kuzgun dergi - şubat 1. sayı

Page 1

k uzgun

TL

ISS

N2 149 -16 4X

2

edebiyat, kültür ve sanat dergisi

şubat 2015 • Sayı: 1

her alanda asıl yenilgi, unutmaktır, özellikle de sizi neyin gebertmiş olduğunu unutmak, insanların ne derece hırt olduklarını asla anlayamadan gebermektir. bizler, mezarın önüne geldiğimizde, boşuna şaklabanlık yapmaya kalkışmamalıyız, öte yandan, unutmamalıyız da, tek sözcüğünü bile değiştirmeden her şeyi anlatmalıyız, insanlarda gördüğümüz ne kadar kokuşmuşluk varsa, hepsini, sonra da yerimizi sıradakine bırakıp, uslu uslu inmeliyiz deliğin içine.

Louis-Ferdinand Céline


i ç i n d e k i l e r e ditörden k sherman alexie 2 herman alexie s 6

uşkusuz yeni yayımlanmaya başlayan her edebiyat dergisi, içinde bulunduğu edebiyat ortamına bir “itiraz” olarak çıkar, çıkmalıdır da... yayımlanan dergileri tekrar eden, onların düzeyini yükseltmek için çaba harcamayan, edebiyat ortamına bir yenilik, heyecan, dinamizm getirmeyen dergicilik çalışmasının, en azından bizim için, çok anlamlı olmayacağı açık...

ayın öyküsü

İngilizceden Çeviren: Özge Üstüner

söyleşi:

Söyleşi: Joelle Fraser Çeviren: E. Seda Çağlayan Mazanoğlu

şair ve hakikat[20]: çolpan...

18 hayati baki s y j anet 24 33 frame altay öktem t26uncer erdem aytaç a27rs paul auster evgi

umağı [ I ]

sevdiğim, korktuğum, uzak dostlarım

huzurun sokağı yoktur

söyleşi:

30

6

Söyleşi: capen Çeviren: E. Seda Çağlayan Mazanoğlu

olur olmaz, olmaz olurum

ş iir ler

esra sabık40

karakediye mektuplar

ali hikmet 38 eren

hayati baki • 10 ali hikmet eren • 16 mark strand • 17 leyla noruzi • 22 meryem habibi • 22 ensiye museviyan • 23 semira noruzi • 23 haşim hüsrevşahi • 28 veysel çolak • 29 arda karapınar • 34 mehmet aycı • 35 bilal kolbüken • 36

aydın afacan kuzgun

kızıl avludan dünya

kitapsız kalmış metinler [I]

tuncay birkan

12

refik halid

kuzgun edebiyat, kültür ve sanat dergisi, sıkı ve yenilikçi bir dergi olmayı hedefliyor. bunu ne denli başaracağını elbette zamanla göreceğiz. edebiyatın gündemini belirleyen, edebiyat dünyasının merkezinde yer almaya çalışan, yayımlandığı dönemin yazar ve şairlerinin çalışmalarını yayımlatmak için öncelik verdikleri, okuma hazzını ve alışkanlığını çoğaltan, reklamı okuru tarafından yapılan bir dergi olmaya çalışacak kuzgun dergi... anlaşılır, okunabilir metinler yayımlamaya, sanatın, edebiyatın yaşamımızın odağında yer almasına, odalardan, ev içlerinden taşmasını sağlamaya çalışacağız.

nitelikli bir dergi olabilmeyi pek çok etken belirliyor kuşkusuz. derginin niteliği, öncelikle dergide yayımlanan yazı ve şiirlere, seçilen söyleşilere, yapılan çevirilere bağlı olduğu kadar, sanat ve edebiyat dünyasına karşı algısını ne denli açık tuttuğuna da bağlı. yine, yayın kurulunun dergiye çalışmalarını gönderen yazarlara iyi bir editörlük hizmeti verebilmesine, sayfalarını genç yazarlara açabilmesine ve onların gelişimine katkı sağlayabilmesine; çağdaş dünya edebiyatını yakından takip edebilmesine de bağlı... bunları, “editörden” yazılarımızda sık sık tartışacağız… şimdilik, “teknik” bir açıklama yapmakta yarar var: ülkemizde yayımlanan edebiyat dergilerinin pek çoğu iki ya da üç aylık olarak yayımlanıyor; bu periyotlarla yayımlanan dergilerin yazın dünyasının nabzını tutmakta yetersiz kaldığına inandığımız için dergimizi aylık olarak yayımlayacağız. yine, yayımlanan edebiyat dergilerinin pek çoğunun, okurun, özellikle öğrencilerin, satın almasını zorlayan ücretlerle satılıyor olduğu düşüncesiyle dergimizi olabildiğince hesaplı olarak satışa sunmaya karar verdik. kuzgun dergi, “kâr” amacı gütmüyor. ulaşabildiğimiz kadar çok okura ulaşmak, okuma ve yazma hazzını olabildiğince kolay paylaşmak istiyoruz. yine, kuzgun dergi’de, bir tavır olarak, kapağında yazar fotoğraflarına ya da yazar isimlerine yer verilen dergicilik anlayışına da veda ediyoruz; aslolan metin’dir diyoruz ve bu metinleri her ay farklı bir kuzgun’la sizlere taşımak istiyoruz… iyi okumalar dileğiyle…

bilâl kolbüken


ö y k ü s ü

sherman alexie

a y ı n

Çünkü Babam Hep Jimi Hendrix’i Woodstock’ta “The Star-Spangled Banner” Şarkısını Söylerken Gören Tek Kızılderili Olduğunu Söylerdi... İngilizceden Çeviren: Özge Üstüner

a

ltmışlı yıllarda bütün hippiler “Kızılderili” olmaya özendiklerinden, babam da kelimenin tam anlamıyla gerçek bir hippiydi. Bu yüzden de herhangi birinin babamın sosyal bir mesaj vermeye çalıştığını anlaması nasıl beklenebilirdi ki? Ama buna dair bir kanıt var: Babamın Spakane, Washington’da Vietnam Savaşı karşıtı bir gösteride çekilmiş bir fotoğrafı. O fotoğraf, ülkenin bütün gazetelerinde çıktı; hatta Time gazetesinin kapak sayfasında yayınlandı.

Fotoğrafta babamın üzerinde İspanyol paça bir pantolon ve çiçekli bir tişört var, saçları örülü ve yüzü de tıpkı bir savaşçı gibi kırmızı renkte barış işaretleriyle boyanmış. Elleriyle başının üzerinde bir tüfek tutuyor. Tam da babam, ilerde yüzüstü yatan özel tim üzerlerine saldırmak için ilerlerken çekilmiş fotoğraf. Başka bir göstericinin elinde tuttuğu pankart, babamın sol omzu üzerinden görünüyor. Pankarttaki “Savaşma, Seviş!” yazısı, açık seçik okunuyor. Fotoğrafçı, o fotoğraf karesiyle Pulitzer Ödülü’nü kazandı ve ülke çapında pek çok editör, fotoğrafa uygun yeni yeni başlıklar, manşetler atıp yazılar yazarak epey eğlendi. Babamın gazete kupürlerini topladığı defterinde arşivlediği pek çok yazıyı okuma fırsatım oldu; ama içlerinde en beğendiğim, Seattle Times gazetesine ait olandı. Fotoğrafın altında şöyle yazıyordu: “Barış için Savaşa Giden Gösterici.” Editörlerin babamın kızılderili kimliğini vurgulayışı daha pek çok başlık vardı. Başka iki başlık da şöyleydi: “Savaşa Karşı Savaşçı” ve “Barış Amaçlı Gösteri Kızılderili İsyanına Dönüştü.” Her neyse… Babam, sonrasında tutuklandı ve ölüme sebebiyet verme suçundan hüküm giydi. Bu tür olaylar, zamanının dikkat çeken konularındandı; belki de bu yüzden babam örnek olarak kullanıldı. Cezası hemen kesinlik kazandı ve Walla Walla Eyalet Hapishanesi’nde iki yıl hapis yattı. Mahkumiyet içerisinde geçirdiği o iki yıl, savaşın dışında kalmasını sağlasa da babam, demir parmaklıklar arkasında daha farklı bir savaşla yüzleşmek zorunda kaldı. Bana bir keresinde şöyle demişti: “Kızılderili çeteleri, beyaz çeteler, siyahi çeteler, ve Meksikalı çeteler vardı. Koşuşta her gün birisi öldürülürdü. Bizler, birileri duşta konuşurken duyardık ve sonra söz oradan oraya yayılırdı. Sadece tek bir söz derisinin ne renk

kuzgun

olduğunu anlatan o tek sözcük aklımızın bir köşesine yazılırdı ve sonraki haberleri beklerdik.” Babam her nasılsa başını ciddi bir belaya sokmadan ve tecavüze uğramadan, bütün zorlukların üstesinden geldi ve otostopla Woodstock’a kadar gidip Jimi Hendrix’i “The Star-Spangled Banner” şarkısını söylerken dinlemek için tam zamanında hapisten çıktı. “Yaşadığım onca boktan şeyden sonra, Jimi’nin benim orda, o kalabalığın içinde olduğumu bildiğine emindim. Bunu tüm kalbimle hissettim,” demişti babam sonradan. Yirmi yıl boyunca, babam, Jimi Hendrix kasetini çalışmaz duruma getirinceye kadar sil baştan dinledi. O, Jimi Hendrix’i dinlerken evimiz, füzelerin göz kamaştıran o kırmızı ışıklarıyla ve havada patlayan bomba sesleriyle dolardı. Babam, elinde birasıyla kasetçaların yanı başına oturur; güler, ağlar, bazen de beni yanına çağırıp sıkıca sarılırdı, ben onun ağzının ve vücudunun kötü kokusunu bir battaniye gibi üzerimde hissederken... Jimi Hendrix ve babam, artık aynı çilingir sofrasının sarhoşlarıydılar. Sadece ve sadece içmekle geçen bir gecenin ardından Hendrix, babamın eve gelmesini beklerdi. “ Ayin”, işte aynen şu şekilde olurdu: 1.Bütün gece uyanık vaziyette yatar ve babamın kamyonetinin sesini duymak için beklerdim. 2.Kamyonetin sesini duyar duymaz merdivenlerden yukarı fırlar ve teybe Jimi’nin kasetini koyardım. 3.Babam tam içeri girmek üzereyken, Jimi de “The Star-Spangled Banner” şarkısına başlamak için gitarını konuşturuyor olurdu. 4.Babam saatlerce ağlar, Jimi’nin şarkısını mırıldanır ve sonra da başı mutfak masasında, sızar kalırdı. 5.Bense, masanın altında, başım babamın ayaklarına yaslı öylece uyuyakalırdım. 6.Güneş doğana dek babamla birlikte rüyalar alemine dalardık. Günler sonra babam kendini o kadar suçlu hissederdi ki, özür dileme mahiyetinde bana türlü hikâyeler anlatırdı. “Annenle Spokane’de bir partide tanışmıştık,” diye söze başladı bir gün babam. “Partideki tek Kızılderililer annenle bizdik. Hatta belki de kasabadaki tek Kızılderililer... Annen çok güzeldi. Öylesine güzeldi ki, onu gördüğümde, “tamam,” dedim

2


kendi kendime. “Bir bufalo sürüsünün ayaklarına kapanıp uğruna can verecekleri kadın bu olmalı... Aramasına hiç gerek kalmazdı; her yürüyüşe çıktığımızda, kuşlar peşimizde, bizi takip ederlerdi.” Annemle babamın ilişkileri yıprandıkça, her nedense, babamın annemle olan anıları daha bir güzelleşir, daha bir anlam kazanırdı. Boşanmaları kaçınılmaz olduğunda, babamın gözünde annem herhalde gelmiş geçmiş en güzel kadındı. “Baban her zaman yarı deliydi zaten,” demişti annem birçok kez. “Diğer yarısı da tedavideydi.” Annem de babamı çok severdi aslında. Sonrasında kendini babamı terk etmeye zorlayacak hırpanice bir duyguyla severdi hem de. Sadece çok güçlü bir sevginin yaratabileceği zarif bir öfkeyle kavga ederlerdi. Hâlâ birlikte içer, sarhoş olur ve eve gidip sevişmek için, bulundukları partiyi terk ederlerdi. “Bu söyleyeceğimi sakın babana söyleme,” derdi annem. “Yüz kereden fazladır belki, tam o işin ortasında, üzerimdeyken uyuyakalmışlığı vardır. Durur, ‘Seni seviyorum,’ der, sonra gözleri yuvalarından geriye doğru kayardı. Sana garip gelebilir, biliyorum; ama aynen böyleydi işte, o eski güzel günlerimizde.” Ben de herhalde o sarhoş gecelerden birinin meyvesiydim. Benliğimin yarısı babamın viskili sperminden, diğer yarısı da annemin votkalı yumurtasından oluşmaydı. Saçma sapan bir kokteil çıkmıştı işte ortaya ve diğer tüm içki türlerinde olduğu gibi, babamın bana fena halde ihtiyacı vardı. Dışarıda tipinin olduğu bir gece, basketbol maçından eve dönüyorduk babamla radyo dinleyerek. Çok fazla konuşmuyorduk. Bunun iki nedeni vardı: Birincisi, babam ayıkken çok konuşmazdı; ikincisi de, Kızılderililer’in iletişim kurmak için konuşmaya ihtiyaçları yoktur. “Hepinize iyi akşamlar sevgili dinleyiciler! Ben, Dj’iniz Big Bill Baggins, radyonuzun FM 97.2 frekansında, başka bir ‘gece klasikleri kuşağıyla daha karşınızdayım. Teko’dan Bettı adlı bir dinleyicimiz, bizden bir parça isteğinde bulunmuş. Bettı’nin isteğini yerine getiriyoruz ve şimdi Jimi Hendrix‘in Woodstock’taki canlı performansından kaydedilmiş “The Star-Spangled Banner” adlı şarkısını dinliyoruz.” Babam güldü, radyonun sesini açtı ve Jimi’nin sesi karlı yolları açtıkça biz de uçarcasına eve doğru yol aldık. O geceye kadar ben, Jimi konusunda tarafsızdım; ama o tipili gecede babamla birlikte yol alırken, tehlikeli yolların ve Jimi’nin gitarının neden olduğu gergin sessizlikle birlikte, o çalan şarkıda her zamankinden çok daha farklı bir şeyler buldum. Şarkının tınısı, en sonunda benim için de bir anlam ifade etmeye başladı; adeta bir şekle büründü.O gece, o şarkı bende gitar çalmayı öğrenme dürtüsüne sebep oldu. Jimi Hendrix gibi olmak istediğim ya da bir kitleye hitap edebilmek için değil; sadece gitarı bedenime bastırarak sıkıca tutabilmek, tellerine dokunabilmek, bir tını yaratabilmek ve daha da önemlisi Jimi’ile babamın bildiklerine yakınlaşabilmek için istedim gitar çalmayı.

3

Şarkı bittikten sonra babama döndüm ve şöyle dedim: “Biliyorsun, benim kuşağımın Kızılderili gençleri, hiçbir zaman gerçek bir savaş görmedi. Atalarımız, Custer davasına dövüştüler. Büyükbabamın kuşağı Birinci Dünya Savaşı’nda, dedemin kuşağı ikinci Dünya Savaşı’nda savaştılar. Sen de Vietnam Savaşı için mücadele ettin. Bense sadece video oyunlarıyla zaman geçiriyorum.” Bu sözlerim üzerine babam uzunca bir süre güldü. Neredeyse bir ara yoldan çıkıp karlı tarlalara yuvarlanıyorduk. Sonra bana bağırmaya başladı: “Allah kahretsin! Bir savaş görüp geçirmediğin ve savaşmadığın için neden bu kadar üzüldüğünü anlamıyorum. Sen çok şanslısın. Yaşadığın tek zorluk o Allah’ın belası ‘Çöl Fırtınası’ idi. Belki de ‘Çöp Fırtınası’ demeliydim; çünkü o savaşın tek sebep olduğu şey, etrafta uçuşan çöplerin, zaten şişman olan kedileri biraz daha şişmanlatmasıydı. Üzerinde bir vişne tanesi olan şeker ve krema karışımı bir şeydi o savaş. Ayrıca, senin savaşman bile gerekmedi. O savaş sırasında kaybettiğin tek şey uykundu; çünkü sabaha kadar oturup CNN’i izliyordun... Bunun başka yolu yok,” dedi gürlercesine. “ya savaş, ya barış; bunun ortası yok! Biri ya da diğeri.” “Kitap gibi konuşuyorsun,” dedim ben. Babam cevap vermekte gecikmedi: “Olabilir; ama durum bundan ibaret. Bu söylediklerimin bir kitapta yazılı oluşu ya da olmayışı, olaya gerçekliğini kaybettirmez. Hem sen ne diye bu topraklar için savaşmak istiyorsun ki. Uğruna kendini feda etmeye can attığın bu ülke, en başından beri Kızılderili halkını yok etmeye çalışıyor. Kızılderililer, zaten doğuştan askerdir, savaşçıdır. Kendini kanıtlamak için askeri bir üniformaya ihtiyacın yok senin.” Jimi Hendrix’in bizi sürüklediği konuşmalar böyleydi işte. Sanırım, her şarkının bir yerlerde birileri için özel bir anlamı vardır. Elvis Presley, uzun yıllar önce ölmüş olmasına rağmen, hâlâ pek çok insanın vazgeçilmezlerinden. Bu durumda, müzik belki de yeryüzündeki en önemli şey, belki de tesiri garantili çok güçlü bir ilaç... Babamı en sonunda bir filozofa dönüştüren de müzik değil miydi zaten. “Annenle ilk dans edişimizi hatırlıyorum,” demişti babam bir keresinde. “O kovboy barındaydık. Kızılderili olmamıza rağmen, oradaki tek gerçek kovboylar bizdik. Bir Hank Williams şarkısında dans etmiştik. Hani şu çok acıklı olan şarkı: ‘I am so alone some, I could cry.’ Annenle ben yalnız değildik tabii, ağlamıyorduk da. Sadece duygularımız karmakarışıktı ve körkütük aşıktık birbirimize.” “Hank Williams ve Jimi Hendrix’ in pek ortak özelliği yok,” dememe karşılık, babamın cevabı şu oldu: “Neden bahsediyorsun sen? Tabii ki ortak yanları var. İkisi de kırık kalpler hakkında her şeyi biliyordu.” “şimdi de ucuz bir film gibi konuşmaya başladın,” deyince babamın yanıtı sert oldu: “Tabii, siz şimdiki çocuklar, romantizmden bir halt anlamıyorsunuz! Müzik hakkında da bir halt bildiğiniz yok! Özellikle siz Kızılderili gençleri... Davul çalmakla bozmuşsunuz kafayı. Tek ihtiyacınızın bu olduğunu sanıyorsunuz. Oğlum, bir Kızılderili bile piyano, gitar ya da saksafona ihtiyaç duyar ara sıra.” Babam lisedeyken bir grupta davul çalmıştı. Bana nutuk atarken, bu gerçeği unutmuş görünüyordu. Sanki kendini bildi bileli gitarın evrensel savunucu-

kuzgun


olmuştu: Hendrix’ in mezar taşı yoktu. Sadece mezar kaybolmasın diye toprağa sıkıştırılmış bir teneke parçası bekliyordu Jimi’nin başını. Jimi öldüğünde yirmi sekiz yaşındaymış; İsa’dan bile daha genç yaşta ölmüştü. Hatta öylece mezarı başında dikilen babamdan bile gençti. “Sadece iyiler genç yaşta ölür,” deyince babam, annem de “Hayır, sadece deliler, kendi kusmuklarında boğulurlar!” diye çıkışmıştı babama. “Neden benim biricik kahramanım hakkında ileri geri konuşuyorsun?“

suydu. “Babanın o eski gitarı bulup bana şarkılar çaldığını hatırlıyorum,” derdi annem. “Çok iyi çalamazdı belki; ama en azından çalmayı denerdi. Hangi notaya basacağını düşündüğünü anlamak çok zor olmazdı. Gözlerini kısıp düşünürken, bütün yüzü kıpkırmızı kesilirdi, tıpkı beni öptüğünde olduğu gibi. Sana bunları anlattığımı duymasın sakın.” Bazı geceler uyumaz, annemle babamın sevişmelerini dinlerdim. Beyazlar sessizce sevişir, biliyorum. Sonra da sanki hiç sevişmezlermiş gibi bir tavra bürünürler. Bazı beyaz arkadaşlarım, ebeveynlerini o pozisyonda hayal bile edemediklerini söylerler. Bense, annemle babam birbirine dokunduğunda çıkan sesleri ezbere bilirim. Kavga ettiklerinde duyduğum sesleri örtbas edecek kadar güçlüdür dokunuşların getirdiği sesler… Artı ve eksi, toplama ve çıkarma aynı yerde… Durum, ancak böyle eşitlenirdi. Bazen onların seslerini dinleyerek uyuyakalırdım. Sonra Jimi Hendrix girerdi rüyama. Babamı görürdüm Woodstock’ta, Hendrix’in konserini ilk sıradan izlerken. Babam konserdeyken, annem benimle evde olurdu. İkimiz de babamın evin yolunu bulmasını bekliyor olurduk. Jimi Hendrix hayattayken ve gitar parçalıyorken, benim de hayatta olduğumu, nefes alıp verdiğimi ve yatağımı ıslattığımı düşündükçe hayrete düşüyorum. Babamın o sıska hippi kadınlarla dans ederken, esrar içerken, kafayı bulup uçtuğunu ve yağmuru izlerken güldüğünü görürdüm düşün devamında. Konser zamanı orda gerçekten de yağmur yağmıştı o gün. Bunu haberlerde ve belgesellerde izlemiştim; yağmur yağmıştı... İnsanlar yiyeceklerini paylaştılar. Sonra insanlar hastalandılar. Belki de sonra hayatlarını birleştirmek isteyip evlendiler. İnsanlar pek çok şey için gözyaşı döktüler. Ne kadar hayal etmeye çalışsam ya da rüyalarımda görsem de, Jimi Hendrix’i Woodstock’taki performansında izleyebilen tek Kızılderili olmanın babam için ne ifade ettiğini asla anlayamam, sanırım. Belki de orada bulunan tek Kızılderili bile değildi babam, belki de yüzlerce, binlerce Kızılderili vardı o konserde; ama babam, hep tek olduğunu düşünmeyi yeğledi. Bunu, sarhoşken milyonlarca kez, söylemişti bana, birkaç yüz kere de ayıkken. “Ben oradaydım... Konserin sonuna gelmiştik ve çok fazla insan kalmamıştı alanda. Hemen hemen hiç kimse yoktu; ama ben bekledim, en sonuna kadar... Jimi için bekledim.” Birkaç yıl önce babam, annemle beni kamyonetine attığı gibi Seattle’a, Jimi Hendrix’in mezarını ziyarete götürdü. Mezar başında çekilmiş bir fotoğrafımız bile var. Orada dikkatimi çeken bir şey

