magrib 8

Page 1



magrib kültür.sanat.coğrafya

viyana

8

Ocak / Şubat

Aralık 2007 Viyana


magrib İki Aylık Edebiyat-Düşünce Dergisi Sayı: 8 Ocak - Şubat 2008 Yazı İşleri Müdürü Ali Işık Yayın Kurulu Ali Çiçek Ali Işık Kemal Bulut Muhammet Sağlam Serdar Kacır Düzelti Serdar Kacır Yönetim Yeri Gebrüder Lang Gasse 12/6 1150 Wien Austria Yayın Türü Yerel Süreli Baskı Düzey Matbaacılık Görsel Tasarım

magrib

magrib@magrib.net Arka Kapak Hat Muhammed Yusuf Günaydın Telefon 0043 650 877 9581 Yazışma Adresi Breitegasse 11/3/31 1070 Wien Austria e-posta: magrib.kiler@gmail.com İnternet Adresi: www.magrib.net Gelen yazılar yayınlansa da yayınlanmasa da geri verilmez. Yayınlanan eserlerden yazarları sorumludur. İlkelerimize uymayan ilanlar alınmaz.


magrib İÇİNDEKİLER Magrib

Sunuş ................................................................. 4

Edebiyat Serdar Kacır Muhammet Sağlam Kemal Bulut Rainer Maria Rilke Ali Işık Ali Özdemir Tuğba İsmailoğlu Kacır Hayrullah Arslantekin Yusuf Dursun Fatma Nur Hüküm Thomas Sterns Eliot Betül Kızıltaş

Acı Su ................................................................. 7 Bir Viyana Güncesi: Sis ve Burç .......................8 Ihlamur Kokulu Bahar Akşamı ........................ 10 Güz .................................................................... 11 Köprü ................................................................. 12 Yaşamak İnadına .............................................. 18 Öylesine ............................................................. 20 Aşk Havarileri ................................................... 24 Lal ...................................................................... 26 Toplama İşlemi ................................................. 28 En Üst Basamakta Durmak ............................. 30 Kriminal Roman ............................................... 31

Düşünce Mehmet Sabri Genç Serdar Kacır Ali Çİçek Hüsnü Yavuz Aytekin Ayşegül İlhan Zeynep Şanlı Abdullah Kuşlu Veysel Kurt Ali Çİçek Mevlüt Bulut

Özel Bölüm: Okumak Okumak, Yazmak ve Kitap Üzerine ..................41 Yaşamak Hayatı Okumaktır ..................................... 48 İki Okyanusu Anlatan İki Kitap ....................... 51 Daussıla ............................................................. 54 Amerika’da Köle Müslümanlar ........................ 57 Eleştirellikten Uyuma ....................................... 62 Mesnevi’de Canlıların Dünya Hayatındaki Konumu II ......................................................... 66 Avrupa Merkezcilik ve Eleştirisi ................................ 82 Osm. Tasavvuf Düşüncesinde İbn-i Arabi........ 95 Yeni Dünya Düzeni ........................................... 98

Kültür-Sanat Magrib Saliha Şanlıer İbrahim Yiğit Fatma Örgel Ali Haksever Bünyamin Kasap Gamze Derince

Teoman Duralı İle Söyleşi ............................... 101 Eironeia ............................................................ 108 İslamda Müzik ve Kavvali ............................... 110 Zamanın Azledildiği Yer .................................. 112 Bir Nokta .......................................................... 114 Tasavvur ve Mahur ......................................... 115 Resimleri, Çiçekleri bi de Kendisi: Monet ....... 116


magrib Sunuş

Merhaba

Yazmak varlığın ve varlığımızın sesini kayıt altına almak, geleceğe duyurmaksa, okumak bu sese kulak verenlerin tanıklığına şahitlik etmektir. Varlığın sesine kulak verenler, ademoğlunun dünyadaki macerasının ilk insandan bu yana aynı dairenin içinde kalarak devam ettiğini ve kıyamete kadar da devam edeceğini gördüler. Bu uğurda şiirler söylendi, hikayeler anlatıldı. Keskin bir bilinçle kuşatılanlar, farkındalıklarını dile getirmek zorunda kaldılar. Öğütleri büyük düşünce okyanusundan süzülen pınarlar gibiydi. Mal da yalan mülk de yalan Var biraz da sen oyalan Yunus Emre Varlığının sesine kulak verenler ise benliklerini her daim çevreleyen mutlak bir hakikatin kendilerine şah damarlarından daha yakın bir halde olduğunu idrak ederler. İnsan bu idrak ve idraksizlik arasında gidip gelirken, bu hakikati idrak ettiği vakitler, ruhunda açan eşsiz güzellikteki çiçeklerin kokusu etrafa yayılır. Yazmak bir nevi bu kokuyu anlatmaya çalışmak, bu anı ve hissi bir diğerine duyumsatmaya kalkışmaktır. ‘Ki O, kalemle (yazmayı) öğretendir.’1 Kadim uygarlıkların insanlığa miras olarak bıraktıkları yazınlardan günümüze kadar, edebiyat hayata tanıklık etmektedir. Onun hayata tanıklığı sayesindedir ki bizler, 21. yüzyılın insanları olarak, eski insanların evlerine konuk olabiliyor ve onların yaşamlarına girebiliyoruz. İnsanın iyiye ve güzele ulaşma çabasının izdüşümlerini takip edebiliyor ve onlardan kendi hanemize notlar alıyoruz. *** ‘Okumak ve yazmak’ın önemine dair bundan önce de pek çok şey söylenmiştir ve şu an da söylenebilir. Ne var ki söz söyleyenler ve söz söylenenler pek değişmemektedir. Her ne kadar bu böyle ise de okumanın ve yazmanın ehemmiyetine değinmeden geçmek olmaz. Magrib bu bağlamda 8. sayısının sayfalarının bir kısmını ‘okumak’ için kaleme alınmış yazılara ayırdı. Ve özellikle kitapların gündemimize daha çok girebilmesi 1 Alak Suresi, 96/4

4


magrib adına ‘Okumak’ isimli bir özel bölüm oluşturuldu. Burada amaç ‘okumak’ın hayatımızdaki anlamını pekiştirmekten ve hakkını teslim etmekten başka bir şey değildir. *** Magrib 3. yılına çoktan girdi. ‘Yürünecek yol varsa biz bu yolu yürümeye talibiz.’ demiştik en başında. Bizim için yolculuk devam etmektedir, nereye kadar sürer bunu Allah bilir. Elimiz, gücümüz yettiğince ve bize düşen bir sorumluluk olduğu sürece Magrib bir şekilde çıkacaktır inşallah. 8. sayımızda öyküler, şiirler, denemeler, çeviriler, araştırma-inceleme yazıları, makaleler, portreler, söyleşi ve tanıtım yazıları siz sevgili okurlarımızı bekliyor. Her bir yeni sayıda aramıza katılan yeni arkadaşların varlığından söz ediyoruz. Bu sayıda da ilk defa eser yayımlayan arkadaşlarımız ve eserlerini diğer dergilerde sık sık gördüğümüz Magrib’de ise ilk defa okuyacağımız arkadaşlarımız var. Ali Özdemir, Ayşegül İlhan, Betül Kızıltaş, Bünyamin Kasap, İbrahim Yiğit, Mehmet Sabri Genç ve Zeynep Şanlı bu sayıda aramıza katılan yeni yazarlar.

Magrib’in bir sonraki sayısında görüşebilmek dileği ile...

Kurban Bayramınız Mubarek Olsun.

5


Oscar-Claude MOnet ‘Kayalıklarda - Madam Monet ve Oğlu Jean’ 1875, Washington, Ulusal Sanat Galerisi


edebiyat

magrib Serdar Kacır

Şiir

ACI SU elverişli gün ve seda tutsak bir kimliği cebinde taşırken atlar karyola ortası ölüm susuz bir çağırışla dolaşır kapı kapı ve diker sütunları kentin ortasına sonsuz bir çağırışla bir kadın gebedir yokluğa

Murat Çetin’e

her evde bir İsa gerilidir çarmıha açılır günün yakası en baştan törpülenir, debdebede hayat ve ıssızlık yeni ambalajlanmış bir düğün armağan edilir başkasına ait bakışlar çöreklenir benlik dolu içimize ağarmaya başlar tekrar vakit ve saldırışlar boş bir cepheye yağmadadır yokuşlar ve at yolu haykırışlı bir tepeye doğru süzülür gider ayakları bir duygunun arkaik düşlerin arasında yalnızlık dolu ağacın gövdesinde bir kent erimededir bunu acıyan sular iyi bilir bir bakarsın sular da erir güneş tarlasında tutuşur demirden gemiler ve beton evleri yüreklerin

7


magrib

edebiyat

Muhammet Sağlam

Deneme

BİR VİYANA GÜNCESİ: SİS VE BURÇ

Hikâyelerden ırakta durarak, parmaklarımı alnıma götürüp kör bir ümmi gibi okuyorum zamanın kuşatmalarını. Burada, toprağa kapaklanan atların -zaman zamanüzengisini ellerinizde hissetmeden yürümek mümkün mü? Kalemi biraz da toprakta gezdirmeli. Stephansdom’un avlusu yok, demek ki burada kuş da yok. Kuş olmazsa huzur da olmayacak, olmazsa olmayacak. Veba anıtının ayaklanıp zangoçluk yaptığı da olmuyor değil. Dom’a gittikçe yaklaşan salgını, onun katmerli kumaştan yapılmış örtüsünün eteklerine takılan dolardan, eurodan, ondan bundan, ışık alıp düğün zannedenleri ateşli uykulardan uyandırmak için, o acı anıtın zangoçluk yaptığı da olur. Ama illaki, Tuna’nın şefkatli kolu serin bir mendil gibi durur hemen yanı başında.

Mahşerin değil bizim atlarımızın teridir Tuna. …

Yazarak neyi paylaşırız? Bir kişi olmanın verdiği o bütünlüğü ve bir bakıma yalnızlığı mı paylaşırız? Kimse okumasa da, yazınca, o bütünlük bozulmuş oluyor sanki. Cevap verilmesi ya da soru sorulması gereken bir muhatap çıkıveriyor karşınıza. Buna hallerin/hal’in bölünmesi desek nasıl olur acaba?

Bir ok bir hedefe saplanır, o hedeftir vurulan.

Sözün kast ettiği bir şey olmalı öyleyse. O’nun doğasını değiştirmeye, yorumlamaya, yüceltmeye tarif etmeye bir kast. Bence o ok o hedefte saplı/saklı kalmalı. İşte hal’in gelip insanı bulması biraz da buna benzer. Bu hal’in bir şey’e aktarımı ne kadar doğru ve sağlıklı olabilir ki... Hal değişimi ve dahi dönüşümü bir araç olmadan yapılamaz. Müdahil olmak için dahil olmak gerek ilk önce, bunun gerçekleşmesi içinse bir ‘şey’.

8


edebiyat

magrib

Bir müzisyeni düşünelim. Zihninde dinlediği, kurduğu ‘bulduğu’ bir hal’i başkasına anlatmasının değişmeden olması mümkün mü? Ya da bir araç olmadan bir bildirim, bir hal bildirimi olur mu? İlhamın gelip o kişiyi bulmasına ne demeli? Hal bir yol bulup o kişiyi etkiliyor, bu dünyanın eşyasına ihtiyaç duymadan. Eşyadan yani araçtan bağımsız saf bir yol. Biz bu yolu uzun yıllar yürümüşüz. Ya da yol bizim içimizde bir yer bulmuş, sanata, edebiyata, insana… Şimdi o insan yok aramızda. Yol’u olanlarınsa aramızda yeri yok. Tarih kitaplarına sarılıp bulduğumuz güzellikleri yüceltip, zamanı kötülemekten başka yapacak bir işimiz kalmamış, neredeyse. Belki de, anlam meşaleleri yakmalı dört tarafa, akılla gönlün meyvesi bir ATEŞ!.. Anlamlandırmalıyız her şeyi... Çünkü herkes çağından sorumlu! Birbirimizle var olmalıyız; bu her şeyi ayrıştıran çağ yangınına karşı. Gönlümüzün; aklımızın ve birbirimizin yürekleri etrafında dönmeli dünya: dönecekse! Şimdi olmalı her şey simdi olmalı, bir türkü tutturmalı, belki herkesin dilinde “yeri” olan. Birbirine baktığında insanlar, hep akıllarına gelmeli, daha söylenmemiş bir türkü tutturmalı... Dili ne olursa olsun konuşanların konuşulanların... Hepsi bir şeyi anlatmalı, hepsi bir şeyi! Dünyadan elini eteğini çekmiş ne kadar güzellik varsa hepsini gittikleri yerlerden “ellerimizle” toplamalıyız, bir ağaçtan yenice olmuş meyveleri toplar gibi... Ve onlar da olgunlaşmalı!

Bizim olmalı...

Çağı tutuşturmalıyız, belki de, her şey/her şeyimiz yanmalı, bir tek biz kalmalıyız; doğru ve güzel olan ne varsa hepsine sahip çıkan bir tek biz... Sis ve burç bu şehri uzun zamandır var kılıyor. Belki de susmalı. Viyana sokaklarında, seher vakti, konuşacak kimseyi bulamadan yürüyüp, Allah’a dua etmek gibi...

Tuna’ya gitmek, gibi...

9


magrib

edebiyat

Kemal Bulut

Şiir

IHLAMUR KOKULU BAHAR AKŞAMI -sıcak bir rüzgâr kovalıyor yerdeki çiçekleri sessizcetik tak tik tak tik tak diye çekiyor kendine bomboş sokak -göğe asılı sokak lambaları ve büsbütün bir ay aydınlatıyor yolumubense adım adım arşınlıyorum zamanı hep biraz daha coşarak.

10


edebiyat

magrib Rainer Maria Rilke

Şiir

GÜZ*

ÇEV.: Kemal Bulut

Yapraklar çok yüksekten düşüyor sanki, solmuşcasına cennetin uzak bahçelerine; düşüyorlar korkunç çırpınışlarla. Ve geceleri düşüyor ağır toprağa bütün yıldızlardan yalnızlığa. Hepimiz düşüyoruz, bu el düşüyor çünkü Baksana her şeyde gizli olana! Ve orada biri var düşenleri tutan sonsuz yumuşaklıktaki elleriyle.

* Şiirin orjinal ismi ‘Herbst’ olup şairin ‘Das Buch der Bilder’ adlı kitabından alınmıştır.

11


magrib

edebiyat

Ali Işık

Öykü

KÖPRÜ Bitti. Sonunda bitti. Uzun zamandır dar bir kuyunun içerisinde kıvranıyorum. İlk kez bu kadar zorlanıyorum yazmakta. Bir örgüye sığdıramadım adamı. Kaç kez değiştirmek zorunda kaldım hikayenin içeriğini. Yoruldum. Sanki tüm gücümle, saatlerdir, bir çuvalı başından tüm bedenine geçiriyormuşum gibi, inatlaştı benimle. Ellerimin feri kalmadı.

Adı Tekin. Nerden musallat olduysa. Tüm değerlerimin yerini oynattı. Donanmasız, cevapsız, bakakaldım zihnime saldığı sorulara. Bu çetin savaşı hikayenin bitimiyle de sonlandıramadım. İçimde gezinmeye devam ediyor. Hayatımın tamamından sualler soruyor. Neden, nasıl, niçin… Bazen tek, bazen birkaç kelimeden oluşan bu minicik sorularla hırpalanmaya devam ediyorum. Bazı yıllar kendimle yüzleşerek geçiririm yaz aylarını. Ama uzun sürmez. Biraz yenilenerek biraz da hayattan anladıklarım ya da hayata dair düşündüklerimi sorgular, bu süreci hafif değişikliklerle atlatırdım. Son zamanlarda yaşadıklarım bu kadar hafif şeyler değildi. Daha derin daha acımasız ve daha keskin bir yüzleşmeydi bu. Kaçıp kurtulamadığım, sürekli beni içine çeken zor bir muamma. Bakışlarımın,

12


edebiyat

magrib

düşüncelerimin bulanıklığı artarak devam ediyordu. Sokaklara çıkıyorum saatlerce yürüyorum ama nafile. Atamıyorum zihnimden. Bir ur gibi yapışmıştı. Her yer renksizleşti ilk günleri. Baktığımı görebildiğimden emin olmak için tekrar tekrar bakıyordum. Gözlerimin ışığı kısılmış, her şey adeta grileşmişti. Her şeyden vazgeçip sadece kitaplarla vakit geçirmeye çalışıyordum, ama olmuyordu. Kelimeler zihnimde sönük, cümleler anlamsız ve tüm okuduklarım garip bir ok işareti gibi bir yönü gösteriyordu. Okların ucunu takibe kalkıştığımdaysa karşımda sessiz, sakin, derinden, olabildiğine rahat Tekin’in bakışlarıyla karşılaşıyordum. Hiçbir yere kımıldayamadığım bu bakışlar karşısında ilkin hafiften rahatlıyor, daha sonra aniden korkuya kapılıyordum. Aklımda şimşek gibi kaçma fikri çakıyor, akabinde tüm denemelerimin sonuçsuz kalmışlığıyla çaresizce teslim oluyordum ona. O ise bana bazen tebessümle, bazen ne olduğunu anlayamadığım bir ifadeyle sadece bakıyordu. Besbelli ki bana anlatacakları vardı. Vakti mi gelmemişti acaba. Tekin son hikayemin kahramanı. Bir gece vakti geç saatlerde eve dönerken belirdi kafamda. Üzerine düşündükçe şekillendi. Bir sürü insanın birçok yanından yontulmuş gibi. Tanıdığım insanların birbirine benzeyen ya da birbirini tamamlayan yönlerinden üretilmiş gibi. Zihnime ilk düştüğünden bu yana sürekli bana kızan bir tavrıyla, beni sorgulayan, beni tokatlamaya hazır bakışlarıyla karşı karşıyayım. Gereğinden fazla öfkeli ya da unuttuklarımı hatırlatmak gibi bir görevi kendine uğraş edinmiş biri gibi. Baktığımda bir fizik dengesi bulunmayan, zaman zaman eğik yürüyen, bazen topallayan. Böyle bir adam. Düşündükçe her tarafıma bulaşan bir kahraman. Beynime bir kol saatinin tıkırtısı gibi yalnızlığımın sızısını çektiriyor. Bu sızı arttıkça yalnızlığımın daha fazla farkına varıyorum. Ve ortalıkta öylece yapayalnız, savunmasız, anlamsız bir biçimde kalmışlık duygusu kabarıyor içimde. Kollarımdan birini diğerine doluyorum. Bütün organlarımı birbiriyle kucaklaştırıp kurtulmak istiyorum bu yalnızlık duygusundan. Hikayede onu anlatmaya başlayınca kalemimin sanki engebeli, pürüzlü bir kağıda sürtünerek hareket ettiğini fark ediyorum. Hikaye günlerce sürüp gitti. Onsuz düşünemez, bakamaz konuşamaz oldum. Beni alıp tenha yerlere sürüklüyor; o oldum olası cevabını bulamadığım sorularıyla eziyordu. Geceleri sokaklarda gezmelerim arttı son zamanlarda. Oturduğum yerde duramıyordum. Etrafımda sürekli başka başka şeyler arıyordum. Acıkıyordum. Gözlerim acıkıyor. Kulaklarım, ellerim kalbim acıkıyordu. İçime kocaman bir kaya oturmuş ve beni kımıldamadan soluk alıp vermememi istercesine bastırıyordu. Karamsarlık, anlamsızlık, sebepsizlik ve bir çok adı konulamayan duyguların esiri olmuştum tamamen. Hikayenin bitmesinin üzerinden aylar geçmişti. Benimse hesaplaşmalarımın sonu bir türlü gelmiyordu. Ne okuyabiliyor ne yazabiliyor ne de insanlarla konuşabiliyordum artık. Meydandaki çınarın dallarının birinde boynuma geçirilmiş ipte sallanıp duruyordum. Ne altımdan geçenler görüyor ne de tanıdıklarım yokluğumu fark edip arıyorlardı beni.

13


magrib

edebiyat

Uzun bir seyahate çıkma fikrinin üzerinde çokta fazla düşünmeden apar topar evden çıkıp tren istasyonunda aldım soluğu. Bir an önce ilk kalkan trene atlayıp çekip gitmek istiyordum. Arkama bakacak takat, ardımda bıraktıklarımı düşünecek gücüm yoktu. Öyle bir gerekliliği de zihnen kaybetmiştim. Trenin o boğuk sesiyle oturduğum banktan kalkıp fırladım. Üzerimde farklı bir telaş, umursamaz bir hal vardı. Geçip bir köşeye oturdum. Kimileri o daracık pencerelerden sarkıp sevdiklerinin ellerine son bir kez daha dokunmanın, kimileriyse ellerini havada iki yana hareket ettirerek son görevlerini yerine getirmenin derdindeydiler. Bense oturduğum koltukta adeta yığılmış bir vaziyette, etrafıma bile bakamamanın acizliğiyle bir an önce trenin kalkmasını bekliyordum. Trenin hareket etmesiyle bu yolculuğun derdime derman olacağına dair bir his belirip kayboldu zihnimde. Saatler ilerledikçe içimde çözülmeler artıyordu. Oturduğum yerden bir an olsun bile kalkmadım. Rahatlıyordum ve kalkarsam bunu kaybedeceğimden korkuyordum. Pencereden arka tarafa doğru akıp giden ağaçlar, dağlar ve bütün gördüklerim bendeki dertten bir nebze de olsa eksiltiyorlardı. Ruhumun derinliklerine doğru bir yolculuktu bu. Bu yolculuğu kesmeye hiç niyetim yoktu. Verilen molaların hiç birinde ayağa dahi kalkmadım. İçimdeki değişimi izlemekten, dinlemekten büyük keyif almaya başlamıştım. Oturduğum yerde adeta değişiyor yenileniyordum. Bu düşüncelerimle ilgili zaman zaman şüphelerim olsa da belli bir zaman sonra emin oluyordum. Son durağa kadar içimdeki değişimin usul usul yer değiştirmesini, hal değiştirmesini izledim durdum. Trenden indiğimde ilk kez geldiğim bu kasabada ne aradığımı sorgulamaya başladım. Buraya neden gelmiştim. İlk kez bu kadar aç olduğumu hissetmemle etrafta yemek yiyebileceğim bir yerlere bakınmam birbirini takip etti. Bu arayış beni kasabanın merkezine kadar getirdi. Karşılaştığım insanların yüzlerinde belirgin bir tebessüm hakimdi. Küçük bir lokantanın pencere önündeki masasına oturdum. Ben oturduktan kısa bir süre sonra karşıma biri oturdu. O an bakışlarım çorbanın içindeydi. Başımı kaldırdım.

Olamaz ! İçimde, biri beynimi zonklatırcasına bağırıyordu. Olamaz !

Heyecandan ellerim titremeye başlamıştı. Dizlerim adeta çözülmüş sallanıyordu. Tekin’di bu. Suçüstü yakalanmışlık duygusu sardı tüm bedenimi. Soluğum kesilmişti. Uzunca bir süre kendimi toparlayamadım. O, ise yüzünde o alışkın olduğum tebessümle, gözlerimin içine içine bakıyordu. Boğazımı acıtarak ağzıma dökülen ve zaman geçtikçe orda biriken kelimeler yanaklarımı zorlamaya başlamıştı. Derin bir nefes aldım önce. Sonra arkama yaslandım. Onun sakinliği, o durgun hali damarla-

14


edebiyat

magrib

rımdaki kanın tekrar dolaşmasına yardım ediyor gibiydi. Yavaş yavaş kendime geliyordum. Bir de konuşabilsem içimdeki kayayı söküp çıkaracaktım. Uzunca bir süre birbirimize baktık sadece. Yazdığım hikayeyi ve bu adamla ilk tanışma halimi düşlüyordum. Adamın derin bakışlarını tutturamamışım. Daha fazla sıfat kullanmak lazımmış. O bana görünüp kaçıveren yanlarını bulmaya çalışırcasına gözümü ayırmıyordum yüzünden. Başka bir nazardan izlenilmekten hoşlanmayan bir hava sardı alnını. Alnındaki çizgiler gerildi. Bir an kızdırdım zannettim. Gözlerini kıstı biraz daha. Serinkanlıydı. Zaman ilerledikçe yavaşlıyor sakinleşiyordum. Kalbimi hissettim ilk kez. Korku değildi. Heyecanla da adlandırılamazdı. Sızı belki... Her neyse o, durmadan artıyordu. Kalbimin tüm vücudumu titreteceğinden korkmama kadar sürdü bu duygu. Burada hafif korkuyla karışık hakim olamadığım ve olmayı da başaramayacağımı düşündüğüm bir merak sardı içimi. Kimdi bu adam? Düşündüklerimi okuduğundan da şüphelenmeye başlamıştım. Zihnimden geçenlere bakışlarıyla ya da yüzünde beliren ve düşündüklerine paralel olarak değişen ifadelerle ani cevaplar vermeyi de ihmal etmiyordu. Ağzını açtı. Pür dikkat kesildim. ‘Beni tanımaktan mutlu olacaksın’ dedi. Ötelerden, benden çok uzaklardan geliyordu sesi. ‘Esas olan ben değilim. Ben aradayım. Köprü say beni. Ben hiçim.’ Ayağa kalktı sonra. Bir adım attı; durup bana baktı. Beni çağırdığı açık seçik belliydi. Ben de kalkıp peşine takıldım. O önden ben arkadan yürüyorduk. Patika bir yolun ucunda büyük bir kapı belirdi. Nereye gi-

15


magrib

edebiyat

diyorduk? Kapının önüne geldiğimizde durdu. Başını kaldırıp gözlerimin içine baktı. ‘Hazır mısın?’ dedi. Ne diyecektim. Cevabını dinlemeden kapıyı açtı. Sanki kendine bir çeki düzen ver, önemli bir yere giriyoruz der gibiydi. Kapıdan girerken kocaman bir hayatı ardımda bırakıyormuşum gibi garip bir his kapladı içimi. Ve bu his hızla tüm vücudumu dolaştı. Bir yere girmiştim. Neresi olduğu hakkında en ufak bir bilgim yoktu. Ama kırk yıldır bu kapıdan girip çıkıyormuşum gibi de farklı, tanıdık bir his vardı içimde. Tarif edilmez bir ferahlık kaplıyordu vücudumu. Orada olmaktan mutlu olmama ben karar vermemiştim. Genişçe bir bahçedeydik. İleride avlunun dibinde sedirlerde oturan bir grup insan vardı. Onların olduğu yere doğru yürüdü Tekin. Selam verip avluya yaslanan taraftakilerin ortasındaki boşluğa oturdu. Ben ayakta kalmıştım. Herkes bana bakıyordu. Önce başköşedeki ‘Hoş geldin’ dedi. Sonra orada bulunan herkes sırayla ‘hoş geldin’ dediler. Başköşede oturanın tam karşısında oturan iki kişi, biri sağ diğeri sol tarafa doğru kaydırdılar vücutlarını. Orada bir kişilik yer açıldı. Oraya oturmam gerektiğini anlatan bakışlara cevaben ben de geçip oturdum. ‘Beklediğimiz de geldiğine göre başlayabiliriz’ dedi başköşede oturan. Tüm gözler ona çevrildi. Ben zaten O’na bakıyordum. Beyaz uzun sakalları, beyazımsı süt rengi suratı, durgun, sakinleştiren bakışlarıyla söze başladı. Sonra sesine yeni bir anlam yüklemek istercesine bir süre sustu. ‘İnsan etrafındaki güzellikleri fark etmeden yaşamamalı.’ Anlatana karşı içimde derin bir saygı belirdi. Bu saygı zaman ilerledikçe birikmeye başlamıştı. Ve bu o denli hızla çoğalıyordu ki suskunluğunu bitirmek üzereyken ona bakmaktan derin bir haz alacak dereceye gelmiştim. “İnsan….” dedi başladı konuşmaya. Tane tane, yavaş yavaş konuşuyordu. Tüm kelimeleri kalbime çarpıyor sonra vücudumun değişik yerlerine dağılıyor sonrasındaysa kanıma karışıp gezinmeye başlıyordu. İnce bir şey vardı. Bu, söylediklerinde, söylediklerinin O’na yakışmasındaydı. Anlatırken cümlesini bölüyor, duruyor sonra bana bakıyor adeta kalbimin derinlerine doğru girip çıkıyor, sonra yarım kaldığı yerden devam ediyordu sözlerine. Bakışlarımı hiç ayırmadan onu dinliyordum. Tüm soru işaretlerim bir bir dökülmeye başlamıştı. Sadece beni anlatıyordu sanki. Aklıma o an geliveren tüm soruların bir bir cevabını anında -soru zihnime düşer düşmez- veriyordu. Verdiği cevaplar oysa ne çok tanıdıktı. O konuştukça zaman ilerliyordu. Konuşurken ben alacağımı fazlasıyla alıyordum. Sonra aniden durdu. Uzun bir süre önüne baktı. Acele etmeden yavaşça bakışlarını tekrar bana çevirdi. Bense sadece titriyordum. ‘Aklına takılan başka bir şey var mı?’ dedi. Başımı hafifçe iki yana salladım. Yoktu çünkü. Hiçbir soru kalmamıştı zihnimde. Hayat bambaşka bir hal almıştı benim için. Bembeyaz yeni bir kağıt gibi gülümsüyordu. Sadece merak ettiğim ‘Neden buradaydım?’ Bunu anlayabilmek çok zordu benim için. Tekin kalkıp yanıma geldi. Ona da yer açtılar. Kulağıma eğildi; “Nehrin karşı tarafında, kelimelerinle bir yol arıyordun. Ben sadece sana köprü oldum.” Gözlerimin derinliklerine akarak biraz durdu. Tebessüm etti. “Çağrıldınız beyefendi” dedi. “Mübarek olsun.”

16


Oscar-Claude MOnet ‘Gelincik Tarlası’ 1873, Paris, Louvre Orsay Müzesi


magrib

edebiyat

Ali Özdemir

Şiir

YAŞAMAK İNADINA Bak, itinayla taranmış saçlarımızı Baygın bir dağınıklıkla tehdit ediyor yaşamak. İnatla savunuyor ve koyultuyoruz aşkı. Kalemize zafer bayrağı gibi dikilen Bir bıçak saplı duruyor derinliklerimizde. Bak, kendi çölüne sürgün dudaklarımızla Sımsıkı kucaklayıp öpüyoruz güneşi yüreğinden. Sevgilim, sağlam adımlarla Bir ufku çekiyoruz içimize Ayrılığın şiddetli zonklamalar doğuran nöbetlerinde Yalıyoruz sabahlara kadar bir bıçağın Keskin ve kıtlıktan çıkmışçasına ağzını Sabahlara kadar ruhumuzla Sarınarak aşkın ipekten şalını.

Daima vakitli ve hazırlıklıyız aşka Doldurmuşuz göğsümüzü bir kere ateşli soluklarla Biz incelikte rakip bulamayanlar! Vakit dolunca iki elimiz kanda olsa çıkageliriz Vakti gelince yükseklerde ululaşır bir bulut O bulutun göğün kutlu yerleşimi olan koynunda Heyecan ve yakarışla vurur aşka kalbimiz.

Birbirimize kucak dolusu göklerle yöneliyoruz Böylece çoğalıyor safi yerlerimiz Yağmurun gece sonlarında aldığı tonla Kuşların şekillerinden haritalar ayarlayarak Aşkın saltanatına boyun eğdikçe Ulaşılmaz bir güzellikteyiz Ipıslak dillerini yalıyoruz derinliklerimizde bir bıçağın Böylece geçiyoruz kendimizden Yağlı kırbaçlar şakırdatarak sırtımızda Derinleştiriyoruz bir ufku Öpe öpe güneşi yüreğinin seslerinden.

18


edebiyat Hain pusulara yakalansak koyulduğumuz yollarda Öfkeyle yürüse de üstümüze çağdaş kuklalar Kirlenmeyen ve eskimeyen bir sesimiz var sevgilim Ne saatleri azaba çeviren ayrılık Ne kemiklerimizin örselenişi Ne kanlanması topuklarımızın Alıkoyamıyor etimiz çürüdükçe büyüyen Güneşin renkleriyle korlanan kalbimizi Alıkoyamıyor aşktan.

Birbirimize daima yerli yerinde duruyoruz Gerisinin ne önemi var sevgilim! Çilemizi anlamasın kimse Budala ve anlamsız bulsunlar bizi Bir bıçak saplı duruyor nasılsa derinliklerimizde Gecenin daralan geçitlerinde göğe açıldıkça Kesik gölgelerin soğuğunda iki büklüm evlerde Coşuyor ya ruhumuzun ırmakları Baharı yudumlayan tabiat gibi tazelik emiyoruz ya Mümbit bir memeden Varsın çığlıklar olalım kan sığınaklarında anıtlaşan Ne önemi var sevgilim! Çağıldıyor nasılsa aşkın çavlanı Bereketle göğsümüzde.

19

magrib


magrib

edebiyat

Tuğba İ. Kacır

Öykü

ÖYLESİNE... Bir gün büyüdüm. Babam hastaneden aramış ve “Oğlun oldu!” demişti. Tek cümle, iki kelime... “Hayırlı olsun!” bile dememişti. Yakışık alır mıydı bir babaya oğluna “Hayırlı olsun, baba oldun!” demek? Almazdı. Demedi o da. İşte o gün, büyüdüm ben. Direnmiştim babamın ağzından o iki kelime çıkıncaya değin, fakat “babalığa” yenik düştüm. Neydi beni bir anda alt eden bilmiyordum. Daha sonra da ayrıştıramadım. Belki de ilk kez bugün farkına varıyorum bunun. O gün babamın oğlu “baba olduğunu” öğrenince adam oldu. Zaten bana “Oğlun oldu.” demesi oydu aslında: “Adam ol artık!” Bu üç kelimeyi söylemek yerine daha kısa ama daha etkilisini tercih etmişti. Tam da babama yakışır bir şeydi bu. Güçlü, sağlam, baskın karakterli bir adam değildi babam. Öylesine bir babaydı işte, sanırım annem için de öylesine bir koca. Hoş annemi de diğerlerinden ayıran bariz bir özellik yoktu ya. Gerçi bir insanı diğerlerinden neyin ayırdığını, ya da insanları birbirlerinden ayıran ölçütlerin olup olmadığını belirlemek güç. Annem de, babam da sıradan insanlardı galiba, ne eksikleri vardı başkalarından, ne fazlaları. O sıradan baba, dede olduğu gün telefonda oğluyla en kısa konuşmasını yaptı. “Oğlun oldu!” dedi. “Tahsin, oğlun oldu, karın iyi, biz çıkıyoruz hastaneden, selametle…” Tüm konuşma bundan ibaretti yanlış hatırlamıyorsam. O gün babamın asıl söylemeye çalıştığı şuydu aslında: “Bak eşek herif, ben bunca zamandır, sana demedik laf bırakmadım, gündüzleri seni kahve köşelerinden, gece yarıları meyhanelerden topladım, seni milletin önünde rezil rüsva ettim de bir türlü yola getiremedim. Çocukluğunda işitmediğin azarı benden koca adam olduktan sonra işittin de akıllanmadın. Seni bir İstanbullu kızın elinden kurtardık diye yıllar yılı burnumuzdan getirdin anamızdan emdiğimiz sütü, etmediğini koymadın. Ama bugün baba oldun! Bu sana yapacağım en kısa konuşmadır bundan böyle, adam ol artık benim sıpa oğlum, adam ol!” Tüm bunların özetiydi o konuşma, ya da bunun gibi bir şeydi. Belki ağzını biraz daha bozabilirdi. Doğal olarak ben bu sözlerin kendime sarf edildiğini düşündüğüm için daha ileri gitmeyi pek hoş bulmuyorum. Ha sonraki “biz çıkıyoruz” kısmına da tefsir verecek olursak, bu da şu demekti: “Biz ayrılıyoruz hastaneden. Sen biz buradayken gelemedin. Ne de olsa büyük ayıp, büyük saygısızlık senin buraya gelmen, hele karın doğum yaparken hastanede olman.” Aferin de vardı burada gizli bir adet. Sadece bir adet, daha fazla değil... “Biz gidiyoruz, sen gelip karını, çocuğunu görebilirsin.” Hastaneye gitmeyişimin sebebi bu muydu tam olarak bilmiyorum. Bir fark gözetmediğimi hatırlıyorum orada olmakla olmamak arasında. “Baba olmak!” Ne ifade ediyordu?... Ya da bir şey ifade ediyor muydu! Telefonu kapattıktan sonra duyarlığımı yitirdiğimi sandım, “E, n’oldu şimdi?” diye düşündüm. Bir anlam bulup koyamadım karşısına. Biraz eylendim orda burda, bi iki arkadaşa takıldım, acele etmedim hastaneye gitmek için. Karımı düşündüm ama o ara. Zavallı dedim, bekliyor mudur beni acaba? Kendimi onun yerine koymaya çalıştım, pek başarılı olamadım. Çok kapalı bir kadındı karım. Ağzı var, dili yok dedikleri

20


edebiyat

magrib

cinsten. Pek hamarat, pek itaatkar… Arkadaşların karılarından dert yanarken sıraladıkları o başa bela özelliklerin bir tekine rastlamadım onda. Hiçbir şeyden şikayet etmez, para versem alır, vermezsem ses etmezdi. Yemeğe gelsem önüme yemek koyar, gelmezsem arayıp sıkıştırmazdı. Ömründe bir defa ne “Sen ne biçim adamsın be!” demişliği var, ne de başka kötü bir sözü. Kavga bile etmezdik, etmedik de. Huzursuzluk çıkaracak olsa ben kavgaya vardırırdım işi ama o hiç bir şeyden şikayet etmezdi ki… İstekleri olurdu elbet ara sıra. Sadece bir kere söylerdi. Yaparım ya da yapmam, alırım ya da almam, asla ikinciye tekrarlamazdı. Heyecanlanmadığını da sanırdım. Ne düşünür, neler yaşar iç dünyasında en ufak bir fikrim yoktu. Beni sever mi benden nefret mi eder onu bile bilmiyordum. Benim gibi hayta bir kocanın karşısında dahi bu tavrı koruyabilmesini anlayamazdım hiç. Ama bir gece cinnet getirip mutfak bıçağıyla beni doğrama ihtimalinden de için için korkmuyor değildim. Beni çok seviyor diye düşünecek olsam, “Olamaz…” derdim. Özümde sevilecek bir insan olabilirim belki, ama o zamanlar sevilecek bir koca olmadığım tartışılmaz bir gerçekti. İyi bir baba olmayacağımı da düşünmüş olmalı. Lakin o konuda yanılttım onu. Oğlumu çok sevdim. İçime hapsolunan sevgimin tümünü oğluma akıttım. Büyüdükçe sevdim onu. Doğduğu gün her zamanki hissiyatsızlığım ona karşı da vardı. Haberi aldıktan sonra karımı, olmayan ilişkimizi düşünerek ağır aksak gittim hastaneye. Onun için de üzüldüm. Şimdi beni bekliyor mudur, kapı her açıldığında içi titriyor mudur?.. Onu daha fazla bekletmemeliydim, fakat adımlarımı azıcık da olsa hızlandıramadım bu düşünceyle. Hastaneye vardığımda ikindi akşama dönmüştü bile. Odanın kapısına elim giderken belki karım bu sefer güler diye umdum. O yüzündeki “fark etmez” ifadesini de doğurmuş olsa keşke dedim. Odada iki tane yatak vardı, boştu birisi, diğerinde o yatıyordu. Uyuyordu. Her daim canlı görünen teni solmuş, yanaklarındaki pembelikten eser kalmamıştı. Yatağın baş kısmına yakın hafif sola doğru bir beşik yerleştirilmişti. İçinde “oğlu(m)” olmalıydı. O an bunu önemsemedim. Karımı o halde görünce derinimde ona karşı sonsuz bir merhamet yeşerdi. Onu kendime çok yakın hissettim. Tavşan uykusunda olmalıydı ki gözlerini açıverdi odaya attığım ilk adımla birlikte. Gelenin ben olduğumu görünce ne hissetti bilmiyorum, hafif bir tebessümle odaya kabul etti beni. Çok eşsizdi o dakikalar, konuşmaya dahi korkuyordum anın büyüsünü bozmak endişesiyle. Hem ne diyecektim, ne demeliydim? Babam gibi ben de “Baba oldum!” desem pek çok şey söylemiş gibi kabul edilir miydim? Birkaç dakikalık tereddüdüm ve huzurum esnasında bir şaşkınlık içinde olduğumu düşünmüş olacak ki bin bir zahmetle doğrulup beşiğe uzandı. Benim yerimde başka bir koca olsa bir saniye bile düşünmeden atılır, karısının hareket etmesine olanca şefkatiyle mani olurdu. Sonra da minnettarlığını, mutluluğunu, coşkusunu gösterebilmek için karısını sarar sarmalar, sevgiden bir fanusun içine alırdı. Ne kadar yüce ve değerli bir zaman olurdu o saniyeler sevgili çift için. Burada koca rolü bana düştüğü için bunun gibi şeyler yaşanamadı. Karım beşikten bebeği alırken ürkek adımlarla yatağa yaklaştım. İçim kıpır kıpırdı. Karıma karşı derin bir saygı, hürmet duyuyordum. Hatta o duygular bir ara sevgiye de kaydı gibi geldi bana. Ama bizi birbirimize bağlayan şey pamuk ipliğinden daha güçlü değildi. Karımın bana bebeği, benim için hazırladığı bir akşam yemeğini

21


magrib

edebiyat

sunarken takındığı “Bak bunu senin için yaptım.” edasıyla uzatması tüm hislerimi yok ettiği için duygularımı tartıp anlama fırsatını bulamadım. İçim bomboş, kollarımda bir bebek; öylece kalakaldım. Ben büyüdükten sonra evliliğimiz daha normalleşti sanki. Yani karımdan ve çevremizden aldığım tepkilerle bunun daha “normal” olduğuna hükmettim. Akşamları işten çıkıp sağa sola takılmadan eve geldiğimde karım mükellef bir sofra hazırlamış beni bekliyor olurdu. İşimden de şikayetçi değildim. Üniversiteyi bitirememiş olmam sorun olmamış, teknisyen olarak girdiğim fabrikada kısa zamanda mühendislik statüsüne terfi etmiştim. Maaşım dolgun, üstüm başım temizdi. Zamanla karımın maharetli elleriyle özene bezene hazırladığı sofralarda yemek yerken küçük sohbetler de etmeye başladık. O, gün içinde evde yaptığı işleri anlatırdı: “Yemeği ocağın üstüne koyarken makineye çamaşırları atmış; oğlumuz, bizi birde çoğul yapan şeydi o, o gün hangi yaramazlıkları yapmış; ütüler çok birikmiş bugün bitirememiş yarına kalmışlar, sonra bir gün ufaklık ilk kez baba demiş; başka bir gün mama...” Çok cazip gelmişti bu sohbetler ilkin. “Üç beş gün yemek-içmekten, çamaşır-bulaşıktan konuştuktan sonra bana içini açacak ve ardında uçsuz bucaksız bir dünyayla karşılaşıcam.” diye beklemeye koyulmuştum. Oğlumuz iki yaşına bastığında hala ümitliydim ve hala içerde saklı bir dünya olduğuna dair inancımı yitirmemiştim, ama üç yaşına yaklaştığı günlerden birinde ötesinin olmadığını gördüm. Buydu işte! Gördüğümden ibaretti her şey. Buz dağının görünmeyen kısmı falan yoktu. O benim karımdı, ben onun kocası. Hamarattı, titizdi, çirkin değil, hatta pek çokları için güzeldi bile; 20 yaşına geldiğinde civarın muteber ailelerinden birinin İstanbul’da okuttukları oğullarına istenilecek kadar güzeldi işte. Kocası evliliklerinin ilk zamanları biraz serserilik yapmıştı. Fakat “erkektir, yapar” sınırının ötesine de geçmemişti. Hele çocukları olduktan sonra, beklenildiği gibi, aklını başına devşirdi iyice. Artık evlilikleri kusursuzdu. Daha ne isteyebilir, ne hayal edebilirdi? Bir kadının kocasını sevmesi gerektiği kadar seviyordu beni, benim de onu o kadar sevdiğimi düşünüyor ve bununla yetiniyordu, fazlası gerekmiyordu ona. Bununla birlikte ne o bana bir kere beni sevdiğini söyledi, ne de ben ona! Ben onu sevmiyordum, yalandan da olsa söylemedim. Onun beni sevdiğini biliyordum, ama dillendirmedi hiç bunu. Zaten sevginin çokça dile geldiği bir toplumda yaşıyor değildik. Hayatımızda her şey olması gerektiği gibi oluyordu. O mutluydu onun için yazılmış rolü oynamaktan. Yapmak istediği şeydi bu. Ben de, zamanla, alıştım galiba bu duruma. Yaşamın beni eğitmesi, sindirmesi, sıradanlaştırması çok kolay olmadıysa da, çok da zor olmadı. İlkokuldan beri haşarı bir çocuktum. Ortaokul ve lise yıllarında da bu durum değişmedi. Eğer tanınmış bir aileden geliyor olmasaydım çok hırpalanırdım okulda. Anadolu’da aile çok önemlidir. Size karşı insanların nasıl davranacağını soyadınız belirler. Benim soyadım çok işimi gördü o sıralar. Hayatımın ilerleyen yıllarındaysa daha çok omuzlarımda taşımam gereken bir yük oldu. Üniversiteyi kazanıp İstanbul’a gittiğimde her şey çok daha farklılaştı. Artık soyadım fayda vermeyecekti bana. Her şeye sıfırdan başlayıp yerimi kendim tayin etmek durumundaydım. Bu zo-

22


edebiyat

magrib

runluluğu bahşedilen büyük bir özgürlük olarak algıladım. Babam bir adım arkamda değildi artık. İlk yıllar çok güzel ve çabuk geçti. Çiçeklendim İstanbul’da, bereket oldu suyu köklerime, “ben” oldum. 3. sınıfa geçtiğimde kaçınılmaz olan geldi başıma: “rüyalarımın prensesi”, “hayatımın kadını” dediğimi buldum. Aşk beni buldu. Şükür ki onu da buldu. Güzeller güzeli, güzelliğinden, tatlılığından bahis açarsam sabahı bulacağım bir kızla deli bir sevdaya tutulduk. Çok da yakıştık birbirimize. O, doğma büyüme Bebekli bir İstanbul hanımefendisi; yeniyetmelerden değil ama asil, asıllarından... Bense yeni yeni atmışım üstümden taşralığı, İstanbullu kalıbına girmişim lakin Anadolu sıcaklığı da üstümde, yağız bir delikanlı... Deliyiz, üniversiteliyiz, genciz, aşığız, uçuyoruz... Derken aşk hikayelerinin sonlarının vardığı yere biz de varıyoruz: Sanıyorum ki dünya dikilse karşıma ipe dizer herkesi alt ederim. Pazılarım şaha kalkmış, aklım beş karış havada. Geçiyorum babamın karşısına; diyorum: “Aşığım, evleneceğim.” Ciddiye almıyor babam beni, “Seni karı bul diye değil, oku diye gönderdik oralara!” diyor. Baba despotluğu… Anne merhametinden medet umuyorum: Saçını başını yoluyor: „İstanbul kızı mı? Evimden ırak! Ne erini bilir, ne evini! Pişirdiği yemek mi yenir onun, yuduğu çamaşır mı…” Tutunamıyorum. Kollarımda, sandığım güç yok. Babam bir adım önümde, keşke arkamda kalsaydı! Malum hikaye… Ayırıyorlar bizi. Ben dağıtıyorum, içiyorum, sızıyorum, okulu bırakıyorum, beni bulup getiren olmazsa evin yolunu bulamıyorum. Tası tarağı toplayıp memlekete dönüyorum son sınıfı bitirmeden. Ailemin zulmünden aileme sığınıyorum. Çok uyuyup, az yiyorum. Geçen günlerle anlamını yitiriyor her şey. Artık gözlerimi kapadığımda yüzünü daha zor çiziyorum. Geceleri annem babam odalarında konuşurlarken duyuyorum: “Unutacak tabi, eli mahkum. Bir iki aya adını bile hatırlamaz o kızın!” diyor babam. Adını da, yüzünü de bunca yıl sonra hala hatırlıyorum ama bu babamı haksız çıkarmıyor! Çünkü bugün ben, onun yaşamamı istediği hayatı yaşıyorum. Bir kaç ay sonra tanıdıkları bildikleri bir ailenin kızını istiyorlar bana. Kızın gönlü var mı yok mu bilmem. İkimize de sorulmuyor ne istediğimiz. Yaz başı isteme, nişan; yaz sonu düğün dernek: Evleniyoruz. Bunca zaman üstüne bu gece beni hayatımla yüzleştiren şeyse bugün karımın yüzündeki mutluluk, dudaklarındaki müjde… İkinci çocuğumuz oluyor! Oğlumuz büyüyor. Ailemize yeni birisi daha ekleniyor. “Kız” olsun istiyorum. Oğlum gibi onu da çok seveyim istiyorum. Sonra büyüsün, aşık olsun, aşık olduğu adam önüne canını koysun, canını dişine taksın, cesur olsun, istesin ve alsın, mutlu etsin kızımı istiyorum. Kızım çok sevsin ve çok sevilsin istiyorum! Babası gibi sönük, yenik, pısırık, güçsüz, onu sevecek ama ona hayal kırıklığından başka bir şey veremeyecek erkeklerden onu nasıl koruyacağımı şimdiden düşünüyorum. Ben bu hesaplar içinde kaybolurken karımsa bir sonraki hayalini dillendiriyor: Kaynana olmak! Şaşırmıyorum. Ya da; artık şaşırmıyorum...

