[Yıl] Eylül, Ekim, Kasım
[KİMLİK TARTIŞMALARI] Çoğunluk azınlığı kendine benzetme çabası içinde, azınlıksa kendi olarak kalma çabası içindedir. Çoğunluk, azınlığın kendi bütününü bozabileceği endişesindedir ve tez elden onu eritmenin yollarını arar, azınlık ise yok olmanın yollarını arar ve …
KİMLİK NEDİR? “Kimlik” kısaca, bireylerin ve toplumların belirgin özellikleri olarak tanımlanabilir. Ortak bir tarih ve coğrafya ortamında oluĢan kimliğin baĢlıca öğeleri dil, din ve geleneklerdir. Diller toplumların, kavramlar ise tüm insanlığın malıdır, yani evrenseldirler(iyilik, kötülük, doğruluk, saygı gibi).
Dil düĢüncenin aracıdır, ya da kendisidir, çünkü kelimeler olmadan düĢünülemez. Ġnsan hangi dili konuĢuyorsa o dille düĢünür. Dilin değiĢimi, kültür ve kimlik değiĢimini de beraberinde getirir. Örneğin bu gün Türkiye‟de yaĢayan Çerkesler Türkçe konuĢuyorlarsa kimlikleri, duygusal boyutta Çerkes kimliği olarak kalsa bile somut olarak Türk kültürel kimliğine dönüĢmüĢ demektir. Aynı Ģekilde Suriye ve Ürdün‟de Arap kimliğine, Amerika‟da Amerikan kimliğine dönülmüĢtür. Ve bunun adı asimilasyondur. Bir inanç ve ibadet sistemi olan dinler de kültürün ve kimliğin önemli bir kaynağıdır, bir baĢka deyiĢle dinler aynı zamanda birer kültürdür. Çünkü dinler insanların düĢüncelerine, bilinçlerine, yaĢam biçimlerine, davranıĢlarına yön verirler. Bu nedenle din değiĢtirmek, kültür ve kimlik
değiĢtirmek demektir. Eskiden kendilerine özgü dinleri olan Çerkesler, dinlerini bırakıp Ġslam Dinini kabul ettikten sonra, kültürleri ve kimlikleri değiĢerek Ġslami bir karakter kazanmıĢtır. Bu da orijinal ulusal kimliğin kaybı anlamına gelir. Gelenekler, ulusal kültürün ve kimliğin göstergesidir. Doğaüstü bir güce dayandırılan dinlerden farklı olarak geleneğin kuralları, yaĢamın gereksinimlerine göre toplum tarafından konulur, geliĢtirilir, değiĢtirilir. Toplumsal içeriği kalmayan gelenekler zamanla kendiliğinden elenir, yerine baĢkaları gelir. ĠĢgal, göç gibi baĢka kültürlerin etki alanına giren toplumların kültürleri doğal geliĢim yörüngesinden saparak kesintiye uğrar, değiĢir ve zamanla özelliğini yitirir ki bu da asimilasyondur.
ÇERKES KİMLİĞİ Çerkes kimliği, anayurtları Kafkasya‟da binlerce yılda oluĢmuĢtur. Çerkes kimliğini, Kafkas kimliğinin bir parçası olarak almak daha doğru olur. Çünkü Kafkas kimliği Çerkeslerden baĢka AbhazAbaza, Karaçay-Balkar, Asetin, Çeçen ve Dağıstanlılarıda içerisine alır. Kafkas kimliği bütün halkları birleĢtirici üst kimliğidir, çünkü her halkında bir ulusal kimliği vardır. Yani Kafkasya çok uluslu ve halklı harika bir ülkedir. BirleĢik Kafkasya sözü bunu anlatmaktadır. Uzak ve yakın zamanlarda Çerkesya‟yı gezerek Çerkesleri inceleyen ve tanıyan gezginler ve araĢtırmacılar, Çerkes dilinin ve kültürünün çok eski ve çok orijinal olduğu konusunda birleĢmektedirler. Bu
kültürün ve kimliğin baĢlıca özelliklerini Ģöyle sıralayabiliriz:
1. Çerkesler yerleĢik bir toplumdur. Köyler büyümüĢtür ancak henüz kent aĢamasına gelmemiĢtir. Tarım ve el sanatları ileridir. 2. Merkezi otoriteye dayanan devletleri yoktur, ancak yaygın otoriteli (gelenek-xabze) demokratik, özgür fakat disiplinli bir sosyal yapıları vardır ki ideal devlet sistemine en yakın örneği teĢkil etmektedir. 3. Hiçbir dil grubuna sokulamayan diller gibi dinleri de sade ve orijinaldir. Tek tanrılı bir anlayıĢ vardır ve bu tanrıya THA denir. Bazı doğa güçlerine verilen isimlere bakılarak Çerkes dininin çok tanrılı bir din olduğu söylenmiĢse de bu yanlıĢtır. THA, eski Yunan baĢ tanrısı Zeus gibi mitolojik bir güç değildir. Zeus bir tanrılar ailesinin baĢıdır evlidir, birçok sevgilileri vardır. THA‟nın böyle insana özel özellikleri yoktur, soyuttur, yani her Ģeyden münezzehtir (bütün sıfatların ötesindedir).
THA kavramına dayanan Çerkes inancı Musevilikten, Hristiyanlıktan, Müslümanlıktan daha eskidir. Yazılı kaynaklar Arapların ve Ġbranilerin ortak atası olarak kabul ettikleri Hz. Ġbrahim‟in babasının Mezopotamya yerlisi olmadığını, Kafkasya‟dan oraya göç ettiğini yazmaktadır. Ġbrahim‟in babasının adı Tevrat‟ta TERAH Kur‟an da AZER olarak geçmektedir. Çerkescede AZE usta demektir ve AZER de usta olan anlamına gelir. Kur‟an‟da Ġslam‟ın Hanif dini olduğu ve ona uyulması gerektiği ısrarla yazmaktadır. AnlaĢıldığına göre Sami ırkının (Yahudi ve Arapların) o zamanki geliĢmiĢlik düzeylerine göre gönderilmiĢ olan dinlerin kökleri Kafkasya‟da bulunmaktaydı. Ve onlar iĢin aslını biliyorlardı. VahĢet hali değil, uygarlık hali yaĢıyorlardı 4. Kafkas sosyal yaĢamında kadına gösterilen saygı, kız-erkek eĢitliğine dayalı iliĢkiler, düğünler, kıyafet, müzik, folklör Çerkes kültürünü ve kimliğinin özelliklerini oluĢturmakta idi. Dost olsun düĢman olsun Kafkasya‟yı görüp de oranın insanına, geleneklerine, yaĢantılarına, doğasına hayran olmayan kimse yoktur. Ve bunu eserlerinde açıkça belirtmiĢlerdir. 5. Kısaca Çerkes kimliği Tanrı, gelenek, insanlık (Tha, Xabze, Zafığe) üçlü kavramına ve temeline dayanıyordu. Ve amaç da insanlık olarak belirlenmiĢti ve Ģu kısa cümlede özetlenmiĢti: Çerkeslik insanlıktır (Adigağer zıfığe). Yukarıda kısaca özetlenen Çerkes kimliğinin köklü olarak değiĢmesine
sebep olan ve dönüm noktası oluĢturan iki önemli tarihsel olay var ki birincisi din değiĢtirmeleri, ikincisi de anayurtlarından sürülmeleridir. Zaten bu iki olay da birbirine bağlıdır, çünkü din faktörü olmasaydı Osmanlı ülkesine sürülmeyeceklerdi. Bir toplumun ülkesi, dini, dili ve gelenekleri değiĢirse kendisi de değiĢir ve baĢka toplumların parçası haline gelir. Bizde olan budur.
geleneklerini, eski inançlarını sürdürüyorlardı ve yeni din onların yaĢantısında fazla bir değiĢiklik yapmamıĢtı. Fakat göç olayı onlarda tam bir Ģok yaratmıĢtı. Ne olacaklarını, ne yapacaklarını bilmiyorlardı. YerleĢtikleri ülkelerin dillerini, geleneklerini bilmiyorlardı. Sadece bir din birliği mevcuttu.
SÜRGÜN VE KİMLİK ŞOKU Önceleri yağmacı göçebe kavimlerin, sonra Cengiz, Timur, Kırım gibi düĢmanların saldırılarına uğrayan Kafkasya, en sonunda en büyük düĢman Rusya‟nın saldırılarına hedef oldu. Asırlarca süren kanlı savaĢlardan sonra 1864‟te kesin olarak iĢgal altına alındı. Ruslar doğu Kafkasya‟da toplu sürgüne gerek görmediler. Fakat jeostratejik nedenlerle, yani dünyaya açık, Çerkeslerin tehdidinden uzak, güvenli bir Karadeniz yaratmak için Batı Kafkasya‟yı boĢaltmaya karar verdiler ve Çerkesleri (Adige, Ubıh, Abhaz) toplu olarak Osmanlı ülkesine sürdüler. Bu sürgün Çerkeslerin tarihinde ve kaderinde ölümcül bir dönüm noktası oldu, çünkü dönüĢe olmayan bir yola girilmiĢti. Söz konusu olan, geçici bir göç ya da sığınma değil, kalıcı bir göçtü. Anavatanın kaybıydı, kimliğin kaybıydı, bir kültür ve kimlik Ģokuydu. Osmanlı Devleti Çerkesleri Anadolu‟da Türklerin, Suriye ve Ürdün‟de Arapların, Balkanlar‟da Sırpların, Bulgarların, Makedonların arasına köyler halinde yerleĢtirdi. Bir kısmını da diğer köylere üçer beĢer hane Ģeklinde dağıttı. Kafkasya‟da Çerkesler her ne kadar Müslüman olmuĢlarsa da dinlerini
Sürgünden sonra Çerkesler, yaklaĢık yüzyıl kadar bir süre, diğer kültürlerle iletiĢimin az olduğu dıĢa kapalı köy yaĢantılarında geleneklerini kimliklerini koruyabildiler. Köyden köye mızıka sesleri yankılandı, kızlı erkekli kafileler halinde köyden köye düğünlere gidip geldiler. Fakat 2. Dünya savaĢından sonra tüm dünyada olduğu gibi Türkiye‟de de hızlı bir sosyal ve ekonomik değiĢimin ve nüfus hareketinin baĢlamasıyla birlikte Çerkes köyleri de çözüldüler ve kentlere yöneldiler. KentleĢmenin artmasıyla orantılı hızlı bir kültür ve kimlik değiĢimi yaĢandı.
Kentlerde geçmiĢini bilmeyen, kültürüne yabancılaĢmıĢ kuĢaklar yetiĢti ve bugünlere gelindi.
ÇOĞUNLUK VE AZINLIK PSİKOLOJİLERİ Din, dil ve kültür bakımından karıĢık Ģekilde yaĢayan toplumlarda çoğunluk ve azınlık psikolojileri oluĢmaktadır. Çoğunluk azınlığı kendine benzetme çabası içinde, azınlıksa kendi olarak kalma çabası içindedir. Çoğunluk, azınlığın kendi bütününü bozabileceği endiĢesindedir ve tez elden onu eritmenin yollarını arar, azınlık ise yok olmanın yollarını arar ve kendine yönelecek açık ve gizli baskılar nedeniyle sürekli korku içerisindedir. Kısaca azınlık, mutsuzluk demektir. Reel durum budur ancak ideal durum bu olmamalıdır. Yan yana ya da iç içe yaĢayan kültürler, bir özgürlük ve hoĢgörü ortamı içinde karĢılıklı olarak kültür alıĢveriĢinde bulunmalı, birbirlerinin varlıklarına saygı göstermelidirler, uygarlık bunu gerektirir.
diğer Kafkasya halklarında, yani KaraçayBalkar, Asetin, Çeçen ve Dağıstanlılar‟da azı Kafkasya dıĢında bulunmaktadır. Ve bu durum onların kimliklerini korumalarında büyük avantaj oluĢturmuĢtur. Kafkasya‟daki Çerkeslerde Ruslar tarafından siyasi olarak üç ayrı birime bölünmüĢtür. Bunlar Adigey Cumhuriyeti, Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti, KabartayBalkar Cumhuriyetidir. Ayrıca bu devletlerin isimleri kafa karıĢtıracak Ģekilde yanlıĢ konulmuĢtur; Adige, Çerkes, Kabardey farklı bir aidiyet belirtmedikleri halde bu kullanılıĢ tarzı onların farklı birer devletlermiĢ gibi algılanmasına yol açmaktadır. Çerkes ismini Türkler ve Araplar kullanır. Çerkesler kendilerine Çerkes değil Adige* derler. Kabartay ise Adigelerin bir kabilesinin adıdır. Yani onlarda Adigedir. Bu yanlıĢı belirttikten sonra Ģimdi Kafkasya‟daki ve Kafkasya dıĢındaki durumları gözden geçirmekte fayda var.
KAFKASYA’DA DURUM Bugün Kafkasya dıĢında yaĢayan Çerkesler‟de sadece kültürel kimlik söz konusu olmaktadır, bunun dıĢında siyasal kimlikleri yoktur. Siyasal kimlikleri, vatandaĢı oldukları ülkenin siyasal kimliğidir. Oysa Kafkasya‟da hem siyasal kimlik hem de kültürel kimlik vardır. O nedenle konuyu iki baĢlık altında inceleyeceğiz.
GÜNÜMÜZDE ÇERKESLER Bu gün Çerkesler, azı anayurtları Çerkesya‟da çoğu Çerkesya dıĢında olmak üzere coğrafi bir bölünmüĢlük ve dağınıklık içinde bulunmaktadırlar. Abhazların durumu da aynıdır. Ancak
1-Siyasal Kimlik; Günümüzde Kuzey Kafkasya halkları, egemen yada özerk cumhuriyetler Ģeklinde siyasal kimliklerine ve devlet yapılarına sahip olarak Rusya Federasyonu içinde yer almaktadır. Anayasaları, yasaları, devlet
baĢkanları, meclisleri, hükümetleri vardır. Ulusal dillerini resmi olarak yazıĢmalarda ve eğitimde kullanabilmektedirler. Sovyet sisteminin dağılmasından sonra Abhazya ve Çeçenistan bir adım daha ileri giderek tam bağımsızlıklarını ilan ettiler. Gürcistan ve Rusya‟ya karĢı bağımsızlık mücadelesi verdiler. 2- Kültürel Kimlik Siyasal kimliğe sahip olan Kuzey Kafkasya halkları, onun kapsamı içinde doğal olarak kültürel kimliğe de sahiptirler. Sovyetler döneminde “biçimde ulusal, içerikte sosyalist” ilkesine göre yürütülmüĢ olan anadillerindeki eğitimi, “Biçimde ve içerikte ulusal” ilkesine çevirmeye çalıĢmaktadırlar. Ulusal dillerinde kendi alfabeleriyle ulusal edebiyatları oluĢturmuĢtur. Okullarda, basında, radyo ve televizyon yayınlarında Rusça yanında ulusal diller kullanılmaktadır. Hatta Doğan Avcıoğlu durumu Ģöyle eleĢtirmiĢtir. “Sovyetleri, Kuzey Kafkasya‟da çok sayıda mikro milliyet ve anlamsız diller yaratmakla çok aĢırı gittikleri eleĢtirilebilir”. (Doğan Avcıoğlu Türklerin Tarihi 1 sh: 74-75). Elbette Avcıoğlu‟nun görüĢün katılmak mümkün değildir. Dünyada anlamsız dil diye bir Ģey yoktur, her dil anlamlı ve saygı değerdir. Aksini düĢünmek Ģovenizme ve egoizme iĢarettir. Ruslar, Kuzey Kafkasya halkları üzerinde siyasal baskılar ve uzun vadeli asimilasyon politikaları uygulamıĢlardır, ancak hiçbir halkın siyasal ve kültürel kimliğini inkar etmemiĢlerdir. Örneğin onlara “ siz Çerkesler ( Adige, Abaza, Asetin, Karaçay-Balkar, Çeçen, Avar, Lezgi…) değilsiniz Russunuz” dememiĢlerdir. Böyle bir iddia zaten gerçeklere aykırı ve gülünç olurdu.
Sonuç olarak Kuzey Kafkasya halklarının siyasal ve kültürel kimlikleri vardır ve bu kimlikleri daha çok geliĢtirme çabası içindedirler. Bu çabalara karĢın 1864 sürgününde boĢaltılan Çerkesya‟da özellikle Adigey Cumhuriyeti‟nde nüfus bakımından Adigelerin varlığının tehlikeye düĢüren bir durum vardır. 440 bin Adıgey Cumhuriyeti‟nin ancak dörtte biri Çerkes (Adige) diğerleri Rus ve Kazaktır. ĠĢgalin ve sürgünün acı bir sonucu olan bu haksız durum geçenlerde Adıgey radyosunda Adigece konuĢma yapan değerli Adige aydını ġhalağoe Abu tarafından Ģöyle dile getirilmiĢtir: “Onlar bizim içimizde oturmuyorlar, biz onların içerisinde oturuyoruz” ( Aher te kothesep, te ahese tahes.) Bu sözler Adigelerin kendi öz yurtlarında azınlıkta kalıĢını en özlü ve trajik bir Ģekilde anlatmaktadır. Zaten en büyük sorunumuz, azınlıkta kaldığımız anayurdumuzda nasıl çoğunluk olabileceğimiz sorunudur.
KAFKAYA DIŞINDAKİ ÇERKELER Bugün Kafkasya‟da yaĢayan Çerkeslerin sayısı Kafkasya‟da yaĢayan Çerkeslerin sayısından kat ve kat fazladır. Çerkesler çoğu Türkiye olmak üzere Ġsrail, Ürdün, Suriye, Almanya, Amerika gibi ülkelerde yaĢamaktadır. Dernekleri vardır. Yukarıda
açıklandığı gibi Kafkasya‟da yaĢayan Çerkeslerin iki siyasal kimlikleri vardır, birisi Rusya Federasyonu kimliği diğeri de yerel (Federe) cumhuriyet kimliği. Kafkasya dıĢında yaĢayanların yaĢadıkları ülkelerin kimlikleri dıĢında herhangi bir kimlikleri yoktur, ancak kültürel kimlikleri vardır. ġimdi bu ülkelerdeki durumu kısaca açıklayalım. İsrail: Ortadoğu‟da kültürel haklar konusunda en iyi durumda olanlar Ġsrail‟deki Çerkelerdir. Kafer Kame köyündeki okulda Ġbranice, Ġngilizce yanında Çerkesce de okutulmaktadır. Çerkesce derslerinde Kafkasya‟da kullanılan Ulusal Çerkesce alfabesi kullanılmaktadır. Ġsrail Devleti, Çerkeslerin kültürlerini ve kimliklerini korumalarını desteklemektedir. Ürdün: Amman‟daki ve Vadisir köyündeki derneklerde Çerkes alfabesi kullanılmaktadır. Ayrıca kraliçenin desteği ile açılan lisede genel derslerin yanında isteyene Çerkesce derslerde okutulmaktadır.
Türkiye: Osmanlı döneminde Çerkes Kültürel kimliği üzerinde en serbest ve en verimli çalıĢmalar, 1908 Ġkinci MeĢrutiyet‟den sonra yapılabilmiĢtir. Birçok dernekler kurulmuĢ, Arap ve Latin harfleriyle Çerkesce ve Abhazca alfabeler yapılmıĢ, kitap, dergi ve gazeteler çıkartılmıĢ, BeĢiktaĢ‟ta Çerkesce öğretim veren bir kız okulu açılmıĢtır. Yine aynı dönemde dernekler aracılığıyla Çerkesya‟ya alfabe, kitap ve öğretmenler gönderilmiĢ, ulusal kültürün geliĢtirilmesi için çalıĢmalar yaptırılmıĢ, ancak 1917 BolĢevik ihtilalinden sonraki iç savaĢ sırasında önce beyaz ordu, sonra kızıl ordu tarafından Kafkasya yeniden iĢgal edilmiĢ, ülke harabeye döndürülmüĢ, 11 mayıs 1918‟de kurulmuĢ olan Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti yıkılmıĢ, böylece baĢlatılmıĢ olan ulusal diriliĢ çabaları söndürülmüĢtür. Etnik grupları TürkleĢtirme ve tek tip kültür yaratma ideolojisinin uygulandığı Cumhuriyet Türkiye‟sinin tek parti döneminde Türkiye Çerkesleri hiçbir kültürel etkinlikte bulunamamıĢlardı. Ancak ikinci Dünya SavaĢı sonrasında batının zorlamasıyla 1946‟da çok partili rejime geçilmiĢ, partilerin ve derneklerin kurulması serbest bırakılmıĢtır. Bu serbestlikten yararlanılarak Kafkas Kültür dernekleri kurulmuĢ ve günümüzde bunların sayısı seksene yaklaĢmıĢtır. Dernekler her ne kadar ellerinden gelen çabayı göstermiĢler ve göstermeye devam ediyorlarsa da bu çabalar kültürel kimliğin korunması ve geliĢtirilmesi için yeterli olmamıĢtır.
Suriye: Tek Ģef, tek parti yönetiminin görüldüğü bu ülkede dernek faaliyetleri haricinde bir baĢka faaliyet görülmemektedir.
Türkiye‟deki Çerkeslerin kültürel kimlik sorunu, Türkiye‟nin demokrasi sorunu ile yakından ilgilidir. Tüm kurul ve kurallarıyla iĢleyen bir demokrasiyi
sindiremekdikçe Türkiye‟nin çağdaĢ bir ülke olması söz konusu değildir. Farklı olanın farklılığına sahip çıkma hakkın vardır. Bu farklılık, bireysel ya da toplumsal olabilir. Zaten bu farklılıktır ki kimliği oluĢturur. Yalnız farklılığın karĢıtlık olarak algılanmaması gerekir. Farklılık, zenginlik, çeĢitlik, demokrasidir. Tek tip insanlardan oluĢan bir toplum yaratma fikri, teokrasiyi, dikta rejimini getirir. Prof. Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk kitabında konuyu Ģöyle ortaya koymaktadır: “Milliyetçilik sorunu, çözümlemeyecek bir sorun değildir. Genel formül kültürlerle siyasetin ayrılmasıdır. Ġsteyen her gruba kendi kültürel alt yapısına sahip olma olanağı tanınmalıdır. Kendi dillerinde okul, medya vb istiyorlarsa bu olanaklar sağlanabilir. Ġki nüfusun karıĢık yaĢadığı ve onları ayırmanın güç olduğu koĢullarda, Kültürel çoğulculuk ve siyasal birliğin korunması, tavsiye edilebilecek tek genel formüldür. “Bizimde Çerkesler olarak önerdiğimiz formül, kültürel çoğulculuk ve siyasal birlik formülüdür.
artık bilinmez bir ülke olmaktan çıkmıĢ, karĢılıklı olarak edinilen bilgilerle, Çerkes kimliğinin korunup geliĢtirilmesinin ve anayurtta yeniden yapılandırılmasının basit ve kolay bir iĢ olmadığı anlaĢılmıĢtır. Bu arada Abhazya ve Çeçenistan bağımsızlık savaĢları Rusya‟nın ve dünya siyasetine yön veren patron devletlerin Kafkasya Sorunu‟na bakıĢ açılarında geçmiĢ yıllara ve yüzyıllara göre hiçbir değiĢiklik olmadığını, Kafkasya sorununa hala, Rusya‟nın nüfuz alanı ya da arka bahçesi gözüyle bakıldığı ortaya koymuĢtur. Bu tespit gerek Kafkasya‟daki, gerekse Kafkasya dıĢındaki Çerkesler için bir talihsizliktir. Ve yok oluĢun bilincinde olan Çerkeslerin temel gündem maddesidir.