kuzgun

“Saçmalama! İhtiyar Jesse Wildshoe da kendi kusmuğunda boğuldu ve o kimsenin kahramanı falan da değil!” Biraz geride durdum annemle babamdan ve olduğum yerde o çok alışık olduğum kavgalarını izledim. Bir Kızılderili evliliği bitmeye yüz tuttuğunda, bu, herhangi bir başka evliliğin bitişinden çok daha fazla trajik ve yıkıcı olur. Bundan yüz yıl öncesinde durum çok farklıydı; Kızılderili evlilikleri şıp diye kolayca bitiverirdi; acısız. Kadın ya da adam pılını pırtını toplar ve sonra da barınağı terk ederdi. Böyle kavga dövüşler de olmazdı. Şimdilerde Kızılderili aileler de kavga ederek -aralarında kalan son iyi şeye tutunmaya çalışarak- sona doğru yol alıyorlar. Yaşamın kendisi de bir hayatta kalma mücadelesi değil mi zaten? Karşılıklı söylenen kötü sözlerden ve kalp kırmalardan bir süre sonra, bir gün babam eve büyükçe bir motosikletle döndü. Bazen saatlerce bazen de günlerce, o şeyi sürmek için ortadan kaybolduğu olurdu. Babam, motorun benzin deposunun üzerine kayışla bir kasetçalar bile tutturmuştu. Çoğunlukla motoruna atlayıp kaçtığı ve müzik dinlemekten başka bir şey yapmadığı için, artık eskisi kadar çok içip sarhoş olmuyor ve dolayısıyla, eskisi kadar çok konuşmuyordu. Bir gece babam, Devil’s Gap Cadde’sinde motosikletiyle, sonraki iki ayını bir hastahane odasında geçirmesine sebep olacak o kazayı yaptı. İki bacağı da kırılmış, kaburgaları zedelenmiş, akciğeri delinmiş ve böbreği hasar görmüştü kazada. Doktorlar nasıl olup da sağ kaldığına anlam verememişlerdi. Kaza sonrasında cadde üzerinde öylece yatarken aşırı kan kaybına rağmen hayatta kalabilmesini bırak, bünyesinin onca ameliyatla nasıl başa çıktığına dahi şaşkındılar. Bense bunların hiçbirine şaşırmamıştım, benim babam böyleydi işte. Annem, babamla evli kalmak istemediği ve babamın enkazının bile fikrini değiştiremediği halde, her gün onu ziyarete geldi. Yaşamının bağlı olduğu cihazların elektronik sesleri eşliğinde, babamın kulağına Kızılderili nağmeleri fısıldadı. Babamsa, güç bela hareket edebildiği halde annemin ezgilerine parmaklarını hafifçe şıklatarak eşlik etti.Oturup konuşacak, diyalog kuracak ve yeniden hikayeler anlatacak kadar gücünü toplayıp iyileştiği zaman beni çağırdı babam. İlk söylediği şu oldu: “Oğlum Victor sen en iyisi dört tekerlekten vazgeçme.” Babam iyileşmeye başladığında, annemin de ziyaretleri giderek seyrekleşmişti. Yine de annem babamı en zor zamanlarında yalnız bırakmamıştı. Daha fazla yardıma ihtiyacı olmadığını gördüğünde de kendisi için yarattığı yeni yaşantısına geri dönm-

4


üştü. Yine sazlı sözlü toplantılara katılıyor ve dans ediyordu. Gençliğinde geleneksel dans şampiyonu seçilmişti zaten. “Annenin dünya üzerindeki en iyi dansçı olduğu günleri hatırlıyorum. Herkes ona ‘sevgilim’ diyebilmek için can atardı; ama o sadece benim için dans ederdi. Her iki adımından birini benim için attığını söylemişti bana,” diye anlatmaya başladı babam. “Ama bu dansın sadece yarısı eder,” diye söze karıştım. “Tabii ki,” diye devam etti babam. “Geri kalanını kendine saklıyordu. Hiç kimse her şeyini bir anda son damlasına kadar veremez. Bu sağlıklı bir şey değil.” “Bazen gerçek dışı bir varlık gibi konuşuyorsun, baba,” dedim. “Gerçek olan ney? Ben gerçeğin ne olduğuyla ilgilenmiyorum, benim için önemli olan nasıl olması gerektiği.” Babamın aklı her zaman bu şekilde çalışmıştır: Eğer hatırladıklarını beğenmiyorsan, tek yapman gereken, hatıraları değiştirmektir. Kötü şeyleri anımsamaktansa, hemen bir adım öncesinde ne olduğunu hatırlamaya yönelmeli insan. Babamdan öğrendiğim budur, benim. Diyet kolamdan ikinci yudumu aldığımda yuttuğum eşekarısını değil; ilk yudumda aldığım hazzı hatırlamaya çalışırım. İşte bu yüzden, babam her zaman, annemin beni de alıp onu terk edip gittiği zamandan öncesini hatırlamayı tercih etmiştir. Bense, babamın annemi ve beni terk edip gidişinden öncesini hatırlarım. Annem de, babamın onu bırakıp gidişinden öncesini hatırlamayı tercih eder. Hafıza gerçekte nasıl çalışırsa çalışsın, ben pencerenin önünde çakılıp kalmışken, motosikletine atlayıp bana el sallayan ve sonra da basıp giden babamdı. Phoenix’e gidip orada yeni bir yaşam kurmadan önce bir süre Seattle, San Francisco’da kaldı. Önceleri, neredeyse her hafta bana kart atardı. Sonra, kartlar ayda bir gelmeye başladı. Daha sonra da sadece noellerde ve doğum günlerimde... Bizim yaşadığımız yerde, çocuklarını terk edip giden Kızılderili babalar, çocuklarını terk edip giden beyaz babalardan daha kötü muameleye maruz kalırlar; çünkü beyaz adamlar, bunu her zaman yapmıştır, oysa Kızılderililer yeni öğrenmiştir. Asimilasyon denen şeyin marifeti...

sherman alexie

Olan biteni anladığımı sanmama rağmen, annem yine de bana açıklayabilmek için elinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştı. “Jimi Hendrix yüzünden mi gitti babam?“

“Öyle sayılır. Herhalde bu, ölmüş bir gitarist yüzünden bitmiş ilk evliliktir.” “Her şeyin bir ilki vardır, öyle değil mi?“ “Sanırım öyle. Baban başkalarıyla birlikte yaşamaktansa yalnız olmayı tercih eder. O başkaları sen ve ben olsak bile.” Bazen annemi eski fotoğraf albümlerini karıştırırken, pencereden dışarı ya da duvara boş boş bakarken yakalardım. Yüzünde de babamı özlediğini açık seçik belli eden o ifade olurdu. Onu geri istemesine yetecek türden bir özlem değildi bu; ancak kendi kalbini yakmaya yetecek bir özlem olabilirdi. Ben, babamı müzik dinlediğim gecelerde özlerdim en çok. Sadece Jimi Hendrix’i dinlediğimde değil; blues dinlediğimde de özlerdim onu. En çok da Robert Johnson’ı dinlerken... Johnson’ı ilk dinlediğimde -20. Yüzyılın başlarında yaşamış bir siyahi olsa bile- 21. Yüzyılda yaşayan bir Kızılderili olmanın ne anlama geldiğini bildiğini sezmiştim. Herhalde babam da Woodstock’ta yağmur altında Jimi Hendrix’i dinlerken aynı şeyi hissediyordu. Onu çok özlediğim, yatağıma uzanıp kucağımda onun gazetelere çıkmış o meşhur fotoğrafıyla ağladığım o gece, dışardan motosikletinin sesinin geldiğini duydum. Hayal gördüğümü biliyordum; ama bir süreliğine bu hayalin ete kemiğe bürünüp beni esir almasına izin verdim. “Victor!” diye seslendiğini duydum babamın. “Hadi gel seni motorla gezdireyim!” “Hemen geliyorum baba. Bekle de montumu alayım üzerime...” Alelacele çoraplarımı ve ayakkabılarımı geçirdim ayağıma, montumu da giyip dışarı koştum. Dışarısı çok sessizdi; üç mil ötede kayalıklarda oturan birinin viskisini yudumladığını duyabileceğin bir sessizlik hakimdi. Annem dışarı gelip beni çağırana kadar verandada dikildim durdum. “Hadi içeri gir oğlum, hava çok soğuk.” “Hayır,” dedim. “Biliyorum; o, bu gece gelecek.” Annem tek kelime etmedi. Beni küçük bir battaniyeyle sardı ve tekrar uyumaya gitti. Bütün gece verandada durup, gün ışığı annemin yanına gitmek zamanının geldiğini muştulayıncaya kadar, motorsiklet ve gitar sesleri duyduğumu hayal ettim. Sonra annem kahvaltıyı hazırladı ve çatlayıncaya kadar yedik.

1966’ da Washington’daki Spokane adlı bir Kızılderili yerleşim biriminde doğdu. Kızılderili yaşamından sahneleri dürüstçe tasvir eden ve Amerika yerlilerinin stereotipik davranış biçimlerini mizahi bir dille kaleme alan önemli bir çağdaş muhalif figürdür. Çağdaş Amerikan yerli edebiyatıyla tanışması lise yıllarında olmuştur. Özellikle şair Adrian Louis’ten çok etkilenmiş ve yalnız olmadığını hissedip yazın hayatına atılmıştır. 1993 yılında yayımladığı, “This is What It Means to Say Phoenix, Arizona” (Phoenix Demenin Bedeli) adlı kısa öyküsü, Alexie’nin daha büyük kitlelerce tanınmasını sağladığı ve sonradan kendisinin “Smoke Signals” (Duman Sinyalleri) adlı filme uyarlama yapması nedeniyle önemlidir. Bu film, senaryo, yönetim ve yapımcılığını sadece Amerika yerlilerinin üstlendiği ilk film olması açısından büyük bir öneme sahiptir. Bu Sayıda okuduğunuz öykü, Alexie’yi çağdaş edebiyat dünyasında bulunduğu konuma getiren öykülerindendir. Bu öyküde Alexie, Kızılderili kökenli bir Amerikan olarak, tüm Kızılderililer için bir sözcü olmuş ve Kızılderililer’in 19. yüzyıl figürleri olmanın ötesinde, asimilasyon sürecinin de katkısıyla, Amerika’da değişen popüler kültürün vazgeçilmez parçaları ve katılımcıları olduğunu vurgulamıştır.

5

kuzgun özge üstüner


söyleşi*

Bizim Emily Dickinson ya da Walt Whitman’ımız olmadı; Shakespeare’imiz ya da Denis Johnson’ımız ya da James Wright’ımız da olmadı. Biz en iyi beyaz romanla kıyaslanacak bir kitap da yazmadık. Ama işte oradalar. Orada bir yerde bir çocuk var, o en iyi yazar olabilecek bir kız ya da erkek. Ve umarım benim yaptığım şeyi görecekler ve bundan ilham alacaklar.

sherman alexie Söyleşi: Joelle Fraser • Çeviren: E. Seda Çağlayan Mazanoğlu

[

]

Ender rastlanan güneşli bir Seattle gününde, Sherman Alexie’nin menajeri soda mı yoksa şişe su mu istediğimi sordu ve beni Alexie’nin üç odalı ofisinde bir tura çıkardı, Bellevue’nin zengin cemiyetine hakim olan bir katı da bulunan güzel bir çatı. Bazı dünyalar, Alexie’nin çocukluğunu geçirdiği Coeur d’Alene Kızılderili Rezervasyonu’ndan tamamen farklı olabilir, ama hepsi değil. Alexie geç geldi, pamuklu kumaştan kıyafeti içinde rahat, saçı gevşek bir at kuyruğu şeklinde arkada toplanmış. Birbirimizle tanıştık, gülüşü, yükümlülüklerinden yorulmuşluk hissini barındırıyordu – bu şair, romancı ve film yapımcısının tanıtımını yapması gereken pek çok projesi vardı. Birkaç sorudan sonra oldukça samimi bir tavır sergilese de, başlangıçta yaklaşımı, “Sadede gelelim” oldu. JF: The New Yorker tarafından “Amerikan romanının geleceği” olarak adlandırılıyorsunuz.

SA: Bunun nedeni esmer tenli birine ihtiyaç duymaları. Sanırım biz toplamda beş kişiyiz. Biri bana Granta listesinde (1996) çok az sayıda beyaz kişinin olması konusunda nasıl hissettiğimi sordu. Dedim ki, yirmi kişiden on biri beyazdı: bu nasıl ‘birkaç’ olabilir? Granta listesinde olduğum için çok üzgünüm bu arada. Sanki oraya ait değilmişim gibi – JF: O zaman roman olarak sadece Reservation Blues vardı değil mi. Peki, The New Yorker listesine yaklaşımlar nasıl oldu? SA: Herkes o konuda gerçekten çok mutlu. JF: Yani artık hatırı sayılır bir yeriniz var değil

mi?

SA: Evet, sanırım. Şimdi önemli bir esmer tenli adamım. (Gülüyor). Farklı olmak işe yarıyor. Hatta çok işe yaradığını inkar etmeyeceğim. Elbette yapılan iş iyi olmalı, ama farklı olduğum gerçeği o işi dergiler için daha çekici hale getiriyor. JF: Yani bunu itiraf ediyorsunuz? SA: Evet, elbette. Pozitif ayrımcılık konusuna çok inanıyorum – yeterli olmayan hiç kimse pozitif ayrımcılık sayesinde bir iş kapamaz. Belki az yeterli olan kapabilir, ama yetersiz olan kapamaz. Kesinlikle farklı olduğum için listelere giriyor ya da fırsatlar yakalıyor olabilirim, çünkü ben Kızılderiliyim. JF: Ve bu sizi rahatsız etmiyor, öyle mi?

* Kaynak: Fraser, Joelle and Sherman Alexie. “An Interview with Sherman Alexie.” The Iowa Review 30. 3 (2000/2001): 59-70. JSTOR. Web. 5 Dec. 2014.

kuzgun

6


SA: Hayır! Tabi ki hayır! Bu bir telafi. (Gülüyor). Beyaz olan hiç kimse beyaz olduğu için bir şey alamaz. Edebiyat dünyasında bu olmuyor, asla, asla beyaz biri beyaz olduğu için daha fazlasını almıyor. Ama sonra bir bakıyorsunuz New York’lu yazarlar grubu ortaya çıkıyor, genç ve yakışıklı New York’lu delikanlılar ve kendilerine ad veriyorlar. Ben buna benzer bir şeyin yakınından bile geçmiyorum. JF: İnsanlar The New Yorker’da yayınlanan ‘The Toughest Indian in the World’ başlıklı hikâyenize nasıl tepki verdiler? SA: Dürüst olmam gerekirse, bu hikâyeyi yazdığımda insanların ne tepki vereceğini düşünmemiştim. Çok komik – hikayem gerçekten de insanlardaki homofobiyi ortaya çıkarıyor. Benim gibi heteroseksüel bir adam, ilk ağızdan bana çok benzeyen bir anlatıcı ile homoseksüel bir deneyimi yazdığında – insanların bana acaba hikâyem otobiyografik mi diye sormaya can attıklarını görmeyi umuyordum. Her zaman başka her konuda sorular soruyorlar, ama kimse bana o hikaye ile ilgili soru sormadı. Seattle’da basılan bir gazetede bir eleştirmen, hikâyemi, “açık ve ayrıntılı homoseksüellik” olarak tanımlamış, ben de dedim ki “açık ve ayrıntılı mı?” Hikâyede böyle bir durum neredeyse hiç yok. Sadece üç cümleydi. Ayrıca beni “edebiyatta sorun çıkaran kişi” olarak tanımladı. JF: Biri daha sizi aynı şekilde tanımlamıştı – sorunlu genç, Seattle’dan genç bir şey diye – SA: Ah evet – Larry McMurtry. Serseri. “Seattle’lı Genç Serseri.” Evet, bunu sevmiştim. Bana kendimi bir bar kavgasındaymışım gibi hissettirdi. JF: Kızılderili olmayan yazarların, örneğin McMurtry, Kızılderililer hakkında yazmamaları gerektiğini söylemiştiniz. SA: Tam olarak öyle söylemedim. JF: Konuyu açıklığa kavuşturabilir misiniz? SA: Başlangıçta belki durum böyleydi ama sonra değişti. İnsanlar istedikleri her konu hakkında yazabilirler – bunları söylediğimde insanlar beni sansür uygulamakla suçluyorlar. Ama asıl söylemek istediğim, Kızılderililer hakkında Kızılderili olmayan yazarlar tarafından yazılan kitaplar hakkında konuşabilmeliyiz, dürüstçe ve doğru olarak. Yani, bunlar dışlanmışların kitapları. Bunlar sömürge kitapları. Barbara Kingsolver’ın kitapları sömürge edebiyatına aittir. Larry McMurtry’ın kitapları sömürge edebiyatının parçasıdır. Bu kitaplar, sömürgeleştirilmiş bir kültür hakkında yazan, imtiyazlı ve güçlü bir sınıfa ait yazarların kitapları. Nadine Gordimer de sömürge edebiyatı yazarıdır, o da bu grubun dışında değil, ve kendini bu şekilde tanımlar. Bu nedenle, ülkedeki bu demokrasi aldatması – dünyadaki en iyi ülkedir – ama bu aldatma yazarların ülkenin bir sömürge ülkesi olmadığını düşünmesine neden oluyor. Ki hala öyle. Amerika Birleşik Devletleri ve Güney Afrika: tek fark yaklaşık 50 yıllık bir süreç, o kadar bile değil. Ve insanlar bunu unutuyor. İşte bu yüzden, McMurtry böyle yaptığında, kendini demokratik zannediyor, ama aslında sömürgeci bir davranış sergiliyor. Edebiyatı, kalitesinin ötesinde, bu koşullarla konuşabilmeyi

7

isterdim, keşke, “Hey bu kişi bu konuyu bilmiyor – bu tamamen hayal ürünü bir çalışma,” şeklinde konuşabilseydik. JF: Peki, bunu karşı cins hakkında yazma ile nasıl karşılaştırırsınız? SA: (Gülüyor). Oh, ikisi aynı şeyler. JF: Siz bunu yaptınız, ayrıca beyaz birinin bakış açısından yazdınız. SA: Evet, beyaz biri olma konusunda çok şey biliyorum – çünkü bilmeliyim, beyaz bir dünyada yaşıyorum. Beyaz biri, Kızılderililerin dünyasında yaşamıyor. Ben, her gün beyaz olmak zorundayım. JF: Peki ya kadın karakterleriniz? SA: Ben kadın değilim. (Gülüyor). Hiç bir zaman da olmadım. Spokane’li Kızılderili erkek karakterimlerim dışında, karakterlerimin zayıf olduğunu düşünürüm genellikle, çünkü onların içlerine girebilmek ve onları tanıyabilmek zor oluyor. Beyaz karakterlerim, çoğunlukla “kartondan yapılmış gibi” oluyor – ki içerik açısından bu bir sorun değil – ama bu benim asıl hedefim değil. Onları yazarken rahatsızlık duyuyorum. JF: Gerçekten mi. Bu sizin geliştirmeye çalıştığınız ve üzerinde çalıştığınız bir konu mu? SA: Evet, ben daha iyi bir yazar olmaya çalışıyorum. Sanırım sonunda bu hedefime yaklaşacağım. Ve kadınların deneyimleri hakkında – pek çok erkek yazardan daha iyiyim bu konuda. Onlar, Meryem Ana kılığında fahişeyi görüyorlar – bu gerçekten inanılmaz: bu yenilikçi, liberal, akıllı, iyi eğitimli adamlar, karmaşık, çeşitli, olağanüstü erkek karakterler yaratıyorlar, ancak aynı kitapta kadın karakterler, Showtime kanalında sabah saat 3’te yayınlanan film gibi., JF: Anaerkil bir kültürden yetişmiş olmanın size daha derin bir anlama yetisi kazandırdığını söylemiştiniz. SA: Evet, faydası çok. Ayrıca ben yazdığımı etrafımdaki kadınlarla paylaşırım. ‘Bu olmuş mu?’ Ben hayatımı kadınlarla geçirdim – bir şeyler bilmeliyim. Eğer bilmiyorsam, soruyorum. Bu bilinçli bir girişim olmalı. Basmakalıplara, efsanelere başvurmak çok kolay bir yöntem. Bence bu Kızılderililer hakkında yazan pek çok yazarın ve kadınlar hakkında yazan pek çok erkeğin yaptığı şey. JF: Yani, siz farkındasınız ... SA: Ben efsaneleştirdiğimin farkındayım. (Gülüyor). Ben hâlâ bir mağara adamıyım. Sadece, kendimi duyarlı bir mağara adamı gibi hissetmeyi seviyorum. JF: Yazar olarak gelişmenize geri dönecek olursak, geliştikçe ve ustalık kazandıkça – örneğin teknik açıdan daha iyi oluyorsunuz – mücadele eden yeni bir yazar olmanın heyecanını kaybedeceğinizi düşünüyor musunuz? SA: Bana redaksiyon işinde yardım eden arkadaşım Donna ile bu konuyu konuşuruz. İlk başladığımda, gramerim berbattı, ama Donna, sözde “ayrıcalıksız

kuzgun


insanların” grameri kötü olduğunda diğer insanların genellikle önemsemediğini söyledi çünkü bu onların “sesinin” bir parçasıydı. Onlar da, kötü gramerin sebebini bu şekilde açıklıyorlar. JF: Aslında okuyucular olduğunu düşünebilir.

