AYLAK FANZİN
Aylık Kültür-Sanat ve Fikir Dergisi
KAHVE DÜŞLERİ İÇİN BİR ŞİİR üç metrekarede fazla uzak bakışlarımız belki de tanışmadığımızdan ama beni fazlasıyla etkiliyorsunuz adınız ne acaba hayatınıza girsem beni siz de yalnız bırakır mısınız size anlatmak istediğim çokluğum ve azlığım var size gülmek istediğim gülüşlerim var size anlatacaklarım var çok var ama bakışlarınız sanki başka boşlukta adınız ne adınız ben geceyi sonlandırdığımda gündüzü başlattığımda bakışlarınız hiç bana dönmeyen bakışlarınız da o sıralarda karanlığı başka biri için affediyor olabilir sizin adınız ne ve yeşil koltukta otururken üç metrekarede yalnızken sonbahar sarısı ışıklar altında ben çok mu mutlu görünüyorum beni bu yalnızlıktan kurtaracak bakışlarınız nerde sizin adınız ne otursak beraber karanlığı ve aydınlığı saklasak sonra bu evrensizliğimizde kahvelerimizi yudumlasak kurarken kuşkusuz düşlerimizi benim adım çirkin sizin adınız ne
Fati h ÇİLLİK 1
AYLAK FANZİN
Aylık Kültür-Sanat ve Fikir Dergisi
HERCÜMERÇ
B
u sabah bir şarkı üzerinde yürüdüm. Tamtam bana ritim tuttu, ben dans ettim. Bu sabah güzel bir sabah olmaya adaylığını koyabilirdi. Bu sabah alışılmamış bağdaştırmalarla doluydu şiirimiz. Ama nedense nesre yaklaştırıyordum kendimi. Zaten bu devirde herkes kendi öyküsüne inanır oldu. Ben de kendi öykümü yazdım. Nefes nefese yazdım. Sonrasına girişemedim, birinci tekil kişiden anlattım. Biliyorsun, daha önce de yapmıştım bunu.Hafif sancıların berabere kaldığı birkaç zamanı daha geride bıraktım. Üzerini daha nelerle kapattım kim bilir. Yollardaydım en son. Birkaç şehre uzaktan bakmıştım gelirken. Sonrası, buralar işte. Daha az yemedim, daha küçük konuşmadım. Hatta ağzıma ne gelirse söyledim. Selviler siyah mıydı serin miydi düşünmedim uzun uzun. Daha erken kalkar oldum, güneşi üzerime çıkarttırmadım. Bir süredir ayak basmadığım yerlerde saçlarımı kestim de geldim. Pek bir şey değişmemişti hatta “bağzı” şeyler aynı tastı, aynı hamamdı. Ne de olsa değişmek zordu, zaman alıyordu. Yedi-yetmiş hesabı insanları gibi. Bu çok başka bir konu tabi. Uzaktayım şimdi o dediğim yerlerden. Yalnız değilim ama. Hiç yalnız da kalmadım galiba. Kalmak istediğim de olmadı zaten. Belki istese de kalamaz insan yalnız. (CSI dinliyormuş gibi yaşamıyorum, merak etme.) Sonuç olarak bir teknenin kıç tarafına da yollanmadım, dümeni de kullanmadım. Sadece olayların içinde dış ses taklidi yaptım. Bu kızın yollarla derdi ne diye sorabilirsin. Haklısın. Aslında derdim var diye değil de uzun sürüyor, sıkılıyorum. Ya bir an önce varmak istiyorum ya da hiç gitmemek. Bilmem kaç saat dört tekerleğin üstünde, biraz sıkıntı. Karşıdan karşıya da geçemiyorum mesela. Hele bir de dört yollu yerlerden geçmeye gör. Trafik ışıkları da gözümü alıyor zaten, bakamıyorum. Bunun yanında yolların beyaz çizgileri meselesi de var. Küçükken hiç anlam veremezdim arabanın camından kısa görünen ama yakından bakınca uzun olan o şeritlere. Sonradan perspektifi öğrendim de aptallığımdan sıyrıldım. (Ya da hala sıyrılamamış olabilirim.)Yolda karşıdan karşıya geçememeye devam ediyorum şu günlerde. Bu durum yaya geçitleriyle kaynaşmamı sağladı. Aramızdan su sızmıyor bu aralar. İşiniz düşerse söylemeniz yeterli. Karşıya geçme konusunda büyük adımlar attım denebilir. Ama yine geçemediğim oluyor. Mesela geçen gün, yine geçmek gerekiyor yolun karşısına. O geçti, ben kaldım. 2
Yanına gittiğimde yine kızgın bakışlarıyla yüreğimi deliyordu. Açtı ağzını gözünü yummadan: “Geçemedin yine, kaldın işte yolun ortasında.”, dedi. Devam etti sonra: “ İlerleyemediğin yetmezmiş gibi bir de geri geri gittin üstelik soldan gelen çarpmasın diye.” Haklıydı, öyle olmuştu. Ama niye kızdı anlamıyorum. Vakit kaybediyordu herhalde. Ben yine de neden diye sordum. Yüreksiz adam, cevap bile vermedi. Üsteledim. Delirdi, külotlu çorap gibi kaçtı. Günün kalanının iyi geçmesi için bir şeyler düşünmeye bıraktım kendimi. Şöyle bir baktım çevreme. Otlar yeşeriyordu yağmurla canlanan topraklarda. Sonbaharcığınız rengârenk çiçeklere veda dedirtiyordu. Bir çocuk mendil satıyordu o sokakta. Bir kızın da serbest şiirler sattığı söyleniyordu Aşiyan’da. Ben ise biriktirmeye devam ediyordum. Çoğu şeyi biriktirmiştim bugüne kadar bundan sonra da devam edecektim. Atamıyordum çünkü. Bir gün annemin başını çektiği bir halay beni evden kovacaktı biriktirdiklerim yüzünden. Ne yaparım henüz karar vermemiştim. Düşündüm sonra. O zaman “bir gün lazım olur”larımı istiflediğim köşelerden çıkaracak ve uç uca ekleyecektim. Bunlardan bir ulama ev yapacaktım ve o biriktirilenler bir işe yaramış olacaktı. Şimdilik biriktirmeye devam o halde. Evden çıkarken yaptığım bu plan biraz rahatlatmıştı içimi. Hülyalara dalarak gidiyordum ve yine aynı şey oldu. Otobüsü kaçırmama ramak kalmıştı. Yine son anda yetiştiğim bir otobüs yolculuğuna daha selam verdim. Sallanacağıma az hızlı gitseydim böyle nefes nefese kalmaz, şoföre kapıyı açması için yalvarmazdım. Hep böyle oluyor diyordum kendi kendime. Hani şimdi geldi ya bu otobüs, ben ucu ucuna yetiştim ya… ha işte onu diyorum. Beklesem gelmezdi o. Nefes alışverişim biraz düzene girince yine insanlara daldı gözüm. Birtakım hareketler dikkatimi çekiyordu, çıkarımlarda bulunuyordum. Kimse birbirini tanımıyor olsa gerek çıt çıkmıyordu otobüste. Yavaş yavaş kalabalıklaşmaya başladık. Yorgunluktan ölüyor da olsam yaşlı bir amcama yer verdim. Boş bir koltuk aramaktan ziyade insan yoğunluğunun azalmasını gözlüyordum. Nafile. Yine aynı senaryo, oturacak yer vardı fakat birkaç durak kaldığı için oturmamıştım. Hep böyleydi bu tezgâh: ineceğin durakta boşalıyordu otobüsler.
Kübra ARIKAN
AYLAK FANZİN
Aylık Kültür-Sanat ve Fikir Dergisi
DOKTORDU CHE
Progresif Gecelerden Kişnemedin karamel, Telaşeli Pokemon’dun terleyen Ürkek pubik tüylerimdin fare grisi… Mik mik etme, Azimut Prensi gelir bir güzel tarar seni… Deniz Saklanmışsa gecelere, Kör karanlık ve Gilmour, İroniye uğramaksa lakin; Körpük çıkagelir, Sen samanlığa iğneleri saçmadan… Göksun Yağmur Şıpışıpşıpşıpşıpşıpşıpşıpşıpşıpşıpşıp Şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp şıp Damlar sırtına ŞIP ŞIP ŞIP ŞIP ŞIP ŞIP ŞIP Dindi… Onur Depremiş gibi, Cenabet saatlerin kesiştiği kartonpiyer Körüklü salınır köşeden, Yüzüne, at kafası, titrer… Cingar Cingar Cingar Kirkegor -Hallo? Necim Sürün sen de uzaktaki vahaya, Vuhu vuhu vahaaa, Girecek yoksa Priapos Kafaya… Mecan
Onu çocuklara bakarken gördünüz mü hiç. Nasıl bir sevinç vardı gözlerinde. Nasıl bir tutku. Nasıl bir çareyi bilip de… Onu çocuklara bakarken gördünüz mü hiç. Neden kalmadı Küba'da, neden bilir misiniz yerleşmedi. Çocuklar ölüyordu ilerde. Çocuklar açtı. Çocuklar İşte. Gözlerinde umut ve öfke, sürdü motosikletini, sürdü yaşamını sarpa. Yol boyu çocuklar onu bekliyordu. Çantasında ilaç, çantasında şeker ve devrim ellerinde… Sonra çocuklar… Sonra çocuk gülüşleri kanadı göğsünde. Bir doktordu o... Çocuklar And dağlarının tepelerinde onu selamlarlar. O hep ordadır: Çantasında ilaç ve şeker, ellerinde devrim… Ve göğsünde kanayan çocuk gülüşleriyle.
Sennur SEZER SESİMİ ARIYORUM Bir ses arıyorum Yeni bir şiire başlamak için Bir doğum çığlığı gibi kaçınılmaz Çocuğun ilk ağlayışınca güzel Bir ses. Çünkü yüreklerimi Acılarla şişe şişe nasırlaştı Kızgın demirlere değen ellerimiz Su toplayıp kabarır, nasırlaşır Ateşe ve demire dayanır Yüreklerimiz acıyla dövüle dövüle Çelikleşti. Yalnız orda, ta dipte küçük bir çekirdek Gözyaşı gibi titriyor mavisiyle havanın. Kız çocuklarının perçemleriyle oğlanların afacanlığı Kaynatıveriyor o damlayı. Bir ses arıyorum Yeni bir şarkı için Çocukların ilk sözcüğü gibi umutla, Sevinçle duyulacak bir ses, Çünkü umutsuzluk yasaktır Don vuran ağaç sürgün verecek, Kaya çatlayacak, tohum yeşerecektir. Ama susmaktan sesimi yitirdim Nasırlaştı dilim. Elim ateşten korkmuyor, Ülkemin bütün kadınları gibi tırnaklarım küt Ateşten sıcak bir tencereyi yanmadan alabilirim Köz basarım yüreğime. Yüreğim nasırlarıyla umudu koruyor, Bir küçük ışıltıyla baharı bekleyen Çekirdek ateşten korkmuyor.
Sennur SEZER
3
AYLAK FANZİN
Aylık Kültür-Sanat ve Fikir Dergisi
Umudun yorulmaz r e z e S r u iğnesi Senn • İsmail AFACAN ŞAİRİN USTALIĞI ANA DİLİNDENDİR
Sennur Sezer ana dilinde yazmanın keyfini yaşarken ana dilinde yazamayanların acısını paylaşır. Övgüler yazmaz darbecilere, eli kanlı katillere. Sesi olur Dersimli Gülo’nun: Gülo mırıldandıklarını yazsa/ Zazaca yazan ilk kadın şair olacaktı/ Olmadı/Elini ayağını buz etti/ kımıldanmaz etti gövdesini ilaçlar/ kemik çıtırtısını unutturamadı. Ana dili yasaklanan bir halkın yasına merhem oluyor dizeleriyle. 2012 yılında yazdığı 21 Mart şiir bildirisinde Sennur Sezer bu konuda şunları söylüyor: “Şairler hükümdarlara övgüler yazsalar da bu sesleri şiirin orkestrasına ekleyemezler. Bir yıl geçmeden yıpranır gider o övgülerin kumaşı. Eskimeyen, yaşamaya övgüdür, adalete, aşka. Bir de diktatörlere yazılmış alaylar eskimez, bin yıllarca. Şairler söz ustasıdır. Anadildir ustalığın nedeni. Vay şairlere ana dilini yasaklayana. Vay insanlara şiiri yasaklayanlara! Her dilde aşağılanmalı insanın düş gördüğü dilde yazmasını, şarkı söylemesini engelleyenler. Onlar için sövgüler bile armağan sayılmalı. Adları silinmeli tarihten.”
