KUNDUZ
KÜLTÜR, SANAT VE EDEBİYAT DERGİSİ
HAZİRAN 2017 - SAYI:2 - FİYATI: ¨ 4
Kitaplarıyla bir odaya kapanan ve kendi içinde bir yolculuğa çıkan yazar, orada yıllar içinde iyi edebiyatın vazgeçilmez kuralını da keşfedecektir: Kendi hikâyelerimizden başkalarının hikâyesi gibi ve başkalarının hikâyelerinden kendi hikâyemizmiş gibi bahsedebilme hüneridir edebiyat. Orhan PAMUK
I
Kunduz ‘dan
KUNDUZ DERGİ İMTİYAZ SAHİBİ: Osman KISA osmnkisa@gmail.com YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: Osman KISA osmnkisa@gmail.com YAYIN EDİTÖRÜ: Osman KISA SEÇİCİ KURUL: Osman AYDIN Nevzat KAPLAN Şule SAVRUK İrem ACIKMAZ Sait Can DUMAN Mesut ÖZDEMİR Reyyan İLHAN Fatma ERATA Sevgi KURTYEMEZ Abdullah TOSUN Amine KARA REKLAM İRTİBAT: Osman KISA TEL: O553 877 77 14 GMAİL: osmnkisa@gmail.com
20 HAZİRAN 2017 Dizgi: Muzaffer Dinçer Baskı ve Cilt: Kardeşler Ofset Yenidoğan Mh. Matbaacılar Sit. 7. Blok No: 76 Kocasinan/ Kayseri Tel: 0352 3316100 www.kardeslerofset.com.tr
Değerli Okuyucular, Hayat can sıkıcı şeylerle doludur. Maddi anlamda ne kadar güçlü olursak olalım hemen hepimizin tüm zamanı sıkıcı olmaktan öteye pek geçmiyor. Hele hele çağımızda insanımız yoğun bir bunalımla vaktini geçirmekte. Uğraşlarımızın çoğunun temelinde huzursuzluğumuz yatar. Bu nedenle kimimiz telefonla kimimiz televizyonla boş vakitlerimizi öldürüyoruz. Boş vakitlerini değerlendiren ayrıcalıklı bir sınıf vardır. Bu sınıf kitapları elinden düşürmeyen sınıftır. İşte bu sınıf sıkıcı, huzursuz vakitlerini kitap okuyarak eğlenceli ve faydalı vakitlerle değiştirir. Ne kadar meşgul olursak olalım okumaya belli bir zaman ayırmıyorsak cehalete teslim oluruz. Çağın teknolojiyle beraber artan kitap sayısına rağmen okumuyorsak sanırım kitap yakmaktan daha büyük bir vebal altına girmeyi kabul ediyoruz demektir. Kısacık, çok hızlı tükenen bir zamanımız var. Okumadan geçen bir gün yitirilmiş bir gündür, diyor J.P Sartre. Çoğu insan maalesef ömrünün sonuna kadar üç beş gazete sayfasından daha fazlasını okumuyor. Ömrün bu derece bilgi anlamında boş geçmesi kişiye günah olarak yeter de artar bile. Okumayan toplumlar kendisinden sonra gelen nesillere cehaleti en büyük miras olarak bırakacaklardır. Cehalet denilen en büyük düşman toplumun başına bugün nasıl bela olmuşsa gelecek nesillere de aynı şekilde bela olacaktır. Toplumlar cehaleti kitap okuyarak yok etmezse kendi çağlarındaki sorunları gelecek nesillere bırakarak onların sorunlarla boğuşmasına neden olacak, hayatlarını zindana çevirecektir. Düşünün ki bugün yaptığınız bir hata yüz yıl sonra gelecek bireylerin hayatını mahvedecek. Henüz gelmemiş bir neslin günahını kendi sırtında taşımak isteyecek kimse yoktur zannımca. Ancak bu vebalin ayırdına varamayanlar sadece cahillerdir. İnsanı da ağır veballerden kurtarabilecek yegâne şey bilgidir. Bilginin yolu da kitaplardan geçer. İnsanların birbirlerini anlamayıp birbirlerine düşman olmasının temel nedeni de yine okumamaktır. Okumak başka evrenlere seyahat etmenin çok ucuz ve kolay yoludur. Kitap aracılığıyla başka insanların en namahremine kadar yolculuk edip onları anlamayı rahatlıkla başarabiliriz. Onları anladığımızda da sevebiliriz. Bizim için önemli ve keyifli olan bu dergi uğraşını da aynı vicdan muhasebesiyle yaptık. Başta, değerli öğrencilerim Osman Aydın ve Nevzat Kaplan olmak üzere dergimiz de emeği geçen tüm arkadaşlarımıza en içten duygularımla teşekkür etmek istiyorum. Osman KISA
KUNDUZ
Hayat Neden Bu Kadar Alaycı? Bir yerde okumuştum: Türkiye’deki insanların ortalama %65’i yanlış arama geldiğinde telefonu “Görüşürüz” diyerek kapatıyormuş. Bir gün deneme sınavına girdiğim dershaneden telefon geldi. Puanımı, nereden çok yanlış çıktığını ve kredimi söyledi. Telefonu kapatırken (kendimin bile kapattıktan sonra deliye döndüğüm bir biçimde) “Görüşürüz” dedim. Belki suratını bile görmediğim bir insanla konuşurken bunu yapmamın amacı neydi? Onu ben bu okuduğum şeyden sonra anladım. Bu ülkemizde genetik bir şey çünkü tek ben yapmıyorum karşımdaki insan heyecanlanıp “Görüşürüz” deyip kapatıyor. Telefonla konuşurken heyecanlanacak ne var? Bir zamanlar ben de heyecanlanırdım. Gören başkanla konuşuyor sanacak. Kekelemeler sonra ne biliyim heyecandan telefon numarasını unutmalar falan çok ilginç şeyler. Yani şu üzerinizdeki heyecanı atın. Karşıdakini en yakın arkadaşınız gibi düşünün ama ikinizin de resmi olmaya yemin ettiğiniz bir arkadaşınız olsun. Bugün kargodan aradılar. Kapatırken o kadar özen gösterdim ki “İyi günler” demeye sesimdeki kararlılık tınısını ben bile anladım. Yıllardır düştüğüm hataya düşmemek için elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Gören
ve bunu tam olarak anlayan biri çıkarsa gelsin beraber gülelim. Türkiye de bu tür trajikomik olaylar çok fazla. Kimisi sokaktaki levhaya yumruk atar ve bağırır. Nedense bunu hala çözemedim. Amacı kafasını vurduğuna etraftakileri inandırmaktır ama bana göre amacı sadece şımarmaktır. Kimi sokakta müzik dinleme işini abartır ve müziği dışa verir ve insanları rahatsız edecek hareketler yaparak dans eder. Böyle olaylarla karşılaşıyoruz. Ben yolda giderken beni hep anormal insanlar bulur. Elini kolunu sallayarak bilmediğim ilginç bir dansı ağzıma girercesine yapıp aynı anda şarkıyı telefonla beraber söyleyen insanlardan korkmaya başladım. Geçenlerde yolda yürürken anormal olarak ifade ettiğim insanlardan birisi bisikletle yaklaşıp inanılmaz bir derecede bağırma ve gülme arasında çığlık attıktan sonra bana vurmaya çalışıp bisikletle gitti ve arkasına bakarak hala gülüyordu. Neye uğradığımı şaşırmış bir vaziyette gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Onun dışında sınıf ortamında olsun, dışarıda olsun, otobüste bile birbirinin üstüne atlayan, bağıran, küfür eden insanlar dolu. Anlamıyorum adrenalin mi fazla geldi? Sınıfa bir giriyorum bakıyorum insan göremiyorum sonra 2
KUNDUZ
yazın. Karşılaştığınız trajik olayları bana anlatın. Karşılıklı gülüşürüz hiç olmazsa. Bunu da anlatmazsam bir yerim şişecek. Kulaklığımı takip telefonla konuştuğum zaman herkes bana bakıyor. Hadi onu anladım kimle konuşuyor diye bir bakıyorsunuz peki müzik dinlediğimde niye o itici bakışlarınızı üzerime dikiyorsunuz. Yağmur yağıyordu ve telefonu cebime koymak zorunda kaldım ama kulağımda kulaklık. Şapkamı kafama geçirdim arkadaşımla konuşmaya başladım. Yolda adamın biri sanki günah işliyorum gibi gözden uzaklaşana kadar kaşları çatık beni izliyor. Bakıyor, bakıyor ve bakıyor. Acaba deli mi sandı diye düşünmeden edemiyorum.