bunun

“uygun”

SA: Aslında durum sadece kötü gramer olduğunda haklısınız. Bu, kötü bir eğitimin sonucu. Ama ben bu konuda şimdi daha iyiyim. Artık parça parça cümlelerimin pek çoğu kasıtlı. (Gülüyor). JF: Aileniz sizin hangi mesleği yapmanızı bekliyordu? SA: Aman Tanrım. Sevinçliler. Ben ailemin tamamı içinde üniversiteden mezun olan ilk kişiyim. Benden sonra da başka kimse olmadı. Ben çok parlak bir çocuktum; küçük bir dahiydim. Arkadaşlarım ve ailem benim doktor ya da avukat olacağımı söylüyorlardı. Ben dahil hiç kimse bu işi yapacağımı tahmin etmemişti. JF: Yani üniversiteye kadar yazar olabileceğinizi düşünmediniz? SA: Doğru. Yazıyordum ve okumayı seviyordum. Esmer tenli kişiler – dünyayı yasa ya da ilaç ile kurtaran bir İsa olmanız gerekiyor. JF: Peki yazarak dünyayı kurtarabilir misiniz? SA: Bir doktorun ya da avukatın yapabileceğinden daha fazlasını yapabilirsiniz. Eğer doktor olsaydım, kimse beni rezervasyonlarda konuşma yapmam için davet etmezdi. Farklı bir insan olurdum. Yazarlar, daha çok insanı etkileyebilir. JF: Peki şiir toplumun yönünü değiştirebilir mi? SA: Bilmiyorum. Pek çok insan benim şiirlerimi ve benim yüzümden başka insanların şiirlerini okuyor. Elli beş yaşında bir beyaz, bir şiir okumasında, ‘Hiç şiir okumamıştım, nefret ederdim, ama sonra sizin kitabınızı okudum ve şiirlerinizi sevdim, ve şimdi her türden şiir okuyorum,’ dedi. Bu harikaydı. Eğer bir kapı aralayabildiysem ... JF: Paula Gunn Allen, Kızılderililer için “Toprak biziz” diyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? SA: Buna inanmıyorum. Bir kere, çevrecilik bir lüks. Tıpkı vejeteryan olmanın bir lüks olması gibi. Eğer yemek yemek sizin için önemliyse – o zaman yemeğin nereden geldiğini ya da ayakkabılarınızı kimin yaptığını düşünmeyeceksiniz. Fakirlik, ister planlı olsun ister plansız, çevrecilik konusunu tartışmalı hale getirmenin bir yolu. Bunu konuşmamız bile bir lüks. JF: Söyleşimiz mi? SA: Sen ve ben – bunu yapmamız. Ayrıca, Kızılderililerin çevrecilik konusunda bir güçleri yok. Bu, en büyük efsanelerden biridir. Ama şu doğru ki biz kıt kanaat geçindik. Bunlar birbirinden farklı durumlar. Çevrecilik bilinçli bir seçimdir, kıt kanaat geçinmek ise seçeneğinin olmamasıdır. Biz hayatta kalabilmek için her şeyi kullanmak zorundaydık. Ama şimdi asimile edildik, sömürüldük, şimdi lüks içinde yaşıyoruz ve diğer insanlar kadar savurgan hale geldik.

kuzgun

JF: Ama, efsane, çağdaş Kızılderilileri işaret etme konusunda ısrar ediyor. SA: Şöyle ki bizim toprağa dayanan bir teolojimiz var, ama aslında bütün teolojiler toprağa dayanır. Hıristiyanlık başlangıcında toğrağa dayalıydı. Bence, Kızılderililer bunu sahipleniyorlar çünkü bu durum kültürel ya da ırksal bir haysiyeti getiriyor. Biz kendimizi baskın kültürden farklılaştıracak olumlu bir şey bulmaya çalışıyoruz. Ve bunu yapmanın en iyi yolu – çünkü Amerika Birleşik Devletleri son derece sanayici ve müsrif – şunu söylemek, ‘Tamam biz çevreciyiz,’ ve bu bizi farklı kılıyor. Aslında, biz de Amerika Birleşik Devletleri’nin bir parçası olduğumızda, savurganlığının da bir parçası oluyoruz. Ortalama bir Kızılderili –çevreci olmadığını düşünürsek– hiç umursamaz. Ben tenekelerini pencereden dışarı fırlatan teyzelerimle, amcalarımla ve kuzenlerimle büyüdüm. JF: Peki bunun edebiyat ile bağlantısı nedir? SA: Birkaç kuşu, dört yönü ve mısır polenini bir araya getiriyorsunuz, bu Kızılderili edebiyatı oluyor, halbuki Kızılderililerin günlük yaşamları ile hiç ilgisi yok. Ben edebiyatımın Kızılderililerin günlük yaşamlarını ilgilendirmesini istiyorum. Bence, Kızılderili edebiyatının büyük bölümü doğa ile takıntılı, ama ben bunun yararlı bir amacının olduğunu düşünmüyorum. Bu, yerli kültürlerden çok Avrupa Amerikalılarının lirik geleneği ile ilgili. Yani bir Kızılderili bir ağaç hakkında şiir yazdığında, şöyle düşünürüm: ‘Bu zaten yapılmıştı!’ Ve o beyaz adamlar bunu senden daha iyi yapacak. Hiç kimse bir ağaç hakkında bir beyazdan daha iyi yazamaz. JF: Neden peki? SA: Bilmiyorum. Onlar daha uzun zamandır bunu yapıyorlar. JF: Sizin bir ağaç hakkında ne yazdığınızı görmek isterdim. SA: Ben ilgilenmiyorum bile! Ben insanlarla ilgileniyorum. Bence pek çok yerli edebiyatı yer ile ilgileniyor çünkü bize var olmamız gerektiğini söylüyorlar. Bu efsane işte. Bence, bu zararlı bir şey. Bence, Kızılderili edebiyatının büyük bölümü, Kızılderililerin çoğunluğu tarafından okunamıyor. JF: Bu insanlara ulaşmak demek değil. SA: Eğer kabile ile ilgili bir şey değilse, eğer Kızılderililere ulaşamıyorsa, o zaman bu nasıl Kızılderili edebiyatı olur? Bunu her zaman düşünürüm. Bu akşam okuma gecesinde bakacağım ve kalabalığın yüzde doksan beşi beyaz olacak. Benim Kızılderililere ulaşma konusunda sorunum var. JF: Ama beyazların Kızılderililere karşı oranını da düşünmek lazım. SA: Elbette. Ama ben bunu hesaba kattım ve fark ettim ki yine de daha fazla Kızılderili olmalı. Her zaman bunu düşünürüm. Genel anlamda, Kızılderililer kitap okumuyor. Kitap kültürü yok yani. Bu nedenle film yapmaya çalışıyorum. Kızılderililer film izlemeye giderler; Kızılderililerin videoları var. JF: Belki sizin kitaplarınızı daha sonra okuyacaklar.

8


SA: Bunu yapmaya çalışıyorum – onlara gizlice yaklaşmaya çalışıyorum. JF: Yani amacınız bu mu? Kızılderililere ulaşmak mı? SA: Biraz bencilce ama bizim Emily Dickinson ya da Walt Whitman’ımız olmadı; Shakespeare’imiz ya da Denis Johnson’ımız ya da James Wright’ımız da olmadı. Biz en iyi beyaz romanla kıyaslanacak bir kitap da yazmadık. Ama işte oradalar. Orada bir yerde bir çocuk var, o en iyi yazar olabilecek bir kız ya da erkek. Ve umarım benim yaptığım şeyi görecekler ve bundan ilham alacaklar. JF: Ama pek çok meşhur Kızılderili yazar var – SA: Ama Faulkner’a ya da Heminway’e ya da Jane Austen’a yaklaşabilecek bir şey yazdık mı henüz. Henüz değil. Elbette yazma konusunda beyazlar bizden otuz, kırk kuşak daha önde. Bir gün gerçekleşecek. Sürekli genç insanlarla tanışıyorum, çocuklara elektronik posta yolluyorum. Sanatsal işlerle uğraşan Kızılderili çocukların yüzdesi nüfus içinde çok yüksek – resim yapan, çizen, dans eden, şarkı söyleyen. Sanat üretmek, sanatın sınırlı olduğu baskın kültürün aksine, bizim kültürümüzün hala olağan bir parçası. Dans eden çocuktan şiir yazan çocuğa sıçramak çok zor bir şey değil. Bu aynı dürtü. Sadece biraz daha desteğe ihtiyacı var. [...]

SA: Bilmiyorum. Gerçekten iyi bir stand up adamı şairdir; bu dili kullanmakla ilgili. Gerçekten şairane olabilir. Ve ben politik farkındalığı olan komediyi seviyorum. JF: Mesela kim? SA: Bill Hicks, bilmiyorum adını hiç duydunuz mu. JF: Hayır. SA: Peki bunu alabilirsiniz (Raftan bir CD alıyor). Ayrıca Chris Rock, Dennis Miller – aşırı zekidir. JF: Peki, sizin için gelecek nedir? SA: Bilmiyorum. Bildiğim şey şiir yazmaya devam edecek olmam. Bu kesin. Romanlar konusunda pek emin değilim. Zorlar. Çok yoğun çaba gerektiriyorlar. Roman yazdığımda yaptığım tek şey o oluyor. Sıkılıyorum. Aylarca sürüyor. Res Blues romanını yaklaşık dört ayda yazdım, Indian Killer romanını ise altı ayda. Filmler de aynı. Smoke Signals on dört ay sürdü, ve bu hızlıydı bile. Çok kapsamlıydı. Sanırım ben şiir, kısa hikaye ve senaryo yazarak devam edeceğim. Stüdyolar için çalışmaya devam edeceğim çünkü dürüst olmam gerekirse çok para kazandırıyor. Bir projeyi bir sonrakini finanse edebilmek için kullanacağım. Bazı insanlar öğretirler: ben senaryo yazıyorum. Biri daha kazançlı. JF: Peki ya biyografi?

SA: Hepsi aynı şey. Hepsi sadece hikâye anlatmak. Ben hiçbirini ayrı düşünmüyorum.

SA: Sonuçta gerçeğe bağlı kalmak zorunda oluyorsunuz, ben yalan söylemeyi seviyorum. (Gülüyor). Otuz üç yaşındayım, bunun hakkında yeterince konuştum, yirmi beş yaşında ya da kırk beş yaşında olmanız fark etmez, henüz pek çok şey olmadı; yapmakta olduğum yolculuğun daha başındayım. Ve kendini tatmin edici olmayan bir biyografi daha hiç okumadım. Yani yaşamınızı her zaman efsaneleştiriyorsunuz, her zaman kendinizi destansı yapmak için çabalıyorsunuz. En azından kurguda yalan söyleyebilirsiniz ve “destansılığınız” hakkındaki yanılgınızı haklı çıkarabilirsiniz. Ama bir biyografi yazdığınızda yaşamınızı destana çevirmeye çalışırsınız ve böyle değildir – kimsenin yaşamı destan değildir.

JF: Doğru, Smoke Signals şiirlerinize ve hikâyelerinize dayanıyor. Sonra da komediniz geliyor...

JF: Uzun zamandır içki sorunu yaşamıyorsunuz. Peki bu sorun üniversitede yazmanızı nasıl etkiledi?

SA: Evet – sen beni okurken gördün: çok komik. Her zaman bir stand up ögesi var. Şimdi gerçek stand up gösterisi yapıyorum, ve buna stand up dediğimde sahip olduğum özgürlük inanılmaz. Edebi dünyada asla bahsedemeyeceğim şeylerden bahsedebiliyorum. İstediğim her şeyi yapabiliyorum ve stand up yaptığımda aynı derecede kahkaha topluyorum. Benim yapmayı umduğum, komedi hayranlarıma belaltı espirilerinden ziyade edebi mizahı kazandırmak (gerçi ben de belaltı espiri kullanıyorum) – ve şiir hayranlarıma da komediyi getirmek istiyorum.

SA: Daktiloda hikayelerle uyanırdım ama onları yazdığımı hatırlamazdım.

JF: Peki akademik dünyaya girmeyi düşünüyor musunuz? SA: Umarım girmem. Ben ne tür olursa olsun gerçek bir iş istemiyorum. Sabah erken kalkmak zorunda olmak istemiyorum. Mesele iş değil, belli bir kalıbın içinde olmak istemiyorum. JF: Peki sizin için şiir, senaryo yazımı ve roman arasında gidip gelmek zor mu? Bazı insanlar sizin ait olduğunuz türü bulmaya çalıştığınızı söyleyebilir.

JF: Bunu yapan başka biri var mı?

9

JF: Peki ayık gezmeye yazılarınız değişti mi?

başladığınızda

SA: Alkol hakkında daha az yazıyorum, daha az, daha az ve daha az. Bağımlısınız – tabi ki en çok sevdiğiniz şey hakkında yazacaksınız. En çok alkolü severdim, herkesten ve her şeyden çok. Bunun hakkında yazardım. Ve kesinlikle güzel yazılar çıkardım. Ama sadece iki ya da üç yıllık güzel yazılar – hiç bir zaman yirmi yıllık olamaz. Charles Bukowski’ye benzerdim herhalde. On bin tane şiir yazdı ve sadece on tanesi çok iyiydi.

kuzgun


ş iir

hayati baki aylak bilgi peşinde solucan izleri

1. dünya olanda ışık neredeydi?: söylesin kaos, var mıydı düzen?: desin karangu zaman: diri varlık; fısıltı hâlindeki söz; çamura bulanmış plazma; bildiğini okuyan cahil tanrı. fizikçi düşleriyle hayâl içinde yanan ateş: kıvılcım çiçeklerinin şarkısın söyleyen özgür çayır. sonsuzluğu emziren suların bildiği, bilmediği kuşların: sesin unuttuğu sessizlik günü: uçurumun izdüşümünde düğümlenen akıl: korkuyla sarmal ân. bilinmemesi gerekeni bildik! çok erkendi henüz dönüşmesi ağacın karbona; toza bulanmış sözcüklerle hemhâl bilig; betiğin kardeşliği taşlarbilimi, hayvanlar fikri yol açınca boşluğa, boşlukta izini arayan kendiliğin belleğine: konuşulabilirdi şeyler, nesnelerin adlarıyla acıya dayanaklı suç. ve suçluluk nerede? keder budur, kader de. duran ne? durma ilerleyen izlek, durma sakınç durma hareket. çözümsüzlüktü karar vermenin çığlığında cinler zamanı: büyü ve iksirle yarışan tanrı mıydı? ins, elma, yılan: ağacın bilgisiyle bilgi ağacının köklerinde işaretini sakladığımız simya: hükmünde yapaylığın kanına akmış aka aka tarihle gölge hâlinde imsiz alfabenin biriktiği yanlışlar dehlizi. şifrelerin izleri silinmiş: nereye baktığı belirsizlik ağının yokluğu.

kuzgun

10


ş iir

2. ışığ vardı: neredeydi dünya?: cümbüş hâlinde karmaşa yokuşunun tanrısı: rabb rebbinin arıyor deliğinde tinin, dinlenmek içün, dirisi ölük; ölümü bungun, tuhaf: kendine çekilmiş kaybolmuş tuhaflık . yılanın söylediği şarkı sözdizimi yalan üretiyor iblisin ağzından kelâm ilmi: avlakta av olan böğürmenin ritmi, ritmin kargışla büyüyen maskesi: savaşın karnında acun, kâinatın döleğen dölü. oradaydım, diyor; buradaydım, diyorlar zifir ânda: çürümeye hazırlanıyorlar burada, burada: yaratıcının faşizmine teslim edilmiş yaratılanın kanlı elleri, kalbinden fışkıran hayatın oyunu: orgazm hâlindedir, dârü’lvahşet, dârü’l-cinnet, dârü’l-şehvet. cennetle kandırıldık: korkutulduk cehennemle: “yaşamayı öğrenmeden ölen çocuklar” bize bakıyorlar: gözlerinde endişe, ellerinde hayatın alfabesi hûn devşiriyor: yedi derya ceset. dârü’l-ceset kokuşuyor ezelden ebede: çürüyor, “selâm” ve “dua” ile kusursuz yınanıyor; kapkara toprağın rahminden yardım dileniyor, daha fazla gayya daha fazla gaia daha fazla parra: mülkiyetinden mülkiyet, şiddetinden şiddet. erinç nerede; nerde özgür özne?!: boyun eğiyordu umudu görür görmez, işitir işitmez olmayan yarını, yarın, diye kandırılan ussuz zihni! şaşırma sırası sende izlerinde kaybolan solucan: aylak bilgi.

11

kuzgun


kitapsız kalmış metinler...

hazırlayan: tuncay birkan

e debiyat t arihimizden:

kitapsız kalmış metinler

[I]

tuncay birkan 4-5 yıldır Refik Halid etrafında Türkiye tarihinin belli bir dönemindeki edebiyat-basın-siyaset ilişkilerini ele alacak bir kitap projesinin peşinde çeşitli kütüphanelerin gazete ve dergi koleksiyonlarına dadandım. Başka Refik Halid olmak üzere çeşitli yazarlarımızın dönemlerinin siyasi ortamına nasıl dahil ve müdahil olduklarını gösterecek bazı yazılar bulacağımı, ama bulduğum yazıların çoğunun zaten kitaplara girmiş olacağını düşünerek dikkatli çalışmak gerektiğini düşünüyordum. Başta Refik Halid’inkiler olmak üzere hiç abartısız binlerce yazı çıktı karşıma (zaten o yüzden hiç hesapta yokken Refik Halid’in yazılarını belli temalar etrafında derleme projesi benim kendi mütevazı kitap projeme galebe çaldı. Bu metinleri İnkılap Yayınları’yla birlikte Memleket Yazıları adı altında yayımlamaya başladık 2014 başından beri, şimdilik 7 cilt çıktı). Dehşetle gördüm ki bu yazıların çok ama çok büyük bir kısmı hiç kitaplaşmadan, gazete ve dergilerde unutuluşa terk edilmişti. Sadece Refik Halid’in değil, Reşat Nuri, Halide Edib, Nahid Sırrı, Yakup Kadri, Nurullah Ataç, hatta Peyami Safa gibi artık Türk edebiyatı kanonunun parçası olduklarında herkesin hemfikir olduğu yazarların da yüzlerce yazısı, ilgilenmeye değer bulunarak kitaplaştırılmamıştı (Sermet Muhtar, Vâ-Nû, Şevket Rado, Ulunay, Ercümend Ekrem, Haluk Şehsuvaroğlu, Reşad Ekrem, Adnan Adıvar, Hikmet Feridun, Naci Sadullah, Suat Derviş, Mahmut Yesari, Malik Aksel, Fikret Ürgüp vs. gibi artık tamamen unutulmuş veya unutulmak üzere olan değerli yazarlarımıza hiç girmiyorum). Refik Halid’in yazıları kadar sistemli bir araştırmaya konu etmesem de bu saydığım yazarların da bulabildiğim yazılarını bir kenara toplamayı ihmal etmedim. Bilal Kolbüken de benden Kuzgun’a düzenli yazı katkısı isteme inceliğinde bulunduğunda kendisine bu biriktirdiğim yazılardan birer-ikişer yayımlasak daha hayırlı bir iş yapmış olacağımızı söyledim, kendisi de sevinerek kabul etti. Memleketin sürekli tekerrür etme eğiliminde olan yüzlerce siyasi, kültürel, ideolojik vs. meselesine bir dönemin yazarlarının nasıl baktığını öğrenmekten benim gibi sizlerin de keyif alacağınızı umuyorum. Bu köşede ilk yayımlayacağımız yazıların Refik Halid’e ait olması, en çok onun üzerinde çalıştığım için, doğal. Ama son bir aydır hararetlenen Osmanlıca tartışmalarında onun adının da zikredilmesi, “gençlerimiz Osmanlıca bilgileri olmadığı için Refik

kuzgun

Halid gibi yazarlarımızı bile okuyup tadına varamaz oldular” gibi tezler ileri sürülmesi de etkili oldu bu seçimde. (Tesadüf, ben de tam önümüzdeki bahar aylarında bahsettiğim serinin sekizinci kitabı olarak yayınlanacak ve dille ilgili çok sayıda yazısını içeren Türkçenin Tadı ve Ahengi başlığını taşıyacak cilt üze-rinde çalışıyordum). Refik Halid’in kendisinin Harf ve Dil devrimlerini desteklemiş olduğu bir ölçüde bilinir (Mesela Hikmet Münir Ebci’nin 1943’de çıkan Kendi Yazıları İle Refik Halid kitabında yer verilen ve Latin alfabesinin kabulünün hemen ardından yayımlanmış “Medeniyet Şifresinin Miftahı [Anahtarı]” yazısı şöyle satırlar içerir: “Yeni alfabenin karşısında şimdiye kadar hiçbir şahsiyete ve hiçbir harekete karşı gösteremediğim bir tazimle, coşkun bir ruh ve sağlam bir kanaatle eğilirim… Medeniyet şifresinin miftahı… Bence, yeni alfabenin asıl tarifi budur…. Atılan bu harfler, Türk çocuğunun zekâsına bir mânia oluyor… okuma iştahımız kesiliyordu… O elifba, bir zâdegan sınıfı imtiyazı gibi milletin ancak on binde birine ilim rütbesi veriyor; okuma yazmayı bir monopol şekline sokuyor(du).”). Bu destek bilindiği halde, Refik Halid sevgileri Atatürk muhalifliğinden başka bir karineye (ha bir de “Türkçeyi çok güzel kullanması” derler, haklarını yemeyelim) dayanmayanlar, bütün bunları sürgünden memlekete dönebilmek için asıl fikirlerinden verdiği bir ödün olarak görmeyi ve göstermeyi tercih ediyorlardı. Halbuki memlekete döndükten sonra yazdığı onlarca yazıda (aşağıda sadece iki örneğini veriyoruz, diğerleri için kitaba bakılması gerekecek) bu desteği sürdürdüğünü görürüz. 1940’ların sonlarında devrin önde gelen birçok aydını gibi o da Dil Devrimi adına yapılagelen aşırılıklardan, Türkçenin ahengini taşımadığını düşündüğü uydurma kelimelerden, sırf yabancı kökenli diye gündelik hayatta herkesin kullandığı kelimelerin değiştirilmek istenmesinden duyduğu rahatsızlığı ifade etmeye başlamış ve bu eleştirilerini hep sürdürmüştür, ama 50’li yani Demokrat Parti’li yıllardaki reaksiyoner ve abartılı Osmanlıcacılık eğiliminden de hiç hazzetmediğini, ağdalı Osmanlıcaya dönüş gayretlerini beyhude bulduğunu ifade etmekten de çekinmemiştir. Bu meselenin inceliklerini kitaba yazacağım sunuşta daha ayrıntılı yazmayı düşündüğüm için buradaki sunuşu artık bitirerek sizleri (bundan sonra da yapacağımız gibi, özgün imlası mümkün olduğunca korunmuş olan) bu iki yazıyla baş başa bırakayım...