SESİ KISILAN KADINLARA ŞİİRLER
Şiirin nesnesi olmuştur kadın çoğunlukla. Tapınılan yarı ikona varlıktır. Ama Sennur Sezer de kadın bir öznedir. Savaşlarda çocuklarını kaybeden, fabrikalarda çalışan, erkek şiddetine maruz kalan kadınlar Sennur Sezer şiirinde dillenir. Burada Sennur Sezer’e kulak verelim: “Ve kadınlar, sesleri yüzyıllardır savaşları lanetlemekten yorgun, ağıtlardan kısık, 4
M
ücadele ve sanatla yoğrulmuş bir yaşamın yorulmaz iğnesidir Sennur Sezer. 60 Kuşağının toplumcu gerçekçi şairlerinden olan Sezer, yarım asırlık sanat yaşamında çağının yankısı olmuştur. Gecekondu’dan (1964) Sesimi Arıyorum’a (1982); Afiş’ten (1991) Akşam Haberleri’ne (2006)kadar tüm eserlerinde Sennur Sezer’in çağına tanıklığına şahit oluruz. Gecekondu şiirinde konduda yankılanan kahkahaları, çığlıkları ve ıslıkları duyumsayabiliriz: Aceledir sevişmeler tek odalarda/Yarı giyinik kadınların/ Kaçış kaçıştır/ Dönüverişinden çocukların. Ya işçi kızların Bezgin Cumartesilerinde: Tükenir işçi kızların haftalıkları/istekler tükenmez/tükenmez dertleryağ tuz gaz kokulu/Bezgin cumartesiler/ gelmek bilmez. Sendikacılık da yapan Sennur Sezer işçilerin, özel olarak işçi kızların, yaşantısını dizelere taşır. Umut ile direniş ikiz kardeştir Sennur Sezer’in şiirlerinde. ‘İşitin Ayrıkotları’, ‘Hangi Kan’, ‘Babaları 141142’denYargılanan Çocuklara’ sınıf mücadelesinin kabarışını muştulayan şiirlerinden bazılarıdır. 1982’de‘Sesini Arıyorum’da, 1986’da ‘Bu Resimde Kimler Var’da 12 Eylül faşizmiyle hesaplaşmaya girer. Baskının en yoğun olduğu dönemde bile umudunu yitirmiyor. Gülten Akın’a ithaf ettiği ‘Sınarlar Seni’ şiirinde aydınlara çağrı yapıyor: Ateşle sınarlar acıyla/ Yalvaçlar gibi sınar zaman/Ozanı/ Sınanan yüreğimizdir/ Bizim adımıza da/ Dayan/ Sürüdür türkülerini. Savaşlarda çocuklarını kaybeden bir zamanda ‘Dilsiz Dengbej’le dilsiz bırakılan bir halk ozanının dili oluverir. şiirler söyleyenler, şiirler söyler güzel günler için, rüzgara karışır. Onlara şiir yazılmaz, yazılanlar aşka övgüdür belki.” Sennur Sezer şiirinin en belirgin özelliğidir; bir annenin acılarını, bir genç kızın hayallerini... ama sadece bunları değil, kurtuluşlarını da bilmek. Yankılanır kadın çığlıkları, ıslıkları. ‘Eviçi Şiirleri’nde: Aşk nedir diye sor/ Pazar yerindeki bir kadına/utanıp yere inerken bakışları/ fıkırdar saçlarındaki kına. ‘Gençkızlar’ şiirinde ise: yurtsuz rüzgarlar gibi yaklaşır sevdalar./ Ve çakar toprağa onları./ Akşamları buruşuk göçebe çadırları dalgalanır rüzgarda: Bir doğsa ay” der.
ÖRGÜTLÜ EDEBİYAT
Kadın, barış, yoksulluk, umut, direnç, eşitlik Sennur Sezer’in şiirinde işlediği temalar. Ama Sennur Sezer’i diğer şairlerden ayıran en önemli özelliği her şeyden öte bu kavramları birleştirdiği örgütlümücadelesidir. Örgütsüzlüğün kutsandığı, sanat ve politikanın kan davalı iki düşman gibigösterildiği günümüzde şiir ve politikanın ayrılmazlığını gösterir bizzat yaşamıyla. Sennur Sezer, direniş çadırlarında, emekçi eylemlerinde, demokrasi mücadelesinde umudumuzun yorulmaziğnesi olmaya devam ediyor.
AYLAK FANZİN
Aylık Kültür-Sanat ve Fikir Dergisi
KAFKA’DA YABANCILAŞMA ÜZERİNE
“İnsan Kafka okuyamazsa tiktir işi.” O. Atay
• Mehmet Emin KURNAZ
Kafka
.. Bir yazar olarak, üretim süreci içinde emek-sermaye çatışması var oldukça sürecek bir sorunsalın, “yabancılaşmanın” en somut ifadelerinden biri olarak geleceğe uzanan algısıyla bugün hala güncelliğini korumaktadır. Kapitalizmin gelişme sürecinde bir geçiş dönemi kuşağına mensup Kafka, en başta insanın üretim ilişkisi içinde yabancılaşmasını ele almış, hemen hemen bütün eserlerinde ince alaylı ve fantastik biçimlemelerle bireyi ve onun toplumsal yaşam karşısındaki trajik duruşunu acımasızca gözler önüne sermiştir. Üstelik bunu, belki büyük yazarlara özgü bir yazgıyla yaşadığı çağın sonrasında hala tartıştırarak. Sancılı, derin bir iç savaşım ve yenilgiyle dolu yaşamında kaleme aldığı eserler de tamamlanmamıştır, tıpkı eksik kalan kendi yaşamı gibi.. Yaşarken öylesine kendi savaşımını anlatmıştır ki, o savaşım bireyin nezdinde toplumsal bir çözülüşe, ya da yeni sömürünün yeni toplumsal müteşekkiline yönelik bir hezeyandır. Kapitalizmin gelişme sürecine denk düşen bu dönemde, Kafka’nın gerek kendi ailesi gerekse sonraki memuriyet haya-
tında sistem karşısında yaşadığı çelişki ve işçi sınıfından yana gerçekleşen tercih daha çok vicdani açıdan değerlendirilmelidir. Çünkü Kafka, bütün eserlerinde de kendini hissettiren ve sonradan “Kafkaesk” olarak adlandırılacak bir arada kalmışlığın, yabancılaşmanın ve hatta yazarlığına ilham kaynağı olan bireysel zayıflığın etkisiyle- tümüyle olmasa da- karamsar bir dünya görüşünü benimseyerek Ernest Fischer’in deyimiyle “basite indirgenecek bir tarih felsefesi çizmiştir”.
Kafka’nın kapitalizme karşı sezinlediği asıl vurgu olarak yabancılaşma; başta bürokrasinin egemenliği altında Habsburg İmparatorluğu’ndan Prag’a, aileden
bireysel ve toplumsal yaşam içinde türlü olumsuzlamalarla tüm kapitalist dünyanın en temel yaşantısına dönüşmüştür. Marks’a göre yabancılaşma, insanın doğaya karşı yabancılaşması yani insanın doğadan kopuşunu ortaya çıkaran zorunlu bir süreç olarak meydana gelen, insanın kültürel- toplumsal alanda yeniden varoluşuyla doğaya karşı şekillenen bir süreç olarak ele alınmakla birlikte; Marks’da asıl yabancılaşma, kapitalist toplumsal sistemin neden olduğu, insanın kendi doğasına karşı duyduğu yabancılaşmadır. Kapitalist üretim ilişkileri içinde insan, kendine, doğaya, sosyal ilişkilerine yabancılaşarak, kapitalist üretim ilişkilerinin bir aracı haline gelir. Kafka; Dönüşüm, Amerika, Dava ve Şato gibi eserlerinde bu olguyu yoğun biçimde işlemiştir. Söz konusu eserlerden Dönüşüm; bir sabah uyandığında kendini böceğe dönüşmüş bulan Gregor Samsa’nın fantastik biçimlemelerle süslenmiş trajedisini anlatır. Samsa, ailesi ve patronu tarafından bir metamorfoz geçirdiği için değil de işe gidemeyerek ailesine artık maddi destek sağlayamayacak olması nedeniyle dışlanıp acı içinde ölüme terk edilmesiyle dikkat çeker. 5
AYLAK FANZİN Kafka, sistemin çarklarında bir nesne haline gelen insanın böcek kadar değersizleşen varlığını dile getirmiştir. Üstelik bu değersizleşme, ya da ücretli köleliğin toplumsal baskısı ilk olarak en yakın çevresinde, bizzat ailesinde vücut bulmuştur. Güney Çeğin Kafka adlı makalesinde Dönüşüm için şöyle der; “Dönüşüm, toplumsal hiyerarşi ve iktidarın biçimlendirdiği düşünsel yapının öncelikle “ailesel totalitarizmin” göbeğinde nasıl kurulduğunu göstermesi bakımından örnek bir metindir.” Amerika, Dava ve Şato; birbirini izleyen bir üçlemenin “Karl, Franz K. ve K “ nezdinde giderek silikleşen kahramanların trajedisini anlatmıştır. Amerika romanında Karl, insana yabancılaşan dünyanın anlamsızlığına karşı bir çıkış yolu arar. Senatör dayısı sayesinde önce zengin bir yaşamı tanıyan Karl, yine dayısı tarafından suçlanarak yabancısı olduğu Amerika’da sınıfsal sömürüyü de bizzat yaşayarak ötekileşmiştir. İnsanlar tarafından takdir göreceği bir iş bulursa belki anlamsızlaşan hayata bir anlam yükleyebilir. Karl; diğer iki romandaki kahramanlardan daha umutlu ve idealist bir gençtir. Ama o da bu toplumda yaşamanın bedelini canıyla öder. Dava ise, Amerika’daki Karl’ın yenilgisinin bir devamı gibidir. Franz K. bir sabah aniden tutuklanır ve idamına kadar,yabancısı olduğu- kendisini mahkum eden mantık ötesi hukuk mekanizmasına her geçen gün teslim olarak ölüme gider. Fantastik biçimler yine burada da vardır. Örneğin, tavan arasına kurulan tozlu, pis mahkemelerde bürokratlar temiz havaya bile alışkın değildirler. Bir rüya atmosferinde yaşanan roman, bireyin karmaşık devlet mekanizması karşısında duyumsadığı 6
Aylık Kültür-Sanat ve Fikir Dergisi
ölümcül acizlikle son bulur. Franz K. suçlu olduğuna inandırılır. İktidarın üstyapı aygıtlarından hukuk, yine iktidarın güvenliği ve idamesi için toplum üzerinde suç, korku, düşman(ya da terörist) yaratır. Kafka bir aforizmasında Dava için şöyle der; “Kafesin biri bir kuş aramaya çıkmış”. Şato, bu üçlemenin son boyutu olarak buz gibi, karamsar bir atmosferde başlar. Kendini Dava’da suçsuz olduğuna inandıramayan Franz K., etkisizce başkaldırmıştır. Şato’daki adsız K. ise artık başkaldıramaz. Tek amacı yabancısı olduğu topluluğa girebilme isteğidir. Suçsuz yere topluluğun dışına itilen K., bürokrasiyle örtülü bir mekanizmanın izni doğrultusunda kendini bir topluluğun içinde var etme çabasının yenik kahramanıdır. Ulaşılması imkansız bir gücü temsil eden Şato, bürokrasi temelinde yabancılaşmanın en keskin eleştirilerinden biri olarak değerlendirilmelidir. Yazar, bu eserinde şüphesiz kapitalizme geç eklemlenmiş Avusturya’nın bürokratik- kapitalist yapısından etkilenmiştir. Kafka gerçek bir sanatçıdır. O, anlatmak istediğini olabildiğince estetize ve düşündürücü olarak dile getirmiş, bu ustalığıyla Brod gibi farklı yorumlamalara da kapı aralığı bırakmıştır. Özellikle Dava ve Şato adlı romanlarında kendisi açıkça görünmediği halde etkisi yoğun biçimde romanın temel çelişkisine oturan gizil güç; iktidarını doğrudan tanrıdan alan mutlak monarşilerden kalma bir benzerlikle insanın yabancılaşarak sömürünün ya da iktidarın değişmezliği üzerinden kendi içinde yaşadığı zayıflığı-yabancılığı dile getirmiş de olabilir. Yani bu durum teolojik bir yoruma da açıktır. Ama bu kendiliğinden çıkan ya da sanata
özgü çok anlamlılık fikri üzerinden gelişir. Kafka, genel bir değerlendirmeyle aziz ilan edilemez. Bu konuda Kundera’nın şu görüşlerini incelemekte fayda var; “ Bilindiği üzere Kafka’nın ilk yorumcuları, onun eserlerine yerleşmiş dinsel bir retoriğin mevcudiyetinden bahsederler. Ancak bu tespit yanlıştır. Çünkü Kafka dışavurumcuların yergisini de aşan karamsar ironisinin eşiğinde, yaşamdaki nesnel durumlar olarak kavradığı şeyleri alegori olarak görüyordu. Öte yandan iktidarın kendini Tanrı’nın yerine kame etmesi kendiliğinden inşa edilen bir teolojiden bahsetmek de olası.” Kafka’nın yaşamında ve eserlerinde, sistemle hesaplaşan yön, açıktan bir savaş yürüten güçlü bireyler olarak değil; aksine gücünü zayıflığından alan, çelişkiyi en çıplak haliyle ortaya çıkaran, iktidarı, birey ve onun nezdinde ortaya çıkardığı toplumsal korkuyu, dışlanmışlığı, akıl dışına ve belki bilinç altına uzanan gizli isyanın iç ve dış dünya ile savaşımı doğrultusundadır. Nazilerin 1933-1945 yılları arasında onun eserlerini yasaklama girişimi, Kafka’nın üç kız kardeşinin toplama kamplarında katledilmesi, iktidarla hesaplaşan Kafka’nın sistem için tehlike unsuru görüldüğünün de kanıtıdır. Yazımıza usta Kafka yorumcusu Fischer’in, sosyalist okura yönelttiği bir tavsiyeyle son verelim; “Yabancılaşma kapitalist dünyada korkunç boyutlara vardı. Ama bu sosyalist dünyada da kesin olarak aşılmış değil. Sosyalist okur, bu romanlarda kendi sorunsalının bazı çizgilerini bulacaktır; bu ülkelerdeki görevliler de bazı konular üzerinde daha esaslı düşünmek zorunluluğu duymalıdırlar.”