TÜRK KİMLİĞİ Türk kimliği, üzerine kitaplar yazılmıĢ, baĢlı baĢına bir konudur. Eski CumhurbaĢkanı Süleyman Demirel, Orta Asya cumhuriyetlerine gittiğinde “Çekik gözlü gittin, yuvarlak gözlü geldin, atla gittin, uçakla geldin.” diye takılmıĢlar. Burada düzeltilmesi gereken bir bilgi yanlıĢı var. ġöyle ki; Anadolu‟ya gelen Türkler çekik gözlü değillerdi. Zaten yuvarlak gözlü olarak gelmiĢlerdi ve Anadolu‟ya gelen Türklerle Ģimdi orada yaĢayanlar aynı Türkler değillerdi. Bu pek bilinmeyen ve üzerinde durulmayan bir konudur. Orta Asya halkları soy olarak baĢlıca üç gruba ayrılıyordu: 1) Türkler 2) Moğollar 3) Aryenler (Hint-Avrupalılar)
1990‟lı yıllarda Sovyetlerin parçalanmasıyla Türkiye Çerkeslerinin anavatan ile olan iliĢkileri artmıĢ, Kafkasya
Bu üç soydan olan kabileler ve aĢiretler (ki dilleri de dinleri de ayrıydı) M.Ö. iki binli yıllardan beri Hazar‟dan Çin‟e, Kore‟ye ve Sibirya‟ya kadar olan geniĢ alanlarda hareket halinde göçebe hayatı
sürdürüyorlardı. ÇeĢitli devletler kurdular, yıktılar, savaĢtılar, barıĢtılar ve karıĢtılar. Orta Asya kavimleri batıya doğru yönelince iki yol izlediler: birincisi Hazar‟ın kuzeyinden geçen ve kavimler yolu denilen yoldur ki buradan Rusya steplerine, Kuzey Kafkasya‟ya ve Macaristan ovalarına kadar gittiler. Ġkincisi de Hazar‟ın güneyinden batıya doğru olan harekettir ki Ġran üzerinden Irak, Azerbaycan ve Anadolu‟ya gittiler. Bunların gözleri yuvarlaktı, dilleri de hala değiĢmemiĢtir, anlaĢabiliyorlar. Halbuki Orta Asya‟dakilerle tercümansız anlaĢmak mümkün değil. Onlar, Türkçe-Moğolca karıĢımı bir dil konuĢan Moğol asıllı toplumlar. Ve Moğollarda sarı ırka ait bir toplumdur. Günümüz için bunların bir önemi kalmamıĢtır, bunlar tarihi bilgilerden ibarettir. Önemli olan, ortak yanları bulup dostluk ve kardeĢliği kurabilmektir. Diller değiĢir, dinler değiĢir, önemli olan insanlıktır. Ama isteyenler kimliklerini koruma hakkına ve olanağına sahip olmalıdır. Sorun budur.
OSMANLI DÖNEMİ Tarihte görülen diğer imparatorluklar gibi Osmanlı Ġmparatorluğu da ulusal bir devlet değildi, zaten o zaman bugünkü ulus kavramı da yoktu. ÇeĢitli dinlerin, kavimlerin, dillerin ve etnik grupların bir arada yaĢadığı, üç kıta üzerine yayılmıĢ geniĢ bir imparatorluktu. Her toplum kendi dilini, geleneklerini ve dini inançlarını rahatça kullanabiliyordu. Osmanlı hanedanının iĢlevi siyasi otoriteyi ve birliği temsil etmekten ibaretti, doğaldır ki bunun karĢılığını alıyordu. Üstün tutulan değer kavimcilik değil dindi. Hatta Ġslam‟ın kuralı Ģuydu: “La kavmi yete fi Ġslam: Ġslam‟da kavimcilik-milliyetçilik yoktur.” Ġlginçtir ki padiĢahlardan hiçbirinin annesi Türk değildi. Ali Kemal Meram, PadiĢah
Anaları kitabında bu durumu eleĢtirir ve Osmanlı sülalesine çok kızar. Osmanlı Devleti‟nin zayıflama döneminde, özellikle Balkanlarda Müslüman olmayan halkların isyan edip bağımsızlık savaĢı vererek teker teker Osmanlı Devletlerinden ayrılmaları, devletin bütünlüğünün korunması için aydınlar arasında çeĢitli görüĢlerin ortaya atılmasına neden olmuĢtu. Bu görüĢler aynı zamanda bir kimlik arayıĢıydı. BaĢlıca öneriler Ģöyleydi: 1) 2) 3) 4)
Osmanlılık Ümmetçilik Batıcılık Türkçülük ve Turancılık
Bu görüĢlerin hiçbiri Osmanlı Devleti‟ni yıkılmaktan kurtaramadı, çünkü artık çağın gereklerine ayak uyduramayan eskimiĢ devletti. Bu görüĢler, sonradan Ziya Gökalp tarafından “Türk milletindenim, Ġslam ümmetindenim, Batı medeniyetindenim” Ģeklinde formüle edilmiĢti. Bugün de bu görüĢlerin hepsi siyasal partilere dönüĢmüĢ, ya da cemaatler halinde Türkiye‟de hala mevcuttur.
CUMHURİYET DÖNEMİ Osmanlı Devleti‟nin yıkılıĢından ve KurtuluĢ SavaĢı‟nın kazanılmasından sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti, siyasal ve kültürel kimlik bakımından Osmanlının
antitezi oldu. Yeni bir kimlik arayıĢına Batıcılığa oturtuldu ve “altı ok” ile formüle edildi. 1923-46 yılları arasında tek partili otoriter bir devlet aracılığıyla çeĢitli devrimler yapıldı, Türk Milliyetçiliğini yücelten ve diğer etnik kültürlerin tez elden Türk kimliği içinde eritilmesine yönelik eğitim programı uygulandı. Ancak 1946‟da Ġkinci Dünya SavaĢı‟ndan sonra, dünya da ki değiĢimin etkisiyle Türkiye de çok partili demokratik sisteme geçmek zorunda kalır. Fakat aradan 66 yıl gibi uzun bir zaman geçmesine karĢın iktidarlar partiler değiĢmekle beraber demokrasi tüm kurum ve kurullarıyla iĢler hale getirilemedi, el altından tek parti döneminin otoriter devletçi anlayıĢı sürdürüldü ve hala sürdürülmek istenmekte. Oysa Türkiye için yararlı olan, dünyaya açık, insan haklarına dayalı tam demokratik bir sistemdir. En iyisi, diğer kimlikleri de yadsımayan bir Türk kimliğidir. Böyle bir Türkiye aydınlık ve güçlü bir Türkiye olacaktır, birlik ve bütünlüğünü koruyacaktır ve hiçbir zaman bölünmeyecektir. Türkiye‟nin bölünebileceği korkusunu yaymaya çalıĢanlar, bunu bahane ederek otokratik bir devlet kurmak isteyendir. Yazıyı bitirirken, diğer kimlikler gibi Çerkes kültürel kimliğinin de Türkiye konumunda çözümünün “kültürel çoğulculuk ve siyasal birlik” ilkesiyle mümkün olduğuna inandığımı yinelemek isterim YAġAR BAĞ...
.
2012 Eylül, Ekim, Kasım
[SURİYE ÇERKESLERİ] Suriye olarak anılan topraklar o dönemde Osmanlı Ġmparatorluğu‟nun Suriye (ġam), Halep ve Beyrut vilayetlerinden, Musul vilayetinin bir kısmından, Kudüs ve Lübnan sancaklarından oluĢuyordu. Suriye (ġam) vilayetine bugünkü …
2
Suriye Çerkesleri | 1/1/2012
Derleyen: Murat Papsu
Suriye Çerkesleri | 1/1/2012
Çerkes Memlukları döneminde Mısır‟ın hâkimiyeti altında bulunan Suriye‟deki garnizonlarda önemli sayıda Çerkes bulunuyordu; varlıklarını Osmanlı döneminde de sürdürdüler. Ancak Suriye‟de bugün Çerkes diasporasını oluĢturanlar 19. yüzyılda, büyük sürgünde buraya gelenlerin torunlarıdır.
3
Diyarbakır sancağı sınırına, yakınlarındaki Bedevilerin ve Kürtlerin baskınlarını durdurmaları için küçük gruplar halinde 13.648 Çeçen yerleĢtirildi. Birçoğu yerel çatıĢmalarda ve çeĢitli hastalıklar yüzünden öldü, bir kısmı da baĢka bölgelere göç etti. 1880‟de Rasul-Ayn çevresinde yaklaĢık 5 bin Çeçen kalmıĢtı. 1872 yılında Hama ve Humus Ģehirleri yakınına ve Havran sancağında bulunan Golan Tepeleri‟ne yaklaĢık 1000 Çerkes yerleĢtirildi. YaĢlıların aktardığına göre, önce gemiyle Samsun‟a, oradan Uzunyayla‟ya gelmiĢler, daha sonra da Suriye‟ye geçmiĢlerdi.
Suriye olarak anılan topraklar o dönemde Osmanlı Ġmparatorluğu‟nun Suriye (ġam), Halep ve Beyrut vilayetlerinden, Musul vilayetinin bir kısmından, Kudüs ve Lübnan sancaklarından oluĢuyordu. Suriye (ġam) vilayetine bugünkü Suriye ve Lübnan‟ın bir kısmı ile Ürdün dahildi. Halep vilayeti bugünkü Suriye‟nin kuzeyi ile Ģimdi Türkiye sınırları içinde bulunan Urfa sancağı, Antep ve Ġskenderun kazalarından oluĢuyordu. Musul vilayetine bağlı Deyr-ez-Zor mutasarrıflığına bugünkü Suriye‟nin doğusu dahildi. Kudüs sancağı Filistin‟in güneyini, Lübnan sancağı da bugünkü Lübnan‟ın iç dağlık bölgelerini kapsıyordu.
Çerkeslerin Suriye‟ye esas yerleĢimi, 1877-1878 Osmanlı-Rus SavaĢı sırasında ve sonrasında Osmanlı‟nın Balkan topraklarından oldu. Osmanlı Hükümeti, Berlin AntlaĢması‟na göre Balkanlar‟dan çıkarılan Çerkesleri Anadolu‟ya, Suriye‟ye ve Filistin‟e yerleĢtirdi.
Çerkeslerin Suriye‟ye yerleĢmesi Kafkasya‟dan doğrudan ve Balkanlar‟dan olmak üzere iki aĢamada gerçekleĢti. 1860 ortalarında Kafkasya‟dan gelen ilk gruplardan biri Suriye‟nin kuzeyine, MaraĢ sancağına yerleĢtirildi ve bunlara Ermenilerin yaĢadığı Zeytun bölgesini „gözetme‟ görevi verildi. 1881‟de MaraĢ sancağında 6 köyde 800 Çerkes aile yaĢıyordu.
1878 ilkbahar baĢlarında Suriye kıyılarına göçmenleri taĢıyan gemiler gelmeye baĢladı. Fransa konsolosunun bildirdiğine göre Mart baĢında Beyrut limanına 1000 Çerkes indi.3 Halep‟teki Rusya
1865-1866 doğusundaki
yıllarında Suriye‟nin Rasul-Ayn bölgesine ve
Çerkes göçmenlerin bir kısmı Bulgaristan ve Romanya‟nın Karadeniz limanlarından gemiye binerek boğazları geçiyor, bir kısmı da karayoluyla Yunanistan‟ın Ege kıyılarına ulaĢıyor, oradan gemilere binerek Akdeniz‟in doğu limanlarına iniyordu. Sonra da karayoluyla Suriye‟nin iç kesimlerine geliyorlardı.
konsolosundan Ġstanbul‟daki elçiliğe gönderilen bilgilere göre Mart 1878‟de Ġskenderun‟a Kafkasya ve Kırım‟dan gelen 20 bin göçmen indirilmiĢ, üçte biri hastalıklardan ve yokluktan ölmüĢ, kalanlar da ya Ġstanbul‟a dönmüĢ ya da ne olduklarından haber alınamadan çöllerde kalmıĢlardı.4 Bu göçmenlerin içinde
Çerkesleri, daha önce Bulgaristan‟ın Adliye kazasında yaĢayan Abzehler 5 oluĢturuyordu. Onları Halep vilayetine yerleştirdiler. Aynı sıralarda yine Balkanlardan gelen bir grup Havran sancağında Golan tepelerine yerleĢtirildi. 1878 Eylülünde Suriye‟nin değiĢik limanlarına çıkan Çerkeslerin sayısı 45 bine ulaĢmıĢtı. Onların ve Selanik‟ten gelmesi beklenenlerin Nablus çevresine yerleĢtirilmesi planlanıyordu.6 ġam ve Halep Ģehir merkezlerine de az sayıda Çerkes yerleĢmiĢti. 1878‟de Bulgaristan‟dan gelenler tarafından ġam‟da küçük bir mahalle kurulmuĢtu. Çerkesler Suriye‟de en yoğun olarak, askeri hat Ģeklinde Golan tepelerine yerleĢtirildiler. Hat Dürzi bölgelerinin karĢısında uzanıyor ve Bedevi kabileleriyle bir tür sınır oluĢturuyordu. 13 köy 4 ila 17 km arayla idare merkezi Kuneytra çevresine yerleĢtirilmiĢti.
Suriye Çerkesleri | 1/1/2012
1877-78 savaĢından sonra Rusya‟ya geçen Batum ve Kars bölgelerinden de buralara küçük Çerkes grupları gönderildi. Kafkasya‟dan doğrudan gelen göçmenler de oluyordu. Çerkes göçünün temposu 1880‟lerin baĢında düĢmeye baĢladı.
4
1878-1880 yıllarında Suriye‟ye yerleĢenlerin tam sayısını tespit etmek zordur. Yönetim tarafından kayıtları tutulmadığı gibi büyük bir nüfus da göç sırasında ve yerleĢtikten sonra ölmüĢtür. Rusya konsoloslarının verilerine göre, anılan dönemde 45.000‟den fazla Çerkes göç etmiĢtir. Daha önce gelenlerle birlikte Suriye‟deki Çerkeslerin sayısı 70.000‟e kadar çıkmıĢtır. 1880‟lerin sonunda göç azalsa da hala devam ediyordu. Hem çevrelerindeki aĢiretlerle çatıĢmalar hem de toprakların
verimsiz oluĢu nedeniyle göçmenler daha toparlanamamıĢtı. 1888‟de 10 yıllık vergi ve askerlik muafiyeti sona erdi ve bu hala yerleĢemeyen göçmenler için ağır bir darbe oldu; ayaklanmaya kadar varan karıĢıklıklar çıktı. Ġstanbul Muhacir Komitesi Suriye‟deki makamlara Çerkeslerin yerleĢtirilmesi için gerekli masrafları komite hesabından karĢılama yetkisi vermiĢti. Fakat göçmenlerin yerleĢimini düzenlemek, para, tahıl, hayvan, iĢ aleti sağlamak ve konut yapımında yardımcı olmak için ġam‟da bir yardım komitesi hükümetin emriyle ancak 1902 yılında kurulabildi. Fakat verilen paranın ve yardımın azlığı, çorak topraklara yerleĢtirilmeleri gibi nedenlerle komitenin varlığı da Çerkeslerin sorununu çözemedi.
bir süre daha yerlerinde kalmaları için ikna etti.
Suriye Çerkesleri | 1/1/2012
Suriye‟ye göç 1920‟lere kadar sürdü. Son grup Çerkes göçmeni Ġkinci Dünya SavaĢı‟ndan sonra geldi. Bunlar çoğunlukla Almanlara esir düĢen ve savaĢtan sonra Kafkasya‟ya dönmeyen Kızılordu‟nun eski askerleri ile 1942‟de Kuzey Kafkasya‟nın Nazi Almanyası tarafından iĢgalinde Alman ordusuna alınan gençlerdi . KomĢu aĢiretlerle çatıĢmalar, toprağın verimsizliği gibi nedenlerle 1920‟lere kadar Çerkes nüfusun yer değiĢtirmesi devam etti. Bazı gruplar Suriye dıĢına göç ettiği gibi daha elveriĢli topraklar arayan bazıları da Suriye içinde yer değiĢtirdi; küçük yerleĢimler büyüklerle birleĢti. Örneğin, ġam‟da bulaĢıcı hastalıkların kurbanı olanlar Kuneytra‟daki soydaĢlarının yanına yerleĢtiler. Nüfusun bu hareketliliği ve yüksek ölüm oranı nedeniyle sayı tam olarak tespit edilemese de Çerkes nüfusunun o yıllarda belirgin Ģekilde azaldığı görülmektedir.
5
1904 ġubatında ġam valisi Nazım PaĢa vergi toplayabilmek için Havran‟da sayım yaptırmak istedi. Çerkesler bunu kabul etmedikleri gibi kendilerine Maan bölgesinde tarıma uygun toprak verilmesini istediler. Nazım PaĢa itaat etmeyen Çerkeslerin Kafkasya geri gönderilmesi için Rusya konsolosluğuna baĢvurdu, fakat iki devlet arasında göçmenlerin dönüĢünü yasaklayan bir anlaĢma olduğu için bundan vazgeçmek zorunda kaldı. Eylül 1905‟te görüĢmeler için görevlendirilen Çerkes asıllı Hüsrev PaĢa uzun ve sert tartıĢmalardan sonra soydaĢlarını itaatsizlikten vazgeçmeleri ve
ġam‟daki Rusya konsolosu danıĢmanı Zuyev‟in verdiği bilgilere göre, 1904 ġubatında Suriye vilayetinde 36.690 kiĢiden oluĢan 6065 Çerkes aile yaĢıyordu.8 30 ve 40 bin sayılarını veren kaynaklar da vardır. Ancak en doğru veriler Suriye‟de 1920‟de Fransız manda rejiminin kurulmasından sonra elde edilenlerdir. Fransız araĢtırmacı de Pru, 1930‟ların ortasında Suriye topraklarında 25 bin civarında Çerkesin yaĢadığını düĢünüyor.9 1935 yılında Fransız manda yönetiminin yaptığı Çerkes nüfus sayımının sonuçları aĢağıdaki tabloda yer almaktadır. (Bir ailede 5-8 kiĢi üzerinden yapılan hesapla, o dönemde Suriye‟de yaklaĢık 25 bin Çerkes olduğu
6
Suriye Çerkesleri | 1/1/2012
Sancak
Kaza
CebelHalep Sman Minbec Azaz Antakya İskenderun Kırıkhan
Deyr-ezZor
Hama
Humus
Humus
Suriye Çerkesleri | 1/1/2012
Şam
7
Şam
Halep şehri
Hane Sayısı 100
Hanasir köyü
100
Kabardey
Minbec köyü Ayn Dahan köyü Bedriguan köyü Rihaniya köyü Yenişehir köyü Harran köyü Salahiya mah. Rakka köyü Ras el Ayn köyü Kara köyü Safih köyü Tel Ruman köyü Mireic Eddar köyü Tel Snan köyü Tel Adda köyü Deyl el Acel köyü Cessin köyü
400 15 35 120 95 60 20 100 70 50 80 10 50 120 60 50 30
Humus şehri
50
Ayn Zat köyü Tel Amri köyü Abu Hamama köyü Asil köyü Deyr Fur köyü Tlil köyü Muhacirin mah. Marj Sultan köyü Boydan köyü
180 150
Abzeh Abzeh Abzeh Abzeh Abzeh Abzeh Çeçen Kabardey, Çeçen Çeçen Çeçen Çeçen Çeçen Bjeduğ Bjeduğ, Abaza Bjeduğ Kabardey Dağıstanlı (Avar) Dağıstanlı (Avar, Lezgi, Kumuk) Bjeduğ Bjeduğ
30
Bjeduğ
60 160 50 60 70 30
Bjeduğ Dağıstanlı Bjeduğ Bjed., Kab., Abzeh Abzeh Karaçay, Balkar
Yerleşim Yeri
Etnik Yapı Kabardey, Abzeh
Kuneytra
Havran
Alavitı
Suriye Çerkesleri | 1/1/2012
Toplam
8
-
Bley köyü Kuneytra şehri Mansura köyü Ayn Zivan Mumsiya köyü Cuveyza köyü Breyka köyü Bir Acam köyü Surman köyü Koçniya köyü Faham köyü Fazara köyü Hamidiya köyü10 Ayn Surman köyü Ruhina köyü Sandaniya köyü11 Farac köyü Ceblya köyü Arab el Mülk köyü Sukass köyü -
150 400 120 150 50 100 150 70 120 150 20 10 30 30 25 10 14 50 20 15 4039
Karaçay, Balkar Abzeh, Kabardey vd. Bjeduğ, Abzeh Abzeh Abaza Abzeh, Kabardey Abzeh Bjed., Kab., Abzeh Bjeduğ Kab., Abzeh, Abaza Abzeh Oset Kabardey Kabardey Abzeh Çeçen Oset Bjeduğ Bjeduğ Bjeduğ
Osmanlı makamları Çerkesleri idari görevlere ve baĢta inzibat gücü olmak üzere askeri hizmete almaya baĢladılar. Önce Amman çevresinden, baĢında Kumuk Mirza Vasfi‟nin bulunduğu 300 kiĢilik bir süvari bölüğü kuruldu. Kuneytra, Halep, CeraĢ ve Kerake‟de de aynı Ģekilde birlikler oluĢturuldu. Suriye‟nin doğusuna ve Diyarbakır vilayetine yerleĢtirilen Çeçenlerden kurulan, baĢında ġamhalbek Tsug‟un bulunduğu 1000 kiĢilik süvari alayı Diyarbakır Ģehrine yerleĢtirildi. Görevleri halktan vergi toplamak, yolları korumak ve hükümete itaatsizlik eden aĢiretleri gözetim altında tutmaktı.
Suriye Çerkesleri | 1/1/2012
Çerkes atlı birlikleri asi Bedevi aĢiretlerine karĢı ve Dürzi isyanlarının bastırılmasında kullanıldı. 1893 ve 1910 yıllarında Kerake Ģehrinde çıkan isyanın bastırılmasında etkili oldular. Kendilerine düĢmanca davranan farklı etnik topluluklar içinde küçük gruplar halinde yerleĢtirilmiĢ Çerkesler için Osmanlı askeri gücünde yer almak bir tür
9
zorunluluktu. 1920‟lerde, Suriye‟nin Fransa mandası altında bulunduğu dönemde Çerkesler bu kez iç düzeni sağlayan süvari birlikleri olarak Fransız yönetiminin hizmetindeydiler. Bu dönemde Çerkes aydınları Emin Semguğ önderliğinde kültürü canlandırma çalıĢmalarına baĢladılar. Çoğu Kuneytra bölgesinde bulunan 40 kadar okul açıldı. 1928‟de Arapça, Fransızca ve Latin harfleriyle Çerkesçe olarak yayınlanan haftalık "Marc" gazetesi çıkmaya baĢladı. Fakat 1936‟da Fransız manda yönetimi sona erince Suriye hükümeti okulları, gazeteyi ve açılan yardımlaĢma derneğini kapattı. Fransızlar gittikten sonra Çerkesler için durum daha kritik hale geldi. Arap milliyetçiler Çerkesleri Fransız iĢgalcilerle iĢbirliği ile suçlayarak Çerkes karĢıtı bir kampanya baĢlattılar. Fransız birliklerinde görev yapanlar ve kültür adamları Suriye‟yi terk etmek zorunda kaldılar.
Suriye Çerkesleri | 1/1/2012
10
Kasım 1947‟de Filistin iki devlete bölününce Suriye ve Ġsrail birlikleri arasında çatıĢmalar baĢladı. Çerkesler, daha sonra Ürdün hava kuvvetleri komutanı olan Ġhsan ġurdum liderliğinde gönüllü birlikler oluĢturarak Filistin‟de savaĢa katıldılar. 1948-49 yıllarında ArapĠsrail savaĢına Çerkeslerin gönüllü ve etkili katılımı Araplar ile Çerkesler arasındaki iliĢkilerin düzelmesini sağladı. SavaĢtan sonra Suriye‟de art arda meydana gelen askeri darbelerde savaĢ yeteneği ve disiplini yüksek Çerkes birlikleri etkin rol oynadılar. 1960‟ta Suriye Çerkeslerinin nüfusu 38 bine düĢmüĢtü. 1967 Haziran‟da baĢlayan Arap-Ġsrail savaĢı Suriye Çerkes toplumunun sosyoekonomik ve siyasi durumunda büyük değiĢikliklere yol açtı. Ġsrail‟in Suriye‟ye ilk ve en büyük darbesi Çerkeslerin çoğunun yaĢadığı Golan tepelerinden geldi. O sırada Kuneytra‟da ve çevresindeki köylerde 16.000 Çerkes yaĢıyordu.12 Kuneytra ayrıca Suriyeli Çerkeslerin kültürel merkezi sayılıyordu. Uçak ve tankların desteğinde ilerleyen Ġsrail birlikleri karĢısında büyük kayıplar veren Suriye ordusu geri çekilirken Çerkesler umutsuzca direndiler. Ġsrail birlikleri 9 Haziran‟da Kuneytra‟yı aldılar; Ģehri ve çevresindeki Çerkes köylerini tamamen yaktılar. Golan‟ı terk etmek zorunda kalan Çerkesler, Suriye Çerkes YardımlaĢma Derneği tarafından ġam‟da geçici olarak okullara ve hastanelere yerleĢtirildiler. Bu dönemde gençlerden bir grup Kafkasya‟ya dönmek için kampanya baĢlattı. 3000 kiĢi adına SSCB elçiliğine baĢvuruda bulunuldu, fakat Sovyetler Birliği‟nin Çerkesleri hemen kabul etme imkânının olmadığı ve isteklerinin daha sonra değerlendirileceği cevabı verildi. Çerkes mültecilerin durumuyla ABD hükümeti ilgilendi. Golan‟daki topraklarından vazgeçmeleri karĢılığında
isteyenlerin ABD‟ye, çoğu Ġkinci Dünya SavaĢı mültecisi olan Kuzey Kafkasyalıların yaĢadığı New Jersey Paterson Ģehrine yerleĢmesi teklif edildi. Ġlk grupta ABD‟ye bin kiĢi yerleĢti. Suriyeli Çerkeslerin ABD‟ye peyderpey göçü o zamandan beri devam ediyor. Mültecilerin bir kısmı Ürdün‟e, diğer Arap ülkelerine veya batı Avrupa ülkelerine göç etti. Suriye‟de kalanlar ise ġam ve civarına yerleĢti. Suriye‟de bugün 30 bin civarında Kafkas göçmeni bulunuyor. Çoğunluk ġam ve çevresinde, bir kısmı Suriye‟nin kuzeyindeki Halep ve Minbec Ģehirlerinde ve çevresindeki köylerde, bir kısmı da Humus, Hama ve yakındaki 8 köyde yaĢıyor. Ġkinci Dünya SavaĢı‟ndan sonra Suriye ve Sovyetler Birliği arasında geliĢen iyi iliĢkiler sayesinde Suriyeli Çerkesler Kafkasya‟da yaĢayan soydaĢlarıyla iliĢkilerini geliĢtirme imkanı buldular. Özellikle 1960‟lar parlak dönemdi. Kafkasya‟dan çok sayıda kitap, gazete, dergi, kaset vb. getirildi. Suriyeli Çerkesler genel olarak kültürlerini ve kimliklerini korusalar da az ve dağınık nüfusları, Suriye hükümetinin kültürel haklar konusunda cimri olması gibi nedenlerle son yıllarda dil ve kültürlerini kaybetme tehlikesini daha fazla hissediyorlar. Kaynak: Anzor Kuşhabiyev; Çerkesı v Sirii (Suriye’deki Çerkesler). Nalçik 1993.