12


kitapsız kalmış metinler...

hazırlayan: tuncay birkan

Yıllarca zaman tahsiline emek vererek oldukça keyfini çıkardığım bu edebiyatın, gözlerimin önünde, göz karartıcı bir süratle geçmişe karışması, antikalaşması acıklı şey... Fakat ne yapalım? Kabahat bizden ziyade milletinkinden ayrı bir yapma dil icat eden zihniyetlerde ve idrâksiz devirlerdedir. Dört buçuk Divanla bir Rübabı Şikeste’yi anlıyacağız diye bu milleti kendi diline sahip olmaktan alıkoyamazdık.

Refik Halid

OSMANLICANIN SON GÜNLERİ

On, on beş sene sonra Osmanlı Türkçesinden anlayan adam, ancak dil fakültelerinin hususî şubelerinde dirsek çürütmüş, camları pertevsiz gibi kabarık gözlüklü, dalgın bakışlı küçük bir küme arasında bulunabilecek... Genç nesil, hele aruz veznile şiir okuyabilenin marifetli âhenk perendeleri karşısında –Üç Ahbap Çavuşlar filminde çit tellerinden rübab çalan aktöre duydukları hayranlıkla– muhakkak el çırpacaklar. Bu hükmü nereden çıkarıyorum? Yakın zamanda göçmüş Tevfik Fikret, Hâmid gibi şairlerimiz hakkında yapılan törenlerle verilen konferanslarda gençlerin okudukları parçalardan! Ya daha eskileri? Bugünün edebiyat meraklıları, gösterdikleri iyi niyete rağmen, aruza dil uyduramadıktan başka, Arapça ve İranca kelimeleri de yanlış okuyorlar. Dinleyicilerin ise şiirlerdeki mânayı, ustalığı pek kavrıyamadıkları yüzlerinden, hallerinden belli! Yıllarca zaman tahsiline emek vererek oldukça keyfini çıkardığım bu edebiyatın, gözlerimin önünde, göz karartıcı bir süratle geçmişe karışması, antikalaşması acıklı şey... Fakat ne yapalım? Kabahat bizden ziyade milletinkinden ayrı bir yapma dil icat eden zihniyetlerde ve idrâksiz devirlerdedir. Dört buçuk Divanla bir Rübabı Şikeste’yi anlıyacağız diye bu milleti kendi diline sahip olmaktan alıkoyamazdık. Meselâ Bâki’nin: Ey pâybendi dâmgehi kaydi namü nenk Mısraından –şayet varsa– mâna çıkarması için ona Tuhfei Vehbî ezberletmekte devam edemezdik. Artık Osmanlı şiiri, Arapçadan, Lâtinceden, eski Grekçeden yapılan tercümeler gibi, mütehassısların işi olacak. Asıllarını değil, Türkçeye çevrilmiş parçalarını okuyacağız ve değerlerini bu bakımdan biçeceğiz. Onlar yine bizimdir; kullandıkları dil ölmüş olacak, lâkin hünerleri millî varlık olarak yine bizde kalacaktır. Lüks bir dille ancak hususî bir salon süslenirdi; bir irfan ülkesi kurulamazdı. Bunu böylece kabul ettikten sonra yapacağımız şudur: Osmanlıcayı hakkile bilenler eksilmeden değerli eserleri bir sayfası o lisandan, öbürü Türkçe olarak ehline çevirtmek, tercümelere şimdiden başlamak. Zira bugün onu başaracak yüz kişi varsa yarın beş kişi bulunamıyacak; başarılmasına bugün beş sene yetişirse yarın yüz sene az gelecek. Maarif Vekilliği örnek diye bir tanesini olsun denemelidir.

Tan, 28 Ocak 1943

13

kuzgun


kitapsız kalmış metinler...

hazırlayan: tuncay birkan

Refik Halid HARFLER ÜZERİNE LÂFLAR Zamane çocuklarının yeni harflerle kolaycacık okuyup yazabilmelerine baktıkça bizim neslin çektikleri gözümde büyüdükçe büyüyor. “Eski harflerle yeniden okuma yazma öğreneceksin” deseler bin bahane bulup sıvışacağıma, zorlarlarsa bucak bucak kaçacağıma şüphe yok. Biz ilk öğretim çağında ve harfleri sökmek, kâğıt üstüne çizmek bahsinde kağnı ve öküz arabasile yolculuk edenler gibi ağır aksak gider ve çok zahmet çekerdik. Şimdikiler o hususta da otomobile, uçağa binmiş sayılabilirler. Harf inkılâbı maarif işinde tahta tekerleği kanada ve at ayağını motöre çevirdi. Bazıları alfabeyi nota sanarak: -Peki, efendim ama, diyorlar, çocuklarımız lisandaki güzel âhengi ve şiveyi gitgide kaybedecekler. Meselâ “sazende” şeklinde yazılan bir sözü, “s”den sonra gelen “a”yı çekmeden okudular mı eyvah! Bu kelimenin hem aslı, hem güzel tarafı “saazende”ye yakın bir âhenkle okunup söylenişindedir. [“Hanende”yi misal olarak almadım; “havanende” şeklinde yazıldığını anlatmak lâfı uzatırdı.] Eğer “sazende” sözü dilden atılmazsa Türkçe kaldığı müddet bütün nesillerin onu bugünkü âhengile söyliyeceklerine kalıbımı basarım. Lisanda âhenk harflerin aldığı birtakım işaretlerden değil, kulaktan ve kulak dolgunluğundan gelir. Netekim eski harflerle de “sazende” sözünde harfin çekileceğini gösteren tek alâmet yoktu. Dahası var: Eski harfler zamanında “ay” ve “âheste” kelimelerinin başlarında bulunan “a”ların üstüne birer met-çekici işareti konduğu halde birincisini çekmeden, ikincisini çekerek okurduk. İşarete aldanarak ne “aay” derdik, ne de “aaheste”nin meddini yutardık! Vurguncuya veya vurgunculuk yapamadığına kızıp öfkesini yeni harflerden çıkarmağa kalkışanlarla sayım suyum yok. Bu, ayrı bir iş, bir ruh haleti meselesidir. Yeni harflerin belki bir eksiği vardır, fakat eskilerinin azıcık olsun eler tutar yeri yoktur. ***

kuzgun

Zorluk çektiğimiz bir nokta da eski imlâda kulaktan işitmediğimiz veya lûgata bakarak öğrenmediğimiz bir kelimeye raslayınca yalnız âhenk bahsinde değil, o kelimeyi baştan sonuna kadar dosdoğru okumamızın bir şans işi oluşundaydı. Şimdi, nihayet kusurumuz bir harfin çekilip çekilmemesi gibi nota inceliğine kalıyor. O zaman, meselâ en sadesinden: Kamer hamiresi yahut güneş mürebbası Gibi bir mısrala karşılaştık mı inşat salapuryamızı kayaya bindirirdik; dama derdik; dilimiz dönmez olurdu. Zira şu “hamire” yok mu, pekâlâ “humeyre” de okunabilirdi; hele aklımızdan şarap mânasına “hamr”ı geçirir, kendiliğimizden bir şeyler uydurmak istersek büsbütün afallardık. Hoş “himyere” veya “hamyere” şeklinde okunmaması için de bir sebep yoktu ya! Bu duruma düştük mü üç kurtuluş yolu görünürdü: 1- İşi şansa bırakıp gelişi güzel okumak... Doğru düşerse ne âlâ! 2- Doğru düşmezse dinleyenler arasında doğrusunu bilmeyenlerin bulunması... Bu da bir talih eseriydi. 3- Kelimeyi hem “hamire”, hem “humeyre” sanılacak şekilde, ağız hokkabazlığı yaparak –ne sihirdir, ne keramet, dil çabukluğu marifet– dudak ve gırtlak arasında yuvarlayıvermek! En son akla gelen şey, “hamire”nin bizim bildiğimiz “hamur” oluşuydu. Asıl tuhafı bizler yazarken birçok kelimelerin mânasını az çok kavrar, fakat nasıl okunduğunu tam kestirmeden kâğıda klişe şeklini karalardık. Eski harflerin bu rahatlığını inkâr edemem. Cehaletimiz okumada sırıtırdı ama yazıda hiç belli olmazdı. Meselâ çoğumuz makalemizde “mıntaka”yı kullanırdık; fakat eski imlâ ile o kelime “mentaka-muntıka-mantıka” vesaire gibi çeşit çeşit okunabilirdi. Muharrire ne? Yüksek sesle okuyacak ilim ehli zatın bileceği,

14


kitapsız kalmış metinler...

düşüneceği şey! Bizim tasamızda bile olmazdı. Bugün okunuşunu beceremediğimiz bir kelimeyi yeni harflerle kâğıt üstüne geçiremeyiz. İlle öğrenmiş ve öğrendiğimizi yazmış olmamız şarttır. Hale bakınız ki attığımız harflerle “mültecî” ve “milletci” aynı şekilde yazılan birer kelimeydi. Şunu da meydana vurmaktan kaçınmıyacağım: “Çemişgezek”in bu tarzda okunması lâzımgelen bir kasaba adı olduğunu ben bile ancak yeni harflerin kabulünden sonra öğrenebildim. Önceleri “üstün”ünü “esre”, “esre”sini “ötre” okuyarak kekeler dururdum! *** Zeytin gibi hepimizin her yerde aynı şekilde okuyup söylediğimiz bir kelimeyi “zeytun” yazmamız cinsinden acayipliklerle noktalı “he”lerle noktasızlarını ve iki gözlü “h”leri, “sin”lerle “sat”ları, “ze”lerle “zı”ları, “zat”ları ayırmak zorlukları üzerinde fazla durmıyalım. İşte şu “fazla” sözünün bile en aşağı şu şekillerde okunması mümkündü: “Fazıla, fazile, fuzla, fizle, fizile, fezzele, fezele, hattâ fezeleh, fizelle, fezzelehu!” vesaire... Bunlar okunuştaki güçlük... Yazması da belâsız değildi. Zira “ze” ve “za” sesi çıkaran üç harf vardı. Biri noktalı “rı”, öbürü noktalı “tı”, sonuncusu da gene noktalı “sat”... “Zeytin” birincisile, “zalım” ikincisile “zarar” ise üçüncüsile yazılırdı! Bitti mi? Hayır! Beni asıl şaşkına çeviren, bütün eski harflerin yazıda başa, ortaya, sona geldikleri ve birbirlerine bitiştikleri vakit aldıkları şekillerdi. Meselâ şişman bakkal karınlı ve şaşkın bakkal ağızlı “ayın”, ortaya rasladı mı kocaman bedenini kaybeder, kelimeye minimini ve eğri büğrü bir mikrosefal başla takılıp kalırdı. Hiçbir istihale – ipek böceğininki de dahil– bu derece değişik değildir. Eski harflerin çoğu ortaya düştüler mi morga kaldırılmış kesik ve ezik kafalara benzerlerdi. Tanıyana aşkolsun! Nerede, meselâ o bonjur giymiş endamlı, ince belli bir eski zaman jönprömiyesini andıran “mim”in asıl biçimi... nerede başa ve ortaya, hele yanyana gelince gırtlağından insafsızca bükülüp koparılarak bedensiz kalmış, bir veya birbirine girmiş iki kafacıktan ibaret acıklı hali!

15

hazırlayan: tuncay birkan

Rahmetli harflerde dişin, insanınkilerden daha önemli bir rol oynadığını da unutmıyalım. Çoğu harf, yeni diş çıkaran yavrularımız kadar bizi tasaya düşürürdü. İkide bir “kaç dişi var?” diye yoklamak zorundaydık. “Sin” de kemal yaşı üç dişten belli olurdu; “şun” harfinin ise hem üç dişi, hem de üç noktası bulunması şarttı. Fakat “nun” ile “te-be-se” vesaire ancak birer diş çıkarırlar, ama altta veya üstte yer alan noktaların sayısı ile kendilerini tanıtırlardı. Ancak mikropların keşfinden sonradır ki dünya o kadar acayip şekilli bir sürü irili ufaklı, karma karışık kırıntı ve kesintilerin daha birer mânası ve mahiyeti olduğunu anladı! *** Zannetmeyiniz ki eski harf hattatlığını da yereceğim. Sanat bahsine girince iş değişir. Türk hattatı Arap harflerinden dâhîce eserler vücuda getirmiştir. Fakat bu, heykeltıraşın çamurdan, mimarın tuğladan sanat âbideleri yapması, musiki üstadının beş, on delikli kamışa sihirli bir nağme hassası verişi gibidir. Öyle Türk işi “vav”lar vardır ki bakarken Apollon veya Phébus’un dört haşarı at koşulmuş iki tekerlekli arabası gibi ardında güneşten yelpaze, beni göklere doğru götürdüğünü, uçtuğumu ve ışıklandığımı hissetmişimdir. “Vav” ki bizim elimize düştüğü, elimizden savsakça çıktığı zaman kazmaya raslamış bir solucanı veya difteri mikrobunun büyütülmüş bir şeklini andırabilir! Çoğumuza yeni harflerimizin hüsnühattı yoktur gibi geliyor. Bu harflerin de Avrupa sanat tarihinde yer almış hattatları ve onların da nesillere meşkolmuş hatları vardır. Pul ve madalya üstündeki yazılar üstat eserleridir veya üstat eserlerinin kopyeleridir. Meselâ evvelki yıl İsviçre’de çıkarılan posta pullarını yalnız “haz” bakımından inceleyen bir etüt okumuştum. Yazık ki bizi irfan âlemine asansörle çıkaran harfleri son moda kadın şapkaları kadar kaprisli ve gugurikli şekillere sokmak, züppeleştirmek, vekarını kırmak, “yeni harfler mi? adam sen de... çekiver kuyruğunu, olsun bitsin!” demek hevesine fazla kapıldık. Akşam, 21 Ocak 1945

kuzgun


ş iir

ali hikmet eren avluda kalmış kadınlar ’konuşamaz kalem ucu kadar, ucu iki açık bir kalem.’ atalarsözü

1. kimseler bilmiyormuş, yerle gök arasında bir yerlerde kapanıyormuş tarih ayaklarına, zembereği boşalmış kadınların çok kadınmışlar, çok yetim! uyanıp ezan sesine, itilmeselermiş bildiklerinin kıyısından -neymiş efendim- savunabilirmişler de sokağı, çarşafı bozulmamış yataklardan--

2. işte böyle yok sevmişler şiiri de bir kapı aralığından-ve böyle böyle avutup kendilerini, sevişmeden doğurmak istemişler bir ülkeyi yeniden. iki ucu boklu bir değnekmiş ülke, kuyruğu dans ederken ağlayan, tahtada kalan bir zaman; tek ayak üstünde!

3. hem nerden bileceklermiş ki, yerle gök arasında bir yerlerde olmuş bütün olanlar, yağmur akıyormuş bahçede durduk yere durmuşlar sonra -evin bir odası gölgözleriyle bakmışlar boğulan çocuklara. kimseler bilmiyormuş, gündüz -suyu tükenirse şairin- ölmek yasakmış evlerde--

not: altı çizili satırlarımda da kayıtlıdır; su altında nefes aldıkları--

kuzgun

16


ş iir

mark strand* İngilizceden çeviren :

m.bülent kılıç

Babam İçin Ağıt (Elegy for My Father ) (Robert Strand 1908-1968)

1. BOŞ BEDEN (The Empty Body) Eller senindi, kollar senindi, Ama sen kendin yoktun orada. Gözler senindi ama kapalıydılar ve artık açılamazlardı. Solgun güneş oradaydı. Tepenin ak omuzlarında duran ay oradaydı. Bedford Kanalı’ndan bir rüzgâr oradaydı. Kışın solgun yeşil ışığı oradaydı. Ağzın oradaydı, ama sen kendin yoktun orada. Karşılıksız kalıyordu sözü, ne vakit biri seslense sana. Bulutlar alçalarak kıyı boyunca binaları suya gömüyordu. Su sessizdi, martılar dalgın… Sana eremeyecek olan yıllar, saatler, Başkalarının bileklerinde dönüyordu. Artık acı yoktu orada. Bitmişti. Artık sırlar yoktu. Söyleyecek söz yoktu. Gölge, küllerini saçıyordu. Beden senindi ama sen kendin yoktun orada. Hava o bedenin üzerinde titreşiyordu. Karanlık eğiliyordu o gözlerin içine. Ama sen kendin yoktun orada.

* Mark Strand, 1934 Kanada doğumlu ABD’li bir şair, yazar ve çevirmendir. Boş Beden, Mark Strand’ın 1973 yılında yayınlanan The Story of Our Lives (Hayatlarımızın Hikâyesi) adlı kitabında yer alan altı bölümlük Babam İçin Ağıt (Elegy for My Father ) adlı şiirinin ilk bölümüdür. Strand’ın 1964 yılında Sleeping with One Eye Open (Tek Gözü Açık Uyumak) adlı şiir kitabıyla başlayan şairlik macerası 50 yıl büyük bir verimlilikle devam etti. Strand 29 Kasım 2014’te ABD’de öldü.

17

kuzgun


şair ve hakikat/20

çolpan:

“Ey tagları köklerge selâm bérgen zor ölke! Néme uçun başında koyuk bulut kölenge?”

hayati baki 1. türk özbek şiirinin doruk şairlerinden olan çolpan, stalin sosyal faşizminin hışmına uğrayan şairlerin önünde yer alır: “ey dağları göklere selâm veren büyük ülke!/ başındaki koyu bulut gölgesinin sebebi ne?” der ve sorar hep türkistan toprakları içün: başkaldıran, muhalif, aydın,örgütçü, yazar ve şair çolpan! asıl adı abdülhamid süleymanoğlu olan çolpan, 1897’de [kimi tespitçilere göre: 1893] andican’da doğdu. sanat ve edebiyatla uğraşan babası süleymankul mulla muhammed yunusoğlu, “resvâ” adını kullanarak şiirler yazdı; bir “dîvân”ı da olan baba,çiftçilik ve ticaretle uğraşır. entelektüel bir aile çevresinde yetişen çolpan, türk özbek şiirinin önder şairleri arasında yer alır; andican ve taşkent medreselerinde öğrenim gördü; arapça ve farsça bilen çolpan, andican’daki rus okulunda rusça da öğrendi; ilerleyen yıllarda ingilizceyi de öğrendi: rus ve batı edebiyatlarını da büyük bir vukufla bilen bu büyük savaşımcı şair, “kalandar” ve “andican” adlarını da kullanır sanat ve edebiyat çalışmalarında. türkiye türkçesini de öğrenen çolpan, türkiye edebiyatını ve edebiyatçılarını izler, ayrıca: özellikle “türk yurdu” dergisini takip eder; ismail gaspıralı’nın türklük atmosferini şekillendiren düşünceleri, türkistan’da taraf bulunca doğal olarak çolpan da “dilde, fikirde, işte” sistemi içerisinde kendini görevli hisseder ve bu doğrultuda çalışmalarına hız ve yön verir. bu yolla “ceditçiler”, millî hareketin yayılmasında büyük rol oynarlar ve etkin yenilenme ortamını hazırlarlar: münevver kaarî, abdullah evlânî, mahmud hoca behbûdî, ubeydullah salih ile hekimzâde niyâzî, abdullah kadirî, abdurrauf fıtrat, çolpan’ın yetişmesinde, olgunlaşmasında yeni, asrî, fikrî yönden zenginleştirici öznelerdir. özellikle abdurrauf fıtrat’ın 1918 yılında kurduğu “ çağatay gürüngü” adını taşıyan yazarlar örgütü, çolpan’ı daha bir olgunlaştırmıştır.

kuzgun

2. çağatay görüngü yazarlar örgütü, ceditçi hareketin dönüştürücü, yenileştirici merkezi olma niteliğiyle türkistan çevreninde entelektüelliği de olmazsa olmaz kılmıştır. çolpan, siyasî planda da kendini göstermeye başlamış ve görevler üstlenmiştir: başkurdistan millî cumhuriyeti reisi’nin genel sekreterliğini de yaptı; 1917 devrimi’yle başlayan sovyetleşme ve sovyetleştirme çizgisinde “millî” düşünceler harekete geçmeye başladılar ve çolpan da kokand’ın kızılorduca topa tutulması sırasında yaralananların tedavisi içün, kızılay hastanesi’nde gönüllü olarak çalışmaya başlar. çolpan, kokand’da toplanan bağımsızlık kurultayı’na da katılır; bu dönemde çolpan, kendini yazmaya vermiş; yoğun olarak düşünsel yazılar üretmeye başlamıştır: başta çağatay görüngü; kızıl bayrak; türkroste; iştirakkiyûn; türkistan; buhara ahbarı; sada-yı türkistan; türkistan vilayetinin gazeti; dekhan; sada-yı fergana gibi gazete ve dergilerde yer almıştır. oyganış [uyanış] şiir kitabında yer alan “küreş” şiiri, 1921 martında yazılmış ve topyekûn türkistan bağımsızlık mücadelesine giden yoldaki sıkıntıları, zorlukları, yoksunlukları ve fakat, inançlı hareket edişin, isyanın ve savaşın kaçınılmazlığına işaret eder “küreş” şiiriyle çolpan’ın duyarlı sesine dikkat edelim: “Küreş”

“Bakırguçi, ökirgüçi bir tavuş “Baturlarnıng cân soragan tavşıdır. “Yıkıtguçı agdarguçı kozgalış “Yakındagı zor küreşning başıdır. “Tenteklerdék barar yerin bilamay, “Unda-bunda özni urgan: düşmandır; “Kéng yürekde tura almay, sıgalmay “Taşıp ketken; yoksuldagı îmândır.” “Ulug, kattıg, agdarguçı bir küreş, “Ya bar bolış, ya yok bolış: “—Yok yereş!...”