AYLAK FANZİN
Aylık Kültür-Sanat ve Fikir Dergisi
Viva Zapata • Ata Egemen ÇAKIL
H
ayatı ıskalama lüksümüz yokmuş. Biz ilkokul yıllarındayken vardı, sokak aralarındaki atari salonları. İlk sigarayı orada içtik, ilk kadını orada soyduk. Arkamızda binlerce kafa, biz soyarken izledi. Zaten lise yıllarında da, format atarken bile arkamızda binlerce kafa vardı. Her evde bilgisayar olmadığı için, mayın tarlası oynarken bile müdahale gördük. Paintte, bir şeyler çizmeye çalışırken, henüz photoshop eklentileri girmemişti hayatımıza. Analog fotoğraf makinelerinde, astigmatlı gözlerle odaklanmaya çalıştık hayata. Bir Müşfik Kenter vardı, biz onu Alf sanırdık. Tasolarımız, telefonlarımızdan daha değerliydi. Sevdiğimiz kızların saçları kızıl değildi, mor bir hırka giyerlerdi sadece. Okul servislerinde, arabeskçi şoförler sayesinde öğrendik, hatasız kul olmadığını. Diskolarda, cheri cheri ladylerimiz vardı bizim. Bira, bu kapağın altındaydı, hiçbir zaman bedava olmadı ama. Sınıf baskısından dolayı, oruç tutmaca oynadık tozlu sıralarda, elbette sıra altından, çaktırmadan gofret atıyorduk ağzımıza. Deniz Gezmiş, bir film kahramanıydı. Che Guevara zaten tekstil ürünü. Özal, öldüğünde Ankara’da toz fırtınası çıkmıştı, babam evde harman dalı oynamıştı. Hasret Gültekin, ne güzel gülen bir adammış, yıllar sonra öğrendik bedeni yanmış. O zamanlar, kırmızı bir koltuk vardı, Pazar günleri o kanal hiç çekilmezdi. Barış abi, “adam olacak çocuk” diye çıkardıkları, sonra baktığımızda insanlıktan çıkmıştı. Windows o zamanlar 95, tek eğlencemiz boru döşeme oyunu. Mario’dan da var tabii biraz tesisatçılık. Büyüdük, işimizi gücümüzü bıraktık hatun kovalıyoruz. Fakat her el attığımız kalede bir mantar kafa bitiyor, “üzgünüm, prenses diğer şatoda” şeklinde cevap veriyor. Prensesler de artık kendi kendini kurtarıyor. Bizim tesisatçıya verecek kızımız zaten yok. Tüpçü kamyonları da artık müzik yapmıyor, o işe de Serdar Ortaç bakıyor. Peşinden koştuğumuz ilaçlama araçlarından bağışıklık kazandık, biber gazları artık etki etmiyor. Coplar eskiden acıtırdı, şimdi bir kadının gözyaşı yetiyor. Hayatımız romantik, absürd komedi tadında, kendimizi Leyla İle Mecnun izleyerek görüyoruz. Arka sokaklarda, neler neler olurdu, şimdi Toki arka sokak da bırakmadı. Yazları süt mısırı da almıyoruz, bardakta soslu mısır var hem de mis gibi GDO’lusundan. Çeşit çeşit kahve sundular bize, bir bozacı vardı n’oldu ona? Gerçek kesit ile üçünü sayfa gazete haberlerini hep atladık. Sarı bıyık ile Ali Kırca arasındaki benzerlik, feleğimizi şaşırttı. Ulan ne güzel Emanuelle vardı, şimdi yayınlasalar bile aynı tadı yok. Aduketin bile hadouken olduğunu öğrendikten sonra, tekrar açılsa o tok sesli,
birbirine karışan arcade makineleri, bilgisayarda emülatörden verdiği aynı tadı verir yemin ediyorum. Telefon jetonları ayrı bir dava, ne güzel kaç kontörün vardı derdi yoktu. Yalanım yok, o zamanlar Kenan Doğulu bile dinlerdim. Cartel ile gelişmesini durdursaydı rap müzik. Varoşlar, kova vurup ağır arabesk şarkılar yapıp klip çekmezdi. Çekselerdi bile Kral tv o zamanlar bu işlerde tekeldi. Akıllı tv çıktı mertlik bozuldu, her gün yepyeni bir dizi. Ali Haydar, Süper Baba, Memoli hiçbiri vermiyor Behzat Ç.’den aldığım zevki. Sansür de bu kadar hayatımızın içinde değildi. Püfür püfür sigara içilen reality showlar, Ahmet Kaya’nın çıkıp yardırdığı siyaset meydanları. Seksi kadın değil, hanım kadın bizi bitirirdi. Paintball sonra boyadı bizi, halbuki borulardan tüftüf yaptığımız günler daha iyiydi. McDonalds çok pahalıydı, bir numara olan, okulun karşısındaki dürümcü amca ve yayık ayranıydı. Enteresan bir iç anadolu kentinde gençleşmeye başladığımda, işin ideolojik yanlarını görmeye başladım. Ulan vücut geliştirme salonunda, “ölürüm Türkiyem” ile gaza gelip, ağırlık kaldıran adamları gördükten sonra, gel de milliyetçiliğe sempati besle. Her sınıfta bir Yusuf Miroğlu olduğu dönemler bunlar, herkeste bir aşk acısı yardırıyor gidiyor, kalpler ve desert eaglelar. Oyun havası bile olmayan memleketin tüm gençleri zeybek oynuyor. Sonra Galip İşhanı geliyor aklıma nedense; olsun bu havaları da seviyorum, Egeli olmak şart değil. Sonuç olarak Ankara havasında oynamayan Egeli de tanımıyorum. Hayatının ilk futbol maçında, zorla küfür ettiren tribün amcası, sırf küfür ettin diye gazoz ısmarlıyorsa ve her ilkokullunun şu an elinde varsa bir android Nokia kimse fakirim demesin. Oturun, hepiniz yerinize, memleketçe sınıfta kaldık. Sırf senin İphone’un olacak diye, sağlık güvencemi elimden almandan dolayı senin yedi sülalene küfür etme hakkına sahibim. Zaten suçsuzum diyemezsin, devlet onu da düşündü ve kişiye özel suç tahsis etmekte sınır tanımadı. Hrant Dink, Ermeni olmasaydı eğer, zaten isimden kaybederdi. Sabahattin Zaim, bir o kadar yabancı bir isimken bize, ODTÜ hakkında söz sahibi bile olabiliyorken, ben Acun Ilıcalı’yı sevenler ve destekleyenler takımına anca saygı duyabilirim. Takdir ederim sonra, nasıl adamlar olduk biz amına koyayım diye. Sonra oradan bi’ arkadaşım çıkar beni eleştirmekte haklıdır, pozitif ayrımcılık ile hem de. Biz o kadar Toplumsal Cinsiyet hakkında okuma yapıp, bilgi verdik, sonra döndü bizim götümüzde patladı. Zaten bu adam askerlikten de muaftı, onu hiç ırgalamaz muhalifler, özgürlük orduları. Zapatista gibi doğdu, Beşiktaşlı oldu helal olsun sana Emiliano Zapata. 7
AYLAK FANZİN
Aylık Kültür-Sanat ve Fikir Dergisi
U NDE R G RO UN D • Faruk DEMİR BİLEK -Kalkmaz o kalır öyle orada. Sen kaç kaç polis geliyor, sen kaç öldü o. -Olabilir. Sonuçta göz çukurları kararmış, elmacık kemikleri gökkubeye uzanmış bir adam bu. İşte Kafka falan amına koyayım bilmeyen yoktur. Ölmüş. Tamam. Peki kaçayım ona da tamam da, sen kimsin? Bak çok merak ettim şimdi hadi çık da bir yüzünü göreyim. -Lan ne değişik adamsın sen öldü diyorum. İnsan hiç mi irkilmez? -Abi. İrkildim yalan yok. Ama sesten irkildim. Tanrısal bakış açısı değilim ki ben, yalan söylemenin alemi yok. Karl Rossman amcasına "Yarrağımı ye" derdi belki yazanı ona şans verseydi. Neyse konumuz bu değil. Ölülere alıştım artık. Sıkıldım amına koyayım ya. Sen bir çık da iki yol muhabbet edelim. Toplum içinde çok yalnızlaştım bu aralar. -Haha toplum içinde yalnızlaşmış götüm. Ya ne çıkacağım çocuğum, uzun beyaz sakallı, kırışmış suratlı, uzun paltolu bir elemanım, yarın öbür gün ben de ölürüm buralarda görürsün işte. -E abiciğim nereden tanıyacağım seni ki ben? Sesini duydum sadece. Beyaz sakallı uzun paltolu bir sürü keşiş var.” Bu cevabım üzerine bir süre sustu, gitti sandım. -Yok çıkmam. Her gün bir sürü insan görüyor, tanımıyor, kaçıyor, yanaşıyor. Yanlarındaki kadınara “İşte böyle adamlar derin adamlar.” diyen hırtlar oluyor. Yarrağamın kellesini göstermeyi çok istiyorum onlara ama suçlu ben olurum. Sıkıldım artık be oğlum. Sesimi duy kafi, istersen git. Sen bilirsin.” -Önceden buralar hep andı, şimdi de anılarla dolu bir anın haykırışları ihtiyar. Bak sessizliğe. Polis gelirse edebiyat biter. Hadi çık da seni bilmediğin yerlere götüreyim benle. Bedenin
8
yine burada kalsın. -Bedenim burada kalsın, öyle mi? Lan hoşaf sikerim senin edebiyatını da toplum içindeki yalnızlığını da. Sikin varsa beynin orospudur aslanım. Mal adama bak ya! ne eyleyeyim senin algınla bilmediğim yerlere gitmeyi? Şişliden, Beyoğlu’ndan başka yer mi bilirim. Zenginsen çıkayım, beni götür bir yerlere, güzel anılar olarak sunulmaktan bıktım. -"Sokakta yaşıyordu adam yahu, can gibi adamdı.” diye başlayan cümlelerle sunuluyorum tanımadığım insanlara bilmediğim yerlerde. Kim bilir sayemde ne karılar kaldırıyorlar. Benim de romatizmam var lan. Kaplıcalara falan götürsene beni, yemez mi? Orada bir hatun kaldıramazsın ben yanındayken. Ama ben yanında olmayayım başlı başına bir muhabbetinizin konusunu oluşturabilirim değil mi? Atatürk'ün ölüsü benim gibi yüz tane insan eder yalan mı? -Abi orası öyle. Şimdi herkes kendine göre insan. Ata'nın putlaştırılması, gençleri özgüvensiz kodu. Ama.. Şimdi konu Atatürk. Ben pek sevmem. De yine de birliğe ve beraberliğe muhtaç olduğumuz şu günlerde. Atatürk tekrar gelse Samsun'dan. Var ya öff! -Bir Atatürk çıkmaz, daha bebe yaştan, babadan Atatürkçüyüm ben. Atatürk kadar kafalı olamaz kimse. Sen okuyor musun, doktor çık da sikinin taşağını bala batır. -Tamam abi batırırım. Ama yazarım ben. Underground falan. -He amına koyim he. Her, yarrak yazan underground, bayrak tutan muhalif, aşık olan mecnun, okuyan entel, çay için içli... Romantizmin ayak bastığı zemin taştandır. Dünyada insanlar yaşar. Ve parkelerin metre karesi 9.90'dan falan başlar. Al sana yerin üstü. Al sikini eline iki kere vur zemine de sonra takılırsın underground.