2012 Eylül, Ekim, Kasım
[BAĞIMSIZLIĞA GİDEN YOL “ABHAZYA”] Abhazya kritik bir sürece girmişti. Sovyetler dağılıyordu ve yerine neyin konacağı henüz belli değildi. Gürcistan’da Abhazya’yı ilhak heveslisi milliyetçiler Zviad Gamsakhurdia öncülüğünde güç kazanıyordu. Kısa süre önce, 1.000 kadar milliyetçi Gürcü militanın Abhazya’ya saldırısı 16 kişinin öldüğü çatışmalarla püskürtülmüştü. 3-4 ay içinde Abhazya’da parlamento seçimleri yapılacaktı ve Ardzınba, Abhaz ulusal hareketi Aydgılara (Birlik) tarafından desteklenen adayların başında yer alıyordu. Daha şimdiden Abhazya’nın yakın geleceğine hükmedeceğini…
Abhazya halkı, 14 Ağustos 1992‟de Gürcistan‟ın saldırısı ve iĢgal giriĢine karĢı baĢlattığı ulusal kurtuluĢ savaĢını 30 Eylül 1993‟de kazandı. 30 Eylül, Abhazya için özgürlük günüdür. 30 Eylül, hepimiz için özgürlüğü hatırlama günüdür. Abhazya halkının inanç, cesaret, kararlılık ve üstün beceri örneği göstererek kazandığı bu zafer haksızlığa ve zorbalığa karĢı verilen mücadelenin en parlak örneklerinden biri olarak insanlık tarihine geçti. Bu zafer, dünyada özgürlük, barıĢ ve adalete inanan ve bu uğurda mücadele veren tüm insanlara umut, güç ve cesaret verdi. Bu zafere öncülük eden tüm siyasi ve askeri liderleri, bu mücadelede saf tutan tüm kahramanları selamlıyor, önlerinde saygıyla eğiliyorum.
Vladislav Ardzınba
bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012
1990‟da acemi bir parlamento baĢkanıydı, kritik süreçlerde sınav verdi; halkının kaderine hükmetti ve ülkesini bağımsızlığa taĢıyan “gerçek” bir kahraman oldu…
12
Hiç kuĢku yok ki, Abhazya bugünlere, Vladislav Ardzınba‟nın bilge, kararlı, karizmatik lider kiĢiliği sayesinde ulaĢtı. O‟nu 1989‟da Abhazya‟yı ilk ziyaretimde tanımıĢtım. O zaman, ekonomi editörü olarak çalıĢtığım Hürriyet Gazetesi adına, Türk-Sovyet Karma Ekonomi Konseyi toplantısı için Moskova‟ya davet edilmiĢtim. Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç‟den 1 hafta ek izin koparmıĢ, Moskova programı sonrası, Sovyet Yazarlar Birliği‟nden Rady Fish ve Vera
Feyenova‟nın yardımları ile Abhazya‟ya gidebilmiĢtim. Gorbachev‟in “glasnost” ve “perestroyka” fırtınası devam ediyordu ya, yine de 23 Ekim 1989‟da, Moskova‟dan bir uçağın diğer yolculardan tecrit özel bölümünde, tek baĢıma yolculuk ederek Sohum‟a ulaĢmıĢtım. 130 yıl sonra anavatanla kucaklaĢmanın coĢkusu, doğal güzelliğin ve 87 derecelik “çaça”nın sarhoĢluğu, akrabalar, yazarlar, Ģairler, parlamenterler, bakanlar derken, 27 Ekim günü, Abhazya Tarih ve Bilim Enstitüsü BaĢkanı (1988‟de bu göreve seçilmiĢti) ve SSCB Halklar Meclisi üyesi (B. ġinkuba ve F. Ġskender ile birlikte o yıl Abhazya‟yı temsilen seçilmiĢti) V. Ardzınba‟nın odasındaydım. 1985‟de Hatti-Hitit tarihi üzerine doktorasını tamamlamıĢ genç bir akademisyenken (14 Mayıs 1945 doğumlu) Abhazya‟yı da içine alan büyük değiĢimin anaforunda politikanın içine sürükleni vermiĢti. Dinamik ve karizmatikti. Abhazya‟da tanıĢtığım kiĢiler içinde en etkileyici olanıydı ve hiç kuĢku yok ki, herkesten bir adım öndeydi. Eski Sohum Limanı‟na bakan Enstitü binasındaki ofisinde 4 dilin (Abhazca, Türkçe, Ġngilizce ve Rusça) harmanlandığı 1,5 saate yakın görüĢmemizde, O Abhazya‟nın ahvalini anlattı, ben de Türkiye‟ninkini… Ardzınba‟nın etnik contentinde Türklük vardı. Annesinin baba tarafı AbhazlaĢmıĢ Türk‟tü, Osmanlı‟dan kalan… Abhazya kritik bir sürece girmiĢti. Sovyetler dağılıyordu ve yerine neyin konacağı henüz belli değildi. Gürcistan‟da Abhazya‟yı ilhak heveslisi milliyetçiler Zviad Gamsakhurdia öncülüğünde güç kazanıyordu. Kısa süre önce, 1.000 kadar milliyetçi Gürcü militanın Abhazya‟ya saldırısı 16 kiĢinin öldüğü çatıĢmalarla
püskürtülmüĢtü. 3-4 ay içinde Abhazya‟da parlamento seçimleri yapılacaktı ve Ardzınba, Abhaz ulusal hareketi Aydgılara (Birlik) tarafından desteklenen adayların baĢında yer alıyordu. Daha Ģimdiden Abhazya‟nın yakın geleceğine hükmedeceğini biliyor gibiydi. Sonunda, “Abhazya için yeni bir gelecek baĢlıyor. Buraya gelmeli ve bize katılmalısın” diyiverdi.
bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012
Henüz politikanın acemisiydi ama inandırıcılığı ve ikna gücü yüksekti. En azından bana söktü… “Bunu düĢüneceğim” dedim. En az bir yıl sürecek mazeretim vardı.
13
30 Ekim‟de (tam da 30. yaĢ günümde) Abhazya‟dan yüksek duygular ve karmaĢık düĢüncelerle ayrılmıĢtım. Söz yerindeyse vurgunu yemiĢtim. Sohum‟dan Batum‟a sekiz yolcu kapasiteli pervaneli bir uçakla katederek, henüz yeni açılan Sarp sınır kapısından geri dönmüĢtüm. Üç beĢ gün içinde, Ġstanbul‟un da, gazeteciliğin de, yaĢamımın da katlanılmaz derecede sıkıcı olduğunu anlayıvermiĢtim (!). Çetin Emeç “parlak bir kariyerin var, yazık etme” dedi; oğul Simavi, “Moskova‟da büro açma iznini yeni aldık, istersen Moskova temsilcimiz ol” önermesinde bulunmuĢtu. ArkadaĢlardan “deli misin”ler, aile çevresinden de “olmaz”lanmalar yükselmiĢti. Doğruydu, iyi bir mesleğim, iĢim, eĢim, çevrem vardı. Kariyerim “parlak”tı. Kısa süre önce TÜSĠAD tarafından “yılın gazetecisi” seçilmiĢtim vs. Herkes haklıydı .
Zaman kazanmak için, daha önce planlanmıĢ (orada yaĢayan sevgili biraderim sayesinde) Amerika macerasına sığındım; “dilini geliĢtir, yeni dünyayı keĢfet vs.” cinsinden bir program... Sekiz ay sürdü. Kendi “eski”sine, köklerine dokunan birine onlarca “yeni dünya” verseniz ne yazar. Ben de yeni dünyanın eski insanlarına takıldım; biraz Kızılderili biraz Amish (savaĢı ve teknolojiyi reddeden bir halk) dolanıp durdum. Çetin Emeç‟in öldürüldüğünü (7 Mart 1990) New Echota‟da (Gordon County/Georgia) sürgünde ölen Çeroki‟lerin (Cherokee) anısına yapılan “GözyaĢı Yolu” anıtını ziyaret edip 1984‟de 9.000 Nevajo ve Apaçilerin (Apache) 500 kilometre yürütülerek sürgün edildiği Bosque Redondo‟ya (Fort Summer/New Mexico) doğru yol almaktayken öğrendim. Döndüm, 1991‟in 14 Nisan‟ında iki valiz eĢya ile Abhazya‟ya teslim oldum. Ġki gün sonra Ardzınba‟nın huzurundaydım. Biraz ĢaĢkın biraz memnun karĢıladı. “DüĢünmek epey uzun sürmüĢ” dedi. Böylece Sohum‟un iki gözde binasında (Ritsa Oteli ve Parlamento BaĢkanlığı) “yeni hayat”a baĢlangıç yaptım.
Ardzınba, beklendiği üzere, 1990‟un baĢında yapılan seçimlerde parlamentoya ve ilk oturumda da Parlamento BaĢkanlığı‟na seçilmiĢti. Abhazya‟nın siyasi yapılanmasında Parlamento BaĢkanlığı en üst makamdı. 1922‟de kurulan Sovyetler Birliği 1991‟in baĢında dağılmıĢtı. Dağılma süreci birliği oluĢturan cumhuriyetlere bağımsız ülke statüsü kazandırıyordu. Ancak birlik içinde yer alan onlarca özerk cumhuriyetin, özerk bölgenin, kray ve oblastın ne olacağı belirsizdi. Birliği dağıtan Gorbachev bu kadar detay düĢünmemiĢti. Rusya, kendisine bağlı özerk yapılarla Federasyon oluĢturmuĢtu. Bunun diğer ülkelere de örnek olması bekleniyordu. 28 Nisan 1991‟de Gürcistan bağımsızlığını ilan etmiĢ, Mayıs ayında yapılan seçimde de Zviad Gamsakhurdia devlet baĢkanı seçilmiĢti. Gürcistan yönetiminin Abhazya ve Acaristan özerk cumhuriyetleri ve Güney Osetya özerk bölgesi ile nasıl bir “gelecek” öngördüğü belirsizdi.
bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012
Kısaca, Abhazya‟nın kaderini yakından etkileyecek geliĢmelerin göbeğindeydik.
14
Ardzınba‟nın gündeminde yapılacak çok iĢ vardı. Benim de… Ġlk haftalar daha çok geçmiĢi öğrenmek bugünü anlamak üzerineydi. Tarihle yüzleĢtim. Dilimdeki, yüreğimdeki pası attım. Abhazya‟nın etnik dengeler üzerine kurulu siyasi, hukuki ve idari yapısını hatmettim. Isındım… Bir bilgisayar operatörü (MiĢa), bir RusçaĠngilizce çevirmen (Luda), iki Macintosh (Kiril ve Latin shift), bir renkli printer ile oluĢturduğumuz enformasyon merkezimizde kolları sıvadım. Parlamento BaĢkanlığı‟nın resmi yazıĢmaları için kurumsal bir konsept oluĢturarak iĢe koyulduk. Önceliği ekonomi ve dıĢ iliĢkiler (özellikle diaspora
ile iliĢkiler) alıyordu. Abhazya‟yı tarihi, siyasi, hukuki, ekonomik ve sosyal yanlarıyla özet olarak tanıtan Türkçe ve Ġngilizce bir dosya hazırladık ve yavaĢ yavaĢ Abhazya‟nın envanterini çıkarmaya, sektör analizleri yapmaya baĢladık. G. Gagulya‟nın baĢkanlığında DıĢ Ekonomik ĠliĢkiler Komitesi‟ni kurduk. Yatırım ve Kalkınma Ajansı için çalıĢmalara baĢladık. Oçamcira limanı ve çevresini kapsayacak bir serbest bölge projesi geliĢtirdik. Sohum-Trabzon arasında doğrudan deniz ulaĢımının sağlanması ve Sohum Gümrüğü‟nün kurulması, diasporadan olası geri dönüĢçüler için kurumsal bir yapı oluĢturulması vs. çalıĢmalarına baĢladık. Türkiye‟den Abhazya‟ya ilk iĢ gezisini gerçekleĢtirdik. Sevgili dostum Mümtaz Demiröz (o sıralar Abhaz Derneği baĢkanıydı) ile birlikte bir otobüs dolusu potansiyel yatırımcıyı ve çeĢitli yayın kuruluĢlarından 7 gazeteciyi Ġstanbul-SarpBatum üzerinden (macera dolu bir yolculukla) Abhazya‟ya getirdik. Böylece ilk ortak yatırım projeleri hayata geçmeye baĢladı. (Bu gezi ile Abhazya‟ya gelen Ġzmirli iki Türk genç giriĢimcinin (Cahit ve Cem) öyküsü özel önem taĢıyordu. Torbalı‟da kiremit-tuğla fabrikası sahibi bu gençler Abhazya Ġmar ve ĠnĢaat Kurumu BaĢkanı A. ArĢba ile Tkvarçal bölgesinde ön yatırım tutarı 1 milyon 300 bin dolar olan bir kiremit-tuğla fabrikası kurulması için anlaĢmıĢlardı. Cahit ve Cem 1991/92 kıĢında Abhazya‟ya defalarca geldiler. Sonunda proje detaylandırıldı ve iĢin baĢlaması için Gagrabank‟da açılan ortak hesaba 100 bin Dolar para yatırdılar. Bu para ile fabrikanın kurulacağı alanda hafriyata baĢlanmıĢtı. 14 Ağustos‟ta savaĢın baĢlaması ile A.ArĢba -ortaklarına karĢı sorumluluğunu yerine getirerekbankada kalan 78.000 Dolar‟ı çekip Nalçik‟e götürdü, Cahit ve Cem‟i arayarak
bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012
parayı Nalçik‟ten alabileceklerini söyledi. Cem ve Cahit Nalçik‟e gidip A. ArĢba ile buluĢtular paranın yarısını Abhazya‟ya destek için bıraktılar. Bu para, savaĢ sırasında Türkiye‟den Abhazya‟ya yapılan ilk yardım olarak kayıtlara geçti. Cahit ve Cem‟e cömertlikleri için, ArĢba‟ya da dürüstlüğü ve örnek davranıĢı için teĢekkür ediyorum.)
15
Abhazya‟ya gelen gazeteci dostlarımın haberleri ve benim çeĢitli gazete ve dergilerde çıkan yazılarımla, Türkiye‟deki hem kendi camiamızın hem de genel kamuoyunun ve iĢ çevrelerinin Abhazya‟yı tanımaları yönünde güçlü adımlar attık. Bu sayede Türkiye‟den Abhazya‟ya çok hızlı geliĢ gidiĢler baĢladı. ÇeĢitli sektörlerde (tarım, inĢaat, turizm ve orman ürünleri) ortaklıklar kurulmaya baĢlandı. Bu geliĢme Abhaz-Adige iĢadamlarını da harekete geçirdi, kurdukları çok ortaklı Ģirketle (NartaĢ) Abhazya‟da iĢ yapmak üzere kolları sıvadılar. Diaspora ile iliĢkileri daimi ve sistemli hale getirmek amacıyla Türkiye‟den üç kiĢiye -Atay CeyiĢakar, Cengiz Gül ve Ġrfan Argun- Abhazya‟yı temsil yetkisi verdik. (Kısa süre içinde dıĢ temsilcilerimiz arasına ABD‟den YahyaĠnal Kazan ve Ġngiltere‟den George Hewitt katıldı. Nalçik‟ten Moskova‟ya, Kazan‟dan Ufa‟ya temsilcilik ağı geniĢledi. UNPO/Temsil Edilmeyen Halklar Örgütü ile gayet verimli iĢbirliği kuruldu). Bu arada, Türkiye‟nin çeĢitli bölgelerinden 25 kadar gencin Abhazya‟ya üniversite okumak üzere gelmesi umut ve heyecanı daha da artırdı. (Bu öğrencilerin bir kısmı kaldı ve Abhazyalı oldu; halen milletvekili ve Abhazya Ticaret Odasi BaĢkan Yardımcısı olarak görev yapan Soner Gogua, KardeĢlik Vakfı BaĢkanı Oktay Çikatua ve Geri DönüĢ Komitesi‟nde görev yapan Erkan Kutarba ilk akla gelenler.)
Velhasıl diaspora-anavatan köprüsü kurulmuĢtu ve iĢler iyi gidiyordu. Öyle ki, gelen-gidenle ilgilenmekten, hayali proje ve önermeler dinlemekten sıkılmaya bile baĢlamıĢtık. Kiminin milyar dolar sermayeli Ģirketi vardı, kiminin de Türkiye‟yi yönetenleri yönetecek kadar siyasi gücü… Ġlkokul mezunundan uluslararası siyaset, marangozdan makro ekonomi dersleri almaya alıĢmıĢtık. Dahası Abhazya ekonomisini bir anda düze çıkarmak için organize iĢler (sahte Dolar basmaktan, kenevir-esrar yetiĢtirmeye kadar) öneren avantürler de peyda olmuĢtu. Olsun, Apsua dediğin “yüksekten uçar”dı… Gördüm ki, Abhazya‟nın en acil sorunu dıĢ dünya ile haberleĢmesindeydi. Rusya ve Gürcistan‟a entegre bir telefon sistemi vardı; çok eski ve hantaldı. Bu sistemle uluslararası görüĢme yapmak hemen hemen imkansızdı. Yeni bir sistem için Türkiye‟den destek arayıĢına baĢladım. Dönemin Maliye Bakanı Adnan Kahveci ile iliĢkilerim iyiydi, Ankara‟ya gelerek kendisi ile görüĢtüm. Abhazya‟ya, toplam bütçesi 600 bin Dolar‟ı bulan 10 bin abone kapasiteli bir telefon sistemi kurulması konusunda “yardım” sözü aldım. Ancak Abhazya‟nın Moskova ve Tiflis ne der kaygısından kaynaklanan kararsızlığı ve Kahveci‟nin görev yaptığı ANAP iktidarının sona ermesi nedeniyle bu proje
gerçekleĢemedi. (Kaderin Ģu cilvesine bakın ki, 5 ġubat 1993‟de Adnan Kahveci, eĢi ve kızının trajik ölümünün kısmi tanığı oldum. 5 ġubat 1993‟de Abhazya DıĢiĢleri Bakanı Sait Tarkıl ve Yazarlar Birliği Genel Sekreteri Rauf Bijnu ile temaslarda bulunmak üzere geldiğimiz Ankara‟dan Ġstanbul‟a dönüyorduk; eski bir Suzuki 4 çeker içinde, yeni açılan TEM‟de ağır aksak yol alıyorduk. Yol tenhaydı ve Gerede‟ye 30-40 kilometre kala hızla bizi geçen siyah Mercedes‟i kıskanmıĢtık. 20 dakika sonra Gerede çıkıĢına geldiğimizde polis araçları ve ambülanslar arasında o siyah Mercedes‟in hurdaya dönmüĢ halini görüp halimize ĢükretmiĢtik. Yarım saat sonra radyodan Kahveci‟nin Gerede‟de trafik kazasında öldüğü haberini dinliyordum. Araç o araçtı.)
bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012
Ardzınba‟nın bitmeyen enerjisi ve geleceğe dair büyük umutları vardı. Yine de, 1991 sonlarına doğru Ģartların giderek ağırlaĢması O‟nu da kaygılandırmaya baĢlamıĢtı.
16
Ardzınba‟nın bitmeyen enerjisi ve geleceğe dair büyük umutları vardı. Yine de 1991 sonlarına doğru Ģartların giderek ağırlaĢması O‟nu da kaygılandırmaya baĢlamıĢtı. Gürcistan, Abhazya ve Acaristan özerk cumhuriyetleri ile Güney Osetya özerk bölgesi ile iliĢkilerini düzenleyen anlaĢmaları ve federal yapıdaki 1978 anayasasını feshederek, 1921
anayasasına dönmüĢtü. Abhazya‟nın Gürcistan yönetimine “yeni dönemde nasıl bir siyasi-hukuki iliĢki içinde olacaklarının” konuĢulacağı görüĢme talepleri yanıtsız kalıyordu. Abhazya bu sancılı süreçten geçerken Gürcistan‟da da iĢler karıĢıyordu. Gamsakhurdia karĢıtları güçlenmiĢ, iktidar savaĢı kızıĢmıĢ, Tiflis ve Kutaisi gibi büyük kentlerinde sokak çatıĢmaları baĢlamıĢtı. Gürcistan‟ın da karmaĢık bir yapısı vardı; farklı etnik, sosyal ve siyasal klanlar arasında öldüresiye bir iktidar savaĢı yaĢanıyordu. En büyük hesaplaĢma, kendilerini “asil Gürcü” sayan Kartveller ile “GürcüleĢmiĢ” Megreller (Lazlar) arasındaydı. Abhazya Parlamentosu‟nda Abhaz ve Gürcü-Megrel vekiller arasında uzun, sert ve sonuçsuz tartıĢmalar yaĢanıyordu. Abhaz aydınları ve halk temsilcileri tarafından kurulan, liderliğini Sergey ġamba‟nın yaptığı Aydgılara (Birlik) hareketi, siyaset üzerinde baskısını artırıyordu. Abhazya Özerk Cumhuriyeti‟nin yönetim modelinde (protokolünde) en üst siyası otorite parlamento baĢkanıydı. Üç yardımcısı (Gürcü-Megrel, Ermeni ve Rus) vardı. Protokole göre, Abhazya Parlamentosu 28'i Abhaz, 26‟sı GürcüMegrel, 6'i Ermeni, 4‟ü Rus ve 1‟i Rum olmak üzere 65 milletvekilinden oluĢuyordu. BaĢbakan ve Bakanlar Kurulu‟nun siyasi yetkisi sınırlıydı. Daha çok gündelik idari iĢlerle ilgili yetkilere sahipti. BaĢbakan Gürcü-Megrel, bir yardımcısı Abhaz, bir yardımcısı da Ermeni idi. Diğer bakanlıklar da Abhaz, Gürcü-Megrel, Ermeni ve Rus‟lar arasında paylaĢtırılırdı. DıĢiĢleri ve savunma
bakanlıkları yoktu, bunlar Sovyetler‟in yetki alanındaydı.
Gürcü-Megrel halkın sokak gösterileriyle destekleniyordu.
Bu denli karmaĢık ve hassas dengeler üzerinde kurulu yapıda karar almak ve iĢ yapmak giderek imkansızlaĢıyordu.
Abhazya ile birlikte Güney Osetya‟da da sıcak geliĢmeler yaĢanıyordu. Gürcistan‟ın Güney Osetya‟nın özerkliğini kaldırma giriĢimi çatıĢmalara yol açmıĢ, Osetya Parlamentosu 1 Aralık 1991‟de bağımsızlığını ilan ederek kendi silahlı birliklerini kurmuĢtu. Gamsakhurdia‟nın “eli silah tutan tüm Gürcüler Güney Osetya‟ya” çağrısı Rusya‟yı harekete geçirmiĢ ve Rus ordu birlikleri Güney Osetya‟yı desteğe gelmiĢti.
