fanzinboun-2

Page 1


ESKİCİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ Bir öğlen vakti, odamın penceresinin yanında kahrolası sigaramı yakmışken, haşin bir ses kulağımı deldi geçti. "Eeeeiiiskiiiiiiii!" "Eeesskiiiccciiiii!" Pencerenin kirinden ötürü tam olarak seçemediğim birkaç eşya vardı eski arabasında. Sanırım eski ve emektar bir radyo... Kim bilir, hangi yaşlının, gençlik yıllarında ucube zevklerine senelerce eşlik ve aracılık etmiş, sonra da el dara girince ilk elden çıkarılmış eski bir radyo... Bir de ayakkabılar gözüme ilişti. Birçoğu da gıcır gıcır duruyordu. Aklımda ayın denize vurması gibi bir an şu diyalog canlanıverdi:

-Anne, şunu beğendim, biraz pahalı ama durumunuz müsaitse bunu alalım. -Tamam oğlum, alalım. Biz senin için varız, senin için çalışıyoruz. Hem kış da geliyor, iyi bir ayakkabıya ihtiyacın var. Dene bakalım, ayağında görelim ayakkabıyı. Çocuk dener.

-Hah işte anne, bu tam oldu. Anne, çocuğun ayaklarını olabildiğince ileri itmesini ister, parmaklarını çocuğun ayakkabısına hışımla sıkıştırır ve der ki:

-Beyefendi, biz bunun bir numara büyüğünü alalım. - Ama anne, bu tam bana göre olmuştu. - Olsun oğlum, büyük alalım ki seneye de giyesin. İşte hakikaten de bu diyaloğun geçtiğini ve sırf yeni alınan ayakkabı büyük diye, çocuğun bir sene boyunca eski ayakkabısına talim ettiğini


zannediyorum. Ve artık gelecek sene çocuğun ayağına yeni alınan ayakkabı tam olacaktır. Ancak, bu kez de çocuk olgunlaşmaya başlamış, geçen sene aldığı ayakkabının modelini şimdi beğenmez olmuş ve ayakkabı eskiciye düşmüştür. Bir de üst üste yığılmış, toz bulutlarıyla kaplanmış birkaç kitap... Penceremin kirinden, kitapların isimlerini seçemiyorum. Ama onlar da sanki eskicinin yalpalaya yalpalaya gelen arabasındaki eski radyo ve gıcır ayakkabılar gibi kulağıma kendi hikayesini fısıldıyor. Kitap okumaya hevesli, her konudan haberdar olmak gibi anlamsız bir istekle yanıp tutuşan insanlara aitti muhtemelen bu kitaplar. Hevesli dediysek de öyle ilk görüşte anlaşıldığı gibi değil. Vapurda giderken, çaycıda otururken, içi boş bir entellektüel çerçeve çizmek isteyen, garip fıtratlı insani yaratıklar olur ya, işte bu kitaplar böyle insanlara ait sanki! Zannederim, Kadıköy'ün veya Beşiktaş'ın meşhur ve kocaman bir kitapçısına gidilmiş, sonra en çok satanlar kısmına bakılmış, orada aranılan bulunamayınca ( Ne aradığı da malum, cildi-şekli-tipi güzel ve cafcaflı bir iki kitap müsveddesi ) dışarıda şans eseri isimleri duyulan bir iki yazarın kitapları bulunmuş ve tamamiyle şuursuzca bir alışverişin sonucu olarak birkaç tane kitap alınmış. Sırf bu şekilde alınmış 50-60 kitap, 4-5 sene sonra akıllı telefonların çıkmasıyla birlikte, vapurdaki gösteriş aracı olma görevini, görevdaşı akıllı telefonlara büyük bir gurur ve sevinçle devretmiş. Matbaanın güzel kokusuyla bezenmiş sayfalar, yerini sanal alemin yiğit delikanlılarının twitter ve facebook'tan paylaştığı heybetli cümlelere bırakmış. E haliyle, kitapların yeri de bir eskici arabası olmuş. Bir de eskici arabasında baş köşeye oturtulmuş bir masa üstü bilgisayar görüyorum. Tam o anda, eskiciye birisi sesleniyor ve eskici zor bela arabasını durduruyor. Meraktan camı açıyorum ve yapılan pazarlığa şahit oluyorum.