AYLAK FANZİN
Aylık Kültür-Sanat ve Fikir Dergisi
Da y a n • Mustafa Can KOCA
G
ülümsüyorsun. Düşmanın karşında. Çatmış kaşlarını, saldırdı saldıracak. Ne geçiyor aklından? Peki ya sen? Senin aklından ne geçiyor? Yedin ilk yumruğu, sersemsin. Ağzın kan içinde, daha çok gülüyorsun. Şimdi düşmanın daha sinirli. Sen güldükçe deliriyor. Onu sakinleştiren arkadaşları daha öfkeli görünüyorlar. Baldırına vurdukları tekme mi düşürdü seni? Çabuk kalk, tekme geliyor! Bam! Güm! Çat! Pat! Kafana, karnına, ayaklarına, nerene denk gelirse vuruyorlar. Ana rahmine dönmek istiyorsun. Yeniden cenin oldun, ama işe yaramadı. Bıraktılar vurmayı. Sen de kendini bıraktın, zaten halin yok, yığıldığın yerdesin. Bir kova soğuk su boşalttılar üstüne, donuyorsun. Bilincin de açıldı üstelik. Kendini kaybetmişken dayak yemek kolaydı oysa. Karşında bir adam, tutmuş çeneni bir şeyler söylüyor. Anlamıyorsun ama gülümsüyorsun. Bi’ tokat çakıyor, yine yerdesin. Bilincin yine kapandı. Koluna giriyor iki kişi, sürükleyip atıyorlar hücrene. Kendinlesin şimdi, kısa denebilecek bir süre. Nasıl başlamıştı bu şey? Niye karşılık vermiyorsun? Ne soruyorlardı sana? Bir isim mi, adres miydi yoksa? Yoksa söyledin mi onlara? Verdin mi adresi? Çözüldün mü yoksa? Çözülmedin? Emin misin? Uyan! Açıyorlar kapını yine. Çıkmamak için direniyorsun, vura vura çıkarıyorlar. İçin rahatladı, belli ki çözülmemişsin. Öyleyse şimdi yeniden başlayacak her şey. Titriyor musun sen? Korktun mu yoksa? İki tokat yedin diye bülbül gibi şakıyacak mısın? Beynin ikiye yarılmış, birbiriyle savaşıyor. Girdin yine o odaya. Bu sefer başka adamlar, bir şeyler soruyorlar. Bu sefer dayak yok. Bırak dayağı kötü söz bile yok. Ummadığın kadar nazikler. Bir şey sordu, duymadın mı? Dinlemedin bile. Bu “iyi” adamlar çıktı odadan. Tanıdığın yüzler girdi. Geceden tanıdığın… Yüzüne bağırıyor, oldukça sinirli. Cevap verecek misin? Susuyorsun. Bir çocuğun annesine küsmesine benziyor susuşun. Karşındaki avaz avaz bağırıyor. Susuşun onu delirtiyor. Buraya geldiğinden beri ağzından tek kelime çıkmadı. Az daha dayan, bitecek bu zulüm. Alnında bir soğukluk var, aç gözlerini. Karşındaki kararlı, “ya konuş ya da öl” diyor. Gülümsüyorsun. Düştüğün yerdesin. Alnında karanfil açmış sanki. Yüzün, gözlerin, masum gülümsemen kan içinde. Anacığının sevmeye dayanamadığı gözlerin, sevgilinin aşık olduğu gülümsemen… Dayan diyorlar şimdi onlara, dayan, bitecek bu zulüm…
9
AYLAK FANZİN
Aylık Kültür-Sanat ve Fikir Dergisi
PARÇALANMIŞ • Ozan ERİK
Döndüğümde her yer darmadağındı, her şey bir tarafa fırlatılmıştı. Şöyle bir baktığımda hiç bir şey daha önce olan yerinde değildi. Vazolarım kırılmış, çiçekler koparılmış. Senin en sevdiğin çiçeklerdi oysa. Beraber çektirdiğimiz fotoğraflar çerçevelerinden çıkarılıp yırtılmış, çerçeveler de bin parçaya bölünmüştü. o kadar emek verdiğimiz maket şehrimiz yanmış, doğum günümde aldığın kalpli yastığımda bıçakla delik deşik olmuştu. Anlam veremeden ilerledim ayağımın altında ezilen çiçeklere aldırış etmeden. Fincanın vardı duvara çarpılmış parça parça yatıyordu yerde. Yatak odasında bana aldığın kazak vardı hani rengi için 1 ay bekledim demiştin. Şimdi o renkten eser yoktu. Eşyalarım sağda soldaydı. Abimin düğününde giydiğim takımda artık yazlık bir hale gelmişti. Yatağın boş köşesine oturdum kazağı aldım kucağıma. Şöyle bi baktım nedenini sorarcasına. O bana bakmadı. Gözümden akan iki damla yaştan biri gittiğin içindi sanırım. Ama diğeri de bütün bu olanlaraydı. Kafamı usulca ellerimin arasına aldım. Gözlerimi aynaya diktim. Kandı sanki inceden de kokusu geliyordu burnuma. Senin el yazınla yazılmış hoşça kal vardı. Gözünden kaçan bir fotoğraf takıldı gözüme. Ucu yanmış eski bir fotoğraf tadında hayat şimdi. bi tarafı eksik, eski ve sadece anılarda kalmış her şey. Yalandan da olsa gülünmüş fotoğrafta, acıları anılara gömmek için. Yalandan da olsa eller birbirini sarmış, dikenli telleri avuçlarının içinde sıkarsın ya, işte aynen öyle. Baktıkça gülmeye çalışan gözlere takılıyorum. Aslında ağlamaya daha çok meyilli sanki. Düşünülmüştü elbet yalnız kalmak, akla gelmişti mutlak. Ama hiç başa gelmeyecek gibi yaşanmıştı seninle hayat. Kaç geceler geçmişti uykusuz? Yağmurlar iliğine işlemişti hani onu sadece uzaktan görebilmek için. Orada olduğunu hissedebiliyordu, görmese bile yaşıyordu sanki seninle her saniyeyi değil mi? buna inancın arttıkça daha fazla alevleniyordun. Beyninde şimşekler çakıyordu. Ne idi amacın? Ne için yapıyordun tüm bunları? Bir bakışı için mi? bir gülüşü için mi? çektiğin ıstırapları mı dindirecekti sanki? evet değil mi? bütün bunların cevabı onlarca yüzlerce belki de binlerce evetti değil mi?.. ama artık değil.. Bütün bunların cevabı kocaman bir hayır. Neye yaradı seni ıslatan yağmurlar? Yapraklarını koparıp yollarına serptiğin güllere de yazık oldu. Hatta cebindeki son parayı da gecenin bir yarısı ona en sevdiği şarkıyı dinletebilmek için gitar çalan bir çocuğa vermiştin. Pencereye çıkıp sana o bakışına paha biçebilir misin? Yapabilir misin? Alçalır mısın bu kadar? Seni yüz üstü bırakıp giderken düşünseydi değil mi? seni böyle ortada sıçılmış bir bok gibi bırakıp giderken düşünmeliydi.. Kafanın içerisinde dönen o ekolu ses seni hep kandırdı. Hep o yalana düştün. Ve şimdi yeniden yaktın fotoğrafı. Külleri salladığın küfürle uçtu gitti. Yeniden baktın objektife. bakalım bunun yanık kokusu burnuna ne zaman gelecek..
10
Banka Banka Aylık Kültür-Sanat ve Fikir Dergisi
İki saat oldu hala bankadayım… Belki beş dakika bile sürmeyecek bir iş için iki saat sıra beklemek, banka çalışanlarını rehin almam için iyi bir gerekçe olabilir. Yakalansam bile az ceza verirler. Ağır tahrik var çünkü. Banka çalışanları beş dakikalık bir iş için beni iki saat sırada bekletmeselerdi eğer, bende acayip derecede tahrik olup onları rehin almazdım. Ya da almayı düşünmezdim. Bütün kabahat memurların… Mahkemede beni hayal kırıklığına uğratıp yaşım kadar ceza vermeye kalkarlarsa da, pişman olduğumu söyleyip ağlıyormuş gibi yaparım. Duygu sömürüsüyle yargıcın kararını yumuşatabilirim belki. Bu numara çoğu zaman tutar. Baktım yargıç bana acımamakta hala ısrar ediyor, bu sefer de, “Ben terörist değilim! Ben katil miyim?” diye bağırıp itiraz ederim. Devletini, milletini, bayrağını, askerleri, polisleri, zabıta memurlarını ve özel güvenlik elamanları dahil olmak üzere bütün üniformalı insanları sevip saydığımı, Allah korkusu taşıdığımı, dini ve resmi olmak üzere bütün bayramlara yürekten inanıp, bedenimin her zerresinde hissedebilecek kadar canı gönülden kutladığımı söylerim. Henüz yolun başındayken nefes egzersizleri yapmaya başlasam iyi olacak. Duruşmaya çıkarsam nasıl davranmam gerektiğini ve yapacağım savunmayı planladım ama şimdi rehin alma işini nasıl halledeceğimi bilmiyorum. Yüzlerce film izledim bununla ilgili. Genelde soygun yapmaya kalkışan insanlarda silah olurdu. Bazen de elini montun cebine koyup silah varmış gibi davranırlardı. Amerikan filmlerinde blöf yapmak işe yarıyordu. Şimdi gel de o filmlerde gördüklerini buraya uyarla. Bende
AYLAK FANZİN
elimi montumun cebine koyup silah varmış gibi mi yapsam acaba. Aa, o da ne?! Üzerimde mont yok! Allah kahretsin ya! Gömlekle bankaya gelinecek gündü sanki. Sağ mememin üzerinde bir tane cep var ama ona da anca sigara paketim sığıyor. Bu böyle olmayacak başka plan yapmalıyım. İki güvenlik görevlisi var. İkisi de benim iki mislim. Biri kapıda diğeri bankanın içinde gezinip duruyor. Güvenlik kameralarına şüpheli şahıs olarak yakalanıp tedbir almalarına sebep olmadan, kapıdaki güvenlik görevlisine usul usul yaklaştım. Tartıp biçmeye başladım. Çaktırmadan da boylarımızı ölçtüm. Aradaki farkı bilmem benim lehime olacak. Benim kafam onun memesine geliyor. Kocaman da göbeği var. Yumruk atsam bile hissetmez ki. Ayrıca kafamın memesine geldiği başka bir güvenlikçi daha var. Tek bu olsa yine neyse. İkisinin de beli dolu ama hiç yakışmamış. Güvenlikçinin çıtçıtlı kemerinin içindeki tabanca benim elime daha çok yakışırdı ya. Neyse… Yanına gidip nazik bir şekilde “Abi benim küçüklükten beri tabancalara ilgim var, rica etsem tabancanıza yakından bakabilir miyim?” desem verir mi ki. Hiç zannetmiyorum. Ya da aniden silahını çeksem ve arkadan boğazını sıkıp “suratını dağıtmamı istemiyorsan akıllı ol lan!” desem… Bu en iyi yol gibi. Tok sesle söylersem korkabilir. Sesim bariton ama bazen cırtlak çıktığı da oluyor. Üstelik bir aydır sakal tıraşı da olmuyorum. Suratım kapkara. Zenci muamelesi görmek bugün işime yarayacak. Kara kıllı bir surat ve bariton sesiyle canına kasdedecek bir katil. Böyle düşüneceğine eminim. Ya çıtçıtı açıp silahını alamadan o bana dirseğiyle vurursa ve diğer güvenlikçi de 11
AYLAK FANZİN gelip yakalarsa beni, başlamadan biten bir hikayenin kerizi olurum. Gazeteler beni üçüncü sayfa haberi yaparken kafa yapar, okuyanlar ise, “ Allahın malına bak! ” diye okuyup bir köşeye fırlatırlar. Hafızalarında ancak bir gün tutarlar. O da bir arkadaşına, “ Aga dün malın biri bankada artislik yapmış duydun mu? ” diye anlatıp güldükten sonra silinip gider. Bir günlük işgale değer mi ki? Cesaretli olunca her şey basit fakat düşünmeye başladıkça insan korkaklaşıyor. Korkmak için onlarca sebep buluyorum kendime. Henüz dergiye yeni yazı gönderemeden içeri girersem de çok kötü olur. Keşke yedekte yazılarım olsaydı. Kardeşime mail adresimin şifresini verip her ay birini göndermesini tembihlerdim. Yazılar bitene kadar da ben içerden çıkardım herhalde… Kafa karışıklığı karar verme yetisini sikip attı bir anda. Yoksa bankaya sarhoş mu gelseydim? Hem cesaretim olurdu hem de plan yapmak için kafa yormazdım. İçimden yirmiye kadar sayıp güvenlikçinin üzerine atlayacağım. Yok, yirmi az oldu. En iyisi bin olsun. Olaya motive olabilmem için bu süre yeter bana. Ya da vazgeçmek için… Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi… Saymaya henüz yeni başlamışken biri arkamdan kolumu tuttu. Beni tutan kolun kimin gövdesine ait olduğunu öğrenmek için arkama döndüğümde ellili yaşlarda olduğunu düşündüğüm bir kadın gördüm. “Ne oldu teyze bir şey mi soracaktın?” dedim. “Oğlum ne teyzesi ben annen. Baksana sıramız geçmesin, yanımdan gittin sigara içmeye diye yarım saat oldu dönmedin. Merak ettim oğlum seni.” “Anne dur iki dakika ya. Plan yapmıştım gelip bozdun.” “Bırak şu planı da sıraya bak. İki saattir buradayız.” “Tamam anne ya halledicem şimdi…” Bu bankanın bu şubesine genelde emekli maaşı alanlar gelirdi. ATM’den maaşını çekemeyenler ya da benim annem gibi emekliliğiyle ilgili işi olanlar… Bekletilmeye alıştırıldıkları için miskin miskin oturuyorlardı. Ses çıkaran da yok ki. Benim gibi annesiyle ya da ihtiyar babasıyla bankaya gelen gençlerinde içi geçmiş. Emekli işlerine bakan sadece bir memur var. Diğerleri çaylı kahveli sohbet edip duruyor. Bizim sıramız gelsin diye beklediğimiz memur 12
Aylık Kültür-Sanat ve Fikir Dergisi