köşeye oturup şunları bir izleyim diyorum (hiç demedim ama desem olacakları biliyorum) bakıyorum sınıfta değilim sanki. Gülmemek elde değil. Tramvaya biniyorum bir suratsızlık bir yan gözle bakma bir dik izleme var anlatamam. Geçen karşıma biri oturmuş bakmamaya özen gösteriyorum ama gözleri üzerimde. Ama adamın bakışları öldürecek gibi. İçimden geçen tek cümle “Kitap okumakta mı yasak?” oluyor. Elimdeki kitabın son sayfalarındayım milletin bakışları yüzünden odaklanamıyorum. Sanki elimde yasaklı bir kitap var ya da tramvayda kitap okumak yasak gibi. Ülkemin insanlarına ne gülüyorum ama ya. İnanıyorum sizde şikâyetçisiniz. Ülkede yaşanan komediyi daha fazla anlayıp gülmek istiyorum. Bana en iyisi siz
Batuhan İSTANBULLU 3
KUNDUZ
Merhaba Konuşamadığım
kokulu akşamdayım. Sen hayatına güzelce devam ederken bense hala gizliden gizliye sana bakmaktayım. Beni fark etmesen de uzaktan uzağa sana akmaktayım. Beklemenin sonu yoktur, beklemek uçsuz bucaksız. Tek renksiz “su” derler ama bir diğer renksiz de beklemektir. Ya çok şey kaybettirir sevgilim ya da pek çok şey kazandırır beklemek. Beklemek bazen düşlerde gezdirir bazen gerçekle yüzleştirir. Sevgilim, beklemek ya ayrılığı bitirir ya da ayrılığı getirir. Beklemek çölde kaybolmak gibi, kimi zaman da yeşillikler arasında bir ağaca yaslanıp, gökyüzüne yolculuk yapmak. Beklemek öyle bir şey ki ya yıldızları toplarız birer birer ya da onları ışık yılı uzaklığında bırakır. Yani beklemek hayatın görünmeyen yansımasıdır sevgilim. Şimdi söyle bana “kış masalım” giden gitmeye mecbur kalmışsa acıyı kim çeker? Ahsen AYKURT
Hani hep derler ya giden unutur, bütün acıyı kalan çeker diye. Öyle değil işte. Severek giden çeker acıyı. Bırak gitmeyi gitmek düşüncesi bile ölümü yaşatmaya yeterken, gitmeye mecbur bırakılan çeker acıyı. Ben gidiyorum ama acıyı da ben çekiyorum. Söylesene sevdiğim. Hani kalan çekerdi bütün acıyı? Ben senden hiç gitmedim can parçam. Gidiyorum derken bile sende kaldım ben. Başkasına ait olacağını bildiğim halde. Her baktığım yerde sen varken; içtiğim su, aldığım nefes, sen olmuşken söyle bana nasıl giderim senden? Nasıl bırakacağım seni başka ellere? Hangi kadın bütün gidişlerini ezbere bildiği bir adamı ölürcesine bekler? Parmaklarımı arkama saklayıp gizlice geleceğin günleri saydım. Seni getirecek her güne duayla uyandım. Bugün, dedim güneş her doğuşunda bugün gelecek. Ben hala seni ilk gördüğüm o andayım. Hala o yağmur sonrası toprak 4
KUNDUZ
Güzel Türkiye’m Ne Oldu Sana? Zamanın behrinde cümle âlem sana boyun eğerken Müslümanlar hep bir ağızdan Allah derken Mazlumların derdini hep birlikte çekerken Güzel Türkiye’m ne oldu sana? Her insanının gözü parada, pulda Yeter ki ele geçirsinler, fark etmez hangi yolda İslam mı kaldı? Hepsi kocaman bir masalda Güzel Türkiye’m Ne oldu sana? Çağdaş olduk. Açıldık, saçıldık, İki rekât namazımızı kaçırdık. Harama dikerken gözümüzü helalden kaçırdık Güzel Türkiye’m ne oldu sana? İnanmayan vatandaşına yok bir sözüm Ancak iman benim temelim, özüm O olmadan hiç görür mü gözüm Güzel Türkiye’m ne oldu sana? Camilerimiz boşalırken doldu kafeler Kahvede geziyor çakma efeler Kaldıramadı günahı! Taştı kefeler Güzel Türkiye’m ne oluda sana? Öte tarafta sormazlar mı adama? Osman AYDIN 5
KUNDUZ
Karanlık Bir Gece Karanlık bir geceydi mevsimlerden yazdı O gece milletim koca bir tarih yazdı Böyle bir zafer için ne söylense azdı Devletin zirvesinden çağrı geldi halka Meydanlarda toplandı millet halka halka.. Düşmanlar, O gece, darbe planı kurdu Yiğit bir asker haini alnından vurdu Melekler arş-ı âlâda selama durdu Oğuz’un nesliyim, kayıdır benim boyum İşte benim milletim, işte benim soyum.. Halkımda cephane yok, düşmanda çoktu “Allah bize yeter” dedi, sokağa çıktı Korkmadı, sinmedi zulme karşı çıktı Atladı tankın önüne cesur yürekler Durdurdu ihaneti, demirden bilekler Biter mi sandınız bizde Koca Seyitler Ecdadını örnek alır Ömer Halisler Açın kulağınızı dost yüzlü iblisler Türk Milleti asildir, gelmez esarete Biz bu vatan için koşarız şehadete,, Nevzat KAPLAN 6
KUNDUZ
Bir Polisiye Roman: “Gülün Adı” Fethi Naci polisiye roman olarak değerlendirilen Gülün Adı hakkındaki düşüncesini şöyle özetler: “Romanı asıl okutan polisiye öykü yanı. Siz hiçbir polisiye romanı iki kez okudunuz mu? Düğümler çözülünce polisiye romanın yaşamı sona erer.(…) Gülün Adı talihli bir roman, çok satacak çok okunacak, çok sözü edilecek. Ama o kadar. Çünkü Gülün Adı’nı tekrar tekrar okumamıza yol açacak şey yok. Nedir o şey? Tek sözcükle: İnsan. Gülün Adı’nda genel insani gerçekler var.(…) ama birey olarak insan yani romanın insanı yok. Bunun için iki kez okunmaz Gülün Adı diyorum. Fethi Naci’nin polisiye romanlarla bu tespiti yerinde ve haklı bir tespit. Ancak Gülün Adı şu ana kadar okuduğum polisiye romanlardan farklı olarak bazı bölümlerini tekrar okutturacak nitelikte bir polisiye roman. Hatta diye bilirim ki olayların olduğu pasajlar çıkartılırsa geriye kalan bölümler bize ortaçağ Hıristiyanlık dünyası hakkında detaylı bilgi verecek bir eser. Bu olayların dışındaki pasajlar Umberto Eco’nun Orta Çağ Hıristiyanlık dünyası hakkındaki derin ve engin bilgisini gözler önüne seriyor. Şunu da belirtmeliyim ki bu güne kadar hiçbir tarih kitabı bu roman kadar bana Orta Çağ hakkında bilgi verebilmiş değildir. Ama
birey olarak gerçekten insanı, bütün polisiye romanlarda olduğu gibi, Gülün Adı’nda da bulamıyoruz. Genel insan söz konusu bu eserde. İnsan aşağıdaki paragraflarda olduğu gibi birçok sayfada da toplumsal(daha doğrusu bir sürü) olarak ele alınmış: “Elbette, reformcuların ardına takılanların büyük bir çoğunluğu, hiçbir öğretici inceliği olmayan saf insanlardır. Buna karşın sağtöre geleneklerini düzeltme akımları, değişik yer ve biçimlerde ve farklı öğretilerle doğar. Katharosçular ile Valdocular çoğu kez birbirine karıştırılır. Valdocular, Kilise içinde tinsel bir reform yapılmasını öngörüyorlardı. Katharosçular ise başka bir kilise başka bir tanrı ve sağtöre anlayışı öngörüyorlardı.(…)”(s. 284) “Sana anlattım: Onları yaşatan şeyle öldüren şey aynıdır. Akımlar başka akımlara kapılmış, bütün akımların aynı başkaldırı ve aynı umut dürtüsünden kaynaklandığına inanan saf insanlarla gelişir, sonra birinin yanlışlarını ötekine yükleyen sorgucular tarafından yok edilirler; bir akımın bir kesimine bağlı olanlar bir suç işleyecek olursa, bu suç tüm akımların tüm kesimlerine bağlı olanlara yüklenecektir. (…) Saf insanlar kendi kişisel sapkınlıklarını seçemezler, Adso; ülkelerinde vazeden, köylerinden gelip 7
KUNDUZ geçen ya da alanlarında duraklayan adama sıkı sıkıya tutunurlar. Düşmanları da bunu sömürür.(…)(s. 285- 286) “Tanrı’nın kulları hakkında açık seçik bir fikrin var. İyi koyunlarla kötü koyunlardan oluşan, kutsal dünyanın yorumcuları olan din adamlarının yol göstericiliği altında çoban köpekleri, savaşçılar, daha dünyasal erk, yani İmparator ve beyler tarafından dizginlenen büyük bir sürü. Görünüm çok açık.”(s. 286) Gülün Adı’nda insan yok. Ama Orta Çağ Hıristiyanlık dünyasıyla ilgili sosyal tespitler yerinde ve gerçekçi. Kilise’nin İseviliği nasıl kendi çıkarına göre şekillendirdiği, toplumu nasıl bu uğurda sömürdüğü ve Ortaçağ karanlığına gömdüğü, bu nedenle Hıristiyanlığın tıpkı bir nehir gibi kollara ayrıldığı, buna sürü psikolojisine sahip toplumun bilinçli alet olmadığını, toplum için aslında düşünceden ziyade umudun önemli olduğunu, yazar, bu romanda polis şefi William aracılığıyla tespit eder: “(…) Son iki yüz yıldır, hatta daha da önceden beri, şu bizim dünyamız, hoşgörüsüzlük, umut ve umutsuzluk fırtınalarıyla kasılıp kavruldu sanki… Yada hayır, bu iyi bir benzetim değil. Kocaman görkemli bir ırmak düşün; toprağın sağlam olduğu güçlü yatağında kilometrelerce akıp gidiyor; ırmağın kıyılarının, sağlam toprağın nerede olduğunu biliyorsun. Bir an gelir, bu ırmak çok uzun bir zaman, çok geniş bir alanda, aktığı, tüm ırmakları kendi içinde yok eden denize yaklaşmakta olduğu için yorgun düşmüş,
artık ne olduğunu bilmez. Kendi kendisinin deltası olur. Bir ana kolu hala varlığını sürdürebilir, ama birçok kol ondan ayrılıp her yöne dağılır, kimileri yeniden birbirine karışır; artık neyin neden çıktığını anlayamazsın; bazen hala ırmak olanla, çoktan deniz olanı ayırt edemezsin.”(s. 282-283) “Doğru sürüden dışlananlardan söz ediyorduk. Yüzyıllar boyunca, Papa ve İmparator erk için giriştikleri savaşlarda birbirlerini parçalarken, dışlanmışlar gerçek cüzamlılar gibi kıyıda yaşamayı sürdürdüler; cüzamlılar, bunların, bu olağanüstü meseli anlayabilmemiz için Tanrı’nın düzenlediği bir simgesinden başka bir şey değildir; böylece cüzamlı derken , ‘dışlanmış, yoksul, saf, toplum dışına itilmiş, kırsal bölgelerden sökülüp atılmış, kentlerde aşağılanmış’ kimseleri anlayacaktık. Ama biz anlamadık. Sürüden dışlanmış olsalar bile, onların tümü de İsa’nın sözüne dönerek köpeklerin ve çobanların davranışını suçlayacak ve bir gün onları cezalandırmaya söz verecek her vaazı dinlemeye hazırdırlar. Erk sahipleri her zaman anladılar bunu. Dışlanmışların toplumla yeniden bütünleştirilmesi, onların ayrıcalıklarının bilincine varan dışlanmışlar, öğretileri ne olursa olsun, sapkınlıkla damgalanıyorlardı. Dışlanmışlıklarının körleştirdiği bu insanlarsa, kendi adlarına, gerçekte hiçbir öğretiye ilgi duymuyorlardı. Sapkınlığın yanılgısı buradadır. Bir akımın sunduğu inancın önemi yoktur; önemli olan sunduğu umuttur. Sapkınlığı kazı altında cüzamlıyı bulursun. Sapkınlığa karşı 8