-Bilgisayara ne istiyon hemşerim?


- 250 lira abi. -250 çok, 150 veririm. Satarsan. - Abi ben bunu o fiyata aldım, kurtarsa dükkan senin. ( dükkan dediği de, eskici arabası.) - İyi, 200'e ver. Çocuk tutturdu bilgisayar diye. Çalışıyor deemi bu? - Çalışıyor abi, 4 sene öncesinin son teknolojisi. ( Doğru, mahallenin bütün tozunu üstüne çekerek, mahalleyi temizliyor. Gayet ciddi ve önemli bir amme hizmeti... Teknoloji, büyük nimet...) İşte olay tam olarak da burada… Şimdi, yavaşça (Yavaş olmak zorunda, müşterisi dibinde) zamanının son teknoloji bilgisayarı da hikayesini kulağıma fısıldıyor. Bilgisayarın Türkiye'deki hikayesi de memleketimin birçok hikayesi gibi egzantirikliklerle dolu. Babam anlatırdı, Türkiye'ye bilgisayarlar ilk girdiğinde( ilk girdiği için hepsi ateş pahası...) insanlar hiçbir anlam verememişler bu acayip alete. Ne elektrik süpürgesi gibi tozu alıyor, ne buzdolabı gibi yiyecekleri muhafaza ediyor, ne de çamaşır makinesi gibi anneleri zor bir işten kurtarıyordu. Ama yine de gücü yetenler, hemen abanmış bu ucube makineye. Alalım, bir gün lazım olur mantığıyla bilgisayar piyasası oluşmuş. Ha çocukluğumdan bilirim, kurcalaya kurcalaya çözmüştük makineleri. Milletçe böyle güzel bir tarafımız var, meraklıyız. Ve hiç bir eğitime ihtiyaç duymadan bir anda bir alanın uzmanı haline gelebiliyoruz. Dalga geçmiyorum, büyük bir meziyet! Ve o makinelere, çağının son teknoloji makinelerine binlerce lira para sayılmış. Belki bir öğretmenin iki üç aylık maaşı... Ve kazanılmış bir kupa misali, evlerin en göze çarpan köşesine makineler, büyük bir gururla yerleştirilmiş. Şimdi şimdi fark ediyorum. Benim yaşımda olanlar da hatırlayacaklardır. Çocukluğumuzda, bilgisayar, bir çok kişinin evinin salonunda durur, misafirler geldi mi özenle bilgisayar tanıtılır, işlemcisinden ekran kartına, RAM'inden fan sayısına kadar birçok donanımsal özelliği anlatılır ve o belki de dünyayı değiştiren alete şu


muamele yapılırdı: "-Oğlum haydi, arkadaşlarına bilgisayarı aç da, şu yeni yüklediğiniz oyunu oynayın." Hakikaten de Türkiye'de uzun bir müddet bilgisayarın tek işlevi buydu. Şimdi birkaç aylık maaşlar bağlanarak satın alınan, özenle evin baş köşesine yerleştirilen ve gelene geçene büyük bir gururla tanıtılan o eşsiz makine, eskici arabasında. Ama eskici de esaslı adammış. 5 sene önce başkalarının baş köşesine yerleştirdiği aleti, eskici de arabasının baş köşesine yerleştirmişti! Lafı pek fazla uzattık, ama radyonun, ayakkabıların, kitapların ve ormanın kralı masaüstü bilgisayarının bende düşündürdükleri bunlar. Bende hissettirdiği duygu ise tek: Korku! Acaba diyorum, bizim "Yükseleyim, kazanayım, itibar sahibi olayım." diye bir ömür boyunca didinmemizin sonucu da bu eski radyo, ayakkabılar, kitaplar ve ormanın kralı gibi eskici arabası olabilir mi? Acaba diyorum, bizim akıbetimiz de 10 sene önce baş tacı yapılıp da 10 sene sonra eskici arabasına layık görülen ormanın kralı gibi olabilir mi? Acaba diyorum, radyoyu da, ayakkabıyı da, kitapları da, son teknoloji bilgisayarı bir şekilde eskici arabasına yollayan sistem, bize de aynı muameleyi yapabilir mi? Acaba diyorum, insan olmayı deneyebilir miyiz???