Yine sonuçsuz kalan bir parlamento toplantısının ardından, acemiliğin çaresizliğe dönüĢtüğü bir günün sonunda Ardzınba ile dertleĢiyorduk. Bana genellikle ya soyadımla ya da “danıĢman” diye hitap ederdi. Liderlik mi, diktatörlük mü? Soruyordu, “Söyle bakalım danıĢman, ne yapmalı”… Sözü dolandırmadım, “yetkileri tek elde toplamak gerek. Abhazya‟nın artık parlamento baĢkanına değil siyasi iradeyi üstlenecek güçlü bir lidere ihtiyacı var. Buna hazır mısınız?” Soruyordu, “Bana öneriyorsun”…
diktatörlük
mü
bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012
Cevap, “diktatörlük değil, güçlü liderlik… Bunu siz üstlenmezseniz baĢkası talip olur”.
17
Hızlı ve keskin siyasi geliĢmeler ister istemez Ardzınba‟yı “lider”liye itiyordu. Ġlk adım, yönetim protokollerini zorlayarak, yasama ve yürütmeyi tek elde toplayacak fiili “Devlet Konseyi”nin oluĢturulmasıydı. Bu adım doğaldır ki parlamentodaki ayrıĢmayı hızlandırdı. Gürcü-Megrel vekiller kazan kaldırmıĢtı. Abhaz, Ermeni, Rus ve Rum vekillerin desteği ile Ardzınba ipleri tek elde toplamaya baĢlamıĢtı. Gürcü-Megrel vekiller kısa süre sonra Parlamentodan çekilerek, Turbaza Hotel‟de ayrı bir “parlamento” oluĢturdular. SaflaĢma,
Bölgedeki siyasi-askeri geliĢmeler Abhazya yönetiminin de önceliklerini değiĢtirmiĢti. Gerginlik çatıĢmaya doğru sürükleniyordu. Ġki kademeli bir strateji oluĢturuldu; (1) Gürcistan‟ın askeri müdahale hevesini kırmak, soruna görüĢmelerle çözüm aramak için Gürcistan Yönetimi‟ni ikna etmek, (2) olası bir askeri müdahaleye karĢın hazırlık yapmak… Abhazya‟nın coğrafi konumu, tarihi, siyasi ve kültürel bağları dikkate alındığında nereden destek aranacağı belliydi; Rusya ve Türkiye…
21 Mayıs 1991‟de, kardeĢ Kafkas halkları temsilcileri Abhazya‟ya destek için Sohum‟daydı. Gelenler arasında en dikkat çekici kiĢi, hiç kuĢku yok ki, siyah fötr Ģapkasıyla Cahar Dudayev‟di… Ve Dudayev Rusya‟ya meydan okuyordu…
bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012
18
Rusya Federasyonu ile iliĢkiler Federasyonda yer alan KardeĢ Kafkas halkları ve cumhuriyetlerinin de katkılarıyla iyiydi. Ardzınba Moskova yönetimi ile iliĢkileri, S. Baburin gibi birkaç “etkin” siyasetçinin desteği ile geliĢtirmeye çalıĢıyordu. Rusya‟nın, Gürcistan‟ın Güney Osetya‟ya saldırısına hemen müdahale etmesi Abhazya‟da güven yaratmıĢtı. Bu arada, Kuzey Kafkas Halkları‟nın birliğini sağlamak amacıyla 1989‟da kurulan Kafkas Halkları Konfederasyonu, 1-2 Kasım 1991 tarihinde Sohum‟da toplanan genel kurulunda Abhazya‟ya “tam destek” kararına varmıĢtı. Güney Rusya‟daki Kazaklar Abhazya‟yı desteklemek üzere kalabalık bir heyet göndermiĢti. Ayrıca Abhazya gibi Gürcistan ile iliĢkileri askıda bulunan Acaristan ve Güney Osetya yönetimleri ile “ortak tutum” belirlemek üzere temaslara baĢlanmıĢtı. 1991‟in 21 Mayıs‟ı (Kafkasya‟dan Osmanlı‟ya sürgünün yıldönümü) tüm kardeĢ Kafkas halklarını Abhazya‟ya destek verdiği büyük bir gövde gösterisine dönüĢmüĢtü. Adige‟den Kabardey-Balkar‟dan, KaraçayÇerkesya‟ya, Çeçenistan‟dan, Osetya‟dan, Dağıstan‟dan yüzlerce delege Sohum‟un eski limanındaki “Muhaceret Anıtı”nda bir araya gelmiĢti. KonuĢmacılar arasında en fazla dikkat çeken siyah fötr Ģapkasıyla Cahar Dudayev‟di. Sovyet Strateji Hava Kuvvetleri Tümen Komutanlığı (Tümgeneral) görevinden ayrılmıĢtı ve 27 Ekim 1991‟de Çeçenistan‟ın devlet baĢkanı olacağı siyasi yürüyüĢünün baĢında bulunuyordu. “Tüm kötülüklerin anası olarak” tanımladığı Rusya‟ya meydan okuyan konuĢması kalabalık üzerinde derin bir sessizlik yaratmıĢtı. (Yanımda duran Kafkas Halkları Konfederasyonu BaĢkan Yardımcısı Genadi Alamia‟nın, “Bu adam Rusya‟ya
ve Ruslara karĢı nefret dolu. Tanrı hepimizi bu nefretten korusun, Kafkasya‟ya kan ve gözyaĢı getirmesin” diye kulağıma fısıldayıĢını dün gibi hatırlarım.) 21 Mayıs anması çok dokunaklıydı. Hava karardığında tören katılımcılarının tümü sahile yayılmıĢtı ve her birinin elinde meĢaleler, mumlar vardı. Sahili aydınlatıyorlardı, „sürgünde giden kardeĢleri dönerse yolu bulabilsinler‟ diye. Çıplak ayaklarıyla Karadeniz‟e dokunan Hibla Gerzmava (dünyaca ünlü soprano), “Deniz kardeĢimi geri ver” diye ileniyordu.
Gürcistan‟a karĢı safları sıklaĢtırma çabası hararetli bir tempoda devam ediyordu. Ardzında sık sık Moskova‟ya gidiyor, Rusya ile iliĢkileri güçlendirmeye çalıĢıyordu. Eksik olan Türkiye ile yönetim düzeyinde iliĢki kurmak ve büyük nüfusa sahip Abhaz-Adige diasporası ile iliĢkileri daha güçlü hale getirmekti. Bu çerçevede Ardzınba ve beraberinde üst düzey bir heyetin Türkiye ziyareti, gerekli ve öncelikli hale gelmiĢti. Bunda ısrarlıydım, çünkü olası bir çatıĢmada diasporanın desteğini kazanmak önemliydi. Öte yandan bu ziyaretin çeĢitli riskler taĢıdığının da bilincindeydim. Rusya tarafından nasıl karĢılanacağı belli değildi. Zira ete-kemiğe bürünmeye baĢlayan Rusya desteğini, karĢılığı olmayan bir adımla riske atmak akıllıca olmazdı. Ayrıca, Türkiye‟nin resmi
olarak Abhazya meselesini nasıl algıladığı belirsizdi ve baĢarısız bir ziyaretin Gürcistan‟a karĢı elimizi zayıflatacağı muhakkaktı. Arzınba‟nın da kafasında aynı sorular vardı. Ben, Türkiye‟de temsil yetkisi verdiğimiz 3‟lü (A. CeyiĢakar, Ġ. Argun ve C. Gül) ile ziyaretin detaylarını kotarmaya çalıĢırken Ardzınba da Rusya‟nın nabzını ölçmeye çabalıyordu.
Shevardnadze‟nin geliĢi Abhazya‟da yalancı bir umut yarattı. Gamsakhurdia gibi Ģoven ve saldırgan olmayacağı, Abhazya ile iliĢkilerde “akıl yolu”nu tercih edeceği beklendi. Ancak kısa sürede umutlar “boĢ”a çıktı. “Beyaz Tilki” selefini aratacak denli “densiz”di… Shevardnadze‟nin Batı‟daki kredisi Gürcistan‟a ihtilaflı konuma rağmen BirleĢmiĢ Milletler‟e ve AGĠT (Avrupa Güvenlik ve ĠĢbirliği TeĢkilatı) gibi uluslararası kuruluĢlara üyelik sağladı. Bu üyeliklerle Abhazya, Acaristan ve Güney Osetya Gürcistan toprağı olarak tanımlanmıĢtı. Abhazya‟da gerilim tırmanırken Haziran ortasında Güney Osetya‟da savaĢ patlak verdi. 18 Haziran 1992‟de Gürcistan birlikleri Güney Osetya‟ya saldırdı. Rusya‟nın müdahalesi ile 4 Temmuz‟da ateĢkes imzalanarak güvenlik koridoru oluĢturulmuĢtu.
bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012
Gürcistan‟da iç savaĢ sonunda 6 Ocak 1992‟de Gamsakhurdia devrildi, yerine “Beyaz Tilki” lakaplı Shevardnadze geçti. “Beyaz Tilki” selefini aratacak denli Ģovendi…
19
Gürcistan‟da Ģiddetlenen iç savaĢ iktidarın devrilmesiyle sonuçlanmıĢtı. 6 Ocak 1992‟de Zviad Gamsakhurdia ülkeyi terk etti ve Çeçenistan‟a sığındı. Devirenlerin oluĢturduğu Devlet Konseyi yönetime el koydu ve Devlet Konseyi BaĢkanlığı için Moskova‟dan Eduard Shevardnadze davet edildi. “Beyaz Tilki” lakaplı Shevardnadze, Sovyetler Birliği‟nin son dıĢıĢleri bakanıydı ve Gorbachev ile birlikte “Sovyetleri yıkan” lider olarak Batı‟da yüksek krediye sahipti.
O hafta Ardzınba Moskova‟ya gitti. BeĢ gün sonra döndüğünde yanına çağırdı ve Türkiye ziyaretini en kısa süre içinde yapmamız gerektiğini söyledi. Bunu farklı ihtimaller ıĢığında yorumladım; (1) Moskova‟dan umduğunu bulamamıĢtı, (2) Rusları kızdırmak pahasına Türkiye Ģansını kullanmak istiyordu, (3) Ruslara, “siz destek vermezseniz baĢka kapılar açarız” mesajı vererek etkilemek istiyordu, (4) Ruslar, Türkiye ziyaretine onay vermiĢti. “Hangisi” diye cevabını vermiĢti.
sorduğumda
“hepsi”
24-31 Temmuz tarihlerini belirledik. CumhurbaĢkanı (Turgut Özal), BaĢbakan (Süleyman Demirel), BaĢbakan Yardımcısı (Erdal Ġnönü) DıĢiĢleri Bakanı (Hikmet Çetin), Parlamento BaĢkanı (Hüsamettin
Cindoruk), muhafete parti baĢkanları (Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit) ile görüĢmeleri de hedefleyen bir program için çalıĢmalara baĢladık. Elbette, diaspora ile ĢaĢalı bir kucaklaĢma ihmal edilmeyecekti. Ardzınba ile birlikte Türkiye‟ye gelecek heyet K. Ozgan (Parlamento DıĢ Ekonomik ĠliĢkiler Komitesi BaĢkanı), G. Dopua (Enerji, UlaĢtırma ve HaberleĢme Bakanı), N. Çanba (Kültür Bakanı), G. Alamia (Parlamenter, Kafkas Halkları Konfederasyonu BaĢkan Yardımcısı), A. Cergenia (Ardzınba‟nın Özel Temsilcisi ve BaĢdanıĢmanı) ve benden oluĢuyordu.
bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012
Abhazya, Sovyetler Birliği‟nin gözde turizm merkezlerinden biriydi. 500 bin civarında insanın yaĢadığı bu ülkeye her yıl 5 milyondan fazla turist gelirdi. Sovyetler‟in dağılma süreci Abhazya‟ya turist geliĢini büyük ölçüde engellemiĢti. Gelen turist sayısı 1990‟da 1 milyona, 1991‟de 400 bine ve 1992‟de de yüz binin altına düĢmüĢtü.
20
1992‟de iyice tırmanan gerginlik yüzünden Abhazya‟da yaĢam giderek zorlaĢıyordu. Ruslar ve Rumlar Abhazya‟yı terk etmeye baĢlamıĢtı. Korku ve karamsarlık kanser gibi yayılıyordu. Korkuya meydan okumak üzere bir Ģey yapmak gerekiyordu. Ve ünlü açık hava Ģenliği böyle baĢladı... Güney Osetya‟daki çatıĢmalar, o sıralarda Gagra, Pitsunda, Gudauta ve Sohum ve
Oçamçira sahillerinde tatil yapanları kaçırmakla kalmamıĢ, yerli halkı da sindirmiĢti. Sohum‟da yaĢam giderek soluyordu, hava kararmadan kent yaĢamı duruyordu; insanlar sokaklardan çekiliyor, evlerine kapanıyordu. Sohum neredeyse ölü bir kent olmuĢtu. Rumların Yunanistan‟a, Rusların Rusya‟ya göçü hızlanmıĢtı. Karamsarlık kanser gibi Sohum‟u rehin almıĢtı ve ben insanları sokaklarda tutmak için ne yapmak gerektiğini düĢünüyordum. Rotsa Oteli‟nin deniz tarafında Ermeni Agop‟un iĢlettiği cafe ve çevresinde haftada bir Ģarkılı-danslı bir açık hava etkinliği düzenlemeye karar verdim. Türkiye‟den gelen öğrencilerin ve yakın dostlarımın desteği ile Haziran‟ın ikinci yarısı Cuma öğleden sonrası Ģenlik baĢladı. Müzik ve dans gruplarının performanslarıyla desteklenen bu mütevazı Ģenlik iki hafta içinde, taa Gagra‟dan, Gudauta‟dan, Oçamçira ve Tkvarçal‟dan da insanların geldiği, binlerce kiĢinin katıldığı, umut ve yaĢamın korku ve karamsarlığa meydan okuduğu bir karnavala dönüĢtü. Abhaz, Rus, Ermeni, Gürcü, Rum Ģarkı ve danslara rap, vals, slow, tango eklendi... Sergiler, sokak tiyatrosu, mim gösterileri, Ģiir düelloları izledi. Bu küçük adım o kadar etkili oldu ki, yazarlar, Ģairler, ressamlar, parlamenterler, bakanlar icabet etmeye baĢladı. Herkes Cuma‟yı iple çeker oldu. Ardzınba da dayanamadı, geldi, 10 yıldır ilk kez dans etti. Beni, “sen sihirbaz mısın” diyerek kucakladı. Velhasıl “Sezai‟nin Karnavalı” taa Nalçik‟e, Maykop‟a, Moskova‟ya, Leningrad‟a kadar uzanan bir efsane oldu. O hafta karnaval varsa savaĢ yok demektiSavaĢ yaklaĢıyordu ve Ardzınba, “SavaĢtan çok, sonrasını düĢünüyorum. Gürcüler bizi yenemez ama
bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012
bu savaĢta en değerli insanlarımızı kaybedeceğiz. Zaten nüfusumuz az ve geride kalanlarla toparlanmamız kolay olmayacak” diyordu. Bu dokunaklı sözler bana, tanıdığımda politikanın acemisi olan Ardzınba‟nın artık halkının kaderine hükmeden bir lidere dönüĢmeye baĢladığını anlattı...
21
Türkiye‟ye geliĢimizden kısa süre önce Ardzınba‟nın ofisinde hazırlıkları gözden geçiriyorduk. Yorgundu, gergin ve tedirgindi. Ayağa kalktı, geniĢ pencerelerden eski limana, dev okaliptüs ağaçları arasından Karadeniz‟in maviliğine uzun uzun baktı. Sesi titriyordu, “Biliyorsun ġevardnadze tüm çağrılarımızı ve görüĢme taleplerimizi reddediyor. Bugün bir kez daha telefonla ulaĢmaya çalıĢtım, görüĢmedi, yardımcısı kaçamak cevaplar verdi. Artık savaĢın çok yakınımızda olduğunu hissediyorum. Bu, her bakımdan haksız bir savaĢ olacak. Gürcistan hırsızı, uğursuzu, narkomanı üstümüze salacak, biz ise tam tersine en iyi, en nitelikli gençlerimizle kendimizi savunacağız. SavaĢın en büyük haksızlığı burada. Bizi yenmeleri, Abhazya‟yı ele geçirmeleri mümkün değil. Tarihte hiçbir güç Abhazya‟yı ele geçiremedi. Gürcüler de bunu yapamayacak. Ancak en değerli insanlarımızı kaybedeceğiz. SavaĢın kendisinden çok sonrasını düĢünüyorum. Zaten nüfusumuz az ve geride kalanlarla yeniden toparlanmak hiç de kolay olmayacak” dedi. Bu dokunaklı konuĢma bana, tanıdığımda politikanın acemisi olan Ardzınba‟nın artık halkının kaderine hükmeden bir lidere dönüĢmeye baĢladığını anlattı. KonuĢma dramatikti ama benim açımdan güven vericiydi. O‟nu teselli edecek hiçbir söz yoktu. Sadece, bu konuĢmanın kendisine
olan inancımı ve saygımı pekiĢtirdiğini söylemekle yetindim.
Tekrar masasına döndü ve önündeki dosyalara bakarak, “Önümüzdeki parlamento toplantısında egemenlik meselesini görüĢeceğiz ve karar alacağız. Zira artık Gürcistan Parlamentosu‟nun ve Gürcistan Devlet Konseyi‟nin aldığı kararlar sonucunda bizim Gürcistan‟la hiçbir hukuki iliĢkimiz kalmadı. Bu durumda biz de kendi yolumuzu belirlemek durumundayız.” diye devam etti. Önümüzdeki parlamento toplantısı 23 Temmuz PerĢembe günü (1992) yapılacaktı. Türkiye ziyareti ise 24 Temmuz Cuma günü baĢlayacaktı. “Bu durumda Türkiye ziyaretini erteleyecek miyiz ya da siz gelmeyecek misiniz” diye sordum. Zira egemenlik kararının Gürcistan‟ı kızdıracağı, ayrıca hemen Türkiye‟ye gitmenin Rusya tarafından nasıl algılanacağı da belli değildi. Haydi, bunları bir tarafa bıraktık, bu denli kritik bir karar sonrası bir numaralı liderin ülke dıĢına gitmesinin halk tarafından nasıl değerlendirileceği düĢünülmeliydi. Bunları sordum. Gülümsedi. “Hepsini düĢündüm. Türkiye‟yi ziyaret programı Ģimdilik aynen devam edecek” dedi. Biraz daha üsteledim. Zira Türkiye‟den (yönetimden ve
diasporadan) karĢılığı olmayan yüksek bir beklenti içinde olmasından korkuyordum. Türkiye ziyaretinin önemi ve beklentiler konusunda hep ölçülü ve temkinli değerlendirmeler yapmıĢtım. Bu kritik dönemde, Abhazya‟nın bağımsızlığı yolunda atılacak en önemli ve bir o kadar da tehlikeli bir adımdan hemen sonra Türkiye‟ye gitmekle beklenti çıtasını çok mu yükseltiyorduk? Ayrıca Türkiye‟de hedeflenen görüĢmelerin çok gerisinde bir ziyaret programı oluĢmuĢtu. CumhurbaĢkanı, BaĢbakan, BaĢbakan Yardımcısı ve DıĢiĢleri Bakanı ile görüĢme henüz konfirme edilmemiĢti. “Bunları önümüzdeki günler düĢünmeye ve değerlendirmeye devam ederiz” dedi. DüĢünme ve değerlendirme son ana kadar devam etti.
bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012
23 Temmuz 1992‟de Abhazya Parlamentosu “egemenlik” kararı aldı. Parlamento ve çevresinde toplanan coĢkulu kalabalık bağımsızlık yolunda atılan bu adımı kutluyordu. MuhteĢem bir gündü ve üç gün önce Abhazya‟ya gelen gazeteci dostum Nazım Alpman (Milliyet‟ten) tanık olduğu bu anı, “ilk kez bir devletin doğuĢuna, kuruluĢuna Ģahit oldum, inanılmaz” diye özetliyordu.
22
23 Temmuz sabahı, Abhazya‟nın hemen her bölgesinden gelen binlerce insan Parlamento binasının etrafında coĢkulu bir kalabalık oluĢturdu. Sloganlarla, bayraklarla, pankartlarla, çiçeklerle, Ģiirlerle, Ģarkılarla Parlamento‟ya destek veriyorlardı. Tam bir bayramdı. Saat 15:00 sularında Parlamento oybirliği ile (Abhaz, Rus, Ermeni ve Rum vekillerin tamamının oyu ile) Abhazya‟nın egemenlik kararını aldı ve ilan etti. Egemenliğin simgesi olarak bayrak ve devlet arması kabul edildi, milli marĢ için karar alındı. MuhteĢem bir gündü ve üç gün önce Abhazya‟ya gelen gazeteci dostum Nazım Alpman (Milliyet‟ten) tanık olduğu bu anı, “ilk kez bir devletin doğuĢuna, kuruluĢuna Ģahit oldum, inanılmaz” diye özetliyordu. (Nazım Alpman, bir haftalık Abhazya ziyaretini Milliyet‟te kapsamlı bir yazı dizisi ile milyonlara aktarmıĢ, Abhazların “T a n rı t ü m h a lkla rı öz g ü r, m u t lu v e m ü ref f eh kı l s ı n , A b h a z la rı d a unutm a s ı n” duasına uluslararası ün kazandırmıĢtı. “Egemenlik Bayramı”nın sıcaklığını üstümden atıp Türkiye‟yi ziyaret için hazırlıkları gözden geçirmek (görüĢmelerde masaya konacak tanıtım ve proje dosyalarını tamamlamak ve ziyaret programına son Ģeklini vermek) üzere ofise geçmiĢtim. Saat 19:00 suları Ardzında kapıdan baĢını uzattı, “gidiyoruz” dedi. 24 Temmuz PerĢembe günü saat 10:15‟de, bizi Soçi‟den Ġstanbul‟a getirecek uçak havalandığında, hepimizi için için kemiren “Rusya veya Gürcistan‟ın Rusya‟daki eli Türkiye‟ye gidiĢimizi engeller mi” tedirginliği yerini “iĢler yolunda” rahatlığına bıraktı. Ardzınba ve beraberindekiler, ülkelerini temsilen, Rusya dıĢında bir ülkeye ilk kez gidiyordu.
Ve Türkiye‟deki Abhaz-Adige diasporası ilk kez anavatandan bu düzeyde bir heyeti karĢılayacaktı. Yeterince heyecan vericiydi. Ve 7 günlük ziyaretin her anı heyecan dolu geçti.
bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012
Resmi-gayrı resmi tüm görüĢmelerin Abhazca yapılması konusunda mutabakata varmıĢtık. Ve tercüme iĢi bana düĢüyordu. Abhazca‟ya o denli hakim olmadığımı söyleyince, Ardzınba, “Abhazca‟ya değilse de Abhazya‟ya hakimsin. Benim de Abhazca‟m iyi değil. Senden, görüĢmelerde ne söylediğimi değil ne söylemek istediğimi anlatmanı istiyorum” diyerek özgüvenimi yükseltti.
23
Gezi ufak tefek aksiliklerle baĢladı. Atatürk Havaalanı‟nda bizi karĢılayacak ekip yanlıĢ uçağa gitmiĢ, çaresiz pasaport kontrolüne vardığımızda bizi bulabilmiĢti. Çıktığımızda ise kim hangi araca binecek kargaĢası yaĢandı. Hesapta olmayan bir oldu-bitti ile yüz yüzeydik; karĢılama ekibinde Tarık Ümit de vardı ve Ardzında ile ben apar topar T. Ümit‟in aracına bindirildik. Türkiye ziyaretinin “derin devlet” ve “mafya” ile ĢaibeleĢmesi iyiye alamet değildi. Bu, pimi çekilmiĢ bir bombanın kucağa düĢmesi gibi bir Ģeydi. T. Ümit Ardzınba ile aynı sülaledendi. Temsilcilerle birlikte daha önce Abhazya‟ya gelmiĢ, “iliĢki ağı, gücü ve becerisi” konusunda Ardzınba‟yı etkilemeye çalıĢmıĢtı. T. Ümit konusunda temsilciler arasında da görüĢ farklılıkları vardı. Ancak baskın ve ele avuca sığmaz bir karakter olduğu için kimse baĢa çıkamıyordu. Ardzınba‟yı akrabasından uzak durması konusunda ikna etmem o kadar kolay olmadı. Hiç değilse bu iliĢkinin “özel” kalmasını, resmi ve açık görüĢmelerde yer almamasını sağlayabildim.
Ardzınba ve heyeti Türkiye‟deyken, BaĢbakan Süleyman Demirel ve DıĢiĢleri Bakanı Hikmet Çetin Tiflis‟e giderek ġevardnadze ile anlaĢma imzaladılar. Bu, ġevardnadze‟ye “Abhazya‟ya saldır, destekliyoruz” demekti. Belleğimize, “arkadan hançerlendik” olarak kazındı...