KUNDUZ girişilen her savaşın istediği tek şey şudur: cüzamlının olduğu gibi kalması. Cüzamlılara gelince; onlardan ne bekleyebilirsin? Üçleme doğmasının ya da Aşai Rabbani ayininin tanımının ne kadarının doğru ne kadarının yanlış olduğunu ayırt etmelerini mi? Hadi canım, Adso, bu oyunlar biz okumuş adamlar içindir. Basit insanların başka sorunları vardır. Hem unutma, bunların tümünü de yanlış yoldan çözerler. Bunun için sapkın olurlar.” (s.289-290) Gülün Adı’nda olay Aedificium tarzı bir manastırda geçiyor. Manastırda art arda meydana gelen esrarengiz cinayetler nedeniyle Başrahip Abbone tarafından eski bir polis olan rahip William olayları çözmesi ve katili bulması için kiliseye davet edilir. Kilisede William çaylağı Adso ile birlikte derin bir araştırma sonucunda olayları çözümler. Fakat onlar ordayken de cinayetler işlenecektir. Cinayetler manastırdaki labirent şeklinde olan kütüphaneyle bağlantılıdır. Ancak kütüphaneye girmek yasaktır. Özel izinle bazı kitaplara bakılabilmektedir. Fakat çok zeki olan William Adso’nun yardımıyla bu labirentin şifresini çözmeyi başaracaktır. Şifre çözülüp labirentin sırrı ortaya çıkınca katilde ortaya çıkar. Orta Çağ Hıristiyanlık dünyası kendi otoritesini koruyabilmek için bilime savaş açmıştır. Her şeyi kendi çıkarları doğrultusunda İncil’e göre yorumlayan bu görüş kendisi gibi düşünmeyen herkesi kâfir olarak yaftalayıp, en ağır yöntemlerle öldürmekten çekinmemiştir. Bahsini yaptığımız labirent şeklindeki kütüphanede bilime yön veren
bir çok bilim adamının eseri yer almakta. Bu nedenle oraya giriş yasaklanmıştır. Adeta bu labirent bilimi yasaklayan Hıristiyanlık dünyasının simgesi şeklindedir eserde. Bu labirenti (daha doğrusu oradaki kitapları) merak edip ona ulaşmaya çalışan herkes bir şekilde öldürülmektedir. Bu labirentin içine girenler şeytanların, farklı yaratıkların saldırısına uğramaktadır. Fakat William yaratıkların, şeytanların aslında hile olduğunu ortaya çıkaracak, labirentte odalarda yanan mumların üzerinde insana garip görüntüler gördüren bir bitkinin olduğunu fark edecektir. Yanan bitkiden beyne giden koku bireye bu görüntüleri gördürmekte, birey şeytanların yaratıkların ya da Deccal’ın saldırısına uğradığını sanmaktadır. Burada görülüyor ki kilise yasakladığı bilimi de kendi çıkarına kullanmaktadır. Labirentin inşası dahi geometri ve matematik bilgisine ihtiyaç duyar. Eserde kanaatimce bu çelişkiyi yazar okuyucusuna göstererek, kilisenin aslında sadece kendi otoritesini koruma amacını güttüğünü anlatmaya çalışmış. Fakat kilise şunu göz ardı etmiştir: Çağa hâkim olan düşüncenin yenilmezliği… Kilise bu konuda tamamen kördür. Bu körlük sonunda kilisenin tamamen yanmasına sebebiyet vermiştir. Eserin sonunda Hıristiyanlık öğretisine körü körüne bağlı olan, kendisi de uzun senelerdir görme yetisinden yoksun olan rahip Jorge’nin katil olduğu ortaya çıkacaktır. Sanırım yazar körleşmiş kilise zihniyetini Jorge aracılığıyla somutlaştırmış. Jorge bilime karşı çıkan kilisenin kör gözleridir. 9
KUNDUZ Sonunda bu kör gözler kilisenin daha doğrusu Hıristiyanlık düşünün sonu olacaktır. Nitekim labirentte Jorge aracığıyla kitaplar ateşe verilir, kitapların tamamı alev alır, büyük bir yangın çıkar, ahşaptan oluşan kilise tamamen yanar. Sonunda sakladığı bilimin(kitapların) elinden kilise yok olur. Burada da yazar bir gün bilimin körleşmiş düşleri yok edeceğini, kilisenin bilime karşı koyamayacağı gerçeğini somut hale getirir, bilimi çağdaki büyük yangın olarak düşündürür, diyebiliriz. Eser yedi bölümden meydana gelmektedir. Bu yedi bölüm yedi gün, günler de kendi içerisinde günün belli bölümlerine ayrılmış, olaylar bu bölümlerde anlatılmış durumda. Yazar, rahip Jorge aracılığıyla bunun nedenini okuyucuya sezdirmekte: “Deccal’ın yolları ağır ve çetindir. Onu beklemediğiniz zaman gelir; havarinin öne sürdüğü hesabın yanlış olduğundan değil, onun ustalığını anlamadığımızdan.” Alabildiğine yüksek bir sesle, yüzü salona dönük, yazı salonunun tonozlarını sarsarak bağırdı: “Geliyor! Son günlerimizi benekli, derili, kıvrık kuyruklu, küçük canavarlara gülerek boşa harcamayın! Son yedi günü boşa harcamayın!”(s. 132). Olaylar yedinci günün son bölümü Geceyarısı’da çözülüyor, her bölümün başında yazarın bölümle ilgili açıklaması yer alıyor; “Manastırın eteklerine varıyoruz; William çabuk kavrama yeteneğini kanıtlıyor.”( Bölüm: Birinci gün,Tansökümü, s.47)” “Adso kilisenin kapısına hayran
oluyor; William ise Casele’li Ubertino’yu buluyor.”(Bölüm: Birinci gün, Öğle, s.73)” (…) “Yangın çıkıyor ve aşırı erdem yüzünden Cehennem güçleri egemen oluyor.”( Bölüm: Yedinci gün, Gece,s.657) Bunlar; yazarın roman kurgusunu bırakıp okuyucuya bilgi vermesiyle ayrıca romantik ironiye de örnek teşkil etmekte. Bu açıklamaların dışında genellikle birinci teklik şahıs (kahraman ) anlatıcının ağzından olaylar anlatılıyor. Anlatıcı romanın odak figürlerden Adso. Bunun yanında olaylar, olaylarla ilgili tasımlar diyalog şeklinde; Gözlemci bakış açısı hâkim genellikle. Polisiye romanlarda insan birey olarak yoktur; merkezde olaylar vardır tezinden hareketle diyebiliriz ki bu eserde figürlerden ziyade odak figür ’ler var. Çünkü gerek Adso gerek William ya da diğer figürler tamamen romanın merkezinde değiller; yapıcı kurucu değiştirici kısacası eylem adamı değiller; romanın birer parçası durumundalar; merkezde olan ise: Olaylar. Gülün Adı Can yayınlarından çıkmış. Çevirmen Şadan Karadeniz. Yazarı Umberto Eco. Son derece başarılı bir çeviri. Çevirmen Öz Türkçe kelimeleri kullanmaya özen göstermiş: Yadsımak, tansökümü, tasım, sakınımlı… Eserin bazı bölümleri tekrar okunabilecek nitelikte. Kesinlikle okuduğum en güzel polisiye romandı. Osman KISA 10
KUNDUZ
Çocukluğumun Zamanları Ya kendimiz yapardık ya da babalarımız veya ağabeylerimiz yapıverirlerdi oyuncaklarımızı. Kamyonlarımızı ve otobüslerimizi hele de ciplerimizi çam kabuklarından teneke parçalarından kenarlarını eyelerle keskinleştirerek hazırladığımız bıçaklarla yapardık. Her kabuktan araba olmazdı; her kabuğun özelliğine göre ondan ne yapacağımıza karar verirdik. Bazı kabuklardan sadece tekerlek yapardık. Bazılarındansa arabamızın gövdesini... Kimi zaman da yumuşak ve beyaz olan kaya mı desem sert toprak mı desem yoksa önceden dediğimiz gibi gırtmak mı desem, işte tebeşir gibi bir yapıya sahip olan o beyaz yumuşak taşlardan yapardık arabamızı. Sadece araba mı?.. Bazen tuzluklarımızı, kalemliklerimizi hep bu kaya parçalarından yapardık. Onlar bizim el emeğimiz, göz nurumuzdu. Aslında bilmiyorduk belki ama bizim o çocuk hâllerimizde ülke ekonomisine ve gördüğünüz gibi kültürüne de katkılarımız söz konusuydu, ama biz o zamanlar bilmiyorduk bunları. Çünkü bizler çocuktuk, bir şeyler anlamazdır o zamanlar. Çocukluğumuzun o zamanları bugünden daha mı güzeldi derseniz elbette diye cevap vereceğim. Çünkü o zaman dünyaya, hayata biz hep çocuk gözüyle bakıyorduk, çocuk bakışı ve bilinciyle değerlendiriyorduk her şeyi… Her çocuk gibi bizim de oyun oynamaya hakkımız vardı, okumaya, öğrenmeye ihtiyacımız vardı. Ama şimdiki çocukların imkanları kadar imkana sahip değildik. Bugünkü çocuklar kadar geniş bir imkana sahip değildik belki ama sahip olduklarımızın değeri bugünkü çocukların sahip oldukları imkanlardan daha değerli idi. Bunu o gün ölçebilecek, hakkıyla değerlendirebilecek seviyede bilgimiz, birikimimiz yoktu belki ama bugünden geriye baktığımızda bunu böyle anlamak hiç de zor değil. O zamanlar ben çocuktum; elektrik yoktu
O zamanlar ben çocuktum, hiçbir kaygı ve karamsarlık yoktu aklımda. Alabildiğine engin, alabildiğine dingin bir dünyam vardı. Hiç kimsenin kaşına gözüne değil sadece yüreğine bakar, öyle severdim herkesi. Yağmur taneleri gibi sımsıcak bir yaz gününde emin olmanın serinliğinde yaşar, sevimli bir çiçek gibi okşanırdım sevenlerimin gönlünce. O zamanlar ben çocuktum, kır çiçekleri toplardık 23 Nisan günü Ata’mızı süslemek için. Öylesine doğal ve bir o kadar da içten sevgilerimizi sunardık. Mart ve nisan aylarının en çok da bu taze çiçekleriyle buluşmasını seviyordum o zamanlar. Bir de Guguk kuşlarının ötmesini ve onların ötmesiyle kumlara belene belene üç takla atmayı yamaçlarda. Söğüt dallarından dilli düdük yapmayı, ciğerlerimiz yoruluncaya kadar öttürmeyi... O zamanlar ben çocuktum: korku nedir bilmezdik; tek başımıza birkaç oğlak ya da kuzuyu katardık önümüze, otlatırdık onları dağ bayır demeden. Bazen oyuna dalardık da çobanlık yaptığımızı unutuverirdik bir an için. Sonra bir bakardık çevremize, bulamayınca kuzularımızı, oğlaklarımızı. Bir sıcaklık kaplardı içimizi, bir ürperti bir telâş sarardı tüm bedenimizi. Yanımızda yöremizde ne var bilemezdik, yönümüzü bulmakta zorluk çekerdik çoğu zaman. Ansızın bir azarlama sesi duysak hemen üzerimize alınır, başlardık kaçmaya. Sonra sabah sabah bizlere emanet edilmiş kuzularımızı ve oğlaklarımızı bulmanın, onları çevirmelerden kurtarmanın yolunu, bir hal çaresini bulmaya çalışırdık. O zamanlar ben çocuktum. Oyuncaklarımız daha “bizden” ve bizce” idi. Başka şehirlerden başka ülkelerden gelme oyuncaklarımız yoktu. Yoktu ve oyunda bizimdi oyuncaklarımız da.