Lili Marleen “Zagreb radiyosunda Lili Marleen türküsü” sözlerinde duymuştum ilk defa ismini. Lili Marleen diye türkü mü olur lan diye düşünmedim değil . Neyse o öyle kaldı kafamda bir 10 yıl kadar. Meğersem Marlene Dietrich adında bir Alman sanatçının aşk şarkısıymış . 2. Dünya savaşı döneminde çok meşhur olmuş. İnsanları yürekten burmuş ve vurmuş . Almanca’ya ve 2. dünya savaşına normalin biraz üstünde olan merakım beni bu şarkıyı haftada bir iki kere dinlemeye mecbur bırakıyor tabiri caizse. Genelde yalnızken aklıma geliyor. Sinsi sinsi içimi dağlıyor ve nakavt. Bir anda ruhen çöküyorum. Kendimi Stalingrad’da ölmek üzere olan bir Alman askeri gibi hayal ediyorum. Donmak üzereyim ve sevgilim Greta aklıma geliyor. Şimdi ne yapıyordur diyorum kendi kendime. Kimlere kalacak diye hayıflanıyorum. Führer’in buyruklarına ve sadakat yeminlerine ağız dolusu sövüyorum . Sonra bir tokat akşediyorum kendime. Kendine gel zevzek minvalinde birşey bu. Neyse cidden etkiler bu şarkı beni . Bu etkisi şarkının tarihi arka planını öğrenince daha çok arttı. Hans Leip die bi zat-ı muhterem yazmış şarkının sözlerini . Kendisi askermiş 1915’te doğu cephesinde , Almanların Rusları tokatladığı sıralar. Neyse sevdiği kıza yazmış bizimki. Lili Marleen ablamıza. Kışladan çıkıp çıkıp buluştuğu hatuna yazmış. Adımlarından, yürüyüşünden bile etkilenmiş Hans Leip Marleen’in. Cidden aşık olmuş yani. Demek ki dedim kendi kendime insan aşık olunca böyle oluyor. Adımlarını dahi inceliyor sevdiğinin. Neyse sonra yazdığı sözler 1938’de bestenleniyor ve Marlene Dietrich’in dudaklarından dökülüyor usulca. Savaş dönemi tabi .Askerler bayılmış bu şarkıya. Hislerine tercüman olmuş Helmutların, Hansların . Adamlar Helgaların özlemini bu şarkıda dile getirmişler. Ölürsek kimlere kalırsınız siz demişlerdir. Neler neler


yapıyorsunuz bizsizken Hannover’da demişlerdir yani. Daha fazla uzatmadan şarkının Türkçe sözlerini de yazayım şuraya Kışla kapısının önündeki fener Eskiden de oradaydı, şimdi de orada Orada tekrar görüşsek ya Dursak yine lambanın altında Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen İkimizin gölgesi sanki birdi Birbirimizi nasıl sevdiğimiz kolayca görülebilirdi Ve herkes yine görmeli Bizi lambanın altında Eskisi gibi, Lili Marleen Eskisi gibi, Lili Marleen Derken nöbetçi seslendi 'Yat borusunu çalıyorlar, üç gün cezası var!' dedi 'Hemen geliyorum, yoldaş' dedim Ve sana veda ettim Ah, oysa ki nasıl isterdim gelmeyi Seninle, Lili Marleen Seninle, Lili Marleen Yerinde adımların, zarif yürüyüşün Akşam boyu parlıyordur, ama beni unutalı çok olsa gerek Bana bir şey olursa eğer Kim kalacak lambanın altında Seninle, Lili Marleen? Seninle, Lili Marleen? Sessiz odalardan, yerin yatağından Aşk dolu dudakların, bir rüya gibi, beni kaldırıyor Sabahın sisi dağıldığında Lambanın altında olacağım Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen

Beni en çok sarsan kısmı “bana birşey olursa eğer kim kalacak lambanın altında seninle Lili Marleen”. Çok acı arkadaş. Hiç hoş değil. Gencecik