da bir işlemi halledip kalkıyor masadan, başka masalara gidiyor gülüşüp eğleniyorlar, sonra kendi masasına gelip tekrar yeni müşteri alıyor. Devlet bankası olmasından mıdır nedir, adam işinde evindeymiş gibi rahat ediyor. O an yetkim olsa o bankayı özelleştirir, o memurun da götüne tekmeyi vururdum. Ondan sonra dirensin bakalım, “ Hak, hukuk, adalet! ” diye… Neyse ki kafamda bir ampül yandı. Cep telefonumu çıkarıp banka çalışanlarını ve sıra bekleyen miskin ihtiyarları kameraya çekmeye başladım. Güvenlik görevlisi nihayet fark etti beni. “Beyefendi ne yapıyorsunuz? ” “Kameraya çekiyorum her şeyi.” “Beyefendi kamera çekimi yasak! ” “Yasaksa git polis çağır kardeşim. Ben çekmeye devam edeceğim. İki saattir bekliyoruz hepimiz. Bankaya gelenlerin çoğunu emekliler oluşturuyor ve emekli işlerine bakan da sadece tek masa var. O masanın memuru da zaten gevşeğin biri!..” “Anlıyorum sizi beyefendi. Buyurun isterseniz şikayetinizi müdür beye iletin.” Müdür diye odasına götürüldüğüm adam, aynı suça ortak olduğu için sessizliğe gömülmüştü. Buyur edildiğim yere oturup derdimi anlatmaya başladım. İçeride iki saattir bekletildiğimizi, bekleyenlerin çoğunluğunu emeklilerin oluşturduğunu ama emekli işlemlerine sadece tek masanın baktığını ve onun da işini savsakladığını söyledim. Noktayı ise “sizi şikayet edeceğim!” cümlesiyle koydum. Annemin yanına döndüğümde kahramanmışım gibi hissettim kendimi. İnsanların bakışı o yöndeydi. Beş dakika geçmeden güvenlikçilerden biri gelip bekleyenleri onar kişilik gruplarla diğer masalara aldı. İşler bir anda hızlandı. Gelip bana teşekkür edenler olduğu kadar, “ İyi yaptın koçum bunlar hep böyle, ” diye sırtımı sıvazlayanlar da oldu. Hatta kadınlar annemin yanına gidip “ Oğlunuz mu? Allah razı olsun valla. Senin oğlunun sayesinde beklemekten kurtulduk ” diyenlerde… Annem gururlanmıştı. Fırsat bu fırsat deyip birkaç tane kitap aldırdım. Başka zaman olsa,“oğlum artık sende bi kitap yaz da millet seni okusun, hep sen mi başkalarının yazdığı kitapları okuyacaksın. Boşa para harcama kitaplara, ” diyen annem, o gün hiç itiraz etmemişti benim yine başkalarının kitaplarını okumak için para harcamama…
Kanseres
Aylık Kültür-Sanat ve Fikir Dergisi
AYLAK FANZİN
YIPRANAN SINIRLAR • Onur ÖZKA N
Odasının duvarlarını severdi. Onlara bakarak sigara içer, hayal kurardı. Geceleri sokak lambasının ışığı duvara vurduğunda gözleri büyük bir dikkatle duvarın pürüzlerinde gezinirdi. O aydınlıkta siyah beyaz filmler yazar yönetir bazen ağlar bazen hiçbir şey hissetmezdi. Bir sigara ve bir sarhoşluk sonra karanlıktan ışığa yol alan bir nefes görünürdü. Sisli ve dar bir sokağın sessizliğine çökmüş Aralık akşamına benzerdi bütün bu geceler. Yüzüne silik tebessümler kondurduğu geçmiş zamanlardan ne kadar uzakta olduğunu düşündüğünde hüzünlenmemek, gereksiz bir zorlama olurdu. Bu yoğun durağanlığın büyüsünü koruyan tarifsizlik, her sigarada tazelenirdi. Birbiri ardına süzülen gözyaşlarını mürekkebin karanlığında saklardı. İçine o kadar insan doldurmuştu ki, dışarıdaki yansımalarına dair en ufak bir merak duymuyordu. Ne iyi ne kötü diyebildiği, iç çekme ve hüzün sadece... Neyi, kimden koruyordu? Kendi kendine yetmek denebilir miydi buna? Bu soruyu en az titrek bir otuzbirci kadar cevaplayamazdı. Sorulma sebebisorunun kendisinden daha anlamlıydı belki ama önce bunu fark etmedi. Telaşla ayağa fırladığında, bir şeylerin eski yerinde olmadığını hissetti. O kadar tedirgin olmuştu ki, önce şaşıracak sonra düşünecek zamana bir türlü kendini sığdıramamıştı. Gözleri karardı, midesi bulandı. Devasa dalgalar odasını dışarıdan kuşatmıştı. Duvardaki resimler titriyor, çatlaklar büyüyor ve derinleşiyordu. Altındaki soğuk beton sarsıldı siyah ve beyaz gride buluşup yapışkan bulanık bir kütleye dönüştü. Toparlanıp düşünmesi gerekti. Bir şey ilk defa gerçekten gerekti diye düşündü. Bir denge bozulmuştu ama olmayan neydi? Çalındı mı yoksa kayıp mı etti, o da herkes kadar emin olamadı başta. Birden elinde sigara olmadığını gördü dizleri üzerinde odanın köşesindeki sigara paketine doğru harekete geçti. Tam uzanacakken duvarlar daha fazla dayanamadı ve siyah yoğun bir sıvı odaya doldu. Çırpınmaya başladı, sıvının içinde en son kaybolan korku dolu gözleri (normalde de öyleydi) yusyuvarlak açılmış nefes almaya çalışan ağzıydı. Adam, soluk soluğa uyandı. Yanındaki kadın da o kadar hızlı kalktı ki, adam, yaşadığı dehşeti paylaştığını düşünüp bir parça kendini rahatlattı. Kadının olan bitenden haberi yoktu 17 yıllık evliliklerini düşününce biraz ürperti ve heyecan hoşuna gitmişti ama içten içe merak da ediyordu olanları. Adam gördüğü şeyi (kabus diyemiyordu) düşünürken elinin tersini alnına bastırdı. Sigaraya uzanırken bir şeyler hatırlar gibi oldu. Artık sevişmeleri daha kısa sürüyordu. Adam üstüne bir sigara yakamayacak kadar suçlu hissediyordu kendini. Sigaraya yine uzanamayacağını sandı, bu ihtimali düşünüp vazgeçebilirdi yine. Kadın çoktan uykuya dalmıştı. Ortalık sessizleşince adam utana sıkıla sigarasını yaktı, kafasını yataktan sarkıtarak yere üfledi dumanını. Gözleri karardı, midesi bulandı duvarlar titremeye başladı adamın kalp atışları hızlandı. Sonra her şey gerçeğe(!) yakınlaştı. Sıkıcılaştı sıradanlaştı, üçüncü şahsın sınırları böyle yıprandı… Adam, bir yalnızın düşlerinden çalınan o dakikaları hiç unutamadı. 13
AYLAK FANZİN
Aylık Kültür-Sanat ve Fikir Dergisi
PARALEL BAR •Egecan ORMANCI
PARALEL BAR Uyandım. Kocaman yaşlı bir meşenin dibindeydim. Kalktım, yürümeye başladım. Hava soğuktu, yağmur çiseliyordu ve çok üşümüştüm. Altımda bir şort, üstümde bir gömlek vardı sadece. Başım çok şiddetli ağrıyordu, üstüne üstlük on dakika sonra da durmaz bir burun akıntısı başlamıştı. Burnum her aktığında, burun deliklerimden akıp üstümdeki yağmur damlalarıyla birleşen sıvı yüzümden vücüduma geçip göğüslerimden kavislenerek yere düşüyordu –sanki beynim adım adım toprağa damlıyordu. Bana ne olduğunu bilmiyordum, nerede olduğumu da. Hatta kim olduğumu dahi bilmiyordum tek bildiğim her yer karanlıktı, etrafımda sadece ağaçlar ve ince bir pus vardı. Kendimi o kadar kimsesiz ve yalnız hissediyordum ki etrafta herhangi bir canlı görmek için can atıyordum. Daha sonra, çok uzaktan baykuş sesleri geldiğinde bile sevinmiştim açıkçası. Yarım saat kadar yürüdüğümde ileriden bir ışık huzmesi vurdu yüzüme. Bu yüzümü gün ışığı gibi ısıtan aydınlığa çok şaşırmıştım açıkçası. Orada yaşayan insanlar olduğunu düşünerek adımlarımı yönelttim ışığa doğru. Işığın kaynağına vardığımda buranın ahşap bir ev olduğunu gördüm. Kapısında bir güçsüz ampül
14
yanıyordu ve ötedeki tabelada sadece “PARALEL” yazıyordu. Ahşap eve doğru hareketlenmiştim ki içeri girip girmemekte tereddüt ettim –ne kadar aciz durumda olsam da içerde daha berbat durumda kalabilirdim. İçeri girip girmeme konusunu düşünürken, kapının önünde uzanan köpeğe gözüm ilişti. Hiç gözünü ayırmadan bana bakıyordu. “Çekinme içeri gir” diye bir ses duydum, korkuyla etrafıma bakındım. Çevremde kimse yoktu, galiba köpek konuşmuştu. Ağzının oynamıyordu evet ama konuştuğu hakkında yemin edebilirim. Kapının önündeki köpeği atlatıp içeri girdim. İçerde J.R. Morton’ın The Crave şarkısı çalıyordu. Beş masalı, duvarlarda içleri boş çerçeveleri olan loş bir bardı burası. Sağ tarafımda kocaman bir şömine yanarken sol tarafımda da üstkata çıkan merdivenler vardı. Tam üstümde büyük bir avize vardı ama dışarıdaki gibi sadece bir ampul yanıyordu. Masaların çoğunda toz vardı –toz olmayan masalar da doluydu zaten. Merdivenin yakın olan masada hippi kılıklı bir çift vardı. Sürekli gülüşüyorlardı, el-kol hareketlerinden çok mutlu olduklarını anlamıştım. Kapının önünde saf saf dikilip onları izlerken mutfaktan çıkan bir kadın, masanın arkasından bana seslendi: “Hoşgeldin tatlım, biz de seni bekliyorduk!”
AYLAK FANZİN
Aylık Kültür-Sanat ve Fikir Dergisi
Şaşırmıştım. Bu kadın beni nerden biliyordu? Ben daha önce buraya gelmiş miydim? Barmaidin bana seslendiğini duyunca dikkat etmediğim diğer masa bana baktı. Üç kişiydiler, Barmaidden tarafa oturan adam iri ve yaşlı bir adamdı. Başında siyah kovboy şapkası, üstünde siyah bir kaban ve keten pantolon vardı. Yüzü kırışmıştı, her bir kırışıklık yaşadığı tecrübeleri insanın yüzüne vuruyordu sanki. Yüzünün önüne düşen beyaz saçları gençken ne kadar yakışıklı olduğunu anlatıyordu insana. Hippilerden tarafa oturan adamın üstünde bembeyaz bir pantolon vardı hatta gömleği de beyazdı. Genç görünüyordu, en fazla 30 yaşında olmalıydı. Sakalları aşırı uzundu, “bunları ergenliğinden beri uzatıyor olmalı” diye düşündüm. Boynunda bir nokta ve noktanın etrafındaki yörüngeden oluşan kolye taşıyordu. Şömine tarafında oturan diğer adam gayet şık biriydi, üstünde güzel ve pahalı olduğunu düşündüğüm bir siyah suit vardı. Ayakkabıları siyahtı, yeleğinin cebindeki mendilin işlemesi çok güzeldi ve takımıyla birlikte bütün bunlar üstünde çok iyi durmuştu. Kol saati parlak gümüştü. Yüzü yeni traşlanmış gibiydi, saçları da yana yatırılmış şekildeydi. Masanın en yaşlısı bana seslendi: “Küçükhanım! Hoşgeldin, gel yanımıza otur. Çekinerek yanlarına gittim. Boş olan sandalyeye oturdum. Neler olacağını hiç bilmiyordum, hiç bir şey de tahmin edemiyordum –kafam allak bullaktı. Ben oturunca adam konuşmaya başladı. “Evet, kafanda yüzlerce soru var evet, ama daha bunları sormadan en bilinen, tahmin edilebilinen soruları cevaplayayım. Kim olduğunu, nerden geldiğini biz de bilmiyoruz. Bu ıssız yerde bu barın olmasının sebebi bu barın burada olması. Barmaid seni biliyor çünkü bu bara eninde sonunda biri gelecekti, sen geldiğine göre seni bekliyordu. Ayrıca buraya daha önce hiç gelmedin ama bu daha sonra gelmeyeceğin manasına gelmez. Ve.. ve buradaki herkes birbiriyle önceden beri tanışmıyor; şuradaki kıkırdayan çift hariç. Ben buraya epeydir gelirim, her geldiğimde barmaid hanımefendi hariç herkes farklıydı. Bir de şey var... Hmmm... Meşenin altında mı uyandın?” Yaşlı adamın bu uzun tiradının ardından bu soruyu beklemiyordum, şaşırmıştım. Kekeleyerek
onayladım onu. “Klasik. Ve “Bir Şey Bilmeyen Kadın” şimdi bizi takdim edeyim sana. Bu beyazlar içindeki adam “Yürüyen Adam” . Bu adam sürekli yürüyor, dağları tırmanıyor; uçurumlardan atlıyor, okyanusları yüzüyor, gece gündüz dur durak bilmeden yol alıyor. Hiç bir şey ona engel olamıyormuş dediğine göre. Ayrıca kendisi bin üç yaşında. Burada olmasının sebebi soğuk bir bira içmek. Doğru mu konuştum Yürüyen Adam? Evet, diye yanıtladı onu Yürüyen Adam. “En son da sana Amazondaki Ruslardan bahsediyordum, orada kalmıştık hatta.” Yüzünde konuşmasının bölünmüşlüğünün sabırsızlığı okunuyordu. “Amazondaki Ruslar mı?” diye sorumu patlattım, çok merak etmiştim çünkü. “Amazonda Rusların ne işi var?” “E Amazon Ormanları Rusya’da ya hanımefendi? Coğrafyanızın bu kadar berbat olabileceğini beklemiyordum. “Ne diyorsunuz siz Amazonlar Güney Amerika’da!” Yürüyen adam bana karşılık verecekken yaşlı adam araya girip bizi sakinleştirdi ve neyin ne olduğunu hepimize açıklayacağını söyledi. “Devam etmek istiyorum izninizle, bu şık bey ise “Uzaylı”. Ona bu şekilde hitap etmemizin sebebi hepimize göre çok farklı bir “paralelden” gelmesi. Farkındaysan hiç konuşmadı, çünkü konuşsa da hiç bir şey anlamazsın. Biz epey uğraştık ama anlayabildiğimize göre geldiği yerde şirketini batırınca buraya düşmüş. Bak sana gösterelim, mesela bu nedir Uzaylı?” diye elindeki viski bardağını gösterdi yaşlı adam. “Kırmızı.” Diye yanıtladı Uzaylı onu, aşırı tok bir sesle. “Gibi.” Dedi yaşlı adam ve devam etti, “Her şeyi bizden çok farklı isimlendiriyor, bar taburelerine “sarımsak” diyor, gözlüğe “kabahat”, paraya da “şeytan” diyor. Tabi bu konuşmasını güçleştiriyor. Ama bizi zamanla anlayabileceğini umuyorum.” “Ve bendeniz de Müdavim, hakkımda konuşulacak pek çok şey yoktur, bu ismi uzun zamandır buraya takıldığım için bana barmaid hanımefendi taktı. Altmış sekiz yıldır yaşıyorum ve daha hiç bir şeyi öğrenmedim. Sadece hayvanlarla konuşabiliyorum ve evet dışarıdaki köpek benim.”