23


magrib

edebiyat

Hayrullah Arslantekin

Şiir

AŞK HAVARİLERİ bir kurşun gibi geçiyorum akşama değerek hoyrat sokaklarından ömrün neyzenlerin nefeslerinde yabancılaşıyorum buhar gibi siniyorum bulutlara ellerimi gezdirerek ıslak şehrin yüzünde toprağa çekilen tarihimi arıyorum destanları geçiyorum, cenk naralarını göğsümde eriyen çelik, kurt ulumaları düşlerimi kesen nal seslerinden ve asilliğinden süvari hayallerin bir gün gibi geçiyorum zamana tutunarak reçetelere sığmayan yaralarınızla sevişin kumrularım kalplerinizi emanet bırakın yağmurun serinliğine yarına bırakarak hayallerinizi yaralarınızla sevişin mecnun gibi gözlerim size miras ey havariler mum ışıgında yürüyen sabırlarım sürgünde kurşunlanan şiirlerim

24


Oscar-Claude Monet ‘Emprisyonizm-Güneşin Doğuşu’ 1873, Paris, Mamotton Müzesi


magrib

edebiyat

Yusuf Dursun

Şiir

LAL a. şimdi en iyiler birer hatırlatmayla iniyorlar sahillere korkunç deprenişler geç oldu haydi! VAHŞİ bir ben düşün vakit aşkından daralmadan bak ÇOCUKLARA şaraba ve şeytana hançere ve yokluğa oturmuş bir kertenkele gibi serin gölgelerinde şelaleler seyrediyorum (biraz daha ACI haydi biraz daha) gördük sabahı en katı rengiyle nasılda heybetli bu AŞK şöyle inlet koskoca kederi birisini söyle..kimbilir..hüznüm döner perişan camlarda..siyahın yanında kalbin titreten ciddi yorgunluğunda! anlatılmış öykülerden.. yetişkin insanlara dil uçlarından.. gül kabuklarına sürülere köylere.. yatsılara nakışlara sabretmelere kadınlara.. bıçaklara ruhlara kırıldı da.. açıp ellerini yakarışlara evimi etimi kemiren sofralara ‘anne ben esenliğimi yitirdim’ yazlara sessiz ve kıpırtısız, zahmetsiz ve hüzünsüz haydi yollara.. haydi yollara.. b. ateş tislemeleri esnemeye başladı aşk kemik tutmalı şimdi bir güneş tutulmasıyla sen ansızın çık ortaya döv etimi etinle bunlar nedir diye sorulursa cevap kalmamıştır

26


edebiyat ve şimdi oğullara kara mızraklar saplandıysa korkarak odalarda dolaşır kızlar toparlan! göğsünü genç ve geniş aç! müthiş bir karanlıktır bizi bekleyen! korku kabardı derimde şimdi durmadan kırbaçlıyor aşkın ve su ve ateş ve hava ve toprak hafif saygı duymalı kapılıyor sofralara parmaklarımız demiri kavramalı, ısırmalı, saplamalı gövdeye oraya. dikkat et ıslanmasın baharda değişir gözlerin rengi çünki sıvazlıyor cinler gündüzleri de artık tanımıyorsam bu ağacın altındakini yapraklar ıslanıyor, ten yanıyor etin dövmüş beni su yok toprak ya! kamburu çıkmış gözlerim ateşlenmiş külçelenmiş ve ışık yok, koku yok akıyor hislerinde bir nabzın neye yarar dur. c. şimdi güzelce kalkalım insan eksi bir eksi bir eksi birkadın ve dizleri ve kıpırdanışı ve tavrı... hırsla şaşıralım anlat kadının kaşık tutuşunu katılaşırken kemiklerinde dil burçları terleyelim.. nefessiz kalıp ruh bulalım.. karanlık ve anlamlı aşktan yorulalım.. sonsuza değin vaktidir aşktır bu..candan cana.. candan cana ağırlaşalım..dalalım hırçın bir gecede mi günde mi yoksa bedende mi tende mi iri ve çıplak haberleri kavrayalım sevelim...

27

magrib


magrib

edebiyat

Fatma Nur Hüküm

Öykü

TOPLAMA İŞLEMİ Hocam, matematiksel olarak hayatını ikiye bölmüştü koordinat düzleminde; Y düzleminde altmış yaşına kadar olan yaşamı, X düzleminde ise şimdiki yalnızlığı vardı. İki bilinmeyenli bir denklemin bileşenleri… Atalet ve sükunet. En çözülemez problemleri bile rahatlıkla çözebilir, öğrencilerine teoremlerini ve ispatlarını kolaylıkla yapabilirdi. Nisan’ın on yedisi hocam beni bekliyordu. Voltajı düşük bir ampulün her şeyi sarıya boyadığı bir odada, her zaman oturduğu koltuğunda karşıladı beni.Yudumlanmamış kahvesi ve köstekli saati her zamanki gibi yanında idi. “Saatler, mühimdir” derdi. “Çünkü onlar sahiplerinin en mahrem dostlarıdır, her daim yanındadırlar.” Ve hiç ayırmazdı yanından.

O gün güzel bir gündü.

Yağmurun tılsımı hocamın sesi ile düet yapıyordu sanki… Hava kapalıydı. Fakat o, karanlık havalardan hiç hoşlanmazdı. “Yirminci yüzyılda bile çözümü mümkün olmayan problemlerimin başında geliyor, havanın kapalı olması ile yalnızlığımın depreşmesi.” derdi. Halbuki gençliğini uzun yıllar karanlık bir şehirde geçirmişti. Bunun için çok boyutlu bir denkleme gerek yoktu. Ama söyleyemedim!... O günkü sohbetimizin seyri Y düzlemine bağlı X koordinatına daldı. Geçmişi kalabalık yaşamıştı. Ancak onun gibi birisi için çoğu zaman dinlemek yol gösterici, konuşmak tehlikeliydi. Bunu iyi bilirdi ve o yüzdendir ki çok konuşur görünüp konuşturmayı pek becerirdi. Nitekim, sözlerimin arasında geçen rutinliğe karşı kurduğu azametli cümlesi gecikmemişti. “Dünya güneşin çevresinde bilmem kaç saat kaç dakika yol alıyor; bu günlere varmak için, hatta yengeç dönencesi 23,27 derecelik açısını değiştiriyor; güneş ışınları dünyaya altmış derecelik bir açıyla vurarak. Yazık değil mi dünyaya? Kainat dönüyor, siz duruyorsunuz !” Hocamın evvelinde mazereti kabul etmeyen bir büyüğü vardı. Ders arası muhabbetlerde O’ndan edindiği tecrübelerini, “gece yarısı varyasyonlarını” anlatırdı bizlere. Doğrusu tanımak isterdim hocamın ahirinde, bize kadar dem vuran bu Zat’ı… Ve eklerdi…

28


edebiyat

magrib

“Bir cisme kuvvet uygularsınız, o cisim hareket etmeye başlar. Fakat hareket etmeye başladığı andan itibaren sürekli hız kaybettiği için bir zaman sonra durur. Durmamak için harekete başladığı andaki hızını muhafaza etmesi gerekir. Başınızı kaldırın ve bakın. Semada tek bir çatlak yoktur. Yani tek bir yanlış hesapla karşılaşamazsınız. Cisimler ulvi, büyük hesaplar incedir. Hızınız sabit bakışınız ince olsun. Ve olaylar sürekli bir şeylerin devinimi ile olur. Bileşke vektörünü hesaplamada en sağlam metot, yer değiştirme metodudur.

Unutmayınız !.. “Onlar gitmediler, yer değiştirdiler.” -Kim ise onlar?

O gün hocamla sayı düzleminin sıfır noktasında kalakalmıştık. Sıfır kadar derin ve sonsuz elemanlı bir kümenin bileşenleri kadar yoğun bir muhabbete dalmıştık. Zaman ayrılığa vurunca, müsaade isteyip yanından ayrıldım. Ayrılırken cebime bıraktığı zarfta beynimi sarsan bir ifade ile karşılaştım: Kağıtta şöyle yazıyordu: “Hayatta ‘sıfır’ın bir sayı ile çarpılıp yine sıfırdan kurtulma şansı yoktur. Çünkü sıfır her sayıyı yutar. Ancak belki toplama yapılırsa sıfırdan kurtulunabilir.’’

Ve altında çok boyutlu bir toplama işlemi vardı.

“0 + 12 = 538”

29


magrib

edebiyat

Thomas Stearns Eliot

Şiir

EN ÜST BASAMAKTA DURMAK* merdivenin en üst basamağında dur -bir bahçenin ortasına uzan -ör saçlarına gün ışığını, ör -tutuştur çiçekleri acı bir sürprizle -fırlatıp at hepsini yere ve geri dön gözlerinde firârî bir gücenme ile ama ör saçlarına gün ışığını, ör. yani izin verecektim gitmesine yani direnecektim ve bürüyecektim onu kedere gitmiş olacaktı bir ruhun bedenden yaralarla kopup gitmesi mantığın bedeni yüz üstü bırakması gibi. bulmalıydım bir şekilde eşsiz parlak ve hünerli bir şekilde ikimiz de anlamalıydık basit ve inançsız bir gülüş ve veda gibi. döndü, gitti, ve fakat güz havası ile günlerce zihnimi zorladı günlerce ve saatlerce: saçları kollarında, kollarında çiçekler merak ederim nasıl bir olabildiler! kaybetmiş olmalıydım tavrı ve eylemi bazen hâlâ şaşırtır bu hisler kahrolası geceyi ve öğle dinginliğini...

* Şiirin orjinal ismi ‘stand on the highest pavement’ tir.

30

Çev.: Bünyamin Kasap


edebiyat

magrib Betül Kızıltaş

İnceleme

KRİMİNAL ROMAN “Fırtınanın çığlıklarının otelin camlarını dövdüğü o ürkütücü gecede, tüm konuklar önceden kararlaştırıldığı üzre şömineli salonda toplanmıştı. Bütün bakışlar merakla dedektife çevrilmişti. Herkes dedektifin belli belirsiz öksürüğünün ardından ağzından dökülecek cümlelerle, katilin kimliğinin açıklanacağı kanısındaydı. Aniden ışıklar söndü. Karanlığın bedenleri sardığı o anda, salon bir çığlıkla yankılandı… … Işıklar tekrar yandığında konuklar yerde yatan cansız bir bedenle karşılaştı. Göğsüne saplı bir bıçakla yere yığılmış ceset dedektiften başkasına ait değildi. Herkes aynı anda aynı soruyu sordu; “Who has done it?” ” Suç ve cezası, insanın içindeki kötülüğün sebebi ve bunun dışa vurumu, Habil ile Kabil’den günümüze kadar gelen bir fenomen olmuştur. Bundan etkilenen edebiyat ise kendine yeni bir dal oluşturur. Genel olarak “suç”u, “suçlu”yu ve onu “suç”u işlemeye teşvik eden nedenleri araştıran bu dala ‘Polisiye’ (Kriminal) denilmiştir. Kendi içinde farklı altdallara ayrılmıştır. Polis, Cinayet, Dedektif Romanı, Casusluk ve Gerilim Öyküleri ve gelişen teknolojiyle ortaya çıkan Adli Tıp Öyküleri ilk akla gelenlerdir. Kriminal Roman, bir suçun, özellikle cinayetin kimin tarafından işlenmiş olduğunu bulmaya yönelik olayları konu edinir. Genel olarak “suç” ile başlayıp devam eden süreci inceler. Ve bir dedektif veya olay ile ilgilenen bir kişi tarafından olayın çözülmesiyle son bulur. Roman içerisindeki her insan “suçlu” olmaya adaydır, bu sebeple okur tüm roman kişilerini şüpheli görmelidir. Hikaye, cinayet ve bu cinayeti işleyebilecek muhtemel kişilerle başlar. Ve okuyucuya bu kişilerin yaşantıları, ruhsal durumları hakkında bilgi verilerek katil olabilme potansiyelleri gösterilir. Roman kahramanı sayılan “dedektif” olayı örten giz perdesini, kanıtlarla yavaş yavaş kaldırıp, okuru da yanına alarak çözüme ulaşır. Roman “katil”in bulunması ile son bulur. Birçok romanda olaylar bir zincir şeklinde birbiri ardına gelişir. Genellikle bir cinayetle sınırlı kalmaz, katil ilk cinayetiyle kendini ortaya koyar ve insanların dikkatini üzerine toplar. Devam eden olaylar ve yeni cinayetlerle şüphelilerin sayısı azalmaya ve katilin hata payı yükselmeye başlar. Unutulmamalıdır ki; romanın en başında katili tahmin ediyor olmak bu işi çözmüş olmak demek değildir, olsa olsa tesadüfi bir durumdur. Zira yazar bütün ipuçlarını en baştan ortaya koymaz. Peyderpey çözülen zincirler okuyucuyu her an heyecanlı tutar ve Kriminal Romanı elden düşürülemez bir kitap haline getirir.

31


magrib

edebiyat

Kriminal Romanı bir solukta okunan bir roman yapan başka bir özellik ise “suç” olgusunun sosyal hayat ve insanlar üzerindeki etkilerinin ve suçun altında yatan sebeplerin romanda işlenmiyor olmasıdır. Roman direkt vakıayı temel alır ve onun etrafında döner. Katil ortaya çıktıktan sonra, şekillenen dünya hakkında veya bu durumun etkisi üzerinde bilgi verilmez. Bu sebeplerden dolayı çıktığı ilk günden beri polisiye romanlar günümüze kadar edebiyat çevreleri tarafından edebi eserler olarak kabul görmemiştir.

Whodunit? (Kim Yaptı?)

Birçok Kriminal Romanı çatısı altında toplayan bir tanımdır Whodunit? ”Who has done it?” sorusunun kısaltılmış şeklidir. Olayların gizemi ön plandadır. Ve asıl amaç suçlunun kim olduğunu bulmaktır. Olayların sebepleri; kahraman(dedektif ya da herhangi biri) tarafından olayın failini bulmak yolunda ipuçları olarak kullanılır. Herkesi şaşırtacak bir son, romanı roman yapan asıl unsurdur. Bu alanda zikredilecek en önemli yazar şüphesiz Agatha Christie’dir.

“Krimi”de Dedektifin Rolü

‘Kriminal Roman’da Polis; olay çözümlendikten sonra söz sahibi olur. Kahraman dedektifler genelde polisten daha zeki olarak gösterilirler, bu sebeple polisin bile çözümlenemez bir durum karşısında başvurdukları özel insanlar olmuşlardır. Burada polis emir-komuta zincirine bağımlı resmi bir görevli olduğu için ister istemez pasifleşir. Onlar iyi niyetli, kurnaz; fakat yetersizdirler. Hatta Maurice Leblanc’ın Arsen Lüpen’i polisi alay edilecek tipler olarak görür. Çünkü kendisi suçlularla uğraşmasına rağmen, esasında yakalanamayan bir hırsızdır. Bu durum Georges Simenon’un kahramanı komiser Miguet ile değişir ve polisin Kriminal romanda kahraman rolü almasıyla devam eder.

Kriminal Romanın Özellikleri

İçerisinde cinayet, dedektif ve çözümlenmesi gereken bir olay olan her roman Kriminal Roman değildir. Kendi içerisinde belli özellikleri bulundurması şarttır. Zira birçok romanda “suç” ve “suçlu” unsurları, günlük hayatın fenomenleri olması sıfatıyla yer bulur. Bir Kriminal romanı kriminal yapan en önemli özellik, romanın bir cinayet etrafında şekilleniyor olmasıdır. Bunun dışında bu alanda “kült” olmuş diyebileceğimiz isimlerden polisiye literatür araştırmacısı ve yazar S.S van Dine “Polisiye yazmak için uyulması gereken 20 kural” belirlemiştir. Bunlar; 1 - Okuyucudan ipucu saklanmamalı, okuyucu ile dedektife eşit imkanlar sağlanmalı.

32


edebiyat

magrib

2 - Suçlunun dedektife oynadığı oyunların haricinde okuyucuya akıl karıştırıcı fazladan oyun yapılmamalı. 3 - İşin içine aşk girmemeli. Asıl konu bir suçluyu adalete teslim etmek olmalı. 4 - Dedektif asıl suçlu çıkmamalı. 5 - Suçlu, akıl yürütme ile bulunmalı, 6 - Bir dedektif ipuçlarını toplamalı, analiz etmeli ve çözmeli. 7 - Mutlaka bir cinayet olmalı, 300 sayfada cinayetten az bir şey anlatmak okuyucunun çabasına saygısızlıktır. 8 - Suçlar doğal yoldan çözülmeli. Fal baktırmak, ruh çağırmak, kristal küre döndürmek gibi paranormal yöntemler kullanılmamalı. 9 - Kahraman sadece bir dedektif olmalı, birden çok dedektif, okuyucuya haksızlık ve 1. ile 2. maddeye ihanettir. 10 - Suçlu, hikayede önemi olan biri olmalı, okuyucu tarafından tanınmalıdır. 11 - Katil uşak çıkmamalıdır. Bu en çaresiz yazarların yöntemidir. 12 - Kaç suç işlenirse işlensin tek bir suçlu olmalıdır. 13 - Gizli örgütlerin, mafyanın dedektif öykülerinde yeri yoktur. 14 - Suç ve araştırma bilim kurgu sınırlarına girmemeli, mantıklı olmalıdır. 15 - Gerçekler hep göz önünde olmalıdır. Okuyucu kitabı bir kere daha okursa finalden önce de her şeyin yerli yerine oturduğunu görebilmelidir. 16 - Bir polisiye uzun betimlemelere, edebi karakter çalışmalarına yer vermemelidir. Bunlar heyecanı düşüren etkenlerdir. 17 - Profesyonel bir suçlu, suçluluk duygusu duymaz, polisiye romanlardaki suçlular da duymamalıdır. 18 - Polisiye romandaki suç asla kaza ya da intihar çıkmamalıdır. Okuyucunun kalbini kırmamak için suçun dahiyane şekilde önceden planlanmasına özen gösterilmelidir. 19 - Suçun arkasındaki sebepler kişisel olmalıdır, uluslararası komplolar ya da sadece para sebebiyle işlenen suçlar ucuz numaralardır. 20 - Aşağıda sayılacak durumlar ve objeler, kendine saygısı olan bir yazar tarafından asla kullanılmamalıdır. O kadar çok kullanılmışlardır ki, türün sevenlerine çok aşinadırlar, yazarın orijinalliğine büyük zarar verirler: a) Suç mahalinde bırakılan sigaranın markası ile suçluyu tanımak. b) Suçluyu korkutmak için kullanılan sahte ruh çağırma seansları. c) Parmak izleri. d) Suçluya havlamayan ve içeriden biri olduğunu ortaya çıkaran köpek. e) Suçlu sanılanın şeytani ikizinin suçlu çıkması. f) Bayıltıcı şırınga.* Bu şartlar doğrultusunda Polisiye Roman son derece rasyoneldir; çünkü “suç”u cezalandıracak olan devlettir ve yüzde yüz kesin kanıtlar olmadan hiçbir suçlu o damgayı yemeyecektir.

33


magrib

edebiyat

Kriminal Romanın kendi alttürleri dışında birçok romanda kriminal öğeler bulunmaktadır. Bu diğer romanlar için sürükleyiciliği arttıran bir unsur olmuştur. Buna örnek olarak Dostoyevski’nin Suç ve Ceza, Umberto Eco’nun Gülün Adı, Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı’sı verilebilir.

Kriminal Romanın Tarihi

Amerikalı yazar Edgar Allan Poe tarafından yazılan Morgue Sokağı Cinayeti (1841) bu alanda yazılan ilk kitap olarak benimsenir. Buna rağmen modernizmin beşiği olarak kabul edilen İngiltere bu alanın gelişmesine ev sahipliği etmiş sayılır. Kriminal Roman popülaritesini ise Arthur Conan Doyle tarafından yazılan ve kahramanı Sherlock Holmes olan romanlarla kazanır.

34


edebiyat

magrib

Dünya’da ve Türkiye’de çıktığından bu yana birçok kişi tarafından, eğlencelik ve kara kitaplar oldukları için edebiyat alanına layık görülmemiştir “Krimiler”. Halbuki hızla gelişen modernizm, şehirleşme, karmaşık toplum yapısı ve dolayısıyla griftleşen kriminal dünya, Polisiye Romana bir zemin hazırlamıştır. Bu nedenle Avrupa ve Amerika’da ünlü yazarlar kendi isimleriyle polisiye eserler yazabilmişler ve en çok satanlar arasında yer almışlardır. Türkiye’de ise bu alanda eser verilebilecek kriminal olayların olmayışı, yazarların önünü kitler durumdaydı. Belki de bu nedenle Polisiye Roman yazılamadığından ve yurt dışındaki seviyeye ulaşamayacağından ötürü Türk edebiyat çevreleri tarafından yakın tarihe kadar kabul görmedi. Ve bu alanda yayınlanan eserler genelde yabancı yazarların çevrilen kitapları oldu. 1880’den sonra Türkçe’de pek çok ilke imza atan Ahmet Midhat Efendi bu alanda da bir ilk oldu. 1884’de ilk polisiye romanı olan Esrar-ı Cinayat’i yayımladı. Dönemin ve kendisinin etkilendiği bazı yazarların aksine, Ahmet Midhat Efendi genel polisiye romandaki analitik mantığın yerine romanında, işlenen ve çözümlenen olayların arkasındaki toplumsal öğeleri ön plana çıkardı. Daha sonraki yıllarda Ahmet Midhat Efendi’nin aksine birçok yazar, bu alanı “Yüksek Edebiyat” olarak görmediklerinden ve maddi getirisinden dolayı müstear isim kullanarak Kriminal Romanlar yayımladı.

Server Bedi

Server Bedi, Peyamı Safa’nın yüksek edebiyat olarak görmediği Romanları için kullanmış olduğu “müstear” bir isimdir. Yazar bu isimle yüzün üzerinde Kriminal Hikaye yazmıştır. Başarılı bir yazar olan Peyami Safa bu alanda da başarısını kanıtlamış ve Türk Kriminal Edebiyatına büyük katkıda bulunmuştur. İlk romanı “Karım ve Metresim” olan yazar daha sonra Türk Arsene Lüpen’i olarak tabir edilen “Cingöz Recai” adlı dedektifle bir seri hazırlamıştır. Alnımın Kara Yazısı(1941), Arsen Lüpen İstanbul’da (1934), Cingöz Recai (1944), Kral Faruk’un Elmasları, Kucaktan Kucağa (1943), Yerin Dibinden Sesler (1953) eserlerinden bir kaçıdır.

F. M. İkinci

1950li yıllarda Mayk Hammer maceraları büyük başarı yakalar. Bunun üzerine yayınevleri, yazarları sahte Mayk Hammer Romanları yazmaya teşvik ederler. Orjinal Mayk Hammer romanlarını Türkçe’ye çeviren Kemal Tahir, bu teşvik üzerine olacak F. M. İkinci müstear ismiyle, 4 adet Mayk Hammer romanını kendisi yazar. Bunlar “Derini

35


magrib

edebiyat

Yüzeceğim” (1954, seri no: 27), “Ecel Saati”(1955, seri no: 31), “Kara Nara” (1955, seri no: 35), “Kıran Kırana” (1955, seri no: 44)dır.

Son Dönem Türk Polisiye Yazarları

Ahmet Ümit

1960 Gaziantep doğumlu. Sis ve Gece adıyla büyük yankı uyandıran romanı Yunanistan’da da yayınlanarak ilk yabancı dile çevrilen Türk polisiye romanı ünvanını aldı.

Akif Pirinçci

1959 yılında İstanbul’da doğdu. 1969 yılında ailesiyle Almanya’ya yerleşti. Viyana’da sinema televizyon eğitimi aldı. Akif Pirinçci Polisiye’ye 1989 yılında yazdığı Felidea adlı romanıyla başka bir bakış açısı kazandırdı. Romanda öykü Francis adında bir kedinin başından geçmekte ve dedektiflik rolünü, mahallesinde işlenen kedi cinayetlerin aydınlatmak için harekete geçen Francis üstlenmekte. Felidae ayrıca 1993’de bir çizgi filme konu oldu. Geleneksel polisiye romanları tiye alan bu ilginç roman, kahramanı Francis’in ağzından anlatılmakta. Ayrıca Akif Pirinçci’nin birçok romanında da Francis başkahraman olmayı sürdürmekte. Diğer romanlar: Francis Felidae 2 (2001), Cave Canem (2002), Düello (2003), Salve Roma (2005).

Kriminal Romanın Kral ve Kraliçeleri

Agatha Christie

1890 yılında İngiltere’de doğan Agatha Christie Kriminal Roman’ın kraliçesi olarak anılmayı bu alanda verdiği 70’in üzerinde eserle hak etmiştir. Hikayelerinin bir çoğunda adı geçen, bu alanda ünlü dedektiflerden olan “Hercule Poirot”tur. Hercule Poirot, Belçika asıllı son derece zeki bir dedektiftir. Polislikten emekli olup İngiltere’ye yerleşir ve özel dedektifliğe başlar. Olayları “küçük gri hücreler” dediği beynini kullanarak ve kimsenin dikkat etmediği ufak ayrıntıları araştırarak çözer. Keskin gözlemcidir. Tanıklar ve şüphelilerle uzun konuşmalar yapar, onlarla vakit geçirir ve köşesine çekilip “küçük gri hücreleri”ni harekete geçirir. Olayın belli bir noktasından sonra katili bulur fakat kesin kanıtları toplayıncaya kadar bundan kimseye bahsetmez. Suçluyu açıkladığı zaman, suçlunun buna itiraz edecek durumu kalmaz. Poirot kanıtlarıyla suçluya suçunu itiraf ettirir. Bunun yanısıra yüksek sınıfa mensub bir kişidir, Belçikalı olmasına rağmen Fransız özellikleri taşır. Hiçbir zaman kaba kuvvet kullanmaz. Onun en büyük silahı keskin zekasıdır. Yanında

36


edebiyat

magrib

ona yardımcı olan ve okuyucuyu temsil eden, okuyucunun sorularını Poirot’a yönelten bir arkadaşı bulunur sıkça. Bu kimi zaman Scotland Yard başmüfettişi eski iş arkadaşı Japp, kimi zaman yardımcısı Captan Hastings, ya da bir dedektif romanı yazarı olan arkadaşı Ariadne Oliver olur. Poirot 1975 yılında Agatha Christie’nin Perde adlı kitabında hayatına veda eder. Hercule Poirot olayları mantıklı yönleriyle ele alıp çözerken, ortaya kasabada yetişmiş ve olayları tecrübelerine dayanarak çözen, yaşlı, sevimli Miss Marple adında bir kahraman çıkar. Miss Marple, yıllarca küçük bir kasabada yaşamış olmasına rağmen insanların her zaman her yerde içgüdülerinin aynı olduğunu ve onları gerçekten tanıdığınız zaman neler yapabileceklerini kestirebileceğinizi söyleyerek, olayları nasıl çözüme kavuşturduğunu anlatır. Ve bu amatör dedektif, tesadüfen karşılaştığı her olayı kendisi çözdükten sonra ipuçlarıyla ispatlanmasına yardımcı olur. Bir bakıma Hercule Poirot’un dişisidir. Miss Marple birçok olayda bitkiler, ilaçlar ve yemeklerle ilgili bilgisi sayesinde büyük ipuçları yakalar. Agatha Christie bir dönem bir eczanede çalışarak, zehirler üzerine geniş bilgiye sahip olmuştur. Bu tür zehirlenme vakalarını Miss Marple’a çözdürmesi, kendi gibi bir kadın olan, sadece bir dedektifin değil normal bir insanın, bir kadının ilgi alanına giren konularda, amatör bir dedektifin de yer alabileceğini göstermek isteyerek böyle bir kahraman doğurmuştur diyebiliriz. Romanları: Doğu Ekspresinde Cinayet, Cinayetler Oteli, Elmayı Yılan Isırdı, Nil’de Ölüm, On Küçük Zenci, Sıfıra Doğru, Üç Perdelik Cinayet... Ayrıca Agatha Christie’nin de içinde bulunduğu dünyanın en ünlü 8 polisiye yazarı tarafından yazılmış bir roman mevcuttur. Son Haber adlı bu romanda yazar öyküyü bir noktaya kadar getirir daha sonra diğer yazara devreder. Tam bir ustalar yarışı olarak adlandırılan bu romanda okur bir roman içerisinde farklı tarzları ve heyecanlarıyla her yazarı ayrı ayrı değerlendirme imkanı bulur.

Edgar Allan Poe

Kriminal Roman’ın babası olan Edgar Allan Poe 1809’da Boston’da dünyaya geldi. Yazar ve şair Poe’nun ilk Kriminal Roman’ı Morgue Sokağı Cinayeti’dir. Bu alanda diğer yapıtları; Dedektif Auguste Dupin Öyküleri, Oval Portre, Usher Evinin Çöküşü, Altın Böcek. Yazar1849’da ölür.

Sir Arthur Conan Doyle

1859 yılında İskoçya’nın Edinburg kentinde dünyaya geldi. Dünya çapında

37


magrib

edebiyat

kendinden daha çok tanınan ve en ünlü dedektiflerden olan Sherlock Holmes’i ortaya çıkardı. Aslında bir doktor olan Conan Doyle yazdıklarının çok tutulması üzerine doktorluğu bırakıp yazarlığa devam etti. Genel görüşün aksine, kendisi Sherlock Holmes’i sevemedi ve çoğu kez romanlarında onu öldürmeye çalıştıysa da, gelen tepkilerle buna muvaffak olamadı. Kızıl Dosya/Sherlock Holmes Bütün Maceraları 1 (1887), Sherlock Holmes’in yaşantısına adım attığı ilk kitaptır. Sherlock Holmes üzerine 4 romanı ve 5 kısa öykü antolojisi vardır. Sir Arthur Conan Doyle 1930 yılında ölmüştür. Hercule Poirot gibi Sherlock Holmes de Londra’da yaşamaktadır. Polisin çözümlenemez olaylar karşısında başvurduğu ilk isimlerden biri ve özel bir dedektiftir. İnsanları hayrete düşüren mantıksal çözümlemeleri vardır. Kullandığı yöntem oldukça farklıdır. O bulduğu ipuçlarını bir sonuca gitmek için değil, bunları anlamlı bir bütün oluşturmak için kullanır. Bunun dışında kendi laboratuvar deneylerini yapar. Sigara izmaritinden, el ayak izinden, incelenebilecek her detaydan bir sonuca ulaşır. Kişisel olarak son derece kibirlidir, işiyle ilgili olmayan hiçbirşeyle ilgilenmez. Eroin kullanır. En yakın arkadaşı Dr. Watson’dur ve okuyucunun merak ettiği soruları Holmes’e Dr. Watson yöneltir.

Kriminal Roman Ödülleri

Kriminal Roman adına dünya çapında birçok ödül mevcuttur. Bunlar;

Amerika’da Grand Master ve Edgar Allan Poe Ödülü, İngiltere’de CWA Dagger Ödülü, Fransa’da Grand Prix de Litterature Policiere, Almanya’da Alman Kriminal Ödülü ve Avusturalya’da Ned Kelly Ödülü’dür.

Kriminacht (Kriminal Gecesi)

“Yeniden Viyana’nın her bir bölgesinde çeşitli şekillerde cinayetler işleniyor. Polis eli kolu bağlı durumda, hiç bir şey yapamıyor! Büyük bir skandal, değil mi? Tabii ki değil; bu sadece geleneksel bir durum. Kriminalgece tekrardan başlıyor...” Bu yıl 3.’sü düzenlenen Viyana Kriminacht (Kriminal Gece) 1 Haziran’da Viyana’nın çeşitli bölgelerinde, 40’ın üzerinde kafede gerçekleşti. Kriminacht, ünlü Kriminal Roman yazarları ve tiyatrocular tarafından okumaların yapıldığı, bu alanda önemli bir organizasyon. Birçok Krimiseveri bir araya toplayan bu gece, bu yıl Viyana’nın yanında Berlin, Prag, Budapeşte, Bratislava, Hermannstadt, Varşova, Leipzig ve Palermo’da da düzenlendi.