Hans tutmuş bir kızı sevmiş onunla da arasına ölüm girecek . Oradan bir Helmut çıkıp yerini alacak bizim zavallı Hans’ın . Hak mı reva mı bu be ? Gene duygusala bağladım. Şarkıyı dinlerken yazıyorum ondan heralde. Neyse bizim Hans ölmemiş (1893-1983) zaten savaşta. Marleen’e n’oldu bilmem. Wehrmacht’ın askerlerinin gönüllerini süslemiş bir dönem. Hala da dinledikçe tüyleri ürperen insanlar var benim gibi. Malene Dietrich şarkısını cephe cephe dolaşarak söylemiş. Daha sonra şarkının İngilizce versiyonunu söylerken duygulu bir şekilde Alman askerlerini anıyor kendisi. Şarkıyı söylerken sesi titriyor. Düşünsenize bu şarkıyla duygularını depreştirdiği askerler artık hayatta değiller. Son olarak Erich Maria Remarque’nin Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok kitabını okumanızı tavsiye ederim. Kitapta bir Alman askerinin 1.dünya savaşında Almanların batı cephesinde yaşadıklarını tüm çarpıcılığıyla anlatılıyor. Çok iyi kitaptır. Benden söylemesi.


Bir Şiirden Fazlası Öyle, ölümden fazlasını gördüm. Can pazarı gönlüm, önünden şöyle; Bir bakıp geçmiştin, nedendi söyle? Öyle, ölümden fazlasına kördün!

Fazla sına, tâv etme fazlasına. Bendeki senin, senden fazlası var. Onçün; ümidim, genç yaşım, dik başım, Ölüm dirim savaşım fazla sana!

Öyle, ölümden fazlasını gördüm. Kader ağlarını, sinsice ördü. Serfiçe öksüz, benim bağrımda taş... Böyle, ölümden fazlasına muhtaç!

Ölümden fazlasıdır ihtiyâcım, Ki ölümlerden ölüm; kesmez artık. Gözündeki en sönük ihtimalim, Ki ölümden de öte; ihtirasım.


MATEMATİK VE FELSEFE Hemen hemen herkesin bildiği bir paradoks örneğiyle başlamak istiyorum ki, yazının başlığı oldukça iddialı olsa da içeriğinin ne kadar mütevazi olduğu anlaşılsın.Parmenides'in öğrencisi olan Zenon; hocasının ,"Gerçek tektir ve değişmezdir. Çokluk, değişim ve hareket aslında yokturlar ve duyularımızın bizi kandırmasından kaynaklanırlar." diye özetlediği düşüncesini savunmak için, 2500 yıldır filozofları,fizikçileri ve matematikçeleri uğraştıran dört paradoks üretmiştir. İlki ve en basidini ele alalım. Annesinin topuğundan tutup bütün vücudunu ölümsüzlük nehrine batırdığı için, sadece suya değmemiş olan topuğundan öldürülebilen, yarıtanrı Aşil ile Helen'i kaçıran Paris, Troy kuşatmasında sıcak çatışma yaşanmaması için koşu yarışı yapmaya karar verirler.Ancak çelimsiz Paris yine bahane üreterek Aşilin bir yarı-tanrı olduğunu belirtir ve yarışa önde başlamayı ister.Aşil kendinden emin bir tavırla öneriyi kabul eder.İşte Zenon bu noktada Aşilin tarihi bir hata yaptığını çünkü yarışa önde başlayan Parisi'i Aşil'in hiç yakalayamayacağını idda eder.Aslında yukarıda belirttiğimiz aksiyom(!)(?) doğrultusunda bu düşüncesi doğrudur. Paradoks şöyledir; Paris yarışa önde başladığı için, Aşil'in önce Paris'i yakalaması gerekir. Ancak Aşil Paris'in başladığı noktaya ulaştığında Paris biraz daha ilerlemiş olacaktır.Aşil bu yeni noktaya vardığında Paris biraz daha ilerlemiş olacaktır. Çünkü Paris hiç durmamaktadır, devamlı ilerlemektedir.Bu döngü devam eder ve koca yarı-tanrı Aşil, geç olsa da Atina'nın evrendeki en güzel tanrıça olduğunu kabul eden ve onun yardımıyla yarışı kazanamasa da, en azından kaybetmeyen Paris'i yakalayamaz.


