uyumu Damgası besbelli: fena halde Türk! İçi latif ipek, dışı rahim kürk Bin cevher yumağı çelik perçinden


En yeşil ve mavi ruhuyla Hazar Benimdir, benimdir bu deşt-i Kıpçak Yere bak! Taşlarda benim izim var Göğe bak! Yüzünde yıldızım parlar Benim Avrupa'ya saplanan bıçak Akan kanda biten kıpkızıl güller Saldığım gecede yeşeren seher Tohumum Hun benim, filizim Macar Sadağımda kırk çatallı Yıldırım Bre Doğan! Bre Doğan! Yarın uzak mı? Bir yanım acunda neden hep yarım? Ayanlar içinde bir ben mi sırım? Tufanım gün gelip durulacak mı? Kırıldı dalları kurudu Ağaç Budunum denize hasret suya aç Yeşile çalar mı gün gelip sarım? ... Kadın, gözlerimden sen içerimi Oku: Destanların çocuğuyum ben Seni, beni ve tüm kardeşlerimi Kurtarmak için ben tatlı serimi Veririm, yeşersin senin de ülken Asyalı bir tufan, koptum, taşarak Tuna'yı ben işte tekrar aşarak Geliyorum yaktım şiirlerimi!

*Petöfi: Sandor Petöfi. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu'nun "Petöfi seni dinliyorum" diye seslendiği şair.


KÜLTÜRLENİN LAN!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.