Türkiye ekibimiz hükümet düzeyinde görüĢme ayarlayamamıĢtı ancak Ardzınba‟nın mevkidaĢı TBMM BaĢkanı Hüsamettin Cindoruk ile Dolmabahçe Sarayı‟nın ĢaĢalı ortamında yaptığımız görüĢme, Cindoruk‟un babacan ve insanı rahatlatan kabulü ile hepimizi motive etmiĢti. Ġyi bir baĢlangıçtı ve baĢarılı bir görüĢmeydi. Akabinde Adapazarı‟ndaki diaspora ile büyük kucaklaĢma, Ardzınba‟ya “iyi ki geldik” dedirtecek cinstendi. Ġstanbul‟daki basın toplantısı, röportajlar, protokol yemekleri, ĠTO ziyareti, Ankara‟da Anıtkabir‟i ziyaret ve özel protokol defterine tarihte ilk kez Abhazca yazmak hepimizi kanatlandırmıĢtı. (Anıtkabir ziyaretimiz görülmeye değerdi. Devlet baĢkanı ziyaret protokolü uygulanmıĢtı. Aslanlı Kapı‟da tören-protokol amiri (albay) tarafından karĢılanmıĢ, önde Ardzınba arkada 30-40 kiĢilik Apsua-Dzohua heyeti ağır adımlarla Anıtkabir‟e yürümüĢ, iki askerin taĢıdığı çelengin Ardzınba eliyle mozolenin önüne konulması sonrasında Anıtkabir özel defterinin yazılması törenine geçilmiĢti.
bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012
Bir gün öncesinden Ardzınba ile deftere yazılacak metin üzerinde çalıĢmıĢ, Abhazca olarak bir paragraflık özlü bir metin oluĢturmuĢtuk. Protokolün kendisini çok heyecanlandırdığını, defteri yazarken tuttuğu kolumu morartırcasına sıkmasından anlayabiliyordum. Yazı bitip dönüĢ yoluna koyulduğumuzda hala kolumu sıkıyordu; yüzü terlemiĢ ve için içini yiyordu. Kulağıma “kahretsin unuttum, bir sözcüğü eksik yazdım”, dedi. Ben de, önemli olanın o deftere Abhazca yazmak olduğunu, küçük bir eksikliği dert etmemek gerektiğini belirterek biraz yatıĢtırmaya çalıĢtım. Öyle ya, Türkiye‟nin en yüksek protokolünde yerimizi almıĢ, hem Abhazya‟nın hem Abhazca'nın resmi kayıtlara geçmesi sağlanmıĢtı.)
24
TBMM‟de, Meclis‟te grubu bulunan siyasi parti yöneticileriyle seri görüĢmelerimiz de iyi gitmiĢti. Hele DSP grubunda Genel BaĢkan Bülent Ecevit ile görüĢmemiz çok
sıcak ve samimi geçmiĢti. (Bu görüĢmenin ilginç detayını da sizlerle paylaĢmak isterim: Refah Partisi grubundaki görüĢmemizin bitimi ile DSP grubu ile görüĢmemiz arasında 15 dakika kadar zaman vardı. Ekibin bir bölümü koridordaki tuvaletlere yönelmiĢ bir bölümümüzde Ardzınba ile birlikte biraz arkadakiler bekleyerek ağır ağır yürüyorduk. Rahmetli Ecevit gelmekte olduğumuzu duyunca koridora çıkarak bizi karĢıladı ve arkadakileri bekleyemeden toplantı odasına geçtik. TokalaĢma ve tanıĢma faslından sonra büyük toplantı masasına oturduk. Ecevit tüm nezaketi ile “hoĢ geldiniz” konuĢmasına baĢladı. 3-5 saniye sonra kapı çalındı, heyetten bir-iki kiĢi daha içeri girdi, Ecevit yerinden kalkıp onları kapıda karĢıladı, yerlerine oturttu, konuĢmasına devam etti. Derken kapı bir kez daha çalındı, yine aynı seremoni, tekrar konuĢma, tekrar kapı... Ardzınba bu duruma çok kızmıĢtı, bana döndü, “vara” dedi, “patlayasıcalar, ya toplanıp birlikte girseler ya da koridorda bekleseler ya!”... Absürd ancak insani bir durumdu. Neyse ki Ecevit‟in nezaketi ve hoĢgörüsü ile sonrası iyi geçti. Ecevit, kendisine verilen özet bilgiyi dikkatle dinledi, yetinmeyip sorular sordu. Tam görüĢme bitecekken G. Alamia Ecevit‟i Ģair olarak bildiğini, Ģiirlerini Rusça çevirilerinden okuduğunu ve çok etkilendiğini söyledi. Ecevit memnundu, birkaç imzalı kitabını Gena‟ya verdi. Bu görüĢmenin baĢarılı geçtiğini, Abhazya‟da savaĢ baĢlar baĢlamaz Ecevit‟in yaptığı basın açıklaması ile bir kez daha anlayacaktık. Ecevit, 19 Ağustos tarihli açıklamasında, Gürcistan‟ın Abhazya‟ya saldırısında Türkiye‟nin vebali olduğunu açıkça belirtecekti.) Ancak, ANAP (dönemin ana muhalefet partisiydi) Genel BaĢkanı Mesut Yılmaz‟la
bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012
yaptığımız görüĢme, dipten dibe nasıl bir blokajla karĢı karĢıya olduğumuzu anlamamızı sağladı. Yılmaz‟ın, görüĢme sırasında, DıĢiĢleri Bakanlığı‟nın kendisine Abhazya heyeti ile görüĢmemesi konusunda telkinde bulunduğunu ancak bunu kabul etmediğini açıklaması, Türkiye Cumhuriyeti Devleti‟nin Abhazya‟ya olumsuz bakıĢını deĢifre etti. Bununla kalsa iyiydi, bizim heyet henüz Türkiye‟deyken BaĢbakan (S. Demirel) ve DıĢiĢleri Bakanı (H. Çetin) ile görüĢmek üzere randevu beklerken her iki zat 30 Temmuz günü Tiflis‟e giderek Gürcistan‟la -Abhazya, Acaristan ve Güney Osetya‟yı da içine alan üniter devlet yapısını onaylayan- anlaĢmalar yaptılar. Televizyondan, Demirel‟in Tiflis Havaalanı‟nda, “Türkiye ile Gürcistan arasında yepyeni ve sıcak bir iliĢkinin kurulmakta olduğunu” ila ediĢini izledik. Demirel-ġevardnadze kucaklaĢması ve taraflar arasında imzalanan 6 ayrı anlaĢma... (Muhtemeldir ki, ġevardnadze‟nin iki hafta sonra Abhazya‟ya saldırı kararında Türkiye‟den aldığı bu desteğin büyük payı vardır.) Hepimiz üzerinde büyük hayal kırıklığı yaratan bu durum, birçoğumuzun belleğine “arkadan hançerlendik” olarak kazındı.
25
Ardzınba ve heyeti diaspora ile kucaklaĢmanın heyecanı ve T.C. Hükümeti‟nin tecridinin hayal kırıklığı ile Türkiye‟den ayrıldı. Ben de onlarla geri dönecektim. Son gün akĢam odasına çağırdı. “Burda kalmalısın. En azından 1-2 hafta kalmalı ve yaptığımız görüĢmelerin takipçisi olmalısın.” dedi. Ġtiraz ettim, “Ya savaĢ çıkarsa”. “Ġyi ya” dedi. “SavaĢ çıkarsa Türkiye‟de yapılacak çok iĢ var”... Ve çantasından kalınca bir zarf çıkardı, “Al, burada biraz para var. Senindir. Bir süre buradaki masraflarını karĢılar”.
Olmazlanmalarım iĢe yaramadı. Üsteledi, “maaĢ olarak düĢün” dedi. Zarfı çantama koydum.
Ertesi gün, heyeti yolcu ettikten sonra evde zarfı açtım, çoğu 5‟lik, 10‟luk toplam 2.280 dolar vardı. Bu parayı gönül rahatlığı ile kabul edebilir ve harcayabilirdim. (Zira bu gezinin yol ve konaklama masrafları hariç, Abhazya‟da bulunduğum bir yılı aĢkın süredir tüm masraflarımı kendim karĢılamıĢtım.) Ancak paranın küçük banknotlardan oluĢması, bir anda, bunun Sohum gümrüğünden giriĢ yapanlardan alınan 10 Dolar‟lık vize paraları olduğunu anlamamı sağladı. Daha doğrusu, böyle olabileceğini düĢündürttü. Pratik bir hesapla 228 kiĢiden toplanan 2 bin 280 Dolar. Eh, bu da makuldü; gümrük açılalı 8 ay olmuĢtu ve bu yolla Abhazya‟ya ancak bu kadar insan giriĢ yapmıĢtı. Bu bir anlamda Abhazya‟ya resmi olarak gelen dövizin toplamı idi. Ardzında, bu parayı heyetin yolluğu olarak yanına almıĢ, ancak Türkiye‟deki tüm masraflar ev sahipleri tarafından karĢılandığı için harcanmamıĢtı. Sonuç olarak, Abhazya‟nın sahip olduğu yegane döviz ellerimdeydi. Yüzümde acı bir tebessüm, ilk görüĢmemizde Ardzınba‟ya iade etmek üzere paraları zarfına koydum ve bu görüĢme 12 Ekim 1992‟de Lihni‟da oldu. Zarfı uzattım, “Abhazya‟nın döviz rezervini çarçur
edemezdim” dedim. Bunu nasıl anladığımı sordu. Sadece gülümsedim... 14 Ağustos‟ta Gürcistan ordu birlikleri Sohum‟a dayandı. Amaçları Sohum‟u teslim almak ve Abhazya yönetimini lağvetmekti. Abhazların elinde silah yoktu, cephane yoktu. Ama direnmek için ihtiyaç duyulan iki Ģey vardı: Kararlılık ve cesaret...
bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012
Ve Türkiye‟de, Ardzınba‟nın talimatıyla “yaptığımız görüĢmelerin” takibi, camia ile ve basınla iliĢkileri geliĢtirmekle uğraĢırken ve 17 Ağustos‟ta Abhazya‟ya dönmek üzere hazırlık yaparken, 14 Ağustos Cuma günü, Gürcistan Abhazya‟ya saldırdı. Gürcü askeri birlikleri ellerini-kollarını sallayarak Gal, Oçamçira ve GulrıpĢ‟ı geçmiĢ, Sohum‟a – KrasnyMost (Kızıl Köprü)- kadar kolayca gelebilmiĢti. (Abhazya‟nın, Sohum, Oçamçira ve Gudauta‟daki Rus askeri kıĢlalarından edinilmiĢ birkaç yüz hafif silahla oluĢturulmuĢ küçük milis-gerilla grubu dıĢında örgütlü bir askeri gücü yoktu. Yine de, Gürcü birliklerinin Sohum‟a kadar hiç silah patlamadan nasıl kolayca gelebildiği, halen
26
sorgulanmaktadır.) Geç saatlere kadar taraflar arasında görüĢmeler yapılmıĢtı. Abhazya Gürcü kuvvetlerinin çekilmesini, Gürcistan ise Sohum‟un teslim edilmesini istiyordu. Taraflar birbirine 24:00‟e kadar süre vermiĢti ve gece yarısı Krasny Most‟ta (Kızıl Köprü) silah sesleri duyuldu. Böylece, 30 Eylül 1993‟ kadar (410 gün) sürecek olan savaĢ baĢlamıĢtı. Ardzında ve Abhazya‟nın yönetim kadroları o gece Gudauta‟ya geçmiĢti. Abhazya‟nın cılız direniĢine karĢı denizden ve havadan desteklenen Gürcü birlikleri 15 Ağustos akĢamı Sohum‟u büyük ölçüde ele geçirmiĢti. Gürcistan Abhazya‟nın Rusya ile bağlantısını kesmek üzere Gagra‟ya da çıkartma yapmıĢtı. Gal ve Oçamçira ile birlikte, Abhazya‟nın hemen hemen yarısının, iki gün içinde Gürcistan‟ın kontrolüne geçtiği anlaĢılıyordu. Abhazya‟nın elinde silah yoktu, cephane yoktu. Ama direnmek için ihtiyaç duyulan iki temel Ģey vardı: Kararlılık ve cesaret... SEZAĠ BABAKUġ.
2012 Eylül, Ekim, Kasım
[PUSHKİN’İN NEFRETİ] Çerkesler nefret ediyorlardı bizden. Geniş otlaklıklarından sürüp çıkarmışız onları. Köylerini yakıp yıkmışız köklerini kurutmuşuz. Onlarda git gide dağların derinliklerine çekiliyor, oradan baskınlar yapıyorlar. Barışçı Çerkes’lerin dostluğuna da güvenilmez…
Pushkin’in nefreti | 8/4/2012
… Moskova‟dan Kaluga‟ya, Belev‟e ve Orel‟ gittim. Böylece fazladan 200 verst yol aldım ama, Yermolov‟u gördüm buna karĢılık. Kendisi Orel‟de oturuyordu. Çiftliği kentin yakınlarında bir yerde. Saat sekizde uğradığımda evde yoktu. Yermolu‟un dindar bir ihtiyar olan babasının evinde bulunabileceğini, kapısının da kentli memurlardan baĢka herkese açık olduğunu arabacımdan öğrendim. Bir saat sonra yeniden uğradığımda, Yermolov kendisine özgü sevimliliğiyle karĢıladı beni. Daha ilk bakıĢta çoğu yandan yapılmıĢ portrelerine benzemediğini gördüm. Yüzü değiĢmiĢ. Kil rengi gözleri pırıl pırıl, kır saçları fırça gibi dimdik. Herkül‟ün bedenine bir kaplan baĢı kondurun; görünüĢü tıpkı öyle. Yapmacık iğreti bir gülümseyiĢ dolaĢıyor dudaklarında. DüĢünceli olduğu ya da yüzünü astığı zaman çok daha yakıĢıklı oluyor. O sırada Dov‟un Ģairane bir tablosunu andırıyor ĢaĢılacak kadar. YeĢil bir Çerkes cepkeni vardı üzerinde. Odasının duvarlarında Kafkasya egemenliğinin anısı olan kılıçlar hançerler asılıydı. ĠĢsizlikten ne kadar sıkıldığı hemen belli oluyordu. Acı bir dille Paskeviç‟ten söz etti birkaç kez. Kazandığı utkuları küçümsüyordu. Onu, boru sesiyle yıkılan kalelerin fatihi Navin‟e benzetti. Yerivan kontunu, Ġsrafil kontu olarak adlandırıp Ģöyle dedi:
27
Paskeviç‟in Ġran seferi sırasında çok baĢarılı olduğundan farklı olduğunu göstermek isteyen zeki bir adamın bunu ancak biraz daha baĢarısız olmakla sağlayabileceği yolundaki bir sözü, Kont
Tolstoy‟un sözünü Yermolov‟a ilettim. Güldü. Kabul etmedi bunu.
Anılarını yazdığını ya da yazmak istediğini sanıyorum. Karamzin Tarihi‟ni de beğenmiyor.
Prens Kurbski‟nin anılarında con amore (coĢku ile) söz ediliyordu. Almanlar da paylarına düĢeni aldılar. “
Yanında iki saat kaldım. Küçük adımı çıkaramadığı için üzüldü. Ġltifat ederek gönlümü almaya çalıĢtı. Edebiyattan da söz ettik birkaç kez. Griboyedov‟un Ģiirlerini okurken, gülmekten elmacık kemiklerinin ağrıdığını söyledi. Hükümetten ve siyasetten hiç söz etmedik. Kursk-Harkov yoluna sapacaktım az kalsın. Fakat Kursk meyhaneside yenilebilecek güzel bir yemeği (yolculuklarda önemsiz sayılmaz bu) gözden çıkardım; Kursk meyhanesinde daha ilginç olmayan Harkov Üniversitesini ziyaret etmek konusunda da bir istek duymayıp dosdoğru Tiflis yolunu tuttum. Yollar Yelets‟e kadar çok bozuktu. Tekerlekler, Odesa çamurunu aratmayan bir çamura saplandı birkaç kez. Yirmi dört saatte topu topu elli verst yol aldığımız
günler oldu. Sonunda Voranej bozkırlarına ulaĢarak geniĢ yemyeĢil bir ovada hızla ilerlemeye baĢladık. Novoçerkeska‟da, benim gibi Tiflis‟e giden Kont PuĢkin‟e rastladım. (PuĢkin yanındaki insanlarla daima alay eden bir insan olduğu için yardımcısına bu tarzda hitap ederdi) Birlikte yolculuğa karar verdik.
hazırlanıyordu. Orta yerde bir kazan kaynıyor; duman, çadırın tepesinde açılmıĢ bir delikten çıkıp gidiyordu. Güzelce bir Kalmuk kızı oturmuĢ dikiĢ dikiyor, bir yandan da tütün içiyordu. Yanına oturarak adını, yaĢını ve ne diktiğini sordum. 18 yaĢında olduğunu ve Ģalvar diktiğini söyledi. Tütün çubuğunu bana uzattı; kendisi kahvaltıya oturdu. Kazanda koyun yağıyla tuzlu çay kaynıyordu. Kız kendi kepçesini bana uzattı. Onu kırmak istemedim. DiĢimi sıkarak biraz yedim. BaĢka bir halk mutfağında bundan daha kötü bir Ģey çıkacağını sanmıyorum. Kemirmek için bir Ģey istedim. Bir parça kuru kısrak eti verdiler. Ona da Ģükrettim. Kalmuk kızının cilveleri gözümü korkutmuĢtu. Ve bozkır Kirke‟inden (mitolojide bir kadın büyücü) hemen uzaklaĢtım. Stavropol‟e gelince, beni dokuz yıl önce büyüleyen bulutları gördüm yine. Orada, aynı yerde, göğün enginlerindeydiler. Kafkas sıradağlarının karlı doruklarındaydı bunlar.
Pushkin’in nefreti | 8/4/2012
Avrupa‟dan Asya‟ya geçiĢ saatten saate belli oluyor. Yiten ormanların yerini sık ve bitek çayırlar alıyor. Tepeler yassılaĢıyor. Bizim ormanlarımızda bulunmayan kuĢlar görülmeye baĢlıyor. Büyük bir yolun baĢladığını gösteren tümseklere gözcü gibi tünemiĢ kartallar yolcuları gururla süzüyorlar. Bereketli otlaklarda.
28
Kalmuklar, menzil(yolcu arabalarının at değiĢtirdiği istasyon) kulübelerinin yakınlarına yerleĢmiĢler. Çadırlarının yanında Orlovski‟nin güzel desenlerinden tanıdığımız biçimsiz, tüylü katırlar yayılıyor. Geçen gün, beyaz keçe ile kaplanmıĢ kareli çubuk örgüden bir kalmuk çadırına uğradım. Aile kahvaltıya
Georgiyevsk‟ten geçerken imelere uğradım. Büyük değiĢiklikler olmuĢtu. Benim zamanımda banyolar derme çatma kulübelerdeydi. Hiç insan eli değmemiĢ kaynaklar kayalardan fıĢkırır; dumanlar çıkarak, arkalarında beyaz, kırmızımtırak izler bırakarak dağın tepesinden çeĢitli yerlere doğru akıp giderlerdi. Kaynar suyu ağaç kabuklarından kepçelerle, ya da kırık ĢiĢelerin dipleriyle alırdık. Çok güzel banyolar ve evler kurulmuĢ Ģimdi. Ihlamur ağaçlarının gölgelediği bir yol Masuk dağının eteklerine kadar uzanıyordu. Her yanda sevimli patikalar, yeĢil sıracıklar, düzgün çiçek tarhları, köprüler ve pavyonlar göze çarpıyordu. Kaynaklar onarılmıĢ, kıyılarına kesme taĢlar
döĢenmiĢti. Banyo duvarlarına belediye yönetmelikleri asılmıĢtı. Her yerde bir düzen güzellik egemendi.
Kafkas içmelerinin Ģimdi çok daha kullanılabilir durumda olduğunu kabul ediyorum. Fakat onların o eski yabanıllıklarını daha çok seviyordum ben. Sarp kayalıklardaki keçi yollarını, fundalıkları ve ara sıra tırmandığım çitsiz uçurumları kederle anımsadım. Ġçmelereden üzgün bir yürekle ayrılarak gerisin geriye Georgiyevsk‟e doğru yola çıktım. Az sonra gece bastırdı. Duru gökyüzünde yıldızlar kum gibi kaynıyordu. Podkum kıyısından ilerliyordum. Burada A.Rayevski ile oturur, ırmağın ezgilerini dinlerdik. Uzaklardaki yüce PeĢtu, çevresinde kümelenmiĢ uyduların arasında karardıkça karardı.; sonra sisler içinde büsbütün görünmez oldu.
Pushkin’in nefreti | 8/4/2012
Ertesi gün daha ilerlere hareket ettik ve bir zamanlar il olan Yekaterinograd‟a vardık.
29
Askeri Gürcü yolu Yekaterinograd‟dan baĢlıyor. Büyük posta yolu burada sona eriyor. Atlar Vladikafkaf‟a kadar kiralanabiliyor. Koruyucu olarak bir Kazak muhafız birliği, bir yaya birliği, bir de top veriyorlar. Posta haftada iki kez kalkıyor ve yolcular da ona katılıyorlar. Bu fırsat sayılıyor. Çok beklemedik. Posta ertesi gün geldi. Üçüncü günün sabahı saat dokuz da yola koyulmaya hazırdık. AĢağı yukarı beĢ yüz kiĢilik kafile, toplanma bölgesinde bir
araya gelmiĢti. Davul çalındı; yola dizildik. Top, yaya askerlerinin eĢliğinde, önde gidiyordu. Onun arkasında çeĢitli tipte arabalar, bir kaleden baĢka bir kaleye giden askerlerin çadırlı arabaları dizilmiĢti. En arkadan gıcırdaya gıcırdaya iki tekerli yük kağnıları geliyordu. Yanlarda katır ve sığır sürüleri koĢuyor; kementli kamçılı yılkıcılar, sırtlarında yamçıları, bir o yana, bir bu yana at sürüyorlardı. Bütün bunlar önceleri çok hoĢuma gitmiĢti. Bir süre sonra sıkılmaya baĢladım. Top birliği çok ağır ilerliyor, fitili tütüyor, askerler çubuklarını oradan ateĢliyorlardı. YürüyüĢün yavaĢlığı (ilk gün sadece 5 verst ilerleyebilmiĢtik), kızgın sıcak, yiyecek ve içecek azlığı, geceyi geçirdiğimiz yerlerin rahatsızlığı ve kağnıların bitmek bilmeyen gıcırtısı en sonunda keyfimi iyice kaçırdı. Tatarlar kağnılarının gıcırtısıyla övünüyorlar. ġerefli insanların kimseden gizlisi saklısı olmazmıĢ. Varsın yolculuk yaptıklarını herkes iĢitsinmiĢ. Bir daha Ģerefine bu kadar düĢkün bir toplulukla yolculuk etmek istemem doğrusu. Yol, tek düze uzayıp gidiyor. Çevremizde tepeler var. Kafkasların dorukları gökyüzüne her gün biraz daha yükseliyormuĢ gibi geliyor insana. Sık sık kaleler çıkıyor karĢımıza. Hendekleri o kadar ensiz ki, genç olsak bir hamlede atlayıp geçerdik. Toplar pas tutmuĢ, Kont Gudoviç zamanından bu yana ateĢ etmedikleri belli oluyor. Yıkık tabyalarda garnizonun tavukları, kazları geziniyor. Kalelerdeki kulübelerden on yumurtayla bir çanak yoğurdu güçlükle edinebiliyoruz. Ġlk ilgi çekici yer Minare Kalesi‟ydi. Kafilemiz güzel bir vadi boyunca ilerliyordu. Ihlamur ağaçlarının, çınarların gölgelediği höyükler vardı çevremizde.
Vebadan ölmüĢ birkaç bin insanların mezarıydı bunlar. Üstlerinde, zehirli küllerden doğmuĢ çiçekler vardı. Sağda Kafkasların karlı dorukları parlıyor.; büyük ormanlık bir dağ yükseliyordu karĢımızda. Klee, bu dağın arkasındaydı. Çevresinde bir köy yıkıntısı görülüyordu. Bu köyün adı Tatartub‟muĢ ve bir zamanlar Büyük Kabarda‟nın en önemli köyüymüĢ. Ġnce yapayalnız bir minare bir zamanlar burada insanların yaĢadığını gösteriyordu. KurumuĢ bir sel yatağının kıyısında taĢ yığınları arasında, ince bir güzellikle gökyüzüne yükseliyordu. Ġç merdiveni yıkılmamıĢtı daha. Basamakları tırmandım; artık molla seslerinin çınlamadığı Ģerefeye çıktım. Orada tuğlaların üzerine, ün düĢkünü gezginlerin kazıdığı birkaç belirsiz ad gördüm.