Tabiki de sağduyu(transandantel muhayyile)muz bu durumu kabul etmeyecektir ve sorgulaması için sentetik a priori bilgi olan matematiği devreye sokacaktır.Matematik derki, V Aşil=100 m/s V Paris =10 m/s olsun. Ve 100 metre ileride yarışa başlasın. Aşil Parisin başladığı 1. noktaya 1 saniyede gelir, Paris 1 saniyede 10 metre ilerler. Aşil Parisin ulaştıgı ikinci noktaya 1/10 saniyede ulaşır. 3. noktaya 1/100 saniyede ulaşır. Demekki Aşil Paris'e, 1+1/10+1/100+1/1000+1/10000+.... saniyede ulaşır.Bu da, 1+1/10+1/100+...=S 10S=10+1/10+1/100+...=10+S S=10/9 saniyede Aşil Paris'e ulaşır demektir. İşte bu nokta da filozoflar, matematiğin gerçek hayata uygulanması noktasında rahatsız olmaya başlar.Yani matematik ile felsefe arasındaki çetrefilli ilişki , görülmeye-hissedilmeye-anlaşılmayatanımlanmaya başlanır. Modern felsefenin, analitiğin ve kartezyen hesabının kurucusu Descartes ile devam edelim.

İsmail abinin dediğine göre,

dedelerinden biri Descartes'ın asistanıdır.Yine bir gün Descartes idealizmin zirvelerinde iken, İsmail abinin dedesi Descartes'a sinirlenir ve işi bırakır.Tam giderken de,"Bahçemdeki ağaçlar da var ama, düşündüklerini hiç sanmıyorum sayın işveren." diyerek, Descartes'a tarihi ayarı verir.Tabi burada ya İsmail abinin dedesinin idealizmden haberi yok ya da Burak Aksak empirizmin doruklarında yaşıyor.


Elbette "ağaç" dediğimiz bir "şey" vardır.Bu şey fotosentez yapan, meyve veren ve bir takım canlılık özellikleri gösteren bir şeydir, elbet vardır.Ancak bu şeye verdiğimiz "ağaç" ismi bu saydığımız özellikleri mahiyetinde bulundurmaktadır. "Ağaçlar canlıdır." cümlesi analitik bilgi içerir, yüklemi öznesinde gizlidir.Ağaç kavramını biliyorsak, canlı olduğunu da biliriz.Yüklemi öznesinde gizlidir,bu sebeble bilgimizi çoğaltmaz ancak berraklaştırır. Mantıksal önermelerle doğrulanabilir ve bu sebeble evrenseldir. Bir de "ağaç" kavramının adedini belirtmek için kullandığımız aritmetik yargı ve/veya boyunu,hacmini ölçmek için kullandığımız geometrik yargı vardır.Bunlar matematiksel bilginin ürünleridir. Descartes ile başlayan modern dönemde, matematiksel bilginin mahiyeti üzerine yapılan tartışmalar empiristler ve rasyonalistler arasında şiddetli bir şekilde halen devam etmektedir. Rasyonalistler matematiksel bilginin a priori olduğunu öne sürerek, akli bir bilgi olduğunu söylemişlerdir.Buna karşın empiristler, matematiksel bilginin analitik olduğunu, yani bilgiyi genişletmediğini sadece ideler arasındaki bağlantıyı sağladığını düşünmektedirler. Descartes matematiksel bilginin, evrenselliğini ve akliliğini anlatırken, Leibniz daha da ileri giderek evrendeki her "şey"in hesaplanabileceğini göstermeye çalışmıştır. "Characteristica Universalis" ile beşeri ilimler dahil her türlü kuramın matematiksel yöntemle hesaplanabileceğini, fikir ayrılığı bulunan iki insanın kendi düşüncesini savunmasına gerek kalmadan, düşüncelerini hesaplayarak doğru fikre ulaşabileceğini anlatarak matematiksel bilginin evrenselliğini ve mutlak oluşunu dile getirmiştir.Ancak matematiksel bilginin analitik olduğunu