*Bkz. www.polisiye.com

38


Oscar-Claude MOnet ‘St. Adresse Sahili’ 1867, Chicago Sanat Enstitüsü


magrib

düşünce

Mehmet Sabri Genç

Deneme

OKUMAK, YAZMAK ve KİTAP ÜZERİNE „Herkesin okumayı öğrenme hakkının olması, zamanla sâdece yazmayı değil, düşünmeyi de çürütür.“

Özel Bölüm: OKUMAK

[Dass Jedermann lesen lernen darf, verdirbt auf die Dauer nicht allein das Schreiben, sondern auch das Denken.] Friedrich Nietzsche (Vom Lesen und Schreiben-Also sprach Zarathustra) Kitaplar; günümüzde -ya da geçmişte de- çoğunluk tarafından hep kütüphânelerin kitaplıklarını süsleyen, üniversitelerin akademik tütsü kokan odalarını bezeyen, amelî hayattan uzak, somut dünyâda pek yeri olmayan bir nesne olarak algılanmış ve güya laf yerine ciddi işlerle uğraşan insanlar tarafından küçümsenmişlerdir. Bu yaygın ve hoş olmayan fikir, kitapların yuvası anlamına gelen kütüphânelerimiz dâhil olmak üzere bir çok kuruma ya da insanların iç içe olduğu yerlere yansımıştır. Kütüphâneler ders çalışılan birer etüd salonu derekesine düşmüşlerdir. Kıraathâneler ise, masalarda insanlar okusun diye mahsustan kitapların unutulduğu mekân konumundan fersah fersah uzaklaşıp, masalarda şerefin tüketildiği, işsiz güçsüz yığınların doluştuğu bir hâneye dönüştürülmüşlerdir. Okuma evi değiller artık, kahve evi ya da yığınlara sigara dumanları altında kucak açan ev durumundalar. Tarihte hep rastlanılan kitap düşmanlığı günümüzde de devam etmektedir. Çünkü kitap okumak iktidarın kendisine zarar verebilir, hâkim imperyal güçlerin foyasını ortaya çıkarabilir. Veya tam tersi bir etki de yapabilir. Meselâ bu güçler tarafından çuvallar dolusu paralar harcanarak basılan bir kitap onların halk üzerindeki hâkimiyetlerini daha da artırabilir. Avâmı yeri geldiğinde avâm olmaktan çıkarabilecek güce sahip olan kitap, aynı zamanda insanları daha da eblehleştirebilir. Anlaşılması zor olmayan bütün kitaplar kapitalin oluşturduğu zincire birer halka olabilir. Sermayeci düşünce yapısı ne yazık ki alanı ne olursa olsun bütün dehâları ve bütün dâhiyane kitapları bile kendi zehirli çemberine dâhil etmiştir. Bu zincire halka olmaktan kurtulmak çok zordur. meselâ bir çok dehanın ününü sömürüp, onları kukla misali paranın ucunda sallandıran ve bunun, eserlerinin önüne geçmesini salık veren, onları turistlere meze yapan bizzat doğdukları topraklar ve bu topraklardaki sermayeci düzendir. Mozart’ın ününden Salzburg, Goethe’nin ününden Frankfurt, Orhan

40


düşünce

magrib

İnsanlara bire bir hitap edebilecek ve onu beşeriyetinden sıyırıp bir ahlâk varlığı hâline dönüştürebilecek, insanın beynindeki tüm hücreleri silahlandırarak ona bir kalkan oluşturabilecek kitap, ne yazık ki tüketilebilinir bir nesne haline dönüştürülmüştür. Bundan gerçek yazarlar nasiplerini almaktadırlar. Gün geçtikçe, böcek gibi çoğalan sözde yazarlar, kitapları; okuyucularsa, hem kitapları hem de yazarları tüketmektedirler. Bu durum aynı zamanda okuyucuları birer tüketici hâline sokmaktadır. Hızlı okuma kursları okuyuculara değil tüketicilere hitap eder. Çünkü çabuk okuyan hangi surette olursa olsun dikkatini kelimelerin anlamına yoğunlaştıramaz. Bu da sayfanın bütününe yansır. Hızlı okuma kurslarının ismi değiştirilmelidir. Bu türden kursların, hızlı tüketme kursları diye adlandırılması bence daha uygun olur. Eğer okumayı panzehir değil de zehir olarak alırsanız bir çok yetinizi de kaybedersiniz. Çünkü ‘fast-book’ cinsinden kitapların, ‘fast-reader’ cinsinden müşterilere ihtiyaçları vardır. Evvelâ; kitap, yazar, okumak nedir ve bir kitabı niçin okurum diye kendime sormam gerekiyor. İngiltere’de zamanının en büyük sanat tenkitçisi olan John Ruskin (1819–1900), kitap sorunu hakkında yazdığı „Susam ve Zambaklar“da (Sesame and Lilies), bu türden sorulara çoktan cevap aramıştı. Bu aslında göründüğü kadar kolay olmayan, psikoloji ve sosyoloji dâhil, toplumu ve daha da ötesinde insanı baz alan bilimlere mevzû olabilecek bir husustur. Bir edebiyat dergisinin (Türk Edebiyatı Dergisi) daha evvel bana sormuş olduğu bir soruya, aşağıdaki cevabı vermiştim. Soru çok satan bir kitabı okuyup okumadığımla ilgiliydi: „Öncelikle kitabın satılan mı yoksa satan mı olduğunu ayırt etmek gerekir. Çok satılan kitaplar dünyâyı değiştirebilir. Kutsal kitaplar da çok satılır hatta dağıtılır, ama satmaz! Ne zaman ki bir kitap abartılır ve şöhreti kendini aşarsa, işte o zaman

41

Özel Bölüm: OKUMAK

Pamuk’un ünündense belki Dünyâ faydalanıyordur! Hatta öyle ki, Thomas Bernhard Ses Taklitçisi (Der Stimmenimitator) isimli eserinde bir dehadan bahseder; kendini intihar etmezden evvel, ortaya çıkarmak için yıllarını harcadığı hayatının en önemli eserini birkaç dakika içinde yakarak hiçe çevirmiş olan bir dehadan. Yaşamındayken beklediği ilgiye mazhar olamayan bu Viyanalı Deha; bir çok benzer misal üzre ölümünden sonra anlaşılıp, üne kavuşup ve sömürülme korkusuyla, yıllarca emek verdiği yapıtını, kendi şahsına hakaret ettirmemek ve bizzat kendi kendine ihanet etmemek için gözünü kırpmadan yakıp yok etmiş. Kendi alanında düşünülmüş, yazılmış olan bu eseri yaktıktan sonra yazdığı intihar mektubunda şu acı gerçek yazılıymış: „Ben kuruluşundan bu yana kendini öldüren dâhilerinin yapıtlarıyla yaşayan Viyana Kenti’nde bu dâhiler zincirinin bir parçası olmak istemiyorum.“


magrib

düşünce

Özel Bölüm: OKUMAK

o kitap artık okunmaktan çok kendinden bahsedilen bir nesneye dönüşür. Benim için bir laboratuvar olan kitaplığımda bir şeyler satan kitaba rastlamak zordur. Ben kimsenin bilmediği uzaklara gidip orada karşılaştığım ilk durgun suya sağduyumu daldırır ve inci gibi kitaplar edinirim. O beni bekler bir yerlerde. Önemli olan onu benim gidip bulmamdır. Eğer beyin hücrelerinizi hareketlendirecek silahları başkalarından ediniyorsanız, başkası olmaya müstehaksınız demektir. Ne savaşabilirsiniz ne de kendinize varabilirsiniz. Bence çok satan kitapların yazarları bu incileri allayıp pullayıp başkalarına pazarlayan kişilerdir ve çok satan kitaplar ‘Fast-Book’ dükkanının raflarında okunmayı değil tüketilmeyi bekleyen birer metâdırlar. Ve bence en az okunan kitaplar çok satan kitaplardır!„ Ecstasy haplarını duymuşsunuzdur. Alındığı zaman, insanı, tüm duyguların üstünde bir hisle halüsinasyonlara bürüyüp, insana normalde olmayan sesler duyurtup, resimler gördürttürmeye başlar. Hatta ‘methylenedioxymethamphetamine (MDMA)’ denilen ve bir tür ecstasy olan bu ilaç 1985 yılına kadar Amerika’da psikoterapide yasal olarak kullanıldı ve sonra yasaklandı. Belki de kapital sâdece yönünü değiştirdi. Bu hapın etkisini merak ediyorsanız sâdece şunu hayâl edin: – eğer yapabilirseniz– normal hâlde en mutlu olduğunuz ânı onla çarpın. İşte böyle yalancı ama devasa bir mutluluk ve hareket katıyor bu hap. En büyük zararı ve eziyeti, o anormal derecedeki mutluluğu kısa bir süre tatmanıza rağmen, ayıldıktan sonra o mutluluğu arayarak ve normal hayatta bulamayarak yaşadığınız için kendinize yapmış oluyorsunuz. Ve artık hayatınızda beliriveren bütün mutlu hâller, size küçük göründüğünden, hep o hapın yüklediği yalancı mutluluğu arayarak kendinize kıymış oluyorsunuz. Şimdi, bunları neden anlatıyorsunuz diyebilirsiniz ama, bir okur olarak, kitapların sayfalarından öğrendiğim şeylerin bana yüklediği hisle bazen ecstasy hapının etkisine benzer bir etkiyle sarsılabileceğimi söyleyebilirim. Bir kitapta yazılanlar sözlerden ya da düşüncelerden kâleme intikâl eden cümlelerden oluşur. Sözü dinleyerek, yazıyı görerek anlamlandırır ve ona anlam çerçevemizde bir yer biçeriz. Ancak bu duyulanlar ve görülenler tabiî ki halüsinasyon dâhilinde görülen ya da duyulan şeyler değillerdir, öyle ciddi sorunlara yol açmaz, ama en azından insana, yaşama farklı bir pencereden bakması için bir çok neden yükler. Olayların perde arkasında olup bitenler için uyarılmış olursunuz. Belki de aradaki fark, kitabın bıraktığı etkinin daha uzun bir süreçte ortaya çıkması ve farkın niteliğinin başka olmasıdır. Thomas More’un „Ütopia“sı, Platon’un „Devlet“i, Campanella’nın „Güneş Ülkesi“ gibi hep ideali arayan kitapları okuduktan sonra, sizin için ulaşılmaz olanın tadına vardığınızdan ya da gerçek hayatta rastlayamadığınız güzelliklerin bulunduğu avlularda dolaştığınızdan ötürü, sürekli o hayâl edilen ideal toprakları arar durursunuz. Haptan farkı etkisinin daha uzun ve tetikleyici olmasıdır. Şunu söylemeliyim ki; kitap okumanın hiçbir zararı yoktur, kitap okumanın yan etkileri vardır.

42


magrib

Sizleri düzene, kalabalıklara, herkese karşı kışkırtabilir. Herkesi aşarak kendinizle hemhâl olmaya başlarsınız. Anlatmak istediğim, kitabın yalnızca iyi ya da ideal olandan bahsetmesi değildir. Ayrıca bahsettiğim kitaplar sâdece örneklendirerek açıklamak içindir. Yânî bu etki sâdece bu kitaplarla ortaya çıkmaz. Farklı bir içeriğe sahip olan hatta tam aksi içeriğe sahip kitapların da beni doğal olarak etkileyebileceğini söyleyebilirim. Orwell’in „1984“ ü, Aldous Huxley’in „Cesur Yeni Dünyâ“sı da pek âlâ beni sarsabilir. X (ecstasy) hapından farkları mutluluğun yanı sıra karamsarlığın da taşıyıcıları olmaları ve etkilerinin kök saldığı ortamın farklı olmasıdır. Birinde daha herkesi aşamadan kimyasal bir maddenin verdiği yalancı bir hazza kapılmak, diğerindeyse herkesi aşarak, yapayalnız kendinizi kalabalıklara karşı korumak! Bakıldığında, X hapının bünyenizde bıraktığı etki tedavi edilebilir ancak kitabın bizzat içinizde, doğrudan düşüncelerinizde bıraktığı etki yok edilemez sanırım. Ancak; kitapta sâdece okumak, gazetede sâdece görmek, televizyonda sâdece izlemek kendinizi yok etmenize sebep olabilir, yânî diyeceğim şu ki; size bunların bir faydası olduğunu zannederek yaşamak iradenizin yokluğunun bir göstergesidir. Kitapta okudum böyle diyor, gazetede gördüm şöyle türünden sözler; sizin, düşünmeden, kopyala yapıştır cinsinden sempatik sinir sistemiyle sarf ettiğiniz tepkilerdir. Bir çok insana hobisini sorduğunuzda, kitap okumak derler. Bu cevap artık öyle sıradanlaşmıştır ki cevabı verenin ağzından çıkanı kulağı bile duymaz. Ezbere hemen cevabı yapıştırıverir. Bir kitabı hobi olarak okuyorsanız, rekorlar kitabını okuyun, hem insanlar ne rekorlar kırıyor onu öğrenirsiniz hem de belki o kitaptan kendinize yeni hobiler edinirsiniz. Meselâ bu sâyede yeni hobiniz burnunuzdan ve kulağınızdan duman çıkarabilmek ya da bilmem kaç saat buzun içinde uzanmak olabilir. Hiç şüpheniz olmasın ki bu size daha güzel yakışacaktır! Bir kitap boş zamana sığamayacak kadar engindir ya da engin olmalıdır. Eğer otobüste, trende kitap okuduğunuzu zannediyorsanız yanılıyorsunuz ve kitaptan evvel kendinize siz zarar veriyorsunuz demektir. Kitabın etkisi gücünde, sizin etkisizliğiniz ise güçsüzlüğünüzde gizlidir. Siz gerçek bir okuyucuysanız zaten otobüste ya da trende bir şekilde okursunuz! Her biri ayrı bir kitap olan insanların sûretindeki hikâyelerin sayfalarını çevirirsiniz. Kalabalıkta okunan kitap, kitap olmaktan çıkıp bir magazin dergisi gibi kendisini ve de içindekileri pazarlar. Sizleri kandırıverir ama bunu yine sizin aracılığınızla başarır. Kendisine yapılan haksızlığın öcünü bu şekilde alır. İşte esas rahatsızlık böyle başlar. İlacı tok karnına alacağınız yerde, aç iken alırsanız sonuçlarına da katlanırsınız. Hümanizm çığrının atası sayılan İtalyan şâir ve bilgin Francesco Petrarca (1304-1374); okumanın, yazmanın, düşünmenin, ideal mutluluğu bulmada çok önemli rol üstlendiklerine dikkatleri çekmiştir. Tabiî Petrarca’dan evvel ve sonra da bir çok grup ya da kişi bu türden fikirleri savunmuştur. İdeal mutluluğun yolunun insanın yalnızlığından geçtiğini ve insanın düşündüklerini, yazdıklarını, okuduklarını kendisine katık yaparak bir başına yürüdüğü takdirde mutluluğa erişebileceğini sa-

43

Özel Bölüm: OKUMAK

düşünce


Özel Bölüm: OKUMAK

magrib

düşünce

vunmuştur bu bilgin. Şu halde; okumanın, yazmanın, düşünmenin değeri, koca bir hayatı kuşatacak kudrete sahiptir. Boş vakitte ya da hobi olarak yapılacak şeyler değildir bunlar. Hayatınızı böylesine kuşatacak bir yola girecek olursanız, doğal olarak karşınıza zararlı şeylerde çıkacaktır. Meşakkatli ve sorumluluğu ağır olan bu yola baş koymak ya da koyabilmek, her babayiğidin kârı değildir. Nietzsche’nin felsefeyi yüksek dağda, buz içinde gönüllü yaşamak olarak anlamasını, aslında bu babayiğitliğin ölçütlerini merak edenler için örnek gösterebilirim. Bahsettiğim rekorlar kitabında geçen, buzda saatlerce uzanmak cinsinden değildir bu. Bünyeniz buz içinde gönüllü yaşamaya elverişli değilse, üşütürsünüz(!). O yüzden bizim topraklarda bazı delilerin deli olma sebepleri de çok okumuşluğuna ya da düşünmüşlüğüne bağlanır. ‘O niçin deli olmuş?’ diye sorarsanız, ‘okumaktan kafayı yemiş’ diye bir cevap alırsınız. Okumaktan kafayı yemek! Herhalde; okumakla, normal seyrini sürdüren yaşamın çeliştiği, başka bir toprak parçası yoktur yeryüzünde. Meczupluk, divânelik, mecnunluk bizim topraklara has niteliklerdir. Ama ne yazık ki uzun sakal bırakmak ve leş gibi kokmak insana bir pâye yüklemiyor. Salt bunlarla meczup bile olunamıyor doğrusu. İşte tüm bunlar, o yüksek dağın zirvesindeki buzun içerisinde yaşamaya bünyesi elvermeyip, koftiden etrafına buz ören kişilerdir!

Ben bana nerede dünyâya geldiğimi soranlara ‘Ütopya’da cevabını veriyorum yânî hiçbiryerde. Her okumamda tattığım hiçbiryerin güzelliğini arar dururum. Ve onu, dünyâya gerçekten geldiğim ânlar için saklıyorum. En güzeli de bu. Evet hiçbir-

44


magrib

yerde doğdum ama her yerde yaşama isteğim ya da çevremin bana yüklemiş olduğu bu istek beni ‘hiç-bir-yer’in güzelliğinden alıkoydu. Bütün insanların hiçbiryerde dünyâya geldiğine inanmaktayım. Ama yine bütün insanların dünyâya geldikten bir süre sonra çevresinin etkisiyle heryere dâhil olduğuna da. Bir çok insan hiçbiryerde dünyâya geldiğini göz ardı ederek yaşar, öyle ki yaşamını sürdürdüğü her yerin takdim ettiği serhoşlukla gerçeklerin farkına varamaz. Şimdi bunu ben nasıl fark ettim, tabiî ki kitap okuyarak, kendimi kalabalıklara karşı zırhlandırarak edindim. Okumak demek zırhlanmak demektir. Hele de; aids virüsünü kapmış, içten içe çürüyen, kendine yabancılaşan bir toplumdaysanız, tek ilacınız okumaktır. Okumanın yan etkisi gücündedir. Sizi yapayalnız bırakır. Herkesin içinde, hiçbiryerde yaşar durursunuz. Diğerlerinin alaylarına, diğerlerinin anlamsız konuşmalarına, diğerlerinin sizi deli ya da meczup diye adlandırmasına şâhit olduğunuzda, üzülmemeniz kaçınılmazdır. Kimse bir başkasına para delisi demez ama kitap delisi dendiğini duymuşsunuzdur. Kitap, belki de padişahların hazinelerinin bulunduğu bir mağaradır. Ve okuyucu -susamı Ruskin’in kasdettiği mânâda kullanacak olursak- bir hârâmîdir. Nasıl ki, ‘Binbir Gece Masalları’ndaki Kırk Hârâmîler, hükümdârların hazinelerinin bulunduğu mağaranın kapısını açıl susam açıl diyerek açabiliyordu, aynı şekilde ciddi okuyucu da kitap kapağının ardında ne türden hazinelerin saklı olduğunu bildiğinden, kendisiyle kitap arasında susam şifresine benzer özel bir bağ kurar. İşte okuyucu kitapla bu bağı kurabildiği takdirde, kitap tüm kapılarını açarak, sahip olduğu hazine aracılığıyla okuyucuyu mükâfatlandırır. Kitap, bu mükâfatlandırışının bedelini, hazinesine konan okuyucuya ağır ödetir. Çünkü kitabın mükâfatlandırışı karşısında, okur pasif kalır. O, sâdece bu hazineye konmayı becerebilir. Bu sebeple, kapısından girdiğiniz kitabın kaldırımlarında yürüyüş hâlindeyken; incileri, elmasları, altınları tartıp biçip öyle kabul edin. Aksi takdirde yukarıda bahsettiğim allanmış, pullanmış incilere aldanarak sahte hazinelere konmuş olursunuz. Buysa sizin hârâmîliğinizden çok mağara sahibinin, yânî yazarın hârâmîliğini gösterir. Böyle bir kitap yalnızca zavallı bir elçi, böyle bir yazarsa sâdece zavallı bir eşkîyâdır. Siz daha farkına bile varmadan, avlusunda gezindiğiniz kitap sizden çok şeyi alır götürür. Halbuki, yazının bir nimet ve bunun akıllılar yanında iyi bir yerinin olduğunu bildiriyor bize Gazâli. Ayrıca yazının akıllı kişilerin zihinlerinden doğan şeyleri koruduğunu da ekliyor. Öyleyse yazma etkinliğine her kişi vâkıf olamıyor ve bahsettiğim türden kitaplarsa sizin hazinenizi tüketmekten başka bir işe yaramıyor. Gerçek kitaplar bizlere heryerin o kirli yüzünü gösterip dururlar. Birer maske düşürücü olarak görev yaparlar. Görünürün arkasında gerçekte nelerin olduğunu bana bildiren tek değerli şey kitaptır. Kitap aynı zamanda bir panzehirdir. İlaçların kuvveti arttığında yan etkileri de artar, bu sebeple hassas hastalık sahibi insanların tedavisi için önerilen ilaçları veren taraf, hastadan, doğabilecek tüm tesirlerden kendisinin sorumlu olacağını kabulüne dair bir imza ister. Kitaplar da böyledir, sizin en hassas problemlerinizi çözer ama bunun yanında size bir çok basit problemler yükler. Her okuyuşunuz anlam dünyânıza attığınız birer imzadır, kabul-

45

Özel Bölüm: OKUMAK

düşünce


magrib

düşünce

Özel Bölüm: OKUMAK

dür. Yan etkisi güçlülüğünde gizlidir. Meselâ, Henry David Thoreau’nun (1817-1862) Sivil İtaatsizlik isimli eseri kağıt üstündeki fikirleridir, ancak bu fikirler pek âlâ Yüce Ruh Gandhi’nin (1869-1948) pratiğe yansıttığı yaşam biçimidir. Bu da bir okumadır. Yan etkileri, Hindistan’dan, tâ İngiltere’ye kadar kök salmıştır! Her insan bir başına okunmamış kitaptır. Her insan kendisinin niçin yazıldığını merak ederek, kendisinin gerçek bir hazine olduğunu farkederek okumaya başlar. Eğer gerçekten okunacak çok şeyin olduğunu fark ettiyse biri, kendisiyle ve çevresiyle ilgili merakında samimiyse, hayretlerini demet halinde bir araya getirerek onu kaleme dönüştürür. İşte gerçek yazarlar bu sırrı keşfeden ve bu kaleme sahip olan kalemgir kişilerdir. Kendilerinde buldukları bu nimeti diğer insanlara yansıtarak hayatlarını idâme ettirenler ve de diğer insanların bakışlarından, konuşmalarından, yürüyüşlerinden, yemek yeğişlerinden, davranışlarından kısacası her şeylerinden kaptıkları sırrı yazıya yansıtanlardır. Sâdece insanlar değildir özneleri, doğa da bundan nasibini alır. Yazar için okuyarak ve okunarak, tüm yan etkileri sineye çekerek yaşamak kolay değildir. Okur ise tembeldir. Belli bir noktaya kadar yürür ondan ötesine geçemez. Öteye geçebilirse zaten yazar olur. Nasıl olsa yazar sırrı keşfetmiştir, okur içinse hava hoştur. Ve her yazar aynı zamanda okurdur. Onlar da bir başka yazarın kalemine mürekkep olabilirler. Her yazarın keşfettiği temelde aynı, görünürde farklıdır. Her okurun taşıdığı can simitlerinin şekli aynı, yalnız yüzdükleri sular farklıdır. Okumak sonsuzlukta ya da ruhunuzda yüzerken aslında yüzemediğinizi anlamak ve

hep boğulacağınızı sanmaktır. Bu ikilemi farkettiğinizdeyse heryerin ortasında hiçbirşey bilmediğinizi öğrenirsiniz, okudukça daha da susayarak, yüzdüğünüz engin deryanın tuzluluğunda kendinize dinlenecek bir ada ararsınız. Bu ada hiç karşınıza çıkmaz, hiçbiryer hep çok uzaktadır; her yerin göğünde bulut oluşturup yağmurun-

46


düşünce

magrib

dan salmaz, her yerin toprağına tohum olup hiçbiryerler bitirmez kendinden. Ve ben, yağmuruna, bereketine karşı durup gökkuşağı olamam ne yazık ki. Sözü uzatmadan şunu söylemeliyim ki: her yerin o alışkın olduğum ama hiç beğenmediğim havasında solumak zorunda kalırım. Çünkü ne More’un Ütopia’sında ne Platon’un Devlet’inde ne de Campanella’nın Güneş Ülkesi’nde yaşadığımı engin tuzlu deryada susuzluktan medet umarak attığım her kulaçla daha da iyi kavrarım. Cesaret edip manava para vermemezlik edemem, cesaret edip zorbanın boynuma urgan takıp beni avâma şenlik diye sunmasına başkaldıramam. Açıkçası kaçak yaşamayı, bir fıçı bulup memleketlim Diyojen gibi o fıçıya sokulmayı ve dünyânın bütün gölgelerinden, kendi ışığıma sığınmayı göze alamam. Tüm kabahat benim ey yüce Ütopia, ve Devlet’im ve Güneş Ülkem! Sizlere ulaşamadığımdan siz yoksunuz aslında! Bulabilseydiniz beni çığlığımı işitirdiniz. Yokluğunuzdan faydalanan haydutlar ve her yerin o kolay ve sıradan, o tekdüze ve eblehleştirici gölgeleri beni köşeye sıkıştırıp, çocukluğumu benden almaya yelteniyorlar. Bana bunu, bu gerçeği bahşettiniz ve bu mukaddes acıyı yüklediniz. Ve Tanrı’nın şakadan anlamayanları sevmediğini ya da sevmeyeceğini öğrettiniz...!1

1 Son paragraf Mehmet Sabri Genç’in Merdivenşiir Dergisi’nin 8. sayısında (NisanMayıs 2006, s.52) yayımlanmış olan Nev’i Şekline Münhasır Tören isimli yazısından alıntıdır. Mehmet Sabri Genç’in Okumak, Yazmak ve Kitap Üzerine isimli yazısındaki düşünceleri aslında Nev’i Şekline Münhasır Tören isimli metninin ayrıntılı bir hülâsası ve bu metne düşülmüş birer dipnot niteliğindedir. (Magrib)

47


magrib

düşünce

Serdar Kacır

Özel Bölüm: OKUMAK

Deneme

YAŞAMAK HAYATI OKUMAKTIR ‘Yaşamak’ın demi var mıdır bilemem, ama eylemin hakkını veren yaşamanın hazzını duyar diyebilirim. Eylem derken, doğduğumuzdan beri yapıp edegeldiklerimizi kastediyorum. Sofraya oturuşumuzdan bahsi açabilir, söze başlayışımızı ya da yatağa gidişimizi söyleyebiliriz. ‘Anne’ derken hissettiğimiz merhamet tadında sıcaklığı ve ‘baba’ derken kendimize verdiğimiz çeki düzeni düşünürsek, her eylemin kendine matuf şartlarının ve durumlarının olduğu gün yüzüne çıkar. Yolda karşılaştığımız bir arkadaşa selam verdikten sonra lafın gelişi yönelttiğimiz ‘Nasılsın?’ sorusu, içinde bir muhabbeti barındırmıyorsa muhatabının kalbine ulaşmayacaktır nihayetinde. Çünkü biz o kelimeyi dilimizin ucundan sarf etmişizdir. Böyle bir durumda kalbimizi yumuşatması gereken selam, hakkını vermediğimiz için hayatımızda bir karşılık bulamayacaktır. Eylemin insanı onaran etkisi gerçekleşmeyecek ve sıradanlaşacaktır o yaşadığımız an. ‘Yaşamak’, demiri tavında dövmektir belki de. Ateşin yumuşattığı demir kütlesine indirdiğiniz her çekiç darbesi, onu istediğiniz şekle getirmek için size yardım edecektir. Demirin almasını istediğiniz form ortaya çıktığında ise, yaptığınız işi nihayete erdirmenin hazzı gelip oturacaktır yüreğinize. Ama çekiç darbelerini eğer demiri ateşle yumuşatmadan önce indirmeğe kalkarsanız, kolunuzu boş yere yoracağınız kesindir. Çağımız bir bakıma eylemsizlikler çağıdır. Her şeyin hazır, hızlı ve tüketilir bir halde önümüze gelmesi bu çağın en büyük remzlerinden biridir. Neredeyse önümüze kendimiz tarafından yaşanmış bir hayat konacak. Biz ise onu bir ekrandan seyrettikten sonra ‘Vay canına... Neler yaşamışım.’ şaşkınlığına düşecek bir konumda hayatı sürdürüyoruz. Bir çok eylem hızın ve tüketimin kurbanıdır maalesef. Sanal gerçeklikler dünyamızı örmeye devam ederken gittikçe yapaylaşan bu ortamda, kendimize ait olduğumuzu hissedeceğimiz bir yer bulma çabası ise içinde bulunduğumuz paradoksu açık ve net biçimde özetliyor olsa gerek. Kendi kurbanlarımızı mı ya da kendimizi kurban edişimizi mi bu yazıda konu edinmeliyim bilemiyorum. Fakat hayat, hakkını veremeden elimizden kayıp giden bir nimettir. Bizi aldatan enformasyona, yaşadığımız suni tatlara ve vehimlere karşı durum alışımız nimetin farkındalığını tesbit edecektir. ‘Çağımız, bilgi çağıdır.’ cümlesinden, ‘Çağımız, enformasyonun bilgi diye yutturulduğu ya da bilginin manupüle edilerek çarpıtıldığı bir çağdır.’ cümlesine yol alıyoruz. Bilginin kaynaklarının doğruluğunu sorgulamadan onu kabullenişimiz ve üstüne kullanışımız gerçeklerden sürekli uzağa düşmemize ve olayların künhüne va-

48


düşünce

magrib

Öteden beri toplum olarak kitaba ilgi duymadığımız söylenir. Gerekçe olarak da; ‘biz sözlü bir kültürden geliyoruz ve okuma ihtiyacımızı muhabbetle karşılıyoruz’ ifadesi öne sürülür. Doğrudur, bir döneme kadar köy odalarında okunan Mukabeleler, Mesneviler, Divanlar, Hadis ve İlmihal kitapları, Hz. Ali Cenkleri, İhya-i Ulumuddin’den Mektubata kadar birçok eser kitlesel bir okuma işlevi görüyordu ve bu vesile ile toplumun bilgi ihtiyacı karşılanmış oluyordu. Örneğin; Fuzuli’nin eser verdiği dönemlerde İskender Pala’nın tahmini tesbitine göre; büyük şairin Osmanlı toplumunda okunma oranı %3 civarındadır. Meclislerde bilen bir zatın yönetiminde izahlı okumalar yapıldığı için %3’lük bir kesime ulaşıldığı tahmin ediliyor. Bu durum Fuzuliye yakın dönemlerde İngiltere’de eser veren Shakespeare için de aşağı yukarı aynıdır. Gelgelelim günümüzde ara bir hayli açılmış vaziyette. Nitelikli okur sayımız zikredilemeyecek kadar az. Maalesef artık köy odalarımızda yok, kötüsü onların yerini tutan mekan ya da mekanızmalardan da yoksunuz. Artık, okumanın yerini tutan sanal yapılar var. ‘Dinin, ilk emri okumaktır.’ gibi çokça eskitilmiş söylemlere başvurmadan söyleyeyim: Yaşamak, hayatı okumaktır. Hayat kitabını okumak için ise anahtarlara/bilgiye ihtiyaç vardır. Bu anahtarları kitapların ve kitabın yerini tutan sohbet vs. ortamların dışında bir yerde bulmak mümkün değildir. ‘Kitap, en iyi arkadaş.’ falan değildir, bizatihi insana yeryüzü ödevini hatırlatmak için Allah (c.c.) tarafından gönderilmiş kutsal bir bilgi kaynağıdır. Kitap insanın ulaşması gereken rotaya onu götürecek kılavuzlardan biridir. Yön gösterir. İşaretler ortaya koyar. Ufuk açar. Zihni ‘düşünmek’ denilen bir eyleme sokar. Hayata çeki düzen verir. Hayatı saygı duyulacak hale getirir. Dostu, düşmanı anlamayı, ayırt etmeyi sağlar. İnsanın ödevini anlaması için ona yardım eder. ‘Bütün kitaplar, bir tek kitabı anlamak için yazılmıştır: Kuran-ı Kerim!’ şeklinde güzel bir cümle var. Bu cümleyi ‘Bütün kitaplar, bir tek kitabı anlamak için okunur: Kuran-ı Kerim!’ şeklinde düşünecek olursak ‘okumak’ın anlamı biraz daha netleşmeye başlar. Arifler, Allah-u Tealanın ayetlerinin sadece kutsal metinlerde yazılı olmadığını, bunun yanında kainatta bulunan her türlü canlı ve cansız varlığın da yüce Yaratıcının ayetleri olduğunu söylerler. Yüzünü kutsal metinlere doğru çeviren insan, orada karşılaştığı hakikaketlerin bir vücut halini almış örneklerini kainatta bulucaktır. Duyu organları ile yaşamı tecrübe eden insan – eğer vahiy almamış ise – görme ve işitme organları ile ancak kutsal hitaba muhatap olabilir. Allah-u Tealanın yaratmış

49

Özel Bölüm: OKUMAK

ramamıza sebep oluyor. Biz ise hayret makamında ‘Abi, adamlar aşmış.’ deyiveriyoruz kolayca ve bu tesbitin altında ezildiğimizin dahi farkında olmadan, çok önemli bir sorunu eskimeye devam eden diğer sorunlarımızın yanına bertaraf ediyoruz.


magrib

düşünce

olduğu en eşşiz varlık olan insan, eğer yaratıcısının farkında mümin bir zat ise, yüce Yaratıcıya muhataplığının da farkında olacaktır. Bu farkındalığa ulaşmış olan insan ise, Allah’ın ayetlerini işitmek ve görmek için sahip olduğu duyu organlarını, kutsal sözleri ve işaretleri anlayabilecek kabiliyet ve seviyeye getirmelidir.

Özel Bölüm: OKUMAK

Kutsal sözleri anlamak mümin insanın gayesidir. Anlamak için ise duyabilmek ve görebilmek lazım. Kendini mümin olarak tanımlayan insanın, duyduğunu tartabilecek olgunlaşmış bir zihne, gördüğünü yorumlayacak bir düşünce seviyesine ulaşması elzemdir. Kuran-ı Kerim’i anlamak ödevinde olan insan onu okuyabilecek bilgi ve birikime muhtaçtır. ‘Ben bu bilgi ve birikime sahip değilim, o zaman benim böyle bir ödevimin olması söz konusu değildir.’ gibi bir cümle sarf edemeyeceğimiz için kutsal kelamı okumaya ve anlamaya yönelik bir hayat sürmemiz gerekmektedir. Tüm okumalarımızı ve düşünme süreçlerimizi hakikate ulaşmaya/hikmeti elde etmeye yönelik bir eylem olarak görmemiz zorunludur. Hakikat ise tek yönlü değildir. Hikmeti araştırmak zorunda olan kişi, insanlığın birikiminin bir bütün olarak hepimizin birikimi olduğunu ve bu büyük birikimin büyük kısmının kitaplarda bulunduğunu unutmaması gerekir. ‚Okumak’ eyleminin hayatımızda bulduğu anlam üzerine hassasiyetle düşünülmelidir.

50


düşünce

magrib

İKİ OKYANUSU ANLATAN İKİ KİTAP

Ali Çiçek

Deneme

İki okyanusu anlatan iki kitap...

I.

“Vakıamda meleğin beyaz bir nurla beraber bana geldiğini gördüm. ‘Bu nedir?’ diye sordum. Bana şöyle cevap verildi: ‘Bu Eş-Şu’ara suresidir.’ Onu yuttum ve o zaman sanki bir tüy göğsümden boğazıma, boğazımdan da ağzıma çıkıyormuş gibi hissettim. Bu, başı, dili, gözleri ve dudakları olan bir hayvandı. Başı Maşrık ve Mağrib ufuklarını kaplayıncaya kadar genişledi, sonra yeniden küçüldü ve göğsüme geri döndü. O zaman anladım ki sözüm Maşrık’a da Mağrib’e de ulaşacak.” İbn Arabî’nin vefatının üzerinden yaklaşık 8 asır geçti. Gerçekten de onun rüyası sadık çıkmış, asırlar boyunca Ekberî irfanı sürekli yayılarak Malezya’dan Kuzey Amerika’ya kadar her yere ulaşmıştır. Ancak eserlerinin geniş olmasının ve genellikle kapalı bir anlam içermesinin, Hz. Şeyh’i inceleyenlerin bütüncül bir yapıt ortaya koymalarını tabî olarak zorlaştırdığını söyleyebiliriz. Böylelikle çoğu kez, onun tarafından yazılanların ancak belirli bir kısmı üzerine çalışmalar yapılagelmiştir.

Sahilsiz Bir Umman, dünyada sayılı İbn Arabî uzmanlarından birisi olarak gösterilen ve şu ana kadar yazılmış olan en geniş İbn Arabî biyografisinin yazarı Claude Addas’ın babası Michel Chodkiewicz tarafından kaleme alınmış bir eser. Orijinal adı Un océan sans rivage olan eserin ilk basımı 1992 senesinde Fransızca olarak gerçekleştiriliyor ve 2003’te Atila Ataman tarafından Türkçemize kazandırılıyor. Ayrıca kitabın yayınlandığı yıl, Türkiye Yazarlar Birliği tarafından çeviri ödülüne layık görüldüğünü de ek bilgi olarak zikredelim. Sahilsiz Bir Umman, bu alanda eksikliğini hissettiğimiz sistematik çalışmalara bir örnek. Kitabın giriş kısmı ile amaçlanan, İbn Arabî’yi, onun bu zamana kadar kimler için nasıl bir anlam ifade etmiş olduğunu ve külliyatının niteliğini açık cümleler

51

Özel Bölüm: OKUMAK

Mevlâna Celâleddîn Rûmî babasıyla birlikte Belh şehrinden yola çıkınca uğradıkları duraklardan bir tanesi de Şam’dır ve o sırada Şam’da Muhyiddîn İbn Arabî vardır. Babasıyla birlikte onu ziyarete giderler. Mevlâna daha çocuktur, babasının arkasından yürümektedir. Şeyh-i Ekber onları yol ederken arkalarından bakar ve şöyle der: “Hayret! Koca bir okyanus küçük bir gölü takip ediyor...”


magrib

düşünce

kullanarak okuyucuya anlatmak. Chodkiewicz’in sonraki bölümlerde izlediği yol ise, İbn Arabî’nin Kur’an-ı Kerim’den bazı ayetlere, hatta ayetlerdeki kelimelerin inceliklerine, bu ayetlerin veya kelimelerin batinî anlamlarına dair ortaya koyduğu paragrafları açıklamak. Daha açık ifade etmek gerekirse, Hz. Şeyh, yazdığı bazı eserlerinde, kapalı bir üslup kullanarak birtakım ayetlerin ve kelimelerin sırlarını nasibi olan kişiler için ortaya sermiş ve Chodkiewicz de Sahilsiz Bir Umman’da, bahsi edilen kapalı üslubu, sembolik kelimeler kullanılarak anlatılmaya çalışılan bazı batinî ilimleri, yapabildiği kadarıyla daha anlaşılır hale sokmaya çalışmıştır.

Özel Bölüm: OKUMAK

Chodkiewicz’in kitabı, Muhyiddîn İbn Arabî Hazretleri’ni tanıyıp bilmek ve onun Kur’an-ı Kerîm’deki sözleri nasıl tefsir ettiğini, yorumladığını anlamak isteyenler için başvurulması gereken en temel eserler arasında gösterilebilir. İbn Arabî’nin şeyhi Ebû Medyen(1), müridin ancak aradığı herşeyi Kuran’da bulacağı zaman hakikaten mürit olmuş olacağını söylemiştir.(2) İbn Arabî de bu sırrı şüphesiz çözmüş veli kullardandır. O Fütûhat’ında şöyle der: “Kelam’ı anlamak ve

Mütekellim’i anlamak arasındaki farkı bilmen gerekir. Talep edilecek olan işte bu ikinci anlayıştır. Ama böyle bir anlayış ancak Kuran’ın kalbe nüzulüyle gerçekleşir, halbuki diğeri bütün müminlerde ortaktır.”(3) Sahilsiz Bir Umman, Muhyiddin İbn Arabi Michel Chodkiewicz Gelenek Yayıncılık 2003, İstanbul

II.

Ben rüzgârım, sense ateş, Seni ben alevlendirdim!(4)

Mevlâna’nın yakın dostu Şeyh Sadreddin Konevî, bir gün Şemseddin Ebkî, Fahreddîn Irakî gibi büyük zatlarla oturmaktayken, Mevlâna’nın hâl ve makamından söz açılır, Hz. Sadreddîn: - Eğer Bâyezid ve Cüneyd bu devirde yaşasalardı ona hizmet etmeyi cana minnet bilirlerdi. Hz. Muhammed’in (s.a.v) başkumandanı odur. Biz onun tufeylileri olup bundan zevk duyarız, buyurur...(5) Hz. Mevlâna Celâleddîn Rûmî’yi İslam velisi olarak değil de, onu hümanist, şair, büyük düşünür gibi kılıflar içine sokmaya çalışarak tanıtan kişiler ve kitaplar maalesef çoğaldıkça çoğalıyor. Mevlâna’nın eserlerini mütalaa etmeden önce, elbette

52


düşünce

magrib

onu birilerinden dinlemek ya da belki onun hakkında yazılanlardan okumak gerek. Mevlâna’yı bilmek gibi pak bir niyetle yola çıkan kişiyi yukarıda bahsini ettiğimiz bu çıkmazdan kurtaracak şey, onun, Mevlâna’nın hakiki aşıklarına veya onların yazdıklarına ulaşması olacaktır.

Ben Rüzgârım Sen Ateş, daha ilk sayfalarını okurken bile gerçek bir aşık tarafından yazıldığını belli ediyor. Kitaba yoğunlaştıkça, kendi paragrafları ve Efendimiz Mevlâna’nın sayısız mecazlarıyla harmanlanan sayfaların her birine gönlünüzden damla damla sevgi aktığını hissediyorsunuz. Evet, Annemarie Schimmel, Hz. Mevlâna’nın aşk anlayışını, Allah ve dünya görüşünü Mesnevî’sinden, Divan-ı Kebir’inden ve diğer eserlerinden öyle güzel alıntılarla süslemiş ki, okuyucunun gönlüne, Hz. Mevlâna’ya karşı aşk ve muhabbetin nakşolunmaması mümkün değil…

Hz. Mevlâna’ya sormuşlar “Aşk nedir?” diye. “Ben ol da bil.” demiş.

Mevlâna’yı anlamak isteyenler için rehber niteliğindeki bu yapıt, son sayfalarına gelindiğinde keşke bitmeseydi diyeceklerinizden... Ben Rüzgârım Sen Ateş, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî Annemarie Schimmel Ötüken Neşriyat 2003, İstanbul

Dipnotlar: 1. Ebû Medyen-i Mağribî(v.1194). Doğu’da Abdülkadir Geylanî ne ise Kuzey Afrika’da da Ebû Medyen odur. Haccı esnasında Abdülkadir Geylanî ile görüştüğü rivayet edilir. 2. Fütûhatü’l-Mekkiyye III, s.93-94 3. Fütûhatü’l-Mekkiyye III, s.128-129 4. Dîvân-ı Kebir, 1586 5. Nefahâtü’l-Üns, Abdurrahman Câmî, s.639

53

Özel Bölüm: OKUMAK

İşte yakın zamanın Mevlâna aşıklarından Annemarie Schimmel de, büyük mutasavvıfın biyografisini kuşkusuz bu duygularla oluşturmuş Avrupalı bir alim. Gençlik yıllarından itibaren kendisini Mevlâna’yı araştırıp bilmeye adayan Schimmel, ömrünü tasavvuf alanında eserler yazarak geçirmiştir. Bu eserlerinden bir tanesi olan Ben Rüzgârım Sen Ateş, Rumi: Ich bin der Wind und du bist Feuer, Leben und Werk des Mystikers orijinal adıyla 1978’de Köln’de basılmış. Türkçeye tercümesi ise 1999 senesinde Senail Özkan tarafından gerçekleştirilmiş.


magrib

düşünce

H. Yavuz Aytekin

Deneme

DAUSSILA

Özel Bölüm: OKUMAK

Geçerken dün yoldan, ruhumu saran Bir gölge halinde ve ağır ağır; Tanıdım; o, yâdı hoş zamanlardan Seven ve yaşayan bir hatıradır. Kitapların önemi hakkında yazı yazmanın meşakkatli bir iş olduğunu düşünüyorum. Elimize geçen onlarca gazete küpürü, televizyonlarda sakin, gülmeyen bir takım simalar, ilk ve ortaokuldaki Türkçe kitaplarımız bizlere kitap okumamızı öğütleyip durmuşlardır. „Okumayan bir toplumuz“ lakırdısını sıkça duymuşumdur, hâlâ duyarım. Okuyan toplumun da hangi toplum olduğu benim için bir merak konusudur. Hiç unutmam; Bursa’da, belediye otobüsünde bulunduğum bir sırada, o zamanlar yanımdan ayırmadığım el çantamın yaşlı bir beyefendinin dikkatini celbetmesi üzerine, okulların kapalı olduğu yaz mevsiminde neden çanta taşıdığım suâline maruz kalmıştım. İçinde kitaplarım olduğunu, aksi takdirde taşımanın ne kadar güç olduğunu izah ettiğimde ise kocaman bir aferin almıştım beyamcadan. Ve daha birçok başka insandan duyduğum şeyleri işittim. Avrupalılar heryerde okuyorlardı. Otobüste, gemide, vapurda vesair yerlerde.. Hatta tuvalette bile can sıkıntılarını gidermek için okuduklarını(!) ve mahsus bu yüzden tuvaletlerde muhtelif dergiler bulundurduklarını da ilk defa yine bir Avrupa ülkesinde tecrübe edecektim. Kitaplar hakkında söylenmiş bütün bu tumturaklı, kof lâfların kitapların ehemmiyetine gölge düşürebileceğini ihtimal dahilinde görmemekteyim. Her milletin yazar ve şairlerinin ortaya koydukları eserleri, mobilyaların arkasına, oynamasınlar diye çakılan suntalara benzetirim. Sanki tarihin muayyen bir fasılası geçilirken bir kenara ufak ve alımlı bir kitabe nakşedilir. Belki de insan toprağa karışmadan işaret bırakmak ister. Toplum hafızası da insan hafızasına benzemez mi zaten.. Dücane Cündioğlu’nun tarihin ara sokakları dediği müktesebat, ciltler tutan tarih kitaplarından ziyade hatıra kitaplarında aranmalıdır. Zira birey olarak bizleri, hangi antlaşmanın hangi tarihte imzalandığı ve hangi maddelerden müteşekkil olduğundan çok, her çağa farklı suretlerde sirayet eden insan hayatı alâkadar eder. Değerleri ve normları belli bir yükseklikten aşağıya bırakılan taş hızıyla değişen bir ülkede yaşıyor olmamız da belki hatıraları bizler için önemli kılan unsurlardan biridir. Bu yüzden hatıralar bana, girdaba kapılmışken kıyıdan uzatılan halata tutunarak kendini akıntının dışına çekmeyi becerebilen bir insanın sahip olduğu güvenlik duygusunu verirler. Bu, çeşitli şekillerde tezahür edebilir. Meselâ, millet olarak sade-

54


düşünce

magrib

Bu bağlamda iki müstesna kitabı dikkatinize sunma arzusundayım. Bunlardan birincisi Ahmed Yüksel Özemre tarafından yazılan ve Kubbealtı Neşriyatı tarafından neşredilen „Geçmiş Zaman Olur Ki”, diğeri ise Gündüz Vassaf’ın kaleminden yazılmış olup, annesi Belkıs Vassaf Hanımefendi’nin hatıralarını içeren „Annem Belkıs“ isimli eserdir. Belkıs Vassaf’ın yaşının Ahmed Yüksel Özemre’ninkinden büyük olması dikkate alındığında, tercihen Belkıs Vassaf’ın kitabı ile başlanması tavsiye olunabilir. Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayıp yakın bir geçmişe kadar sürer bu iki hatıratın hasılası. Bir macerayı yaşamayı böyle bir sıralama mümkün kılar. Bu -mübalağasız- harikulâde iki eserin kesişme noktası „İstanbul”dur. Vassaf ve Özemre’nin hatıratı birbirinden farklı iki dünyanın da tasviri gibidir, yahut Şehr-i İstanbul’un iki farklı cepheden görülmesi. Belkıs Vassaf biraz daha eski tarihleri anlatır bizlere. Usturumca’da Boşnakların ikinci annemiz diye nitelendirdikleri İstanbul’da Robert Koleji’ne devam etmiş, daha sonra Darülfünun felsefe şubesini bitirmiştir. Amerika’da yarım asır kadar yaşamış ve daha sonra tekrar İstanbul’da dönmüş, hayata gözlerini burada yummuştur. Belkıs Vassaf geçtiğimiz yüzyılın başlarında, bugün Makedonya sınırları içerisinde bulunan, içinde çeşitli millet ve din mensuplarının yaşadığı Usturumca’da doğmuş, Türk katliamının yaşandığı yıllara tanık olmuş bir Rumelilidir. Gayet mütedeyyin, geleneklerine bağlı bir osmanlı ailesine mensuptur. Kitabın girişinde, bu Osmanlı kasabasında yaşayan insanların günlük hayatı, evlerinin düzeni, yemek zevki ve bayramları gibi, kültürü ve sosyal yaşantısına dair tafsilatlı tasvirlere yer verilir. Daha sonra sancılı göç yılları başlar Belkıs Hanım için. Usturumca kaymakamının gayretiyle ilk elde kadınlar ve çocuklar tahliye edilirler ve bir daha geriye dönmemek üzere herşeylerini orada bırakarak Selanik’e giderler. Oradan da 1909 yılında vapurla kendilerine kıyasla yabancı bir dünya olan Anadolu’ya (önce İzmir ardından Akhisar) geçerler. Belkıs Hanım Akhisar’da da Selanik’teki gibi okula devam eder. Akhisar’ın Yunanlılar tarafından işgaline tesadüf eden yıllardır bu yıllar. Ağabeyi Zekeriya Sertel’den aldığı bir mektuptan sonra tahsiline devam etmek üzere İstanbul’un yolunu tutar. Çapa’da Dârülmuallimât’a daimi leyli olarak yazılır. İşgal gittiği hiçbir yerde tabiri caizse yakasını bırakmaz ve Belkıs Hanım’ın

55

Özel Bölüm: OKUMAK

ce bizim yaşadığımız bir tecrübe olan dilimizin değiş(tiril)mesi ve kimi lugatlarımızın yerine, tahta kutudan çıkan takırtılı seslere benzeyen kelimelerin ikame edilmesi hadiselerinden önce kendilerinden kültürümüzü devraldığımız insanların kullandığı lisanın nasıl bir melodiyi terennüm ettiğini herhalde en iyi hatıralardan, bir de türkülerden öğrenebiliriz.


magrib

düşünce

Özel Bölüm: OKUMAK

Dârülmuallimât yılları da İstanbul’un işgal edildiği yıllara denk düşer. Oradan mezun olduktan sonra da Caddebostan’da Hüseyin Avni Paşa’nın köşkündeki Amerikan Kız Kampı’na gider ve daha sonra Robert Koleji’ne kaydolur. 1928-31 yılları arasında Darülfünun’un felsefe şubesine devam eder ve burayı bitirir. 1936 senesinde eşi Ethem Bey ile birlikte yarım asır kalacağı Amerika’ya gider. Belkıs Hanım’ın hatıratının çok kısa özeti budur. Ahmed Yüksel Özemre ise 1935 senesinde Üsküdar’da dünyaya gelir, çocukluğu Üsküdar’da geçmiştir, doğma büyüme has İstanbulludur.. Üsküdar „Geçmiş Zaman Olur Ki“ adlı eserin hakim unsurudur denebilir. Zamanının Üsküdar ahalisinin nasıl bir zerafete sahip olduğunu ve bunu hâl, hareket ve tavırlarına nasıl yansıttıklarını ilginç anekdotlar aktararak anlatmayı da ihmal etmez. Söz Üsküdar’da iken aklıma gelen Sait Faik Abasıyanık’ın Kumanya isimli öyküsündeki bir konuşmayı alıntılamadan geçemeyeceğim; “...“Ulan”, derim kendi kendime „şu oğlan ne Çeşmemeydanlı, ne Edirnekapılı, ne de Karagümrüklü; olsa olsa Üsküdarlıdır.” doğru çıkar. Hakkın var Saffet, Üsküdarlı başka şehirliye benzer. Bana öyle gelir ki, Üsküdar’da hiç zengin oturmaz. Üsküdar’ın külhanbeyi olur ama, zıpırı, edepsizi olmaz. Sanki burada ne haine, ne nanköre, ne de kancık adama rastlanır. Üsküdar’ın delisi bile sakin, zararsız olur gibime gelir. Üsküdar, İstanbul’dan Diyarbakır kadar uzaktır...” Onun Üsküdar’a dair hatıraları arasında Saim Bey’in Hakimiyet-i Milliye Caddesi üzerindeki attar dükkanı ilk sıralarda gelir. Neyzen Niyazi Sayın ve ebru ustası Mustafa Düzgünman ile ilgili hatıralarında çok önemli bir yeri vardır bu mekânın. Aynı zamanda bir mektep vazifesi gören bu attar dükkanı için Ahmed Yüksel Özemre „Üsküdar’da Bir Attar Dükkanı“ isimli müstakil bir hatıra kitabı dahi yayımlamıştır. Hatıralar iz bıraktıkları için hatıra olmuşlardır. Ve hatıraların bir „hatrı” vardır iz bıraktıkları için...