11
KUNDUZ köyümüzde, evimizde. Sokaklar akşamları kapkaranlık olurdu. Bazı ailelerde, meselâ halamgilin, çok daha sonraları gemici feneri denildiğini öğrendiğim fenerleri vardı, onunla gelip giderlerdi evimize uzun kış gecelerin ilk siyah örtüsü olan akşamlarında. Rüzgârlı gecelerde yolda giderken sönme ihtimaline karşı ya annelerimizin etekleri veya babalarımızın ceketlerinin kuytusuna alınırdı o fenerler. Çok daha sonraları, köyümüze elektrikler geldi de sokaklarımız aydınlandı. Aydınlanan sokaklarımıza nispet olsun diye mi bilemiyorum ama o gün bugündür kalplerimiz daha da kararır oldu; kalplerimiz daha rikkat incelik sahibiyken eskiden şimdilerde taş gibi kaskatı hale geliverdi. Bunlar niçin böyle oldu, buna sebep neydi henüz bilen olmadı. Sebepleri bilen olmadı ama sonuçlar, istenmeyen bir durum olan o sonuçlar bir türlü değişmedi, değiştirilemedi.. ve sokaklar aydınlandığı ölçüde kalplerimiz kararmaya ne yazık ki devam ediyor. Çocuktum o zamanlar, ilkokul sona gelmiştim; öğretmenimiz sorduğunda ne olacak diye? Ben henüz ele avuca sığacak, dile dişe dokunur bir şey söyleyemeyecektim. Bilmediğim bir şey konusunda konuşmaya kendimi ehliyetli görmüyordum belki de. Öğretmenlerimiz bize, ortaokul, lise ve üniversite gibi bir sistemin varlığından haberdar etmemişlerdi henüz. Bundan dolayı bildiğim ve gördüğüm kadarıyla okumaya gidenler ya imam oluyordu ya da Öğretmen okullarına giderek -herhalde- öğretmen oluyorlardı. Ben de öğretmen okulu sınavlarına öğretmenlerimiz tarafından aday seçilmemiş ve bu sınavlara girecekler arasında yer almamış olduğumdan geleceğe dair düşüncelerimizi değiştirecek çok farklı bir şey söylemek zordu. Çocuktum o zamanlar, dağ yamaçlarındaki tarlalarımıza kurduğumuz ağıllarda kalırdı geceleri keçi ve koyunlardan oluşan sürülerimiz. Çöğmen adını verdiğimiz, ikişer metrelik tahtalardan yapılan ters huni biçimindeki barınaklarda akşamlar ve gecelerdik o zamanlar. Ön-
lerinde ateş yakardık. Gecenin karanlığına inat yüzlerimiz ve yüreklerimiz apaydınlık idi. Toprağın üzerine boylu boyunca uzanıp yıldızları sayardık. Çeyrek asır öncesinde bu fani âlemden ayrılan babama yıldızların adlarını sorar ondan öğrenirdik; Ülker’i, Yedikardeşleri… Yine böyle bir gecenin akşamında, her zamanki gibi ateş yakacaktık.. ama babam o akşam ateş yaktırmamıştı nedense. Aslında nedenini de söylemişti. Kıbrıs’a Barış Harekâtı düzenlemişmiş o gecelerde devletimiz. Düşman uçakları ateşimizi görmemeliymiş. Bir ateş gördüğünde orada insan yaşıyor düşüncesiyle bombaları indirebilirmiş düşman uçakları. Öyle demişti babam. Aslında radyomuz da yoktu, televizyon ise hemen hemen hiç kimse de yoktu köyümüzde o zamanlar. Radyodan ajans dinleyenlerden öğrenmişti babam böyle karartma geceleri uygulanacağını bir de askerde öğrendikleri vardı elbette. İşte böyle!… Çocukluğumun zamanlarını anlatmak biter mi bir yazıyla. Daha doğal ve daha kendimize ait o zamanları özlemiyorum değil. Şimdiki çocuklara baktığım zaman, çocukluğumun imkansızlıklarının bana imkân, şimdiki çocukların elindeki imkânlarının onlara imkânsızlık oluşturduğunu görüyorum. Şimdiki çocuklar adına üzülmemek elde mi? Her ne ise herkes, nasibini alacak, nasibini bulacak ve de nasibini yiyecek… var mı bundan ötesi! Öyle dememiş miydi zaten Korkut Ata’mız: Hiç kimse nasibinden artugın yiyebilmez! Ben şimdiki çocukların da çocukluk zamanlarını özleyeceğini, onlara özlem duyacaklarını düşünüyorum. Aslolan aslında çocukluk zamanlarındaki imkân veya imkânsızlıklar değil; orada özlenen, tekrar yaşanması istenen şey, çocukluktan başkası değil. Onun için bu söz çocuklar size gelsin: Çocukluklarınızı iyi yaşayın. Sonradan keşke şöyle yaşasaydım deme lüksünüz yok. Bilmem anlatabildim mi? Hüseyin SAYDA
12
KUNDUZ
Vazgeçiş Bir yalnızlık zamanım kaldı Gözlerinin uçurumundan atlamama Bu, intihara meyil mi? Yoksa hayata tutunmak için son fırsat mı? Bilmiyorum. Umut dolu bir bardaktan içiyorum sesini son kez. Hüzünlü şarkılar eşliğinde Sigaramı yakıyorum Sevdamızdan bir nefes çekiyorum Ciğerlerim kalıncaya dek soluksuz. Sigara bitiyor, yenisini yakıyorum Sigara yanıyor Gemiler yorgun Mecali kalmamış okyanus dolusu fırtınalara Sigara yanıyor Güneş ufukta ağır ağır yol alıyor Sigara yanıyor Bir bir ölüyor içimdeki kırlangıçlar Her sigara bittiğinde Her şey yeniden. Ama biliyor musun? Ben artık bir sigara daha yakmak istemiyorum. Reyyan İLHAN 13
KUNDUZ
Günceden Damlalar Beyazın yanındaki siyah karanlıktır. Siyahın yanındaki beyaz da çiğ kalır. Yaşam ve ölüm gibi. Belki de bu yüzden sevemedim siyahın yanındaki beyazı. Öyle ya yaşamın tadına bakan sever miydi ki ölümü? Bendeki de laf işte… Neyse menekşeye koku vermeyen papatyayı da öldürünce kokutan Allah’ımın vardır bir bildiği öyle değil mi? Ama tutamıyorum kendimi başından kalp acısı geçmiş birinin içinden yanık kokusu gelirken onca güzel çiçeğin kokmaması apayrı bir konu zaten. Yaşamayı bilmemde yaşamak zorunda kaldığım çok fazla gün var. Oysa mecbur kalmaktan nefret ederdim ben. Bakıyorum da nefret ettiğim her şeyi ben yapıyorum artık. 28.10.2016 Bedenimizi parçalayınca atılan dikiş sayısı belli de düş kesiklerimize kaç dikiş gerekiyor? Ve neden toparlanması kaç gün sürecek? Ömür yeter mi dikiş acısına? Vakit var mı iyileşmek için? Veya bizde o güç var mı dayanmak için? Sanmıyorum… 05.03.2017 İyiyi kötüyü ayırmayı bilmeden büyüdüm ben. Alelacele geçiştirdim her şeyi ama yetiştiremedim hiçbir şeyi. Yaklaştığım şeyler uzaklaştı benden. Hayır demeyi bilmedim mesela. Yalnızlıktan korktum. Yalnız kalmaktan korktum. Yapmış olduğum en büyük hatam insanlara sığınmak olmasına rağmen pişman olmadım. Ama kırgının çocukluğum kırgın. Gözlerim, sözlerim, sesim, her zerrem paramparça. Adım darmadağınık soyadımı utandırırcasına. Pamuk şekeri yiyen çocuğun gözlerinde-
ki mutluluk bile değilim ben. Ancak ağız kenarında kalan şeker artığı olurum en fazla. Başka da bir şey beklenmez zaten. 27.12.2016 Sessiz çığlıklarınız oldu mu hiç? İçinize kan damlarken zoraki gülücükler saçtınız mı etrafa? Size “ne kadar da mutlu” yakıştırılması yapılarak imrenilirken, içinizdeki yangınlardan kimsenin haberi oldu mu? Kuduran dalgalarla boğuşurken sakin duruşunuzla göz doldurdunuz mu? İçinizde fırtınalar koparken sizin hiç sükûnet rolünüz oldu mu? 10.01.2017 Hayatıma aldıklarım, hayatımdan alarak gidiyor. Her gidişte ardında yarım yamalak bir kalp, eskimiş bir ben kalıyor. Yıkık dökük şiirler hece hece düğümleniyor yüreğimde. Cümlesinden daha devrik hayallerim savruluyor esen yelde. Ve ben dibine kadar bitişteyim her gidişte! 11.01.2017 Adam kadına baktı Kadın adam için içini yaktı Adam o yangından kalan Bir cam parçası gibi Kadının en derinine saplandı 18.02.2017 Kalp yorgun, kalp küskün, kalp kırık dökük. Ruh bezgin, ruh solgun, ruh hepten sönük. Gücüm biter, umut gider yarınlar bitik. Bir ben kalırım yalnızlığımla dört duvara dönük. Birde sessiz çığlıklarım yankılanır beynimde bir dirilip bir ölüp. 04.03.2017
Sevgi KURTYEMEZ 14
KUNDUZ
Arafta Bir Gün Ben bende değilim bu günlerde Ben başka diyorlar da ya da hayallerimdeyim Özlemlerle savaşıyorum. Kimsesizlik hiçliklerle boğuşuyorum. Uçurumun kenarındayım haberim yok. Kimsenin haberi yok İçim içime sığmıyor artık Yok oluyorum günden güne Tarif edilmez bir acı bu Benden giden insanların haddi hesabı yok Günler benden habersiz geçiyor Adı olsun diye yaşıyorum Zaman dolsun diye belki Gizli bir girdaptayım Ruhum arafta Ziyan oldum şu yaşımda Ah diyorum ah Her şey çok güzel olabilirdi!!! Şeyda ÇALIŞKAN
15
KUNDUZ