Pushkin’in nefreti | 8/4/2012
Görünüm gitgide güzelleĢiyordu. Yalçın dağların eteklerindeydik. Tepelerinde, uzaktan böcekler gibi ufacık görünen sürüler yayılıyordu. Çobanı da görebiliyorduk. Belki de bir zamanlar tutsak düĢmüĢ, öylece de yaĢlanıp gitmiĢ bir Rus‟tu bu. Ara sıra yıkıntılara ve höyüklere rastlıyorduk. Yolun kenarında birkaç tane mezar taĢı vardı. Buraya Çerkes geleneğince en iyi biniciler gömülmüĢtü. TaĢın üzerine oyulmuĢ kılıç ve hançer tasvirleri, savaĢçı dededen savaĢçı toruna anı olarak kalmıĢtı.
30
Çerkesler nefret ediyorlardı bizden. GeniĢ otlaklıklarından sürüp çıkarmıĢız onları. Köylerini yakıp yıkmıĢız köklerini kurutmuĢuz. Onlarda git gide dağların derinliklerine çekiliyor, oradan baskınlar yapıyorlar. BarıĢçı Çerkes‟lerin dostluğuna da güvenilmez. Ġsyancı yoldaĢlarına her zaman yardıma hazırdırlar. Ruhlarındaki Ģövalyelikten de eser kalmamıĢ. Kendileriyle eĢit sayıdaki Kazaklara pek seyrek saldırıyorlar. Yay birliklerine hiç saldırmazlar. Topu görünce de tozu dumana katarak kaçıp giderler. Buna karĢılık, güçsüz ya da savunmasız müfrezelere saldırmak fırsatını hiçbir zaman kaçırmazlar. Yaptıkları kötülükler dilden dile dolaĢıyor buralarda. Kırım Tatarları gibi, bunlarında ellerinden silahlarını almadıkça yola gelecekleri yok. Fakat aralarında kan davası güttükleri için bu iĢi baĢarmak zor. Hançer ve kılıç bedenlerinin bir parçası olmuĢ. Bir Çerkes çocuğu daha konuĢmayı öğrenmeden bu silahları kullanmayı öğrenir. Adam öldürmek basit bir benden hareketidir onlar için. Tutsaklarını, günün birinde fidye karĢılığı salacaklarını umarak el altında bulundururlar. Fakat çok kötü davranırlar onlara. Öldüresiye çalıĢtırır, çiğ hamurla besler, akılları estikçe de döverler. Tutsakları çocuklar bekler. Bu çocuklar en ufak söz üzerine, küçük kılıçlarıyla onları öldürmek hakkına sahiptirler. Geçenlerde askerlere ateĢ açtığı için barıĢçı bir Çerkes yakalamıĢlardı. Adam tüfeğinin uzun süre dolu kaldığını söyleyerek kendini temize çıkarmaya çalıĢıyordu. Bu milletle nasıl uğraĢırsın. Karadeniz‟in doğu kıyılarını ele geçirerek Çerkeserin Türklerle ticaret yapmasına engel olabilir, böylece onları bize yakınlaĢmaya zorlayabiliriz belki. Zenginlik karĢısında gözleri kamaĢır da, yola gelirler bakarsınız. Semaverde bakarsanız onlar içinde yenilik olurdu.
Sonra daha etkili, daha dürüst, çağımızın eğitimine daha uygun bir baĢka yol var: Ġncil‟in öğütlenmesi. Çerkesler daha yakın zamanlarda kabul ettiler Müslümanlığı. Onlar etkileyen Kur‟an havarilerinin serüvenleri olmuĢtur. Bu havarilerin arasında Kafkasya‟yı uzun süre Rus egemenliğine karĢı ayaklandıran, sonunda elimize geçip Soloveto Manastırı‟nda ölen Mansur‟un bu olağan üstü adamın seçkin bir yeri var. Kafkasya Hristiyan misyonerleri bekliyor. Fakat tembel insanlarız bizler. Canlı sözcükler yerine ölü harfler kullanmak, okuma yazma bilmeyen kimselere dilsiz kitaplar yollamak daha kolayımıza geliyor. Vladikafkas‟a dağların eĢiği olan eski Kapkay‟a vardık. Çevrede Osetin köyleri var. Bunlardan birini ziyaret edeyim dedim de, bir cenaze alayına rast geldim. Bir dağ evinin kapısında insanlar birikmiĢti. Ġki öküz koĢulu bir kağnı duruyordu avluda. Ölünün akrabaları ve dostları hüngür hüngür ağlayarak dört bir yandan geliyor, yumruklarıyla baĢlarını dövüyorlardı. Kadınlar ses çıkarmadan duruyorlardı. Bir yamçıya sardıkları ölüyü taĢıyıp gittiler. Ġrlandalı Ģair Charles Wolf‟un bir Ģiirindeki gibi …like a warrior taking his rest; with his martial clook around him
Pushkin’in nefreti | 8/4/2012
Direnen bir savaşçı gibi; savaş giysisi içinde
31
Kağnıya yerleĢtirdiler. Konuklardan bir merhumun tüfeğini aldı, barutunu üfledikten sonra cesedinin yanına koydu. Kağnı hareket etti. Konuklar da onun arkasından yürüdüler. Ölüyü köyün otuz verst uzağına, dağlara gömeceklerdi. Ne yazık ki kimse bu törenlerin anlamını açıklayamadı bana.
Osetinler, Kafkas halklarının en yoksullarıdır. Kadınları oldukça güzel. Yolculara karĢı iyi davrandıkları söylenir. Hapiste yatan bir Osetin‟in karısıyla ve kızıyla karĢılaĢtım kentin kapısında. Adama yemek götürüyorlardı. Ġkisi de dingin ve cesur görünüyorlardı. Fakat yanlarına yaklaĢtığımda baĢlarını eğdiler; yırtık pırtık çarĢaflara sarındılar. Kalede Çerkes esirleri gördüm. Canlı güzel çocuklardı bunlar. Sık sık yaramazlık ediyor, kaleden kaçıyorlarmıĢ. Durumları yürekler acısıydı. Paçavralar içinde yarı çıplaktılar. Pislikten yanlarına yaklaĢılmıyordu. Tahta prangalar vurulmuĢtu kimilerine. Serbest bırakıldıktan sonra Vladikafkas‟ta geçirdikleri günleri özlemiyorlardı sanırım.
Top birliği bizden ayrıldı. Yaya birliği ve Kazaklarla yola devam ettik. Kafkasya içlerine doğru ilerliyorduk. Gittikçe Ģiddetlenen boğuk bir uğultu geldi kulağımıza ve çeĢitli yönlerde akıp giden Terek‟i gördük. Biz nehrin sol kıyısında ilerliyorduk. Dalgalar, köpek kulübelerine benzeyen küçük Osetin değirmenlerinin tekerleklerini çeviriyordu. Dağların derinliklerine doğru ilerledikçe boğaz daralıyordu. Kayalar arasına sıkıĢan Terek bulanık dalgalarıyla onlara çarpa çarpa akıyor, boğazda bu akıntı boyunca kıvrıla kıvrıla uzayıp gidiyordu. Kayalar oyulmuĢ, parçalanmıĢtı. Ben yürüyerek ilerliyor, doğanın bu ürkütücü güzelliği karĢısında büyülenmiĢ gibi sık sık duraklıyordum. Hava kapanıktı. Bulutlar dağların kararan
doruklarında biriktikçe birikiyordu. Fakat bu büyüleyici güzelliği hiçbir Ģeyle kıyaslayacak durumda değildim. Lars‟a varmadan bir ara kafileden ayrıldım. Kocaman kayalıkların arasında hırçınlıkla köpüre köpüre akan Terek‟e bakmaya baĢladım. Birden bire bir asker bana doğru koĢarak burada durmamam gerektiğini aksi halde vurulabileceğimi söyledi. ġaĢırıp kaldım. Meğer bu dar boğazda güvenlik içinde yaĢayan Osetin‟ler Terek boyunca yolculara ateĢ edermiĢ. Bir gün önce General Bekoviç‟e ateĢ açmıĢlar. General kurĢunların arasından zor sıyrılıp geçmiĢ. Gecelemek için Lars‟ta kaldık. Burada karĢılaĢtığımız bir Fransıız gezgin, yolculuğumuzun ilerisi için gözümüzü korkuttu. Arabalarımız Kobi de bırakıp yola atla devam etmemizi öğütledi. Fransız‟la birlikte, ilk kez, pis kokulu bir tulumdan Hahenet Ģarabı içerek Ġliada‟nın Ģölenini anımsadık.
Lars‟tan yedi verst ötede Daryal Karakolu var. Geçit de aynı adı taĢıyor. Birbirine koĢut iki kaya duvarının arasından geçiyor gibiyiz. Çok dar bir geçit bu. Bir gezginin yazdığı gibi, görmekle kalmıyor, içinde de duyuyorsun bunu. BaĢımızın üstünde bir gök parçası mavi bir Ģerit gibi uzayıp gidiyor. Dağlardan kopup gelen küçük derecikler. Ganymede‟in Kaçırılması‟nı, Rembrant‟ın tuhaf tablosunu anımsattı bana. Geçit tam Rembrant‟ın zevkine göre aydınlatılmıĢ zaten. Terek kimi yerlerde kayaların diplerini kemirmiĢ; kopup yuvarlanan taĢlar yer yer yolu tıkamıĢlar. Karakolun yakınlarında, nehrin üzerine küçük gözüpek bir köprü kurulmuĢ. Ġnsan onun üstünde kendini değirmende sanıyor. TaĢköprü sallanıyor; Terek de değirmen taĢlarını döndüren bir çark gibi uğulduyor.
Pushkin’in nefreti | 8/4/2012
Burada Kafkas Tutsağı‟nın (PuĢkin‟in ilk gençlik yapıtlarından biri) kirlenmiĢ, yıpranmıĢ bir kopyası geçti elime. Onu büyük bir zevkle okuduğumu gizleyemeyeceğim. Eksikleri olan bir Ģiir bu. Acemice yazılmıĢ. Fakat Ģair birçok Ģeyin farkına varmıĢ ve içtenlikle yazmıĢ bunları.
32
Ertesi sabah yola koyulduk. Türk tutsaklar yol yapımında çalıĢıyorlardı. Yiyeceklerden yakındılar. Kara Rus ekmeğine alıĢamıyorlarmıĢ. Bana, dostum ġeremetev‟in Paris dönüĢü söylediği sözü anımsattı bu: “Paris yaşanılacak yer değil arkadaş. Yiyecek bir şey yok. Kara ekmek bulamıyorsun”
Geçitin tam karĢısında, yalçın kayaların üzerine bir kale yıkıntısı görülüyordu. Söylenceye göre, geçite adını veren
Kraliçe Darya saklanıyormuĢ bu kalede. Masal iĢte. Darya, eski Farsça‟da kapı demektir. Pline‟e göre, yanlıĢ olarak Hazer kapıları diye adlandırılan Kafkas kapıları buradaymıĢ. Geçit o zamanlar demir kiriĢli, ağaç kapılarla kapalıymıĢ gerçekten de. Pline, bu kapıların arkasında Driodoris nehrinin aktığını söylüyor. Barbarların saldırısına karĢı koymak için bir de kale kurulmuĢ burada; vs. Kont Ġ. Pototski‟nin gezi notlarına bir göz atın. Ġspanyol romanları kadar ilgi çekici bulacaksınız.
Pushkin’in nefreti | 8/4/2012
Daryal‟dan Kazbek‟e doğru hareket ettik. Troitski Kapıları‟nı gördük burada. Bir zamanlar altından bir yol geçiyormuĢ. Yatağını sık sık değiĢtirerek Terek akıyor Ģimdi. Kazbek‟e varmadan Azgın Dere‟nin yakınından geçtik. ġiddetli yağmur yağınca korkunç seller geliyormuĢ bu çukurdan. Biz geçerken kupkuruydu. Azgınlığı adındaydı sadece.
33
Kazbek köyü Kazbek dağının eteğindedir ve Prens Kazbek‟in malıdır. Prens kırk beĢ yaĢlarında bir adam. Boyu Sezar‟ın dönemi fligelmanlarından da (örnek asker) uzun. Duhan‟da bulduk kendisini. (Gürcü meyhanelerine duhan deniyor. Bunların Rus meyhanelerinden daha pis daha pasaklı bir yer). Duvarda göbekli, dört ayağını açmıĢ, öküz derisinden bir tulum asılıydı. Bizim dev, tulumdan cihir (bir Kafkas Ģarabı) çekerek birkaç soru sordu bana. Unvanına ve kalıbına uygun bir saygıyla karĢılık verdim. Çok dostça ayrıldı. Ġnsan kısa zamanda alıĢıyor çevreye. Yirmi dört saat geçmeden, Terek‟in uğultusu, tuhaf çağlayanları, kayalar ve uçurumlar ilgimi çekmez olmuĢtu artık. Bir an önce Tiflis‟e varmak arzusuyla içim içime sığmıyordu. Bir zamanlar Çakırdağ yakınından da aynı umursamazlıkla
geçmiĢtim. Fakat hava yağmuru ve sisli olduğu için, Ģairin ufkun dayanağı dediği karlı Kazbek yamaçlarını da göremiyordum doğrusu. Ġranlı bir prens bekliyordu. Kazbek‟in biraz ötesinde karĢımıza çıkan kaleska zaten dar olan yolu tıkamıĢtı. Arabalar geçeceği sırada kafile subayı, Ġranlı bir saray Ģairini götürdüğünü söyledi ve isteğim üzerine beni Fazıl Han‟la tanıĢtırdı. Çevirmen yardımıyla, tumturaklı bir doğulu tavrıyla söze baĢlamıĢtım ki; Fazıl Han benim saçma sapan sözlerime akıllı uslu karĢılıklar verince ne kadar utandım! Beni Petersburg‟da yeniden göreceğini umuyor, görüĢmemizin kısalığından hayıflanıp duruyordu vs. kızarıp bozardım. ġakacı tumturaklı konuĢma tarzını bırakarak normal bir batılı gibi konuĢmak zorunda kaldım. Böylece de biz Ruslara özgü o alaycılığın cezasını çekmiĢ oldum. Bundan böyle insanları, kafalarındaki papağa, ya da tırnaklarındaki kınaya bakarak yargılamayacağım. Kobi karakolu Kreskovaya dağının eteklerindeydi. Bu dağı da aĢmak zorundaydık. Geceyi karakolda geçirmeye karar vererek dağı nasıl geçeceğimizi düĢünmeye koyulduk. Arabaları bırakarak Kazak atlarına mı binmeli yoksa Osetinlerden kağnı mı kiralamalıydık? Ben ne olur ne olmaz diye, buraların yönetmeni Bay Çilyayev‟e bütün kafilenin ağzından bir dilekçe yazdım; arabalar gelene kadar yatmaya çekildik. Ertesi gün saat 12 sularında gürültüler, haykırıĢlar iĢittik ve olağanüstü bir görünümle karĢılaĢtık. Yarı çıplak bir Osetin kalabalığın sürdüğü 18 çift genç, lagar öküz; dostum O***‟nun hafif Venedik kaleskasını güçlükle sürüyordu. Bunu görünce hemen kararımı verdim.
Ağır Petersburg kaleskamı gerisin geriye gönderecek, Tiflis‟e atla gidecektim. Kont PuĢkin buna yanaĢmadı. Bir türlü ıvırla zıvırla dolu brıçkasını bir öküz sürüsüne çektirerek dağı tantanayla geçmeyi yeğledi. Ayrıldık. Ben, yolları gözden geçiren Ogarev‟le birlikte hareket ettim. Yol, 1827 Haziran‟ında oluĢan bir toprak çöküntüsü boyunca ilerliyordu. bu gibi kayĢalar genel olarak yedi yılda bir oluyor. Muazzam bir yığın çökerek bir verst boyunca geçide saçılmıĢ ve Terek‟i tıkamıĢ. AĢağı bölgelerdeki nöbetçiler çatırtıyı iĢitiĢler ve nehrin nasıl hızla alçalıp kuruduğunu görmüĢler. Terek iki saatten önce aĢamamıĢ bu bendi. KayĢa öylesine korkunçtu! Tepeye doğru yükseldikçe yükseliyorduk. Atlarımız, altında derecikler Ģırıldayan gevĢek bir kar tabakası üzerinde güçlükle ilerliyorlardı. Ben ĢaĢkınlık içinde yola bakıyor, arabaların buradan geçebileceğini aklım hiç kesmiyordu.
Pushkin’in nefreti | 8/4/2012
MüthiĢ Kafkasya‟dan tatlı Gürcistan‟a geçiĢ insanı büyülüyor. Gut dağının tepesine vardığımızda, tehlikeli bir yolculuğun döne döne indiği üç verstlik bir uçurumun dibinde; minyatürleĢen KayĢaur ovası, dört bir yandan saçılmıĢ kayalıklar, bahçeler ve gümüĢ Ģerit gibi kıvrıla kıvrıla akıp giden Aragva deresi gözlerinizin önüne seriliyor.
34
Artık Gürcistan‟dayım. Ġnsanı ürküten dağ geçitlerinin müthiĢ Terek‟in yerini, Ģen Aragva‟nın suladığı ıĢıklı ovalar aldı. Çıplak kayalar yerine yemyeĢil dağlar ve meyve ağaçları görüyorum artık. Sık sık gördüğüm su kemerleri buralıların ileri bir uygarlık seviyesine sahip olduğunu gösteriyor. Hele bir tanesinin optik düzeni ĢaĢkına çevirdi beni. Dağın üstünden gelen
su, aĢağıdan yukarıya akıyormuĢ gibi görlüyordu. Paysanaur‟da atları değiĢtirmek için mola verdim. Ġran prensini geçiren Rus subayına rastladım orada. Az sonra çıngırak seslerini iĢittim. Asya geleneğine göre yüklenmiĢ birbirine bağlı bir katır sürüsünün yola dizildiğini gördüm. Atların gelmesini beklemeden yürüyerek yola koyuldum. Ananur‟dan yarım verst ötede, bir yol dönemecinde Hüsrev Mirza‟yla karĢılaĢtım.( Hüsrev Mirza, Ġran ġahının torunu oluyor.) Arabaları duruyordu. Prens beni arabasında otururken görüp baĢıyla selamladı. KarĢılaĢmamızdan biraz sonra Prens saldırıya uğramıĢ ve arabadan fırladığı gibi atına atlayıp oradan hızlıca uzaklaĢmıĢ. Anamur‟a hüç yorulmadan ulaĢtım. Atlarım gelmemiĢti daha. DuĢet kentine 10 verstlik yolum kalmıĢtı. AkĢam gelip çattı. Durmadan yükseliyordum. Fakat kaynak bölgelerin balçığı yer yer dizlerime kadar çıkıyordu. Adamakıllı yorulmuĢtum. Karanlık gitgide artıyordu. Köpek havlamalarını duymaya baĢlayınca sevindim. Ancak havlayanlar Gürcü çobanlarının köpekleriymiĢ. KarĢılaĢtığım ilk adam beni hemen valinin yanına götürmeyi önerdi ve karĢılığında abaz (Gürcü parası) istedi. YaĢlı Gürcü subayı olan vali, beni karĢısında görünce ĢaĢıp kaldı. Kendisinden ilkin soyunabileceğim bir oda, sonra bir bardak Ģarap, son olarak da kılavuzum için abaz istedim. Vali bana nasıl davranacağını kestiremiyor ĢaĢkın ĢaĢkın bana bakıyordu. Dilekleri yerine getirmek için herhangi bir harekette bulunmadığını görünce de la libertê
grande ( bu teklifsizlikten ötürü ) özür dileyerek oracıkta soyunmaya koyuldum. Bereket versin cebimde yol teskeremi buldum da, Rinaldo Rinaldini değil, kendi halinde bir yolcu olduğumu kanıtlayabildim. Kutsal belge etkisini göste
gözümü kırpmak kısmet olmadı. Sabahleyin adamım geldi. Kont PuĢkin‟in öküzler üzerinde karlı dağları aĢarak DuĢet‟e selametle ulaĢtığını bildirdi. Bir an önce yola koyulmalıydım! DuĢet‟ten ayrılırken tatlı bir duygu vardı içimde. Çünkü geceyi Tiflis‟te geçirecektim.
Pushkin’in nefreti | 8/4/2012
Yollar ıssızdı. Fakat yine de çok güzel çok hoĢtu. Gortsiskal‟dan birkaç verst sonra, Roma seferlerinden kalma eski köprü üzerinden Kura nehrini geçtik. Atlarımızı tırısa, arada bir dört nala kaldırarak zamanın nasıl geçtiğini sezdirmeksizin gece saat on bir sularında Tiflis‟e vardık.
35
rmekte geckmedi. Odam ayrıldı; bir bardak Ģarap getirildi; klavuzum da abazını alıp gitti. Tabi kendisi aç gözlülüğünden dolayı vali tarafından azarlanmaktan kurtulamadı. Kazandığım utkudan sonra yorgun bir savaĢçı gibi uykuya dalacağımı umarak kendimi divanın üzerine attım. Ne gezer! Çakallardan daha tehlikeli varlıklar olan pirelerin saldırısına uğrayınca bütün gece
2012 Eylül, Ekim, Kasım
[EDEBĠYAT POLĠTĠKALARI VE KĠMLĠK RETORĠĞĠ] Tarihçi ve sosyologların elbette çok daha farklı bir vizyonla ortaya koyacakları Ġrlanda ve kimlik tartışasını edebiyat ekseninde yürütmek dolaylı bir yaklaşım gibi görünebilir; ancak edebiyat ve politika, ya da edebiyat ve milliyetçilik söylemi arasındaki ilişki Ġrlanda’da farklı öneme sahiptir. Bağımsızlık mücadelesi veren birçok ülkede görülenin aksine Ġrlanda’da kültürel reformları doğuran, elde edilen politik bağımsızlık değildir. Ġrlanda’nın bağımsızlığına giden yol, şair ve yazarların öncülüğünde başlatılan…
Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012
Yavaş ve karanlık olur ruhun doğuşu, beden doğuşundan daha gizemlidir. Bu ülkede bir adamın ruhu doğunca uçmasını önlemek için ağlar atıyorlar üstüne. Sen bana ulusçuluğun, dilin, dinin sözünü ediyorsun. *Sanatçının bir genç adam olarak portresi, James Joyce
37
Terry Eagleton “bugünlerde Ġrlandalı bir yazarın Ġrlanda kültürü ve tarihi ile ilgili tartıĢmalara girmesi her zaman riskli bir iĢtir, yarı yabancı biri için ise bu neredeyse bir intihar giriĢimidir” der. Ġrlanda‟yı tamamen dıĢarıdan bir kimlikle okumaya çalıĢarak, bu riskten de fazlasını göze aldığımın bilincindeyim. Ġrlanda ve etnisite kelimelerini bir arada kullanmak ve dolayısıyla Ġrlanda tartıĢmasına kültür ve kimlik gibi para metrelerden yaklaĢmak, beraberinde “sömürge sonrası” literatürüne ait dikotomilerle (kavramların kapsamlarını ikiye bölerek yapılan inceleme. Bu incelemede bazı unsurlar dıĢarda bırakılarak önemli kabul edilen olay ya da olgu incelenir) Ģekillenen bir dizi tanım getirmiĢtir. Kaldı ki, 1970‟lerde Avrupa‟da postmodernizim ile baĢlayan sömürge sonrası çalıĢmalar ve hızla popülerleĢen kültür çalıĢmaları içerisinde özellikle 1978‟ de Edward Said‟in Oryantalizim baĢlıklı kitabı yayımlandıktan sonra, Ġngiltere‟nin eski sömürgesi olan Ġrlanda da kendine düĢen payı bu bağlamda fazlasıyla almıĢtır. Ülkenin kendi içinde barındırdığı farklı kültürel bileĢimler nedeniyle, Ġrlanda edebiyatı da kültür çalıĢmaları için farklı ve ilginç bir laboratuar haline gelmiĢtir. Ne var ki, bu makalede de üzerinde duracağım gibi, kendi Oryantalizmini yaratan (Keltisizm) ve kimliksel ve kültürel bölünmesi diğer sömürge toplumlarından farklı olan Ġrlanda‟nın bu genel tartıĢma içerisindeki yeri çok daha karmaĢıktır ve
kendine has durumlar yaratmıĢtır. Sömürgecilik söyleminde genelde iki zıt kutup arasındaki çatıĢma ile ifade edilen Ġrlanda sorunu aslında, bütün bu kliĢeleri yutan ve böylelikle içinde barındıran bir bermuda Ģeytan üçgenidir. Dolayısıyla Ġrlanda‟yı sömürge sonrası kurumlar çerçevesinde ele alan pek çok akademik çalıĢmanın da içinde savrulup durduğu bu söylem sarmalı, Ġrlanda‟nın paradoksal yapısını tam anlamıyla yansıtmakta çoğu kez eksik kalmıĢtır.