56


düşünce

magrib Ayşegül İlhan

Bu yazımızda inceleyeceğimiz kitap, köleliğin şu ana kadar pek araştırılmamış ve üzerinde düşünülmemiş bir tarafını gün yüzüne çıkarmaya çalışıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin %10’luk kısmını oluşturan, kimi eyaletlerde çoğunluğa da sahip siyahiler, Afro Amerikalılar olarak anılırlar. Afro-Amerikalılar, Amerika’nın Christoph Colomb tarafından 1492’de keşfedilişinden başlayıp, 1888’de Abraham Lincoln’ın köleliği kaldırmasına kadar geçen süre zarfında (ki bu yasaktan sonra da kaçak köle ticareti bir süre daha devam etmiştir), Afrika’dan Amerika’ya ithal(!) edilen Afrika yerlilerinin torunlarıdır. Franco-Senegal kökenli yazar Slvianne Diof, „Amerika’da Köle Müslümanlar (Mücadele, direniş, isyan)“ kitabı ile Afrika’dan getirilen kölelerden Müslüman olanların yaşadığı süreci anlatmış. Diof’a göre, yaklaşık 350 yıl süren transatlantik köle ticaretindeki Müslüman kölelerin oranı %30 ile 40 arasında değişiyor. Köle olarak satılan Afrikalıların tamamının 12 ile 20 milyon arasında değiştiği tahmin edilirse, bu oranın sayıya dökülmüş hali cidden ürkütücü. „Servants of Allah“ isimi ile İngilizce yazılan kitabı, Gelenek Yayınevi 2003 yılında Türkçeye kazandırmış.

Afrika’da Hayat:

Kitabına, Müslümanların kölelik öncesi Afrika’daki hayatlarını anlatarak başlayan Diouf, Müslümanlığın Afrika’da özellikle tarikatların sayesinde çok hızlı yayıldığından bahseder. Zira kabileci Afrika, birçok özelliğinin zaten kendisinde bulunduğunu düşündüğü İslam’ı kabul etmekte hiç zorlanmaz ve İslam’ı bir “Afrika dini” sayar. Okuryazarlık, Afrika Müslümanları arasında çok yaygındır. İslam dini peygamberi Hz. Muhammed, kendisi okuma yazma bilmese de bunu teşvik etmiştir. Kaynaklara göre Afrika Müslüman şehirlerinden Kona’da 3000 tane öğretmen vardı. Futa Kalo’da ise 3000 Kuran Okulu bulunmaktaydı. Avrupa’nın kız çocuklarına hiç önem vermediği bir dönemde ise, bu Kuran okullarının yaklaşık %7’si kız talebelerdi. Müslüman Afrikalıların okuryazarlıkları, onlara kölelik yıllarında çok yardım edecek, sahipleri tarafından saygı görmelerini sağlayacak hatta bazılarına özgürlüklerini geri verecekti. Yazar kitabın bu ilk bölümünde Müslümanların da kendi aralarında kölelik kurumunun olduğundan bahseder. Ancak bu kurum savaşlar sonunda veya borçlunun alacağı durumunda köleleştirme gibi durumlarda işliyordu. İslam kesinlikle adam kaçırmayı köle yapan bir vasıta olarak tanımaz. Zaten İslam’daki belli başlı daha birçok kural da kölelerin azad edilmesine teşvik vardır.

57

İnceleme

Özel Bölüm: OKUMAK

AMERİKA’DA KÖLE MÜSLÜMANLAR


magrib

düşünce

Kölelik öncesi Afrika’nın genel bir tahlilinden sonra, Avrupa’nın köleliğe yaklaşımına geçilir. Aslında başlarda İspanya, Müslüman kölelerin Amerika’ya getirilmesine şiddetle karşı çıkarak bunu yasaklar. Zira kendileri Müslüman Endülüs’ün kalıntılarından yeni kurtulmuştur ve Yeni Dünya’da bir Müslüman varlığını düşünememektedir. Hele de İslam, Müslümanların tebliğ faaliyetleri ile Kızılderililere sıçrarsa, bu durum köleci devletler için bir facia olacaktır.

Özel Bölüm: OKUMAK

Köle edinme yollarını anlatırken Diouf, 350 yıllık süreçteki birkaç olaydan bahseder. Kısaca özetlemek gerekirse Müslümanlar, Avrupalı tacirler için pek kolay lokma olmamışlardır. Zira animist kabile kralları, halklarını para karşılığı satarlarken, Müslüman mücahitler ciddi savaşlar yapmışlardır. “Murabıtlar Hareketi” olarak geçen bu ayaklanmalar, çok cesurca yürümesine rağmen Avrupalının mekanik silahlarına ve sayısı yüz binleri bulan piyadelerine uzun süre karşı koyamamış ve Müslüman devletlerin birçoğu, kitleler halinde köle olmuşlardır. Özellikle İngilizlerin uyguladığı başka bir köleleştirme yolu ise, kabileleri birbirine düşürme taktiği idi. İki zıt kabileyi birbiri ile savaştırıp, ikisini de güçsüz hale getirdikten sonra halkları köle haline getiriyorlardı. Fakat hiç şüphesiz şu ana kadar anlattığımız yöntemler uzun süreli, masraflı ve tehlikeli yöntemlerdi. Köle elde etmenin en pratik yolu ise adam kaçırma idi. Müslümanların İslam’ın sosyal bir din olması hasebi ile toplu yaşamaları avcıların işini kolaylaştırıyordu. Zira bir kasabaya girdiklerinde çok daha fazla mahsul elde ediyorlardı. Artık Müslümanlar için (ve muhakkak ki diğer kabileler için de) kıyı şehirlerde oturmak hiç güvenli değildi. Anneler çocuklarını sokağa yalnız salamıyorlardı. Tarladaki erkekler, kuyu başındaki kadınlar adam kaçırmanın kurbanlarıydı. Avrupalı bir köle tacirinin anılarına yer veren yazar, “Bir Afrikalının eğer Avrupalılara borcu var ve bunu ödemezse, alacaklı gemisi ile sabah çıkıp borcu olan kişinin kasabasındaki herkesi borcuna karşılık olarak kaçırıyor, yetmez ise diğer kasabaya da saldırıyorlardı” diye bahseder. Bunların dışında, hareket halindeki kervanlar çok karlı avlardı. Kervana saldırıldığı takdirde, hem taşıdığı mallara el konuluyor hem de içindeki insanlar köle olarak alınıyordu. Eğer bu kervan köle kervanı ise kazanç çok daha büyüktü. İşin ilginci kervanın köle sahibi olan başkanı, ikinci durumda bizzat kendisi köle haline geliyordu. Öğretmen ve öğrenciler de daha güvende değillerdi. 17.yy. başında, öğrencilerine kağıt ve mürekkep almak için sahile inen Müslüman öğretmen Süleyman Diallo, köle tacirlerinin eline düştü ve hayatının geri kalan 30 yılını Amerika’nın güneyinde köle olarak geçirdi.

Yeni Dünya’ya Götürülüş:

Diouf, kölelerin gemilere bindirilip, Yeni Dünya’ya getirilmelerinin de insancıl olmadığını yazar. Bir kere, köleleştirilen topluluğun geride kalan evleri ateşe veriliyordu. Bu da onların gözlerinin geride kalmasını önlemek için alınan bir önlemdi. Kölelerin sahilde gemilere bindirilmeden önceki durumunu ise Kuzey Danoneyli bir Müslüman olan Muhammed Gardo Baquaqua’nın ağzından dinleyelim: “İki çatal dişli altı adımlık zinciri boynuma geçirip, demir bir kilit ile tutturdular.“ Diğer olaylar ise, Diouf’un kitabında birkaç otobiyografiden derleme yapılarak anlatılmış. Zira bir köle

58


düşünce

magrib

Diouf, bu rivayetleri ayrı ayrı, özgürlüklerine kavuşan Müslüman kölelerin otobiyografilerinden derlemiştir. Yazar, okuryazarlıkları sayesinde kendilerine yapılanları yazan bu Müslüman kölelerin kitaplarından aslında yapılanlarla ilgili çok da sağlıklı bilgiler edinilemediğinden bahseder. Zira bu kitapların da yayınlanmasını sağlayan kölelik karşıtı beyazlardır. Böyle olunca ister istemez, kölelerin yaşadıklarına sansür koyulmuş olabilir diye düşünür. Diğer bir etken ise, otobiyografilerini yazan Müslüman kölelerin karşılaştıkları muameleyi unutmak ve bir daha hatırlamamak için kitaplarında adi olaylara fazlaca yer vermemiş oldukları ihtimalidir. Kölelerin gemilerdeki taşınmalarındaki en onur kırıcı davranış hiç şüphesiz çırılçıplak getirilmeleridir. Avrupalı tüccarlar bunun nedeninin haşerat korkusu olduğunu söylerken, asıl neden Diouf’a göre çok farklı. Gemilerde intihar olayları çokça görülüyordu. Nitekim yukarıda bahsettiğimiz murabıtlardan köle olarak Yeni Dünya’ya götürülenlerin bir kısmının, “Allah Allah” nidaları ile kendilerini güverteden attıkları veya elbiseleri ile kendilerini boğdukları bilinmekte idi. Bu tür olayların yaşanmaması için köleler birbirine zincirli ve çıplak biçimde taşınıyordu. Fiziki örtünmenin şart olduğu Müslüman kadın ve erkekler için bu durum şüphesiz çok daha onur kırıcı ve yaralayıcı idi.

Yeni Dünya’da Müslüman Olarak Ayakta Kalabilmek:

Müslümanlar için Yeni Dünya’da asıl savaş, dinlerinin gereklerini yaşamak konusunda olacaktır. Bir taraftan Katolik papazlarının organize misyonerlik faaliyetleri ile baş etmek, diğer taraftan da katı çalışma kurallarından artan vakitlerde dini vecibelerini yerine getirmeye çalışmak durumundaydılar. Hıristiyan papazlardan 17.yy. Rahip Claver üçyüzbin köleyi vaftiz etmiş ve ödül olarak aziz ünvanını elde etmişti. Protestanlarda ise durum daha farklıdır. Protestan rahipleri, kölelerin Protestanlığa geçmesi durumunda onlara özgürlüklerinin geri verilmesi gerektiğini savunuyor, din kardeşlerinin köle olarak kalamayacağını söylüyorlardı. Bu sebepten dolayı da kölelerin Protestanlığa geçmesi uzun süre yasaktı. Hıristiyan papazların Müslüman köleler ile olan ilişkilerinden bahseden Diouf, papazların Müslümanları “Kalın kafalı ve anlatılanı anlamaz” olarak nitelediğini bahseder. Bunun nedeni ise kuşkusuz Müslümanların kendi dinlerinde sağlam olmaları ve din değiştirme konusunda en zor kandırılabilir grup olmalarıdır. Diouf alıntılarında, okuma yazma bilen Müslümanlara, papazların Arapça İncil getirdiklerinden de bahseder. Zira Müslümanlar için İncil ne bilinmeyen bir kitap, ne de Hıristiyanlık

59

Özel Bölüm: OKUMAK

otobiyografisinde kendilerine yapılan muamelenin tam betimlemesini bulmak mümkün değil. “Bir tek sıra oluşturduk, herkesin başı ile arkasındakini sürükleyeceği bir zincir vardı. Zira bir kişi kaçmaya kalkarsa önündekini ve arkasındakini de beraberinde sürüklemek durumundaydı. Giysilerimizi tamamıyla çıkardılar. Taşımamız için ağır yükler verdiler. Bunlar hareket etmemizi, bilhassa kaçmamızı oldukça önlüyordu. Yeni Dünya’ya vardığımızda hepimizi kodese koyup sırtımızı ateşe çevirdiler ve birbirimize bakmamamızı emrederek sıcak bir cisimle arkadan bizi damgaladılar.”


magrib

düşünce

Özel Bölüm: OKUMAK

yabancı bir dindi. Okuma yazma bilen köleler misyonerlerin bu ilgilerini, okuma yetilerini unutmamak için onlardan kitap tedarik etme olarak kullandılar. İslami emirleri uygulamak, Müslümanlar için başlı başına bir mücadele idi. Gün boyu efendilerine hizmet etmek, namaz ibadetlerini gerçekleştirmek için vakit darlığına neden oluyordu. Bu yüzden Diouf, bütün vakitlerin akşam kılındığından bahseder. Sea Island’da ise tamamı üç vakit olan namazlardan bahseder. Zikirler için ise yüz boncuklu tesbihler kullanılırdı. Georgia kölelerinin bu tesbihler ile zikir çektiğinden ve tarikat mensubiyetlerinden bahsedilir. İslam’ın diğer bir emri olan zekat ise, köle olma durumunda zorunluluğun düşmesine rağmen, köle Müslümanlarda çok yaygındı. Birleşik devletler kayıtlarında kölelerin, zekat, sadaka ve fitre verdiklerine dair bilgiler mevcuttur. Hac ise onların kesinlikle gerçekleştiremeyeceği bir ibadettir. Ancak kendi aralarında toplanma yerleri olarak belirledikleri mescidlerin duvarlarında Arapça yazılar ile “Kabe, Mekke” yazılarının bulunması, onların gerçekte gidemeseler de hayallerinde hac ibadetinden vazgeçmediklerinin göstergesidir. Müslümanlar için plantasyonlarda giyim de ciddi bir sorundur. Köle çiftliklerinde kölelerin çıplak olarak çalıştırılması başlarda çok yaygın bir durumdu. Bundan amaçlanan hiç kuşkusuz onların onurlarını kırmak, kendilerini birey gibi hissetmelerini önlemekti. St. Domingo’daki bir çiftlik sahibi Fransız yeğenlerinden birinin “Niçin kölelerimize giysi giydirmiyoruz, Amca?” sorusuna “ Neden ineklerimizi, eşeklerimizi ve köpeklerimizi de giydirmediğimizi sormuyorsun hayatım.” diye cevap verdiği bir kaynağı alıntılar Diouf. Bu durum hiç şüphesiz Müslüman köleler açısından daha dayanılmaz bir muameleydi. Ancak kaynaklara göre kimi yerlerde Müslüman kadınların şeffaf bezlerle başlarını örttükleri, erkeklerin uzun keten kumaştan beyaz kıyafetler giydikleri ve başlarında sarık taktıklarından bahsedilir. Müslüman köleler gelirlerini diğer köleler gibi içki ve hafta sonu eğlencelerine harcamadıkları için para biriktirebiliyor ve ikinci kat elbiseleri sayesinde çok temiz görünüyorlardı. Kölelerin paralarını harcadıkları diğer bir alan ise Kuran-ı Kerim alımıydı. Avrupa’dan ithal edilen Kuranlar, 36-40 Frank civarında idi ve fakir bir kölenin bu Kuran’ı alması için bir yıl para biriktirmesi gerekmekteydi. Bu duruma rağmen, kitapçılar yılda yaklaşık yüz tane Kuran sattıklarından bahsederler. Plantasyonlarda beslenme kurallarının sıkılığı, Müslüman hayat tarzını oldukça zora sokuyordu. Ağır işlerde çalışan kölelere güç kaynağı olması açısından alkol veriliyordu. Müslümanlar bu menüyü çoğunlukla reddediyorlardı. Fakat kolay muhafaza ediliyor ve ucuz olmasından dolayı domuz eti genellikle sunulan yemekler arasındaydı ve maalesef Müslümanların birçoğu bu öğünü geri çeviremiyorlardı. Erkek çocuklarını sünnet ettirmek, kültürel devamlılığın diğer bir tezahürü olarak görülebilir. Ayrıca Diouf’a göre Afrikalı Müslümanların, İslam öncesi geleneklerinden olan ve İslam’a geçtikten sonra da, bu dine uyarlamış oldukları muskacılık da Yeni Dünya’da çok yaygındı. Arapça dua ve Kuran ayetlerinin yazılıp su geçirmeyecek şekilde derilere sarılan muskalar, Müslüman kölelerin en büyük dayanaklarındandı.

60


düşünce

magrib

Müslüman Mirası:

Yazarımız, genel manada Afrikalı Müslümanların dinlerini koruyamadıklarını iddia ediyor ve bunun için kimi nedenler sayıyor. Yeni Dünya’ya getirilen kadın kölelerin sadece %7’sinin Müslüman olduğundan bahsedilir. Durum böyle olunca, Müslüman erkeklerin evlenmesi için zaten az kadın varken, bunların birçoğunun da Müslüman olmaması, hibrid ailelerin oluşmasına neden olmuştur. Evde annenin dini başka olunca doğal olarak çocuklara din ve kültür iletilememiştir. Zaten çalıştıkları çiftlikte stabil olmamaları ve başka bir gün başka bir çiftliğe satılma tehlikeleri, onların düzenli bir yuva kurma isteklerini gerçekçi kılmıyordu, zira ailenin üyeleri farklı farklı yerlere satılabilir ve parçalanabilirdi. Dinlerini kaybetmelerinde hiç kuşkusuz Amerika’da doğan çocukların, dinlerini yaşamada isteksizlikleri de başta giden nedendir. İslam, mensubuna yüklediği yükümlülükler ile yeni nesilin uygulayamayacağı ağır bir din haline gelmişti. Misyonerlik faaliyetleriyle birlikte yeni nesil, görünürde kolay olan bu dine yöneldi. Sonuç olarak, Diouf’a göre Afrikalı kölelerin dini İslam, 20.yy. başında Yeni Dünya’da, kimi geleneksel şarkılara geçmek, İngilizce, İspanyolca ve Fransızcanın yerel şivelerine izler bırakmak dışında varlığını kaybetmiştir. Gene 20.yy. başında ortaya çıkan ve ‘Black Muslims’ adı ile anılan siyahi Müslüman grup ise çok daha farklı bir sosyolojik kökene sahiptir. Bu akımı ise detayları ile bir dahaki sayımızda başka bir kitap özeti ile mercek altına yatıracağız. Diouf’un, Afrikalı köle Müslümanların hüzünlü geçmişlerini anlattığı kitabına son verdiği cümleleri ile biz de bu yazımıza son verelim: “Afrikalı Müslümanlar, Amerika Kıtası’nda, Hıristiyan efendilerinin köleleri olabilirlerdi, ama onların zihinleri özgürdü. Onlar, Allah’ın kullarıydılar.”

61

Özel Bölüm: OKUMAK

Muskaların kullanıldığı başka bir alan ise mesaj taşımacılığı idi. Okuryazar özelliklerinden ve entelektüel birikimlerinden dolayı Müslümanlar, köleler arasında en çok saygı gören, en çok güvenilen ve birçok yerde de en çok isyan etmeye meyilli grup olarak kabul edilir. Zira gayri-Müslimlere (ya da kölelerin kullandığı şekliyle gavarelere (gavurlara)) itaat, bir Müslümanın kabul edemeyeceği bir şeydi. Bu da her zaman özgürlüklerine kavuşma ve yurtlarına geri dönme özlemlerinin taze kalmasına neden oluyordu. Aralarında Arapça yazı ile haberleşiyorlar ve örgütleniyorlardı. Fransız kayıtlarına göre 18.yy. ortalarında çiftliğinden kaçarak dağlara yerleşen Müslüman lider Maqandal, Haiti’de üç yılda 6000’den fazla insanın ölümüne yol açmıştı. Adamları ile yağmaladığı tarla ve çiftlikler ciddi maddi zararlara yol açmıştı. Gene 18.yy. Bahia’da organize bir biçimde ayaklanan beyaz pantolon, beyaz gömlek ve beyaz sarıklı 36000 Müslüman kölenin isyanı, ağır bir şekilde bastırılacak ve cezalandırılacaktır.


magrib

düşünce

Zeynep Şanlı

İnceleme

ELEŞTİRELLİKTEN UYUMA

Özel Bölüm: OKUMAK

Alev Erkilet Başer’in “Eleştirellikten Uyuma (Müslümanların Kamusal Alan Serüveni)“ adlı kitabı farklı dergi ve kitaplarda yayınlanmış yazılarından oluşmakta. Kitabın başlangıcında Erkilet, özel alan-kamusal alan kavramları ve ayrımını, Jürgen Habermas’ın çalışması olan Kamusallığın Yapısal Dönüşümü’nden faydalanarak, batı ekseninde değerlendirmiş ve sonrasında, bu kavramların ve ayrımın, sosyolojik çözümlemeler yoluyla dönüşüm sürecine sokulmuş olduğunu vurguladığı Müslüman toplumlar üzerindeki etkisine dikkat çekmiştir. Özel alan-kamusal alan ayrımının tarihsel seyri içerisinde, Müslüman toplumların dönüşüm sürecini anlatırken, bu sürecin erkeği ve kadınıyla yaşanan bir süreç olduğunun altını çizmiş, fakat konuyu, özelde Müslüman kadın üzerinden anlatmayı tercih etmiştir. Bu tarihsel seyir içerisinde başörtülü Müslüman kadınların ‘burjuva kadın ve aile modellerini içselleştirmesine’, onları modernleştirme çabasında olanlardan ‘daha modern’ oluşlarına ve ‘kişi olmayı, kendisi olmayı tüketilen nesnelerin arasındaki küçük nüanslara indirgeyen’ tüketim toplumuna da dahil olarak, artık ‘tesettürlü kadın’ olmayışları gibi konulara değinmiş ve şu yargıyı koymuştur: „Siyasal toplum ve Müslümanlar bunun henüz farkına varmamış olsalar da,

modern kamusal örüntüler başörtüsünün içerdiği toplumsal başkaldırıyı yutmaya ve asimile etmeye başlamıştır.“

Öneri; ‘islami söylem biçiminin yeniden gözden geçirilmesi...’ Kitabın ilerleyen sayfalarında ise Erkilet, kadın üzerinden yapılan ‘İslami hareket’ tanımlamalarına yer vermiş ve bu tanımlamaların, İslami düşünce yapısını dikkate almadan yapılması hatasına dikkat çekmiştir. Mesela; Ruşen Çakır’ın ‘1.İslami harekete en büyük damgayı kadınlar bastı.

2.İslami harekette en büyük çileyi kadınlar çekti. 3. İslami hareket bir erkek hareketidir.’ şeklindeki iddiasının, tevhidi anlayışı dikkate almamış oluşuna ve tevhidi gerçekliğin ‘egemenliği ve mülkü Allah’a has kılmakla’ Tanrı merkezli, dolayısıyla ‘kadın ve erkek ayrımını aşmış’ oluşuna vurgu yapmıştır. Devamında, özel alanın kamusal alan tarafından işgalinden ve artık bu alanların ayrımının kalmayışından, ‘kadının evsel alanda kalmakla, modern toplumun tehlikelerinden korunabileceğine’ ilişkin söylemin de geçersiz/asılsız oluşundan bahsetmiştir. Hasan el-Benna, Seyyid Kutub, Ali Şeriati ve Nakvi’den, Wallerstein’dan, Weber’den ve Habermas’dan örneklere, ki kitabı okurken örneklere, alıntılara çok rastlıyoruz.

62


magrib

Nitekim Erkilet; kültürel olan ile toplumsal-siyasal olanı birbirinden ayıran anlayışın, gene bütüncül bakış açısına sahip İslam’a ters oluşunu da, 19.yüzyıldaki ve 20.yüzyıl başlarındaki sosyolojik çalışmalardan örnekler verip, eleştirerek ve Pitirim A. Sorokin’in bütüncül nitelikteki kuramını baz alarak anlatmış. Sonrasında, İslam’ı ‘tarihsele ve toplumsala’ indirgeyen, kişilere, kişilerin başarısı ya da başarısızlıklarına, yaşanmışlıklara vs. bağımlı gören anlayışı eleştirmiş ve umutvari bir yaklaşımla, güncel başarısızlıkların, yeniden denemeye engel olmayacağının altını çizmiştir. İlerleyen sayfalarda ise, ‘İslamcılık ile Türkçülük ve/veya ulusçuluğun’ iç içe geçmesinin yanlışlığı, haksızlığı, asılsızlığı üzerine durmuş, gene örneklemelerle bu kavramları, ‘amaçsallık-araçsallık ölçütü’ ile/çerçevesinde birbirinden ayırmış ve İslamcılığın tanımını da yaparak ‘İslami hareketleri birbirinden ayıran ölçütlere’ tek tek değinmiş, yakın tarihimizle somut örnekleri ve İslami hareket tanımlamalarını ele almıştır. Erkilet’in eleştirisi ise; fazla soyut ve mükemmeliyetçi tanımlamaların, İslami hareketleri düşsel bir boyuta çekerek, ulaşılmaz hale getirmiş olması... Devamında, radikal İslamcılığı tarihsel seyri içerisinde ele almış ve özelde Ercüment Özkan’a, hayatına ve görüşlerine yer vermiş. ‘Çok kültürlülük’ kavramını da sorgulamış olan Erkilet, bu kavramın, gücü elde bulundurma ve azınlıkların kültürlerini bir ‘eritme potası’ ile asimile etme isteğinin, çabasının perdelenmesinde kullanıldığını söylemiş ve Bosna-Hersek ya da Çeçenistan’da yaşananları, başka kültürlere tahammülü olamayan Batı’nın çok kültürlülüğüne (!) örnek olarak göstermiş ve bizlerin de bu kavramları kullanırken, içerdiği anlamın bilincinde olmamız gerektiğini belirtmiştir. Sonrasında ise, ‘kahramanca eylemi, tanrısallaşmanın bir yolu olarak gösteren’ kuzeyli kahramanlık geleneği ile İslam düşüncesini benzeştiren ‘Tradisyon’ söyleminin başlıca kurucularından olan René Guénon ve Julius Evola’dan alıntılar yapmış ve karşılaştırma yapılırken benzerlikler kadar farklılıkların da göz önünde bulundurulması gerekliliğinden bahsetmiştir ki bu durumda Tradisyon söylemi ile benzeştirilen İslam düşüncesinin temelde ne kadar farklı olduğu ortaya çıkıyor. Bu sebeple bu söylemlerin sorgulanması gerektiğini belirten Erkilet, yapılması gerekenlere de değinmiş: „Büyük harfle ve Tradisyon biçiminde yazılan ’geleneğin’ bu özel tanımlanma

biçiminin, İslam’ın bir bütün olarak modern topluma yönelttiği eleştirilerden ayrıştırılması gerekiyor. Çünkü, batılı düşünürlerin batıya yönelik eleştirilerinin birer cankurtaran simidi gibi değerlendirilmesinin içerdiği ciddi sorunlar var.“ Erkilet’in devamında ele aldığı konular ise; ‘kapitalist dünya-sistem’ , ‘sosyalizm’ ve ‘İslami hareketler’. Yazar sosyalizmin, 1950 sonrasında ‘kapitalist dünya-

63

Özel Bölüm: OKUMAK

düşünce


Özel Bölüm: OKUMAK

magrib

düşünce

sisteme alternatif’ olma özelliğini yitirmeye başlaması ve sonrasında, geriye sadece İslami hareketlerin kalmış olmasının, Filistin’de, Çeçenistan’da, Afganistan’da ve dünyanın diğer yerlerinde yürütülen savaşların sebebi olduğunu söylüyor ve bu savaşların kapitalist dünya-sistemin sonunu getirebileceğine ve fakat ‘medeniyetin yeni varisleri’nin Müslümanlar olup olamayacağını da Müslümanların, ortaya alternatif bir sistem koyup koyamayacağına, bu potansiyelde olduğunu gösterip gösteremeyeceğine bağlıyor. Ele aldığı diğer bir konu ise; gene tarihsel seyri içerisinde, İslami sanat ve edebiyat. Nasr’ın, Faruki’lerin, Seyyid Kutub ve Muhammed Kutub’un ve daha başka yazarların tanımlamalarıyla... Devamında, yedinci sanat üzerine eğilmiş olan Erkilet, genelde Amerikan sinemasının amacı üzerine durmuş, özelde ise ayrıntılı bir biçimde, ‘ilk bakışta kendi halinde bir çocuk filmi’ gibi görünen North’u ve North’ta geçen ’Viva la Norte’ söylemini ele almış. ‘Israrla dayatılmaya çalışılan modernleşme projelerini’ de incelemiş olan Erkilet, bu söylemlerin artık modasının geçmiş olduğunu ve görünene göre, 21.yüzyılın ise İslami söylemlerle varolacağını söylüyor. Son olarak ise kitabı, ‘etnik ve kültürel farklılıkların bütünleştirilmesinde’, İslami düşünce yapısını baz alarak, din açısından amacın ya da aracın ne olduğunu sorgulayan ‘Bediüzzaman modeli’ni örnek göstererek bitirmiş. Sağlam bir kafa yapısıyla ele alınmış, incelenmiş, eleştirilmiş tarihi olaylar, kavramlar, yazarlar ve görüşleri... ve sunulan öneriler... Velhasıl, okuyucuya zihinsel bir açılım sağlayacağını düşündüğüm, faydalı bir kitap...

64


Oscar-Claude MOnet ‘Capucine Bulvarı’ 1873, Kansas City, Atkin Güzel Sanatlar Müzesi


magrib

düşünce

Abdullah Kuşlu

Makale

MESNEVİ’DE CANLILARIN DÜNYA HAYATINDAKİ KONUMU II

H. Kaza Gelince Basiret Bağlanır Göz Kör Olur

Hz. Mevlana’nın Türbesinin İçinden Bir Görünüm

Sufiler, kazayı ikiye ayırır: Biri kazay-ı mübrem, diğeri ise kazay-ı muallaktır. Kazay-ı mübrem, kayıtsız şartsız insanın başına gelecek kazadır. Ne kavlî ve fiilî dua; ne de alınacak olan tedbir onu defedemez. Diğeri kazay-ı muallak olup, kavlî veya fiilî duayla yahut tedbirle defedilebilecek kazadır.

66


düşünce

magrib

Her insanın, kendi hayatıyla ilgili plan ve programı vardır. İnsan, kendine bir hedef çizer, uğraşır, didinir, yorulur, elinden gelen bütün tedbirleri alır. Her şeyi yerli yerince yaptığını, hedefine adım adım yaklaştığını düşünür. Hedefine yaklaştığını görünce de kendisiyle gurur duyar, emeklerinin boşa gitmediğini kabul eder. Başarmak üzere olduğunu görünce, kendine pay çıkarır. Ancak aradan belli bir zaman geçince, bir anda elinde olmadan her şeyin kötüye gittiğini, bütün bu yaptıklarının kendisini istediği noktaya değil de; hiç ummadığı, beklemediği ve arzulamadığı bir noktaya sürüklediğini görür. Bu durumda, gurur duyarak yaptığı bu işleri, kendisinin yaptığını unutur da, sonucu Cenâb-ı Hakk’a bağlar ve kaderinden şikayet eder. İnsanın, yaşadığı bazı şeyler, kazay-ı mübrem sınıfına girer ve insan bunları değiştirmeye güç yetiremez. Olayın akışını değiştirmek için aldığı bütün tedbirler de onu takdire yaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Aldığı tedbir de takdir gereğidir ve sonuç değişmez. Bir çok insanın zaman zaman, “keşke, şimdiki aklım olsaydı” gibi ifâdelerine rastlarız. Şimdiki aklı olsaydı da, o zaman bir şey değişmeyecekti. Bu durumu Mevlânâ, şu hikâyeyle açıklar:

“Saf bir kişi, bir kuşluk vakti, koşa koşa Hz. Süleyman’ın adâlet sarayına sığındı. Yüzü gamdan, korkudan sararmış, iki dudağı mosmor kesilmişti. Hz. Süleyman, ona; ‘Efendi! Sana ne oldu?’ diye sordu. Adam; ‘Azrâil, bana öyle öfkeli, öyle kin güder bir gözle baktı ki…’dedi. Hz. Süleyman; ‘Peki,’ dedi. ‘Sen şimdi benden ne istiyorsun? Onu söyle!’ Adam; ‘Ey canları koruyan büyük varlık! Rüzgâra emret de… Beni buradan Hindistan’a götürsün; belki kulunuz, oraya gidince canını kurtarmış olur.’ Hz. Süleyman rüzgâra emretti. Rüzgâr da o adamı aldı, hemen deniz üstünden uçarak Hindistan’ın iç taraflarında bir yere götürdü. Ertesi gün dîvan kurulmuştu. Herkes Süleyman’ın huzuruna gelmişti. Hz. Süleyman Azrâil’e dedi ki: ‘Senin korkundan gelip bana sığınan, o müslümana, onu canından, malından, evinden, barkından ayırmak, avare etmek için mi öyle öfkeli baktın?’ Azrâil dedi ki: ‘Ben ona öfkeli bakmadım. Ben onu yol üstünde gördüm de, şaşırdım kaldım, bu sebeple ona şaşkın şaşkın baktım. Çünkü Cenâb-ı Hak bana ‘Onun canını bugün Hindistan’da al!’ diye buyurmuştu. Şaşırdım da kendi kendime dedim ki: ‘Bu adamın yüzlerce kanadı bile olsa, onun bugüm Hindistan’a varabilmesi çok uzak, çok zor.’ Ey yoksulluktan, ilahi takdirden korkan ve ihtiraslarına kapılan kişi; sen, bütün dünya işlerini buna kıyas et, gözünü aç da, hakikati gör. Kimden kaçıyoruz? Kendimizden mi? Ne de olmayacak şey! Kimden neyi kapıyoruz? Neyi kaçırıyoruz? Allah’tan mı? Ne büyük günah…” (1) Mevlânâ’nın temsilinde olduğu gibi, insan kendi eliyle kendi kaderine koşar. Bunun yanında, bazen de insanoğlu hiç planlamadığı, aklının ucundan bile geçmeyen bir yerden rızıklanır ya da planlamadığı bir yerde makam ve mevki sahibi olur. Bu durumu ise ilahi takdir olarak nitelendirmez de; zaten kendisinin o durumu hak edecek bir kapasiteye, bir donanıma sahip olduğunu düşünür. Başarıyı kendine mal eder. Sufiler, her iki durumda da insanın, Hakk’a yönelmesi gerektiğini vurgularlar.

67


magrib

düşünce

Bir musibete uğradığında halkın, ‘keşke bunu böyle yapmasaydım’ demelerine aldırış etmemesi gerektiğini; çünkü zillette izzetin saklandığını belirtirler. Yine insanın bir nimete kavuştuğunda da, bunu kendisinden değil, Hak’tan bilmesi gerektiğini bildirirler. Zaten insan için kapanan bir kapı varsa, onun yerine açılan bir kapı da olacaktır. Dünya hayatı da bir sınanma bir imtihan olduğuna göre, insan olaylara takılıp kalmamalıdır. Çünkü her şey geçicidir. Velev ki, kapanan bir kapıdan sonra, açılan bir maddi kapı olmasa da manevi bir kapı söz konusu olacaktır. Her iki durumda da insan sabredenlerden ve şükredenlerden olmalıdır. Geçmişe de geleceğe de takılmadan ân’ı yaşamalıdır. Çünkü geçmiş zaman geçmiş, gelecekse bizim bilgimiz dışındadır. O halde insan, elinde olmayan için Hakk’a yalvarmalı, sabır dilemeli, dua ve niyazla istikamet üzere yoluna devam etmelidir. Mevlânâ şöyle der:

“Kaza ve kader zuhur edince, bir tuzağı göremiyorsam, bu yolda bilgisiz olan yalnız ben değilim ki… Ne mutlu o kimseye ki işin iyi yönünü tutmuş, zorlamayı saldırmayı bırakmış, yalvarma yakarma yoluna düşmüştür. Eğer kaza seni gece gibi kaplayacak ve karanlıkta bırakacak olursa, gam yeme çünkü kaza ve kader, sonunda yine senin elinden tutar, seni aydınlığa çıkarır. Kaza ve kader yüz kere canına kasdetse, yine sana can verecek, derman edecek odur. Şu kaza, yüz kere yolunu vursa, yine senin çadırını gökyüzünün yücesine kurar. Kazanın seni korkutmasını, kerem eseri bil… Çünkü bu korkutma, seni emniyet meleğine götürmek içindir.” (2) İnsan, dünya hayatının bir oyun ve eğlence olduğunu unutur; ahireti önemsemez de dünyayı öne çıkarırsa, onun sabretmesi de şükretmesi de mümkün olmaz. Böylece ziyan edenlerden olur. Bu açıdan, insanın dünyaya nasıl baktığı, dünyaya hangi pencereden baktığı, hayatta nasıl bir duruş sergilediği çok önemlidir. Çünkü insanın dünyada sergilediği duruş, onun birebir ahirete bakış açısıyla ilgilidir. Ahireti merkeze koyarak, dünyaya bakmak ile dünyayı merkeze koyarak dünyaya bakmak arasında çok büyük fark vardır. Olan olmuş, her şey bitmiş ve insanın sonucu değiştirecek gücü yoksa tevekkül etmeli, inkâra düşmemeli, bu durum karşısında sus pus olmalı, ölü gibi olmalıdır. İnsanın böyle yapabilmesi ise, dünyayı nasıl algıladığı ile bağlantılıdır. Bu sebeple:

“İlahi kazayı inkâr eden karganın binlerce aklı bile olsa kâfirdir.”(3) “Kader icabı sana bir felaket mi geldi? Bir şeyden yara mı aldın? Başına gökten bir bela mı erişti? Buna karşılık büyük bir mükâfata kavuşacağını düşün ve bekle! O öyle bir padişahtır ki, sana bir sille vurunca, bu silleden sonra sana, başına konacak bir taç, oturup yaslanacağın bir taht bağışlayacaktır. Bütün dünya onun nazarında bir sinek kanadı değerindedir. Bir silleye karşılık sonsuz bağışlarda bulunur. Boynunu şu altın dünyanın boyunduruğundan bir an önce kurtar da, sille satın almaya, sille yemeye bak! Peygamberler de başlarına gelen dertlere, belalara, musibetlere sabrettiler de o yüzden şereflendiler, yüceldiler.Fakat ey genç, sen hazırlıklı ol, dikkatle onu, gelecek mükâfatı bekle. Gelince seni evde bulsun. Yoksa ‘Geldim, evde kimseyi bulamadım.’der. Getirdiği kıymetli hediyeleri geri götürür.”(4)

68


düşünce

magrib

Sufilerin nazarında, ilahî takdir gerçekleştikten sonra, tedbirler de fayda etmedikten sonra “kahrın da hoş, lütfun da hoş” diyebilmek gerekir. Bunun aksi olduğunda, insan hem dünyasını hem ahiretini kaybeder İnsan, böyle durumlarda rüzgârın önünde savrulan yaprak misâli, Hakk’ın iradesine teslim olmalıdır. Mevlânâ şöyle diyerek konuyu açıklar:

“Başına gelecek ilahî takdiri, alın yazısını gören kişinin gönlü, güzel tedbirlerle o takdiri değiştirmeye kalkışmaktan nasıl hoşlanır? Kendi aklına, kendi tedbirine aldanansa, tuzak içindedir. Ama yine de tuzak kurar. Fakat ne bu tuzak kurtulur, ne de tuzak kuran. Yüzlerce çayır, çimen bitse yahut kuruyup dökülse, sonunda yine Allah’ın ekmiş olduğu tohum biter. İlk ekilen ekinin üstüne ekin ekenler ama bu ikincisi yok olur gider, ilk ekin kalır. Olgun olan, sağlam olan, seçkin olan ekin ilk tohumdur.”(5) “Kaderden sakınmakta perişan olmak, kötülüklere uğramak vardır. Yürü tevekkül et, çünkü tevekkül işlerin en iyisidir. Ey öfkeli kişi, kaza ve kaderle pençeleşme ki, kaza ve kader de seninle pençeleşmesin, kavgaya tutuşmasın. Allah’ın hükmüne ve takdirine karşı ölü gibi olmak gerek ki, sabahın Rabbi olan Allah’tan bir kahır yarası almayasın. Tevekkülden daha güzel bir kazanç yoktur. Hakk’a teslim olmaktan daha hoş ne vardır? Birçok kimseler beladan kaçıp, başka bir belaya tutulurlar. Yılandan kurtulayım derken ejderhaya düşerler. İnsan çare arar, hileye sapar, fakat hilesi ayağına dolaşır, tuzak olur. Can sandığı bağrına bastığı en yakını, onun kanını içmek ister.İnsan düşmanından korunmak için kapısını kapar, kilitler. Halbuki düşman evin içindedir. Firavun’un hilesi de buna benzer.”(6) Utbetü’l Gulâm’ın bir defasında bütün geceyi: “(Ey Rabbim!) Bana azap da etsen sana âşığım, bana merhamet de etsen sana âşığım.” Diyerek geçirdiği rivayet edilmektedir.(7) Bu cümleden de anlaşılacağı gibi sufiler takdire boyun eğmek hususunda daima rıza halinde olmak gerektiğini vurgulamışlardır. Çünkü her kim Hak’tan razı olarak takdire boyun eğerse Hak Teâlâ o kimseden razı olur ve o kimsenin rızasını kolaylaştırır. İnsanoğlu kendine gelen musibet ve sıkıntılar karşısında isyan etmeksizin Hakk’a karşı rıza halinde olmalıdır.