düşünmekteydi.Bilginin monadlar arasındaki "ilahi-mistik-hesaplanabilir" ilişkisinden meydane geldiğini "sez"inlemektedir. Ampirik düşüncenin en büyük temsilcisi Hume, matematiksel bilginin deneyden bağımsız, evrensel ve analitik olduğunu kabul etse de, bazı empiristler matematiksel bilginin gözlem ile elde edilen ve sentetik bilgi olduğunu savunmuşlardır.Sentetik bilgi, fenomenler dünyası hakkında bilgi içeren bilgi türüdür.Suyun 100 derecede kaynaması sentetik bilgidir.Deneyle gözlemlenir. Kant'a geldiğimiz zaman tüm bu spekülasyonların rafa kaldırıldığını görürüz.Çünkü Königsberg'in münzevi filozofu ve felsefenin "prensi-son peygamberi-kurtarıcısı", "kopernik devrimini" felsefeye taşımıştır. Rasyonalizmi ve empirizmi yıkıp-birleştirip kritisizmi geliştirmiştir. Yazının bundan sonrası Kant'ın, matematik felsefesinin teknik kısmı ile ilgili olucaktır.Bunun sebebi Kant'ın işaret ettiği soru, sorun ve çözümlerin halen aşılamamış olmasıdır.Yukarıda kısa kısa değinilen filozofların ve felsefi akımların doruk noktasıdır İmmanuel Kant ve onun çözümlerinden daha toparlayıcı ve tatmin edici cevaplar 21.yy'da dahi alınamamıştır( ama yol katedilmiştir.). Kant'ın "Kopernik Devrimi"ni kısaca özetlersek; Kant,a priori bilginin analitik olmadığını söyleyerek empiristlere, ama deneyimden tamamen bağımsız olmadığımı söyleyerek rasyonalistlere karşı çıkmatadır.Kant'a göre bilgi, görülerle başlar, akılla devam eder: "Kavramsız görüler kör, görüsüz kavramlar boştur." Kant'ın bilgi teorisine göre;bilgi, zihnimiz(bilen özne) ile nesneler (nuomena) arasındaki karşılıklı etkileşimden meydana gelmiştir.Ancak Kant'ın "nesne"den kastı "kendinde şey"lerdir. "Kendinde şey" tabiri,


zaman ve mekandan bağımsız, nesnelerin öz mahiyetidir. Bizler bu öz mahiyeti anlayamayız. Nesneleri oldukları gibi değil, tasavvur ettiğimiz gibi algılarız. Zihnimizi ise;verstand(akıl),vorstellungskraft(transandantal muhayyile),sinn(duyu) oluşturmaktadır .Bilgi bu üçünün çalışmasından meydane gelmektedir. Hissetme(sinn) kapasitemizin iki saf formu olan zaman ve mekan, nesneleri algılayıp, terkip eder. Muhayyilemiz(Kant muhayyilenin mahiyetini açıklamamıştır.Sadece; içimizde bulunan, karanlık, körelmiş zihinsel bir fonksiyon olduğunu dile getirmiştir.) terkip edilen bu görüleri(anschauung) tekrar üreterek, aklımızda(verstand) üretilen a priori kavramlara parelel bir yapıya kavuşturur. Yeniden üretilen bu görüler, aklın ürettiği kavramların altına düşerek , yargıyı meydana getirirler. Böylece bilme işlemi tamamlanmış olur. Kant'taki en temel ontolojik unsur yargılardır.Yargı, kavram ve nesnelerin uyumlu bir şekilde var olmalarından meydana gelmişitr. Denebilirki, yargıdan bağımsız nesne ve kavram düşünülemez. İsmail abinin dedesi(düşünen bir varlık) olmasaydı, kavram üretecek ve nesneyi algılayacak bir yapı olmadığı için yargılar mümkün olmazdı. Ağaçlarda olmazdı. Biz düşündüğümüz için bu evren var.Biz olmasaydık "kendinde şey" olan bir evren olurdu sadece. Kritik Der Reinen Vernunft'ta;"...Doğa adını verdiğimiz görüngüler dünyasındaki 'düzen ve birlik', bizim ona verdiğimiz birliktir. Eğer onu oraya bizim zihnimiz yerleştirmeseydi, onu asla orada bulamazdık." der, Immanuel Kant.