Bir Düşün İzdüşümü II Gözlerin ruhuma kıymık, çeksem kan çekmesem irin. Saatim yıllardır aynı vakti gösteriyor. Aynı saatte kalkıyorum, aynı saatte batıyor güneş ve aynı saatte doğuyor yokluğun. Bıraktığın gibi değil belki ama bıraktığın yerdeyim. Hep gittiğin yolu kullanıyor terk edenler; biliyorum gittiğin yer kalabalık. Sebepsiz bir tebessüm gibi düşersem aklına o masalı anlat ve o şarkıyı söylesin dilenci… Yıllar oldu bir postacıya kapım açmayalı. Dostlar deniz kıyısı uzaklığında. Sabah poğaçaları sıcaklığında uykusuzluk; gözlerimden akan sensin. Sonbahar bıkkınlığında sarı bir rüya sabah ayazıyla koynumda. Okuduğum kitapları unuttum. Yeni kitaplar biriktiriyorum seni unutmak için. Tanıdığım bütün suratlar yaşlandı, gözler eskidi, aynalar hep kır saçlı. Yazılmamış bir sürü mektubum var. El değmemiş zarflar. Artık hiçbir sokağında kaybolamıyorum şehrin. Daha bir sarılıyorum hayatın yalın haline. Çünkü insanlar korkutuyor beni… Çünkü korktum… Korktum… …kış. Ben başından tedirgin, sen komada umarsız. Bütün denizlerde boğuldum; tadı yoktu sensiz. Çok yaşımda öldürdüm aşklarımı; ölmüştüm zaten. Korktum sen olursun diye olmayan; sendin. Senli şiirler yazdım sensiz. Belki görmek isterdin. Geciktin, sonra gelmedin. Kaydettiğim bütün adresleri kaybettim. Şairler güldü. Alelacele bir düş kurdum: mavi boyalı, mavi kapılı, mavi… Düştüm yokluğuna: siyah boyalı, siyah kapılı, siyah… Korktum onbiraylıklar solar diye. Cumartesi ve Pazar uğramadım eve: Ya yoksan? Saat durdu. Zaman… Yine ev kurdum düşümde: sen, ben, baba, abiler, siyah kedi, vişne ağacı… Uyandım, yıktım. Yaşlı, şallı, gözyaşlarıyla bir kadın geçti aklımdan. Geçtim bir kadının hayatından. Anlattım bir hamamböceğine. Şairler güldü. Korktum fotoğrafsız ölmekten. Gözlerim üşüdü karanlıktan. Yüzünü bulamadım. Topladığım bütün hüzünleri harcadım. Yalnızlık konuşmadı benimle, konuşmadım yalnızlığımla. Çünkü yoktun… Oysa seni tanımadan önce ne kadar kolaydı sensiz olmak… Abdullah TOSUN 16
KUNDUZ
Yol Yol nedir? Bir yerden bir yere gitmek için kat edilen uzaklıktır. Bir ilkeyi amaç edinmektir. İnsanın takındığı davranış biçimidir. Yöntemdir. Aradığını bulmak için yola çıkar insan. İnsanların sonunu kestirmeden bir amaç uğruna inandığı, ilerleme uğraşı verdiği, insanın kendini koşullandırdığı, çare aradığı haldir. Esasen insanın bulunduğu her durum bir yoldur. Yaşanılanların birer iplik gibi birbirlerine bağlı olduğu düşünülürse o iplikleri oluşturan birer neden ve o nedene başvurduğu bir yol mevcuttur. İnsanın bir yola inanması, inandığı değerler uğruna bir şeylerden vazgeçerek ulaşmak istediği yere ceht gayesinde bulunması tabii ki de tartışılmaz. Fakat insan bulunduğu yolun sonuçlarını başkalarına atfetmek durumunda veya zorunluluğu içerisinde kalırsa olayın doğurduğu nihayet o yolun yol olmadığını, o yoldan başka yöne sapıldığı, yeni ve farklı yollara çıkıldığı hatta o yola belki haksız yere başkalarının sürüklendiği gerçeğini aşikâr eder. Yolu aslında bir labirente benzetebiliriz. Şöyle ki, varılan nokta bir çıkış olmayabilir ve bu demek değildir ki varılan nokta son noktadır. Elbette insan bir yolun sonuna geldiğinde yeni bir yola yahut ayrıma yönlenir. Doğrusu çoğu zaman yönlenmek durumunda-
dır. Aksi takdirde bu insanın ilerleme anlayışına aykırıdır. Varsayalım ki herhangi bir şehrin merkezinde bir yere gitmek istiyorsunuz. Şehrin yol haritası, istediğiniz yere ulaşmanıza yardımcı olacaktır ama oldu ki size yanlış harita verildi ve üzerinde farklı bir şehrin ismi yazılı. Gideceğiniz yere varabilmek için göstereceğiniz çabanın nasıl boşa çıkacağını düşünebiliyor musunuz? Çıktığınız yol üzerinde çalışabilir, daha fazla çaba gösterir, hızınızı iki katına çıkarabilirsiniz. Fakat bu çabalarınız sizi yalnızca yanlış yere daha hızlı götürür. Temel sorunun çabayla veya çalışmayla ilgisi yoktur. Bu tamamen elinizde yanlış harita bulunmasıyla ilgilidir. Elinizde doğru harita varsa çalışmalarınız, davranışlarınız ve tutumlarınız o zaman anlam kazanır. Arkadaşlıklar, fikirler, hayaller gerçekleşmese bile bir yoldur. Hayatta ki her halimiz yol belirtiyorsa bu durumda hayatta bir yoldur ve ancak ölüm ile son bulur. Fakat bu noktada insanın yolun sonunda kavuşacağı faniyat ise o yolu kişiye sunanın, o yolu oluşturanın görülmemesi anlamları sadece yolun sonuna endekslemenin bir sonucudur. Oysaki yola koyulmadan görmelidir insan bu gerçeği. Bilmelidir ona o yolu sağlayanı ve daima ona yaklaştıran yollara düşmelidir. Lokman İLTAR 17
KUNDUZ
Çığlık hıçkıra hıçkıra ağlayıp acısını paylaşmak istersiniz ama öyle kalakalırsınız. Hayatın anlamını kavrayamamışlığına boş boş bakan gözlerine gözlerinizi dikerek üzülürsünüz, öylece kalakalırsınız. Caddede hayatın akışına kendini kaptırmış insanları görürsünüz de sanki başka hayatları yokmuş gibi yaşayan bu insanlara üzülürsünüz, öylece bakakalırsınız. İşte böyle bir insanın içinde fırtınalar kopar da çevresine zarar vermediğini görürsünüz. İçinden çığlık çığlık bağırır da duyması gereken başkası duymaz. Yok öyle bir şey demeyin. Hz. İbrahim’i yakmayan ateş gömleğini de yakmamış. Fıtratı yakmak iken yakmamış ateş diyeceksiniz ki bu bir mucizedir. Tam bu noktada şunu söyleyeyim: “Belki kerametvari hayat yaşayan insanlar var da sizin haberiniz yok?”
Geçen gün bir arkadaş yazdığı son yazısını okuttu bana. Nasıl olmuş diye sordu. Okudum yazıyı. Ne konuşabilmişsin ne susabilmişsin, dedim. Bazen öyle anlar olur ki söylemek istediğin boğazında kalır, yutkunursun. Öyle bir yazıydı. Bu tür yazıları anlayabilmeniz için empati kurmanız gerekir. Yani yazarla aynı duyguları paylaşmalısınız. Yazar yazdığı şeyleri bazen hal diliyle gösterir de ancak anlayabilirsin. Bakarsın ateşe benzer. Ateş dersin. Yanına yaklaşırsın; yakmazlığını görürsün. Uzaktan meltem sanırsın; yaklaşınca fırtına olduğunu anlarsın. Şimdi bu adam ne demek istiyor diye düşünüyorsunuz. Biraz açayım: 17 yaşındaki bir çocuk birkaç cümle kurar titrekçe karşınızda. Gözleri dolmuş, biraz daha konuşsa ağlayacak. Yaşadığı tramvayı hissedersiniz de öyle kalakalırsınız. Hissedersiniz de o çocuğun boynuna sarılıp onunla
Mesut ÖZDEMİR 18
KUNDUZ
Karanlıklara Armağan Günlerin zifiri karanlığından Aydınlığa uzanan hayallerim Başıboş beklemiş günlerimden Ayrılmaya yüz tutmuş fikirlerim Gözlerimden akan damlalarımdan Sorumlu olan geçmişim Artık sormuyorum nedenlerini Artık sormuyorum gidişlerini Artık sormuyorum bitişlerini Sadece hissetmek istiyorum Gökyüzünün uçsuz bucaksız hissizliğini Sana gökyüzü dememin acısıyla beraber Kahrolmuşluğumu içime çekişimi Bitişimi seyredişlerinizle beraber Ayağa kalkışımı Acı çekerek yazdıklarımı Ağlayarak özlediklerimi Umutlanarak sevmelerimi Sonunda ise... Fazilet KUNUR 19
KUNDUZ
Özgür Hayalim Benim bazen boş bir alana ihtiyacım oluyor. Orada gönlümce birini sevmiş yahut hiç sevmemiş olma hakkım olsun istiyorum. Bundan sebep suçu da kendimde aramama hakkım olsun istiyorum. Düşünmeden konuşma, keyfiyen yapma, kıymet vermeme hakkım olsun istiyorum. Galiba boş duygulara ve insanlara kucak açmam bundan. Yer açıyorum kendime. O boşlukta salınıp kalabalıklarda dimdik yürümem gerek. Verdiğim sevginin, gösterdiğim desteğin yankılandığı boşluklarda sesimi daha iyi duyuyorum. Artık boşunaymış dediklerimde bile, kelime anlamında, bendeki derin anlamlar sebebiyle uzaklaşıyor. Her kelimeme kendi anlamımı yüklemenin kalabalığı işte bu. Boşluklara sarılmalarımın teveccühü bu. …
Ateş ve Buharlaşan Kalp
Herkesin kocaman yarası vardı oysa orası derin mevzu. Biz derinlerde değil yağmurdan sonra oluşan minik su kütlelerinde boğulduk. Bizim dışımız okyanus, içimiz cehennem. İçimizdeki ateşten, kalbimiz buharlaşıp gözlerimizden akıyor. Sırtımdaki bıçakları canım yana yana, çığlık ata ata çıkardığım gün insanlara güvenmeyi bırakmıştım. Tabi ki bu acımı dindiremeyecekti…
Bir kadın düşün saçlarına küsmüş. Bir hayat düşün yaraları olan, yaşanılması güç, zorluklar ve hüzün kokan. Dünya dönüyor, dedi ama nasıl? Yani benim kalbimin yağmuru başkasının baharına engel olur mu? Dünya dönüyor elbette. Kimine yaz kimine kış. Bana dünya kış yüzünü göstermişti. Ağır derecede yağmurlarım vardı gözlerimde kirpiklerimden damla damla süzülen akıp kalbimin fırtınasına gelen ve” KOCAMAN YARAM. “
Hamide USLU 20
KUNDUZ
Mutluluk ve Huzur şürdüklerinin farkına bile varamazlar. Başarı= mutluluksa, Başarısızlık= mutsuzluk değildir ki. Bu bizim sabretmeden verdiğimiz bir mücadeledir. Ve unutmayalım ki mutluluk süreklilik arz etmez. Mutluluğu üç maddeyle açıklamak istiyorum: • İnsanlara karşılıksız iyilik yaparak onların mutluluğunu görmek eminim sizi de mutlu edecektir. • Her şeye rağmen gülümsemelisiniz çünkü siz gülmediğiniz zaman kimse gülmeyecektir. • Sevginin ve sabrın gücüne inanarak yaşamak. Sabır ve sevgi gerçekten size mutluluğun kapılarını açıp huzur getirecektir. O halde sende kendi içindeki mücadeleye başla…