I. İyilik ve Kötülüğün Nisbîliği

Mevlânâ’ya göre, iyilik ve kötülük kavramı birbirinden bağımsız olarak düşünülemeyecek iki kavramdır. Çünkü iyiliği de kötülüğü de yaratan Cenâb-ı Hakk’tır. İnsanların yeryüzünde iyi veya kötü işlemiş olduğu bütün fiiller Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının tecellisidir. Şayet iyilikle kötülük bir arada olmasaydı, dünyanın yaratılması söz konusu olmaz; dolayısıyla insanın dünyada imtihan edilmesi de söz konusu olmazdı. Zaten iyilikle kötülük, yani iyilerle kötüler bir arada olduğu için insan dünya hayatında sınanmaktadır. Bu açıdan insanlar (iyi veya kötü) bir vakıa olarak olaylara kendi pencerelerinden bakarlar. Bütün insanlar olayları kendi bakış açılarına, değerlerine ve anlayışlarına göre iyi veya kötü diye değerlendirirler. Yeryüzünde yaşayan milyonlarca insanın, olayları ve diğer insan gruplarını kendilerine göre değerlendirdiklerini düşündüğümüzde bütün insanların ittifak ettiği “mutlak kötülük” kavramına ulaşamayız. Bu sebeple:

69


magrib

düşünce

“Dünyada mutlak kötülük yoktur. Şunu iyi bil ki: Kötü de kötülük de nisbîdir, herkese göre değişir. Dünyada hiçbir zehir, hiçbir şeker yoktur ki, birine ayak, öbürüne ayak bağı olmasın. Birine ayaktır, öbürüne ayak bağı; birine zehirdir, öbürüne sanki şeker. Yılanların zehri yılanlara hayattır. Fakat insana nisbetle ölüm. Deniz suda yaşayan mahlûklara sanki bağ, bahçedir. Fakat karada yaşayanlara ölümdür.”(8) Mevlânâ, sözlerinin yanlış anlaşılmasını engellemek için konuyu müşahhaslaştırarak, hikâye yoluyla anlatır. Söz konusu hikâye ise, Ebu Cehil’in Hz. Peygamber’e hangi gözle baktığını dile getirir:

“Hz. Muhammed’i Ebu Cehil gördü de: ‘Haşimoğullarından çirkin bir yüz belirdi.’dedi. Hz. Peygamber ona buyurdu ki: ‘Haddini geçtin ama doğru söyledin.’ Halbuki, Hz. Ebu Bekir, Hz. Peygamber’i görünce: ‘Ey güneş sen ne doğudansın, ne batıdansın, lâtif bir nurla parla.’diye buyurdu. Peygamber Efendimiz ona da: ‘Ey şu değersiz dünyadan kurtulan aziz varlık, doğru söyledin.’diye buyurdu. Orada bulunanlar; ‘Ey insanların en şereflisi, en büyüğü, ikisi de birbirine aykırı düşen söz söyledi. İkisine de; ‘Doğru söyledin’ diye buyurdunuz; bunun sebebi nedir?’ dediler. Hz. Muhammed (s.a.v.) buyurdu ki: ‘Ben Hakk’ın kudret eli ile cilâlanmış bir aynayım, Türk olsun, Hintli olsun; bana bakar, kendi nasılsa beni öyle görür.”(9)

70


düşünce

magrib

Bütün bu anlatılanlarla birlikte şu da bilinmelidir ki, kimi zaman insanın yaşadıklarından iyilik olarak nitelendirdikleri O’nun hakkında kötülük, kötülük olarak nitelendirdikleri iyilik olabilir. Hayat uzun bir süreçtir, bu yüzden insanın yaşadığı olayların hayır mı, şer mi oldukları zamanın akışı içinde daha sağlıklı değerlendirilebilir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Savaş hoşunuza gitmese de üzerinize yazıldı. Gerçi o size hoş gelmez, fakat olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa o, hakkınızda hayırlıdır. Olur ki, siz bir şeyi seversiniz; ama o, sizin hakkınızda bir fenalıktır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”(10) buyrulmuştur. Mevlânâ bu âyeti yorumlayarak şöyle demektedir:

“Bir vâiz vardı. Vaaz etmek için kürsüye çıkınca, yol kesici eşkıyaya dua ederdi. Elini kaldırır: ‘Ya Rabbi!’derdi. ‘Kötülere, bozguncuya, eşkıyaya merhamet et. Onlara acı. Hayır sahipleriyle alay edenlerin hepsine, bütün kâfir gönüllere, kiliselerde, manastırlar da bulunanlara sen merhamet et.’ O temiz kişilere, iyi huylu insanlara dua etmezdi. Pis, ahlâksız, kötü kişilerden başkalarına hayır duada bulunmazdı. Ona dediler ki: ‘Senin bu duaların alışılmış, işitilmiş dualar değildir. Sapıklara hayır duada bulunmak, büyüklük, asalet değildir. Vâiz dedi ki: ‘Ben onlardan iyilik gördüğüm için haklarında hayır duada bulunmayı âdet edinmişimdir. Onlar bana karşı o kadar kötülükte bulundular. O kadar zulüm ve cefalar ettiler ki, sonunda beni şerden kurtardılar, hayra ulaştırdılar. Ben ne vakit dünyaya yöneldimse, dünya işlerine candan bağlandımsa, onlardan dayaklar yedim, eziyetlere uğradım, yaralar aldım. Yediğim dayaklardan, uğradığım belalardan, hakaretlerden, Allah’a sığınmaya, yalvarmaya başladım, böylece o kurt gibi zalimler, beni doğru yola Hak yoluna getirdiler. Ey akıllı kişi, onlar benim doğru yolu bulmama sebep oldukları için, haklarında hayırlı dualarda bulunmak boynumun borcu oldu.”(11)

J. Hayatın İki Önemli Safhası: İhtiyarlık ve Gençlik

İnsanın doğumla başlayan dünya hayatı çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık evrelerinden sonra sona erer. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur: “Sizi Allah yarattı, sonra da sizi O öldürecektir Sizden bazınız da en aşağılık ömüre kadar vardırılır ki, biraz ilimden sonra, hiçbir şey bilmez olsun. Şüphesiz Allah, her şeyi çok iyi bilir ve tam kudret sahibidir.”(12) İnsanın özellikle gençlik ve ihtiyarlık olmak üzere iki dönemi çok önemlidir. Mevlânâ, bu sebeple gençlik ve ihtiyarlık dönemine dikkat çekmektedir. İnsanın gençlik dönemi, dünyayla olan bağlantılarının sık olduğu bir dönemdir. Gençlik, bu yönden ilkbahar gibidir. Herkesin bu dönemde hedefleri, idealleri ve yaşama hevesi vardır. Bu dönemde birçok kimse, iyi bir hayat sürmek için gerekli şartları oluşturmayı düşünmekte; vücut dengesi, gücü ve kuvveti yerinde olduğu için, zorlu, yoğun bir çalışma içine girmektedir. Bütün bu şartlar içinde insanın kendine, çevresine, topluma ve de bu gücü ve kuvveti ona veren Rabb’ine karşı da sorumlulukları vardır. İnsan, bu sorumlulukların bilincinde olmalı ve dünya için mesâi harcarken kulluk ve insanlık vazifesini ih-

71


magrib

düşünce

mal etmemelidir. Mevlânâ gençliği yemyeşil taze bir bağa benzeterek şöyle der:

“Ne mutlu o kişiye ki, gençlik günlerini ganimet bilir de, borcunu öder. Yani dînî ve insanî vazifesini yerine getirir. Bedeni sapasağlam iken, vücudunda da yüreğinde de güç kuvvet varken kulluğunu yerine getirir. O gençlik çağı ter ü taze bir bağa benzer. Bol bol meyveler verir. Genç adamın kuvvet ve şehvet duyguları akar durur. Gençlik; yapılmış, döşenip dayamış, tavanı yüksek, dört duvarı sağlam, onarmaya gereği bulunmayan bir eve benzer. Ne mutlu ihtiyarlık günleri gelip çatmadan; hastalıklar, üzüntüler, çaresizlikler yakasına yapışmadan insanlık vazifesini yapana…”(13) Gençlik döneminden sonra ise, yavaş yavaş ihtiyarlık dönemi yaklaşmaya başlar. Kur’an-ı Kerim’de “erzel-i ömür”(14) diye nitelendirilen ihtiyarlıkta ise, insanın dünyaya bakışı gençliğin aksinedir. Güçten kuvvetten kesildiği bu dönemde insan, çevresi tarafından önemsenmediği, kendisiyle yeterince ilgilenilmediği düşüncesine kapılır ve git gide yalnızlaşır. Yalnızlık dolayısıyla ihtiyarlar çok duygusal ve bir çocuk gibi kırılgandır. Ölümün yaklaştığı hissi ve ölümden sonrasını bilememek, karmaşık duygulara yol açar. Kulluk ve insanlık görevini ihmal etmiş ihtiyarlar, ömrünü boşa geçirmiş olduğu düşüncesiyle daha çok yaşama; daha çok çalışma ve kazanma hırsına kapılır. Böylelikle o kimselerin ihtiyarlık dönemleri gençlik dönemlerinden daha fazla yoğunluk kazanır. Bu durum ölümün ayak seslerini bastırmaya yöneliktir. Kendinden emin olmamakla birlikte, kulluk ve insanlık görevini yerine getirmek için ömür süren; çaba sarfeden ve hayatını bu uğurda, bu istikamette geçiren ihtiyarlar için, ölümün diğer adı hayattır. Elbette onlarda da bir korku, bir tereddüt, sonundan emin olamama hali vardır; ancak amellerini Allah’ın rahmetiyle birlikte ele aldıklarından, havf ile recâ arasında gidip gelirler. Onlar için ölüm bahardır. Ekilen ürünü toplama zamanıdır. Tevekkülle ölümü kabullenme çabasına girerler. İbâdet ve taatlerini çoğaltırlar. Amel torbalarını daha çok doldurmak için uğraşırlar. Dünyaya hevesleri bitmiştir. Dünyanın bir oyun kadar kısa olduğunu en iyi onlar bilmektedir. Onlara havf ve recânın verdiği bir olgunluk, bir sükunet ve vakar hâkimdir. Her hâlükarda ihtiyarlık âcizliktir, tükenmişliktir, iki arada bir derede misali bilinmezliktir. Uzuvların tutmadığı, dermanın kesildiği ve başkalarına muhtaç olmanın ezikliğiyle meşakkatin çoğaldığı bir dönemdir. Mevlânâ ihtiyarlığı şöyle anlatır:

“İhtiyarlıkta beden çorak toprak gibi gevşer dökülür. Çorak bir tarladan hiçbir vakit hoş bitki yetişmez. Köhneleşmiş bir bedende kuvvet ve şehvet suyu kesilmiştir. Artık o kendisinden de, başkalarından da faydalanamaz. Kaşlar eğer kuskunu gibi aşağı düşmüştür. Gözler sulanmış ve kararmıştır. Yüz buruşmuş, kertenkele sırtına benzemiştir. Söz söyleyemez, laf atamaz bir hale gelmiştir. Dişler de dökülmüştür. Gün geçip gitmiş, akşam vakti gelip çatmıştır. Bir leş haline gelen beden topallayıp kalmış, yol da uzun ve uzak; iş yeri yıkılmış, iş düzeni de bozulmuştur. Alışkanlıklar, kötü huylar derinlere kök salmış, kökleri sağlamlaşmıştır. Onları sökecek güç kuvvet de azalmış, tükenmiştir.”(15)

72


düşünce

magrib

K. İnsanın İçine Korku Salınmıştır

Mevlânâ’ya göre, Hz. Allah bütün mahlûkatın kalbine korku salmıştır. Hz. Allah korkuyu vesile kılarak dünyanın düzenini sürdürür, insanların her biri kendi işiyle meşgul olur; kendi işini önde tutar, içindeki korkudan dolayı durmadan çalışır çabalar da diğer insanlarla ilgilenmeye fırsat bulamaz. Böylece fitne fesat yayılmaz. Her insan korktuğu şey dolayısıyla diğer insanın işini görür. Böylece yeryüzünün düzeni hiç bozulmadan devam eder. Bir memur âmirinden korktuğu için görevini aksatmadan yapar. Bir öğrenci öğretmeninden koktuğu için, bir işçi patronundan korktuğu için sorumluluklarının bilincinde olur. Aslında hiç kimse sadece birisinden korkmayla işini yapıyor değildir. Ama insanoğlu, işinin hakkını vermediğinde hem kendisine, hem sorumluluk veren kişiye, hem de çevresine saygısızlık etmiş olur. İnsan kendisine de başkasına da saygısızlık etmeyi istemez. Bu korkuyu hep içinde taşır. İşte bütün bu korkuları kalplere salan da Allah’tır. Allah insanların duygularının hâkimidir ve insanların duyguları üzerinde tasarruf sahibidir. Mevlânâ, bu durumu şöyle anlatır:

“Değirmen beygiri koşar durur. Onun maksadı ancak sopa yemekten kurtulmaktır. O değirmen beygirinin su çektiğinden, yahut susamdan yağ çıkardığından haberi bile yoktur. Öküz de arabayı çekmek, eşyayı götürmek için değil, dayak yiyip yaralanmak korkusundan işe koyulur, koşar. Hak ona yalnız öyle bir acı korkusu vermiştir de, o yüzden işler görür. Böylece her kazanç sahibi de, dünyayı ıslah etmek için değil, kendisi için çalışır. Herkes derdine bir derman, yarasına bir merhem arar. Bu yüzden de âlem ayakta durur, işler yürür, gider. Hak korkuyu bu âleme direk yapmıştır. Herkes korku yüzünden bir işe sarılmıştır. Allah’a hamd ve senalar olsun ki, korkuyu yeryüzüne mimar yaptı. Yeryüzünü onunla düzene koydu. Bunların hepsi de iyiden, kötüden korkarlar; fakat hiç kimse yoktur ki, kendi kendinden korksun. Şu halde, hakikatte herkese hâkim olan biri var. O, duygularla duyulmaz, gözle görülmezse de, herkese çok yakındır.”(16) Yeryüzündeki bütün insanlar ya bir şeyleri elde etmek ya da elde ettiklerini muhafaza etmek için çabalamaktadır. Kaygısız ve korkusuz yaşayanlar ancak hakikati keşfedebilenlerdir. Diğer bir deyişle ; “Yüzlerini Hakk’a teveccüh edip, mâsivâdan İ’râz eden kullardır.” Mevlânâ şöyle devam eder: “Herkes dünyada bir işle meşguldür. Kimi kadın, kimi mal, kimi kazanç, kimi ilim muhabbetindedir. Cümlesi, benim dermânım, zevkim, hoşluğum, râhatım ondadır ve o, rahmet-i Hak’tır diye i’tikâd eder. Bir dem mükedder olunca, o zevk ve râhat teharrîsi, doğru değilmiş, meğer iyi arayamamışım, tekrar teharrî edeyim der. Vaktâki yine arar yine bulamaz. Tâ rahmet hicabsız yüz gösterinceye kadar böylece arar durur.”(17)

L. İnsan ve Dünyanın Sıkıntıları

İnsanın hayatı doğumdan ölüme kadar devam eden bir süreçtir. Bu süreçte insanın, neşelendiği, sevindiği günler olacağı gibi; hüzünlendiği, dertlendiği günler

73


magrib

düşünce

de olacaktır. İnsan bütün bu yaşadıklarıyla, hem sevinmeleriyle, hem kederleriyle insandır ve hayat dediğimizde aklımıza inişli- çıkışlı bir süreç gelir. Hz. Peygamber’in bize haber verdiği haliyle en çok peygamberler, daha sonra ise derece derece Allah dostları ve diğer insanlar sıkıntı çeker. Hz. Allah insanlara kaldırabilme güçlerine göre yük verir. Diğer bir deyişle Hz. Allah, hangi kulunu daha çok sevmekteyse, onun yükünü çoğaltmaktadır. Nitekim Mevlânâ şöyle der:

“Cenâb-ı Hak Firavun’a yüzlerce mal, mülk verdi de, o ululuk, büyüklük davasına kalkıştı ve halka; ‘Ben sizin rabbinizim.’demeye başladı. O kötü yaratılışlı, mayası bozuk Firavun’un, Allah’a yalvarmasın, sızlanmasın diye, bütün ömründe bir defa olsun başı ağrımadı. Allah, Firavun’a şu dünyanın bütün mülkünü, saltanatını verdi de, ona dert, ağrı, sızı, gam vermedi.”(18) Allah’ın sevdiklerinin yükünü çoğaltması meselesi, aklını kullanan insana ilk planda garip gelebilir. Oysa bunun anlamı şudur: Allah sevdiği kuluna dert verdiyse ondan önce dayanma gücü verir, sabır verir. Nitekim bazen başkalarında gördüğümüz bir sıkıntıya, asla güç yetiremeyeceğimizi düşünürüz. Ama sıkıntıyı yaşayan insanın alışmış olduğunu, sıkıntıyı aşmış olduğunu, soğukkanlı olduğunu gözlemleriz. İkinci olarak Allah dert verdiyse, o kulunun sevap hanesini doldurmayı irade etmiş demektir. O kişinin sevap hanesi dolduğu oranda, Hakk’a yakınlığı artacaktır. Bir diğer açıdan Allah dert verdiyse, o kulunun kendisini hep anmasını, bir an bile olsun gaflete düşmesini istememektedir. Yani o kulunun dünyaya meyletmesini kıskanmaktadır. Çünkü dertlinin inlemesinde ihlas vardır; bağrı yanıklığın verdiği bir masumluk, bir samimiyet vardır. Bu sözlerden sonra bilinmelidir ki, insan her ne olursa olsun Allah’tan dert istememelidir. Çünkü insan ancak sabredebildiği takdirde, dert onu Allah’a yaklaştırır; sabredemezse, dert onun önünde büyük bir engeldir. Hz. Peygamber hem dünya hem de ahiret için iyilik ve güzellik isteyerek Hakk’a yalvarmıştır. Mevlânâ konuyu şöyle anlatır:

“Şunu iyi bil ki, Sana Allah’ı hatırlatan, seni inciten, gizlice Allah’a yalvartan dert; dünya mülkünden saltanatından daha iyidir. Dertsiz yapılan dua; soğuktur, bir işe yaramaz. Fakat dertli iken, acı çekilen dua; gönülden kopar gelir O dudak altından sesi çıkarman, o gizli niyazın, o geldiğin ve geleceğin ezel âlemi, ruh âlemini düşünmen yok mu? İşte samimi, saf ve hüzünlü bir sesle; ‘Ey feryadıma erişen Allah’ım, ey tek yardımcım olan Allah’ım!’ demen gerçek duadır.”(19)

Dünya sıkıntıları karşısında insanların takındığı tutum iki türlüdür. İnsanların bir kısmı dünyanın meşakkatlerini göğüslemeye güç yetiremeyenlerdir. Çünkü insanın nefsi zaaflara, hatalara ve günahlara meyillidir. İnsan sabretmeye yakın olduğu kadar, isyan etmeye ve aklınca sorgulamaya da yatkındır. Dünyayı keyif sürülecek, rahat edilecek bir mekân olarak algılayanların sabretmesi zordur. Çünkü dünyayı bu şekilde algılayanlar, keyiflerini kaçıracak en küçük bir sıkıntıdan bile hazzetmez. Dünyayı ahiretin bir tarlası olarak görenler ise, acılarına uhrevî bir anlam katarlar. Acılarını bu anlamla yoğurabilenler, daha sabırlıdır. Buna göre, dert; insan dert edin-

74


düşünce

magrib

diği için, dert olmaktadır. İnsan dünyaya bel bağladığı, dünyadan kopamadığı ve rahatına kıyamadığı için rahatını bozan her şeyi dert edinir de, ömrünü vesveselerle, boş kuruntularla hebâ eder. Mevlânâ’ya göre, insan ilahi aşkı yakalasa derdini kendine derman edinecektir. Mevlânâ şöyle demektedir: “Ömür bazen dağlara tırmanarak, bazen denizleri geçerek, bazen ovaları

aşarak bu toprak âleminde geçti, gitti. Böylece kıymetli ömrünü geçim derdi uğruna, şu madde âleminde harcayıp dururken, mana âleminin ab-ı hayatını nerede bulacaksın? Mâsivâ deryasının dalgalarını yarıp da ilahi âleme nasıl geçeceksin? Şu dünya hayatında karşımıza çıkan, bize çok önemli gibi görünen çeşitli vak’alar, haller, zorluklar, engeller, toprak âleminin dalgaları olup bunlar bizim vehmimizden, anlayışımızın kıtlığından, düşüncelerimizin noksanlığından meydana gelmektedir. Halbuki mana denizinin, aşk denizinin dalgaları bizim vehmimizi, anlayışımızı, düşüncemizi mahveder. Bizim aklımızı başımızdan ve bizi bizden alır. Bizi kendimizden geçirir, mest eder. Mana denizinin verdiği mestlik de senin için yetmez, bu tam mestlik değildir. Sen bu yarı mestlikle kaldıkça, gerçek mestlikten uzaksın. Bu yarı mestlik yüzünden kör olursun da gerçek mestlik kadehini göremezsin. Bu dünyanın dedikodusu toz gibidir. Gönül aynasını örter. Sen aklını başına al da, bir zaman için susmayı huy edin.”(20)

1. Dünya Sıkıntılarının Yaratılmasının Hikmeti

Cenâb-ı Hak, hiçbir şeyi boşuna yaratmış değildir. Yaratılmış olan her şey, yerli yerinde ve olması gerektiği gibi yaratılmıştır. Nasıl kâinat ve insan boşuna yaratılmadıysa, diğer canlılar da, iyilikler de, kötülükler de hepsi Hakk’ın yaratmasıyla mevcuttur. Yeryüzünde insanın gönlünün neşe bulması da, insanın gönlüne gam ve keder düşmesi de Hakk’ın irâdesiyle vukû bulur. Yine bunun gibi, cennet boşuna olmadığı gibi, cehennem de boşuna değildir. Dünya hayatında çekilen sıkıntının ve meşakkatin bir hikmete dayandığını vurgulayan Mevlânâ, bir sufi ile bir kadı’nın diyaloğuna yer vererek konunun daha iyi anlaşılmasını sağlar. Mevlânâ sufinin diliyle her kişinin zaman zaman aklına gelebilecek sorulara yer verir. Böylece konuyu herkesin anlayabileceği tarzda ayrıntılara inerek okuyucuyu tatmin edecek bir şekilde sunar. Hikâyeye göre sufi ile kadı arasındaki diyalog şöyledir:

“Sufi: ‘Ne olurdu şu dünya kaşlarını hiç çatmasaydı!’dedi. ‘İnsanlara dâima gülseydi, dâima acısaydı! Her an ortaya bir acılık katmasaydı ve şekilden şekle girerek, insanı paralamasaydı! Gece gündüzün aydınlığını çalmasaydı! Nurunu talan etmeseydi! Kış zevk ve sefa bahçelerini soldurmasaydı! Sağlık kadehi, hastalık taşıyla kırılmasaydı! Korku emniyet ve güveni hırpalamasaydı! Kullarına lütfettiği nimetlerinde bir sıkıntı olmasaydı, cömertliğinden ne eksilirdi?’ ”(21) “Sufi tekrar dedi ki; ‘Yardımı niyaz edilen Allah, her şeye kadirdir. Bizim işimizi, isteklerimizi, ziyansız bir hale sokabilir. Ateşi güllük, bostanlık yapan, bunu da

75


magrib

düşünce

yapabilir. Kârımızı ziyansız bir hale sokabilir. Dikenden gül bitiren o kudretli varlık, bu kışı da bahar haline döndürebilir.”(22) Kadı: “İnsanın hoşuna gitmeyen, insana acı gelen ilahi amir olmasaydı, güzel, çirkin, değersiz taş, kıymetli inci bulunmasaydı! Nefis, şeytan, heva ve heves, zahmet ve meşakkat, didinmek, uğraşmak ve kavga olmasaydı! Ey utanmaz adam, sultan kullarını ne adla çağıracaktı? Nasıl; ‘Ey sabırlı, ey hilim sahibi!’diyecekti? Nasıl; ‘Ey yiğit kişi, ey hâkim!’diyecekti? Sabırlılar, doğrular, sadıklar, fakirleri doyuranlar; yol kesenler, ahlâksızlar olmadıkça, lanetlenmiş şeytan bulunmadıkça, nasıl anlaşılır? Nasıl belli olurdu? İlim ve hikmet, doğru yolu belirtmek içindir. Her tarafa yol bulunsa idi, hikmet boş bir şey olurdu. Sen ise cismânî duyguların kaynaştığı, pis, kirli tabiatının istekleri uğruna iki dünyanın da yıkılmasını istiyorsun.”(23)

2. Dünya Sıkıntılarına Karşı Dört Yol Arkadaşı

İnsanoğlu yaşadığı müddetçe, dünyanın sıkıntısına, derdine, külfetine uğramaktan kurtulamaz. İnsanoğlu, ancak bu dünyadan ahirete göç edince, dünya sıkıntısından kurtulabilir. Mevlânâ’nın tâbiriyle, dünya zindanının ayak bastı parası alınmayan, zindan dayağı atılmayan hiçbir yeri yoktur. İnsan dertten kaçarsa başka derde tutulur. Ancak insanoğlu kendi iç dinamikleriyle, manevî duygularıyla, ruhani yönüyle sıkıntılarla baş edebilir. Kaçmak, kurtuluş değil bunalımdır. İnsan edindiği yol arkadaşlarıyla, sıkıntıların üstesinden gelebilir. İnsanın dört yol arkadaşı; kanaat, hayal, iman ve sabırdır:

“Sen Allah’ın verdiklerine razı olmadıkça, rahat etmek, kurtulmak ümidi ile nereye kaçsan, orada karşına bir âfet çıkar, bir bela gelir, sana çatar. Dünyanın hiçbir köşesi canavarsız ve tuzaksız değildir. Hakk’ı gönülde bularak ve O’na sığınarak, O’nun manevî huzurunda yaşamaktan başka kurtuluş ve rahat yoktur. Kurtulma çaresi bulunmayan dünya zindanının, ayak bastı parası alınmayan, zindan dayağı atılmayan bir köşesi yoktur. Allah’a yemin ederim ki, fare deliğine girsen bir kedi pençesiyle tutulursun. İnsanoğlu hayallere kapılmayı sever, hayalle gelişir; hayalleri güzelse, onunla rahatlar. Yok hayalleri hoşa gitmeyecek olursa, kötü hayallere kapılırsa, mum gibi bu ateşle yanar, erir gider. Yılanların, akreplerin bile arasında olsan, Allah seni güzel hayallerle avutursa… Yılanlar da, akrepler de sana eş, dost olur. Çünkü güzel hayalin bakırı altın yapan bir kimyası vardır. Sabır, güzel hayallerle tatlılaşır, çünkü hepsinden önce sıkıntıdan kurtuluş hayali gelir, seni rahatlatır. O kurtuluş hayali, içteki imandan ileri gelir. İman zayıflığı ümitsizlik, iç sıkıntısı verir. Sabır, iman yüzünden baş tâcı olur. Çünkü sabrı olmayanın imanı yoktur.(24) Hz. Peygamber; ‘Gönlünde sabır olmayan kişinin, Allah’a da imanı yoktur.’diye buyurdu. Bir kişi senin gözüne yılan gibi soğuk görünür. Fakat, yine o adam

76


düşünce

magrib

bir başkasının nazarında, resim gibi güzeldir. Çünkü senin gözüne yılan gibi görünen, onun kâfirliğinin, kötü huyunun hayalidir.”(25) Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh adlı eserinde de insanın hayal kurmasına ve ümit beslemesine değinerek şöyle der: “Bir âdemi, her bir şeyin hayâli o şey tarafına götürür. Hayâl-i bağ bağa, dükkânın hayâli dükkâna sevk eder.” Ümide gelince; “Zîrâ kâfir kavimden başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.(26) Âyet-i kerîmesi mucîbince Hak’tan ümît kesmemelidir. Ümit, tarîk-i eymenin başıdır. Eğer yola girmiyor isen, bârî yolun başını bekle.”(27) Buradan da anlaşıldığı üzere Mevlânâ bir kimsenin neyin peşinde olduğunu, neyi amaçladığını, hangi gâye ile yaşadığını hayalleriyle ölçmektedir. Kısaca bir kimsenin hayâli neyse dünyâsı da odur. İnsan güzel hayallerle güzellikleri yaşamalı ve içinde yaşatmalıdır. Bununla birlikte insan yaşadığı sıkıntılar karşısında ağır başlı olmalı, sabır ve ümitle kanaatkâr olmayı da kendisine ilke edinmelidir.

M. Nefis İle Ruh Arasında İnsan

İnsan nefsiyle, ruhuyla, kalbiyle, aklıyla bir bütündür. Nefis insanı kötüye, çirkine çeker. Ruh ise iyiye, güzele çeker. İnsan süflî duygularla, ulvî duyguların; dünya ile ahiretin, cennet ile cehennemin; ak ile karanın arasındadır. İnsan kâinata bazen mânâ, bazen madde gözüyle bakar. Bazen nefis, bazen ruh galip gelir. İşte insanın hayatı böylece devam eder gider. Mevlânâ, insanın aslına dönmesini salık verir ve şöyle der:

“İnsanda ikilik vardır. İnsanın nefsi küfür ile, ruhu da iman ve irfan iledir. Rûhâniyet üstün gelirse; balık, nefsâniyet galebe ederse; olta olur. İnsanın yarısı mümin, yarısı ateşe tapandır. Yarısı hırslı, yarısı sabırlıdır. Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de: ‘İçinizde mümin de var, kâfir de var.’diye buyurdu.(28) İnsanın alaca öküz gibi sol tarafı kapkara. Öbür tarafı ise ay gibi aktır. Kim insanın çirkin tarafını, kötülük tarafını görürse, onu sevmez. İyilik tarafını görürse, onu beğenir. Yusuf (a.s.) kardeşlerinin gözüne çirkin bir hayvan gibi görünüyordu. Halbuki Hz. Yakub’un nazarında o bir hûri gibi güzeldi. Kardeşleri onu çekemediler, kötü hayale kapıldılar da, onu çirkin gördüler. Bu göz; teferruâtı, parça bucağı gören fânî gözdür. Küllîyi (=bütünü) gören, her şeyde bütünün sıfatını müşâhede eden gönül gözü, mana gözü onlarda yoktur. Sen bizim şu başımızda görünen fânî gözü, asıl gözümüz olan gönül gözümüzün gölgesi bil. Asıl gözümüz, her şeyi nasıl görürse, fânî gözümüz de er-geç onun tarafına döner.”(29) Yeryüzünde iyiliği de kötülüğü de barındıran tek varlık insandır. Bu sebeptendir ki insan hem esfel-i sâfilîn, hem de ahsen-i takvîm olmaya müsaittir. İnsan hem iyiliğe hem de kötülüğe meyillidir. İşte bu hal insanı insan yapan en büyük unsurdur. Mevlânâ insanın bu ahvâlini şöyle anlatır: “Âdem’in vücudu bir sancak gibidir. Sancağı evvelâ havaya kaldırırlar; ondan sonra her taraftan akıl, fehim, hışım, gazap,

77


magrib

düşünce

hilim, kerem, havf ve recâ ahvâl-i bî-pâyân ve bî-hadd sıfât askerlerini o sancağın altında cem’ ederler. Uzaktan nazar eden kimse, yalnız sancağı görür. Ammâ yakına gelen kimse, sancağın altında sayısız halkı görür. Ya’nî gâfil teni görür ve âkıl onda ne gevherler ve ne kadar ma’nâlar olduğunu bilir.”(30) Bunun için insan dünyanın maddî aşklarına değil, gayb âleminin aşklarına yönelmelidir. İkiliğe sahip olan insan teke yönelmeli, üç günlük dünyanın hilelerinden uzak kalmalıdır. Madde dükkânını kapamalı, mana dükkânını açmalıdır.

“Senin âşıkların kerem perdesi ardında, senin için feryâd ediyorlar. Zaman zaman haykırıyorlar, sen onları gör. Yani senin gerçek âşıkların gözünün önünde bulunanlar değildir. Senin gerçek âşıkların ötelerdedir. Sen bu dünyanın maddî aşklarına, fânî âşıklarına bakma. Sen gayb âleminin âşıklarına âşık ol. Beş günlük âşıklara pek aldırış etme. Bu fânî âlemin âşıkları hile ile seni kendilerine çekerler de, seni yerler. Yıllardır çok küçük bir fâide görmedin, ufak bir mânevî yardım almadın. Fânî varlıklar yolunda ne zamana kadar feryâd edip duracaksın, gürültü edeceksin. Ayakların yaralandı halâ bir murada eremedin. Sağlık, hoşluk zamanlarında yüzüne gelenlerin hepsi de sana dosttur, arkadaştır. Dertli ve gamlı olduğun vakitte ise, Allah’tan başka sana kim dost olur? Gözünün, dişinin ağrıdığı vakit, feryâda yetişen Allah’tan başka kim senin elinden tutar?”(31) “Ey insan! Sen bir mekân âlemindesin. Aslın ise Mekânsızlık âlemindedir. Sen bu dünya dükkânını kapa da, öbür dükkânı, mana dükkânını aç.”(32)

N. Dünya Hayatının Sonu Olarak Ölüm

1. Ölümün Elçileri

Bu dünya hayatı insanoğlu için geçici bir mekândır. İnsan doğumla bu fânî mekana adım atmış olur. Çocukluk çağı, gençlik çağı derken zaman su gibi akar gider. Her doğan kişi bu mekâna ölümle veda eder. Ancak herkesin dünyadaki hikâyesi farklı farklı olur. Kiminin hikâyesi dilden dile dolaşır, kimininki ise ölür ölmez unutulur. Neticede her doğan bir gün ölür. Bu mekânda hiç kimse ebedî değildir. Nitekim Hz. Allah şöyle buyurmuştur: “Biz senden önce de hiçbir insana ebedilik vermedik. Şimdi sen vefat edersen, onlar ebedi mi kalacaklar?”(33) Ölüm insana gelmeden önce haberciler gönderir. Mevlânâ’ya göre dertler, sıkıntılar, hastalıklar, insanın ihtiyarlaması, güçten kesilmesi, saçlarının ağarması bütün bunlar, ölümün habercisidir. Mevlânâ konuyu şöyle açıklar:

“Genç iken daha kanatlı idin, önce altın gibi kıymetli ve sevimli idin; ihtiyarlayınca altınlığı terk ettin de, altın isteğine düştün. Sen üzümlerle dolu bir asma idin. Nasıl oldu da üzümlerin döküldü? Nasıl oldu da, meyvelerin tam olacağı bir zamanda bozulup gittin, kuruyup, çürüdün? Bilmiş ol ki, her hastalık, ölümden bir parçadır. Eğer yolunu bulursan ölümün bu parçasını, bu cüz’ünü kendinden çıkar, at gitsin. Dertler, hastalıklar, ölümden gelen elçilerdir. Ey olmayacak şeylerle uğraşan kişi, ölümün elçilerinden yüz çevirme, onlarla iyi geçin ki ölüme de alışmış olasın.”(34)

78


düşünce

magrib

2. Ölüm Gelince Dünya İnsanı Yalnız Bırakır

Bir kimse ölüm döşeğinde acı içinde kıvranırken, hiç kimse ona yardım edemez. Ne serveti ona fayda verir, ne aile efrâdı, ne de akrabaları. Şayet ecel gelmişse hiçbir ilaç tesir etmez. O kimse sevdiklerinin gözü önünde yavaş yavaş erir gider ve onun bu halini görenler de çaresizlik içinde kıvranır durur. İnsanların bir kısmı, dünyaya iki elle sarılır. Dünyayı kazanmak uğruna nice değerlerini kaybetmeyi göze aldığı gibi; dostlarını, sevdiklerini bile dünya meşgalesiyle ihmal eder. Bütün ömrünü, zamanını boş işlerin peşinde, bir oraya bir buraya koşturmakla geçirir. Ancak ölüm gelip çatınca dünya ve içindekiler insanı terk eder, yalnız bırakır. Buna göre:

“Sebepleri kesen, ortadan kaldıran ecel ile ölüm ordusu gelir çatar; kış mevsiminde ölüm bahçesinin dallarını keser, yapraklarını döker! Bilindiği gibi ecel gelip çatınca, hiçbir doktor, hiç bir ilaç işe yaramaz. Ölümü önleyen bütün sebepler, bütün tedbirler ortadan kalkar! Ölüm ordusu öldürücü korkunç hastalıkları temsil etmektedir. O zaman kesilen dallara, dökülen yapraklara bahar da yardım edemez. Ancak, gönüldeki sevgilinin bahara benzer yüzü yardım eder. Can verme gününde, vefasız dünya insandan ayağını çekiverir, gider. Bu sebeple toprağa; ‘aldanma yurdu’ adı verilmiştir. Elinde olan maddi imkânlar seni hayata bağlardı da, o zaman ; ‘ben dertlenirdim!’ derler; sağa sola koşarlardı. Şimdi sen can vermek üzere iken onlar nereye gitti; onlar seninle dertlendi mi? Ne gezer! Dertlere düştüğün, gamlandığın zamanlarda; ‘Gam, zahmet senden uzak olsun; gamla aranda on dağ olsun!’derdi. Zahmet ordusu, gam-elem askeri yani, öldürücü hastalıklar gelip çatınca, vefasız dostun ağzını kapattı; nefes bile almıyor! Seni tanımamazlıktan geliyor, sana; ‘Seni bir yerde görmüştüm.’ demiyor!” (35)

3. Ölüm Olmasaydı Dünya Sapından Ayrılmamış Harman Yerine Benzerdi

İnsan için doğum ne kadar doğal bir vakıa ise, ölüm de aynı şekilde doğaldır. Her ne kadar birisinin ölümü, doğum gibi sevinilecek bir durum olmasa da, ölüm acı ve garip olsa da, kâinatın düzeni böyledir. Ölüm olmasaydı, dünya karmakarışık bir hal alır; dünyanın düzeni bozulurdu. Kısaca ölüm olmasaydı, hayat olmazdı. Mevlânâ, bu durumu şöyle izah eder:

“Biri; ‘Ne hoştu bu dünya ölüm olmasaydı, ölüm çıkıp gelmeseydi.’demekte idi. Başka birisi de diyordu ki; ‘Ölüm olmasaydı, ızdıraplarla dolu olan bu dünya, çekilmezdi, hiç bir işe yaramazdı. Ovaya yıkılmış, dökülmüş, danesi sapından ayrılmamış, ihmal edilmiş bir harmana benzerdi.’ Bir çeşit manevî ölüm olan dünya hayatını, sen dirilik sandın. Tohumu çorak yere çektin. Hiçbir ölü öldüğüne yanmaz, hayıflanmaz. Azığının azlığına yanar. Yoksa aslında o dar bir yerden, bir kuyudan kurtulmuştur. Bir ovaya düşmüş, bir devlete kavuşmuş, ferahlığa erişmiştir. Bu yas konağından, şu daracık deve yatağından geniş bir ovaya geçmiştir.”(36)

79


magrib

düşünce

4. Ölmek Dirilmektir

Ölmek yok olmak, çürümek, toprak olup gitmek anlamına gelmez. Ölüm, insanın dünya hayatından âhiret hayatına geçmesidir. İnsan ölümle yeni bir hayata başlar. İnsan dünya hayatında nasıl yaşamışsa, ahrette ona göre dirilecek ve dünyada ektiklerini ahirette biçecektir. Mevlânâ şöyle der:

“Ölüm gibi görünen, fakat hakikatte ölümsüzlük olan hal, bize helal olmuştur. Bu dünyada maddî rızkın kesilmesi veya azalması da, bize öteki dünyanın rızkı olmuştur. Bizi korkutan, can vermenin görünüşü, dış yüzü; ölümdür. İç yüzü ise diriliktir, yaşayıştır. Görünüşte tükenmedir. Hakikatte ebedi hayattır. Ana rahmindeki çocuğun doğması, bulunduğu dünyadan yeni bir dünyaya göç etmesidir. Fakat dünyaya gelişi, onun için yeniden açılıp saçılmasıdır.”(37) Mevlânâ’ya göre ölüm; hasretin, yalnızlığın, acı ve ızdırabın son bulması demektir. İnsan dostundan ayrı düştüğü için dünyada gariplik çekmekte olduğundan ölümle bu gariplikten kurtulacaktır. Bu açıdan Mevlânâ kendi ölümünü de dosta kavuştuğu için hayat bulmak olarak niteleyerek şöyle der:

“Ölüm meyvesi benim için tatlıdır. ‘Onlar hayattadırlar.’ Âyeti, benim gibi şehit olmak isteyenler için gelmiştir. Ey güvendiğim dostlarım! Beni kınayarak, ayıplayarak öldürüm. Çünkü öldürülmem, beni ebedi hayata kavuşturacaktır. Ey yiğit! Gerçekten de benim hayatım ölümümdedir. Yerimden, yurdumdan ne vakte kadar ayrı kalacağım. Bu dünyada duruşum benim için bir ayrılık olmasaydı; ‘Öldüğümüz zaman hiç şüphe yok ki, biz yine o Allah’a varanlardanız.’ diye buyrulmazdı.” (38) Sufilere göre, insan ölüme her an ölecekmiş gibi hazırlık yapmalıdır. Çünkü ölümün ne zaman geleceği belli olmaz. Hiç kimse ölümden sonra nasıl bir akıbet ile karşılaşacağını bilmez. Bu sebeple insan ölümün acısından, ızdırabından Hakk’a sığınmalıdır. Hz. Allah’ın emir ve yasaklarını gözetmeli, hayırlı amellerini çoğaltmalı, günahlardan sakınmalı, akıbeti hususunda emin olmamalıdır.