15
AYLAK FANZİN
Aylık Kültür-Sanat ve Fikir Dergisi
Konuşmasını bitirdi yaşlı adam. Rahatlamıştım iyice ama kafamda daha binlerce soru vardı, konuşmaya başlayacakken barmaidin sesi geldi, beyazlıya sesleniyordu:
“Peki, zihnimin buraya getirme meselesi? Tam anlamadım. Yani ben zihnim normal aktivitesine döndüğünde sizi hatırlamayacak mıyım? Bir daha karşılaşmayacak mıyız?” diye sordum.
“Hey Johnnie Walker! Bir tane daha alıcak mısın? Ondan onayı aldıktan sonra hepimize sırayla sordu. Param olmadığını söylediğimde “Burada şeytan geçerli değil” diye seslendi Uzaylı’ya bakarak. Herkes güldü bu şakaya. Ve bana bir sıcak bir kahve yapacağını söyledi.
“Yüksek ihtimalle hatırlayacaksın” diye cevap verdi. “Ama o tarafta görüşemeyeceğiz.”
Masa sessizleşti, şimdi barda House of the Rising Sun çalıyordu Animals’tan. Yaşlı adam teker teker gözlerimize bakıyordu ve artık dayanamayıp konuşmaya başladım. Konu konuyu açtı... Herkes geldiği yeri anlattı, neyin ne olduğunu, tarihi, tüm bildiklerini. Benim aklıma tarihten bütün bildiklerim geliyordu, kendimi bilmeyip tarihi bilmem de garip bir ironiydi. Çok keyifli bir sohbetti, acayip zevk almıştım. Arada barmaid de katılıyordu bize, gülüşüyorduk. Hatta gülüşmelerimize hippi çift bile katılıyordu bazen. Dışarıdaki soğuk hava yalan olmuştu, gayet sıcaktı burası... Biz böyle konuşurken tam 7 saat geçmişti. Artık sormam gerekeni soracaktım. “Müdavim, peki biz böyle bütün hayatımızı anlatıyoruz da, biz aynıyız, hepimiz insanız ama dünyalarımız bahsettiklerimiz farklı. Yaşamlarımız farklı, yani demek istediğim aynı dünyadaki farklılıklar değil, tamamen farklı komplekslerden bahsediyorum. Neden böyle?” “Şöyle anlatayım, burası paralel evrenlerin kesişme noktası. Muhtemelen sen şu an burada değilsin aslında, kendi dünyanda tamamen farklı bir şey yapıyorsun. Ne yaptığını bilmiyorum ama her ne yapıyorsan zihnini buraya getirmiş olmalı. Şu an biz de senin gibiyiz, ben ne yaptığımı biliyorum şu an diğer arkadaşlar da biliyorlar neler yaptıklarını. Mesela Yürüyen Adam yüksek ihtimalle kendi reelinde – yani dünyasında – şu an bir okyanus falan geçiyor çünkü epeydir burada (Yürüyen Adam onu onayladı kafasıyla). Okyanus geçerken aklı başka bir yere gidermiş, aklı da onu buraya getirdi. Ama bildiğim şey şu, senin dünyandan gelenler (yani senin anlattıklarınla aynı şeyleri anlatanlar) hep bir meşenin altında uyandıklarını söylüyorlar. Sizin dünyanın bu “paralel evrenlerin kesişme noktasına” olan geçidi meşe ağacı olsa gerek.
16
Üzülmüştüm. Bu insanlara çok çabuk alışmıştım, farklı ülkelerden en yakın arkadaşlarım gibi geliyordubana. “Peki ben zihnimin ayıldığını anlayacak mıyım? Yani buradan zırt diye mi gideceğim? Hayır dedi, Müdavim. “Her yer giderek siyahlaşacak, sesimiz duyulmaz olacak ve ayılacaksın. Aslında gördüğün gibi her şey bizim kafamızda bitiyor. Bütün bu alacakaranlığı yaratabilen de biziz zihnimizde, bütün aydınlığı da. İstersek zihnimizle böyle bir “paralele” bile gelebiliyoruz. Önemli olan açabilmek, bilinçaltını saçma şeylerle doldurmak yerine onu açabilecek, genişletebilecek besinler vermek. Belki çok beslediğin için buradasın sen de, belki de tamamen zihnindeyiz ve aslında hiç yokuz.” Anlamıştım. Artık öğrenmiştim ve içimde bir boşluk olmuştu. Bunun üstüne bir dakika kadar sessiz kalıp düşündüm, ama düşündükçe boşluk büyümeye başladı. İçimdeki bu boşluğu durduramıyordum. “Beyler, karnım.” Dedim. Karnın mı ağrıyor diye sordu Yürüyen Adam. Onu onayladığım anda Uzaylı’nın tok sesisini duydum. “Uyuyorsun.” Bunun anlamını biliyordum. Yanımdakilerin kollarından tuttum. Her şey Müdavim’in dediği gibi oluyordu en başta ortalık kararmaya başladı, sonra sesleri azaldı. Bana bağırıyorlardı ama tepki veremiyordum. Kollarını hissetmemeye başladım ve ellerim boşlukta bir pençe gibi kapanmaya başladı. Artık tamamen yok olmuşlardı. Gözlerimi açtım, gözlerimi iyice açtım. Hiç bir şey göremiyordum, sadece boş bir karanlık vardı. Ayaklarım yere basıyor diye düşündüm, yere baktım ama yer de karanlıktı, karanlık bir boşlukta yürüyordum. Ateşim çıktı ve kendimden geçtim.
Uyandım.
AYLAK FANZİN
Aylık Kültür-Sanat ve Fikir Dergisi
OYUN • Haydar Haluk CEYLAN
Henüz
törpülendiği her halinden belli tırnakları, uzun ince parmakları, bileğine kadar inen gömleği ve tüm ışıltısıyla parlayan kol düğmeleri ile yeni diktirdiği takımının içinde oldukça güvenilir biri izlenimi veriyordu. Aynanın karşısında koyu bordo kravatını son kez düzelttikten sonra aynaya kendinden emin bir bakış atıp tekli koltuğun konuşlandığı yarısı açık pencereye doğru yöneldi. elinde dün gece birkaç dakika içerisinde hazırladı konuşmasının metni vardı. tekli koltuğa oturdu ve dört parça halinde katladığı metne son kez göz attı. Ağzından çıkacak kelimeler 7 kıta, 5 okyanus, 194 ülkede yankı bulacak, ekonomik hamlelere konu olacak yeni hareket alanları yaratacaktı. Bunun bilincindeydi ve bu durum onun koca egosunu şişirmek için yeterliydi. Bir Fransız kadar milliyetçi, bir İngiliz kadar ukala ve bir İranlı kadar muhafazakardı. Yapacağı konuşmanın sorumluluğunu omuzlarında hissediyordu ama onu durduracak bir gücün olmadığının da farkındaydı (en azından öyle olduğunu sanıyordu). Metnin içindeki keskin cümlelerin üzerinde ısrarla durup ses tonunu belirlemeye çalışıyordu. Sesi odanın içinde yankılanıyor, yarı açık pencereden süzülüp dışarıda kayboluyordu. Sanki 3.Dünya Savaşı’na neden olacak konuşmayı yapacaktı. Sanki kelimeleri Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Franz Ferdinand’ı öldürecekti. Tüm bunlar olurken birden odanın kapısı çaldı, kapının sesini duyar duymaz dört parça halinde katladığı metni ceketinin iç cebine konuşlandırdı. Tok bir ses tonuyla: -Giriniz!.. diye seslendi. İçeri üzerinde açık kahve tonlarında şık bir takım elbiseyle kısa boylu kilolu kel biri girdi. Gelen uşağı Martin’di. Martin’i tüm Dünya Başkanlık danışmanı olarak tanıyordu ama o Martin’i uşağı olarak görüyor, her işini ona yıkıyor, her seyahatinde onu da yanında sürüklüyordu. Martin 40’lı yaşlarda siyaset bilimi eğitimi almış evli ve 1 çocuğa sahip başkana oldukça sadık güvenilir bir parti üyesiydi. -“Konuşmanız hazır mı efendim? Bu kez benden kontrol etmemi istemediğiniz için merak ettim.” Dedi Martin. -“Bu kez konuşmamı herkesle birlikte öğrenmek zorundasın Martin” dedi başkan. Tekli koltuktan kalkıp içki dolabına doğru yöneldi ve Martin’e kapıyı kapatıp içeri girmesini söylercesine bir el hareketi yaptı. -“İçkinizi ben koyarım efendim lütfen yerinize geçin.” dedi Martin. İçki dolabına doğru yönelip her konuşmadan önce yaptığı gibi başkanın viskisini hazırlayıp ikram etti. O ana kadar anormal giden hiçbir şey yoktu. Martin başkanla birkaç kısa diyaloga girip odadan çıktı. Başkan viskisinden bir yudum alıp ceplerini yokladı. Büyükbabasından yadigar köstekli saati ve katlanmış haldeki metin olması gerektiği yerde, ceplerindeydi. O ana 17
AYLAK FANZİN
Aylık Kültür-Sanat ve Fikir Dergisi
kadar yapmadığı bir şeyi yapıp köstekli saati cebinden çıkardı. yatağının yanı başındaki çekmeceyi açtı ve saati oraya koydu. Bunun yerine eşinin doğum gününde hediye ettiği koyu kahve deri kordonlu kol saatini taktı ve saate baktı. Zaman gelmişti. Kapıya doğru yöneldi ve odadan çıktı o sıra kapısının önünde nöbet tutan kolluk güçleri ona selam verip asansöre kadar eşlik etti. Asansörle zemin kata indi resepsiyondaki tüm görevliler onu görünce ayaklandılar. Otelden çıkmasına yakın koca koruma ordusu etrafını sardı. Alışılmışın dışında bu kez onu takip eden bir basın ordusu yoktu. Başkan makam aracına binip otelden uzaklaşırken konferans salonuna da yaklaşıyordu. Konferans salonunda başkan gelmeden günler önce gerekli önlemler alınmış gereken yerlere kolluk güçleri yerleştirilmişti. İçeride pek çok ülkeden bakan, başbakan, dini liderler ve üst düzey yöneticiler vardı. Herkes yapılacak konuşmanın sertliğinden haberdarmışçasına endişeli ve gergin bir bekleyiş içindeydi. Başkan koruma ordusuyla birlikte Konferans Salonunun avlusuna gösterişli bir giriş yaptı. Otelden çıkışının aksine burada bir basın ordusu onu bekliyordu. Patlayan flaşlar, bağlanılan canlı yayınlar eşliğinde konferans salonundan içeriye girdi. İçeride onu bekleyen konuklar düşünülenin aksine görkemli bir karşılamada bulunmadılar, endişeleri davranışlarına yansımıştı ve alkışlar soğuk birkaç el çırpmadan öteye taşınmamıştı. Tüm bakışların üzerinde olduğunu hissettiği yere, kürsüye çıktı. Kendi tabiriyle tüm dünyaya meydan okumaya ekonomik savaşın fitilini ateşlemeye hazırdı. Kalabalığa doğru şöyle bir baktı. Mikrofonu hafifçe düzeltti ve konuşmasına başladı: -“Dünya’nın dört bir yanından gelen sizlerin burada bulunma amacı ne benim ne de ülkem, biliyorum ki sizler ülkemin senaryolaştırdığına kendinizi yıllardır inandırdığınız ama kendinizi de bu senaryoya dahil etmekten alıkoymadığınız yeni dünya ekonomisinin içinde bulunduğu buhrana kurban arıyorsunuz…” Başkan çok sert ithamlarla dolu olan konuşmasının henüz yumuşak kısımlarını, yani başlarını dile getirirken içerideki gergin havaya aslında uzun zamandır hazırlığı süren bir plan dahil oldu. Günler öncesinden gerekli güvenlik önlemleri alınmış olmasına rağmen o gün basın kartı olmayan bir kameraman elinde diğer kameralardan boyut olarak farklı ve düzenek olarak çok daha teferruatlı duran bir kamerayla konferans salonuna girmeye çalışıyordu. Kolluk kuvvetleri gerekli izninin olmadığını öne sürerek bu basın mensubunu içeri almamakta ısrarcıydı. Ancak kameraman bir süre sonra Başkanlık Danışmanı Martin’in imzaladığı özel bir izin kağıdıyla içeri girmişti. İşte o kameraman ve kurulu düzeneği daha önceden planlandığı gibi başkanı cepheden gören bir köşeye konuşlanmış sıranın ona gelmesini bekliyordu. Kamera düzeneğine bağlı bir Manlicher Carcano sıranın ona gelmesiyle ateşleniyordu. Başkan önce karın bölgesinden yaralanıyor, yere yığılmasıyla birlikte kaçışan kalabalıktan istifade eden tetikçi ikinci kez ateş edip olay yerinden uzaklaşıyordu. Başkan o gün büyükbabasından yadigar kalan köstekli saati çıkarmamış olmasının bedelini ilk kurşunda yere yığılmasıyla ödüyordu. Tüm bu kargaşanın içinde apar topar hastaneye kaldırılan başkan ilginç derecede olması gerekenden çok daha fazla kan kaybına uğradığı için ölüme yürüdü. Yapılan otopside başkanın aşırı kan kaybına neden olan şeyin coumadin tarzı bir ilaç olduğu ortaya çıktı. Ailesi ve doktorları başkanın bu tarz bir ilaç kullandığından haberdar değildi. Üstelik ilaç alkolle birlikte alındığında kan üzerindeki etkisi bariz şekilde artıyordu. O gün kendini kimsenin durduramayacağına inanan başkan durdurulmuştu. Gecenin dikkat çeken bir başka yönü ise elinde açık kahve tonlarında takım elbisesiyle aynı rengi taşıyan kalın bir dosya taşıyan Martin’in gece boyunca muhaliflere yakın tavırlar sergilemesiydi. Başkanın ölümünden sonra Martin kendini halef ilan etti. Parti içi muhalefet de ilginç şekilde Martin’e sahip çıktı. Martin önce partinin ardından da ülkenin başına geçti. Martin’in kabinesinde kaybedilen başkanın en derin düşmanlarının görev alması kafaları kurcalayan en büyük soru olarak yıllarca söylenegeldi. Yıllar sonra ortaya çıkan gerçekler bütün bu soruların cevabını ortaya çıkardı. O gece Martin’in elinde parti içi statükonun uzun zamandır hazırladığı bir plan vardı. Bugün gün yüzüne çıkan o dosyada yazanlar, suikastin gerçek failinin yıllar sonra yaptığı itiraflar tek bir gerçek üzerine odaklanmıştı: Bir Dünya komplosu olduğu iddia edilen suikastin nedeni aslında basit bir parti içi çekişmeydi. 18
Aylık Kültür-Sanat ve Fikir Dergisi
YİTİRMEK
AYLAK FANZİN
BANA ATEŞ EDER MİSİNİZ?