Mutluluk denildiği zaman herkesin içinde küçücük, tatlı kıvılcımlar olduğunu hissediyorum. Hepimize göre değişkenlik gösteren bu kavramın sürekli arayışı içerisindeyiz. Peki, mutluluğa ulaşmak için neler yapıyoruz? Ne kadar çaba sarf ediyoruz? Yaşamımızın her anında “acaba mutlu muyum” sorusun kendimize sorarız. Bu sorunun cevabını nerede arıyorsunuz? Aradığımız ve sürekli peşinden koştuğumuz bu duygu huzur istiyor yanında. Ben bu iki duygunun da öncelikle hayatı ve yaşamayı severek, sabrederek gerçekleştiğine inananlardanım. Sevginin ve sabrın gücüne inanlardanım. Sadece başarıyı mutluluk zannedenler var. Bu kişiler başarısız olduklarında da kendilerini mutsuz hissetmeye mahkûmdurlar. Böyle düşünerek hayat enerjilerini dü-
Ahsen DELİCELER 21
KUNDUZ
Ne Var Yaşamakta Sanki olsun, sen ol istiyorum. “Sevebilir mi beni, diyorum olduğum gibi, hiçbir kurala, sınıra, beni bana hapsetmeden, değiştirmeye, benzeştirmeye, çözümlemeye çalışmadan, yargılamadan, sorgulamadan, tanımlamadan. Başı sonu belli olmayan bir sonsuzluk coğrafyasında sevebilir misin beni olduğum gibi. Anlam veremediğin hallerim, sözlerim, tavırlarımla yersiz hüzünlerim, suskunluklarım, kıskançlıklarımla sebepsiz duygusal çılgınlıklarım kırılganlığım, inatçılığım gururum ve arzularımla sevebilir misin beni? Yanlışlarım, yetersizliklerim, güçsüzlüklerim var. Aştığım, aşamadığım, aşmaya çalıştığım sıra dağlar var önümde. Kırmaya çalıştığım zincirlerim var ruhumda yüreğimi daraltan, nefessiz bırakan… Dipsiz kuyularım, göstermeye çekindiğim yaralarım, derinlere attığım korkularım var. Sevebilir misin beni olduğum gibi. Hayallerim var, düşlerim var had siz hesapsız. İçimde bir çocuk var saf ve olabildiğince günahsız. Bütün maskelerim ve bütün doğrularımla, yanlışlarımla sahiden ya sevebilir misin beni ?” Aklımdan sadece bu soruları geçiriyorum, gözlerimi açıyorum. Her yer ıslak her yer buhar. Aynaya doğru gidiyorum, Kendimi izliyorum. Belki dakikalarca anlamsız, salak bir ifadeyle sadece suratımı izliyorum. Bir sigara daha yakmak için bir köşeye çömeliyorum. Sigaramı çıkarıp onu yakmaya çalışıyorum. “Yanmıyor, lanet olsun! Tek yapabildiğin şeyi de beceremiyorsun.” diyorum. Aklıma bir şey takılıyor: İntihar bir çözüm yolu mu? Hiçbir şeyi beceremediğimiz bu dünyada yaşamak neyimize gerek, diyorum.
Uyanıyorum yine lanet bir pazar sabahına. Gözlerimi açıyorum. Her zaman yaptığım gibi ilk önce telefona bakıyorum. Saat 8 sularında…Senden mesaj var mı diye bakıyorum. Ama şaşırmıyorum. Şaşırtmanı da beklemiyorum zaten. Bir sigara yakıyorum. Yataktan kalkıp küllüğü almaya gidemiyorum. Kafam da binlerce düşünce tepişirken sigaramı yakıyorum. Yakarken bir yandan da bir şarkı açıyorum. Başımı duvara yaslayıp şarkıyı dinlerken sigarayı ciğerlerime kadar çekiyorum. Seni sevdiğimden haberin var mıdır diye düşünüyorum, hayatı sorguluyorum bir yandan. Diyorum herkes birbirini bir şekilde mutlu ederken kızım sen neden bu hallerdesin? Bir yandan sigaramın külü her zamanki gibi halıya dökülüyor. İçimden bir kez daha “Hiçbir haltı beceremeyen bir aptalsın.” diye geçiriyorum. Sigaramı içerken tartışma sesleri geliyor. Gözlerimi tavana dikiyorum ve sadece dinliyorum. Çünkü alıştım. Çünkü artık normal geliyor. Sadece dinlemekle yetiniyorum. Küçük bir çocuk gibi pusuyorum bir köşeye, konuşmaları anlamaya çalışıyorum. Ama beceremiyorum. Kulaklarımı kapatıyorum. Sadece sigaranın değil kendi içimin de yandığını hissedebiliyorum. Son kez çekiyorum ve en derinimde hissediyorum sigarayı. Rahat hissediyorum kendimi. Ayağa kalkıyorum. Her yer dağınık aynı beynimin içi gibi. Banyoya gitmek için yöneliyorum. Hiçbir sese aldırış etmeden sadece yürüyorum. Banyoya gelip suyun altına öylece grip gözlerimi kapatıyorum. Sadece düşünmek istiyorum. Sadece sana ait düşünmek istiyorum. Bu pislik beynimde tek güzel bir şey
Fatma ERATA 22
KUNDUZ
Araf Ne siyahsın, ne beyaz; Grisin. Bir takım yarım kalışlar, bitmemişlikler, bitmemişlikler.. Ne iyisin, ne kötü.. Ne uzaksın, ne yakın.. Ne boşsun, ne dolu. Birikmiş yüzlerce cümle, binlerce kelime.. Söylenmeyenlerle, söylenemeyenlerle geçen zamanlar. Boğazda kalışlar, kelimelere dökememeler.. Kelimelere sığmayan anlamlar, anlamlara sığmayan kelimeler.. Atılan adımların ardından iz bırakmamaktır. Geçmişi silip, gelecekten bir beklenti duymamaktır. Yitirilmiş benliği aramaktan yorulmaktır.. Hem unutamayıp başka gönüllere girmek hem de ona dönemeyecek kadar uzaklara gitmektir. Yorumlamayı ve yaşamayı eş zamanlı yapamamaktır. Tarafsız bölge gibidir, hayata dair pek çok şey düşünürken anlatamamaktır. Bazen anlatamamak bazen anlaşılmamaktır. Ardı çok hareketli olan bir dinginliktir. Bir yandan saklanmak, kaçmak, bir yandan yeter diye isyanlarda yenilere açılmak...
Beyaz Giyen Şimdi güneşin ışıkları Senin şehrine de dokunur Görmemişsindir, belki uyanmamışsındır Bir pazartesi ve küs Tabaktaki 3 – 5 zeytine, biraz peynire İşin yoksa gitme Sensiz bu şehir üşür Ankara… Daha da soğur Emek’te yağmur yağar Sokak kedileri ıslanır Ekim yağmuru ve pazartesi Seni hatırlatır, istersen gitme Mutfakta oyalan, pencereyi aç Son çayımı sen doldur Sonra yine gitmeSEN .
Aslında biliyorsun yapman gerekeni ama bilinçaltı engeli vardır her iyiye gidişinde seni geriye çeken, durduran.. " İşte öyle bir şey." İrem ACIKMAZ
Mehmet Emin TURAN 23
KUNDUZ
Saçları Kırlaşmış Arzularımız Bir düş ikliminde bir hayal penceresinde saklı tüm duygularım. Korkularım, arzularım, hatta belki gözyaşlarım… Sebepsiz, niyetsiz, bilhassa beceriksizce ortalarda dolanıyorum son günlerde. Ne bir plan ne bir hedef ne aydınlık bir gökyüzü var önümde. Her şey kafama göre işte… Duygularımı saklayan hayal dünyama adım atamaz oldum. Anladım ki hissizleştim ya da hayal kurup gerçekleşmemesinden korkuyorum. Sahi, gerçekleşecek şeylere hayal demek mantıklı mı? Bakıyorum da şimdiki gençler ihtiyarlardan daha göçük. Gün içinde o kadar fazla duygu karmaşasıyla karşılaşıyoruz ki “Nasılsın?” diye sorulduğunda verecek cevabımız olmuyor çoğu zaman. Belki “iyiyim” ile geçiştiriyoruz sorunun sahibini. “Ben senin yaşındayken” diye başlayan cümlelerle karşılaşmışızdır hepimiz. Her şeyden neden bu kadar kolay sıkılıp ihtiyar ilan ediyoruz kendimizi? Suçlu olan teknoloji mi, yoksa duygularımızın saçları mı beyazlaşmış? Çok mu doyduk dünyevi şeylere? Teknolojinin gelişmesiyle her bilginin elimizin altında olması, kusursuz bir dolgunluk mu sağladı ruhumuza? Mazide güzelmiş bilgi edinmek. Tek bir bilgi elde etmek için raflarda günler harcamak… Tarihin tozlu sayfalarında aramak gerçekleri… Kıymetliymiş işte zor elde edilen. Öyle bir bıkmışlık ki şuan üzerimizdeki akıl
almaz! Terzi kendi söküğünü dikemezmiş ya, keşke duymasaydım. Yazarın söylediği gibi “Duran su kokuşurmuş, hep aksaydım.” Bir şey ne kadar hızlanırsa o kadar erken son bulur. Gerek bir duygu olarak aşk gerek gözle görülen bir bakış hatta gerekse tükettiğimiz ömür… Örnekler çoğaltılabilir. İnsan varacağı noktaya engelsiz gelirse hangimiz bu gördüğümüz adaletsizlik karşısında susarız ki? Şayet susuyorsanız hiçbir şeyi umursamıyorsunuz. Sükûneti korumak en büyük ilimdir bana göre. Tabir-i Caizse lunaparka uzaktan imrenerek bakıyorsanız hayatınızda bazı şeyler hala yolunda demektir. Amine KARA 24
KUNDUZ
Seninleyken Kahvelerimiz geliyor masaya. Haliyle atmosferimi de bozuyor. Kızıyorum. Suyundan bir yudum alıyorsun. Ardından ikinci sigaranı yakıyorsun. Çakmak ilk çakışımda alevleniyor. Sigara paketinin içine çakmağını yerleştiriyorsun. Sessizliğini koruyorsun yine… Zaman çok hızlı geçiyor seninleyken. Ellerini izlerken, sen gülerken. Seninleyken tüm saatlerin pillerini çıkarmak istiyorum. Sen tüm bunları düşünürken ellerimi tutuyorsun. Güçleniyorum. Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum. Tuttukça güçleniyorum. Sakallarını yanağımda hissediyorum az sonra. Gidiyorsun. Sakalların yanağıma değdiği an durdu dünyam. Tam bu anda yeniden sevmeye başlıyorum seni.