Dipnotlar * Bir önceki sayıdan devam. 1 Mesnevî, c. I-II, s. 76-77, by. 956-960, 963-970. 2 Mesnevî, c. I-II, s. 77, by. 1256-1261. 3 Mesnevî, c. I-II, s. 79, by. 1229. 4 Mesnevî, c. V-VI, s. 437-438, by. 1632-1633, 1640-1645. 5 Mesnevî, c. I-II, s. 336, by. 1055-1059. 6 Mesnevî, c. I-II, s. 79-80, by. 909-911, 916-919. 7 Kuşeyrî, a. g. e., s. 312. 8 Mesnevî, c. III-IV, s. 384-385, by. 65-69.

80


düşünce

magrib

9 Mesnevî, c. I-II, s. 175-176, by. 2365-2370. 10 Bakara, 2/216. 11 Mesnevî, c. III-IV, s. 386, by. 81-90. 12 Nahl, 16/70. 13 Mesnevî, c. I-II, s. 353, by. 1215-1220. 14 Nahl, 16/70. 15 Mesnevî, c. I-II, s. 353-354, by. 1221-1226. 16 Mesnevî, c. V-VI, s. 496-497, by. 1296-1300, 2200-2204. 17 Mevlânâ, Celaleddîn-i Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, terc. Ahmet Avni Konuk, haz. Selçuk Eraydın, İstanbul-1994, s. 29. 18 Mesnevî, c. III-IV, s. 26, by. 200-203. 19 Mesnevî, c. III-IV, s. 26, by. 204-206. 20 Mesnevî, c. I-II, s. 52-53, by. 573-578. 21 Mesnevî, c. V-VI, s. 438, 1645, 1739-1741. 22 Mesnevî, c. V-VI, s. 438-439, by. 1739-1746. 23 Mesnevî, c. V-VI, s. 439, by. 1747-1753. 24 İnsanoğlunu Allah’a yaklaştıran amellerden birisi de sabırdır. Çünkü nefis, dert ve sıkıntılar karşısında durmaksızın sızlanmayı ve şikayetlenmeyi temenni eder. B u sebeple sabır, nefse en ağır gelen amellerden birisidir. Bu inceliğe işaret ederek Sadreddîn-i Konevî şöyle demiştir: “Sabır, nefsi şikayetten alı koymaktır. Şüphesiz ki, nefsi şikayetten alı koymak insana sıkıntı verir.” (Geniş bilgi için bk. Konevî, a. g. e., s. 63-64). 25 Mesnevî, c. I-II, s. 304-305, by. 590-603. 26 Yusuf,12/87. 27 Fîhi Mâ Fîh, s. 10-11. 28 Bk. Teğâbün, 64/2. 29 Mesnevî, c. I-II, s. 305, by. 604-611. 30 Fîhi Mâ Fîh, s. 31. 31 Mesnevî, c. V-VI, s. 258-259, by. 3202-3207. 32 Mesnevî, c. I-II, s. 305, by. 612. 33 Enbiyâ, 21/34. 34 Mesnevî, c. I-II, s. 158, by. 3205-3206, 2298, 2301. 35 Mesnevî, c. V-VI, s. 614, by. 3604-3609. 36 Mesnevî, c. V-VI, s. 145-146, 1760-1763, 1766-1768. 37 Mesnevî, c. I-II, s. 236-237, 3927-3929. 38 Mesnevî, c. I-II, s. 237, by. 3933-3936.

81


magrib

düşünce

Veysel Kurt

Makale

AVRUPA MERKEZCİLİK ve ELEŞTİRİSİ

“Bir şeyin tersinden konuşmak onun ekseninde konuşmaktır.” Fernand Braudel

Giriş Yerine: Değişken Avrupa Sınırları ve Avrupa Kimliği

Günümüzde, kendi külleri üzerinden yeniden doğan ve Roma’dan beri aradığı siyasal istikrarı henüz bulabilen yaşlı kıta Avrupa’nın, insan zihninde çok farklı çağrışımlar bıraktığı reddedilemeyecek bir gerçektir. Sınırları tarih boyunca değişkenlik gösteren yaşlı kıtanın nerde başlayıp nerede bittiği sürekli tartışma konusu olmuştur. İspanya’nın Müslümanlar tarafından fethi, Napolyon için Avrupa’nın Batı sınırı Pireneler’den başlamış; doğu sınırı ise Osmanlıların hakimiyet alanına göre ise sürekli değişmiştir. Soğuk savaş boyunca demir perde ile sınırlarını belirleyen Avrupa, Sovyetlerin yıkılması ve Doğu Avrupa ülkelerinin liberal dünyaya eklemlenerek Avrupa Birliğine üye olması Avrupa artık Rusya’ya komşu olmuştur. Günümüzde ise Rusya’nın Avrupalı olup olmadığı tartışması doğu sınırının üzerindeki tartışmaların hala sürdüğünü göstermektedir. Avrupa karşılıklı etkiler bakımından her ayrı dönemde bölünmüş, sonra baskın unsurun mahiyetine göre yeniden yapılanmıştır. Dolayısıyla Avrupa bir dönem Grekleşmiş, bir dönem Latinleşmiş, bir dönem Romalılaşmış, bir dönem Germenleşmiş, bir dönem Hıristiyanlaşmış bir dönem sekülerleşmiş dolayısıyla her bir dönemde yeniden “Avrupalılaşmış”tır. Sırasıyla İran, Mezopotamya, Yunanistan ve Roma ile bağlarını yenileyen Avrupa’nın bugünkü kimliği, bu unsurların yoğrulması ve tarihsel süreç içindeki devinimleri sonucu ortaya çıkmıştır. İfade edilen bu süreçlerin her birinde kimliği şekillendiren dinamik unsurlar farklı olmuş, hatta zaman zaman birbiriyle çelişen unsurlar belirgin bir şekilde öne çıkmışlardır. Örneğin Kilise Orta çağ boyunca Avrupa zihniyetinin temel parametresi iken; Aydınlanma döneminde bu zihniyet terk edilmekle kalmamış, dahası ilerlemenin önündeki en büyük engel olarak görülmüş ve söz konusu dönemde “akıl” ve “rasyonel düşünce” Avrupa zihniyetini oluşturan en temel unsur olarak öne çıkmıştır. Burada dikkat edilmesi gereken husus şudur: tarihsel süreç içinde oluşan Avrupa Kimliğine ilişkin unsurların değişmesi, birbiriyle çelişmesi, bu unsurların hiçbirinin Avrupa Kimliğinden kopması için bir sebep oluşturmamaktadır. Tam aksine bütün bu unsurlar –görünürdeki bütün zıtlıklara rağmen- kendi içinde bir bütünlük oluşturmakta ve her biri Avrupa kimliğinin vazgeçilmez bir parçasını oluşturmaktadır. Avrupa kimliğini dinamik bir yapıya kavuşturan bu devinimli-değişken özelliği olmuştur. Her dönemde oluşan şartlara uyum göstermesi, daha doğrusu siyasi ortama uygun olarak kendini yenileyebilmesi, bütün konjonktürsel durumlarda canlı

82


düşünce

magrib

kalmasını sağlamıştır. Gerard Delanty(1), bu durumu “Avrupa fikrinin sonsuza kadar devam edecek, yeni kolektif kimliklerin baskısıyla belirlenen bir icat ve yeniden bir icat olduğu sürecidir.” şeklinde özetlemektedir. Bu cümlede de dikkat çekildiği gibi Avrupa kimliğinin yeniden icat edilme süreci, “öteki” ile kurulan ilişki ile doğrudan ilgilidir. Avrupa diğer kültürleri hiçbir zaman göz ardı etmemiş ve onlara karşı kendini merkezde tutma pozisyonunu benimsemiştir. Hatta gerektiği zaman onlarla aynı kökleri paylaşmaktan geri kalmamıştır. Örneğin Antikçağ’da İran Avrupa’nın bir parçası olarak kabul edilmiştir. Ancak Helen uygarlığının keşfedilmesiyle Avrupa’nın dayanak noktası artık Yunanistan olmuştur. Dolayısıyla Avrupa için belli bir mekan söz konusu olmamakta fakat kendini “uygarlığın merkezine yakın hatta tam ortasında olacak tarzda konumlandırmak için ne gerekiyorsa onu yapmıştır.”(2) Dolayısıyla Avrupa’nın “öteki” ile ilişkisi kendi aidiyet algısına göre değişmektedir. Tarihsel süreç içinde her dönem farklı bir adaptasyon üretmiş ve böylece her dönem farklı bir Avrupa ortaya çıkmıştır. Bu dönemler boyunca en acımasız savaşlara, ulusal mücadelelere sahne olmuş ve bu yönüyle insan zihninde paramparça bir yapı arz eden bu yaşlı kıta ortak bir kültür ve kimlik oluşturacak kadar da bütünlüklü bir yapı arz etmektedir. Avrupa’nın ortak bir kültür ve kimliğinin olup olmadığına yönelik fikirler elbette bir potada birleşmiş değildir. Tarihin hiçbir döneminde Avrupa’nın bütünleşemediğini savunan her zaman aykırı bir unsur bulundurduğuna yönelik görüşler de yaygındır.(3) Ancak gerçek olan şu ki; kendi içinde ne kadar parçalanırsa parçalansın, düşmanlığın boyutları hangi seviyeye çıkarsa çıksın Avrupa’nın “öteki”ne karşı bir bütün olduğu kabul gören, yaygın bir kanaattir. Avrupa’nın “öteki”ne karşı bütünlüğünü sağlayan en önemli unsurlar da Yunan-Roma mirası, Hıristiyanlık ve onu diğer kültürlere karşı görece üstün kılan endüstri devrimidir.

1.AVRUPA-MERKEZCİLİĞİN BOYUTLARI 1.1.Avrupa-Merkezciliğin Doğuşu ve Dayanakları Üzerine

Avrupa-merkezcilik (eurocentrizm), bir ‘-izm’ olmasına rağmen belirli bir düşünce akımı olmaması ve bütünlüklü bir bilgi kümesi olmadığından tanımlanması zor bir kavramdır. Fakat, okul kitaplarında, siyasi konuşmalarda, basında, düşüncelerin dile getiriliş biçiminde, ve hatta günlük hayatta izlerine rahatlıkla rastlayabileceğimiz bir kavramdır. Ve dolayısıyla sahip olduğu boyutlar hakkında birkaç sorgulama yapılabilir: Gündelik dile yerleşen ve ilgili herkesin kullandığı bazı söylemler farkına varılsın ya da varılmasın Avrupa merkezci bir söylemin ürünüdür. Örneğin DoğuBatı ayrımı sadece birer yön belirtme ifadesi midirler? Ortadoğu kime ve neye göre Ortadoğu’dur? Neden farklı coğrafyalarda bulunanlar için nesnel bir tanımlama olabilecek Batı Asya gibi kıtasal bir ifadenin yerine belirli bir öznenin coğrafi duruşuna göre bir anlam ifade eden bu tanımlama kullanılmaktadır? Kendisine göre Batı’da yer alan Çin için Ortadoğu ifadesi ne kadar gerçekçi bir ifadedir?(4) Elips biçiminde olduğu kanıtlanmış yerkürenin haritalara dökülmesi sırasında hangi coğrafyanın yerkürenin

83


magrib

düşünce

merkezinde olacağına kim karar veriyor? Örneğin dünyanın en ücra köşesinde yer alan Avustralya’nın haritanın ortalarında gösterilmemesi için geçerli bir sebep olabilir mi?* Bazı genel geçer açıklamaları yerine oturtmak için kullanılan ayrım biçimi sadece Doğu-Batı ayrımı olmamıştır. Bu ayrım zamanla kuzey-güney, gelişmiş-az gelişmiş gibi farklı kategorik bölümlemeler şeklinde ortaya çıkmıştı. Bu kategorik bölünmeler çalışmanın ilerleyen kısımlarında görüleceği üzere sadece bir açıklama biçimi değil; aynı zamanda karşılıklı bir bağımlılık ilişkisinin örtüldüğü ayrımlar olmuştur. Bu sorgulamalardan sonra Avrupa-merkezciliğin, “herhangi bir etnik grubun başka toplumların kültür ve davranışlarını değerlendirirken, yargılarını kendi sosyal ve siyasal standartlarını kriter olarak kabul etmesi ve dolayısıyla kendini üstün görmesi” olarak tanımlanan “etnosentrizm” den daha kapsamlı olduğunu vurgulamamız gerekir. Avrupa merkezciliği herhangi bir etnosentrizmden ayrı kılan, Avrupa’nın diğer toplumlarla sahip olduğu asimetrik güç ilişkisidir. Dolayısıyla Avrupa merkezciliği Avrupa’nın kapitalist yayılmacılık yoluyla dünya üzerinde kurduğu hegemonyadan ayrı düşünemeyiz. Avrupa merkezciliğin oluştuğu dönem konusunda kesin bir tarih belirlenemeyecekse de bir söylem olarak ortaya çıkması Rönesans dönemiyle başlamaktadır. Rönesans’tan itibaren Avrupa’nın kazandığı teknik ve bilimsel alanlarda kazandığı görece üstünlük Avrupa’nın diğer toplumlardan üstün olduğu düşüncesinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Samir Amin’e göre Avrupalılar Rönesans döneminden hemen sonra da bu günkü tarzda Avrupa merkezcilik bilincine sahip değildi. Çünkü o dönemde henüz ne yaptıklarının yani kapitalizmi bir toplumsal örgütlenme tarzı olarak kurduklarının farkında değildi. O dönemde sahip olunan üstünlük bilinci “Avrupalılıklarına”, yeniden keşfetmeye başladıkları Yunan kültürüne atfettikleri kutsallıktan ya da kaydettikleri gelişmelerden kaynaklanmaktaydı.(5) Aslında konunun en problemli noktalarından biri de bahsettiğimiz Yunan kültürünün keşfi meselesidir. Bu konuda son yıllarda yoğun tartışmalar yaşanmıştır. Bu tartışmaların tetikleyicisi Türkçe’ye de çevrilen Martin Bernal’in 1987 yılında yayınlanmış olan “Black Athena (Kara Atena)”(6) başlıklı çalışması olmuştur. Bernal’in çalışmasının temel tezi; Batı dünyasının kökeni olarak keşfedilen Yunan dünyasının özgünlüğü düşüncesinin bir efsane olduğu ve Yunan düşüncesinin de temelini Doğu’da olduğuydu.** Ancak ayrıntısını daha sonra göreceğimiz gibi, günümüz Avrupa merkezciliği herhangi bir üstünlük iddiası olmasından öte Avrupa yayılmacılık ideolojisinin kimi zaman perdeleyicisi, kimi zaman meşrulaştırıcı aracı, ama her zaman da bu ideolojinin devamlılık unsuru olagelmiştir. Avrupa merkezciliğin haklı ve geçerli olduğunu öne süren bir çok görüş de mevcuttur. Bu görüşlerin en önemli çıkış noktası, Avrupa’ya görece üstünlük sağla-

84


düşünce

magrib

yan kapitalizmin Avrupa’da ortaya çıkışı dır. Kapitalizm neden başka yerde değil de Avrupa’da ortaya çıktı sorusu bu durumda temel dayanak noktası olmaktadır. Buradan ‘eğer Avrupa’da ortaya çıktıysa üstünlük aracının Avrupalılarca kullanılmasında bir sakınca yoktur’ sonucuna varılır. Ancak bu durumda sorgulanması gereken nokta üstünlük aracının kim tarafından geliştirildiği meselesi değildir. Avrupa merkezciliğin evrensel olarak ne ifade ettiği ve insanlığa ne kazandırdığı sorusu temel sorudur. Eğer herhangi bir gelişme sonucunda Avrupa merkezciliğin ortaya çıkardığı sonuçlar bakımından benzer sonuçlar ortaya çıkaran bir ‘Çin merkezcilik’ olsaydı sorgulanacak temel şey gene aynı olurdu. Kaldı ki kapitalizmin Avrupa tarihine has bir olgu olmadığı ve genel tarihsel süreç içinde ortaya çıktığını iddia eden görüşler de vardır.(7) Ayrıca, Avrupa-merkezciliğin geçerli bir başlangıç noktası olduğu ve günümüz dünyası için en geçerli açıklama biçimi olduğu iddiası mevcuttur.(8) Bu tür iddialar da Avrupa-merkezciliğin sıradan bir etnosentrizm olduğu fikrine dayanarak, oryantalizme karşı oksidentalizmi; ırkçılığa karşı anti-ırkçılığı koyarak Avrupa-merkezciliğin abartılmaması gerektiğini savunur. Ancak burada; karşı karşıya konumlandırılan ‘stereo-tipk’olguların (oryantalizm-oksidentalizm, ırkçılık-anti ırkçılık) simetrik bir pozisyona sahip olmadıkları ve Avrupa-merkezci olguların hakim paradigmanın gücünü arkasına aldığı gerçeği gözden kaçmaktadır. Dolayısıyla Avrupa-merkezci söylemlerin karşısına konumlanan olgular ‘nötrleştirici’ güce sahip değildir. Bu noktada S. Sayyid’in “oryantalizmin bir avantajı olan bilgi-iktidar ilişkisi Oksidentalizm için geçerli olmadığı” görüşü açıklayıcı olmaktadır.(9) Hatta tam aksine bu stereo-tipik karşı olgular – ayrıntılarını sonraki bölümlerde göreceğimiz gibi – Avrupa-merkezci söylemin pozisyonunu güçlendirici sonuçlarda doğuracaktır.

1.2. Bir İdeoloji Olarak Avrupa-Merkezcilik ve Eleştirisi

İlk bölümde Avrupa merkezciliğin herhangi bir etnosentrizm olmadığını ve çok belirgin ayırıcı vasıflara sahip olduğunu belirtmiştik. İkinci bölümde ise tarihsel süreç içinde yapısal değişiklikler geçirdiğini ve özellikle çağdaş kapitalizmin için bir örgütlenme tarzı olarak Avrupa’da yerleşmesinden itibaren bir ideoloji hüviyetine büründüğünü ve kapitalist yayılmacılığının bir unsuru olduğunu belirtmiştik. Bu bölümde ise Avrupa-merkezciliğin bir ideoloji olarak gördüğü işlevi ve bunun temelden eleştirisi üzerinde durulacaktır. Edward Said, 1978 yılında yayınlanan Orientalism(10)(Şarkiyatçılık) kitabında kurumları, dili, akademik çalışmaları, imgelemi, doktrinleri, edebi eserleri, sömürgeci kurumlarıyla bir söylem olarak şarkiyatçılığın nasıl işlediğini gözler önüne sermektedir. Şarkiyatçılık temel olarak üç alana işaret eder: İlk olarak Doğu kültür, tarih ve dillerini araştıran akademik bir disiplin; ikinci olarak Doğu-Batı arasında ontolojik bir ayrımı varsayan düşünce yapısı ve Doğu ile ilgilenen bütünsel bir kurum olarak Şarkiyatçılık.

85


magrib

düşünce

Said’e göre Batı için bir gerçeklik olarak Doğu yoktur. Sadece bir tahayyül, bir imgelemdir: “Önemli olan şudur ki; Asya, Avrupa’nın hayal gücü sayesinde sesini duyurabilmektedir...Doğu böylece her devirde Avrupa’nın ihtiyaçlarına göre yorumlanmıştır. Avrupa hayallerinin uğrak noktası olarak bir defa Doğu’yu seçtikten sonra artık durmaksızın yeni şekiller yaratmıştır: Doğu ve Doğulu, Arab, Müslüman, Hintli, Çinli daha bilmem ne...Doğu, üzerinde tüm doğu ülkelerinin sahnelendiği ve sergilendiği bir sahnedir. Doğu böylece Avrupa iç dünyasının dışında sınırsız bir alan değil, daha çok kapalı bir bölge ve Avrupa’ya bağlı bir tiyatro sahnesidir.”(11) Bu durumda bir gerçeklik olarak Doğu’nun bir önemi yoktur. Geçerli ve belirleyici olan Şarkiyatçı bakış açısıdır. İşte, Said’in Şarkiyatçı söylem dediği Doğu’nun bilgisini ve kendisini yaratan bu bilgi üretim geleneğidir. Said’in ısrarla üzerinde durduğu nokta Batı’nın insafından ibaret bir Doğu olduğudur. 1800-1950 yılları arasında Avrupalı seyyahların Doğu izlenimlerini aktardıkları yaklaşık altmış bin kitap bulunmaktadır. Bunun entellektüel bir incelmenin ötesinde, Doğuyu yeniden tanımlama ve yeniden inşa etmenin bir çabası olarak görmek bu tarihler arasında meydan gelen politik olaylardan çıkarabileceğimiz bir sonuçtur. Her ne sebeple olursa olsun II. Dünya savaşı sonuna kadar dünyanın yaklaşık %70’ini sömürgeleştirmek bu ben-merkezci bakış açısının ekonomi-politik bir tezahürüdür. Said Şarkiyatçılığı modern kapitalist Avrupa’nın dünyaya yayılma sürecinin oluşturduğu tarihsel çerçeve içinde değerlendirir ve bu noktada Amin ile aynı görüştedir. Kapitalizm 16. yy’dan itibaren – bu tarih aynı zamanda Rönesans dönemi ile çakışan bir süreçtir – Wallerstein’ın ifadesi ile bir “dünya-ekonomi sistemi” olmaya doğru evriliyordu ve birden fazla sisteme sahipti.(12) Amin, Avrupa-merkezciliği çözümlerken Said gibi bir çok alanı incelemek yerine farklı bir yöntemle onu kapitalizm olgusu içinde değerlendirir. Rönesans döneminden itibaren yeni bir evreye giren Kapitalizm bağlamında yaşanan gelişmeler dolayısıyla Avrupa’nın yaşadığı bir ‘bilinçlenme şekli’ olarak görür. Yeni kapitalist dünya kendini yeni üretim tarzının ayırt edici özelliklerine göre tanımlamaktadır. Kapitalist toplumlardaki bu yeni egemen ideolojinin temel bileşeni olan Avrupa-merkezciliğin(13) ana boyutunu oluşturduğu üç temel işleve sahiptir: kapitalizmin asıl yapısını gözlerden gizler, kapitalizmin tarihsel olarak ortaya çıktığını deforme ederek onu Batı’ya has bir olgu olarak değerlendirir ve nihayet kapitalizmin esas unsuru olan ‘merkez-çevre’ kutuplaşmasını reddederek merkezin çevre üzerindeki her türlü baskısını örtmüş olur.(14) Amin modern kapitalizm, Venedik dönemindeki kapitalist örgütlenme ve Haçlı seferleri sırasında karşı karşıya gelen Müslüman ve Hıristiyanların birbirine karşı takındıkları tavır arasında bir karşılaştırma yapar: Amin’e göre kapitalizmin temellerini 13. yy.da atan Venedikliler kurdukları sistemi bu türden terimlerle çözümleme-

86


düşünce

magrib

dikleri bu sistem aracılığıyla dünyayı fethedebilecekleri bilincine ulaşmadıkları için; Müslümanların insani bakımdan her hangi bir üstünlük duygusundan kaynaklanmayan, kendi dinsel inançlarının doğal sonucu olarak diğerlerinden üstün oldukları iddiası, modern zamanların aşağılayıcı Avrupa-merkezci tavrından çok farklıdır.(15) Amin’in tezi bu noktada, Avrupalıların kapitalist örgütlenmenin getirdiği görece üstünlüğün farkına vardıkları anda, yayılmacılıklarını meşrulaştırmak için Avrupa-merkezcilik perspektifini kullandıkları sonucuna varır.

2. AVRUPA-MERKEZCİLİK VE SOSYAL BİLİMLER 2.1.Sosyal Bilimlerin Avrupa-Merkezciliği

Modern kapitalist sistemin temel bileşeni olduğunu bir önceki bölümde vurguladığımız Avrupa-merkezcilik ideolojisinin sorgulanması gereken bir diğer yönü de sosyal bilimler içinde tuttuğu yer ve oynadığı merkezi roldür. Amin’e göre “Avrupa-merkezcilik çoğu zaman kimse fark etmeden işleyecek derecede Batı sosyal bilimine içselleşmiştir.”(16) Avrupa-merkezci perspektife sahip birçok akademisyen, düşünür edebiyatçı mevcuttur. Bunların tek tek incelenip sorgulanması bu çalışmanın sınırlarını ve amacını aşan bir konudur. (Edward Said’in bir çok yazarı sorguladığı bir önceki bölümde ifade edilmişti.) Sosyal bilimlerin Avrupa-merkezciliğini irdeleyen Wallerstein, sosyal bilimlerin oluşum zamanlamasına dikkat çekerek Avrupa’nın bütün dünya sistemine hükmettiği bir dönemde ortaya çıkması dolayısıyla konu seçiminin, teorisinin, metodolojisinin ve epistemolojisinin içinde formüle edildiği potanın kısıtlamalarını yansıtmasının kaçınılmaz olduğunu ifade etmiştir.(17) Sosyal bilimlerin beş farklı biçimde Avrupamerkezci olduğunu ifade ede Wallerstein bunları şu şekilde sıralar: 1-tarih yazımı 2-evrenselcilik 3-Batı medeniyeti 4-Şarkiyatçılık 5-İlerleme fikrinin dayatılması.(18) Tarih yazımı; Avrupa hakimiyetinin Avrupa’ya özgü tarihsel başarılarla açıklanmasıdır. Avrupa merkezci söylem karışık, çelişkili ve tarihsel olarak dengesizdir ve bu söylem “Orta Asya ve Mezopotamya’dan başlayıp, saf, Batılı ve demokratik oldukları düşünülen klasik Greklere; oradan Roma İmparatorluğu’na ve nihayetinde Avrupa’nın ve Amerika’nın metropol başkentlerine ulaşan tarihsel bir süreci takip eder. Tarih Kutsal Roma, Kutsal İspanyol, Kutsal İngiltere ve Kutsal Amerika İmparatorluklarının sınırları içine sığdırılmıştır. Değişimin yegane gücü Avrupa’dır: Demokrasi, sınıfsal toplum, feodalizm, kapitalizm, sanayi devrimi vs. Böylece Avrupa merkezcilik, Batı’nın fıtri olarak demokratik kurumlar yoluyla ‘ilerlemeci’ tavrının altını çizer”(19). Bu çerçeve içinde 16. yy ile 19. yy arasında vuku bulan gelişmelerin Avrupa’ya has olduğu iddiasını taşır. Ancak Wallerstein bu dönemdeki gelişmelerin dar bir zaman dilimi içinde değerlendirilemeyeceğini birkaç bin yıllık bir periyod içinde değerlendirilmesi gerektiğini; ve bu yapıldığında Avrupa’ya atfedilen başarıların döngüsel bir değişken oldukları görülecektir.(20)

87


magrib

düşünce

Evrenselcilik; Batıda gelişip neşvü nemasını bulan bilimsel paradigmaların tüm zaman ve mekan boyunca açıklayıcı olduğu kabulünden yola çıkılarak bu açıklama biçimlerinin evrensel olduğu iddiası. Ancak bu düşünce bilimin bağımsız bir alan olarak incelenip açıklayıcı gücünün geçerliliğini vurgulamanın yanında, Batı’nın tek geçerli paradigmaya sahip olduğu düşüncesi alttan alta zihinlere işlenmiştir. Bunun siyasi çıkarlar için bir araç olarak nasıl kullanıldığını ayrıca işleyeceğiz. Batı Medeniyeti***; Bu retorik daha çok sömürge döneminin başlıca unsuru olmuştur. Batılılar gittikleri yerlerin yer altı kaynaklarını sömürmek, insanlarını köleleştirmek için değil; medenileştirmek için gidiyorlardı. Zira “beyaz adam”ın bir misyonu vardı ve onu gerçekleştirmeliydi. Şarkiyatçılık; daha önce ayrıntılı işlediğimiz Şarkiyatçılık da bir sosyal bilim olarak aynı zamanda “sömürgeciliğin keşif kolu” olarak bir işlev görüyordu. Said’in çözümlemesini üç düzeyi ayırt eden Kırlı, bu düzeyleri, ‘açık, söylemsel ve teknik’ olarak birbirinden ayırır.(21) Avrupa kültür tarih ve düşüncesine açıkça üstünlük ve öncelik tanıyan varsayımlar, kabuller ve düşünceler bütünü olarak tanımlayabileceğimiz açık Avrupa-merkezcilik, Batı ile Batı-dışının üstün olma-aşağı olma ilişkisinin dolayımsız bir yansımasıdır. Bu söylemi Batı ile Batı-dışını ayırt etmek üzere yapılan ontolojik ve epistemolojik ayrıma dayanan söylemsel boyut takip eder. Söylemsel Avrupa-merkezcilik, Batı’yı dünya tarihini şekillendiren dinamik ve güçlerin etkin alan olarak gören bakışın çıkış noktasını oluşturur. Bu söylemsel boyut teknik açıdan Avrupa-merkezci açıklamalar zinciri için uygun ortamı oluşturur. Böylece Avrupa ve dünyanın geri kalan bölümünü açıklamak üzere üretilmiş kavramlar seti olarak karşımıza çıkar. Avrupa’nın Doğu üzerindeki çıkarlarının Şarkiyatçılık tarafından hem yaratıldığını hem de uygulanabilir kılındığını vurgulayan Said, akademik Şarkiyatçığın dolayımsız bir şekilde Avrupa’nın siyasi ve ekonomik egemenliğinin, yani sömürgeciliğinin hizmetinde olduğunu ifade eder ve bunun dönüm noktasının, Napolyon’un Mısır seferi sırasında ortaya konan Instıtue d’Egypte ve Description de l’Egypte eserlerinde somutlaşan planlı ve bilinçli hazırlıkların temelinde, Doğu’nun askeri olarak ele geçirilmesinden önce zihinsel olarak ele geçirilme planı olduğunu ifade eder.(22) İlerleme; aydınlanma düşüncesinin temel temalarından biri olan ilerleme 19. yy için temel açıklama birimi olmuştu. Wallerstein’e göre ilerleme ayrıca masumiyetini ve inandırıcılığını kaybeden “medeniyet” retoriğinin yerini tutarak yeni dayatma birimi olmuştu.(23) İlerleme retoriği bağlamında Batı’da başlayan gelişim çizgisinin artık bu menzilde devam edeceği ve başka türlü gelişmenin mümkün olmadığı savunulmaktadır. Bu düşünceye karşıçıkan Fikret Başkaya bunun mümkün olmadığını savunmaktadır: “Batı’ya benzeme, onun gibi kalkınma mümkün değildir. Batı eğer öyleyse siz

88


düşünce

magrib

öyle olmadığınız için öyledir. Demek ki Batının öyle olması ve öyle de kalması sizinde “böyle” olmanız ve “böyle” de kalmanızla mümkündür… bu ifadelerle hiç bir şeyin değişmeyeceği anlamı çıkarılmamalı; ilişkinin özünü koruyarak devam ettiğidir. Başka bir deyişle “öyle” ile “böyle” arasında karşılıklı bir belirleme ve şartlandırma ilişkisinin mevcut oluşudur.”(24)

2.2. Siyasi Çıkarların Aracı Olarak Avrupa-merkezci Sosyal Bilimler

Wallerstein’ın kurumsallaşmış sosyal bilimlerin faaliyet alanı/zamanı konusundaki ifadeleri bir saptama olarak doğru kabul edilebilir. (olası bir yanlış anlamayı engellemek için Wallerstein da bu ifadeleri Avrupa-merkezciliği mazur göstermek için değil, bir tespit olarak kullandığını eklemek gerekir.) Ancak sosyal bilimlerin Avrupa hakimiyeti döneminde doğmuş olması siyasi çıkarlara kurban edilmesi için bir gerekçe olmamalı. Bu durumu açıklaması bakımından Türkiye’de de büyük tartışmalara yol açan Francis Fukuyama’nın ‘Tarihin Sonu’ ve Samuel P. Hungtington’ın ‘Medeniyetler Çatışması’ başlıklı çalışmaları örnek olarak incelenebilir. Berlin Duvarı’nın yıkılması ve soğuk savaşın bitiminin getirdiği iyimser havayla Liberalizmin zaferini ilan eden Francis Fukuyama, insanoğlunun arayışının bittiğini ve Batı liberal demokrasisinin beşeri yönetimlerin nihai biçimi olduğunu iddia ediyordu. Bunu vurgularken Hegel ve Marks arasındaki ‘iddialaşma’yı esas alıyordu: “İnsan toplumlarının sonsuza kadar gelişip gideceğine ne Hegel, ne de Marks inanıyordu. Daha çok, insanlık en derin özlemlerine uygun düşen bir toplum biçimine ulaştığında gelişmenin sona ereceğini kabul ediyorlardı. Yani her iki düşünür de “tarihin sonunu” varsayıyorlardı. Hegel için bu liberal devlet, Marks içinse komünist toplumdu.”(25) Ona göre tarihin bundan sonra tanıklık edeceği şey bu liberal değerlerin evrenselleşmesiydi. Batı dışı bütün medeniyet birikimlerini yok sayan bu anlayışa göre, bütün insanlığın, tarihi Batı’nın değerleri ile nihayete eriyordu. Wallerstein bu görüşün aksine 20. yy sonlarına kadar kavramsal düzeyde varlığını devam ettiren kapitalizmin Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte pratik bir olguya dönüştüğünü, bu dönüşümünde bildiğimiz Kapitalizm Dünyasının sonu olduğunu vurguluyor.(26) Huntington, Fukuyama’nın aksine herhangi bir düzenden bahsetmeksizin yaşanan çatışmalar üzerine kurulmuş, daha gerçekçi ve politik tarafı kendini daha çok belli eden bir söylemle tarihin bitmediğini, bundan sonraki çatışmaların medeniyet eksenli çatışmalar olacağını vurguluyordu. Huntington bu yargının sebeplerine değinirken özetle şunları söylüyordu: Medeniyetler arasındaki farklar sadece hakiki değil esaslıdırlar da...gittikçe küçülen dünyada farklı medeniyet insanları arasındaki etkileşimler, farklılık ve adavetleri abartarak insanların medeniyet şuurlarını artırıyor...Dünya çapındaki sosyal ve ekonomik değişme, insanları mahalli kimliklerinden kopararak

89


magrib

düşünce

milli devletlerin zayıflamasına yol açıyor; bu boşluğu da “fundamentalist” hareketler doldurmaktadır...siyasi ve ekonomik olanlara nispetle daha az değişme istidadı gösteren kültürel hususiyet ve farklılıkların uyuşma ve ayrışmaları da daha kolaydır.(27) Bu iki makalenin görünürdeki çelişkisine rağmen aynı kaygı ve misyonla yazıldığına dikkat çeken ve birbirinin tamamlayıcısı olduğunu vurgulayan Davutoğlu, Fukuyama ve Huntington’un söylediklerini birleştirerek şunları söylemektedir: “Oluşturduğu evrensel değerler ve demokratik sistemle insanoğlunun nihai hedefini gerçekleştiren Batı medeniyeti (Fukuyama) ve detaydaki bunalımların çıkmasına sebep olan yerel kültür ve medeniyet çatışmaları (Huntington).”(28) Tam da bu noktada Edward Said’in ‘Oryantalizm’ yaklaşımının İsrail-Filistin meselesi ile ilgilenmesi sonucu şekillendiğini(29) hatırlatmak, konuyu daha da açıklığa kavuşturmak bakımından yararlı olacaktır. Sosyal bililerin hem mahiyetini hem hangi perspektifle geliştirildiklerini hem de tuttukları yeri özetlemesi açısından şu anı açıklayıcı bir özelliğe sahiptir: Ahmet Davutoğlu, Kuala Lumpur’daki Uluslararası İslam Üniversitesinde ‘siyasi düşünce tarihi’ dersini okutmaya başladığında bir şok yaşadığını anlatır. Davutoğlu ilk gün elinde Sabine’ın (çoğu Batı üniversitesinde ders kitabı olarak okutulan ve bu amaçla da Türkçe’ye de çevrilen) ünlü kitabıyla sınıfa girer. Niyeti kitabı öğrencilere tanıtıp derse başlamaktır. “Sınıfa girer girmez ilk şoku yaşadım. Küçük bir Birleşmiş Milletler gibiydi sınıf. Çinli, Hintli, Afrikalı, Türk, İranlı, Bosnalı hatta El Salvadorlu öğrenciler yan yanaydı. Bu kitap Platon ve Aristo ile başlıyor, orta çağları çok kısa geçerek Michavelli’ye geliyordu. Hobbes, Lock, Hume, Montesquieu, Rousseau, Hegel, Marks… bu kitabı okutmak bu çocuklara ‘siz tarihte yoksunuz. Atalarınız toplum yönetimi konusunda işe yarar hiçbir fikir üretmiş değildir’ demekti.” Davutoğlu kolları sıvar ve karşılaştırmalı bir siyasi düşünce tarihi ders programı hazırlar. Artık Michavelli’nin ‘Prens’iyle beraber Kınalızade’nin Ahlak-ı Alai’sini okumaya başlamışlardır.(30)

Sonuç: Avrupa-merkezcilik Eleştirilerinin Kısa Bir Değerlendirmesi

Avrupa-merkezcilik genetik bir miras olmayıp, tarih boyunca oluşmuş bir düşünce türüdür: Avrupalı olmayanların Avrupa-merkezci olabilecekleri gibi Avrupalılar da Avrupa-merkezcilik karşıtı olabilirler. Peki Avrupa-merkezcilik karşıtı olmak ne demektir? Avrupa-merkezcilik karşıtı olmak aynı zamanda neye karşı olmaktır? Bu sorular çerçevesinde yapılmış yığınla tartışma vardır. Bu tartışmaların bir kısmı modern kapitalist Batı olgusunu tamamen reddeder; bir kısmı da bu “muhteşem” Batı

90


düşünce

magrib

olgusunun biricik ve özgün olmadığını dünyanın geri kalan kısmının sadece bir parçası olduğu üzerinde durur. Avrupa-merkezciliğe karşı durma adına ilk savı benimsemek her şeyden önce totalci bir anlayışın ürünü olup, aynı zamanda tarihsel bir gerçekliğin reddi anlamındadır. Bu reddiye Batı’nın tarihsel süreç içindeki başarılarını görmezden gelirken aynı zamanda işlediği suçları da kapalı ya da açık bir şekilde –amacı bu olmamasına rağmenörtmektedir. Bu yüzden bu reddiyenin yerine varolan tarihsel gerçekliği bütün unsurlarıyla kabul ederek bunun karşısına daha esaslı bir “duruş” sergilemek gerekmektedir. İkinci, yani Batı’nın biricikliğini ve özgüllüğünü reddeden duruşlar da, dünyanın geri kalan kısmının tarihsel rollerine vurgu yapmak amacıyla ortaya koyduklar savlar, Batı’nın üstünlüğünü geçici bir durum olarak değerlendirir ve bu diğer toplumlarında aynı başarıyı yakalayabilecekleri sonucuna varır. Bu karşı duruş biçimi de aslında dünyaya hükmeden (kimine göre sömüren) Avrupa’nın diğerlerini tökezletmediği takdirde diğerlerinin aynı başarıyı yakalayabileceğini öne sürer. Yani bu durumda Avrupa yerine Çin, Ruslar veya Müslümanlar olabilirdi. Bu durumda diğer unsurlar aslın Batı’nın birer “suç ortağı” konumundadırlar. Bu görüşün aslında Avrupa-merkezciliği bir bakıma haklı çıkaran bir noktaya doğru gittiği açıktır. Bu durumda Avrupa-merkezcilik yanlılarının haklı olarak sorabilecekleri “neden Avrupa değil de başka bir unsur” ya da “Avrupa yerine başka bir unsur “aynı” başarıyı yakalamış olsaydı ne değişecekti” soruları gündeme gelir. Bu “tersinden Avrupa-merkezcilik” olarak değerlendirebileceğimiz ve Avrupa-merkezci bakış açısının pozisyonunu pekiştiren savların yerine çok daha temelden bir eleştirinin geliştirilmesi kaçınılmazdır. Bu eleştirinin çıkış noktası da günümüz dünyasının durumundan yola çıkmak olabilir. Temel soru da “Avrupa-merkezcilik perspektifinin bütün insanlık için olumlu mu yoksa olumsuz sonuçlar doğurduğu” sorusudur. Bu durumda diğer kültürel unsurların, medeniyetlerin kendi içindeki bütünlükleri ve kat edecekleri yol belirli bir paradigmanın bakış açısıyla değil kendi iç bütünsellikleri ve tutarlılıkları açısından bir değerlendirmeye tabi tutulmalarıdır. Bu noktada bu Batı-dışı toplumların değeri ne kadar modernleştikleri ve insanlığa yapacakları katkıların kriteri vardıkları kapitalist aşama değil; kendi içinde belirledikleri başka kriterler geçerli olacaktır. Sonuç olarak Avrupa-merkezcilik perspektifinin elli yıl öncesine nazaran günümüz dünyasında daha az yer tuttuğunu söylenebilirse de farklı biçimlerde hala varlığını sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Bu anlamda bir önceki bölümde kritize edilen Fukuyama ve Huntington’un çalışmaları birer örnektir. Dolayısıyla farklı şekillerde, az ya da çok sosyal bilimlerin ardalanını oluşturan Avrupa-merkezci söylemlere alternatif bakış açıları ve bilgi üretim tarzları üretilmek durumundadır. Söylemsel eleştiriyle

91


magrib

düşünce

yetinmeyip teknik anlamda kavramsal açıklamalar ve süreklilik arz eden bakış açıları üretilmelidir.