adımlarımın yola değdiği gölge sen de unutanlardan mısın bir şeyleri, bir şekilde
• Osman ÖZEN
karanlığına yığıldığım gece sen kimin ihanetini üstüne aldın niye soluk bir düşten canlanıvermiş gibi yıldızların susuyorum, ağlamaksız. ve ansızın hatırı sayılan bir anı kadar, yarım tanıdık bir selamı özlüyorum yalnızım.. ya da mesela şu insanların durmadan birbirine sürtündüğü dar bir sokak gibi tüm bu kelimeler, kağıtlara fısıldadığım sanki az sonra bir bekleyişi sonlandıracağım huzursuzum sokak karanlık anlık..
Bir paketin içine kaç tane sigara konulması gerektiğine karar veren zihniyet, para kazanmayı hak ediyordur her zaman. Benim böyle bir kıstasım yok. Olsa iyi mi olurdu kestiremiyorum. Mutlaka hayatımın içinde, daha amiyane bir göz açısından geçirirsem cümleleri, elimin altında bulunsun dediğim nesnel gerekçelerim olmadı. Özneleri zaten gizli tutuyordu devletin resmi kurumları. İçtiğim sigarayı kimin ürettiğini hiç bilmiyorum mesela. Kadın mıydı, erkek miydi yoksa? Fark eder miydi bu sorunun gayri ihtiyari cevabı. Sigara; kavruk iklimli Anadolu kırsalından elitist-global tüccarların modernliğin sıkıntısıyla inşa ettiği büyük şehirlere yolculuğunu temsil ediyordu. Bir alışkanlıktı sadece. Rutin hayatımızın ateşe verilmiş en dertli yanı. Bir de katildi sigara. Uğruna her yıl bir kaç şehir nüfusunda insanların hayatlarını verdiği ve ülkenin bütün cinayetleri gibi bu da devletin kontrolündeydi.
ve tüm bunlara rağmen ayaktayım. uyandım ve ayaktayım en tatlı yerinde tek tanrılı yalnızlığın. ayaktayım telaşlı ev sahibi gibi. giderek büyüyen korkunun ve yitirmenin, bir tanrı tasvirinin satır arasında vücut bulmuş haliyim, karşındayım yani herkes, her şey olarak ayaktayım buradayım... Onur ÖZKAN 19
AYLAK FANZİN
Aylık Kültür-Sanat ve Fikir Dergisi
KARŞILAŞTIRMALI EDEBİYAT •Okan CAN Yalnızlık adam olmayanların vereceği sevgiden daha yeğdir... Mevlana Ahmaklarla olmaktansa yalınlık daha iyidir... Jean De Lafontaine İnsan kendini hiç bir yerde karıncalar gibi kaynaşan kalabalığı yarıp geçtiği gibi yanlız hissedemez. Goethe Asıl yalnızken yalnız değilim... Schiller Mutlak yalnızlık bana gittikçe temel formül gibi, asıl tutkummuş gibi geliyor.Yani yapıtların en güzellerini yarattığımız anları yalnızlığa borçluyuz.Pek çok şeyi yalnızlık uğruna feda etmeyi bilmek gerekir... Nietzsche Okumak öğrenmeye yol açar. Ama dehanın okulu yalnızlıktır... Alex Browning Uzağa değil usta. Öteye hep öteye gitti. Yalnızlığı ondandır... Özdemir Ashaf Yalnızlık düşüncelerimizin duvaraçarpıp tekrar içerde kalmasıdır... Jan Paul Sartre Yalnızlık insanın çevresinde insan olmaması değildir.İnsan kendisini önemsediği şeyleri başkasına ulaştıramadığı ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğu zaman kendisini yalnız hisseder... Carl Gustav Jug Bu güninceliğin bireydeki sahici ilkesi, hakkında konuşmayı reddettiği şeyde gizlidir... Adorno Bir kişi bir yere bakıyorsa orada ilgilendiği bir şey vardır. Bir yere eğer kesinlikle bakmıyorsa orada kesinlikle ilgilendiği bir şey vardır... Freud Biri senden gözlerini kaçırıyorsa emin ol ki o gözlerde sana ait bir şeyler vardır... Dostoyevski İnsan yaşamayı ve yaşamamayı aynı şey olarak kabul ettiğinde özgürleşir... Dostoyevski Özgür insanın ölmekten daha az düşündüğü bir şey yoktur... Spinoza Akıl azaldığı oranda kaygı da azalır... Soren Kierkegaard Bilmek, lanetlenmektir... Adorno Büyük insanlar şu dünyada büyük acılar çekmek zorundadır... Dostoyevski İnsan aklı çoğaldıkça can sıkıntısı artar... Schopenhauer En güzel çiçekler mezarlıkta yetişir... Nazım Hikmet Felsefenin kuşu alaca karanlıkta uçar... Hegel Rahatlıkla mutluluk olmaz. Mutluluk acıyla elde edilir... Dostoyevski Zayıflılarımız gücümüzdür... Freud Beni öldürmeyen şey güçlendirir... Nietzsche İnsanlarla kurulan neredeyse bütün bağlar bir pislenme bir kirlenmedir.Ait olmadığımız acınası yaratıklarla dolu bir dünyaya indik.Daha iyi olan az sayıda insana saygı duymalı ve değer vermeliyiz.gerisine talimat vermek için dünyaya geldik.Onlarla arkadaş olmak için değil… Schopenhauer İnsanlığa hizmt yolunda büyük işler başarmayı düşlüyorum sık sık. Geçekten de insanların mutluluğu uğruna çarmıha gerilmeyi bile giderim belki.Ama öte yandan bir insanla aynı odada iki gün yalnız kalmaya dayanamam.Bunu deneyimlerimden biliyorum.Bana yakın olunca kişiliği onurumu eziyor. Özgürlüğümü kısıtlıyor.gel gelelim kişilerden nefret ettiğim ölçüde insanlığa olan sevgim artıyor… Dostoyevski Kimileri der ki bu sersem bundan adam olmaz.Ben de diyorum ki ne yapsın peki yanlış hayat doğru yaşanmaz…Dostoyevski Yanlış hayat doğru yaşanmaz… Adorno Havaya atılan taş bilinç kazansaydı kendi kararıyla havaya fırladığını söyleyecekti… Spinoza İnsanların varlığını vekirleyen onların bilinçleri değildir. Tersine insanlarını bilinçlerini belirleyen onların varlıklarıdır… Marx Tanımak, anlamak, harekete geçmek gerekir.Dünya hayal kurmak için değil onu değiştirmek içindir…Spinoza Dünyayo anlamak yetmez.Onu değiştirmek gerekir… Marks Her alışkanlık elimizi daha becerikli, aklımızı ise daha beceriksiz hale sokar… Nietzsche Alışkanlıklar günlük yaşamın diktatörleri… Tezer Özlü 20
AYLAK FANZİN
Aylık Kültür-Sanat ve Fikir Dergisi
"Ama böyle nereye?" dedi Kadın... "Burası olmasın da neresi olursa olsun!" dedi Adam...