Masada ellerinin duruşunu izliyorum. Aylar öncesine götürüyor parmaklarının parmaklarıma kenetlenişi: O günü anımsıyorum. Hafif rüzgâr esiyor. Hava yağmurlu. Dalgınlığımı dağılan suçlarım bozuyor. Ellerinden gözlerimi ayırıp yüzüne bakıyorum, beni izliyorsun. Üstelik sen de dalgınsın. Sigaradan bir nefes daha alıyorsun. Kül tablasına küllerini çırparken ki parmak hareketlerini hafızama iyice yerleştirmeye çalışıyorum. Defalarca tekrarlıyorum zihnimde o hareketini. Gülümsüyorum gözlerine bakarken. Hala beni izliyorsun. Konuşmadan da olsa anlattıkların var bu bakışlarında. Gözlerimi kaçırıyorum, “Sarhoş eden bakışların var.” diyorum içimden. Gülümsüyorum. “Sen gülümsüyorsun ya bana gerisi teferruat. Sıyrılıyorum dünya kaderlerinden, omzumdaki yük hafifliyor.”
Şule SAVRUK
Özgürlüğe Yolculuk madı kimse. Ağlasam güçsüz oldum. Gülsem boğulsam kahkahalara, gevşek. Verilen selamı alsam herkesle konuşuyor oldum. Görmezden gelsem ukala oldum. Bende ne yapacağımı şaşırdım. Güleyim mi, ağlayım mı, susayım mı, konuşayım mı. Güçlü mü olayım saf mı? Kendi bildiğimi mi yapayım yoksa yargılara göre mi davranayım. Ama şunu unutmayın yaşadığım hayat benim. Yargısı size düşmez. Diğer dünyada ben yanacaksam veya göreceksem cenneti bırakın ben yaşayım. Ve unutmadan ben yükseklerde olan değilim de siz ayakaltında dolaşanlarsınız. Her neyse, olan biten ne varsa Eyvallah!
Hayatta hep iyi niyetinden kaybeden insanlar vardır. Sanırım ben onlardanım. İyi niyetinden vurulanlardanım. Bugüne kadar ne birini kırdım ne incittim. Ne üzdüm. Lakin ben hep üzüldüm. Neye uzatsam elimi yapma dediler. Doğru bildiğim ne varsa yanlış dediler. Hadsizlere karşı savundum kendimi terbiyesiz dediler. Sayıp sövenlere karşı sustum. Saf dediler. Bazen derdim oldu kederim oldu. Sigara yaktım. Bu yaşta ne derdi dediler. Oysaki ben emeklemeden koşanlardanım. Yorulduğumu değil, düştüğümü değil de ayakta duruşum battı insanların gözüne. Ulan bir kere bile yüzüm gülmedi ki benim. Bir kere olsun beni mutlu etmeye çabala-
Sinem TÜRK 25
KUNDUZ
Anlayacaksın Günlerin amaçsızca pencereden bakarken geçtiğini anladığında geç olduğunu da anlayacaksın; yorgunluğunu, vakitlerin bitmek bilmez yavaşlığını, aynı zamanda hızlılığını anlayacaksın. Geçmez dediğin ne varsa, kimseye anlatmaman gerektiğini o pencerenin önünde anlayacaksın. 17 bittiğinde 18 olduğunda her şeyin güzel olacağını sanırken, 19’una o pencerenin önünde girdiğinde en kötü yaşlarının bu zamanlar olduğunu anlayacaksın. Günlerce uyumak isterken bir iki saatlik uykuyla durmanın, masadaki bütün yemekleri yemek isterken üç lokmayla doymanın, içindeki her şeyi yazmak isterken kalem yerine eline sigara aldığında aslında hiçbir şeyin önemli olmadığını o pencere önünde anlayacaksın. Hiçbir şeyi israf etme: yaşamı, zamanı, sevgiyi, saygıyı, dürüstlüğü, iyi arkadaşları, en çok da iyi niyeti. Hep iyi niyetinden vururlar seni. O yapmaz dediğin her şeyi yaptığında kimsenin sandığın kadar iyi niyetli olmadığını o pencere önünde anlayacaksın. İnsanlara güvenmek senin salaklığın olabilir ama güveninin kırmak karşıdakinin karaktersizliğidir. Güvenin kırıldıkça diğer insanlara da güvensizliğin artar. İşte o zaman da iyi niyetli insanların olduğunu bilmeden kaybedersin. Hayat insanı bazen öyle bir noktaya getirir ki kimseye zararın olmamıştır ama sen ziyan olmuşsundur. Ve öyle bir zaman gelecek ki güvenmeye çalıştığın insana sen yaranı göstermiş olacaksın. Diyeceksin ki “Bak buradan vurdular beni.”.
Orayı öpecek canı gönülden. O öptükçe sen iyileştim sanacaksın, bu sondur diyeceksin. Sonra gün gelecek, öptüğü yerden vuracak seni ve kendinden başka kimseye bir daha güvenmemen gerektiğini o pencere önünde anlayacaksın. Herkese güvenini yitirmiş olacaksın değil. Elbet, yine güveneceksin ve güvenin yine kırılacak, artık sol tarafın buz kesiyor olacak. Hiçbir cümle, hiçbir sarılış, hiçbir gülüş titretmiyor seni artık. Bu ölümdür işte. Ve bir kez daha hiçbir şeyin önemli olmadığını o pencere önünde anlayacaksın. Güçlü olman lazım her şeye rağmen üzülmemen lazım. Çünkü güçsüz derler, korkak derler, zavallı derler. Lakin, iyi niyetinden bu hale geldi demezler. Problem yokmuş gibi gülümse, her şey yolundaymış gibi konuş, hepsi rüyaymış gibi davran ve güvensizliğin yokmuş gibi farz et. Mutlu bir maskenin arkasına sığınmak da yetmiyor bazen. Savaşamıyorsun gerçek duygularınla. Gün olur geçmez gün olur yetmez. İnsanları tanıyorum artık dediğinde bir kazık daha yersin. İnsanların nankör olduğunu o pencere önünde anlayacaksın. Doğru insanları yok değil, öğreneceksin zamanla, yanlış insanlara harcadığın zaman yüzünden doğru insanlara güvenin kalmadığında. Peki ya yarından bu kadar korku duyarsan bugünü nasıl yaşayacaksın? Güveninin azaldığını o pencere önünde anlayacaksın. Sonra mı? Yanında olacağını söyleyenlerin sadece yara izleri kalacak kalbinde… Sümerya BAYAT
26
KUNDUZ
Nakış Nakış Sen Bakış dedik ya bir de nakış… O nasıl bir yakıştır be adam bakmayışınla, bırakılmışlığında, belki de bırakmadığınla, öylece ortada kalakalmışlığınla. Bir nevi kendime verdiğim sözdür icraat ettiğim; içimde yaşıyorum yaşanmışlıkları ve senden sonra yaşandı saymayacaklarımı… Pek fazla bir şey yapmıyorum aslında yokluğunda elden geldiğince dua etmekten gayrı. Ki ellerim yükseldiğinde sema’ya sen dolu gözyaşlarım dökülüyor avuç içlerime…
Hatırlar mısın? Hiç anlamadığım şekilde kaydın gittin ellerimden en derine. O gün dedim kazıyacağım seni en derinden derine… Sesini, nefesini, özledim derim de bilmem ne eder, ne dersin? Bilmezsin, çok zor oldu senden sonra yaşamak, ayakta kalmaya çalışmak, yokluğuna alışmak… Ne demiştik? Hak yazmış niyettir, kaza, kısmet, neylersin? E, hadi yakıştır o zaman yanmışlığı, kanmışlığı. E, hadi o halde sensizliği yapıştır bu yüreğe… Sait Can DUMAN 27
KUNDUZ
Üç Mesele li. Kavga çözüm değildir. İnsanların arasını daha da bozmaktan başka bir şeye yaramaz. Kavgadan uzak yöntemler huzuru da sağlar. İnsanlar ne olursa olsun günün birinde hatalarını anlar gerçekten haksız oysa. Umut Umut insanın tutunduğu bir ipe benzer asla bırakamadığı. İnsan ne olursa olsun yılmamalı. En güçsüz zamanlarında bile umut ipini bırakmamalı. Bırakmazsa mucizeler yeniden yaratılır. İnsanların umudu kıran ön yargılarına da bakmamalı. Umuduyla insanları şaşırtmalı. Umut hem hayata tutunmanın hem de başarının temelidir. Eda CAN
Huzur Bir insan gerçekten huzuru istiyorsa sükûtu sağlamalı. Sükûtu sağlamalı ki huzur sağlasın. Huzur sağlansın ki o ortama giren insanlar alçak gönüllü ve hoşgörülü olsun. İşte o zaman insanın yaşamı cennete döner. Kibirli hoşgörüsüz kaba saba insanların olduğu bir dünya cehenneme dönüşür. İnsan hayatına ya kaliteli insan almalı ya da bulunduğu yeri değiştirmeli. Kavga İnsan ne olursa olsun kavgaya başvurmamalı. Ne sözlü ne de fiziksel hiçbir kavgaya başvurmamalı. Kavga için bahane arayan insanlar umursamamalı, duymamalı, ya da görmeme-
Bırakamıyorum Seni Ona kinlenemeyişimdendir belki de suçlu suçsuz herkese kinlenmem. Tek hatasında silmem, ona yapamadığımı karşımdakine yapıp öç aldığımı düşünüyorum belki de... Ne yaparsa yapsın onu içinden atamayacaksın anla bunu, sok kafana. Her düştüğünde yine ondan bekleyeceksin. Yine ona güveneceksin sonunu bile bile. Belki elini uzatacak kim bilir yeniden yeşertecek evreni. Alıştığın son olacak, kendi kendine kalkacaksın ama bu seferde diğerinden daha güçlü daha umutlu daha cesaretli kalkacaksın. Buna ikimizde eminiz. Emin olmasan ne olacak ki? Bu kadar çabuk pes ettiğin için
kendini suçlayacaksın bir zaman sonra. Unutma tanrı seni öldürmedikçe ölmeyeceksin. Ruhun çökecek sadece ki asıl ruh çöküşünü senden gidişini görmedin bile. Görmek istemezdin ki. Daha bunlar en iyi günlerin. Evren demişken paralel evrenlerde hayat olsa sevdiğim adamı oraya götürürdüm, biliyor musun? Sebebini ben de bilmiyorum. Sanırım benden gitmesin bir kez daha diyedir bu da. Ne kadar alışırsan alış hepsi ruhuna birer ok. Tek anlamadığın zamanla acı eşiğin yükseldiği için okun girdiği yerdeki yanma. Bir nevi hissizleşme sanırım.