Dipnotlar 1 Gerard Delanty, Avrupa’nın İcadı, Çev.: Hüsamettin İnaç, Adres Yayınları, Ankara, 2004, s.2 2 Thierry Hentch, Hayali Doğu.Batı’nın Akdenizli Doğu’ya Politik Bakışı (Çev.:Aysel Bora, Metis Y. İstanbul, 1996) ve İbrahim S. Canbolat, Avrupa Birliği: Uluslarüstü Bir Sistemin Tarihsel, Teorik, Kurumsal, Jeopolitik Analizi ve Genişleme Sürecinde Türkiye ile İlişkiler, Alfa Y. İstanbul, 2002, 3. 3 Örnek için bkz. Fredric Jameson, “Avrupa ve Ötekileri”, Cogito, Bahar 2004, Sayı: 39 4 Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, Küre yay., İstanbul, 2001, s.129-130 * Çinlilerin uzun zaman öncelerinde bile kendi çizdiği haritalarda Çin’in yer kürenin merkezinde yer aldığı bilinmektedir. Hatta 19. yy’da Çin ile bir anlaşma yapmaya gelen bir İngiliz yetkilinin Avrupa’yı merkezde gösteren haritasını gördüklerinde, çok şaşırdıkları ve Çin’i merkezde gösteren haritanın esas alınmadığı takdirde anlaşma yapmayacaklarını ifade ettiklerinden, İngiliz yetkilinin bunu kabul ettiği rivayet edilir. 5 Samir Amin, Avrupa Merkezcilik, ayrıntı yay., (çev:Mehmet Sert), İstanbul, 1993, s.88 6 Martin Bernal, Kara Atena, Kaynak Yay, İstanbul, 1998 ** Bernal, kendisine yöneltilen eleştirilere “Kara Atena Cevap Veriyor” başlıklı çalışmasında cevap vermiştir. 7 İmmanuel Wallerstein’in görüşleri için http://www.binghamton.edu/fbc/200en.htm adresindeki makaleler, ve A. Gunder Frank, “21. yy Asya’nındır”, Anlayış, Aralık, 2004, Sayı,19, s.46 (söyleşi:Mustafa Özel, 2004) 8 Fred Halliday’ın görüşleri için bkz. S. Sayyid, Fundamentalizm Korkusu, Vadi Y., İstanbul,2000 9 S. Sayyid, Fundamentalizm Korkusu, Vadi Y., İstanbul,2000, s.175 10 Edward Said, Oryantalizm, İstanbul;İrfan yay., İstanbul, 1998, 4.baskı 11 Edward Said, a.g.e., s.87,95,96 12 İmmanuel Wallerstein, Modern Dünya-Sistem, Cilt-1, Bakış Y.,İstanbul, 2002, s.360 13 Samir Amin, “Avrupa-merkezcilik ve Siyaset”, Özgür Üniversite Forumu, Haziran-Eylül 2001, sayı,11, s.84 14 Samir Amin, Avrupa Merkezcilik, ayrıntı yay., (çev:Mehmet Sert), İstanbul, 1993, s.88,89 15 Samir Amin, a.g.e., s.86-87(Amin Müslümanlar konusundaki görüşünü Maxim Rodinson’a dayandırmaktadır.) 16 Samir Amin, a.g.e., s.129 17 İmmanuel Wallerstein, Bildiğimiz Dünya’nın Sonu, (çev:Tuncay Birkan), Metis Y., İstanbul, 2000, s.184 18 aynı yer, s.185 19 Robert Stam, Ella Shohat, “İçiçe Geçmiş Tarihler: Avrupamerkezcilik, Çokkültürcülük ve Medya”, Köprü Dergisi, Kış 2002, Sayı, 77 20 Wallerstein aynı yer, s.186 *** Gandi’nin “Batı Medeniyeti için ne düşünüyorsunuz” sorusuna karşılık “Batı Medeniyeti mi? Olsaydı fena olmazdı” cevabını verdiği rivayet edilir. 21Biray Kolluoğlu-Kırlı, “Avrupamerkezcilik: Sosyal Teorinin Kör Noktası”, Toplum ve Bilim, Bahar 1994, sayı, 63, s.141 22 Edward Said, a.g.e., s.88 23 Wallerstein, a.g.e, s.193 24 Fikret Başkaya, “Aslanlar ve Avcılar”, Özgür Üniversite Forumu, Haziran-Eylül 2001, sayı,11, s.104

92


düşünce

magrib

25 Francis Fukuyama,, Tarihin Sonu ve Son İnsan, Gün y. (çev.Zülfü Dicleli), İstanbul, 1999, sh.8 26 Wallerstein, “Kapitalizm artık kurtarılamaz durumda, çünkü...” http://www.zmk.uni-freiburg.de/Wallerstein/cultural-globalization.htm (Söyleşi: Frank Welz, Anand Kumar, 1999) 27 Samuel Huntington, “Medeniyetler Çatışması”; derleme, Murat Yılmaz, Vadi Y., Ankara, 2003, s.25,26,27 28 A. Davutoğlu, “Bir Bunalımı Örtme Çabası ve Siyasi Teorinin Pragmatik Kullanımı” aynı yer, s.372 29 Yücel Bulut, Oryantalizmin Kısa Tarihi, Küre Y., İstanbul, 1996, s.66,) 30 Davutoğlu’ndan nakleden; Mustafa Özel, “Küreselci Dünyanın Ulusalcı Türkiyesi” Anlayış, Ocak, 2007, s.18

REFERANSLAR Ahmet Davutoğlu, “Bir Bunalımı Örtme Çabası ve “Siyasi Teorinin Pragmatik Kullanımı”, “Medeniyetler Çatışması”; Derleyen, Murat Yılmaz, Vadi Y., Ankara, 2003, Ahmet Davutoğlu, Küresel Bunalım, Küre Yay., İstanbul, 2002 Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, Küre yay., İstanbul, 2001 Aslı Çırakman, “Avrupa Fikrinden Avrupa-Merkezciliğe” Doğu Batı, Sayı 14 A. Gunder Frank, “21. yy Asya’nındır”, Anlayış, Aralık, 2004, Sayı,19, Biray Kolluoğlu-Kırlı, “Avrupa-merkezcilik: Sosyal Teorinin Kör Noktası”, Toplum ve Bilim, Bahar 1994 Edward Said, Oryantalizm, İstanbul;İrfan yay., İstanbul, 1998 Fernand Braudel, Uygarlıkların Grameri, İmge Yay.,İstanbul, 1996 Fikret Başkaya, “Aslanlar ve Avcılar”, Özgür Üniversite Forumu, 2001, sayı,11 Fredric Jameson, “Avrupa ve Ötekileri”, Cogito, Bahar 2004, Sayı: 39 Francis Fukuyama,, Tarihin Sonu ve Son İnsan, Gün y. (çev.Zülfü Dicleli),İstanbul, 1999 Gerard Delanty, Avrupa’nın İcadı, Çev.: Hüsamettin İnaç, Adres Yayınları, Ankara, 2004 İbrahim S. Canbolat, Avrupa Birliği: Uluslarüstü Bir Sistemin Tarihsel, Teorik, Kurumsal, Jeopolitik Analizi, Alfa Y. İstanbul, 2002 İmmanuel Wallerstein, http://www.binghamton.edu/fbc/200en.htm İmmanuel Wallerstein, Bildiğimiz Dünya’nın Sonu, (çev:Tuncay Birkan), Metis Y., İstanbul, 2000 İmmanuel Wallerstein, Modern Dünya-Sistem, Cilt-1,2, Bakış Y.,İstanbul, 2002 İmmanuel Wallerstein, “Kapitalizm artık kurtarılamaz durumda, çünkü...” http://www.zmk.unifreiburg.de/Wallerstein/cultural-globalization.htm (Söyleşi: Frank Welz, Anand Kumar, 1999) Mustafa Özel, “Küreselci Dünyanın Ulusalcı Türkiyesi” Anlayış, Ocak, 2007, Sayı,44 Robert Stam, Ella Shohat, “İçiçe Geçmiş Tarihler: Avrupamerkezcilik, Çokkültürcülük ve Medya”, Köprü Dergisi, Kış 2002, Sayı, 77 Samir Amin, Avrupa Merkezcilik, ayrıntı yay., (çev:Mehmet Sert), İstanbul, 1993, Samir Amin, “Avrupa-merkezcilik ve Siyaset”, Özgür Üniversite Forumu, Haziran-Eylül 2001, sayı,11, Samuel Huntington, “Medeniyetler Çatışması”; Der:, Murat Yılmaz, Vadi Y., Ankara, 2003, S. Sayyid, Fundamentalizm Korkusu, Vadi Y., İstanbul,2000 Taşkın Taş, “Avrupa’nın Avrupalılaşması”, Doğu Batı, Sayı 14 Thierry Hentch, Hayali Doğu.Batı’nın Akdenizli Doğu’ya Politik Bakışı (Çev.:Aysel Bora, Metis Y. İstanbul, 1996 Yücel Bulut, Oryantalizmin Kısa Tarihi, Küre Y, İstanbul., 1996, Martin Bernal, Kara Atena, Kaynak Yay, İstanbul, 1998

93


Oscar-Claude MOnet ‘Madam Monet ve Cocuk’ 1875, Boston, Güzel Sanatlar Müzesi


düşünce

magrib

OSMANLI TASAVVUF DÜŞÜNCESİNDE HZ. İBN ARABÎ’NİN YERİ İbn Arabî, 1165 senesinde Endülüs’te doğmuş, gençlik yıllarını yine aynı yerde ve Kuzey Afrika’nın bazı bölgelerinde birçok büyük şeyhin hizmet halkasına dahil olup onlardan tasavvufî ilim öğrenerek geçirmiştir. Orta yaşlarına geldiği sıralarda ilahî ilhamla bir daha geri dönmemek üzere doğuya doğru yola çıkarak, sırasıyla Kahire, Mekke, Kudüs, Bağdat, Şam, Halep, Konya ve Malatya gibi şehirleri dolaşmıştır. Konya’da bir müddet kalmış, burada hem üvey evlâdı, hem de talebesi ve Hz. Mevlâna’nın yakın dostu olan Sadreddin Konevî’yi (v.1274) yetiştirmiştir. Ömrünün son senelerini ise Şam’da geçirmiş ve 1240 yılında ebedî âleme göçmüştür. Hazreti Muhyiddîn’in vefatını takip eden senelerde Anadolu, Moğol tehlikesiyle karşı karşıya kalır ve nitekim bu tehlike İslâm dünyasındaki çoğu bölgede olduğu gibi Anadolu’da da dengeleri alt üst ederek daha önce bu bölgede kurulmuş, merkezi Konya olan Selçuklu Devleti’nin yıkılmasına sebep olur. Selçuklu Devleti yıkıldıktan sonra ortaya çıkan beyliklerden birisi de Anadolu’nun kuzey batısında kurulan Osmanlı Beyliği’dir. Osmanlı, Osman Gazi’nin oğlu Orhan Bey’in padişahlığı zamanında devlet statüsüne yükselince, Selçuklunun bıraktığı ilim ve tasavvuf mirasına sahip çıkmıştır. Şüphesiz bu sahiplenmeyi gerektiren sebeplerden bir tanesi, Hz. İbn Arabî’nin eşŞeceretü’n-Nu’mâniyye fi’d-Devleti’l-Osmâniyye adlı küçük bir risalesinde, Allah’ın (c.c) kendisine lütufta bulunduğu cifr ilmine dayanarak Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan ve Osmanlı’ya dair birtakım olaylardan bahsetmiş olmasıdır. Şeyh-i Ekber bazı olayları rumuzlarla ifade ettiği bu risalesini Sadreddin Konevî’ye vermiş, o da risaleyi şerh ederek rumuzların bir kısmını açıklamaya çalışmıştır. Hâl böyle olunca, Osmanlı’da padişahlar, ilim adamları ve tasavvuf erbabı kişiler İbn Arabî’ye hususi bir muhabbet beslemişlerdir. Bunun sonucunda da İbn Arabî’nin eserlerine Osmanlı’da, diğer İslam coğrafyalarında olmadığı kadar yoğun bir ilgi gösterilmiştir. Hz. Şeyh’in belirtilen risalesinde olduğu söylenen “İzâ dahale’s-sîn fî’ş’şîn, yazheru kabru Muhyiddîn” yani, “Sîn şın’a dahil olduğu vakit, Muhyiddîn’in kabri ortaya çıkar” sözü bilhassa meşhurdur. Bilindiği gibi Yavuz Sultan Selim, İbn Arabî Hazretleri’nin

bir kısım eserlerini mütalaa etmiş ve ona diğer ariflerden ayrı bir hürmet duymuştur. Yavuz, Mısır Seferi sırasında Şam’a ulaşınca Şeyh-i Ekber’in kabri o zamanlar çöplük olan bir bölgede ortaya çıkarılmış, böylelikle onun bu sırlı sözünde ifade ettiği şey gerçekleşmiştir. Kabrin bulunup ortaya çıkarıldığı sırada Yavuz Sultan Selim gözyaşlarını tutamamış, Hz. Şeyh için türbe ve yanına da bir cami yaptırılmasını emretmiştir. Yaptırılan bu türbe daha sonra Padişah II. Abdülhamit tarafından restore edilmiştir.

95

Ali Çiçek

İnceleme


magrib

düşünce

İbn Arabî ve eserlerinde bahsini ettiği bazı konularla ilgili fikirleri zaman zaman Osmanlı coğrafyasında derin tartışmalara sebep olmuştur. O’nun sözlerinin inceliğini ve asıl manasını anlayamayan zahir uleması, Hz. Şeyh’in küfrünü iddia etmişler ve bazı eserlerine yönelik eleştiri yazıları kaleme almışlardır. Şeyh’in savunucuları ise bu eleştirilere müdafaalar hazırlamışlardır. Nitekim Yavuz Sultan Selim kendi döneminde Hz. Şeyh’in eserlerini 37 sene mütalaa etmiş olan Şeyh Mekki Efendi’ye İbn Arabî Müdafaası hazırlamasını emretmiştir. Konuyla ilgili olan bir diğer önemli nokta da, Yavuz ve Kanunî zamanlarında Şeyhülislâmlık yapmış olan İbn Kemal’in Hz. Şeyh hakkında söylenen bazı uygunsuz sözlere son vermek amacıyla verdiği fetvadır: “Ey insanlar! Biliniz ki, büyük şeyh, şerefli önder, ariflerin kutbu, muvahhidlerin

imamı, Endülüslü, Hâtem Tayy kabilesinden Muhyiddin İbn Arabî kâmil bir müctehid ve fâzıl bir mürşid, taaccüp edilecek hayat hikayeleri ve olağan dışı hâdiseleri ve çok talebesi olan bir zattır. Âlimler ve ileri gelenler katında kabule mazhar olmuştur. Onu inkar eden hata yapmış olur. İnkarında ısrar ederse sapıtmış olur. Sultana, onu terbiye etmesi ve onu inancından çevirmesi gerekir. Çünkü sultan doğruyu yaptırmak ve kötülükten men etmekle memurdur. Onun birçok eseri vardır. Bunlar içinde Füsûsü’lHikem ve Fütûhât-ı Mekkiyye bulunur. Bunlardaki meselelerin bir kısmının sözü ve manası belli, ilâhî buyruğa ve şer’-i Nebevî’ye uygundur. Bir kısmı da zahir ehlinin anlayışına göre gizli olup, keşf ü batın ehlinin anlayışına göre açıktır. Meramını anlamayana bu durumda susmak lazımdır. Zira yüce Allah, ‘bilgin olmadığı şeyin peşine düşme, çünkü kulak, göz ve kalbin her biri bu davranıştan sorumludur’ (İsrâ, 17/36) buyurmaktadır...” İbn Kemal, bu fetvasıyla birlikte Osmanlı Devleti’nde asırlar boyu sürecek olan bir kanaatin adeta resmi temsilcisi olmuştur. Bu meşhur fetva ve yukarıda bahsi edilen “Sîn şın’a dahil olduğu vakit, Muhyiddin’in kabri ortaya çıkar” sözü, İbn Arabî’nin Şam’da bulunan kabrinin girişinde halen daha asılı durmaktadır. Şunu belirtmemiz gerekir ki, Osmanlı Devleti’nde tasavvuf büyüklerine karşı sûi-zanda bulunan Şeyhülislâmlar da olmuştur. Osmanlı tarihinde ilk defa azil suretiyle emekli edilen Şeyhülislâm Çivizâde buna bir örnektir. Çivizâde, diğer birtakım sebeplerle birlikte Hz. Şeyh’e ve Hz. Mevlâna’ya yönelttiği sert eleştiriler yüzünden Kanunî tarafından azledilmiştir. Hatta İbn Arabî ve Mevlâna’nın küfre girdikleri hususunda bir fetva yazıp bunu Kanunî’ye gönderdiği ve Kanunî’nin de bu eleştirilere oldukça üzüldüğü rivayet edilmektedir. Hz. Şeyh’in eserleri incelendiğinde onun cihanşümul yorumlara sahip çok büyük bir mutasavvıf olduğu ayan beyan görülür. Pîri İbn Arabî olan Ekberiyye tarikatının öğretilerinin diğer tarikatlara ne kadar çok nüfuz ettiği ve tutunduğu bunun en büyük kanıtıdır. Burada dikkat çekmek istediğimiz nokta onun bu yorumlarının Osmanlı ile güzel bir biçimde uyuştuğudur. Çünkü Osmanlı padişahları ve âlimleri

96


düşünce

magrib

de cihanşümul bir devlet kurma niyetinde olduğundan dolayı, bu coğrafyada kısmî ve mahallî yorumların değil cihanşümul bir yorumun tercih edilmesi gayet normal bir durumdur. Hz. Şeyh eserlerinde şeriatın bütün konularına değinmiş, bununla da kalmayıp birçok talebe yetiştirmiş ve böyle yaparak o, bu konuda diğer büyük zatlarla birlikte örnek teşkil etmiştir. İbn Arabî’nin Osmanlı manevî hayatındaki etkilerini daha iyi anlayabilmek için kişiler bazında birkaç örnek verecek olursak; öncelikle, devletin manevî babası sayılan Şeyh Edebâli’nin Şam’daki eğitimi sırasında İbn Arabî’ye manevî olarak intisab ettiğini belirtmemiz gerekir. Daha sonraları ise Osmanlı, Orhan Gazi döneminde devlet teşkilatını oluşturmaya başlayınca, İznik’te kurulan ve devletin ilk medresesi niteliğindeki okula müderris olarak bizzat Orhan Gazi tarafından İbn Arabî’nin öğrencisi Davud Kayserî (v.1350) davet edilmiştir. Ayrıca ilk Şeyhülislâm Molla Fenârî’nin (v.1430) dedesinin Sadreddin Konevî’nin talebesi olduğu rivayet edilir. Azîz Mahmud Hüdâyi’nin hocası Üftâde Hazretleri, şeyhinin vefatı üzerine genç yaşında seyr-i sülukunu tamamlayamadan ortada kaldığı ve buna çok üzüldüğü bir sırada, bu durumdan Hz. İbn Arabî’nin ruhaniyetinin vesilesiyle kurtulmuş ve kısa zaman içinde çok büyük sırlara vakıf olmuştur. Azîz Mahmud Hüdâyi’de eserlerinde sık sık İbn Arabî’ye atıfta bulunmuştur. İbn Arabî’nin yolundan gidenleri, onun yazdıklarını okuyup anlamaya çalışanları ve eserlerine şerh yazanların hepsini bu kısa yazıda ele almamız mümkün değil. Bununla birlikte, Yazıcızâde Muhammed Efendi (v.1451), Akşemseddin (v.1459), Bâlî Efendi (v.1553), İsmail Ankaravî (v.1631), Abdullah Bosnevî (v.1636), Niyazi-i Misrî (v.1693), İsmail Hakkı Bursevî (v.1724), Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhanevî (v.1893) ve Ahmet Avni Konuk (v.1938) bu konuda örnek teşkil edecek mutasavvıflardan birkaç tanesi olarak sayılabilir. Öyle sanıyoruz ki, yazımızda bahsi geçen şahsiyetleri, talebe ve müridleriyle birlikte düşünecek olursak, Şeyh-i Ekber’in Osmanlı Devleti’ndeki önemini ve ülkemizde halen kendisini göstermeye devam eden tesirlerini anlamakta güçlük çekmeyiz.

Kaynakça: 1. 2. 3. 4.

Osmanlılar’da Tasavvuf, Reşat Öngören, İz Yayıncılık, İstanbul, 2003 Muhyiddîn İbn Arabî Hazretleri, M. Kemal Pilavoğlu, İstanbul, 1979 Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi Fusüsu’l-Hikem bahsi, 14. cilt, s.234 Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi Fütûhâtü’l-Mekkiyye bahsi, 14. cilt, s.251

97


magrib

düşünce

Mevlüt Bulut

Makale

YENİ DÜNYA DÜZENİ Silahlar uğursuz aletlerdir, çatışma olumsuz bir niteliktir; savaşçı yöneticiler, üzerlerinde gök, altlarında toprak, karşılarında düşman gerilerinde yöneticileri olmayan ölüm memurlarıdırlar. Wie Liaozi

Sovyet Rusya ve onun öncülük ettiği oluşum, Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra 1990’ların başından itibaren, zamanın Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George Bush (Senior Bush)’un Yeni Dünya düzeni olarak adlandırdığı döneme girilmiştir. Yeni Dünya düzeni her ne kadar Birinci Körfez Savaşı sırasında söylense de çok daha önce hesaplanmıştır. Çünkü ABD bölgedeki en önemli müttefiki olan İran’ı 1979’da devrim neticesinde kaybetmiş, bununla beraber İsrail’in bölgeye yerleşmesinden itibaren bölgedeki çatışma alanlarının giderek artması, ABD’nin Yeni Dünya arayışlarının temelini oluşturmuştur. Körfez Savaşı’ndan önce dünyada hakim denge SSCB ve ABD olarak iki kutup üzerindeyken, SSCB’nin dağılmasıyla tek kutuplu ve ABD’nın lehine dönen bir güç dengesi ortaya çıkmıştır. Bu dönüşüm esnasında meydana gelen boşlukta Birinci Körfez Krizi meydana gelmiş ve krizin daha ilk gününde ABD Baskanı Bush Yeni Dünya düzeninden bahseder olmuştur. Birinci Körfez Savaşı, Yeni Dünya düzeninin aslında ABD’nin Ortadoğu’yu tam olarak kontrol etme ve bölgede tam anlamıyla hakim olma isteğinin bir plan olarak yansıması şeklinde ortaya çıkmıştır.(1) ‚Tarihin Sonu’ tezi Francis Fukoyama’ın Sovyetler’in çökmesinden sonra ABD’nin lehine bir zafer edasıyla söylenmiş gibi görünse de; Irak’ın Kuveyt topraklarında ve dolayısıyla petrollerinde hak iddiasında bulunması ile birlikte uygulamaya konulan teori halini almıştır. Teori, dünyanın son geldiği noktada, tek gücün güdümünde ve gözetiminde ve Batı kültürünün bir parçası haline gelmiş olan liberal demokratik sistem ile beraber medeniyetin en üst noktası olduğunu vurgular ve ilerleme olarak daha ötesinin olmadığını dikta eder. Hal böyleyken herşey o anki gibi olmalıdır ve Irak sınırlarından öteye gidememelidir, herkes elindekiyle yetinmelidir. Yeni Dünyada artık yeni birşey olmayacaktır ve herkes elindekiyle yetinecektir.(2) Netice olarak Birinci Körfez Savaşı ABD’nin müdahalesiyle Kuveyt’in Irak tehdidinden kurtarılması ile nihayete ermiştir. Dönemin ABD Genelkurmay Başkanı Colin Powell savaşı Küveyt - Irak sınırında bitirdiği için eleştirilmiş, Saddam yönetimini, başkent Bağdat’a kadar ilerleyip, düşürmemekle suçlanmıştı. Fakat tüm bunlar için bir başka teoriye daha ihtiyaç vardır; ‚Tarihin Sonu’ tezi tek kutup dünyada tarihin bizzat kendisine noktayı

98


düşünce

magrib

koymaktadır. İnsanoğlunun artık zihinsel dönüşümü en son noktaya ulaşmış ve batılı libarel demokrasi , ideal yönetim şekli ve yaşama biçimi olarak evrenselleşmiştir.(3) ABD’nin Ortadoğu’daki bir sonraki hamlesi için gerekli tez Samuel P. Huntigton’un ‚Medeniyetler Çatışması’dır. Huntigton burada, dünyanın aynı yönde, bir sisteme doğru ilerlemediğini, aksine dünyada evrensel bir çatışma zemini oluştuğunu ve bu zemin üzerindeki blokların belli başlı yedi veya sekiz medeniyet arasındaki etkileşimle şekilleneceğini ifade etmektedir. Bu medeniyetleri ise; Batı, Konfüçyus, Japon, İslam, Hint, Slav/Ortodoks, Latin Amerika, ve muhtemelen Afrika olarak sıralamaktadır. Huntigton’a göre medeniyetler arasındaki farklılıklar esaslıdır. Medeniyetler geçmiş, kültür, lisan, gelenek ve en önemlisi din yoluyla farklılaşırlar. Dünyanın giderek daha küçük bir yer haline gelmesi neticesinde farklı medeniyetlerden insanların birbirleriyle etkileşimleri artıyor. Bu ünsiyet müşterek olanlardan ziyade medeniyetler arası farklılıkların algılanması neticesini doğurur. Bunun yanısıra dünyayı etkisi altına alan sosyal değişme ve ekonomik modern süreç, insanları mahalli kimliklerden koparıp, daha derin bir kök aramaya teşvik ediyor; bu durum önceki dönemlerde geçerli olan ‘sen hangi taraftansın’ sorusunun yerine ‘sen nesin’ sorusunu koymaktadır. Taraf sorusu kişinin tercihi doğrultusunda olmasına rağmen, diger sorunun cevabı bir veridir ve değiştirilemez. Bir insan yarı Cezayir yarı Fransız olabilir lakin bundan daha zor olan yarı Katolik ve yarı Müslüman olmaktır.(4) Temelde din olgusu üzerinde durulan ve medeniyetlerin birbiriyle çatışacağını ileri süren bu tez, özellikle 11 Eylül’den sonra çok konuşulmuş ve bazı çevrelere göre ABD dış politikasının başlıca argümanı olmuştur. ABD yönetini; 11 Eylül saldırılarının ardından Eylül 2002’de ‘The National Security Strategy of The United States’ başlığı ve George W. Bush imzalı yeni güvenlik stratejisinin içeriğinde; 21. yüzyılda ulusların özgürlük, demokrasi ve serbest girişimi savunmalarının gerekliliği üzerinde durulmuş, özgürlükleri rejiminde benimsemeyen ve teröre destek veren tüm devletlerle mücadele rapor edilmiştir. Yeni Bush Doktrini olarak anılan bu raporda, mücadele edilecek unsur demokratik değerler ve özgürlük olarak takdim edilip ABD’nin milli çıkarları gizlenmeye çalışılmaktadır. 1 SAĞLAM,Kadir,Ortadoğu’da ve Dünyada Körfez Savaşı ile Değişen güç dengeleri,Elit Kitapları, İstanbul,1999 2 FUKOYAMA, Francis, Tarihin Sonu mu? (çev. Yusuf Kaplan),Vadi Yay.,Ankara,1999 3 FUKOYAMA, Francis, a.g.m., s48-56 4 SAMUEL,P.,Huntigton, Medeniyetler Çatışması, derleyen Yılmaz,Murat,Vadi,2003

99


Oscar-Claude MOnet ‘Vétheuil´de Kar’ 1878, Paris, Louvre Orsay Müzesi


kültür - sanat

magrib Magrib

TEOMAN DURALI İLE SÖYLEŞİ

Prof. Dr. Ş. TEOMAN DURALI İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölüm Başkanı

Muhammet Sağlam: Hocam batı derken, doğu derken neyi kastediyoruz? Düşünceyi mi kastediyoruz yoksa o kadim...? Teoman Duralı: Bence çok açıktır o. Benim için doğu medeniyetleri camiasını teşkil eden üç medeniyet var: Çin, Hint, İslam öncesi İran. Batı medeniyetleri de işte Sümer’den doğup gelişmiş olan ilkçağ, eskiçağ ve ortaçağ... Ha bunların arasında çok büyük farklar var, her şeyden önce yeniçağ batı Avrupa düşüncesi, felsefesi ortaçağ Hıristiyan felsefesine tepki olarak doğmuştur. Ondan çıkmıyor, ondan neşet etmiyor. O bizde hep büyük bir hata olarak alınır. Bugünkü Avrupa ortaçağın bir devamı gibi görülür. Asla! Bir isyan hareketidir. Ve onu dağıtmıştır, bitirmiştir ve yerine kendisi gelmiştir, kurulmuştur.

M.S.: Değişimin başlangıcı ne kadar geriye gidiyor peki?

Duralı: Bunun başlangıcı 1600lerin başlarına gidiyor. Tabi trink diye bir anda bir değişim olmuyor ama 1500lerin ikinci yarısında başlayan bir gelişim orda sonuçlanıyor, orta çağdan yeniçağa geçiliyor. 1510lardan 1520lerden başlıyor. 1600’e geldiğimizde artık Yeniçağ Dindışı Batı Avrupa Medeniyeti ete kemiğe bürünüyor. Ondan sonra daha geç bir çağda 18. yüzyılın sonlarında 1790–91 vs. Yeniçağ İngiliz Yahudi Medeniyeti ortaya çıkıyor, çıkarılıyor.

M.S.: Peki Din…

Duralı: Genel olarak din –tabi geneli var, özeli var- insanın görmediği ama gördüklerini biçimleyen, yönlendiren bir güç olarak, ruhun ortaya çıkışını, gelişmesini ve –tabi dinden dine fark ediyor orda- bazı dinlerde o ruh başlı balına bir birimdir. Başka dinlerde belli bir güce bağlıdır yahut güçlere bağlıdır çok tanrılılarda varsa ve o gücün vasıfları ele alınır dinde. Şöyle diyeyim, ruh ve o dinde Tanrı varsa, vahiy dini ise, Tanrının vasıflarının ortaya döküldüğü bir düzendir, bir nizamdır ve bütün hayata

101

Söyleşi


magrib

kültür - sanat

şamildir. Bütün hayatı din belirler. Din hayatta belirlemediği hiçbir köşe bucak bırakmaz. Bütün dinler için bu böyledir.

Esra Sağlam: Ama şu an Hıristiyan dünyasının yaşadığı şey...?

Duralı: ‘Dindışı’ diyoruz o yüzden zaten. Yani bitti. Hıristiyanlığa gitmenize gerek yok, Türkiye’de de bu durum böyledir.

E.S.: Ama ortaçağda böyle değildi.

Duralı: Değildi. Ortaçağda din her şeye hakimdi, her şeyi belirliyordu. Her şeyi. Yani şu bardağı alıp suyu içmemden... Müslümanlıkta bildiğimiz tanıdığımız bütün biçimler her dinde vardır. Dinin hayatla iç içe olması babından söylüyorum, muamelat, ibadet vs değil. Hayatın her bir köşe bucağına din şamildi, yaygındı. E.S.: Hocam Medeniyetler, ardında da dini konuştuk, şimdi yaptığımız bütün medeniyet isimlendirmeleri, daha çok coğrafi terkiplerden oluşuyor. Mesela İran Medeniyeti, batı Medeniyeti diyoruz ama bunun karşısında İslam Medeniyeti gibi bir dinin kendisine isim olduğu bir medeniyetten bahsediyoruz. Bunu neden böyle isimlendiriyoruz? Yani İslam Medeniyeti diyoruz? Duralı: Sadece İslam Medeniyeti değil, Hıristiyan Medeniyeti de diyoruz. Ortaçağ Hıristiyan Medeniyeti diyoruz. Hindu Medeniyeti diyoruz, o da bir dinin adıdır. Çünkü dinden geliyor, dinden kaynaklanıyor, dinden hareket ediyor. Biraz önce söylediğimi tekrarlayım din hayatla iç içedir. Yani yaşanan hayat var, bir de artı din diye bir kurum var, böyle bir şey yok. Hani yaşıyoruz bir de ayrıca vergi dairesi var, postahane var, savunma bakanlığı var. Öyle bir şey değil bu. Hatta bir arkadaşınız sordu bana. Dedi ki ‘Kuran bilgi vermez mi?’ Şimdi bu çok eski bir alışkanlık. Bütün İslamöncesi dinlerde hayata ilişkin birtakım bilgiler veriliyor. Çünkü yol göstermek zorunda, sadece bir edep ahlak işi değil. İşte sandalı nasıl imal edeceksin, yok efendim ağacı nasıl keseceksin, ağaç keserken uygulamak zorunda olduğun şeyler nelerdir, ibadetler nelerdir, ne yapman gerekir vs. Her işte dinin müdahil olduğunu görüyoruz. Buna öyle alışmış ki insan, bir din devrimi olarak gelen İslam’ı da o şekilde algılamaya çalışıyor. Aynı şekilde İslam’da ruhban sınıfı olmamakla birlikte bütün dinlerde olduğundan buraya da onu yamamaya başlıyor. Bilhassa tasavvuf tarikatlarında ruhban takımı ortalıklardadır. Posdiş vardır. Posdişin halifeleri vardır. Bunlar hep öyle bir alışkanlığın devamıdır. Halbuki İslamla bir ilgisi yoktur. Nitekim bazı mezhepler yahut da yollar diyelim bunu hiç uygulamazlar. Selefiler buna son derece karşıdırlar. E.S.: Mesela İsmet Özel İslam Medeniyeti isimlendirmesinin yanlış olduğunu söylüyor. Çünkü yapılan bütün hataların sonuçta İslam’a mal edilmesi... Duralı: O ayrı bir şey. İsmet Özel orada –yani bilmiyorum affına sığınayımbir şeyi karıştırıyor. Onu ben hep söylüyorum, bilmiyorum bir aşinalık mı var. İslamcılık başka şey, İslam Medeniyeti ayrı bir şey... Ben İslamcılık terimine şiddetle karşıyım. Neden ‘cılık’ ideoloji ifade eder? İdeoloji nedir? Felsefenin dondurulmuş bir uzantısıdır. Felsefe nerden çıkıyor? İnsan dimağından, insanın elinden çıkıyor.

102


kültür - sanat

magrib

İslamcılık dediğin andan itibaren İslam’ın ilahiliğini atıyorsun, insana düşürüyorsun. O değişir tabi. Yani o ideoloji gerek kendi içinde gerekse dışardan gelen etkilerle değişir veyahut topyekun ortadan kalkar. Müslümanlıkla İslam bir ve aynı şey değil... Kur’an bize diyor ki, İslam din demektir. Dinden ne anlıyorsan o İslam’dır. Temelinde ne vardır? Allah’a teslim olmak vardır. Allah’tan zerrece şüphe etmemek, sadece varlığından değil, gücünden kudretinden şüphe etmemek. Varlığından şüphe etmezsin de kudretinden edersin. Neden? Çünkü o kudrete ümidini bağlaman lazım. Çok büyük buhranlarda, bunalımlarda ümidini kaybettiğinde Allah’ın kudretini sorguluyorsun demektir. Şüpheye düşmüşsün demektir. Müslümanlık İslam’ın belli bir uygulanışıdır. Her ne kadar Müslüman İslam’ın kişiye yönelik bir adlandırması ise de biz Türkçede bu ayrımı yapabiliyoruz. ‘Müslüman-lık’ –lık ekini getirmek sureti ile İslam’ın uygulanışı ile ilgili yoldur Müslümanlık. Başkaları da vardır. Hıristiyanlık da bir İslam’dır. Yahudilik de bir İslam’dır. Form olarak İslam’a en uygun, özüne en yakın olan uygulama Müslümanlıktır. Ama biricik değildir. O çok önemli bir noktadır. Bütün insanlar İslam üzere doğarlar, ama sonra atalarının, annelerinin dinine yönelirler. Bu bakımdan Müslümanlık İslam ile özdeştir diyemeyiz. Nitekim peygamberleri İslam Peygamberi olarak kabul ediyoruz, Müslüman Peygamber değil. Hz. İsa bir İslam Peygamberidir mesela. Müslümanlıkta tek bir peygamber vardır Hz. Peygamber’in kendisi. O bakımdan bu ayrım son derece önemli. E.S.: Çağdaş İngiliz Medeniyeti çağında yaşıyoruz. Peki, gelecek için, zaten kitabınızın sonunda da “Ümit” diye bir bölüm ayırmışsınız, gelecek için ümitvar olmak gerekirse, gelecekte bu medeniyete alternatif bir medeniyet oluşma ihtimali ne kadardır? Duralı: Yüzde veremem, mümkün değil. Ama ümidimiz o medeniyete seçenek oluşturulması İslamiyet’e düşmesidir. Yani İslam dininden, Müslümanlıktan yeni bir medeniyetin oluşması… O medeniyet de haliyle şu anda artık bulunmayan, ortadan kalkmış olan İslam Medeniyeti’nden esinlenecektir.

M.S.: Yeni bir formla gelecek yani.

Duralı: Evet.

E.S.: Bunun belirtilerini görebiliyor musunuz?

Duralı: Hayır göremiyorum, bahsettiğim sadece ümit.

E.S.: Neden göremiyorsunuz?

M.S.: Bunun belirmesi, uç vermesi için nelere gerek var?

Duralı: İslam Medeniyeti her şeyden önce belli bir İslam düzenine dayalıdır. İslam din olarak bir düzeni öngörür, o düzenin de kısaca adı ‘Daru-l İslam’dır. Müslümanların çoğu kez karıştırdıkları bu noktadır. Çünkü Hıristiyanlık açısından bakarlar Müslümanlığa. Hıristiyanlıkta öyle bir düzen yoktur, öteki dinlerde de yoktur ama bahusus İslam bir düzeni öngörür. İslam’da davet vardır ama kimseyi kolundan çekip ‘Müslüman ol!’ deme hakkı kimseye verilmemiştir. Tebliğ edersin, beğenirse

103


magrib

kültür - sanat

girer beğenmeze Müslüman olmaz. Misyonerlik yoktur kısacası. Çünkü bu insanın, bireyin en temel vasfına, hür olmasına aykırıdır. Kişinin kendisi seçecek. Hatta davet daha ziyade karşısındakinin soru sorması ile olabilir. Bütün Müslümanlar böyle Müslüman olmuşlardır Hz. Ali başta olmak üzere. “Babana git danış.” diye gönderiyor Peygamber, Hz. Ali yarı yoldan geri dönüyor, “Benim babama ihtiyacım yok, ben karar verdim.” diyor. İslam’daki düzen öncelikle bugünkü deyim ile iktisadi bir hadisedir. Emek ile alın teri ile kazanılmamış olanın helal sayılmamasıdır. Bugün çok moda olan Fransızca kelime ile söylersek ‘rant’ın yasak olması İslam’ın başta gelen hususudur. İnsanın insanı sömürmemesi, sömürememesi başta gelen bir şarttır. Bu bakımdan İslamî düzeni kurmadığın takdirde medeniyete geçme ihtimali de ortaya çıkmıyor.

E.S.: Medeniyet bir sistem üzerine kuruluyor yani. Yoksa zihinsel çabalar...

Duralı: Toplum sistemi üzerine kurulur. Zihinsel çabalar sistem ile birlikte geliyor. Zaten düzeni kurarken iman üzere gidiyorsun, düzeni başka türlü kuramazsın ki. Yani ben kimsenin malına mülküne, canına ırzına kastetmiyorum diyebilmem için. Bu çok zor bir şeydir. Bütün dinlerde bu var. Hırsızlık yasak mesela… Ama İslam’da bu bütünlük arz ediyor. Zaten Hıristiyanlıkta bizi o istikamete götüren yollar, yöntemle de İslamî ilkelerdir. Bunu böyle görmek lazım... Kendini dizginleyebilecek bir güce sahip olman lazım. İbadetlerin maksadı da bu, insanı disipline etmesidir. Yoksa istediğin kadar yat kalk oruç tut vs. Boşa dönen değirmen misali… Aslında bu ahlaka yönelik bir olaydır. İslam’daki o düzeni devlet gücü, devlet zoru ile yapmıyorsun. Kişilerin kendileri kendi istekleri ile bunu yerine getiriyorlar. Komünizmdeki gibi zorla insanları kolektif çiftliklere toplamıyorsun. İslamdaki kendi kendini dizginleme, kontrol altına alma olayıdır. O seviyeye ulaşmanın yolu eğitimden, terbiyeden geçiyor. Onu işte sürekli vurguluyorum. Mevlana’nın Kuran’da terbiyeden kast ettiği de bu: ‘Bir baştan bir başa okudum, edepten gayrı bir şey bulamadım.’ Zaten edepten gayrı da bir şey yoktur hayatta. O yüzden tekrar söylüyorum, bir düzen işidir İslam. İslam Medeniyeti de o toplumun iktisat-siyaset düzeninden süzülerek ortaya çıkan bir medeniyet biçimidir. E.S.: Peki o sistemi kurabilmek için de zihinsel altyapıya sahip olmak gerekiyor. O zaman eğitim ile başlıyor. Duralı: Gayet tabii eğitim ile başlıyor. Her şeyin başı eğitimdir İslam’da. İslamî eğitim almamış bir insanın Müslüman olmasının mümkün olduğunu sanmıyorum. Başka dinlerde bu derece olmayabilir. Çünkü onlarda düzen yok, bir takım biçimleri öğreniyorsun. Buradaki bu biçimler bir takım hedeflere matuftur. Bu hedefler yerine getirilmedi mi havada kalıyor. Çağdaş hayatla İslam’ı hiç bir şekilde bağdaştıramazsın. Yapacak bir şey yok, sen yine dürüst, namuslu, ibadetlerini yerine getiren bir insan olursun ama bu yeterli değil. Asıl istenen düzenin kurulmasıdır. E.S.: Peki hocam, şunu belirti olarak göremez miyiz? Ortaçağ Hıristiyan Medeniyeti’nin Endülüs Medeniyeti’nden alınan bilgiler ile Batı’nın kendini yeniden inşa edilişini anlatıyoruz. Bunun tersi gerçekleşmiyor mu şimdi sizce ?

104


kültür - sanat

magrib

Duralı: Felsefede iki unsur var. Cevher: Asıl olan, değişmeyen, olmazsa olmayan şeyler. Araz: Değişen şeyler, giyimin kuşamın değişmesi mesela. İslam’da da arazlar var. İster istemez mecburuz, dışımızda gelişenleri takip ediyoruz. Bazıları zorunlu, bazıları heves... Zorunluluklara diyecek bir şey yok, o meşrudur. Ama Hıristiyanlık ile Müslümanlığı karıştırmamak lazım. Hıristiyanlık çok belirli, kalifiye olmuş bir düzen değil, dolayısıyla Hıristiyanlığa nasıl biçim verirsen öyle gider. Çünkü Hıristiyanlıkta neyin Tanrı’dan neyin insandan olduğunu kestiremiyorsun. Bunu küçümsemek için söylemiyorum, bu böyle bir vakıa. Ahdi Atik’i açtığında çok güzel meseller ile karşılaşıyorsun ama hayatın ayrıntılarına ilişkin belirlemelerde bulunmaz. Kur’an öyle değil Kur’an kesindir. Tabii ki yoruma açık ayetler var, müteşabih ayetler. Ama o ayetlerin yorumu her Allah’ın kuluna açık değildir. Mezhep imamları mesela senden benden farklı insanların onları yorumlama ruhsatı var. Kim vermiş bu ruhsatı? Allah, ama ayan beyan bir şey değil. Onların mezheplerine uymak zorunda değilsin ama illa ki bir mezhep seçeceksin. Mezhepsiz kalmak ne yapacağını, nasıl yapacağını bilememektir. İslam’ın çok belirleyicilikleri var. Müslümanlık, Hıristiyanlık ve daha başka birçok dinden farklıdır. Hıristiyanlık açısından bakmak hataya sürükler.

M.S.: Karşılaştırma yapıyor musunuz?