Paradoks, dili kendi içinde tersine çeviren ve iki çeliĢkiyi aynı anda doğru kılan bir ifade Ģekli olarak, belki de, Ġrlanda‟nın kimliksel varoluĢunu tanımlayabilmek için kullanılabilecek en uygun formdur. Çünkü paradoks kuralları yerle bir eder ve sentaksın genellikle üzerini örttüğü iliĢkileri gün yüzüne çıkarır; yapısı itibariyle herhangi bir merkezde yer alamaz ve tartıĢmanın objesini marjinale çeker. Geoffery Harpham‟ın tabiriyle “tıpkı bir sfenks gibi, ortaya attığı bilmece çözüldüğünde kendisi de yok olur. Ġngilizlerin yüzyıllardır çözmeye çalıĢtıkları ve hâlâ zaman zaman patlayan bombalar eĢliğinde sürüp giden Ġrlanda sorununu asla çözmemelerinin nedeni Ġrlandalıların sorunun içeriğini sürekli değiĢtirip durmasıdır. Ġrlanda hem Avrupalıdır hem değildir; kendi geçmiĢiyle bütünleĢmeye çalıĢır hem de bu geçmiĢten
Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012
38
kurtulmak için elinden geleni yapar. Ülkesini bir daha geri dönmemek üzere terk eden ve kendi yurdunu “yavrularını yiyen yaĢlı bir diĢi domuz” gibi gören, ama yine de bütün eserlerinde Ġrlanda‟yı anlatan James Joyce gibi, ne tam merkeze yerleĢtirilmeye çalıĢıldığı periferilere tutunabilmiĢtir Ġrlanda. “yanlıĢ anlaĢılmasının dehĢeti içinde yaĢıyorum” diyen ve dili, kullandığı paradokslarla ikonoklastik bir araç kılan Oscar Wilde‟ın Ġrlanda kökenli olması ile Ġngilizce dilini ideolojik olarak ters yüz etmesi arasında hiç de tesadüfi bir iliĢki yoktur. Birazdan okuyacağınız gibi, dil Ġrlandalı yazarlar için hem yabancılaĢtıkları bir kimlik öğesi, hem de kendileri ile ilgili yaratılan kliĢelere ve normlara karĢı bir baĢkaldırı aracıdır. Ġngilizlerin asırlardır uyguladıkları asimilasyon politikaları sonucunda kendi dillerinde değil de Ġngilizce yazan Ġrlandalı yazar ve Ģairlerin bir kısmının dili yapı bozumuna uğratarak getirdikleri yenilikler sebebiyetiyle “Ġngiliz edebiyatı” antolojilerinde baĢ tacı edilmeleri de ayrı bir paradokstur.
kanlı kavĢaklardır” ve Ġrlanda‟da “savaĢlar kitaplar üzerinde yazılmıĢtır”
Tarihçi ve sosyologların elbette çok daha farklı bir vizyonla ortaya koyacakları Ġrlanda ve kimlik tartıĢasını edebiyat ekseninde yürütmek dolaylı bir yaklaĢım gibi görünebilir; ancak edebiyat ve politika, ya da edebiyat ve milliyetçilik söylemi arasındaki iliĢki Ġrlanda‟da farklı öneme sahiptir. Bağımsızlık mücadelesi veren birçok ülkede görülenin aksine Ġrlanda‟da kültürel reformları doğuran, elde edilen politik bağımsızlık değildir. Ġrlanda‟nın bağımsızlığına giden yol, Ģair ve yazarların öncülüğünde baĢlatılan kültürel reformların ve edebiyat hareketlerinin taĢlarıyla döĢenmiĢtir. Declan Kiber‟in dediği gibi “tarihte edebiyatın ve politikanın kesiĢtiği noktalar
Ayrıca, edebiyat, kültürlerin birbirini “ötekilik” projeksiyonları ile tanıdıkları ve tanıttıkları bir alan olarak incelendiğinde; özellikle patriark, kolonyel ve sınıfsal yapılanmalardaki güç iliĢkilerinin açığa çıkarılmasında etkili bir araçtır ve dil bu bağlamda merkezi bir rol oynar. Egemen söyleme hâkim olan grup(lar), sosyal hiyerarĢinin çeĢitli katmanları üzerinde egemenlik kurarlar. Bu hiyerarĢik iliĢkiler, güç ve kimlik çatıĢmalarının sahnelendiği alanlar olarak karĢımıza çıkar. Dilin bu bağlamda, manipülasyonda oldukça usta olan Ġngilizler tarafından ideolojik bir silah olarak nasıl kullanıldığına bakmak gerekir. Diğer yandan, Ġngilizlerin Frankestian misali burunlarının dibinde yarattıkları iki
.
Avrupa‟nın en batısındaki bu küçük ada tabiri caizse, Joyce ve Yeats gibi edebiyat devlerinin omuzlarında yükselmiĢtir. Edebiyat eserleri, Ġrlanda‟nın ulusal kimliğini sürekli yeniden tanımladığı, geçmiĢle bugünün hesaplaĢtığı arenalar olagelmiĢtir.
Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012
39
baĢlı canavarın kimlik arayıĢı da yine dil merkezli olmuĢtur. Ġrlandalılar, Ġngilizlerin kendilerinden topraklarını almalarının ve kendi yasalarını getirmelerinin karĢılığında, onlardan dillerini almıĢ ve bütün zehirlerini ironi ve hicvin en âlâsıyla koyulaĢtırarak bu dil ile akıtmıĢtır. Ġrlandalı kimliğinin çeĢitli Ģekillerde inĢasında edebiyat politikalarının oynadığı rolü tartıĢmadan önce, Ġrlanda‟nın heterojen kültürel yapısının tarih içerisinde nasıl oluĢtuğuna kısaca göz atmakta fayda olduğunu düĢünüyorum. Ġstila emelleriyle Ġrlanda‟ya gemilerini ilk yanaĢtıranlar elbette Anglo-Normanlar değildi. Bundan önce dokuzuncu yüzyılda Ġrlanda Viking istilalarıyla karĢı karĢıya kalmıĢ, ancak ada halkı üzerinde egemen bir güç haline gelemeyen bu topluluk Keltlerin kültürüne asimile olmuĢ ve adada bölünme yaratmamıĢtır. Hemen hemen iki yüzyıl süren Viking istilaları ve Vikingleri adadaki varlığı Keltik Ġrlandalılar için kültürel bir krize neden olduysa da, Kelt toplumu bu meydan okumayı göğüsleyebilmiĢ, köklü inanç ve geleneklerini büyük ölçüde koruyabilmiĢtir. Oysa, on ikinci yüzyılda Katolik dinine hizmet etme kisvesi altında Papa‟dan onay alarak ekonomik çıkarlarla Ġrlanda‟ya ayak basan ikinci Henry, Ġrlandalılar için yüzlerce yıl sürecek çatıĢmanın tohumlarını ekmiĢtir. Keltler için ikinci bir kültürel kriz yaratan bu giriĢim, Keltik yaĢam Ģeklini değiĢtirecek bir sürecin baĢlangıcı olmuĢtur.
Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012
40
Bu ilk Ġngiliz istilası sırasında, Ġrlanda‟nın tek bir kral yönetiminde birleĢen merkezi bir yapısının olmaması ve adadaki küçük krallıların kendi iç çatıĢmaları nedeniyle birlik olmamaları, Keltlerin Ġngiliz istilasına göğüs germesini olanaksız hale getirmiĢtir. Yine de Ġngiltere‟nin etkisi bu ilk zamanlarda nispeten kısmidir ve bu yabancıların politik ve kültürel etkileri “Pale” adı verilen Dublin ve bölgesi ile sınırlı kalmıĢtır. Dublin bu bakımdan adadaki Ġngilizlerin gücünün sınırlarını çizen bölge olmuĢtur. Her ikisi de Katolik olan Ġrlandalı ve Anglo Norman topluluklar arasındaki dilsel ve kültürel fark zamanla bir dereceye kadar kapanmıĢ, hatta adaya yerleĢen bu ilk Ġngilizlerin bir kısmı “Ġrlandalılardan daha Ġrlandalı” olmuĢlar ve adada çok net sınırlarla ayrılan bir kültürel hiyerarĢi yaratmamıĢlardır. Gene de, zaman içerisinde kültürel ve ırksal açıdan iç içe geçen Keltik Ġrlandalılar ve Anglo Ġrlandalılar, bu karĢılıklı etkileĢimden ortak bir ulus yaratamamıĢlardır. Keltik Ġrlanda miti Viking istilalarından beri süre gelen söylemden kurtulamamıĢ, yabancı istilacıyı sırtından silkip atmaya çalıĢan ulus görüntüsü Ġrlanda için geçerliliğini korumaya devam etmiĢtir. Böylece, Ġrlanda Ortaçağlardan çıktığında, adanın heterojen kültürel yapısını bünyesinde barındıran ortak bir mitten yoksundur. Yerli halk ile yabancılar arasındaki fark her ne kadar kültürel etkileĢimler ve iki toplum arasında yapılan evliliklerle azalmıĢsa da, tamamen ortadan kalkmamıĢtır. On altıncı yüzyıla gelindiğinde, Ġngiltere‟nin Avrupa‟da özellikle Ġspanya ile olan diplomatik iliĢkileri ve Ġrlanda‟nın bu diplomatik çıkarlar bağlamında Atlantik Okyanusu‟nda bir tampon bölge görevi görmesi üzerine baĢlamıĢtır. Birinci
Elizabeth dönemimde, Ġrlanda‟nın kuzeyindeki topraklar, yani bugün Kuzey Ġrlanda‟ya ait olan bölgeler boĢaltılarak plantasyonlar kurulmaya baĢlanmıĢ ve bu topraklara Britanya adasından getirilen Ġskoç Protestanlar yerleĢtirilmiĢtir. Toprak yönetimini hedef alan ve kendi politik, ekonomik ve eğitim kanunlarını beraberinde getiren bu Anglo-Protestan sınıf zamanla politik gücü elinde tutan yönetim sınıfına dönüĢmüĢtür. Dolayısıyla, bu tarihten sonra, Ġrlanda‟daki kültürel ayrım farklılaĢmıĢtır, tartıĢmanın merkezi değiĢmiĢtir. Irksal ve kültürel üstünlük tanımı yeni bir boyut kazanmıĢ, Katoliklik geri kalmıĢlığın simgesi haline gelirken Protestanlık üstünlük ve medeniyetin simgesi olmuĢtur. “Yeni Ġngilizler” ve “Eski Ġngilizler” terimlerinin yaratılmasını gerektiren bu süreçte “Yeni Ġngilizler” Kelt kültürüne ve Gaelic (Ġrlandaca) diline karĢı yabancılık hissetmeyen ve bu kültüre bir dereceye kadar asimile olan “Eski Ġngilizlere” karĢı da aĢağılayan bir tavır takınmakta ve adada özellikle din temeline dayanan bir ayrıĢmanın temelini atmaktaydılar. Öte yandan daha makro bir düzlemde, Ġngiltere‟de ulusal bir Ġngiliz kimliği yaratılmaya çalıĢılırken, emperyalist giriĢimleri haklı çıkaracak bir karĢı kimlik yaratılmaya ve barbar Ġrlandalı stereotipi oluĢturulmaya baĢlanmıĢtır. Bu süreçte edebiyatın oynadığı rol oldukça çarpıcıdır ve Edmund Spenser‟in A View of the Present State of Ireland (Ġrlanda‟nın Bugünkü Dönemine BakıĢ) (1596) adlı eseri buna iyi bir örnek teĢkil eder. Bu eser iki bakımdan önemlidir: on altıncı yüzyılda edebiyat ve politik güç arasındaki iliĢkiyi ortaya koyar ve Ġrlanda‟ya karĢı yürütülen sömürgeleĢtirme politikalarının dinamiklerini açığa çıkarır.
Spenser‟ın eseri Eudoxus ve Irenaeus adlı iki karakterin diyalogları üzerine kuruludur ve ikisi arasındaki konuĢma, bir süre Ġrlanda‟da bulunan Eudoxus‟un büyük bir ĢaĢkınlıkla “bu barbar ulusu daha iyi yönetime ve medeniyete kavuĢturulması için neden herhangi bir Ģey yapılmadığı”nı sormaya baĢlar. Hegemonyayı elinde tutan güç için, kaosun hâkim olduğu yerde düzen kurmak kadar doğal bir Ģey olmayacağı gibi; bu düzenin, Ġrlanda‟yı bilen bir ulus ve toplum tarafından sağlanması da bir o kadar doğaldır Eudoxus‟a göre. Bu, sömürgeleĢtirmenin açıklanması veya gerçeklendirilmesinin ilk dayanağıdır. Hegemonyanın sağlanması içinse adaya yerleĢen Ġngilizler, sadece ada halkının dilini kullanmayı reddetmekle kalmayıp kendi dillerini empoze etmelidirler:
Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012
İngilizlerin kendi dillerini tanıtmaya tenezzül etmeyip, başka bir dil konuşmaktan daha fazla haz duymaları bana oldukça garip geldi. Çünkü fethedenin şimdiye kadar hep yapageldiği şey, fethedilenin dilini hor görmek ve her türlü yolu kullanarak onu kendi dilini öğrenmeye zorlamaktır.
41
Spenser‟ın kaleminden bir ok gibi fırlayan bu pervasız satırların sonra, Shakespeare‟in birkaç sene sonra kaleme aldığı V. Henry adlı oyunda Ġrlandalı kaptan MacMoris‟ in ağzından Ģu sözcükler dökülür: “Milletim mi? Nedir ki benim milletim? Hain mi, alçak mı, üçkağıtçı ve namussuz mu? Nedir ki benim milletim? Kim ağzına alır benim milletimi?” Ġrlandalı kimliği üzerine yapılan çalıĢmalarda sayısız kez alıntılanan bu replikte, Ġrlandalı kimliği “hain, alçak, namussuz” gibi sıfatlarla emperyal söylem ile sabitlenen merkeze doğru çekilir. MacMoris‟in ortaya attığı soruya cevap vermek özellikle Ġrlandalılar için oldukça
zordur. Bir ulusu ulus yapan kategoriler nelerdir? Ulusal kimliğin sınırlarının nerede baĢlayıp nerede bittiğine kimler karar verir? Dil ve milliyetçilik arasında nasıl bir iliĢki vardır? Bu soruları yanıtlamak kolay olmasa da, Ġrlanda da toprak yönetiminin el değiĢtirmeye baĢladığı dönemde Shakespeare‟ in yarattığı Ġrlandalı karakterden yola çıkarak, anlatı ve edebiyat söyleminin kimlik nosyonlarının da, tıpkı temsil edildikleri anlatılar gibi birer kurgu olduğunu iddia etmek çokta yanlıĢ olmaz. Spenser ve çağdaĢlarının eserlerinde dolaylı ya da dolaysız yoldan inĢa etmeye çalıĢtıkları negatif Ġrlandalı stereotipi çoğunlukla Ġrlanda‟nın kaotik ve anarĢist yapısıyla iliĢkilendirilir. Ancak bir toplumun diğeri karĢısındaki “üstünlüğü” sadece düzenin daha iyi sağlanmıĢ olması ve anarĢinin yola getirilmesiyle açıklanamaz. Spenser‟ın zamanında bugünün modern dünyasında olduğu gibi düzenin yanı sıra ikinci bir kategori vardır, o da bilgidir. Shakespeare‟in Fırtına adlı trajedisinde, efendisi Prospero‟yu öldürmeyi planlayan Caliban “Hatırından çıkarma, önce kitaplarını alacaksın. Kitapları olmadı mı, o da dangalağın biridir. Hiçbir cine söz geçiremez” der. Keza bilgi güçtür diyen Francis Bacon gibi, Spenser da bilginin, üstünlüğün inĢasında ne denli bir rol oynadığının farkındadır ve bilgiyi meĢru yollardan kullanılabilecek bir silah olarak görür. Bilgiye sahip olanlar, cahil olanlara yol göstermelidir. “Yol göstermek” kelimesi Spenser‟ın eserlerinde yer yer boyun eğdirmek idare etmek ya da sadakatin sağlanması gibi ifadelerle eĢanlamlı olarak kullanılır.
Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012
Ancak, Demokles‟in kılıcı yanlıĢ yere inmiĢtir. Ġngiltere‟nin iki koldan (diplomasi ve edebiyat) yürüttüğü hegemonya siyasetinin yok saymaya ve ekonomik çıkarları doğrultusunda dönüĢtürmeye çalıĢtığı kültür, hiç de yabana atılır gibi değildir. Çok eski zamanlardan beri “Azizler ve Alimler Adası” olarak anılan bilginin meĢalesini Avrupaya taĢıyarak Avrupa‟nın ilk Rönesansı sayılabilecek Karolenj Rönesansı‟nın doğuĢunda önemli rol oynayan Ġrlanda‟nın “barbar” ve “cahil” olarak etiketlenmeye çalıĢılması en nihayetinde Ġrlandalıların “Avrupa‟nın zencileri” olarak anılmasıyla sonuçlanmıĢ ve “tarih” Joyce gibi yazarlar için uyanmaya çalıĢtıkları bir kabusa dönüĢmüĢtür.
42
Ġrlanda kültürü her ne kadar aslında bütün Avrupa‟nın genlerinde hâlâ izlerini taĢıdığı kültürün bir parçası olsa da bu edebiyat eserlerinde yaratılan imajda, irrasyonel Ġrlanda ve rasyonel Ġngiltere, Sheela-nagigler ve Yunan heykelleri kadar farklıdır birbirinden. Büyük Helen kültürünü yansıtan ve ideal güzelliğin olduğu kadar ideal aklın da simgesi olan Yunan
heykelleri ile karĢılaĢtırıldığında, iki eliyle vajinasını açarak doğanın bereketini sergileyen Keltik Sheela-na-gig figürü amorf ve yaĢlı bedeni ile Avrupa estetik normlarının tam karĢısında yer alan bir grostekliği (çarpıcı zıtlık) ifade eder. Büyük Helen kültürünün Avrupa‟nın çehresini değiĢtirmeye baĢladığı Rönesans döneminde, özellikle Amerika‟nın keĢfinden sonra, Ġrlandalıların “ilkellikleri ve barbarlıkları” sebebiyle Amerikan yerlilerine benzetilmeleri egemen söylem haline gelmiĢti. Amerika‟yı ve sonrasında Ġrlanda‟yı ziyaret eden Gustave de Beamont, Amerika‟daki “soylu vahĢiler”e kıyasla Ġrlanda köylülerinin çok daha fakir Ģartlarda yaĢadıklarını ileri sürmüĢtür. Viktorya dönemi Ġngiltere‟sinde, Ġngilizlerin kafasındaki Ġrlanda ve Ġrlandalılık ile ilgili imgeler çoğunlukla, büyük kıtlık sonrası Ġngiltere‟ye göç eden yoksul Ġrlandalılarla kurdukları sınırlı iletiĢime ve edebiyat eserleri, tarih kitapları ve yayınlanan devlet raporlarına dayanmaktaydı. Darwin‟in evrim teorisi ve türlerin kökeni ile ilgili eserleri yayımlandıktan sonra, ırklar üzerine yapılan çalıĢmalar artmıĢ, bu çalıĢmalarda Avrupalı beyaz ırkın üstünlüğü ön plana çıkarılırken, bu üstünlük çemberinin dıĢına atılan Ġrlandalı Keltler mizah ve hiciv ağırlıklı Punch gibi dergilerde “maymun” ya da “goril” tiplemeleri ile resmedilmeye baĢlanmıĢtı. Ġrlandalı yazar ve Ģairler on dokuzuncu yüzyılın sonunda “Keltik DiriliĢi” hareketi ile aydınlanma ve özgürlük için yüzlerini Helenizme değil Keltisizme çevirmiĢlerdir. Dönemin en önde gelen Ģairlerinden Patrick Pearse‟ın “Ben Ġrlandalıyım” baĢlıklı Ģiiri bu “diriliĢ” hareketini
baĢlatanların içinde psikolojiyi anlatır.
bulundukları
Ben İrlanda’yım Beare Kocakarısı’ndan daha yaşlıyım ben. Övüncüm büyük: Yiğit Cuchulainn’i doğurdum ben. Utancım büyük: Kendi analarını sattı çocuklarım benim Ben İrlanda’yım: BeareKocakarısı’ndan daha yaşlıyım ben
Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012
Old Women of Beare ya da Hag of Beare (Beare Kocakarısı), bünyesinde çok fazla efsaneyi barındıran kutsal bir diĢi figürdür. Mitlerde ve efsanelerde karĢımıza kâh egemenlik figürü, bereket tanrıçası, topografinin yaratıcısı, kıĢ rüzgârlarının, dağ tepelerinin sembolü kâh Hristiyan rahibesi olarak çıkar. Buradan da anlaĢılacağı gibi, Keltik pagan mitleri ve Katolik inancı aynı mitik figürde iç içe geçebilmektedir. Kelt kültürünün, özü itibariyle, estetik normların oran ve orantı gibi rasyonel aklın simgeleri ile Ģekillendiği Greko-Roman kültüründen ne denli ayrı olduğu da aĢikârdır. Böyle bir kültürü yeniden canlandırmaya çalıĢan Patrick Pearse sadece Ģair ve oyun yazarı değil, aynı zamanda “Easter 1916 Ayaklanması”nın da liderlerinden biridir ve bu ayaklanma sonrasında Kilmain Hapishanesinde idam edilmiĢtir.
43
Ġrlandalı Ģairlerin politikadaki bu etkin rollerinin kökeni eski Ġrlanda geleneğine dayanır. Eski Ġrlanda‟da file adı verilen Ģairlerin mistik güçleri olduğuna inanılırdı. Kralların taç giyme törenlerinde asaları ile katılan Ģairler, klan baĢının ya da kralın tayin edilmesinde merkezi bir rol oynarlardı. ġairlerin düĢmanlarını lanetleme ve onları himaye edenleri kutsama güçleri olduğuna inanıldığından, en güçlü yöneticiler bile dilin gücünü simgeleyen bu ozanlara ihtiyatlı
yaklaĢırlardı. Bu nedenle Ġrlanda Ģairleri sömürgecileri tarafından önemli bir engel olarak algılanmıĢtır. Bunun nedeni sadece yok etmeye çalıĢtıkları kültürel geleneğin temsilcileri oldukları için değil, aynı zamanda konseylerde klan baĢından sonra gelen ikinci adam oldukları için politik güce sahip olmalarıdır.