Sena Nur AKBULUT 28
KUNDUZ
Çocukları Pistten Çekelim!!! İyiler, kötüler, düşünenler, düşünüyor gibi görünenler, düşenler, kalanlar vazgeçenler, devam edenler çok bilmişler, gereksizce büyüyenler, sürekli ezilenler… Hayat sahnesi geniş. İlla ki her bir noktasına geçiyorsun, adım adım örüyorsun dansını. Her bir adımın farklı figür getiriyor. Gülümsüyorsun, en büyük silahın çünkü. Hakkın yok o tebessümü çekmeye yüzünden; herkes seni izliyor!.. Birileriyle konuşurken radyasyon akıyor içinden. Sözcükler, ah o sözcükler nükleer zehir gibi. Sürekli kendini tekrar eden kelimeler zıplar beyninde. Sen durursun, öyle beklersin yorgun bir kıştan çıkmışçasına ama sessiz ama ağlamaklı ama kahkahalı… Beklersin baharını, basamak yaparsın kışı yaza ulaşmak için. Papatyan açtığı an, işte o an olmayanlardan bahsetmeyeceksin. Ona ulaştın mı duracaksın. Ne demiş şair: “Ciddiye alacaksın yaşamayı. Öyle ciddiye alacaksın ki zeytin dikeceksin.(Nazım Hikmet) Duyabiliyorsan, dokunabiliyorsan, görebiliyorsan, yürüyebiliyorsan, hala baharını içine çekecek bir nefesin varsa şükredeceksin. Ne mutlu sana cancağızım! Sıkmayacaksın canını. Geceler hep
kimsesiz geçmez, gidenler dönmeyecek sanma. Bir bakarsın yağmurlu bir gecede yahut bir bahar sabahında karşında ama kimsesiz ama senli… Bilmeli ki insan; bu sahne düz değil hep ileri değil dans. Figürün ileri gerisi de var. Ve unutmamalısın can: “Hüzün olgunlaştırır insanı.” Kaybettikçe sabrı öğrenirsin. Dua et bol bol. Hasatın yakın, unutma. Bu yüzden geçmişini sil. Hiç yaşanmamış gibi yaşa. Bir kere buluttan nem kapma!!! Dök kirpiklerindeki sonbaharı. Kelebek kanatlarına yükle ruhunu. Kim sonsuza kapatmayacak ki gözlerini. Ama dur ve sen sonlu hayatına sonsuz düşünceler, uçsuz bucaksız kahkahalar sığdır. Sana tanınan süre üzülmek için çoook!!! kısa. Kim demiş gökkuşağı yedi renk diye? Sen baktın mı görmeyi de bil. Bakmakla görmek arasındaki farkı gördün mü iş bitmiştir demektir. Haydi, kalk giy yeşilini, dik başını. Hayat seni pistte ister. Çocuğun yeri yoktur orada. Dansın bitmesi için ayakta kalman gerek ve unutma kazası yoktur bunun. Sahnenin ışıkları sönmeden selamını ayakta vermen gerek. Aydınlık hiçbir zaman yenik düşmez geceye… Gamze TAŞÇI 29
KUNDUZ
Fidanlar, Gül Bahçeleri monotonluğunda ağlamak değildir. Asıl olan gülmek, çehremizde gül bahçeleri açmaktır. Düşünün ki açtığınız bahçelerde sevgililer birleşecek. Bir adam onlarca yıldır yüzünü güldüremediği biricik eşinin yanına bir akşam elinde güllerle dönecek ve yareni hiç doğmamış gibi canlanacak. Öyleyse sevgilerin birleşmesi için gül bahçesi açmamız gereken çehrelerimize neden darağacı kurup bir fidanın ellerimizde ölmesine izin verelim. Dostum, fidanlar asılmak için değil yeşermek için vardır bu dünyada. Darağacını fidan asmak için değil fidan yetiştirmek için kur çehrene, unutma başkasının çehresine takacağı bir gülümseme senin bahçene güneş doğuracak. Cem Abi’nin de dediği gibi “Doğarken ağladı insan, Bu son olsun.”
Kimi zaman hatta çoğu zaman duyarım bu soruyu: Seni bu kadar güldürüp eğlendiren nedir? Bizim de tıpkı diğer taşlaşmış insanlar gibi bu yekpare hayata öfkeyle bakmamızı beklerler. İnsanın doğup büyüyüp öldüğü bu evrende aralara çiçek serpiştirmektir bizimkisi. Doğarız ve nereye düştüğümüz bilememenin verdiği acıyla etrafa matem saçarız. Büyürüz. Çocukluğumuzun vermiş olduğu şefkatin üzerine yüklenen sorumluluklarla çığlıklar serperiz. En acısı da ölüp alıştığımız, ayak uydurduğumuz bu dünyadan başka bir boyuta geçeceğimizin düşüncesidir. Geçtiğimiz dünya da yeniden doğacak olmamız ve bu kez de oraya alışmak zorunda olmamız gerektiğini düşünüp ömrümüzün o ana kadar olan süresinde döktüğümüz gözyaşlarının katbekat fazlasını dökeriz kimi zaman içimize kimi zaman da dışımıza. Oysa bu yekpare dünyanın
İkbal İrem ZIKALABAŞ 30
KUNDUZ
Hayallere Sığmayan Zaman zaman alıyor ama en sonunda doğru olanı anlıyorsun. … Artık sadece gece kollarını açıyor bana, şarkılar söylüyor. Uyurken bir tek annem öpüyor yanağımdan. Çok büyümüş sayılmasam da çocukluğum diyorum geçen yıllara. Çocukluğum… Zaman bize fark ettirmeden nasıl da geçmiş öyle yanı başımızdan. Biz bu zamanlarda ne hatalar ne yanlışlar yapmışız, kendimize ne ihanetler etmişiz. Ne yalanlar söyleyip ne doğruların peşinden gitmişiz meğer. Canımızın acısını hiç günahı olmayan insanlardan nasıl çıkarmışız. Ne zaferler kazanmışız, hiçbir şeye değmeyen zaferler. Ne yenilgiler yaşamışız dibe vurduğumuzu sanıp. Daha neler neler yaşamışız zaman yanımızdan alıp başını giderken. Mehmet Can ÇALIŞIR
Düşünüyorsun, düşünüyorsun kapkara gecenin ortasında. Saatler geçiyor. 3, 4, 5 derken hayallerin içinde kaybolup gidiyorsun. Hayal bile insanı bu kadar mutlu ederken bir de bu hayallerin gerçekleştiğini düşünün. Bir ev bir araba, güzel yüzlü, güzel huylu bir eş ve en önemlisi para… sarhoş olmamak elde mi? bunları düşünüyorsun, mutlu olacağını sanıyorsun. Bunları düşünürken bir şey unutuyorsun. Aslında en önemlisi de o unuttuğun, uzaklaştığın şey. İbadetinden, dininden, seni yaratan Allah’tan uzaklaşıyorsun. Ve sonra birisi ALLAHUEKBER diyor tüylerin diken diken oluyor. Sanki aniden bir tokat yemiş gibi kendine geliyorsun. O anda anlıyorsun ki hayallerinin de hayal ettiklerinin de senin de yaratıcısından uzaklaşmışsın. Oturup ağlıyorsun, ağlıyorsun… Kendine gelmen 31
KUNDUZ
Galiba Ben En Çok Kendime Ayıp Ettim Kendimden özür diliyorum. Yaşadığım süre boyunca hep merhametimin arkasından yürüdüm, beklentilerimi arkada bıraktım. Kimseden bir şey beklemedim, doğrusu bu sanıyordum çünkü. Yaşadıklarımı, yaşayamadıklarımı içimde sakladım, sustum bastırdım, olsun dedim insanlık bende kalsın. Ben en iyisini yaşatayım ki istemeye yüzüm olsun dedim. Verdim, hep verdim karşılığını alıp alamadığıma bakmadan. Aslında güçlü olmak değildi istediğim ama olmak zorundaydım ve bırakıldım. Kendimi hep erteledim. Kimsenin beni anlamadığını bildiğim halde hayatıma girenleri bana verilmiş bir görev olarak gördüm. Herkesi mutlu etmek zorundayım sandım. Benim de mutlu olmam gerektiğini unutmuşum meğer. Görevim neyse en iyisini yapmalıydım ki vicdanım rahat olsun. Birilerinin de bana karşı görevleri olduğunu hiçe saymışım oysa... Ne yazık ki bana verilen rolleri en iyi şekilde oynarken onların rollerini iyi oynayıp oynamadığına hiç bakmadım. Karşımdakilerin eksiklerini tamamlamaya çalışırken, onların hatalarını görmeye vaktim kalmamış sanki. Beni üzmelerine bakmadan, karşılığında ne aldığıma ne hissettiğime aldırış etmeden hep verdim. Kendimi nasıl da
unutmuşum. Unutturmuşlar aslında. Paramparça olmuş kalbime, cayır cayır yanan içime doğruları söylemeye çalışan beynime, mutsuz yüzüme hep sus dedim. Sen sus. Kendime haksızlık ettim, kimseye etmediğim kadar. Herkesi dinledim kendimi dinlemediğim kadar. Kimse benim yüzümden mutsuz olmasın diye, hiçbir şeyin sebebi ben olmayayım diye mutluluk oyunlarımı oynadım. Yetmedi yeni oyunlar buldum. Ama bir gün bir bakmışım ki paramparça olmuşum. Tutunacak tek duygu bırakmamışım kendime. Kendimi teselli edecek tek şey yokmuş hayatımda. Allak bullak olmuşum. Kendimi aramaya çıktığımda yorgun, yılgın, bitkin bir köşede saklanıp ağlayan bir Esra olarak buldum. Ve ona elimi uzattım. Diyebildiğim tek şey GEÇTİ, bir daha seni kimse üzemeyecek. Şimdi senden özür diliyorum. Seni bu kadar hiçe saydığım için, insanların seni bu kadar üzmelerine müsaade ettiğim için, seni hiçbir zaman dinlemediğim için, üzerine bu kadar sorumluluk yüklediğim için, hakkın olan bütün duyguları sana yaşatmadığım için... Galiba ben en çok, kendime ayıp ettim… Esra KIZILARSLAN 32