TERANE • Onur DEVECİ
Fotoğraf: Ka
Mutlu olmaya çalıştım, mutlu olmak istedim. Somut şeylerde aradım soyut şeylerde aradım. Somut olana soyut anlamlar katarak kendi hayal dünyamda mutluluğu aradım. Güzel olana dokunmakla güzel olanın tüm güzelliğini hissetmek, onunla kaybolmak, onunla var olmak güzelliğini dünyaya duyurmak istedim. Sınırlarımdan uzaklaşmayı istedim, çünkü sınırlar güzel olana güzel dememi de önlüyordu. Boyum kısaydı, vicdanım rahat değildi, güvenim yerimde değildi. Hatasız olan ben olmalıydım. Hem mutlu hem de hatasız olmak… İnsanlık ölse ruhu bende kalmalı, sevgiyi ben kucaklamalıydım. Mantık dışı bir cümle.. Mantık dışılığından zaten tüm dünyada hatta evrende güzel olan her şeyi arayışım. Soyut olanla dalga geçmeye gelmezdi öyle. O kadar da ağır olurdu ki aslında binlerce ton kayayı kaldırsam(!) terler pestilim çıkar ve ölürdüm, ama mutlu olmaya çalışıp doğal, eşit ve sorgusuz sevgi peşinden koşarken kalbim her an teklerdi; ölüme yaklaşmak her dakika. Mideme kramplar girer, kalbim sızıntıdan kıvranır, beynim zonklardı. Müzikte denemek istedim şansımı; güzel olan her şey pahalıydı, zaten zordu ama iş başka arkadaşlık başkaydı. Az vakit geçirmek heba ediyordu müzik bilgimi çok vakit geçirmek hayatımdan çalıyordu. Orta yollu bir orospu misali kıvrıla kıvrıla yaşamamı istiyordu hayat. Beklentisi buydu, an geldi domalırken çaldım gitarımı. Bu hayata yetmiyordu iyi inlemeliydim hem, ateşli ve azgın tutunmalıydım sıkıca ona. Bir o kadar da çoktu orospusu ne zaman istese satmakta özgürdü beni bir an olsun iyiyi oynayamasam. Çabala çabala, unut bir an tekrar çabala, hayatı zevklendirebiliyorsam ben de zevk
alıyordum çünkü tutundukça artıyordu inlemelerim. Acıtıyordu da bazen, yardım ediyordu meslektaşlarım dayan kızım bundan iyisini mi bulacaksın, yaralarımı sararken, hem boş bıraksan yerini kim bilir hangi berbat orospunun inleyişleri çınlatacak kulaklarını. Dayan ha kızım dayan diyordu tecrübeli ablalardan en iri göğüslüsü, mutluydu da aslında hafiften. Bak bana nasıl da dimdik göğüslerim bunca acıya rağmen yeter ki sen istekli ol satmaya kendini. Hem pezevenk de olsa fena sayılmaz be güzelim, kıçındaki o kaslı iri kıyım elin imzasını gösterip, en umutsuz günümde bile ona sarılırım. Tehdidi büyük, varoş mahallenin o şairane sıska hayalleri, hepsi birleşse yine dolduramazmış içimi. Şimdi hayatta olmayan ama bir zamanlar hayata bağlı umuda göreymiş onlarınki, öyle ayarlanmış. Çocukken duymuştum; rivayete göre meleğe benzermiş yüzü, o küçücük bedeninde çok şeyler gizler, gülümsemesiyle mest edermiş herkesi, hayatı bile. En güzel yanı ve en hazin sonuysa çok rahat olmasıymış eğilip bükülmesi, gittiği herkeste aynı hissi bırakan ama paylaşılamayan bir melek.. Peki ne olmuş ona? Hayat bir gün çok sıkkınmış, umuda ihtiyacı varmış. Elbette kabul etmiş zavallı, hayatı ilk defa böyle yılgın görmüş. Kollarında ağlamaya başlamış, ağlarken de soyuyormuş onu ve daha sıkı sarılıyormuş umuda. O kadar berrakmış ki teni, hayat, gözlerinin kamaşmasını engellemek için bile ona sıkıca sarılmış olabilirmiş. Günlerce, aylarca, yıllarca sürmüş bu ilişki. Ne zaman öldüğünü kimse bilmiyor ama hayatın fütursuzca içine dalışlarına dayanamayıp can vermiş zavallı. Ne yazık! Ya bizim sonumuz… ya bizim sonumuz ne olacak? 21
AYLAK FANZİN
Aylık Kültür-Sanat ve Fikir Dergisi
KORUMASIZ TOPRAKLARI KORU, ÇOCUKLARIN YANINDA ASLA TÜKÜRME! Soğuk ayaz gecelerden, köprü altlarında yatan evsizlerdenim. Beni tanırsın sen.. Başımda simit tepsisi, bazen de bir tartı önümde, daha sekizime basmadan Hayat savaşı verenlerdenim. Beni tanırsın sen. Sakız satarım, bazen de nazar boncuğu, seni kem gözlerden korumak için. Ama ben hiç takmam o boncuktan. Nazar değmez çünkü bana. Hayatın feleği değmiş hayatıma. Nazar uğramaz yanıma. Beni tanırsın sen. Dilenirim bazen kırmızı ışıkta sen durduğunda, ayaz bir gecede yanına gelirim arabanın. Ne soğuk bu gece dersin, yanındaki dostuna. Soğuktan donmuş parmaklarıma, değmez ellerin. Beni tanırsın sen, boş sokaklarda, ayaz sabahlarda simit satarım, Boncuk satarım, sevgilinle oturduğun kafelerde gül uzatırım masana. Harfleri öğretmeden, rakamları öğrettiler. Okulda değil, hayat savaşında. Defterde değil, paraların üstünde.. Param oldukça karnım doyar, boncuk sattıkça ısınırım ben.. Hayat öğretti bana, gül uzatmayı sevgililere.. Romantik hiç değilim, ama uzanmış bir güle sevgilinin yanında, Zor hayır denileceğini bilirim.. Bir de tembih ettiler para üstünü doğru say diye.. İsmimi yazamam ama parayı tanırım, üzerindeki sıfırları iyi sayarım….. Hayat öğretti.. Sattığın simit kadar karnın doyar, sattığın boncuk kadar ısınırsın dedi.. Beni tanırsın sen aslında.. Simit alırsın benden çoğunlukla.. Ne yüzüm güler, ne gözlerim.. Hayat öğretti gülmemeyi.. Seni tanırım.. Gül uzatmıştım Çamlık'da sevgilinle otururken.. Geçen gün, ayakkabılarını boyadım, yüklü bir bahşiş kaptım.. Sakızda alırsın benden, naneli.. Ama görmezsin gözlerimi, bilmezsin renklerini.. Belki de daha sekizime basmadan gözlerimde beliren kederden korkarsın, O yüzden gözlerime hiç bakmazsın.. Teşekkür edersin ,bakmadan yüzüme.. Bende bakamam sana, utanırım.. Hayat öğretti utanmayı, paranın üzerindeki sıfırları saymayı.. Hayat öğretti sattığın kadar ısınmayı ve sattığın kadar açlığı unutmayı.. Hayatı öğrendim daha sekizime basmadan.. Beni tanırsın sen aslında, GÖZLERİME HİÇ BAKMADAN… " Korumasız toprakları koru, çocukların yanında asla tükürme" K.K
Onur AKBABA 22
Aylık Kültür-Sanat ve Fikir Dergisi
AYLAK FANZİN
MADAME BOUCHE İÇİN BİR MEKTUP Madame; Sessizliğimizi çığlıklarla bölen anılarımız var. Mesela geçen gün aramızdaki münasebetin münakaşaya dönüşmesi, buna ikimiz de razı değiliz biliyorum ama susmak bizim anlamımız. Şimdi, yani bu yarım ay gecesi, düzenli olarak yaptığım gibi seni düşünüyorum. Sende öyle bir sıcaklık var ki, ellerinde mi gözlerinde mi bilmiyorum. Ama öyle bir sıcaklık ki tüm güzel geçmiş, eğlenilmiş yaz akşamları gibi. Madame, her şeyden önce bilmeni isterim ki; ben kötü biri değilim. Şu ana kadar ne yaptıysam, ne söylediysem hiçbiri seni üzmek için değil. Sahiden bak. Yaşadığımız yer, omzuma yattığın bu toprak parçası, işte bu kahverengi ve az yeşil, bol gri, dünya evet, hayaller yok burada Madame. Burası gerçeklerin yeri ve gerçekler ciddi anlamda can sıkıcıdır ama aklı başındadır en azından. Seni, aklı başında bir şekilde seviyorum Madame. Uzun süren sessizliklerden sonra çıkan her ses bir çığlıktır, uzun bir aradan sonra yazdığım bu mektup ise tamamıyla ruhun şaraba yatırılmış halidir, sana olan düşkünlüğüm ve sarhoşluğumdur. Yazamadım diye bağışla beni hatta daha çok sev, saçımı okşa, elimi tut ve bırakma. Seninle yıldız düşürelim bırak, gidelim Ağustos akşamları yalnız kalalım.
Siyahla beyazın arasında bir kadınsın. Gri değil ama daha çok beyaza yakın. Masumiyet timsali gibisin. Kesinlikler arasında başka bir dünya var diyorsun ve o dünyada yaşıyorsun Madame. Susan insanlarla susmayan insanlar arasındasın örneğin. Ben sessisce konuşma ustasıyım. Yaşayanlarla ölüler arasındasın, o kadar beyaz işte. Kalbimdeki piyanoyu çalarsın, siyah beyaz, işitenlerle işitmeyenler arasındasın. Tüm anlatılardan ve yaşanmışlıklardan uzak, bambaşka bir kadınsın. Savrulmuş küllerinle sen bir yangınsın ya da ben yangın olarak görüyorum bu ateşini. Kim bilir belki de ben bu semtin en aşağılık aynı zamanda en gerizekalı adamıyımdır. Ateş olmak için ateşe dokunmak lazım derdi birileri. Biz ateşe dokunmayı çok küçükken öğrendik. Sana dokunacağım, yavaş yavaş, yağmurları yağdırarak, ateşini söndürmeden.
Yani Madame, sen bütün akşamüstlerisin, sen bütün kır düğünlerisin, sen baştan başa beyaz ve siyahsın. Ne çok benziyorsun sümbülteberlere. 'Başka türlü nasıl güzelleşir akşamüstleri'? Bütün iyi niyetlerim ve taşıdığım kocaman sevginle... Seni seviyorum Madame.
Fatih ÇİLLİK
23
AYLAK FANZİN
Aylık Kültür-Sanat ve Fikir Dergisi
KADIN VE FEMİNİST Feminizm kavramı işitilince alayla karşılanıyor önce. Birkaç yalnız kadının uğraşıymış gibi algılanıyor, güzel olsalardı feminist olmazlardı deniyor. Bütün bu algıların ve yakıştırmaların yanında çok az kişi kavrayabilmiş durumda bu insanlar neden feminist ve ne işe yarar feminizm. Artık her yerde çoğu zaman yandaş çığırtkanlıktan başka bir şey yapmayan burjuva medyasında bile yer alıyor kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddet. Ölüler ordusuna eklenen kadınlar basında yer alıyor, insanlar okuyor, izliyor ve ayıplıyorlar. Durdurun diyor kimileri, parmakla gösteriliyor cellatlar ama yine de sorunu çözecek asıl nokta göz ardı ediliyor. Kadın cinayeti demek kadın sorunu, sorunu dile getiren kadını susturmaksa onu öldürmek demektir. Kadını sindiren, onu yalnızca ailenin, mutlu(!) evliliklerin, annelik müessesinin, duygusal takıntıların, parazitsel hezeyanların içine hapseden anlayış bizi öldüren anlayıştır ve binlerce yıldır süregelmiş patriyarkanın kapitalizm ve kapitalizmin günümüzde ulaştığı nokta olan neoliberalizmle yaptığı anlaşmadan doğmuştur. Bu anlayışın temelini kavramak kadın soruna çok farklı yerden bakmamızı sağlar ve sahte çözüm önerilerine(bkz: kadın sorununa kökten çözümler ürettiğini iddia eden ama kadın diyemeyen Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı)kanmamamıza yardımcı olur. İşte feminist olmak bu yüzden ötekileştirilmiştir. ’Siz bırakın biz zaten hallediyoruz meseleyi’ diyen sevgili bakancıklarımızın en büyük tereddütü ise direnen, konuşan kadındır. İktidar kudretinin getirisi olarak elbet muhalefet her daim bastırılmaya çalışılacaktır(bkz. Türkiye’nin Yakın Tarihi)ancak baskı politikalarına tamamen ters düşen muhalefetin kadın kanadının ortaya çıkmasınaysa elbet müsaade edilmeyecektir. Yıllarca ataerkil zihniyetin uzantısı olarak belirli işlerin içine sıkıştırılmış kadınların ellerinin hamuruyla erkek işine karışmasına da müsaade edilmeyecektir tabi ki. Bu yüzden herhangi bir siyasi meseleye hoşlarına gitmeyen bir cevap veren kişi kadınsa karşı yanıt siyasi üsluptan çıkar kadın kimliğine hakarete girer. İşte feminist olmak bunun farkında olmaktır ve ket vurmak değil cevap vermektir soruna. Bugün gördüğümüz bütün sorunlar en ufağından en büyüğüne her şeyiyle bir bütündür. Denizli’de bir üniversite öğrencisi gece 11’de arkadaşından dönerken yolda neden tacize uğruyorsa, Ankara’da Ayşe Paşalı aynı nedenden tecavüze uğruyor ve öldürülüyor ve Urfa’da Ünzile aynı nedenden dolayı 12 yaşında kocaya ‘veriliyordu’. Toplumda katili, tacizciyi, tecavüzcüyü yargılayanlar-modern hukuk yargılamakta tamamen etkisiz kaldığı için onu dışarıda bırakıyorum-bir gün sonra kişisel bir durum olduğunda suçu tamamen kadına yığabiliyordu. Ahlaksız addedilen gece sokakta gezen açık giyinmiş kadın tacizi zaten hak etmişti demek ki içinde vardı, töre böyleydi evlendirmeseler olmazdı, onlar doğuştan bahtsızdı ve ölümü kocasının elindeyse onun kaderi böyleydi yapacak bir şey yoktu. Ortada karşılaşılan somut durumlar ne kadar acı vericiyse bu yorumlar o kadar can yakıcıdır. Lenin’in dediği gibi ‘Cinayete tanıklık edince tarafsız olamazsın. Durdurmak istemezsen taraf tutmuş olursun. ’Bugün cinayet Ünzile’nin 13 yaşındayken rahmine düşen bebektir, yaşından fazla adamın tecavüzüne uğrayan N.Ç.’dir. Peki bunlara verilen cevap ne olmalıdır? Öncelikle kadın olmanın ne demek olduğunu kavramak gerek elbet, yaratılmış farklılıkların farkına varmak çözüme bir adım yaklaştırır bizi. ’Kadın kadının kurdudur.’dan kurtulmak, kadını istendiğinde cinsel obje, istendiğinde anne, istediğinde erkeğe yardımcı addedildiği kimliklerinden sıyırmak gereklidir. Ve elbette her özgürleşme talebi gibi kadınların da mücadelesi sokakta kazanılacaktır, ömürleri boyunca yasaklı oldukları sokakları elde ettikleri gün kadınlar özgürleşmeye bir adım daha yaklaşacaklardır. Feminist olmak bu demektir, şiddete, her türlüsüne, tacize, tecavüze karşı durmak ve bunun nedenini toplumun içine işlemiş normlarda aramaktır, geceleri sokağa çıkan erkekten aslında bir farkının olmadığının farkına varmaktır, ülkenin herhangi bir köşesinde hiç tanımadığın kız kardeşini öldüren kocasının herkesin gözünde ne kadar meşru bir katil olduğunu görmektir ve bütün bunlara haykırarak dur demektir. Burcu ÖZDOĞAN 24