Yargıları; analitik yargılar ve sentetik yargılar olarak ikiye ayırır. Analitik yargılar, yüklemi öznesinde gizli olan yargılardır (ağaçlar canlıdır.), görüye dayanmadığı için a prioridir, bilgiyi genişletmez, ancak berraklaştırır. Sentetik yargılar ise, informatifler (bilgiyi genişletitler.),a posteriori olduğu gibi a priori olabilirler, tüm ampirik yargılar sentetik a posteri yargılardır(çelik, demir ve kromdan oksitlenme yoluyla elde edilir.). Ayrıca, sentetik a priori bilgi de vardır. İşte felsefe ile matematiğin birleştiği-ayrıldığı nokta da burasıdır, Kant felsefesinde. Kant'a göre matematik ve felsefe ikisi de a priori bilgi ile uğraşır .Ancak, felsefe analiz yöntemini kullanarak, kavramlardan akıl ile bilgi edinir. Matematik ise, meselenin en can alıcı yeri de burasıdır, kavramların inşaasından bilgi edinir. Bunun sebebi, kavrama karşılık gelen görünün(nesne) a priori olarak gösterilmesidir. Evrende sayılacak hiç bir şey olmasa bile, transandantal muhayyile, saf mekandan elde ettiği görü ile ve sezinleme yöntemini kullanarak, verstandın ürettiği kavramlara karşılık gelen nesneler(gegenstand) üretebilir. Ürettiği nesneler 1,2 olmayabilir; a, b olabilir ve ya K:{} olabilirdi. Kant'ın bilgi teorisi; nesnelere değil, ama nesnesi belli olan kavramların meydane getirdiği yargıların üzerine inşaa edilmiştir. Nesneleri göstermek için görüye, görüyü kullanabilmek için saf mekana(uzay-zaman) ihtiyaç vardır. Matematiksel bilginin de sırasıyla;kavramların inşaasına, yargılara, kavramlara, muhayyile tarafından üretilen gegenstand-lara ve bütün bunların oluşması için görüye (anshauung) ihtiyaç vardır.Anschauung elde etmek te, saf uzayzamana dayandığı için, matematiksel bilgi, sentetik aprioridir.


Bir başka ifade ile, sentetik a priori olan matematiksel yargılar saf mekana dayandığı için ve mekan da deneyimin a priori koşulu olduğu için, matematiğin doğaya uygulanmasında entellüektel açıdan bir sorunla karşılaşılmaz. Matematiksel yargıların içinde iki farklı nesne vardır ki, bunlar farklı saf görü formlarına dayanır. Aritmetiksel nesneler, hissetme kapasitemizin saf zaman formuna dayanırken, geometrik nesneler, saf uzay formuna dayanır. Sinn, aritmetiksel nesneleri oluştururken ,saf zaman formunda oluşturup, muhayyileye aktarır iken, geometrik nesneler saf uzay formunda oluşturulup muhayyileye aktarılır. 19.yy'ın ortalarından 20.yy'ın ortalarına kadarki dönem; önce ideolojik sebeplerden, sonrasında pozitif bilimlerin yükselmesinden, en sonunda da psikolojinin dayatmalarından mütevellid, felsefe zor bir dönemden geçmiştir.Bu ayrı bir konu olmakla beraber bu dönemde Kant'a ve matematik felsefesine karşı ciddi eleştiriler yöneltilmiştir. Yeni geometrilerin (Riemann, Lobachevski) geliştirilmesiyle ve bunların doğa bilimlelerine uygulanmasıyla beraber (Einsteinrölativite),matematik felsefesinin yeniden tanımlanması ihtiyacı doğmuştur. Uzalıp kısalan trenler, zamanın genleşmesi, uzayın sonsuz ama sınırlı olması gibi yeni fiziğin fenomenleri bir takım paradoksların matematikte vuku bulmasına yol açmıştır. Bu dönemlerde Hilbert ve Poincare gibi matematikçilerin başını çektiği yeniciler, matematiği saf görüden kurtarıp mantığa indirgemeye çalışmış; Frege ise geometri de saf görü anlayışını savunsa da;a ritmetiği mantık ekseninde değetlendirmeye çalışmış, ancak saf görünün sağladığı ontolojik mekanı terkettiği için felsefi zeminden yoksun kalmış, teorileri bu sebeble paradoksland olmaktan kurtulamamıştır.