On dokuzuncu yüzyılın sonunda böylesi bir kutuplaĢmanın ortasında Pearse gibi Ģair ve yazarların sözcülüğüne soyundukları gerçeklik elbette Ġrlanda milliyetçilik hareketidir. Politikacılar parlamentoda “özgür Ġrlanda” sloganlarıyla savaĢ verirken, entelektüeller ve edebiyatçılar bu özgürlüğün kültürel kimlik temelinde nasıl elde edebileceğini tartıĢmakta, bunun için de Anka kuĢu gibi küllerinden yeniden doğan bir ulusal kimlik yaratmaya çalıĢmaktaydılar. Bu idelin kendisi de, tıpkı bu metafor gibi mitik bir temele dayanmakta, Ġrlanda‟nın yüzyıllar boyunca geçirdiği kültürel metamorfoz yok sayılarak “Gaelic” sıfatlı ne varsa hepsi tarihin tozlu raflarından
Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012
44
indirilip hayata döndürülmeye çalıĢılmaktaydı. Bu amaçla kurulan “Gaelic Athletic Association” ve “Gaelic League” dernekler hummalı bir promosyon çalıĢmasına giriĢmiĢlerdi. Eski Ġrlanda folkloru, efsaneleri ve gelenekleri, sömürge dönemi öncesi Kelt geçmiĢine yönelik bir nostalji yaratmak amacıyla gün yüzüne çıkarılmıĢ, bu öğeler kullanılarak kaleme alınan edebiyat eserlerinde Ġrlandalı kimliğini yeniden tanımlamaya, daha doğrusu yeniden keĢfedilmeye çalıĢılmıĢtır. Bununla ulaĢılmak istenen hedef, halkın sömürge öncesi döneme ait belleğini canlandırarak ulusu yüzyıllardır uyuduğu uykudan uyandırmaktır. Ancak 1840‟larda Ġrlanda nüfusunun üçte birinin telef olmasıyla ve neredeyse üçte birinin de özellikle Amerika‟ya göç etmesiyle sonuçlanan “Büyük Kıtlık” ile birlikte, Ġngiliz eğitim modelinin büyük ölçüde zaten katlettiği Ġrlandaca kırsal kesimler haricinde yok olmaya yüz tutmuĢtu. On dokuzuncu yüzyılın sonunda Ġrlandaca konuĢulan bölgeler, adanın batısındaki “Gaeltacht” adı verilen kırsal yörelerle sınırlı kalmıĢtı ve Ġrlandaca konuĢmak Ģehirli halk arasında köylülüğün ve geri kalmıĢlığın göstergesi olarak algılanmaktaydı. Ġrlandalılar‟ın, Ġngilizler‟in kendilerine karĢı olan Oryantalist bakıĢlarını içselleĢtirmiĢ olmalrını, Douglas Hyde, 1894‟te Dublin‟de Ulusal Edebiyat Cemiyeti‟nde yaptığı meĢhur konuĢmada yıkmaya çalıĢmıĢtır. Ancak Hyde dikotomik bir söylem benimseyerek, sadece Ġngiliz olduğu için üstün görülen değerleri koymuĢtur. Böylelikle Ġrlanda ırkı eski günlerdeki bilgelik ve üstünlüğüne geri dönebilecektir. Hyde, Ġrlandalıları “Avrupa‟nın en orijinal, en sanatsal, en edebî ve en büyüleyici insanları” olarak tanımlamıĢ, Ġngiltere‟nin üstünlük
söylemini tersine çevirip, oyunu yine emperyalist gücün kurallarıyla oynamaya giriĢmiĢtir. Bu kültürel dönüĢüm projesini, Ģimdiye kadar pek çok çalıĢmada yapıldığı gibi, alıĢılageldik sömürge ve sömürge sonrası söylem içerisinde özellikle Frantz Fanon‟un The Wretch of the World adlı kitabında ortaya koyduğu Ģekilde, sömürge toplumlarının özgürlük mücadelesinin tipik bir örneği olarak okumanın haklı gerekçeleri olsa da, ardında yanıtlanmayan sorular bırakmaktadır. Fanon, yerli yazarların sömürge süreci ve sonrasındaki dönemde geçirdikleri dönüĢüm üç evreye ayırır. “KoĢulsuz asimilasyon dönemi” olarak adlandırdığı birinci evrede yerli yazarların ilham kaynağı Avrupa‟dır yani sömürgecinin kültürüdür, ki Ġrlanda‟nın ilk sömürge dönemlerindeki Ģairlerin böyle bir evreden geçtiklerinden bahsedilemez. Ġkinci evre, kendi köklerini anımsayan yazarların kültürel bir uyanıĢ yaĢadıkları evredir. Kendi halkı ile tam bir bütünleĢme yaĢamayan entelektüel, içinde bulunduğu kültürle sadece dıĢsal bir iliĢki kurar. GeçmiĢ, toplumsal hafızanın derinliklerinden çıkarılır ve bu geçmiĢe ait efsaneler ve mitler ödünç alınmıĢ bir estetik anlayıĢıyla yorumlanır. Fanon‟ın bahsettiği bu evre, belli açılardan Ġrlanda‟nın on dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl baĢındaki “Edebi DiriliĢ” ya da “Keltik DiriliĢ” hareketi ile örtüĢĢe de, Ġrlanda‟nın sosyal yapısı bu Ģablona tam olarak oturmaz. Ġrlanda‟daki bu uyanıĢ veya diriliĢ hareketi, Fanon‟un kastettiği anlamda “yerli” olmayan entelektüeller tarafından yürütülmekteydi. W.B.Yeats, Lady Morgan ve Douglas Hyde gibi isimler Protestan Anglo-Ġrlandalılardı. Bu noktada
Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012
tartıĢmaya belli bir merkeze oturtmak kolay değil, çünkü Ġrlanda söz konusu olduğunda “yerli” olmak birbirinden farklı varoluĢsal durumlar ile iliĢkilendirmektir. Yeats gibi Anglo-Ġrlandalı Protestan vatandaĢlar da kendilerine en az Katolikler kadar Ġrlandalı sayıyor, atalarının ait olmadıkları bir ırkın sömürge öncesi arkaik kültürüne karĢı nostaljik bir özlem duyuyorlardı.
45
W.H Auden, “W.B. Yeats‟in Anısına” adlı Ģiirinde her ne kadar “Ģiir hiçbir Ģey değiĢtirmez” dese de; bağımsız Ġrlanda‟nın ilk senatörlerinden biri olan Oliver St. Jhon Gogarthy, Yeats‟in Ģiiri olmadan kendisi ve arkadaĢlarının bağımsız bir devletin temsilcileri olmayacaklarını ifade etöiĢtir. Bu abartılı bir ifade olabilir, ancak Yeats hâlâ bütün dünyada, ulusun sömürgecilikten kurtaran bir bağımsızlık Ģairi olarak anılmaya devam etmektedir. Edward Said‟de Kültür ve Emperyalizim adlı kitabında Yeats‟i ulusunu sömürgeciliğin prangasından kurtarmaya çalıĢan üçüncü-dünya entelektüeli
konumunda ele almıĢtır: ancak Yeats‟in ulusal Ģair kimliğini Said bu bağlamda aslında eksik yorumlamıĢ ve Ġrlanda‟yı oryantalizm çerçevesi içinde doğru Ģekilde oturtamamıĢtır. Yetas‟in ulusal Ģair kimliğini Said bu bağlamda aslında eksik yorumlamıĢ ve Ġrlanda‟yı oryantaliz çerçevesi içerisinde doğru oturtamamıĢtır. Yeats‟in hem içeride hem dıĢarıda genel kabul gören bu kimliğini, Ġrlanda‟nın kültürel dinamikleri dâhilinde mercek altına aldığımızda, ortaya çıkan tablo biraz farklıdır. Yeats her ne kadar “Keltik DiriliĢ” hareketinin bir uzantısı olarak Ģiirlerinde Keltik öğeler ve sembollerine yer vererek Ġrlanda‟nın sözlü hafızasının deĢip çıkardığı peri masallarını ve mistik hikâyeleri Celtic Twilight adlı kitapta toplayarak Ġrlanda‟nın sömürge dönemi öncesi geleneğine sahip çıkmıĢ olsa da, Ģairin Ģiirlerinde Japonya ve Çin gibi uzak doğunun kültürel geleneklerine ait sembolleri de kullandığı unutulmamalıdır. 16. yüzyılda Ġrlanda‟nın kuzeyindeki plantasyonlara yerleĢen Protetanların torunlarından biri olan Yeats için Hindistan, Çin ve Japonya ne kadar yabancıysa, atalarının ait olmadığı Keltik ırkının sömürge dönemi öncesi kültürü ve kimliği de o kadar yabancıdır. Ġrlanda halkından çok Ġrlanda‟yı yönetenlere yakın olan Yeats‟in Kelt kültürüne yaklaĢımı Batı‟nın Doğu‟yu okurken ona atfettiği egzotizm ve mistizimin baĢka bir versiyonudur aslında. Kısacası, AngloĠrlandalıların öncülüğünü yaptığı Keltil DiriliĢ parojesi Ġrlanda‟yı Emperyalist hegemonya söyleminin statik merkezinden çıkarıp baĢka bir statik merkeze oturtmaya çalıĢmıĢtır. Ġrlanda‟yı tanımlarken Ġngilizlerin kullandığı Oryantalist söylemin yerine, yine dıĢarıdan bakıĢla oluĢturulan Keltisizmi ve Keltisist söylemi koymuĢtur.
Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012
Bu edebiyat hareketinin orta sınıf veya üstorta sınıftan gelen George Moore, Samuel Ferguson ve Yeats gibi üyelerini, mazlum ve mağdur “yerli” yazarların bağımsızlık sürecinde oynadıkları role oturtmak pek de ikna edici değildir. Bir ayakları merkezde olan bu yazar ve Ģairler için arkaik Kelt kimliği, otantik bir arkeolojik kazıda keĢfttikleri ve geçmiĢin üzerine ördüğü ağları temizleyip cilalayıp parlattıktan sonra daktilolarının önüne yerleĢtirdikleri tarih öncesinden kalma heykelcilik gibidir. Ġrlanda edebiyatının ulusal kimliğin inĢasına hizmet etmesi ve bunun için de Keltik öğeleri kullanılmasını teĢvik eden “Ġrlanda Edebiyat Cemiyeti”nin W. B. Yeats ve Douglas Hyde tarafından 1891‟de Londra‟da kurulması da ayrıca anlamlıdır. Daha sonra bu cemiyet “Ulusal Edebiyat Cemiyeti” olarak 1892‟de Dublin‟e taĢınmıĢtır. Ġrlanda ve Oryantalizm söylemi arasındaki iliĢkiye bu açıdan bakıldığında, Avrupa‟nın hem içinde hem de dıĢında yer alan Ġrlanda‟nın Avrupa‟nın oryantalist bakıĢ
46
açısını içselleĢtirdiğini ve kendileri ile ilgili yaratılan stereotipleri, bu bakıĢ açısıyla oluĢturduğu otantik ve egzotik bir Kelt Ġrlanda imajıyla yıkmaya çalıĢtığını söylemek yanlıĢ olmaz.
Bu sürecin iç ve dıĢ dinamikleri ne olursa olsun, yirminci yüzyılın baĢında bağımsızlık hareketini tetikleyen bu kimlik tartıĢmalarının ön plana çıkardığı Ġrlandalı kimliğin her Ģeyden önce “Kelt”tir ve dili de “Gaelic” olmalıdır. Ġrlanda‟daki bütün sınıfsal ve kültürel ayrımlar, adanın bu “öz” değerlerinin potasında eritilmaye çalıĢılmıĢtır. Bu projenin ne kadar baĢarılı olduğuna bu gün Ġrlanda‟nın içinde bulunduğu duruma bakarak karar vermek hiçte zor değildir. ġiirlerde, manifestolarda, sokaklarda atılan nutuklarda ve Abbey Tiyatrosu sahnesinde yüceltilen bu “öz” kimlik tartıĢmasını dikotomik çıkmazın dıĢına taĢıyan ve her türlü merkezden uzaklaĢtırarak yeniden tanımlamaya çalıĢan yazar James Joyce olmuĢtur. Son zamanlara kadar Modernizmin yüksek idealleri çerçevesinde eserlerindeki keskin ideolojik tavrı göz ardı edilerek Ġrlanda‟ya oturduğu abanoz kulesinden bakan entelektüel olarak görülen Joyce, yirminci yüzyıl baĢındaki “DiriliĢ” projesinin en acımasız eleĢtirmenlerinden biri olmuĢtur. Örneğin, Ġrlanda‟da kimi kesimlerin Ġrlandacaya karĢı besledikleri otantik sevdayı Joyce oldukça gerçekçi bir açıdan ve mizahi bir dille eleĢtirir. “Gaelic Derneğinin üyeleri birbiriyle Ġrlandaca yazıĢıyorlar, gel gör ki zavallı postacı çoğu zaman zarfın üzerindeki adresi okuyamıyor” diyerek Anglo-Ġrlanda sınıfının neredeyse tepeden indirmeye çalıĢtığı bu projeye Ġrlanda halkının aslında ne kadar yabancı kaldığını ifade eder. Benzer Ģekilde, Ulysses‟ in ilk epizodunda, Ġrlanda‟nın otantik kültürünü ve halk geleneklerini incelemeye gelen Oxford‟lu Ġngiliz öğrenci Hanes, yaĢlı Ġrlandalı sütçü kadınla “Gaelic” dilinde konuĢmaya çalıĢır. Ancak Ġrlanda ile özdeĢleĢtirilen bu
her yanı buruĢ buruĢ olmuĢ ve bereketin sembolü olan göğüsleri sarkmıĢ yaĢlı köylü kadın, Hanes‟in ne dediğini anlamaz ve onun Fransızca konuĢtuğunu zanneder. Bunun karĢısında Mulligan, Hanes‟i iĢaret ederk yaĢlı kadına hitâben “kendisi Ġngiliz... Ġrlanda‟da Ġrlandaca konuĢmamız gerektiğini düĢünüyor” der. Yeats ve Synge gibi “DiriliĢ” yazarlarının romantik ideallerini hedef alan bu eleĢtiri, aynı zamanda Ġrlanda‟nın kurtuluĢunu “Gaelic” dilinin yeniden diriltilmesinde gören “Gaelic Derneği” manifestolarına yöneltilmiĢtir. Yeats ve arkadaĢları atalarına ait olmayan bir dili diriltmeye çalıĢırken, Joyce atalarına ait olmayan bir dili konuĢmanın ruhunda yarattığı yozlaĢmadan bahseder.
Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012
“KonuĢtuğumuz dil benim olmadan önce onun dili. Ev, Ġsa, bira, usta kelimeleri ikimizin ağzından ne kadarda baĢka çıkıyor! Ben bu kelimeleri ruhum tedirgin olmadan konuĢamıyorum, yazamıyorum. Bana bu derece yakın ve bu derece uzak olan bu dil benim için her zaman sonradan edinilmiĢ bir dil olarak kalacak. Kelimelerini ben yapmadım, ben benimsemedim. Sesimle kendimden itiyorum bu kelimeleri. Onun dilinin gölgesinde ezilip büzülüyor ruhum.”
47
Ġrlanda‟yı terk etmeden önce kendi ruhani sürgününde yaĢayan Joyce, baĢkasının bakıĢıyla ve diliyle tanımlanmanın nasıl bir Ģey olduğunun elbette farkındadır. Ancak bu stereotipi yıkmanın yolu, Joyce‟a göre, DiriliĢ hareketinin milliyetçileri gibi “folklorist ve yerel olmak ve sadece ve sadece Ġrlandalı” olmaya çalıĢmak değildir; seçilen bu yol gerçekle bağlantısı olmayan soyut bir idealdir, çünkü “tıpkı Antik Mısır gibi, Antik Ġrlanda‟da öldür” ve diriltilemez.
Anglo-Ġrlandalıların milliyetçilik söylemlerindeki retoriği ile Ġrlanda‟nın içinde bulunduğu gerçeklik arasında uçurum gören Joyce, bu retoriğin içine kısılıp kaldığı dikotomiyi, paradoksal gibi görünen bir yaklaĢımla yıkmayı hedef alır. Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portesi’nin kapanıĢ sayfalarında Ġrlanda‟dan ayrılmaya karar veren Stephen “Tara‟ ya giden en kısa yol Holyhead‟den geçer” diye yazmıĢtır. Tara eski Ġrlanda‟da kralların bölgesidir ve eski kralın yerine yeni kralın seçildiği ritüeller,n yapıldığı yerdir; yani Antik Kelt kültürünün en önemli topografik simgelerinden biridir. Holyhead ise Britanya‟ya ve Avrupa‟ya göç eden Ġrlandalıların kullandıkları, Galler‟de bir liman ismidir. Dolayısıyla, Stephen ve Joyce için, Ġrlandalı kimliğini Keltisizmin sabit merkeziyetçiliğinden uzaklaĢarak tanımlama çabasındadır. Bu alıntının içinde bulundurduğu paradoks, aynı zamanda, Ġrlanda‟nın gerçek kimliğine ait öğelerin (bu öğeler temel olarak Keltik olsa bile) Avrupa‟da aranması gerektiğini de ifade eder. Joyce‟un otobiyografik ilk romanında Ġrlanda Milliyetçiliği ve kimliği gibi konulara yapılan açık göndermeler Ulyesses‟te sembolik göndermelere dönüĢür. “Ġrlandalı kimdir?” ya da Ġrlandalılığı tanımlayan unsurlar nelerdir” gibi sorular dolaylı olarak sık sık karĢımıza çıkar. Peki Joyce, ulus ve Ġrlandalılık kavramlarını nasıl tanımlar? Bu sorunun yanıtı, Leopold Bloom‟un basit ama Ġrlanda için çok Ģey ifade eden cümlesinde gizlidir. Yahudi Bloom, kendisine ulusun ne olduğu sorulduğunda “aynı yerde yaĢayan insanlar” cevabını verir. Bu cevabı duyan Katolik milliyetçi “vatandaĢ” nefretle tükürerek belirtir itirazını. Bloom‟un birleĢtirici ve uzlaĢtırıcı görüĢü,
Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012
Ġrlanda‟da Katolikler ve Protestanlar tarafından farklı anlamlar atfedilen milliyetçilik anlayıĢına ters düĢer. Joyce felcin merkezi olarak tanımladığı Dublin‟de yaĢayan sıradan insanı temsil eden bu ırkı nosyonunu reddeder. Bu homojen saf ve statik kimlik anlayıĢının imkansızlığına vurgu yaparak “Ġrlanda‟da Danimarkalıların, Firborgların, Ġspanyadan gelen Milesianların, Norman istilacılarının, Anglo-Saksonların ve Huguenotların bir araya gelerek yeni bir kimlik oluĢturduğu”nu söyler. Dolayısıyla eğer Bloom Ġrlandalı ise, Ġrlandalılığın tanımı Bloom‟u da içine alacak Ģekilde yapılmalıdır. Ulyesses‟in merkezsiz yapısı ve polifonik dilinin hedefi sadece yazınsal normları yıkmak değildir; tarih, kültür ve kimlik gibi nosyonları diyalojik bir anlayıĢla merkezin kıskacından kurtarmaktır. Bu diyalojik ve polifonik yapı içerisinde, bütünü oluĢturan öğelerden hiçbiri bir diğeri olmadan var olamaz ve her biri kendisini tanımlamak için diğerine ihtiyaç duyar.
48
DiriliĢ hareketinin temsilcilerinin milliyetçi söylem ile bir araya getiremedikleri farklın ırkları ve kültürleri, Joyce Ulysses‟in çok renkli ve çok sesli Ģemsiyesi altında toplamayı baĢarmıĢtır. Ulyesses‟in politik duruĢu Ġrlanda‟yı tek bir ideal ve ideoloji altında birleĢtirmenin imkânsızlığına iĢaret eder. Bu bağlamda, romanın üç temel karakterine bakacak olursak; Bloom‟un neden Yahudi olduğu, Stephan Dedalus‟un neden Yunanca bir isim olduğu ve Molly‟nin neden Ġspanyol orjinli olduğu da ayrı bir önem kazanır. Farklı kültürleri temsil eden Dublin‟li bu karakterler Ġrlanda‟nın yirminci yzyıl baĢındaki çok kültürlü yapısını yansıtmakla kalmayıp, Ġrlanda tarihine de ayna tutarlar. Çoğunlukla Homerik paralellikleri ön
plana çıkarılan romanın, bütünü itibariyle Ġrlanda ulusunun mikro düzlemde bir tanımı olduğunu iddia eden Maria Tymoczko‟ya göre, genellikle The Book of Invasions (Ġstilâlâr Kitabı) olarak bilinen ve Ġrlanda‟ya yapılan istilaların ve göçlerin bir haritasını sunan Lebor Gabala Eren (The Book of Taking of Ġreland)‟de anlatılan mitik Ġrlanda tarihi, romanının genel yapısına ıĢık tutar.
Lebor Gabala Eren‟de anlatıldığı kadarıyla, Ġrlanda‟nın mitik tarihinde ve Ġrlanda adasının etnografik yapısında önemli rol oynayan üç topluluk vardır. Bu topluluklardan ikisi (Fir Blog ve Tuatha De Danann) Yunan kökenlidir. Bu iki topluluk, geldikleri soylar itibariyle birbirleri ile bağlantılı olsalar da, sınıfsal kimlikleri ve deneyimleri birbirinden çok farklıdır. Fir Bolg‟ların Yunan kültürü içinde batırılmaları ve zamanla sadece beden güçleriyle varolan iĢçiler olmalarına rağmen, Tuatha Dé Danann‟lar sanat ve bilgelikte ön plana çıkmıĢ ve Ġrlanda adasına göçmenlerden önce Atinalılarla dost olmuĢlardır. Bunların dıĢında bir
Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012
üçüncü grup olan Goidel‟ler Nuh soyundan gelirler ve Bâbil Kulesi‟nin inĢasında rol almıĢlardır. Babil Kulesi yıkıldıktan sonra, Ġbranice ve Ġrlandaca‟daki uzmanlıklarını kullanarak bir dil okulu kurmuĢlardır. Bilgileri sebebiyle firavunların zamanında Mısır‟a davet edilmiĢleridir. Musa‟nın kavmine yakınlık duyarak onların Mısırdan kaçmalarına yardım etmiĢlerdir. Musa, yardımlarından dolayı Goidel‟lere minnet duyarak onlara yaĢadıkları yerden toprak teklif etmiĢ fakat bunlar kabul etmemiĢtir. Ġspanyaya yerleĢen bu topluluğun sonraki krallarından Mil ve onun halkı (Milesian‟lar) daha sonra Ġrlanda adasına giderek, Tuatha De Danann‟ları bozguna uğratıp adada egemen güç haline geldiler. Milesanlar bugünkü Kelt toplumunun ataları olarak kabul edilirler.
49
Bu hikaye Ġrlanda‟nın Yunanistan ve Ġspanya ile olan iliĢkisini ortaya koyarken, aynı zamanda Ġrlandalılar‟ın Musa‟nın teklifini kabul etmiĢ olsalardı Yahudi olabileceklerini akla getirir. Ayrıca, Joyce‟un ırk ile ilgili görüĢleri ve Ulyesses‟in sembolik göndermeleri, Matthew Arnold, Kültür ve AnarĢi adlı kitabında, dünyanın, Yahudi ve Yunan kültüründen oluĢan iki kutup arasında (Hebraizim ve Helenizim) hareket ettiğini ileri sürer. Yahudi Leopold Bloom ve Yunanca ismi ile Helen kültürünün simgesi olan Stephen Dedalus, bu iki kutbu
simgeler. Bylelikle Joyce, Ġrlanda‟nın bütün Avrupa kültürünün mirasçısı olduğuna iĢaret eder. “Jewgreek is Greekjew. Extremes Meet” (Yahudiyunanlı Yunanlıyahudi‟dir. Uçlar birleĢir) ifadesi, karĢıt unsurların Ġrlandanın tarih ve kültür potasında eridiğinin göstergesidir. Bu hipotezden hareketle, Joyce, statik ve monolojik kimlik tanımlarına ve mutlak ayrımlara meydan okuyarak, Ġrlanda‟nın Keltik kimliğini hem Ġngiliz emperyalizminin hem de Ġrlanda milliyetçiliğinin ortaya koyduğu stereotiplerden kurtarır. Sonuç olarak Joyce gibi Ġrlandalı sanatçılar için varoluĢ, herĢeyden önce bir kimlik problemidir. Devlet, dil ve din gibi sistemler ve kavramlar, otorite ve özgürlük arasındakiiliĢki çerçevesinde ele alındığında, tıpkı Joyce gibi Ġrlanda‟nın da üzerine atılan ağlar olmuĢtur. ÇeliĢkili gibi görülen ise, Modernizmin en önemli avangarde‟ını çıkaran Ġrlanda‟nın modernite sürecine tam olarak girememiĢ olduğu gerçeğidir. Avrupanın Modernite süzgecinden tam olarak geçemeyen Ġrlanda toplumu ve düĢünce sistemi, Jhon Stuart Mill gibi bir düĢünür çıkaramamıĢ, özgürlük, otorite ve kimlik gibi meseleleri sosyal ve felsefi açılımlarını tartıĢmak edebiyatçılara düĢmüĢtür. Dekadans sonrası Avrupa‟sında Birinci Dünya SavaĢının yarattığı kaos içerisinde, Modernist sanatçılar dıĢ dünyada yitirdikleri bütünlüğü eserlerinde kurmaya çalıĢırlarken, Ġrlandalı modernistler ulusal kimlik düzleminde çok daha katmanlı bir yabancılaĢma yaĢamaktaydılar. Estetik ve gerçeklik arasındaki, ya da form ile içerik arasındaki bu çeliĢkinin yarattığı dinamikler belki de Ġrlanda Modernist Edebiyatını diğerlerinden ayrıĢtıran en önemli özelliktir.
Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012
Edebiyat eserlerindeki farklı kimlik retorikleri ve söylemlerine yansıyan bu tartıĢmalar, Ġrlanda‟nın, kuzeyini Ġngiltere yönetimine bırakmak pahasına 1921‟ de elde ettiği bağımsızlıktan sonra çok da farklı bir düzlemde ilerlememiĢtir. Ġrlanda ve Kuzey Ġrlanda‟nın kendilerini biçtikleri kimlik rolleri, geçmiĢ ile ilgili yarattıkları farklı mitler ile Ģekillenmeye devam etmĢtir. Katolik-Protestan, ĠrlandaĠngiltere, Ġrlandaca-Ġngilizce karĢıtlığına dayanan bu köklü görüĢ ne tarih kitaplarından ne de halkın bilincinden çıkmamıĢtır. Kimi revizyonist tarihçiler, 1930‟lardan beri süregelen bir çaba içerisinde, partizan görüĢlerden uzak ve objektif bir tarih yazımı için uğraĢ verseler de, bu revizyonist yaklaĢımlar Kuzey Ġrlanda ve Ġrlanda Cumhuriyeti arasındaki gerçek siyaset üzerinde pek etkili olmamıĢ, bölünme ve ayrım gibi kavramlar ulusal ĠrlandaĢı kimliğinin tanımlanmasında önemli rol oynamaya devam etmiĢtir.
50