18


çolpan, şiirlerinde hece, ikilik, aruz, serbest, dörtlük düzeninde yapılara yer vermiştir. elbette, türk şiir geleneğinin başat şiir yapısı olan hece veznini ağırlıkla kullanmıştır, çolpan; ve biçim ve biçem yönünden ahenk ve ritim; ses ve söz: sözcük uyumu; dil ve söz varlığı bütünselliği; kültür ve atmosfer birlikteliği; us ve duygu dengesi; birey ve toplum dayanışması; yerel ve ulusal hareket fikir tekliği; özgürlük ve bağımsızlık yolunda hemhâl olma;… unsurlarıyla özdeşleşen duyarlıklar örüntüsü egemendir.

savaş*

güzel*

[bağıran, haykıran bir ses baturların: yiğitlerin cân alıcı sesidir. yıkıcı, devirici isyan yakındaki çetin savaşın başıdır.

[karanlık gecede göğe göz dikip, en parlak yıldızdan seni soruyorum. o yıldız utanıp başını eğerek yanıtlıyor: “ben onu düşümde görüyorum.” “düşümde görüyorum: o denli güzel ki, “bizden de aydan da güzeldir!”

[delilerce vardığı yeri bilmeden, ona buna kendi özünü vuran düşmandır; geniş yüreğine sığmadan taşarak giden yoksuldaki inançtır. [ulu, katı, devirici bir savaş, ya var oluş ya yok oluş[tur]: yoktur barış!...]

3. çolpan’ın genç yaşında yarattığı olgunluk şiirlerine adım attığını görürüz: henüz yirmi iki yaşındadır çolpan. “gözel: güzel”; “kalandar ışkı: kalender aşkı”; “zerefşân”; “tabiatke: doğaya”; “portena: fırtına” şiirleri dikkat çekicidir: “özbek yaş şairleri: özbek genç şairleri” antolojisinde yer alan bu şiirler: pastoral ve lirik hislerle klasik biçim ve biçem özellikleri taşırlar. ilk şiiridir “gözel” şiiri ve yazılış tarihi de1919’dur; imdi bu şiire bir göz atalım:

“Gözel” “Karangu keçede, kökke köz dikip, “Eng yarug yulduzdan séni soraymen “Ul yulduz uyalıp başını büküp, “Eytedir: ‘Mén unı tüşde köremem.’ “Tüşimde köremen şuncalar gözel, “Bizden de gözeldir aydan da gözel!” “Közimni alamen ay çıkkan yakga, “Başlaymen aydan da séni surmakga “Uçradım tüşimde kömülgen akga! “Akga kömülgende şuncalar gözel “Ménden de gözeldir, künden de gözel!”

*türkiye türkçesine özbekçeden diliçi uyarlama: hayati baki

19

[gözümü çeviriyorum ay doğduğu yöne, aydan da seni sormaya başlıyorum: diyor ki ay: “rastladım düşümde beyazlara gömülen “beyaza gömülen o kadar güzel olan “benden de güzeldir, güneşten de güzel!]”

çolpan’ın erken dönem şiirleri 1919-1922’de “özbek yaş şairleri: özbek genç şairleri”antolojisinde yayımlandı: 14 şiirin yer aldığı bu antolojiden sonra, çolpan, bağımsız kitaplar yayımlamaya başlar; bunlar: “oyganış:uyanış” adıyla, arap harf dizgesiyle 1922’de taşkent’te yayımlandı: bu kitapta 19 şiiri vardır çolpan’ın; “bulaklar:pınarlar”, yine arap harfleriyle 1924’te basıldı ve 26 şiirden oluşur; 3. kitabı “tan sırları” da arap harf dizgesiyle 1926’da yayımlandı ve 60 şiirdem müteşekkildir: “koşuklarım” adını taşıyan 4. şiir kitabı, ile “saz” şiir kitabı 1935 yılında taşkent’te yayımlanmışlardır. koşuklarım ve saz kitaplarını çolpan, çok zor koşullarda yazmıştır ve stalin’in “temizlik hareketi” zaman diliminin kısıtlayıcı, sosyal faşist zihniyetin baskıcı ortamının izlerini taşır. çolpan, şiirlerinde hece,ikilik, aruz, serbest, dörtlük düzeninde yapılara yer vermiştir. elbette, türk şiir geleneğinin başat şiir yapısı olan hece veznini ağırlıkla kullanmıştır, çolpan; ve biçim ve biçem yönünden ahenk ve ritim; ses ve söz:sözcük uyumu; dil ve söz varlığı bütünselliği; kültür ve atmosfer birlikteliği; us ve duygu dengesi; birey ve toplum dayanışması; yerel ve ulusal hareket fikir tekliği; özgürlük ve bağımsızlık yolunda hemhâl olma;… unsurlarıyla özdeşleşen duyarlıklar örüntüsü egemendir. çolpan’ın özeleştiri bağlamlı şiirler yazdığını da görürüz: “mén kaçmadım” şiirini ‘taşkent’teki ortaklarına: birlikte olduğu fikirdeşlerine adar:

kuzgun


Men Kaçmadım (Taşkent’den Ortaklarımga) “Men kaçmadım! –nége meni ‘kaçtıé dép “Yokga munça şavkun-soran kıldıngız? “Kucagını ‘özlik’ine açdı dép, “Ak eynimge (keyimge) kara zincir ildingiz? “Mén ‘özlik’den köpden beri üzülüp “Köplik’ içre batıp ketken tenemen “U ‘köplik’ning kaygısıda çözülüp “Kolaç atıp, süzüp yürgen yenemen. “Mén mengiler ölkesiden sanagan “Bir kanatnı takıp alıp kozgaldım; “Şul yolımda yaprakları solmagan “Yaş yagaç’nıng sâyeside tohtaldım.” ben kaçmadım [ben kaçmadım! neden kaçtı dediniz yok yere, bunca gürültü kopardınız? kucağını nefsine açtı dediniz lekesiz, tertemiz boynuma kara zincir vurdunuz? ben çoktan beri üzülüp benliğimi toplumum içün verdim ve halkımın kaygılarında bir olup kulaç atarak yüzüp giden yine benim.

jisine bakmadan Puşkin’e hayrandır. Çünkü O [çolpan, hb], Rus dilinin harika örneklerini vermiştir. Çolpan da Puşkin gibi çağdaş Özbek edebiyatında yeni şekiller yaratmış, mistik şiirler yerine yeni, hassas, artistik, estetik zevke uygun harika şiirler yazmıştır. Bugünün genç nesli Çolpan’ın üstün tekniğini, sade, dilini harika üslûbunu sevmekte ve bu yolla da duygularını geliştirmektedir.” [hüseyin özbay, çolpan’ın şiirleri, türk kültürünü araştırma enstitüsü yayınları, ankara, 1993, ss. 15-6]. istanbul’a gelip türkiye türkçesiyle hemhâl olan çolpan, tevfik fikret, mehmet akif ersoy, mehmet emin yurdakul, cenap şahabettin, ziya gökalp gibi yazarlarımızı takip ettiği, okuduğu görülen bu büyük türk şairin rusçadan ve ingilizceden çeviriler yaptığını da biliyoruz: rabindranat tagor’dan “seyahat eden kız”; maksim gorki’den “ana”; carlo gozzi’den “princess turandot”; shakespeare’den “hamlet”; ayrıca rus şairlerden de dağınık şiirler tercüme eden çolpan, sovyet muhalif şairlerinden aleksandre blok’tan arûz vezniyle taşkent’te 1822 ağustos 7’de şu şiiri “mefâ’îlün mefâ’îlün” vezniyle türk özbek türkçesine çevirir: “Köngil cimdir, savuk kökde, “Karap unga yanıp turgan “Henüz-hâlâ u yulduzlar. “Bütün etrâf ve her yakda, “Han-altun!’ dép figân kılgan “Talaşçı, galvaçı éller.

ben bengi ülkeden sayılırım bir kanat takıp isyan ettim; şu yolda, yaprakları solmayan genç ‘ağaç’ın gölgesinde soluklandım.] 4. çolpan, ilerleyen yıllarda genç şairler üzerindeki etkisi büyür, yükselir; siyasal, düşünsel, toplumsal, şiirsel açılardan: aybek, gaffûr gulam, gayretî, şakir süleymân, aydın, elbek, hamid alimcân, zafer diyâr,… gibi şair ve yazarlar üzerindeki etkileri, özellikle 1920’lerden sonra, gelişir; ne ki, kimi şair ve yazarlar, prolekült doğrultusunda sistemle uyuşurlar ve öz halklarına yabancılaşırlar. bunlar arasında şair aybek [taşmuhammedoğlu], kızıl özbekistan gazetesinde “şairler nasıl tenkid edilir?” makalesiyle çolpan’ı savunur: yıl, 1927’dir. edward allworth’ın “uzbek literary politics [özbek edebî siyaseti]”nden dr. hüseyin özbay’ın özetleyerek aktardığı ilgili bölümceden bir fikir edinmemiz elzemdir: “ Ruslar ve proleter edebiyatçılar, ideolo-

“U, cim; lékin, figânlarga “Kulak bérgen ve köz tikken “Uzaklarga-yıraklarga…” [gönül sâkindir, soğuk gökte, ona bakarak yanıp duran hâlâ o yıldızlardır. [bütünüyle her çevre her yön, ‘ekmek-altın!’ deyip ağlayan telaş içinde, kavgacı ülkeler. [o, sâkindir; lâkin ağlamalara kulak veren ve göz diken uzaklara-ıraklara…] çolpan, verimli bir türk özbek şairi, yazarı, entelektüelidir; tiyatro eserleri yazar: “halil-i fereng:kurnaz halil”; “yarkın ay”; “muştumzar”; “öldürgüçi”; “çoban sevgisi”; “ortak karşıbayev”; “çorining koz-

*türkiye türkçesine özbekçeden diliçi uyarlama: hayati baki

k uzgun

k uzgun

kuzgun

edebiyat, kültür ve sanat dergisi • şubat 2015 • Sayı:

1

İmtiyaz Sahibi: Uluslararası Eğitim Öğretim Basın Yayın Mat. Turz Teks.San. ve Tic. Ltd.Şti. adına Serhat Kurbani Turan •Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Serhat Kurbani Turan Yayıncı Sertifika No: 14684 • ISSN 2149-164X • Yayıncı İletişim ve Reklam Rezarvasyon: Konur Sokak 36/13 Kızılay Ankara Tel: 0312 425 39 20 • Fax:0312-417 57 23 • mail: urunyayinlari@gmail.com• Baskı: Sarıyıldız Ofset • Sertifika No: 23593 • İvedik Ağaç İşleri San. Sit. 1354 Cad. 1358. Sok. No: 31 Ostim, Ankara • Baskı Tarihi: 05.02.2015

B i l a l Ko l b ü ke n • Yayın Kurulu: Ali Hikmet Eren, Orhan Kandemir, Bilal Kolbüken • web tasarım: Ş a h i n Ay ta ç mail: ku zgu n d ergi @gmai l . co m • web: w w w. k u z g u n d e r g i . c o m Genel Yayın Yönetmeni:

20


galışı: askerin isyanı”; “polat”; “zamane hatunu”; “uzun kulaklı baba”; “yana üylenemen:yine evleniyorum ”; tek romanı “keçe ve kündüz: gece ve gündüz”ü 1937’de yazan çolpan’ın hikâyeleri de şunlardır: “doktor muhammedyâr” [bu öyküyü 1914’te kaleme alır]; “elbek” adı altında yayımladığı [kışlak kooperatifi; “moskova-semerkant”; “aydınlık keçelerde”; “kar koynıda lâle”. 5. 1927’den kurşuna dizildiği 1938’e değin, baskılarla, kısıtlamalarla, şiddetle karşılaşan çolpan, ailevî sorunlarla karşılaşır ve ilk eşi saliha hanımdan boşanır; sonraları, moskova’da, rus yekaterina ivanova hadiyeva ile evlenir. “millî burjuvaziye hizmet etmek, milletçilik yapmak ve Sovyet sistemine yüz vermemekle suçlanır.” bu yurtsever, yenilikçi, savaşımcı şair, 1934’te tutuklanır: itirafa zorlanır; manevî baskılara uğrar; istediğini elde edemeyen sovyet ideolojik aygıtları sistemi, çolpan’ı serbest bırakır; lâkin, 1937’de yeniden tutuklanır: “millî ittihad” örgütüne üye olmakla suçlanır; tutuklama evrak tutanağına göre şu suç unsurlarına el koyarlar: mektuplar; yazmakta olduğu bir roman ve şiirler; türkçe sözlük; kahire’de yayımlanan bir dergi; pasaportu; kitaplar; on bir defter; on üç gramofon plakları…” [özbay, age, ss. 18-9] “uzun boylu, geniş omuzlu, açık ve feyizli yüzüyle bu büyük şair”, haysiyetli, ödün vermez, kurtuluş mücadeleci, boyun eğmeyen tavrıyla ; iftiralarla; uydurma suçlarla; entrikalarla sisteme uymaya, hizmet etmeye, rejim lehine yazılar, şiirler yazmaya zorlanan

çolpan, “basmacılık hareketine [osman batur beğ, bu hareketin önemli önderidir.] katılmak; türkistan mes’elesiyle uğraşmak; haricî ‘işbirlikçi’ türkistancılarla birlik oluşturmak; Sovyet mahkûmu türklerin durumuyla ilgilenmek; yoğun nüfuslu bir türkistan vatanı kurmak; şiirlerinde 1917 aleyhtarlığı yapmak; gençlere milliyetçilik ruhu aşılamak; türkçülük yapmak; [bu bağlamda: feyzullah hocayev ve turar rıskulov’a yardım etmek!]… ekim 4, 1938’de kurşuna dizilerek öldürülen çolpan’ın mezarı gizlenir, bilinmez: 1957’de sscb yüksek mahkemesi, 4 ekim 1938’deki kararı resmen kaldırır ve çolpan’ın ‘itibarı’ teslim edilir. “bitdi: bitti” şiiriyle bu derin hüznü, bu çileli ömrü, bu yasla geçen hayatı anmış, hatırlamış olalım, yeniden: “Bitdi” “Bér kolıngnı şu titregen kolım bilen song def’a “Bir kısayın, songra artık u kollarga tegmek yok. “Közlerigni song metebe tüşür bir közimge; “Kökregimge kirpiklering song mertebe atsun ok.” bitti ver elini, şu titreyen ellerim ile tutayım son kez daha da değmem kolarına, sıkmam artık, gözlerini son kez düşür gözlerime; kirpiklerin, son dafa bağrıma ok atsın.

*türkiye türkçesine özbekçeden diliçi uyarlama: hayati baki **bu yazıyı yazarken [dr. hüseyin özbay, çolpan’ın şiirleri: metin-aktarma-inceleme, türk kültürünü araştırma enstitüsü, ankara, 1993] yararlanılmıştır. hüseyin özbay beğe teşekkürler ediyorum. [hb]. ***çevriyazıda belli başlı imleri teknik olarak gösteremediğimden [özellişkle, nazal ‘n’yi: ng biçiminde kullandım.]

i kinci y eni

kitap, müzik ve diğer şeyler...

meneviş sokak no:

31

ayrancı ankara

21

kuzgun


ş iir

iranlı kadın şairler’den... türkçesi: haşim hüsrevşahi

leyla noruzi vaz geçiriyorum kalbimde ölen bu duygu sonunda beni mezarlığa çevirir günlerim gülsuyu ve hurma tadı verir… yanayım?

iranlı kadın şairler’den...

türkçesi: haşim hüsrevşahi

sözlerimin ortasında üzerinden atlayacağın bir yer var… otanazi? damarlarım bunca kılıçtan şişiyor… biliyorum o gün… sen keçi aklı ve insan endamınla Yunan miti olmuşsun bense “seni sevmiyorum” diye tanıklık eden bir guru! beni gömen yer sahnesine geri dön! gidiyorum ama herkesle dolaşacağın bir insanlık yer olma…

meryem habibi yirmi yedi yaşındayken yirmi yedi yaşındayken aşık olursan çılgınlık şalını umumi yerlerde bile üzerinde bulundurmalısın ve özlemini de gözlerini dikmelisin gözlerine ve sormalısın öpebilir miyim seni? hemen şimdi? şuracıkta? yirmi yedi yaşında aşık olmak yürek ister birazcık da özgüven yanıp kebap olduğunun kokusu yükselirse komşudan diyebilesin diye bu kadar!

kuzgun

22


ensiye museviyan

ş iir

yaralı senden başka sevgilim! sayısız erkek sevdim sayısız omuzda ağladım öpücüklerimi ve gülüşlerimi çok dudakla paylaştım sayısız erkek, hepsinin adı aynı hepsinin yüzü aynı benzer hançerelerle sadece kalbime bıraktıkları yaraların yeri

türkçesi: haşim hüsrevşahi

farklıdır!

semira noruzi bu cinayeti kim planladı ormanı odanın ortasına koydum masanın arkasında iki boş sandalye gündüz ormanın iki ucunda iki fidandılar

şimdi yan yana oturmuşlar ve saatin kurulmuş kuşlarını dinliyorlar ırmağa odaya usulca gir demişim! geç vakittir kadın uyuyakalmış kuşlar ibrelerle göç etmişler saatten sadece uluma duyuluyor bütün ırmak geçince adam anahtar atıyor kapıya içeri giriyor bir yılan vestiyerde kav atıyor yemekler yenmeye meyilli değil yılan yatakta kav atıyor boynuna dolanıyor eşini yutuyor!

23

iranlı kadın şairler’den...

yemek masanın üzerinde çekiyorum

kuzgun


sevgi yumağı D

önüşüm muhteşem olacak demiştim. Olmadı. Sessiz sedasız, ezik büzük dönüyorum aranıza. Zirveye doğru çok hızlı ineceğim diye tutturmuştum. İndim bak, onu becerdim. Ama aşağıda zirve yokmuş. El kadar iki üç fare, biraz lağım suyu, lahana artığı, yeşillenmiş taşlar, kenarı kırık bir ayna parçası, rengi sararmış birkaç orkid. Hepsi bu.

Kuşları siktir edin dedim, çiçekleri ezin dedim, ben ne halt yedim? Oysa bütün iftar programlarında tomurcuklar hızla açıyor, kuşlar kanatlarını hakiki bir hikmetle çırpıyordu gökyüzüne. Gözümden kaçmış. Dört yapraklı yonca varken sen gidip çatapatı seversen böyle olur işte, affedersin, makatında patlatırlar. Kötülüğün bir felsefe olduğunu ve ışığın kıymetinin ancak karanlıkta anlaşılacağı fikrini kim sokmuşsa sokmuş aklıma. Neyse, geç de olsa anladım hakikati. Bundan böyle estetik cinayetlerden, kıvırcık saçlı adamların birbirini yumruklamasından, bızırdan falan haşa bahsetmeyeceğim. Bu kararımı, günümüzde hakim olan konjonktüre yanaşma çabası ya da döneklik olarak algılamayın lütfen. Yaşını başını almaya başlamış bir adamın olgunlaşma gayreti olarak görün bunu. Mümkün mertebe yararlanmaya çalışın bu durumdan. Bir zamanlar kötülüğün merkezinde yer alan, karanlık bir edebiyatın, kara sanatların peşinden koşan ama hakikati fark edince yönünü hayatın güzelliklerine çeviren bu faninin tecrübelerinden faydalanmaya çalışın. Bu olgunluğun meyvelerini yiyin ağız tadıyla. Tabii mecazi anlamda! Elbette böyle yeni bir istikamet tayin etmemde yaşımın ve tecrübemin katkısı büyük. Gençlikte yapıyor insan hatalar. Misal, gençken, o yanlış yolda ilerlerken şişe çevirmedim mi hiç? Çooook. Ama

kuzgun

[I]

altay öktem

insan sonradan pişman oluyor, tövbe ediyor. Hadi çevirdin diyelim, tutamadın kendini… Bari şarap şişesi çevireceğime ayran şişesi çevirseymişim… Fifty fifty yırtardım belki günahtan. Geçmişe bakıyorum, o puslu geçmişe; yıl 1988. Bir edebiyat dergisine verdiğim ilk mülakatta “Hayatın ana vatanı sokak aralarıdır” demişim. Çeyrek asır sonra tenzih ediyorum kendimi. Şimdiki aklım olsa derdim ki: Sokaklar tehlikelerle doludur. Hava kararmadan evinize dönün çocuklar. Babanızın elini öpün, oturun oturduğunuz yerde. Affedersiniz, bok mu var sokakta? Artık yeraltı edebiyatı, edebiyatta şiddetin yeri gibi mevzulara tamamen sırtımı dönüyorum. Kısmetse, evgi umağı adlı bu köşeden sizlere muhtelif nasihatler vermeyi, büyüklere saygı küçüklere sevgi göstermenin ehemmiyetini anlatmayı, ahlaklı ve erdemli şahıslar olmanın ruhi müderrislerinden (müderris ne, bilmiyorum ama öğreneceğim inşallah) bahsetmeyi planlıyorum. Bir yandan sevgi ve şefkatin öneminden bahseden edebi nasihatler verirken, bir yandan da ilmi meselelere değinmeyi, misal, oral seksin gırtlak kanseri üzerindeki rolünden tutun da, diz üstü etek giymenin diz eklemine zararlarına kadar, bu tür edepsiz ve kötü fiillerin ilmi izahlarını yapmaya ve sizleri Trafik Şube Müdürlüğü’ne bağlı bir çekici misali doğru yola doğru çekmeyi arzu ediyorum.

s

y

Ve bunların karşılığında hiç kimseden teşvik primi, arazi parsel payı, yurtdışı fuarlarına gidiş dönüş bileti ya da şiirlerimin tedrisata alınması gibi dünyevi şeyler beklemiyorum. Yeminle. Sizlerin bana göstereceği teveccüh ve hayır duası bana yeter. Gerisini salla gitsin.