Modern matematikçiler, matematiği saf görüden kurtaramamışlardır.Matematiği mantığa indirgeme çalışmaları başarısızlık sayılabilecek yarım teorilerden ibaret kalmıştır.Wittgenstein, Tractatus'ta iki bin yıllık felsefenin, filozofların birbirini yanlış anlamasından ibaret saymıştır.Geliştirilen mantık sistemlerinin eksikliğinden şikayet etmiştir. Kant aşılamamıştır. Bu sebep ile, nacizane fikrim,"zurück zu Kant(Kant'a dönelim.)" diyenlerin, biraz daha dikkate alınmalarıdır.Kant'ın teorileri elbet mutlak doğru değildir, ancak onun işaret ettiği, soru-sorun-çözüm-ler, bir takım siyasi akımların (Hegel, Marx),psikolojizmin (Freud),varoluşçuluğun (Heidegger,Nietzsche, Sartre) gölgesinde kalmıştır. 2.Dünya Savaşı'ndan sonra , felsefenin Almanların tekelinden çıkmasının da etkisi vardır. Soğuk savaş sonrası Kant, tekrar gündeme gelmiş, hatta felsefeyi işgal etmeye başlamıştır.


San'at Ağbi Ümîdvâr bir gönlün sâhibi iken; Bunca yeiste boğulmak niyedir? Nûrun, âfitâbıñın sâhiliyken; inanmam! -karaya vurmam- diyene.

Urgandır; boynuma dola ellerin. Gözünde ne şâirim, ne bir âşık... Yalnız ve "yalnız" budala, serseri! Özünde bir şiirim; sana tâbi.

Sana tâbi san'atım; sana tabiî... Bana bir adım gel sen, san'ata bin! Orhun'un kıyısında sen ata bin; Mete buyruk verse de ok atamam...


Duvardaki Resmiñ Duvardaki resmiñle, avunur göyñüm. ümîdlerine kefen belleyip sarılmış biri içün ne fiyakalı bir intihâr girişimi… Anlara, sâniyelere, dakikalara, geçmek bilmez saatlere ve güneşin tutulduğu günlere, ayınsa parçalandığı gecelere, akabinde kaybedilen yıllara paylaştırılmış; velhâsıl bütün bir ömre kanser gibi yayılmış bir acıdan bahsediyorum. Geceleri hatırlamakla geçen birinin gündüzleri, hiç yaşanmamış sayılır. Gerekli dozda alınan tütün, bir alışkanlık hâline geldiyse eğer bazı insanları unutmanın vakti de gelmiş demektir. Buna duvardaki resmi yırtıp atarak başlayabilirsin. .Belki farklı bir marka sigarayla farklı kadınları düşünebilirsin. Hayâtıñdaki en kıymetli kadın anneñse eğer sigarayı bırakmalısın hattâ. Buna karar verebilecek duygusal dengeyi kuramıyorsan bir sigara daha yakmalısın. Tâ ki bir gece uykuñda, bedeniñe serin sular tutulmuşçasına soluksuz kalana dek. O gün, bu boku içmeye başlamayabilirdim de. Ammâ dengemi sarsmıştın ve yıkılmak içün son darbeyi bekleyen bir adama, Bundan daha iyi bir fırsat verilemezdi. Helâl olsun, sağlam vurdun. Tâm istediğim gibiydi. Bir noktadan sonra acı çekmeyi huy ediniyoruz. Belki bu da zararlı alışkanlıklarımızdan biridir. Hayâttan tek beklentim, bir an evvel bitmesi. Baktım ki beklemekle bir yere varılmıyormuş, öyleyse ben bir şeyler yapmalıyım, dedim bununçün. Sen de oradaydın, Sen de "evet, seniñ işiñ bu!" diyordun. Ve sonra, ölümü dudaklarından öptüm, içime çektim; cehennem ateşi her nefeste biraz daha yaklaştı, biraz daha... Bunu sevmiştim çünkü ateş beni yakmadan onu söndürebiliyordum. ve bu işin sonunda ölüme birkaç nefes daha yaklaşmış oluyordum. Maddî bir ateşte yanmayacağımı tahmin ediyorum. Çünkü Tañrı, beni mahveden asıl yangının içimde olduğunu biliyor. O yüzden buna benzer bir şey olmalı sanırım .Umarım, bunun kadar uzun ve sancılı sürmez.





Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.