Duralı: Yapıyoruz tabii. İslam’ı Hinduluk ile de karşılaştırırsın, Konfüçyüsçülükle de karşılaştırırsın ve bir takım benzerlikler bulursun elbette. İslam, din demektir ve Kur’an bütün tebliğlerini bağrında taşıyan bütünlüktür. Ayrı bir tebliğ değil, tebliğlerin tümü, tamamıdır. Tebliğlerin sonu olması bu bakımdandır. Önceki tebliğlerde insanların yanlış anlamaları ve saptırmalarını düzelterek, Allah insanları bunlar hakkında uyararak tekrar göndermiştir Kuran’da. E.S.: Hocam, soruyla bağlantılı olarak o zaman bu şu demektir mi oluyor? Biz Batı Medeniyeti’nden ne kadar tercüme de yapsak, onların ilminden de yararlansak yapmamız gereken yeni bir soluk mu? Duralı: Tabii, elbette… Müslümanların müslümanca görevi değil bu sadece, Müslümanların insanlığa karşı ödevidir bu aynı zamanda. E.S.: Bunu biraz somutlaştırırsak hocam, bilimi İslamlaştırmak mesela İslamîleştirmek... Duralı: Bilimi değil, bilimin hiç bir önemi yok. Hayatı ahlâkı İslamlaştırmak lazım... Ahlak her şeyin başıdır İslam’da. Onun içerisinde siyaset-iktisat yer almaktadır. Ahlâkı İslamlaştırdıktan sonra onun içinde siyaset de iktisat da İslamlaşacaktır. Bilimin İslamlaşması olmaz da fen İslamlaşır, teknoloji yani. Bilim yöntemlerini zorunlu ihtiyaçların karşılanması maksadıyla kullanılışındaki ahlâk değişir. Bilimin kendisi değişmez. Su 100 derecede kaynar, 0 derecede donar. Bunun Müslüman’ı Gayrimüslimi olmaz. Ama kullanım amaçları çok önemlidir. O bilimi ilgilendirmiyor, bilimin dışında bir şey. O fenne, teknolojiye giriyor. Onu İslamlaştırmak lazım… Ama bunlar karıştırılıyor… Bilimin İslamileştirilmesi saçmadır. Çünkü bilimde gündelik hayatımızı yönlendiren ahlak hiç bir şekilde söz konusu değil. Bilimde başka türlü bir

105


magrib

kültür - sanat

ahlak vardır. Yapılan işte sahtekarlık yapmamak, deney sonuçlarını çarptırmamak, vs. Bilim araştırmalarının sonu yok, ama bunları fâş etmemek lazım. Diyelim ki klonlama üzerinde çalışıyorum, bu ahlâka aykırı ise, insanın çıkarı ile bağdaşmıyorsa bunu bir sır olarak saklamak lazım. Bunu hep yapmışlardır Ortaçağ Müslüman alimleri. M.S.: Ama bilimi de bir din olarak algılayıp her şeyi mubahlaştırmaya yönelik bir eğilim var. Duralı: O bilim değil ama bugünkü sapıklık. Müslümanların yaptığı bilim öyle bir şey değildi. Bismillahirrahmanirrahim diyerek başlıyor işine ve Allah’a hamd ederek bitiriyorsun. Bugün sadece bilimde değil, her konuda insanların kibir ve Allah’a eş koşmada üstlerine yok. O açıdan bilim tek bir olay değil. Bugün şirk üzerine kuruluyuz her alanda. M.S.: Bu bağlamda Ahmet Yüksel Özemre Hoca’nın bir kitabı var :’’Aklın Yolu İlimdir’’ diye. Biz bilimi Müslümanlaştırdığımız zaman ilim mi oluyor bizim için? Duralı: Hayır, şimdi ilim ve bilim ayrı şeyler. İlim bilimden daha fazla olaydır. Hakikat bilimin araştırma alanının dışındadır. Bilim sadece gerçeklikle uğraşır. Ölçülüp biçilen etkenler sadece bilimin konusudur. Halbuki zaman mekan ölçülüp biçilenlerin ötesine el atmak ilmin işidir. İlim ile tasavvur iç içe midir, sınırları karışıyor mudur diye sorulduğunda bence iç içedir. Tabiatın hakikatini sorgulayan ilim ile uğraşır. Sadece insan ve Allah ile olan ilişkisini irdelemek tasavvuftadır kanaatindeyim. Nedir insanın esasını teşkil eden? Ruhtur. İşte bu ruhun ortaya çıkışı, kendini göstermesi Allah’tan neşet ettikten sonra O’nunla yürüttüğü ilişkiyi ele alma tasavvufun işidir. İlim de bunu yapar, aynı zamanda insanın dışındaki varlıkların taalluk eden hakikatteki asıllarıyla mukayesesini de üstlenir. Bilim ötesi bir bilim yapar ilim. Bilimin geçmediği geçemediği mıntıkayı da göz önüne alarak bilimin ele aldığı konuları da ele alır ilim. Bugün var mıdır ilim? Varsa bile çok gizli saklıdır. Varsa yoksa bilim sahnededir bugün. E.S.: İlim ile iştigal edenlerin dinden habersiz olması gibi bir durum söz konusu mudur ? Ateist bir insan alim olur mu? Duralı: Alim olamaz, ama bilimadamı olabilir. Hakikate geçiyorsun tanrıtanımaz bir hakikat anlayışı olabilir mi? Budacılıkta belli bir tanrı anlayışı yoktur ama Tanrıyı inkar etmiyor sadece Tanrı üzerinden konuşmuyor. Demek ki Tanrıyı baş almayan maneviyatlar da olabilir. O zaman yeniden formülleştireyim: İlim kaçınılmazcasına manevîdir. Budizm mesela, Alman düşünür Nietsche. İlim maddî mülahazalarla asla yürütülemez. Mutlaka manevîdir bilimin tersine. E.S.: Hocam şu anda eğitim veren kurumlar, üniversitelerde verilen eğitimle bilim alanında ne kadar yetkin insan yetiştiriliyor? Duralı: Dinsiz bir insanın, bana öyle geliyor, ayakları kısadır, suya ermiyordur ama teknik anlamında bilimini yürütebilir.

106


kültür - sanat

magrib

Mehmet Sabri Genç: Geçtiğimiz yaz Salzburg´da 10 tane modern sanatçı insanın o hayvanî yönünü ortaya seren, çırılçıplak bir performans sergilemiştiler, insan hayvan olsaydı doğada nasıl olurdu diye. Duralı: Hayvanda müstehcen hiç bir şey yoktur. Çünkü hayvan masumdur. Müstehcenlik nedir, kötülüğü bile bile ortaya sermek, faş etmektir. Benim bunalımdan kast ettiğim ıstırap yaratan bir durumdur. Burada ıstırap yok, tam tersine arpası çok bol geldiğinden ne yapacağını şaşırıyor. Bu bunalım çerçevesine girmiyor. Maddi olmayabilir bunalım, tamamıyla manevi de olabilir ama acı veriyordur. Acı verme, ıstırap çekme manevî anlamda özellikle bir bilinç durumudur. Burada bilinç milinç yok. Burada adam kafayı çekiyor. Uyuşturucu alınarak ya da esrar çekilerek ortaya konan eserin sanat olduğu kanaatinde değilim. Bilinç yok ortada çünkü. Tıpkı ibadette, nasıl ibadet kabul olunmuyorsa, uyuşturucu alındığında aklın yerinde değil çünkü sanat de öyledir. Sanat açık bir zihin ile yapılıyorsa bir şeyi ifade eder. Aksi takdirde benim yaptığım bir iş olmaz ki bu. Bunu bana nefsim çizdiriyor, yaptırıyor. M.S.: Şu anda çağdaş batı medeniyetinde bir dil var ki, insanlar hep aynılaşıyor, aynı şey üzerine düşünüyorlar, eğitim başka yerlerde aynı dil üzerinden yapılmaya çalışılıyor. Peki, biz bundan nasıl sıyrılabiliriz dilimizi nasıl koruyabiliriz? Duralı: Biraz önce söylediğim gibi o düzeni kurmak gerekiyor. Düzen nasıl kurulur diye sorarsan, Marksçı bir cevap vereceğim: ihtilalle ancak olur bu. İhtilalin şartlarını derleyip toparlamak çok zor bir iş. Ben devrim yapacağım diye ortaya çıkarak devrim yapamazsın. Devrim, maddi ve manevi şartları yerine geldiğinde ortaya çıkar. Bu devrim illa halk ayaklanması şeklinde olmaya da bilir. Yavaş yürüyen bir bilinç kırılması… Zaman içersinde diyor Marks nicel etkenler birikir birikir, bir bakarsın deprem gibi nitel bir değişim ortaya çıkar. Böyle yavaş bir süreç de olabilir, çok keskin, hızlı bir başkalaşma olarak da ortaya çıkabilir. Nasıl olacağını şu anda kestirmek mümkün değil. İlla olacak mı? Bundan da emin değilim, çünkü bugünkü şartlarda insanlar belirleniyorlar, eğitimle, propagandayla, reklamla ve zor kullanılarak şartlanıyorlar. Beyinler yıkanıyor. Öylesine bir beyin yıkama var ki kimse sağına soluna bakamıyor. Bundan 15 yıl öncesine kadar her tarafta tütün tüketilirdi, bugün kimse artık tütün tüketmez oldu. İdeolojilere bakarsak; bundan 10 yıl öncesine kadar köşe bucağı komünist dolu ülkelerde bugün komünist yok. Bu değiştirme olayının hızına dehşet içersinde bakıyorum.

M.S.: Hocam çok teşekkür ederiz.

Duralı: Başarılar diliyorum. Allah muvaffak etsin. M.S.: Yeniden sizi burada görmeyi çok arzuluyoruz.

107


magrib

kültür - sanat

Saliha Şanlıer

Makale

EIRONEIA Bize öğrettiler… Her iletişim bilimci gibi biz de insanları nasıl yönlendireceğimizi biliriz. ** İnsanlara hangi ürünü satmak istiyorsak onu satarız. Suni krizler yaratır ekonomi dünyasını bize muhtaç bırakırız. Şirketleri reklamın kölesi haline getirir, kaliteyi reklamla sınırlandırırız. Markalar yaratır, markalar tüketiriz. İnsanların sınıflarını, statülerini, güçlerini bu değerlere bağlar, marka kullanmayanı insandan saymayız. Life Stil masalını yazar, herkesi “trend insanı” haline getiririz. Farklı görüneni, farklı konuşanı, bizden ayrı duranı dışlar, Spiral of Silence* içinde sustururuz! ** Estetik anlayışlarına ve sanat zevklerine biz karar veririz. Kırk küsür sanat akımının içinden, neyin değerli olduğunu belirler, bu değeri paraya dönüştürecek pazarlar yaratırız. İnsanlara, beğenmeseler dahi, kendilerine hiçbir şey ifade etmeyen sanat ürünlerini satın aldırırız. Dinleyecekleri ya da dinlemeyecekleri müzikleri biz seçeriz. Yeni türler çıktıkça yeni starlar yaratır, onları sömürür, sıkılınca unutturur, başka starlar buluruz. Yaptıkları işe değil, görüntülerine önem verir, insanların da bunu önemsemelerini öğütleriz. Vizyonun, var olmanın en önemli nedeni olduğunu bir öğreti haline getiririz. Hangi filmleri beğenip, hangilerinden nefret edeceklerine de biz karar veririz. Bizden olanlara övgüler yağdırır, zararsızları görmezden geliriz. Sistem dışındakileri ise taşlar, yapıp ettiklerinin niteliksizliğinden dem vururuz. Tüm bunları yaparken, insanların kendi sanat zevklerine sahipmiş gibi hissetmelerini sağlarız. ** Kadınları nasıl görmek istiyorsak, onları öyle görünmeye zorlarız. Hangi vücut ölçülerine sahip olmaları, hangi modaya uymaları gerektiğini biz söyleriz. Kullanacakları renklere, saçlarına, etek boylarına, giyimlerine biz yön veririz. Hem reklamın vazgeçilmez öğesi, hem de pazarın hedefi haline getiririz. Güzel görünmeleri

108


kültür - sanat

magrib

için ne gerekiyorsa yaptırır, varlıklarını ancak bu şekilde anlamlandırabileceklerini söyleriz! ** Gündemi biz seçeriz. İnsanların neyi bilmeleri, neyi bilmemeleri gerektiğine biz karar veririz. Bunu yaparken de objektif gazeteciliğin/haberciliğin savunucusu oluruz. Agenda Setting** hikayelerini işimize geldiği gibi çevirir, gündemin efendiliğini yaparız. Aradaki çatlak sesleri ignore eder, bunların duyulmasına engel oluruz. Bu sesler duyulduğunda ise manüpüle eder, sistemimizi korumak adına eğer bükeriz! Kelimelerin efendisi de biziz! Haber aritmetiğinin büyülü gücüyle, sadece kelimeleri kullanarak beyinlere nasıl gireceğimizi biliriz. Masum metinlere, masum olmayan görüntüler ekler, algılara yön veririz. Birkaç köşede adımıza çalışan Opinion Lieder*** bulundurur, önce onlara güvenilmesini sağlar, sonra da neyi istersek onu söylettiririz. ** İktidarda kimi görmek istiyorsak, insanlara onu seçtiririz. Bu seçimin, kendi tercihleri olduğunu sanmaları için ne gerekiyorsa yaparız. Sistemimizi koruyan her yönetimi destekler, aksi davranışlar gösterenleri ise geldikleri yere geri göndeririz. Yapay korkular ve kurgusal tehditler üretir, tedirginlik hissini günlük hayatın içine yerleştiririz. Tüm bunlar olup biterken, umudu elimizde tutar, insanların son çareleri oluruz.

Sistemimizi korumak için herşeyi harcar, gerekirse kalemimize kan damlatırız!

Hiç kuşku yok ki yaparız tüm bunları… Yeter ki bunların farkında olan beyinler olmasın!

Dipnotlar: *Noelle-Neumann’ın “Sessizlik Sarmalı Kuramı” (Spiral of Silence Theory) **McCombs ve Shaw’ın geliştirdiği “Gündem Belirleme Modeli” (Agenda Setting Theory) ***Kanı Önderi.

109


magrib

kültür - sanat

İbrahim Yiğit

İnceleme

İSLAM’DA MÜZİK VE KAVVALİ

BİR MÜZİK TÜRÜ: KAVVALİ ve NUSRET FATİH

İslam’da müzik, her dönem için tartışmalı bir husus olagelmiştir. Bir görüş ancak (erkek) vokal ve vurmalılarla icra edilen müziğin İslam içre kabul edilebileceğini öne sürerken, diğer bir görüş ise içerik ve yarattığı etki bakımından İslam’ın sınırlarına taşmayan herhangi bir müziğin “helâl” olması gerektiğini savunmuştur. İslam toplumlarının ekserisinde bu ikinci görüş yaygınlık kazanmış, İslamlaşan topluluklar genel olarak geçmişlerindeki müzikal yapıyı içerik ve işlev olarak İslamlaştırma yoluna gitmiştir. Aynı şekilde İslam tasavvufu da diğer sufî yapılar gibi müziği etkin bir araç olarak kullanmakta beis görmemiştir. İslam’da fetihler artıp farklı kültürler İslam’la müşerref oldukça, farklı müzik anlayışlarında “İslâmî eser”ler verilmeye başlanır. Bilindiği kadarıyla bu repertuarlardan birini de Kuzey Hind Klasik Müziği’nin (Hindustani) İslâmî kolunu ortaya çıkaran, ilk örneklerini veren mutasavvıf Emir Hüsrev Dehlevî’ye borçluyuz. Kökeni Mevlâna Celâleddîn Rumî’nin de doğduğu Belh’e dayanan Emir Hüsrev’in temellerini oluşturduğu müziğe “kavvalî” deniyor. Arapça “k-v-l” (söylemek) kökünden türeyen “kavval” “söyleyen”, yani kavvalî icracısı, kavvalî ise müziğe isim oluyor. Kavvalî tarzında verilen eserlerin icrasında ağırlıklı olarak vurmalılar ve harmonyum kullanılır. Harmonyumun yaptığı kısa enstrümantal açılışı baş vokalistin şarkının izleyeceği ritimden bağımsız sözlü girişi izler. Esas ritme varıncaya değin doğaçlama ses ve enstrüman çeşitlemeleri ile müzisyenler ve izleyicilerin ruhen vecd hâline hazırlığı sağlanır. Bu çeşitlemeler esnâsında bazı kelime ve sözler vokalist ve koro tarafından defalarca tekrarlanır. Koro ayrıca ritme uygun bir şekilde el çırparak vurmalıları destekler. İçerik ise, sırası ile Allah’ın övüldüğü Hamd, Hz. Peygamber’in övüldüğü Naat, Hz. Ali yahut bir başka İslam büyüğüne yazılmış bir Menkıbat’tan müteşekkildir. Hamd, Naat ve Menkıbat icra edildikten sonra kavvaller Mersiye yahut Gazel türünden örnekler söyleyebilirler. Kavvalî müziği yüzyıllar boyunca Hind yarı kıtasında bir aile geleneği olarak görülmüş, çeşitli aileler bu özellikleriyle bilinmiştir. Bunlardan biri de seksenli yılların başından itibaren tüm dünyada tanınmaya başlayan Üstad Nusret Fatih Ali Han’ın ailesidir. Aile altı yüzyıldır kavvalleriyle meşhurdur. Nusret Fatih’in babası Üstad Fatih Ali Han da zamanının en yetenekli kavvallerinden biri olarak kabul edilir. Nusret Fatih Ali Han 1948’de, Pakistan’ın Faysalabad kentinde dünyaya gelir. Babası Üstad Fatih Ali Han İran şahının huzurunda kavvalî okumuş ve şahın büyük beğenisini kazanmış bir zattır. Nusret Fatih, babasının tercihi nedeniyle çocukluğunda kavvalî eğitimi alamaz. Fatih Ali Han, oğlunun tıp okumasını arzu eder. Ancak Nusret Fatih babasının verdiği dersleri gizliden gizliye takip eder, yalnız kaldığında ses çalışmaları yapar. Bu gizli çalışmaları fark eden baba Fatih Ali Han, oğlundaki yeteneği de sezerek, aile mesleğine onu da dahil etmeye karar verir.

110


kültür - sanat

magrib

1964’te Üstad Fatih Ali Han’ın vefatıyla eğitimine amcası Mübarek Ali Han’ın yanında devam eden Nusret Fatih, amcasının da terk-i dünya eylemesiyle 1975’te kavvalî grubuna önderlik etmeye başlar. Hak Ali Ali (Hak Ali Molla Ali diye de bilinir.) isimli Hz. Ali güzellemesi Pakistan’da büyük yankı bulur. Zamanla ülkenin en sevilen kavvali olur Nusret Fatih. Beğenilmesinin bir sebebi eşsiz tok sesi, güç aşılayan söyleyişi ise, bir sebebi de nicedir solgun bir gelenek olarak bilinen kavvalîye getirdiği dinamizm, ritimlerde sağladığı akıcılık, genç neslin değişen zevklerini görmezden gelmemesidir elbette. Kavvalî gibi değerli bir geleneğin Hind yarı kıtası ile sınırlı kalmamasını arzulayan Nusret Fatih, 1980’li yılların hemen başında, ilkin İngiltere’de, ardından Amerika’da dinletilere katılır. Başta dinleyiciler daha ziyade İngiltere’ye göç eden Hind halklarıdır. Ancak bu egzotik sese Batılı kulaklar da dikkat kesilmekte gecikmez ve seksenlerin ortasında Washington Üniversitesi’nde konuk hoca olarak vokal dersleri için davet alır. Eski Genesis üyesi Peter Gabriel kendisini dinler ve hayran kalır. Kurdukları tanışıklık, Nusret Fatih’in Batıda sadece akademik bir şöhretten öteye gideceğinin habercisidir: Gabriel’in 1988’de M. Scorsese’nin çektiği The Last Temptation of Christ (Günaha Son Çağrı) filmi için derlediği müziklerden oluşan Passion albümü ve kurduğu RealWorld isimli plak şirketi Nusret Fatih Ali Han’ı o günlerde ortaya atılan bir kavram olan World Music (Dünya Müziği) türünün en büyük yıldızı olmasını sağlar. Gelinen nokta kavvalî müziğinde bir yol ayrımı gibidir: Doksanlarla birlikte Nusret Fatih Ali Han giderek “has” diyebileceğimiz kavvalîden uzaklaşıp, stüdyoda kaydedilmiş, çoğunlukla elektronik altyapıyla desteklenmiş, güfteyi arka planda bırakıp ses hareketlerine ağırlık veren bir müzik yapmaya başlar. Bu durum geleneksel kavvalî dinleyicisinde bir rahatsızlık oluşturur. Kavvalî öz olarak bir grup müzisyenin çıplak sesleriyle icra edilen, doğaçlamayı esas aldığından tekrarı dahi mümkün olmayan, ezgi kadar divanlardan beslenen sözleriyle de etkileyen bir ibadet biçimiyken kulüplerde elektronik altyapıya çeşni olarak kullanılmaya başlamıştır. Nusret Fatih’in de durumdan bütünüyle memnun olduğu söylenemez. Bilhassa Mustt Mustt isimli kavvalînin Massive Attack remiksinin İngiltere’de kulüp hiti olması, Allah, Muhammed, Çâr Yâr’ın Natural Born Killers (Katil Doğanlar) filminde isyan sahnelerinde kullanılmasından rahatsız olur. Yine de, kavvalînin günümüz şartlarına uygun esaslar kazanmasında ısrarlıdır. Kadın kavvalleri destekler, alışılageldik uzunluğa varmayan kavvalîler kaydeder. Kavvalî aslen şiî kültürün bir uzantısıdır. Ancak eserlerde diğer mezhepleri rencide etmekten uzak durulur. Nusret Fatih de bizzat Şii-Sunnî birliğini savunan bir tarikata mensuptur. Doksanların ortasına yaklaşırken Nusret Fatih’de bazı fizikî rahatsızlıklar baş gösterir. Aşırı kilosu, ruhen ve bedenen yorucu mesleği şeker hastalığına yol açmıştır, karaciğer ve böbrek yetmezliği teşhisleri de konur. İngiltere’deki doktoru kavvalî söylemesini yasaklasa da, varlığını kavvalî ile manalandıran Nusret Fatih bu yasağa kulak tıkar. 16 Ağustos 1997’de, henüz 48 yaşındayken Hakk’ın rahmetine kavuşur. Vefatının ardından grubunu öğrencisi ve yeğeni Rahat Nusret Fatih Ali Han yönetmektedir.

111


magrib

kültür - sanat

Fatma Örgel

Seyahat

ZAMANIN AZLEDİLDİĞİ YER Sahabelerin yıldız gibi serpiştirildiği bir ülke Suriye. Hz. Ömer (ra) tarafından fethedilen bu topraklar daha sonra İslamı yaymak üzere yola çıkan bir çok sahabeye ebedi istirahatgah olmuş. Ve Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında gerçekleşen savaşta şehit düşen sahabeleri de bu topraklar ağrlamış binbir acı ve feryatla. Bu feryatlar hala bugün gerek Hz. Rukiye gerekse Hz. Zeyneb ve Kerbela Şehitlerini barındıran Şam’da da her yıl binlerce Şii tarafından devam ettiriliyor. Biz çok az duyumsadığımız için mi bu acıyı onlar bu kadar abartılı yaşıyorlar bilinmez… Busra ise bambaşka... Peygamber efendimizin bizim yaşadığımız Anadolu topraklarına en yakın geldiği nokta. Nedense bu beni çok etkiledi, Şam’dan Busra’ya gitme hazırlığı içindeyken. Efendimiz oraya kadar gelmiş ben de ülkemden Şam’a gelmişim, şimdi buluşmaya az kaldı. O bu kadar yaklaşmışken gidilmez mi, onun kokusu teneffüs edilmez mi diyorum. Bu duygularla çıktık yola hep beraber ‘Sedav’, ‘Marmara İlahiyat’ öğrencileri ve anisalarımız (hocalarımız) ve ben . Suriye toprakları Anadolu gibi bir cok medeniyete ev sahipliği yapmış. Onun için her köşesinden de biraz tozunu silip bakarsanız bir medeniyet çıkıyor karşınıza. Ve bu medeniyetlerden kalan izler çok yakın mesafelerde yanyana duruyor. İç içe karşılıyorlar gelip geçen seneleri, yeni yazılmakta olan tarihi. Bunu Busra’da daha da yakından hisettim. Busra en az Şam kadar eski ve bir çok medeniyetin canlı yaşandığı bir durak olmuş. Buradaki eserler Milattan sonraki ilk yüzyıldaki Roma’ya kadar dayanıyor.

Peygamberin Devesinin Çöktüğü Yer

Romalılar yüksek sütunlara inşaa ettikleri şehirlerinde dolaşırken, Rahip Bahira az ilerde ibadetiyle meşgul. Beklenen son peygamberi misafir edeceğinden habersiz. Manastırıyla evi arasında gidip geliyor. Amca Ebu Talip ticaret kervanıyla uzun bir yolculuktan sonra Şam’a varmadan bir yerlerde konaklama arayışıyla gelmiş Busra’ya. Yanında yetim yeğeni... Amcasına yük olmama düşüncesinde. Farkında değil bir bekleyeni olduğundan ve tarihin sonuna kadar burada onu bekleyenler olacağından. Manastıra yakın bir yerde konaklıyorlar. Devesinin ayak izleri taşımış onu tarihin sonsuzluğuna. Hemen yan odalarında İbn-i Kesir ders yapıyor ögrencileriyle. Alemlere Rahmet olarak indirilenin hayatını anlatıyor el-Bidaye’sinden, tarihe tanıklığını kaydediyor öğrencileriyle. Ve İbn-i Cevziyye de mescidin odasında yazıyor Zadul Mead’nı vahyin ışığında. Vahyin muhatabı ise yan oda da daha 7 yaşında iaşe telaşında, alemlere rahmet olduğunu bilmeden.

112


kültür - sanat

magrib

Rahip Bahira’nın Kilisesi

Onları orada bırakıp biraz ilerleyince bu şehirde Hz. Ömer’i görüyorsunuz, bu topraklara kadar getirmiş kutlu daveti ve ulaştırmış insanlara. Buradaki mabedi camiye çevirme çabası içinde. Aslına zarar vermeden. Caminin kuzey yarısı depremden yıkıldığı için Selçuklular tamir etmekteler, daha da bir süsleyerek, mermer sütunları

bugün Ürdün topraklarında olan Petra’dan getirtmişler onları yerleştirmekteler. Cami giriş kapılarının hemen kenarlarına soğuk su muhafaza etmek için taştan buzdolapları yerleştiriyorlar. Su sesleri geliyor caminin karşısındaki taştan oyma hamamdan, Fatımiler sıcak su ve soğuk suyu akıtmışlar hamamlarında ki çift oluklu musluklardan. Hamamın etrafında Roma sakinleri evlerinde büyük tiyatrodaki hayvan savaşlarına gitmeye hazırlanıyorlar. Bir yan mahallede İsrail zulmünden kaçmış Filistinli aileler komşuluk ediyor bu Romalılara, zafer işareti yapıyor Filistinli kadın yüzünde hiç bitmeyen umutlarıyla, Rabblerine olan teslimiyetleriyle. Ve bugun ‘Hz. Ömer Camii’nin misafirleri var biraz uzaktan Anadoludan, rum diyarından. Onlar da namaza duruyorlar, Hz. Ömer’in imamlığında, Şamlı kardeşleriyle beraber. Yanlarında gelecek nesillerden kimlerin saf tuttuğunu bilmeden. Ama Busra’da zamanın azledildiğinin farkındalığında... Busra’da medeniyetler içiçe, zaman sanki aradan çekilmiş ve yavaş yavaş kapıları açılıyor tarihin. Her adımınız da bir medeniyetten diğerine geçiveriyorsunuz, senelerden de yüzyıllar bin yıllar atlıyorsunuz. Beyniniz yetişmiyor hangi medeniyet hangi tarihte geçmişti bu topraklardan. Tarihi çok iyi hatırlayamadığınıza üzülüyorsunuz. Keşke elinizde bir tarih atlası olsa da bir o sayfa bir bu sayfa karıştırsanız. Ama bu bile yetmez ki size. Tarih atlasları yazar mı Filistinli mültecilerin Roma kalıntılarında yaşadığını. Gözleriniz yorulur beyniniz pes eder aklınız vicdanıyla Allah der, ‘zamanlara ve mekanlara hakim olan Sensin’ der teslim olur. Ve niyaz eder; bizi de şimdi ‘Rahip Bahira’yla buluşan 7 yaşındaki ‘kutlu yolcu’nun ümmetinden Eyle Ya Evvel Ya Ahir.

113


magrib

kültür - sanat

Ali Haksever

Tanıtım

“.” BİR NOKTA

‘Bir Nokta, sözün öz duruş yerinde geleceğe nefes veriyor.’

„Anlam, ses ve söz aynı hat üzerinde sürekli yeni vâroluş alanları açıyor. Dil insandan önce de vârolan, insanla görünürlüğü yeni bir boyut kazanmış olan bir olgudur. Ve dilin estetik yapısı olan edebiyat hem varlık alanı hem vâretme alanıdır. Edebiyatın tıkanadurduğu noktada açılım için soluk alıp verebilmek ve geleceğe doğru bir soluğu ulaştırabilmek için bir nokta gerekir, bir kalkış noktası.“

İşte bu nokta olabilmektir Bir Nokta dergisinin gayesi. Dergi Pakdil Usta’nın “Yazmak uzun bir yürüyüşe çıkmaktır.” sözünün bilincinde olan yazar kadrosuyla Şubat 2001’den beri devam ediyor yayın hayatına. İki ayda bir süreyle yayımlanmaya başlayan Bir Nokta dergisi birinci yılını doldurduğunda ayda bir yayımlanmaya başladı. İlk kırk sayısı iki yapraklı, büyük boy olan dergi kırk birinci sayısıyla beraber kapaklı, normal boyuta döndü. Yayın yönetmenliğini Mürsel Sönmez’in üstlendiği dergi, her yaştan yazarları-şairleri barındırıyor bünyesinde. Bu dergi sizin için ne ifade ediyor diye sorulduğunda: “Bir Nokta benim sabretmeyi, direnmeyi ve her gün daha çok sevmeyi öğrendiğim nokta.” diye cevap veriyor Aliye Akan. Ya da “Bir Nokta benim için bu yaşta heyecan demek her şeyden önce. Bir Nokta’yı çoğalan bir umut olarak görüyorum.” diyor Nurettin Durman. Dergi altıncı yılında Bir Nokta Kitaplığının ilk kitapları olacak olan altı kitapla selamladı bizleri: Mürsel Sönmez /Yüz Akı (Akaryazı), Şefik Memiş /Afişler Gibi Yüzün (Sinema Yazıları), Aliye Akan /Sümbülün Saçları Kısa (Hikaye), Cemal Kılınç /Palamar (Hikaye), Necmeddin Atlıhan /Yeni Coğrafya Dersleri (Şiir), Resul Tamgüç /Güliçi Nöbetleri (Şiir). Bu kitaplar yazarların Bir Nokta’da yayımlanan eserlerini içeriyor. Kasım 2007 itibariyle yetmişinci sayısını okuduğumuz Bir Nokta’nın, daha uzun yıllar biz okuyucularını yalnız bırakmamasını temenni ediyoruz. Ve son sözü Mürsel Sönmez söylüyor, parmağıyla kalbini işaret ederek: “Bir Nokta dergisi belirleyici tanıklık yapan, yani bir şehâdet parmağıdır burayı gösteren.”

Not: Derginin tam ismi İstanbul Bir Nokta’dır.

114


kültür - sanat

magrib Bünyamin Kasap

Tanıtım

TASAVVUR ve MAHUR

Tasavvur

“İnsan, tasavvur eden bir varlıktır... Tasavvur etmek; deniz kıyısında tek başına kalmış bir çocuğun ceplerine doldurduğu çakıl taşlarını denize atarken, sahildeki taşların bitmesini değil de; cebindeki taşların bitmesini düşünüp, denizdeki sonsuz suya rağmen yanaklarındaki damlalarla ‘ben de varım’ demesinin hayat halidir. Hayat hâli olmak bir şeyin, aynı çocuğun deniz soğuğunu alnına alıp da içinden ısınmasıdır. Saçlarını savuran rüzgarın içine dolmasıdır. Suya yaslanırken güneş olan; içinden aydınlanmasıdır. Ve nefes... Kararırken vakit ve su; ve biterken sonsuzu denizin; ve vururken kıyısına denizin balıklar; çocuğun, gözyaşlarından denizler yapıp balığı hayata döndürmeye gayret etmesidir...

Ve ki: her nefes, içinde sakladığı ‘hû’ kesafetinde can verir balığa...

Ve ki: nefes almak, yaşıyor olmaktır!”

‘www.tasavvur.org’ isimli internet sitesi formatındaki dergi, işte bu niyeti parmak uçlarında taşıyan, sesin ve sözün ve tepkinin ve inancın gücüne inanan ve inananlara ulaşıp deniz kıyısındaki çocuğa yoldaşlık edebilecekler kervanı olup yürümeye, yolda olmaya devam edenlerin tasavvuru... tasavvur her ayın yirmi birinde yenilenmektedir. Şu sıralar onüçüncü sayısı yayındadır. ‘heybe@tasavvur.org’ hayata ve inanca dair tasavvurları bekler.

Mahur

“Yazının diliyle aktüel olayları edebi, kültürel ve sosyal açılardan yorumlamak, geçmişin bize sunulan kültürel değerlerini yeniden hatırlamak ve bilmek, geleceğin gerçek ve hayallerini farklı kalemlerin dilinden dinlemek, olmak istediğimiz kimlikle olduğumuz benlik arasında ince bir geçiş sağlamak. Tarihi ve akademik araştırmalara dar bir alanda da olsa yeni bir baslangıç sağlayarak hassasiyet ve ilgi sahibi olanlara zemin oluşturabilmek. Her şeyden önce kişisel açıdan ‘değer’ sahibi olmak ve bu hengâmenin içerisinde ‘endişe’ taşıyan, tevazu sahibi, sıradan ama farklı bireyler olabilmek inancıdır ‘Mahur’un gayretinin adı...” Mahur, Mart 2005 itibariyle Viyana’da öğrenim gören öğrencilerin kendi çalışmalarından oluşan mevsimlik bir dergi. Mayıs ayında çıkan son sayısında ‘Umran’ kavramını dosya konusu olarak inceliyor.

115


magrib

kültür - sanat

Gamze Derince

Portre

RESİMLERİ, ÇİÇEKLERİ Bİ DE KENDİSİ: MONET Fransız ressam: Oscar-Claude Monet (14 Kasım 1840 – 5 Aralık 1926) Rüyalardan arta kalan resimler… Monet’in fırça darbeleri, varlıkla yokluk arasındaki çizginin varlığa yansıması gibidir. 20 yüzyılda görsel sanatlara hatta müziğe bile yansıyan empresyonizm akımıyla ilk defa resim sanatında karşılaşıyoruz. 19. yüzyılın ikinci yarısında epey çaba sarf ediyor empresyonist ressamlar kabullenilmek için. İlk sergilerinde elbette büyük hüsranlara uğruyor, çok sert eleştiriler alıyorlar. Geçimini resimden sağlamak empresyonist ressamlar için hiç de kolay olmuyor tahmin edilebileceği gibi. Hayatlarına maddi imkansızlıklar damga vuruyor ve nerede yaşayacaklarına yine içinde bulundukları şartlar karar veriyor. Sanata ilgi duyan zengin bir asilzadenin himayesi altında olanları kendilerini şanslı sayıyorlar. Resim sanatını Rönesans’tan sonra girmiş olduğu çıkmaz sokaktan çok zaman sonra da olsa çıkarmaları bakımından izlenimci ressamlar ve onların içinde bir öncü konumunda olması hasebiyle Monet oldukça önemlidir. 19. yüzyılın neredeyse sonlarına değin resmin yegane gayesi temanın olduğu gibi, en ufak ayrıntısına kadar aslına sadık kalınarak tuvale yansıtılmasıdır. Hedeflenen, resmin bir fotoğraf kadar kendisine benzemesiydi. Bu amaç yüzyıllarca ressamların mükemmeliyetçiliğini beslemiş olasına rağmen sanatçı yaratıcılığına gem vurmuştur. Empresyonistlerin zor da olsa üstesinden geldikleri şey budur. Monet’nin isteği resimlerinin çizeni, çizileni, izleyeni aynı yargıya götürmesi değil, aksine herkesin iç dünyasında farklı bir his uyandırmak, herkesin kendi iç gerçekliğini keşfetmesini sağlamaktır. Bunun için Monet eserlerini nasıl görmek istiyorsa öyle resmeder. Hayatının merkezine sanatını, resimlerini koyan Monet, resimden arta kalan küçük boşluğu da çiçeklerine ayırır. Gittiği her yerde yaptığı ilk işlerden biri kendisine bir çiçek bahçesi oluşturmaktır. Monet ne sevgililerine, ne eşine, ne de çocuklarına ayıracak uzun vakitler bulamaz. Dünyaya resim penceresinden bakan ressam, çok da talep etmediğinden olsa gerek, mutlu olamaz hayatı boyunca. Sanatında bulunduğu konumu hep eksi yönde değerlendiren, resim söz konusu olduğunda kendine karşı hiç de insaflı olmayan sanatçı, çok kereler geçirdiği buhran dönemlerinde kimi eserlerini paramparça eder. Monet yaptığı şeylerden asla memnun olmaz ve çevresindeki insanlar uzun uzun onun yakınmalarını dinlemek zorunda kalırlar. Sanatçı eşi olmak zordur derler. Monet gibi sürekli şikayet eden, hayatı maddi zorluklar içinde geçmiş bir sanatçının eşi olmak daha da zor olsa gerek. “Yeşiller içindeki Kadın”, “Bahçedeki Kadınlar”, “Gezinti”, “La Japonaise” hatta “Ölüm döşeğinde Camille Monet” gibi tablolarında eşine modellik yapan Camille bu zorlukları tecrübe etmek durumda kalır. Monet’nin eserlerinde ölümsüzlüğü yakalamanın bedelini sürekli ihmal edilerek, maddi imkansızlıklar içinde yaşayarak öder ve henüz 32 yaşındayken hayata veda eder.

116


kültür - sanat

magrib

1874 yılından sonra Monet ve aynı çizgide bulunduğu arkadaşları ilk defa kendileri sergi açmaya karar verirler. Çok sonraları izlenimciliğe adını verecek olan Monet eseri de bu sergide yer alır: “İzlenim: Gün Doğuşu” (Impression, soleil levant). Ancak o günlerde sergi kritikçilerin hoyrat eleştirilerine maruz kalmaktan kurtulamaz. Bu anlaşılamama dönemi daha uzun yıllar devam eder ve sanatçı sürekli “maddi giderini daha kolay karşılayabileceği daha küçük bir eve” taşınmak zorunda kalır. Ancak 80lerin sonunda eleştirmenlerin yeşil ışık yakmasının ardından şöhretin kapısı aralanır ve Monet hayatının bundan sonrasını ekonomik anlamda rahat geçirir. Işık Monet’nin resimlerinde en önemli faktördür. Aynı temayı günün değişik zamanlarında, farklı ışık koşullarında işler. Böylelikle saman balyalarının, nilüferlerin, Rouen Katedralinin, Londra Köprüsünün farklı ışıklar altındaki serileri ortaya çıkar. Monet’nin katedraller serisine bakıldığında, sanatçının beynindeki imgeyi resmettiği düşünülebilir, çünkü karşımızda aynı objenin – Rouen Katedrali – mavi, mor, gri, turuncu versiyonları durmaktadır. Ancak Monet sadece ışık altında değişen modeli olduğu gibi yansıttığı için ortaya böyle bir durum çıkar. Onun peşinden koştuğu şey de tam olarak budur aslında. O sadece “gördüğünü” çizen bir ressamdır. Işığın etkilerini daha iyi yansıtabilmek için yeni tekniklere baş vurur. Tuvalinde üst üste binen fırça darbeleri renkleri ayırmaya, ayrıştırmaya çabalarlar. Işık ve rengin sonsuz dansıdır onun resimlerinden taşan şey. Monet’nin eserlerinde kronolojik olarak dikkati çeken bir kaç şeyden bahsedecek olursak: Gençlik yıllarında daha büyük ölçekli çizer resimlerini. Londra şehrinin gün ışığı altındaki titreyişlerini resmettiği manzara resimleri bu dönemine tekabül eder. Bu dönemlerde ressam daha net hatlar kullanır. Yani henüz “Monet Tarzı” diyebileceğimiz döneme tam olarak geçilmemiştir. İlerleyen yıllarda sanatçı, ölçeğini küçültür, paralel olarak resimlerindeki netlik de kaybolur. Nilüfer serisinde olduğu gibi… Sanki resim bittikten sonra tuvalin üstüne bir tül örtülmüş gibidir. Bu duygu mudur ressamın uyandırmak istediği bilinmez ama Monet resimlerinin amaçlı ya da amaçsız böyle bir başarısı olduğu dillendirilmelidir. Daha da ilerleyen yıllarda Monet eserleri iyice karmaşıklaşır, ışık neredeyse yok olur ve resimlere kırmızı ton hakimdir. Ancak bu ressamın bir amaç doğrultusunda ilerlediği bir yol değildir, sadece sanatçı katarakt olmuştur. Görme yetisi zayıfladığı ve katarakt hastalarının görüş biçiminin karakteristiği olan özellikler ön plana çıktığı için sanatçının son dönem resimlerinde böyle bir dönüşümle karşılaşırız. Ressamın hayatından bir enstantane: Monet 20 yaşına geldiğinde askere çağırılır. Askerlik görevini Cezayir’de yapmayı tercih eder. Sağlık sorunları sebebiyle askerliğini tamamlayamadan geri döner. Güneyde geçirdiği bu kısa zaman sanatına yansıyacaktır. Sanatının doruğundayken Monet şunu söyleyecektir: “Bana ilham veren şey Güney’in ışığının ve renginin görkemidir.”

117


BİZİM KİTABEVİ KİTAP - HEDİYELİK EŞYA - GİYİM

Schellhammergasse 10 1060 Wien 01 956 1423 - 0699 12813446

Gablenzgasse 12 1160 Wien Tel-Fax: +431 492 01 66-66 www.multimedia-city.com

HÜRPAŞ


magrib kültür.sanat.coğrafya

viyana

Temsilcilikler Türkiye

K. K. T. C.

İstanbul

Abdurrahman Dülger adiger@yahoo.com

Serhat İsmailoğlu 00 90 533 433 81 98

Bosna-Hersek

Gülsüm İsmailoğlu ghasbal@hotmail.com Ankara Abdulkadir Sağlam 0 312 350 47 90 İzmir Mehmet Şamil Baş mehmetsamilbas@hotmail.com Balıkesir Fatih Yörük 0 536 598 34 09 Bilecik Avni Kacır 00 90 532 423 44 48 Bursa Veysel Kurt 00 90 535 649 36 95 Konya Abdullah Kuşlu 0090 535 6758109

Hatice Sunucu 00 387 61 76 33 03 Bihac Murat Sancaklı: 00 38 761 90 58 23 Mısır Şaban Çomak enesbinmalik7@hotmail.com S. Arabistan Mekke-Medine Mustafa Tekin 00 966 502 02 08 17 Malezya Adem Demirel ademdemirel7@hotmail.com Çin Murat Özkaya ozkayam@yahoo.com Almanya Ömer Sağlam 00 49 177 624 32 61

Hollanda Fatih Köse istasyon1999@yahoo.com İngiltere Fatma Örgel f_orgel75@hotmail.com Slovenya Faysal Ömer 00 389 91 936 806 Romanya İsmail Kurt ille_de_ben@yahoo.com Kanada Mehmet Sami samicolom@hotmail.com ABD Habib Karaman habibkaraman@hotmail.com Kazakistan Erkan Çakıcı erkancakici2004@yahoo.com Tayvan Ebubekir Biskinler e_biskinler@yahoo.com


www.magrib.net



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.