24


Bazı kelimeler nesirde bir nebze kabul edilebilir ama bir çeşit ruh süsleme sanatı olan şiire sızmalarına asla müsaade edilmemelidir. Misal: Kıç! Her şeyden önce ayıp bir kelime. Fizyolojik olarak da atık maddelerin atıldığı deliği tarif ediyor. Kanalizasyon gibi bir şey yani. Neresi estetik? Bu denli estetik dışı bir kelimenin şiirde ne işi var?

EĞİLİP ÇİÇEKLERİ KOKLAMANIN FAYDALARI VE FAZİLETİ

KIÇIN YERİ YOKTUR ŞİİRDE…

Tabiat başlı başına bir fazilettir. Bildiğiniz gibi bütün çiçekler bir nizam içinde açılıp açılıp kapanır. Fotosentez denilen solunum şekli sayesinde karbondioksiti içlerine alıp oksijeni dışarı verirler; bunu da gün ışığından faydalanarak yaparlar. Gecenin karanlığında salkım salkım açan, güneş yükselince kapanıp sönen bir çiçek cinsi yoktur hiçbir memlekette, Afrika dâhil! Tüm çiçekler güneşi görünce açılıp fotosentez yapmaya, hava kararınca da kapanmaya başlar. Bu mucizevi nizam, hiç aksamadan günler, geceler boyunca devam eder. Ne dersiniz, bu bir tesadüf olabilir mi? Elbette ki onları kapatıp açan bir yüce güç vardır. İşi gücü budur. Çiçek açtırıp kapatmak!

Bazı kelimeler nesirde bir nebze kabul edilebilir ama bir çeşit ruh süsleme sanatı olan şiire sızmalarına asla müsaade edilmemelidir. Misal: Kıç! Her şeyden önce ayıp bir kelime. Fizyolojik olarak da atık maddelerin atıldığı deliği tarif ediyor. Kanalizasyon gibi bir şey yani. Neresi estetik? Bu denli estetik dışı bir kelimenin şiirde ne işi var?

Kadınlar da çiçek gibi naziktir. Tek farkla: Onlar gece açan, gündüz kapanan nebatlardır. Onlar da aynı çiçekler gibi sapından koparılıp vazoya konulursa üç günde, bilemediniz beş günde solup kururlar. O yüzden saksıya ekilmeleri, muhtelif zamanlarda sulanmaları, evde, güneş alan bir nahiyede, mesela pencere kenarında muhafaza edilmeleri ve gelişmeleri için zaman zaman yapraklarının okşanması gerekir. Neyse, bu başka bir mevzu. Çiçeklerle kadınların ortak özelliklerine başka bir yazıda, teferruatlı biçimde değineceğim, söz. Bu bahiste, eğilip çiçek koklamanın bel eklemlerine faydasından söz etmek istiyorum. Tabiatı sevmeyen, bu mucizenin farkında olmayan angut bir insanla, fırsat buldukça çimenlerde koşan, derin nefes alan, bu mucizevi güzelliğin farkına vararak eğilip çiçekleri koklayan biri arasındaki en büyük fark, bel fıtığı görülme sıklığıdır. İlk başta bahsettiğim angutların yüzde sekseni, seksen yaşına gelmeden bel fıtığı illetine yakalanırken, eğilip çiçek koklamayı adet haline getiren müminlerde, bu eğilip eğilip kalkma amelinin yarattığı kültürfizik sayesinde bel fıtığı görülme sıklığı yüzde sıfır nokta altı seviyesindedir. Bu, aynı zamanda şiirin gücünü de gösterir. Duyguların en güzel şekilde ifade edilmesi ve kuşların, böceklerin tarif edilmesi olarak tanımlayabileceğimiz şiir sanatı gücünü bin bir çeşit çiçekten alır. Misal olarak, ne demiş Baki: Gül hasretinle yollara dutsun kulağını Nergis gibi kıyâmete dek çeksin intizâr Bakınız, iki dizede iki ayrı çiçek adı geçiyor. Baki’yi okuyan biri, o şevkle çiçeklere musallat olur, hem ruhunu ıslah eder bu şiirin derin anlamı sayesinde, hem de gülü, nergisi koklayayım diye eğilip eğilip kalkarken bel fıtığı olma riskinden kurtulur. Yani şiir, ama bu muhteviyattaki bir şiir sadece ruha değil, bedene de sıhhat verir.

25

Can Yücel adlı sapkın kişi: “Anamın ipiyle indim gökdelen damınızdan Kelebek gibi girdim kelebek camınızdan Taksinize mülkünüze dairenize...” diye başlıyor Kibar Hırsızın Türküsü adlı şiirine, derken allem edip kallem edip hiç de münasip olmayan bir biçimde konuyu getirip kıça bağlıyor: “Şiir fenerimle de baktım, son çığlık! Aşk yokmuş sizde beş paralık! Gidiyorum ben boşçakallar Sıçmışım ortalık yerinize Kıçımın fosforuyla aydınlanın siz artık” Ayıp. Tek kelimeyle ayıp. İlle de konuyu getirip bir organa bağlayacaksan burnumun fosforu de, parmağımın fosforu de, kıç nereden çıkıyor? Kıçın, dışkı fonksiyonu haricinde hayatta hiçbir şekilde yeri yok ki şiirde olsun. Misal, kıçla yapılan cima bile kabul edilemez. Hepimiz biliyoruz ki, en makbul cima pozisyonu misyonerdir. Bütün kutsal kitaplar istisnasız biçimde misyoneri tavsiye eder. Neden? Hem haysiyet, hem sağlık açısından tabii ki. Bir erkeğin, Âdem soyundan gelen bir mahlûkatın altta kalması kabul edilemeyeceği için ata binme pozisyonu bile mekruh, aynı zamanda da tehlikelidir. Çünkü misyonerin riski yokken, ata binme pozisyonunun, özellikle de hatun kaslıysa kamış kırılmasına neden olduğu bilinmektedir. Kamış bu; alçı da tutmaz. Dert yani! Farkındaysanız işin sadece hissiyatı altüst eden tarafından değil, ilmi tarafından da bahsediyorum. Cima esnasında zevcenizin gözlerinin içine sevgi dolu bir nazar nakşetmenizin bile imkanı yoktur bu pozisyonda. Hele de ters oturduysa, affedersiniz sadece götünü görürsünüz. Böylece hissiyat kaybolur. Tek başına bu bile yeterli bir sebep. Gördüğünüz gibi ahlaklı yaşamak sadece manevi bir mesele değil. Aynı zamanda her ahlaksızlığın somut bir zararı da var. Umarım bu nasihatlerim kulağınıza küpe olmuştur! Hazır yeri gelmişken şunu da vurgulayayım: Atasözlerimiz ve deyimlerimiz asırlarca devam eden kültürümüzden süzülüp gelen değerlerimizdir. Farkındaysanız, bu söylediklerim “kulağınıza küpe olsun” dedim. Tutup da göbek deliğinize küpe olsun, klitorisinize küpe olsun, demedim. Neden? Çünkü küpe kulağa takılır. Başka vücut nahiyelerine takan, öyle piercing falan gibi saçmalıklara temayül eden varsa aranızda, hemen çıkarsın. Zararlarını bilmiyorsanız anlatırım. Daha sonra inşallah…

kuzgun


s

evdiğim,

k

Y

etmişlerin ortaları. Ortaokul-lise yıllarım. İstanbul daha bugünkü gibi dolmamış. Şehrin kıyılarında boş araziler, tek tük müstakil evler, köşkler, hatta çiftlikler var. Eskilerin yazlık olarak kullandığı tenha kıyı semtlerinde, sayfiyelerde zaman ağır işliyor... Ahşap köşklerin paşa dedeleri ölmüş, çocukları göçmüş. Bu küçük saraylar muhteris müteahhitlerden önce kendi azgın bahçelerinin istilasına uğramış. Belki içine gariban bir bekçi ailesi bırakılmış. Müştemilata sığışmış onlar da... Bahçenin her köşesinden fışkıran yeşillikle baş edememişler. Kendi haline bırakmışlar... Havuzdaki su kurumuş, kuyudaki kırmızı balık ölmüş. Biz ailece o sıralar, 18B numaralı tek bir belediye otobüsünün ve kara şapkalı, her daim dolu geçen minibüslerin işlediği bir semte taşındık. Cevizi bol bir yer, ismini oradan almış. Yol kenarları, duvarları aşıp sokağa taşmış dallardan düşen cevizlerle dolu. Meydanda bir ulu çınarın altında gece gündüz akan bir tatlısu çeşmesi. Kaynağı otoyolun ötesinde yükselen yassı dağın yamaçlarında…

çizim: tuncer erdem

Çocukluğumun aylak günleri. Başımda ilkgençliğimin hayalperest yelleri. Geceleri kitaplara gömülüyorum. Kara çaylar içiyorum. Boş kâğıtları çizgilerle dolduruyorum. Tarama ucu kâğıdın üzerinde gezinirken cızırtısı gecenin sessizliğini tırmalıyor. Masamın üzeri, kanepe koltuk yüzleri, duvarlar, ve tabii elim yüzüm, çıkmayan çini mürekkebi lekeleriyle doluyor. Bacaların içinden baykuş çığlıkları dinliyorum. Duvarların arkasından, içlerinden gece çıtırtıları… Sabahları geç kalkıp adaya gidiyorum. Balık tutmaya, midye toplamaya, kitap okumaya, yüzmeye... Babam gemide çalışıyor nasılsa... Ara sıra görüyorum ince suretini, yolcu kalabalığının arasında, seviniyorum. Ona görünmüyorum ama. Onu uzaktan, işini yaparken izlemek hoşuma gidiyor. Gece geç vakit dönüyorum eve. Bazen son vapurla. Arkadaşım yok. Bostancı'dan Kozyatağı'na yalnız yürümem gerek. Issız, karanlık sokaklardan, tarlalardan geçmem gerek. Sinsi siluetlerin, meçhul mırıltıların, çalı fısıltılarının, duvar taşı iniltilerinin arasından. En kötüsü de azgın köpek çetelerinin… Gün boyu miskin miskin uyuklayıp karanlık basınca canlanan, dişleri sivrilen, salyaları köpüren, ruhları azgınlaşan canavarların. Köşklerin aralık bahçe kapılarının arkasından bana doğru koşan bir tırnak tıkırtısı duyma tedirginliğiyle koşar adım yürüyorum... Ses çıkarmamaya çalışarak. Boş arsalardan geçerken duyduğum hışırtıların rüzgârın vurduğu dikenlere

kuzgun

u d

orktuğum,

zak

ostlarım

tuncer erdem

ait olması için dua ediyorum. Yüreğim ağzımda. Göğsümün kafesinde bir toygar kanat çırpıp duruyor. Ağzımın kapısından çıkıp kurtulmak ister gibi... Vapur karanlığın içinde Bostancı mendireğinin solgun ışıklarını sessizce geçip iskeleye yanaşırken, çapariyle istavrit yakalayan suskun çımacıyı gördüğümde, hep kızıyorum kendime. Neden bu kadar geç kaldın sanki, diyorum... Gene yüreğin pırpır ederek yürüyeceksin karanlığın içinde. Her tıkırtı tüylerini ürpertecek. Her kıpırtı dizlerinin bağını çözecek. Uzaktan bir sokak lambası altında uzayan kuyruklu kulaklı gölgeyi görünce yolunu değiştireceksin. Orada da neyle karşılaşacağın meçhul... Gene korkacaksın. Öteden gelen bir uluma seni yola mıhlayacak. Elin ayağın kesilecek. Kulaklarında hep tehditkâr bir hırıltı gezinecek. Belki ıssız bir tarlanın ortasında karşına aç bir köpek sürüsü çıkacak. Belki bir hendeğin içine yatırıp bir güzel paralayacaklar seni. Derini yüzecekler. Karnını deşecekler. İçorgaların için dalaşacaklar. Kafanı karanlık sokaklarda sürükleyecekler. Sonra da kemiklerini keyifle kemirecekler. Mezara gömülecek bir cesedin bile kalmayacak. Artık kitap okuyamayacaksın, vapurun kıçından serin sulara neşeyle dalamayacaksın, tarama ucunu mürekkep şişesine daldıramayacaksın, ızgara lüfer, mantarlı börek yiyemeyeceksin. O zaman göreceksin ada iskelesinde geç vakte kadar keyif çatmayı... Yaz tatillerinin ada dönüşlerinde, güzün boş tarlalarda geçen aylak akşamüstlerinde, kışları uzun okul yolu yürüyüşlerinde, hep bu korkular eşlik etti hayallerime. Köpeklerden korkar oldum o yüzden. Onları karanlığın içinden süzülerek çıkan tehditkâr siluetler olarak gördüm hep. Çalı diplerinde, duvar arkalarında, boş tarlaların izbelerinde, pusuda beni bekleyen canavarlar sandım onları. Bu yüzden onlara yaklaşamadım, onlar da sevimli yüzlerini pek göstermediler bana. Gene de hayranlıkla baktım onlara. Sevdim onları. Yaklaşmak, dostları olmak isterdim oysa. Sevimli, çirkin, haylaz, oyuncu, ciddi, vahşi, tehditkâr, şaşkın, mazlum, masum yüzlerine dokunmak isterdim. Yemek yer, hırlaşır, dalaşırken ortaya çıkan apak sivri dişlerinden, kanlı gözlerinden korkmamak, tüylerinin arasında kıvıl kıvıl dolaşan böceklerden, postlarının ağır kokusundan çekinmemek, bedenlerinden yayılan o vahşi sıcaklıktan ürpermemek isterdim... Çocukluğum, ilkgençliğim, aylak günlerim, ruhumu nasıl biçimlendirdiniz böyle, ne korkular işlediniz içime?..

26


huzurun sokağı yoktur/ sok çıkarı vardır

aytaç ars

Tabutun içine yattım ve ölüm bir kürtajdır dedim. Kendimi, dünya gezegeninin kasıklarından aldırmayı başardım. Öldüğümde saat on biri on dört geçiyordu. Şimdi ne anlamsız rakamlar silsilesi…

Beni annem öldürdü. Fazla sevgi, kanserdir çünkü. Çünkü fazla sevgi, üstünde uyarı levhaları olmadan satılmaktadır.

Yirmi altı yaşındayım ve beni sevgilim öldürdü.

Bağlılık, bağımlılığın ön koşulu… Bağımlılılılılık, ne kadar çok ‘lı’ eki; o kadar çok kelepçesiz, bağlı.

Beni sevgilim neden öldürdü? Fenerbahçe şampiyon olamadığı için mi; berber saçlarımı istediğim gibi tıraşlamadığı için mi? Çok çalışıp bilgisayar mühendisi ya da atom fizikçisi olamadığım için mi?

Tabuta yattım ve doğmak, başarısız bir süt reklamıdır dedim. Memeler kafatasımın çarkında patladı. Sutyenler, çıplaklığın değil soyunmanın vitrininde asılı!

Tabutun içine yattım ve aşk, bağırsak zehirlenmesidir dedim. Mideni aldırırsın ve acıkmaya devam edersin. Götünü keserler ve osurmaya son sürat devam edersin. Tek yediğin açlıktır; kendi etinden tek lokma almadan zehirlenirsin.

Beni annem öldürdü.

İnsanlar üstüme toprak attıkça, gıdıklandım ve kahkaha attım. Buna yer çekinmesi dedim. Yer beni emdikçe; uzaydan aşağı düştüm; düşeceğim; lütfen saçmalamayın, ne çekinmesi dedim. Tanrının mı karşısına çıkacağım; yoksa Ayhan Işık’ın mı? Yoksa dev bir aynalar kosmosunda kendimi görüp durmanın dev eceline mi saplanıp kalacağım? Ben öldüm ve artık konuşamıyorum. Ağzım 1840’lardan kalma ikircikli bir daktiloya döndü. Yaz kızım; Zombiler, geri döndürülebilir umutlardır; tahayyül ettiğimiz liman Sahra İç İşleri Bakanlığına bağlıdır. Yaz kızım; Hayalet diye bir şey yoktur; İnsan diye bir şey hiç yoktur. Yaz kızım; Topraktan geldik toprağa gidiyoruz; arada kalan Yaşam, sancılı bir heyelan araştırmasıdır.

Aynı suda iki kere yıkanılmaz diyen felsefe manyağını lanetliyorum. Gelin gelin. Aynı toprağa iki kere girebilirsiniz. İnsan bir kere doğup üç kere ölebilen robotik bir prensiptir. Gece, kinli kibrin kirli kisvesidir. Gecenin jartiyerleri seksi değildir. Gecenin misvakları kutsal değildir. Tabutum, beşiğin sarsıntısıyla boyutlarını şaşırırken diyorum ki; Vampirle Görüşme filmini izleyip de sevmeyen hiçbir Transylvania’lı bizden değildir!

27

Beni annem neden öldürdü? Kahveyi taşırdığım için mi? Ne yapsam da göbeğimi eritemediğim için mi? Bir derginin on dördüncü sayısını hazırlarken üstüme kullanılmış huzurlar düşürdüğüm için mi? Toprağın altındayım. Fakir, yayan bir kamikazeyim. Çekik sözlü bir japon balığıyım. Evlenme vaadiyle kandırılmış çift kişilik bir gerillayım. Dünyadan kurtuluşumu solucanlara yem olarak kutluyorum. Yılanlar bayadır bu kadar lezzetlisini yemediklerini ifade ediyorlar. Kunduzlar, tıknefes, ilerliyorlar. Yeraltında her şey yolunda. Fakat yol nerede? Yol, benim bir dönemeç olarak sapıldığım yerde. Kandırıldığım tüm çapraz bulmacalarda tükenmez kalemin akıp bittiği zaman diliminde. Yol benim hiç başlamayıp çok sonlandırdığım bir sarkacın dönen son hacminde. Ah yitirilmiş olmanın şömineleri yanardağa çeviren salt huzuru! Huzur, yok olduğum yerde, hissetmediğim kalpte, sevişmediğim sevişte baş gösterdi. Atomlarıma ayrılırken, parçalanan Hiroşima’nın küf kokan dağılmasına tutundum. Yokum. Yokum! Bunu diyen ağzım, bunu yazan elim, bunu titreten göğüs kafesim olmasaydı, ne de güzel yoktum! Tabuta yattım ve aynı toprağa iki kere girilmez dedim. Yalan söylediğimi anlamasın diye Tanrı, önce doğmuş, sonra yaşıyor, şimdi ölmüş taklidi yaptım. Hey! Işıkları kim kapattıysa başaramamış. Işıkları kapatın! Işıkları kapatın. Karanlık, gözümün bir yanılgı olarak sürdürülmesidir.

kuzgun


ş iir

haşim hüsrevşahi o kuş! güneş batarken o kuş kırgın bir rüzgar taşıyordu ağzında dallar üşüdüğünde bir masal vardı kanatları altında öpülmedik yer bırakmamıştı oysa çılgın sesinde delik deşik bir gerilla gibi salınıyordu o dalda! sözcükler var yeni kuşanır ayaklanmaya sözcükler var yaralı, kanlı, paramparça sözcükler var tarla sessizliğinde günebakan sözcükler var cehennem eşiğinde ayakta! baharat çarşısı koynunda uğultulu bir kadına çalardı saçlarını rüzgara vermeye gülsün kuşlar kanardı büyülü çeşmelere eğilmiş tek başına ebedi atlılar nefes tutardı atlar kişnemez yangınlı ormanda o hikayenin sonu bir avluda başladı iki gözyaşının karıştığı yerde kaf dağında kanadının rengini ateş tanrıçaları vermişti ağlayan kuş sürüsü baş ucunda! bakıldığında öte yanı görünürdü göğsünün dilinin ucunda köz dilinin ucunda anlatılmamış bin bir gece bağışladığı göçtü, sığınmaydı mağaralarında dağa karşı durduğunda dağın yüreği çırpınırdı denize karşı durduğunda fırtına sabaha karşı durduğunda sis çökerdi sokaklara kendi masalında ateşe atılan bir tek İbrahim değildi kuyuya atılan bir tek Yusuf! sevdasını ezberleten bir tek Zeliha değildi o kuş öyle uçtu, öyle kondu öyle öldü o kuş tepetaklak, kırgın bir rüzgar ağzında!

kuzgun

28


ş iir

veysel çolak Unutma Korkusu

Sadece bir kere doğarsınız gökyüzü kucaklar sizi, sevinir evde kedi hayatı titretir ilk günden beri gırtlağınızdaki çığlık. Hep uyandınız sabahı beklemeden elinizi silahların kabzasına koydunuz birkaç ordu gezdirdiniz içinizde oysa anımsatan kıyımlardayız gözlerimiz yüzümüzden taşıyor aramıza koyduğumuz korku ölümden büyük. Kuş beslediniz, iyileştirdiniz hasta bir çiçeği insanların yüzü soğuk, sevişirken kuraktı bedeniniz yalnızlık gazetelerde bir renkli haber, akrep iyi arkadaş dünyada çekilmiş bir fotoğrafta buldunuz kendinizi Günler eskiticidir ama kimse unutamaz geldiği yeri bir kadının doğuran ağzını. Böyle diyor dökülen kan. Etrafımızı iyi kapatmışlar, delip geçmek zor bir başkasını asker olduk, elimiz koptu bir fabrikada, masallara inandık bir bıçağın ucuyla uyandırıldık sevgilinin koynunda. Unutursanız tarih kurtlanır, ufalanır dağınız gözleri duru çocuk yitirir oyuncağını kan damlar annelerin memelerinden atların teri soğur, ufkunuz hiçbir zaman kızarmaz. Dünya 2014

29

kuzgun


p aul a uster söyleşi*

Söyleşi: Stephan Capen • Çeviren: E. Seda Çağlayan Mazanoğlu

Hiçbir şey hakkında kuralcı olabileceğinize inanmıyorum. Yani hayat çok karışık. Belki de yazarın aklında film düşüncesi olmadan yazılan pek çok roman vardır ki bunlar çok başarılı bir şekilde sinemaya uyarlanabilir. Bugüne kadar filme dönüştürülen çok başarılı romanlar hayal kırıklığı yarattı. Çok nadirdir, romana bağlı kalan çok az film hatırlıyorum. Buna rağmen, hepimizin hikâyelere aç olduğunu düşünüyorum ve romancılar en iyi hikâyeleri anlatırlar.

CAPEN: Başlangıç noktamız olarak geçmişe gitmek istiyorum. Siz, bir zamanlar, ticaret gemisinde çalışan bir denizciydiniz ve bunun nasıl olduğunu merak ediyorum. AUSTER: Evet bu doğru, Esso yağ tankerinde altı ay çalıştım. Okulu bitirdikten sonra bu işi buldum. Hayatta ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Akademisyen olmak istemiyordum ki bu benim için en uygun meslekti biliyorum, ama daha fazla okulda olmak istemiyordum ve hayatımın geri kalanını üniversitede geçirme fikri çok can sıkıcıydı. Gerçek bir mesleğim yoktu, hiçbir hünere sahip değildim, hiçbir şey için tam olarak çalışmamıştım. Tek istediğim şey yazmaktı – şiirler ve düzyazı. Tabi bu arzumun para kazanmak için olduğunu biliyordum, ancak mütevazı bir şekilde hayatıma devam etmek zorundaydım ve daha fazlasına ihtiyacım yoktu; evli değildim ayrıca, çocuklarım da yoktu. 1970’lerde Amerika İstatistik Bürosu’nda bir iş buldum. Kilitli Oda’da (The Locked Room), New York Üçlemesi’nin (The New York Triology) üçüncü bölümünde, anlatıcı, İstatistik Bürosu için çalışmanın nasıl bir şey olduğunu anlatıyor ve ben burda doğrudan kendi hayatımdan esinlendim. Kitaptaki gibi insanlar keşfettim hep. Bu da bir tür merak işte. Her neyse, tam o sıralarda dişimde bir problem yaşadım ve dişçiye gitmek zorunda kaldım. Dişçi büyük cihazlarını aldı eline, tam dişimi çekmeye hazırdı ki

kuzgun

telefonum çaldı. Arayan, “Peki, gemi burada. Şimdi gitmelisin, iki saat içinde gemide olmalısın,” diyen üvey babamdı. Tek hatırladığım dişçinin koltuğundan fırladığım ve ona “Özür dilerim, gitmeliyim,” dediğim. Dışarı koştum hemen, New Jersey, Elizabeth’te soluğu aldım. Ve dişim ancak bir hafta sonra Texas, Baytown’da çekildi. CAPEN: Siz edebiyata ilginç bir şekilde girdiniz aslında, Fransız edebiyat ile, Sürrealist eserlerin çevirileri ile. 1970’ler sizin açınızdan bunu yapmak için uygun bir dönemdi. Daha sonra 1980’ler kendiliğinden şair yaptı sizi ve o dönemden bu döneme ışınlandınız sanki. AUSTER: En komik olan nedir biliyor musunuz, genç bir adam olarak düzyazı yazmaya çalışıyordum ve yazdım da, ancak hiçbir zaman aldığım sonuçlarla yetinmedim. Yirmili yaşlarımda yazmaya başladığım ve bitirip yayınladığım iki romanım Son Şeyler Ülkesinde (In the Country of Last Things)ve Ay Sarayı (Moon Palace). Bu iki kitap üzerinde çok çalıştım ama hiçbirisi istediğim gibi olmadı. Bunları bir köşeye bıraktım ve bu noktada düzyazı yazamadığıma karar verdim ve şiir üzerine çalışmaya yoğunlaştım. Her zaman kendi çalışmalarıma destek olması açısından da Fransız şiiriyle ilgileniyordum. Bu iş, çeviri işine döndü, para kazanmam lazımdı, yemek almak, yalnız bile olsam evime ekmek getirmek zorundaydım. Bu yaptığım hiç hoş

30


bir şey değildi aslında, gerçekten sevmiyordum sadece para odaklı çalışmayı. Pek çok vasat kitap çevirdim, hiç ilgimi çekmeyen konular üzerine yazılmış kötü kitaplardı bunlar ve çok az bir gelir getiriyordu bana. Hatta, bir dönem, aşçı olarak çalışsam daha iyi bir hayat süreceğimi düşündüm. Yani o kadar kötüydü durum. 70’lerin ortalarına doğru birkaç tiyatro oyunu yazdım, ama 70’lerin ortalarıydı tam bir krize girdi hayatım, kişisel olarak, sanatçı olarak … Tamamen parasızdım ve umutsuzdum … ve yazmayı bir süreliğine de olsa tamamen bıraktım. Bu süre zarfında yaptığım tek şey başka bir isimle dedektif romanları yazmak oldu, altı haftalık bir süre, sadece para kazanmak için. Çok parasızdım ve bu yazdığım ilk roman türüydü. Bu dönem yaklaşık bir buçuk sene sürdü ve hiçbir şey üretmedim bu süre zarfında. 1978’de tekrar yazmaya başladığımda düzyazıya yönelmiştim, ve gerçek şuydu ki tek mısra şiir yazmamıştım bu döneme kadar. Tamamen durmuştum ve tamamen yeniden başlamıştım ve hayatımın yazar olarak bu iki dönemi birbirinden çok farklıydı. CAPEN: Brooklyn’den çok fazla şair çıkmadı bugüne kadar, Whitman hariç … AUSTER: Aslında Brooklyn’in çok uzun bir edebi geçmişi var, ve şunu unutmamalıyız ki Walt Whitman bu tarihin en önemli parçası. Yirminci yüzyılın en büyük yazarlarından bazıları, nesnellik taraftarı olanlar, Brooklyn’de yaşadı, Louis Zukofsky, George Oppen, Charles Reznikoff ve yirminci yüzyılın en büyük şiirlerinden biri, Köprü (The Bridge), Hart Crane tarafından Brooklyn’de yazıldı. Aslında Amerika’da Brooklyn dışında büyük şiirlere ve şairlere ev sahipliği yapan başka bir yer yok. CAPEN: Kurt Vonnegut, bir kitabı bitirdiğinde, onun artık kendisinden çıktığını ve dünyaya ait olduğunu düşünüyor. Bu düşünceye katılıyor musunuz? AUSTER: Evet, bu düşünceye tüm kalbimle katılıyorum. Kitap sizin kitabınız. Her sayfadaki her virgülden ve harften, her şeyden siz sorumlusunuz. Sonra bırakıyorsunuz tüm bu sorumluluğunuzu ve dünyaya sunuyorsunuz eserinizi ve dünyanın sizin yarattığınız bu şeyle ne yapacağını tahmin bile edemiyorsunuz. Aslında yarattığınız şeyi korumak zorundasınız, aptal birinin bunu alıp mahvetmesine izin veremezsiniz. Bu kadar katı olduğuma bakmayın, aynı zamanda eserleri çok sıkı bir şekilde korumanın da doğru olmadığını düşünüyorum. Kitaplarımdan biri, Cam Kent (City of Glass), çizgi romana dönüştürüldü, tüm proje, arkadaşım Art Spiegelman tarafından yürütüldü. Ve eğer Art bu projeye katılırsa, bu projenin çok kaliteli olacağına inanıyordum. Ancak sonuç tam bir felaketti. Başka bir roman, Şans Müziği (The Music of Chance), sadece beyaz perdeye aktarılmadı, adamın biri tarafından iki yıl önce bale gösterisi olarak düzenlendi. CAPEN: Bir süreliğine metafiziksel düşünelim. Yazar olarak bir çeşit tünelin başında durduğunuza ve hikâyenin tam orada sizi beklediğine inanıyor musunuz? AUSTER: Şey, evet, dünyanın ne kadar karmaşık ve gizemli olabileceğini tahmin bile edemezsiniz. Aslında romanı (Son Şeyler Ülkesinde) yazma sürecinde aklımda hep bir alt başlık vardı, bu başlığı kullanmayacaktım ama bir çeşit yardımcıydı bana, “Anna Blume Yirminci Yüzyılda Yürüyor.” Bu romanın düşüncesiydi. Şimdi yirminci yüzyılın sonlarında başka bir korku sardı beni, ve bu ilk defa olan bir şey değil. Garip şeyler, garip titreşimler, tam da orada. Gördüğünüz gibi, filmlerin aksine kitaplarda ilginç olan şey, her zaman kitaba cevap veren bir kişi vardır, bu sadece seyirci değildir filmlerdeki gibi, etkileşimli bir ilişki oluşur. Bu, ben yazar ve sen okuyucu arasındadır ve ikimiz bir sayfada birlikteyizdir ve bence burası insanların bilinçlerinin buluşabileceği en uygun yerdir. Ve bu yüzdendir ki kitaplar hiçbir zaman ölmez. Bu mümkün değildir. Bir yabancının zihnine girdiğimiz an bu andır ve bu tüm insanlığın bir araya geldiği noktadır. Bu yüzden bir kitap sadece yazara ait değildir, ayrıca okuyucuya da aittir ve kitabı beraber kitap yaparsınız. CAPEN: Artık sizden çıkmış kitaplara geri dönersek eğer … Yönetmen Philip Haas Şans Müziği’ni aldı ve bence çok iyi bir iş çıkardı ama tamamen kitabın dışına çıktı bunu yaparken. AUSTER: Çok komik aslında, ben gençken filmlerle çok ilgileniyordum, hatta

31

Gördüğünüz gibi, filmlerin aksine kitaplarda ilginç olan şey, her zaman kitaba cevap veren bir kişi vardır, bu sadece seyirci değildir filmlerdeki gibi, etkileşimli bir ilişki oluşur. Bu, ben yazar ve sen okuyucu arasındadır ve ikimiz bir sayfada birlikteyizdir ve bence burası insanların bilinçlerinin buluşabileceği en uygun yerdir. Ve bu yüzdendir ki kitaplar hiçbir zaman ölmez.

” kuzgun


bir ara gelecekte yapmak istediğim mesleğin bu olduğunu düşündüm, ama sonra vazgeçtim. Hemen bundan sonra da insanların beni arayıp filme çevirmek isteyecekleri romanları yazmaya başladım ve bu beni yeniden filmler konusunda düşünmeye itti. Şans Müziği yayınlandığında, pek çok kişi bu eserimle ilgilendiğini söyledi. Philip Haas’ın parası yoktu, daha önce hiçbir romanı sinemaya uyarlamamıştı ama romanı çok iyi anlamıştı ve yapacağı şey benim için bir şeref olacaktı. Belki de bunun olmasına izin vermek hiç akıllıca değildir. Belki de iyi bir şeyin ortaya çıkması mümkündür. Bu konuda aklım çok karışık, ikiye bölünmüş gibi. Ancak, bugüne kadar yazmış olduğum romanlardan en çok bu sinemaya uyarlanmaya uygundu. CAPEN: Film ve roman arasındaki büyük fark … Annie Dillard, “Romanlar filme dönüştürülebilme düşüncesiyle yazılır ve baygın ancak yıkıcı bir kokusu vardır,” diyor ve yazarları ciddi roman yazmak istiyorlarsa bu düşünceyi akıllarından bile geçirmeme konusunda uyarıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? AUSTER: Hiçbir şey hakkında kuralcı olabileceğinize inanmıyorum. Yani hayat çok karışık. Belki de yazarın aklında film düşüncesi olmadan yazılan pek çok roman vardır ki bunlar çok başarılı bir şekilde sinemaya uyarlanabilir. Bugüne kadar filme dönüştürülen çok başarılı romanlar hayal kırıklığı yarattı. Çok nadirdir, romana bağlı kalan çok az film hatırlıyorum. Buna rağmen, hepimizin hikâyelere aç olduğunu düşünüyorum ve romancılar en iyi hikâyeleri anlatırlar. CAPEN: John Irving, en sevdiği romanın Thomas Mann’ın Büyülü Dağ (Der Zauberberg) adlı romanı olduğunu söylemişti ve bunu pek çok kez okumuş. Sizin için de böyle bir kitap var mı?

AUSTER: Aslında birden fazla var, ama sadece birini söylemem gerekiyorsa, geri dönerek pek çok kez okuduğum tek kitap Don Kişot’tur (Don Quixote). Benim için tek kitap budur. Tüm romancıların bugüne kadar karşılaştığı tüm sorunları inceliyor ve bunu hayal edilebilecek en güzel ve insani biçimde yapıyor. CAPEN: Yeni bir roman yazmayı düşünüyor musunuz? AUSTER: Yeni bir kitap bitirdim, bir roman değil, roman dışında kalan bir çalışma. Aslında anlatması çok zor bir çalışma. Bunu para konusunda otobiyografik bir makale olarak tanımlayabiliriz. Para konusunda, para kazanma konusunda değil. Bu çalışmamın adı, Cebi Delik (Hand to Mouth: A Chronicle of Early Failure). Bunu bitirir bitirmez daha önce başladığım bir romanı tamamlayacağım. CAPEN: Son bir şey. Lou Reed, Blue in the Face (Karanlık Sokaklar) adlı filmde otuz beş yıldır New York’tan çıkmaya çalıştığını söylüyor, ama bunu başaramadığı ortada. Sizin de arzunuz bu mu? Ya da siz zaten her yere dağılmış evlerinizle bunu başardınız mı? AUSTER: Hayır, burada ya da orada dağılmış evlerim yok, bir tane evim var yıllardır yaşadığım. New York’ta yaşamak isteyip istemediğim konusunda hep çok kararsız kaldım. Sanırım, Lou’nun filmde söylediği gibi herkes bunu yaşıyor; doğduğunuz, yaşadığınız yerle aranızda bir sevgi ya da nefret ilişkisi doğuyor. Ama birkaç yıl önce burada kalmam gerektiğini anladım. Uzun vadede burada olmamın daha iyi olacağını fark ettim. Bu nedenle kalıyorum. Belki sonra, belki yolun bir kısmında fikrimi değiştirebilirim. Ancak şimdi ve yakın gelecekte hiçbir yere gitmiyorum.

Turan Dağlı • Kuzgunkara • Koyu Kitap Yayınları Deli gibi dönüp duran bir roman, Kuzgunkara. İnsanlığın tepesinde. Bağıra çağıra dolaşıyor. Farklı dönemlerde yazılan altı mektubun seslerine dikkat. Hepsi edebiyatın köklerine zincirlerle bağlı. Ama bugüne kadar okuduğunuz metinler gibi değil bunlar, romanı oluşturan bu mektuplar. Tamamı her gün raflarda rastladığınız romanların tersine, bu kökleri (zincirleri) kırmaya çalışıyor. Yer yer Poe, Joyce, Proust gibi artık çok büyük isimlerin silahlarını anlatı tekniklerinin kullanarak Burada editörümüzün sesi biraz daha belirginleşsin: Kurguda ve dilde öne sürdüğü başta dağınık görünen, ama dikkatli baıldığında çok iyi işlenmiş- yeniliklerle, bizi önce anlamsılzığa terk etti, ardından hızla içeri çekti. Editörün ve yazarının mektupları bu yüzden romanın artık bir parçası oldu. En başta ilk okurlarına editörlerine- çok çektiren bu roman, sizin de baş belanız olacak. Son yıllarda, anlatının zincirlerini kırmaya çalışan bir roman olarak başınızın üstünde dönüp duracak. Dönüp bir kez daha okuyacaksınız. Bir kez daha. Bir daha!

kuzgun

32


öykü Ruh 350 numaralı ruh mu? -Evet. -Dün mü ölmüştünüz? -Evet. Bahçede güneşlenirken. -Peki. Şimdi dikkatinizi biraz bana verebilirseniz size formalite icabı birkaç soru soracağım. Biliyorsunuz, burası epey kalabalık ve müşterilerimize ebedi istirahatleri için uygun yerler bulmaya çalışıyoruz. Şimdi, kısaca hayatınızdan bahseder misiniz lütfen? -Bahsedecek pek bir şey yok. Olağan şeyler. Güney Adası’nda doğdum, burada bir okulda okuma yazmayı, toplama çıkarmayı, “Yaz Tatilim, “Hayallerim” gibi başlıkları olan kompozisyonlar yazmayı öğrendim. - En çok ne olmak istemiştiniz? - Bir mucit, kâşif ya da kaptan. - Olabildiniz mi peki? - Hayır, tabi ki olamadım. Bunlar küçükken bahçede evcilik oynarken kurduğumuz hayallerdi. Aslına bakarsanız, Emily Barker adında bir kadınla erken yaşta evlendim. - Emily Barker mı? İsimleriniz de var, öyle mi? - Var tabi, olmaz mı? Mesela benim adım Harry, kardeşiminki Dick, kız kardeşiminki ise Molly idi. Bu size biraz garip geldi galiba, öyle mi? - Bizim burada işler biraz farklı da! Neyse, buyurun, siz devam edin. Söyleyecek fazla bir şey yok, daha önce de söylediğim gibi, alışkanlıkları olan varlıklarız. Küçük bir evde yaşadım, dört çocuğum oldu, bahçe işlerinde çalıştım. Her günümüz yemek, uyku ve kendini tekrar eden başka keyiflerle geçer, hafta sonları sinemaya gider, Cuma günleri saat beşte yağları donmuş balık ve çiğ patates yemek için bara uğrardık. Hafta sonu geldi mi futbol oynardık; futbol bir çeşit oyun… Her gün böyle ıvır zıvır işlerle geçerdi.

janet frame* -Anladım, gayet basit bir varoluş biçimi. Peki, hiç düşmanınız oldu mu? - Olmaz mı hiç! Hepimizin düşmanı vardır. Mesela, göklerde uçuşan, üzerimize atlayıp bizi alıp götürmek için fırsat kollayan büyük kara ölüm düşmanımızdır. Bildiğiniz gibi, böyle bir ölüm dün bahçede güneşlenirken beni yakaladı. Çok tuhaf değil mi? Gelecek yıl “Acı kaybımız”, “Unutulmayacaksın” filan diye gazetelerde ilanı da çıkacak. -Gazeteleriniz de mi var? -Elbette. Ayrıca, güreş müsabakaları ve diziler için radyomuz, hatta kitaplarımız bile var. Müziğimiz de var. Bazılarımız dans eder, resim yapar. Ama bana üç öğün yemek ve başımı sokacak bir yer verin yeter. - Demek müzik ve dans da var ha? - Var, var ama benim o işlerle alakam yok. Onlar dünyada kalıcı bir iz bırakmaya çalışıyorlar; bence rüzgardaki kumdan farkları yok. Çok komik! - Pekala, 350 no’lu ruh, bu kadarı yeterli. Şimdi biraz beklerseniz, size ebedi istirahatgâhınızı vereceğim: Daima taze kalacak, güzel bir yaprak, biraz küçük ama rahattır. - Ne? Yaprak mı? Ama ben insandım. İnsanoğlu öyle yaprakta falan yaşayamaz! - Üzgünüm ama, yapabileceğim bir şey yok. Yaprağınızı getiriyorum. - Bakın, size söyleyeyim. Ben bir insandım. Derler ya, “endamı ve davranışlarıyla bir melek gibi.” Gülmüşlüğüm, ağlamışlığım, âşık olmuşluğum var, hatırlayabiliyorum ve düşünebiliyorum. Bak nasıl düşünüyorum ama! Düşünebiliyorum! - Buyrun 350 no’lu ruh; işte özsuyu yıllarca tükenmeyecek yaprağınız. Elbette yalnız olacaksınız. Bu yüzden endişelenmeyin; bu sizi rahatsız edecek kara kuzgunlar olmayacak demek. Burada gönlünüzce yiyip içebilir, uyuyabilirsiniz. Hatta dilerseniz burada kalıcı bir iz bile bırakabilirsiniz. Unutmayın, tepenizde uçuşup sizi rahatsız edecek kara kuzgunlar olmayacak.

* Yazar hakkında: Janet Frame, 1924’te Yeni Zelanda'nın Güney Adası'nda doğdu. Yazma işinin bir kadın için “gerçek bir iş” olarak görülmediği dönemlerde Frame, edebiyat ve doğaya olan sevgisinden asla vazgeçmeyen bir yazardı. Hayatı boyunca pek çok zorluk yaşadı ve şizofreni tanısıyla bir akıl hastanesinde tedavi altına alındı. İşte bu dönemde “Ruh” ‘un da içinde bulunduğu “The Lagoon and the Other Stories” isimli eserini bitirdi ve bu eserle doktorlarına şizofren hastası olmadığını kanıtladı. Bunun dışında 12 roman, 3 hikâye ve 1 şiir koleksiyonu ile 3 bölümlü bir otobiyografisi yayınlanan Frame, pek çok edebiyat ödülüne layık görülmüştür. Edebiyat tarihinde böylesine önemli bir yazarın Türkçe’ye çevrilmiş eserlerinin sayısı yalnızca ikidir. (Baykuşlar Öterken ve Bir Başka Yaza Doğru) Bu yüzden yazarın hayatını tümüyle değiştiren The Lagoon adlı öykü kitabının bir parçasından bit öyküyü Türkçe’ye kazandırmak bizim için büyük bir mutluluk kaynağıdır. ** Bu çeviri Doğuş Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü öğrencilerinin Doç Dr. Mine Özyurt Kılıç liderliğinde yürüttükleri çeviri atölye çalışmalarının bir ürünüdür. Çevirenler: Kaan Onur Kaftanoğlu, Melike Öztürk, Metin Utku Eren, Ardacan Özdemir, Esil Erkal, Derya Arıkan.

33

kuzgun


ş iir

arda karapınar bundan sonra her şey kâfi

terk edilmiş bir koronun final şarkısıyız piç bilinmiş notalarla sesleniyoruz dünyaya seslendiğimiz biziz yani varlığımız riya içimizde solosunu bekleyen nebi çocuklar bölündüğü bütüne aşık atomlar da var müpheme doğru bir ruh tutulması yaşıyoruz bitti bitecek kiminiz cüret diyecek buna kimi başa dönecek milat ıskalıyoruz imha arzuluyoruz çözemiyoruz iniltinin kaç kez yinelendiğini suretimiz kaç ıslanmış ağacın kuru bıraktığı toprak çözemiyoruz çözdüğümüz şehvetten felsefeye felsefeden mateme çözüldüğümüz özelden müptezele müptezelden eskiye tanrıya sorsak oku ümmete sorsak eza diyor cesareti esaretten ayırıyor doğuyla batı sessizlik çok gürültülü bundan susmak istemiyoruz terk edilmiş bir koroyuz adımız biraz kudüs biraz amsterdam zimmetine geçtiğimiz hayat öznemizde deniyor kabuslarını yanlış bir akordu kurtarır gibi çatlak bir enstrümanı onarır gibi son şarkımızı söylüyoruz ölmüş bir besteciyi ağlatır gibi aşk sözcükleri aryalar bemoller diyezler örgütlüyoruz kendimizi öğütlüyoruz tarihe doğar doğmaz ölmeyi öğrenir gibi artık bitiriyoruz şüpheye yer yok bıraktığımız tek ses sallanan bir yüzüğün ritmi bizden öncesi telaş bizden sonrası sessizlik dünyanın özetiyiz işte insanın zahirisi mirasımız imâmız mirasımız kalbe mecbur olmak tesellisi terk edilmiş bir koronun final şarkısıyız vedaya sesleniyoruz hicaz söylüyoruz dünyaya içimizde öldürdüğü vakte aşık yüzyıllar bis yapmayı bekleyen nankör tufanlar da var

kuzgun

kasım 2014 istanbul

34


ş iir

mehmet aycı Suların Bilmediği

Bir anlam ister gökyüzü göğe bak ve gülümse Bir anlam ister toprak alnının acısından Acı da anlamak da değer gülümsemeye Değer gülümsemeye açılan sızı sudan Sen daha bilgilisin ateş daha bilgesi Küle sor bir tarihin esaslı kızlarını Doğurulur bilirsin sözcüğün de annesi Öldürülür bilirsin kim öperse zarını Oyna daha bir oyna ayinde parmakların Daha çekil ve sağal yazıdan saraylara Sulardan ne aldıysa sesi parmaklarının Ateşten onu alır ve çekilir sulara

Sonbahar Bir Soğuk

Selanik’te sarışın bir Suriyeli kız çocuğu, dili esmer. Selanik dediysem Ankara’nın Selanik Caddesi Dilinin esmerliğinde bütün bir Ortadoğu Konuşurken beliğ acı çekerken kekeme İki beliğinden dökülür Dicle tek koldan; kan Henüz çocuk göğsünde en sıcak rüzgâr eser Ondan üşümez belli… -Üşür, hem de nasıl! Örtmüş de giysisini son kalan çocuğuna Öyle ölmüş annesi!

35

kuzgun


ş iir

bilâl kolbüken “[...]yatağın üstünde vücut, beden görünmüyor, sadece yastıkların üstünde birer kafatası var… yalnız hafif bi ışıltılı iki tane göz var… burun bile erimiş kalmamış, sanki böyle ince bir çubuk gibi kalmış. kulaklar yok… bakıyorsun sadece bir kafatası, yatağın üstünde!... durdum öyle onlara baktım, o bir tanesi dedi; “ana” dedi “kimi arıyorsun?”… dedim; “cemal arat!*” “bak!” dedi, “o duvarın dibindeki!” on yatak böyleydi, onun yatağı böyle tekti. eğildim üstüne, yüzünü öptüm. dedim: “cemalim nasılsın ana kurban!”… demek hissetti, gözünü açtı baktı, tabi görmüyor, gözler görmüyor artık… dedi: “anne sen misin?” ben onu öpünce… dedim: “evet benim!”. dedi: “sesini yükseltsene!” dedim: “ana kurban nasılsın? dedi: “çok iyiyim!”**

kurşun uyku [içerde] karanlık koridorun korkulu kıyısına kapattım kapımı— elbette, sonra hızlıca uzaklaştım oradan terleyen uzun ve şişman bir kekeme cümleden tırnaklarını yiyen ve ayak parmaklarını bükerek oturan bir cüce sessizlikten sürekli duvardaki saate bakan iri ve çekik gözlü bir kırmızı kan lekesinden yani metaforların ve imgelerin ve eğretilemelerin yaralayıcı tuzaklarından ve yanılsamaların ve yanılgıların ve yanlış anlamaların ve kendine söylenen yalanların tuzaklarından evet, hızlıca uzaklaştım oradan—

sonra başka uykulardan uyandırıldım muğlak sözcükler ve demir sopalarla— [eksi yirmi derecede nasıl terler ten?] (öğrendim) sonra duydum kokusunu karanlığın, sırları dökülmüş bir ayna gibi dökülüverdim, hiç zor olmadı— [ve kopkoyu bir karanlık nasıl olur konuşur insanla?] (işittim) sonra başka uykulara yatırıldım, tende söndürülen sigara ve tende söndürülen arzularla— [ve sözcükler nasıl tükenir kuruyup yok olur buharlaşır nasıl, henüz dile kavuşmadan?] (gördüm)

[(öğrendim, gördüm, işittim: hayat boşluk tanımıyor!)] *cemal arat: 2 mart 1984'te, diyarbakır 5 nolu cezaevi'nde, cezaevindeki işkence ve baskı rejimini protesto etmek için girdiği ölüm orucunda öldü. 35. koğuşta kalıyordu. annesi sakine arat'a göre, "evinde kürtçe alfabe bulunduğu" için gözaltına alınmıştı. **diyarbakır 5 nolu cezaevi belgeseli, (yönetmen çayan demirel, 2009) cemal arat’ın annesi sakine arat’ın anlattıklarından…

kuzgun

36


ş iir

ve ben, tüm bunlardan söz ettikçe sana kırıcı bir hesaplaşma ölümcül bir hayat ve incitici bazı sorular giriyor aramıza… ve aşınıyor ve formunu ve tınısını ve rengini yitiriyor eskiden pek çok anlam yüklediğimiz kimi iyi ve güzel sözcükler.

karanlık koridorun korkulu kıyısına kapattım kapımı—

[arkada]

sonra başka uykulardan uyandırıldım muğlak sözcükler ve demir sopalarla— beni uyandıranın gözlerine baktım hışımla ve nefretle ve korkuyla gözleri ağlamaktan kızarmış bir sessizlikti gözlerime bakan, kırpmadan. gözleri ağlamaktan kızarmış bir sessizlikti gözlerime bakan, kırpmadan. gözleri ağlamaktan kızarmış bir sessizlikti gözlerime bakan! [daha kaç kere söylemeliyim?] — gözleri, ağlamaktan, kızarmış, bir sessizlikti, gözlerime, bakan! [anlamak, bu kadar zor mu?]

kalabalıklaşıyorum. çoğalıyorum. gürültüsü artıyor içindeki uğultunun. uğultusu artıyor içimdeki gürültünün. ölüleri çoğalıyor, mezarlıkları sığmaz oluyor içimin bozkırına başımdaki korkunç ağrı, kalbimdeki metal yorgunluğu kalbimdeki ve demir sopalarla şişirilmiş parmaklarımdaki metal yorgunluğu kalbimdeki ve soğuk betonla terbiye edilmiş sırtımdaki metal yorgunluğu tanımazlıktan geliyor beni kalabalık içinde karşılaştığımızda ve görmezlikten! tanımazlıktan geliyor beni içimdeki kabalalıkta karşılaştığımızda ve görmezlikten!

oysa gözleri ağlamaktan kızarmış bir sessizlikti gözlerime bakan, yalan değil! karanlık koridorun korkulu kıyısına kapattım kapımı ve hemen uzaklaştım oradan—

37

kuzgun


karakediye mektuplar

sevgili karakedi

[I]

ali hikmet eren S

evgili karakedi,

uzundur yazmadım sana, yazamadım. bundan böyle daha sık yazmaya çalışırım. seni unuttuğumu düşünme sakın. öncelikle iyi haber; şiire verdiğim uzunca aranın ardından, yeniden okumaya, yazmaya başladım. okuduklarımdan sana da söz edeceğim, yazdıklarımı göreceksin elbet, dertleşeceğiz.

bilim, insan ömrünü uzatıyormuş ya karakedi, bununla bir ilgisi var mıdır bilmiyorum ama, şiire başlama yaşı da hayli yükseldi son zamanlarda. yaşama geç tutunmuş, hırçınlıkları ve âsilikleri zamanla törpülenmiş pek çok kifâyetsiz muhteris, sosyal statü ve kimlik edinme arayışını şiire de bulaştırdı ne yazık ki. gerçi bu bulaşı hep vardı ya, son dönemde daha bir salgın’a dönüştü sanki. kendilerini milat olarak gören ve edeb’in merkezinde olduklarını sanan bu kişilerin her birinin kendi özerk bölgeleri, yetki alanları, komşuluk ilişkileri ve hatta ‘çay saatleri’ var. davetlerine gitmiyorum karakedi. bu hastalığa karşı tek başıma bir şeyler yapabilir miyim, bilmiyorum. benim gibi düşünenlerle bir ‘panzehir’ bulacağız sanıyorum; konuşmaya başladık son günlerde. hani sen kirlendiğinde kendinle sevişiyorsun ya; temizlenmek için… insanlar sevişince kirlendiklerini sanıyorlar karakedi; aramızdaki fark bu! (sevişmiyoruz da üstelik; sevişmeyi günah sanıyoruz!) o kadar kirlendik ki; o kadar kirlendi ki şiir; hayati baki’nin sözüyle; ‘mantar gibi çoğalan dergilerde, kara para aklar gibi kara şiir aklanıyor’ oldu artık. sevgili karakedi, seninle yazışmadığımız sürede, şiire değil ama, ‘yükselen kir değerler’e küsen pek çok şair oldu. çoğu gönüllü olarak dışladı kendini, uzak durdu şiirlerini yayımlamaktan. artık ‘görsel’ bir çağ vardı çünkü; ne yazdığın değil kime yazdığın, nasıl yazdığın değil ‘kim ile’ yazdığın, neyi-kimi okuduğun değil, okumadığın ve hiç okumayacağın ‘lağım çukurları’ soruldu sana; bilgini test etmek için. konuşursan yalnız kalıyordun. durumu kabullenemezsen eğer, şiir bile değildi yazdıkların! şiirinin yanında fotoğrafın olmadan şiirin yayımlanmamaya başladı mesela. üstelik senin haberin olmasa da bir yerlerden bulundu ve konuverdi fotoğrafın şiirinin tepesine. özel pozlar verdi kimileri sırf bu amaçla. mümkün olsa, şiiri yerine, sadece kendi fotoğraflarını koyacak şairler(!) türedi son günlerde… seni şapkalı ve sağ patinde bir pipo varken düşünüyorum karakedi. efkârlı duruyorsun fotoğrafta; dalgın ve gizemli. fotoğrafının altında da gayet insâni bir şiir var. komik olmaz mıydı gerçekten? sen bile gülerdin kendi haline!

kuzgun

38


‘şiir el öpmez’ demiştim ya yıllar önce, ‘ustasına karşı gelen bir çıraktır!’ demiştim ya şiir için, artık, zaten ‘çırak’ kalmadığı gibi, şiir kıç bile öpebiliyor karakedi. titanlaşan, saadet zincirine dönen edebiyat ortamında, kimin onayladığı belli olmayan ustalık belgesiyle başlanıp şiire, poetikalarını da ‘çok olan’ dan yana kurabiliyor şiiri yazanlar.

ya okuma yaşı karakedi? okuma yaşını bilmiyorum ama, okumama yaşı da hızla yükseliyor. herkes çevresinden, kankalarından, sosyal medyadan, ‘duyduğu ya da gördüğü kadar’ besleniyor. simbioz bir öğrenme şekli, zamanla alışkanlık da oldu karakedi. yazanların bile başka yazanları okumadığı bir ortamda, neyi, nasıl tartışabiliriz ki; kimle, nerede tartışabiliriz hem? okuru (varsa eğer; ki var!), ne kadar suçlayabiliriz? sorunun tespiti, çözümün de başlangıcı olmalı… ben düşüneceğim bu konularda, sen de düşün, yaz emi. çözümün ne olacağı konusunda, inan, sürekli düşünüyorum karakedi. bana göre, gençler koyacak son noktayı. onlara güvenmek zorundayız. yine de tereddütlerim yok mu bu konuda, var! gençler, karmaşanın, duygusal gelgitlerinin çıkmazında yazılan anlam yoksunu metinleri, anlaşılamıyor olmayı, imgeyoğun bir şiir sanıyorlar karakedi. hatta onlar bile kimi zaman kendilerini anlamadıkları için, farklı ve biricik olduklarını düşünüyorlar. geçmişte yazılanlara bakıp, daha da iyi yazdıklarını sanıyor gençler; belki haklılar da. ikinci yeni’den onlara kalanlar, anlamadıklarımız, anlatamadıklarımız, yaşadıklarının ve çağın da trajik yapısıyla, onlara doğru yolda olduklarını hissettiriyor. son dönemde gençlerin yazdığı şiir, modern olamadan postmodern olmuş, benmerkezci, kapalı (değil belki de, içine kapanık!), deneyen, dille oynayan, belki sözcüklerin yüklendiği bir bilgisayarda rastlantısal olarak yapılan-yaptırılan, anlamın ikinci plana itildiği, yapay imgenin hakim olduğu ‘hazır şiir’ olarak çıkıyor karşıma. farkındayım karakedi, cümle fazlasıyla uzun oldu... ama artık ne dediğimin ben de farkında değilim be karakedi. ‘kapalı şiir’ ya da ‘şiir kapalı’ konularında dertleniyorum biliyorsun. farklı olmanın, farklı görünmeye çalışmanın da bir bedeli var karakedi. ‘genç şiire’ de anlatmak gerekiyor bunu. eğer fazla kapanırsa bir şiir, görünmez de olabilir; sen biliyorsun bunu! ‘şiir el öpmez’ demiştim ya yıllar önce, ‘ustasına karşı gelen bir çıraktır!’ demiştim ya şiir için, artık, zaten ‘çırak’ kalmadığı gibi, şiir kıç bile öpebiliyor karakedi. titanlaşan, saadet zincirine dönen edebiyat ortamında, kimin onayladığı belli olmayan ustalık belgesiyle başlanıp şiire, poetikalarını da ‘çok olan’ dan yana kurabiliyor şiiri yazanlar. artık, tanındığın kadar varsın şiirde karakedi; yazdıklarınla değil, profil resminle varsın. toplu bir fotoğrafta, ‘yanında kimlerin olduğu kadar’ adamsın! tek başına bir hiç’sin. yukarıda yazdıklarımdan kastım, gençlerin yazdığı ‘genç şiiri’ ötelemek, bir kenara atmak değil karakedi. sıkı örnekleri de var onların yazdığı şiirin. abileri, ablaları kadar şanslı değiller üstelik; çoğunun matbaayı yeniden keşfedecek ekonomik özgürlükleri, etraflarında, sırf kendi kimliklerini kabul için onların yazdıklarını olumlayacak kişiler ya da üyesi oldukları dernekler yok; erteleyebilecekleri çok şeyleri de var gençlerin! sevgili karakedi, dert mi yok insan hayatında! canını sıktımsa bağışla. sana yazdıklarımı bizden biri okusa, itin götüne sokardı beni! (benzetmede hata olmasın; itleri sevdiğini de biliyorum.) sana da yazmasam, kime yazarım ki bunları! sonraki mektubumda, ece deden hakkında yazacağım sana. ayrıca biri yeni yayımlanmaya başlayan, diğeri bir süredir yayın hayatına devam eden iki ‘genç’ dergiden söz edeceğim; şerhh ve gard. sana anlattığım konulardan örnekler var bu dergilerde. ne sıklıkla, süsüne kaçmadan yazabilirsem, bekleyip göreceğiz. öyle kal… ali.

39

kuzgun


olur olmaz, olmaz olurum

kuzgun

ill羹strasyon ve metin: esra sab覺k turgut


P

encereden dışarıya baktığımızda, içinde bulunduğumuz mekâna ilişkin bir belleğin de bize eşlik ettiğinin farkında olmayız çok zaman. Ya, kendi içimizdekiler? -Soru biraz o tarafa çekse de buradaki amaç, Lacan’ın ‘görünür dünyanın eşiği’ diyerek önümüze koyduğu ‘ayna imgesi’ne dalmak değildir.Dışarısı yoğun bir dikkatle bizi kendine çekmiştir; ama içerisi de derinden derine ‘işlemekte’dir. Baktığımız yerde buluşmuştur ikisi de... Peki, baktığımız yer Kızıl Avlu (Serapion) gibi bir mekânsa? İçeri ve dışarısı çoktan birleşmiştir belki de. İmgeleme (tahayyül) denilen o mucizevî şeye sahip olmak insan doğamız gereğidir elbette; ama bununla birlikte, tarihe, mitolojiye ve Ege’ye düşkünlük söz konusu ise mekân daha bir canlanacaktır.

Deklanşörü Ege ve hayatın ayrıntıları için çalışan Nesrin Ermiş’in Kızıl Avlu’dan gösterdiği ‘dünya’, bu ilginç yapının da içinde bulunduğu Bergama’dır. Birçok kültürü ve çağı buluşturan bir şehirdir Pergamon. Tepede, kalıntıların bile görkemli durduğu Akropol’den, insanlara şifa dağıttığı için Zeus tarafından öldürülen sağlık tanrısı Asklepios’un mekânı Asklepion’a varan çok sayıda tarih emanetiyle dolu bir ‘müze’ şehir. Yaptığı işle, yeraltını (ölüm ülkesini) ıssızlaştırabileceği endişesiyle Hades’in şikâyeti üzerine katledilmiştir Asklepios… Bergama, yaşam-ölüm döngüsünü, ilginç biçimde, yapılarında barındıran bir şehir: Asklepios’un başına gelenlerden dolayı mıdır bilinmez; yeraltı önemsenmiştir. Halk arasında Kızıl Avlu olarak ünlenen Serapion da bunun örneği zaten: ‘Roma görkemi’ni yansıtan bu yapı, M.S. II. Yüzyılda inşa edilerek Yeraltına (Serapis) adanmış; sonradan bazilikaya dönüştürülmüştür. Serapis’e ilişkin inançlar, Eski Mısır’ın Osiris-İsis mitosları ile Ptah’ın ‘Apis’leri arasında bağlantı kurulan bir sentezin ürünü sayılır. Tarihine bakıldığında Bergama’da, ay-

Fotoğraf: Nesrin Ermiş

kızıl avlu’dan dünya...

aydın afacan

rıca, yaşamı simgeleyen yeryüzü-bereket tanrıçası Demeter ile kızı (Ölüm ülkesi-Yeraltı’nın tanrıçası) Persefone’ye ilişkin ayinlerin (ritüel) birlikte gerçekleştiği görülmektedir. Selinos Çayı’nın Serapion’da, avlunun altındaki tünellerle iki koldan geçirilmesi de Yeraltı’na ilişkin bir tasarımın ürünü değil midir? Diğer bir nokta, negatif bir ayraç: Yapı olarak görkemi bir yana, tuğlalı renginden dolayı öyle adlandırılmış olsa da Kızıl Avlu adıyla bile insanı tarihin kanlı sayfalarına yolluyor: Orduların kanlı yürüyüşü, savaş arabaları, savaş borusundan önceki sessizlik; yakılan, yağmalanan kentler, kanayan meydanlar, cengâverler, galip ve mağluplar, zalim ve mazlumlar… Bu adın içinden kanın sesi duyuluyor sanki! Ama bu ses tarihten işitilmiyor mu zaten? Tanrılar, onların soyundan geldiklerini iddia eden krallar; kısaca ‘iktidarın sicili’ kanla yazılmamış mıdır? Nitekim devasa yapıların harcında kan da var… Kızıl Avlu, Nesrin Ermiş’in objektifinden ‘yukarı doğru’ bakıyor; Pergamon’un geçmişine belki de. Çünkü kent tepelerden ovaya doğru yayılmış; farklı zamanlara ait her bir yapı da bu yönelişe uygun biçimde inşa edilmiş sanki. ‘Yukarıda’ Akropolün zamana inat ayakta duran kalıntılarıyla; sütunlar, tiyatro alanları, sunaklar, lahitler, kulelerle aşağılara doğru uzanan bir kent… Bu antik kentin öyküsünü parşömene yazmak için gerekli olan ‘Pergamon derisi’ni hayal etmek bile zordur. Tarihi bu denli yüklü bir kenti tek bir ‘öykü’ anlatabilir mi peki? ‘Yeniden yazılacak’ öyküleri de tıpkı eski tarihçilerin anlattığı gibi, mitoslarla tarihsel bilginin, söylentiyle gerçeğin iç içe geçtiği öyküler olacaktır. Belki de bu denli yoğun bir birikim, başka türlü anlatılamayacağı için veya duygu ve hayâli devre dışı bırakmaya izin vermeyecek derecede çeşitli ve kışkırtıcı olduğu içindir kim bilir?

41


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.