Eflatun cem guney nasrettin hoca fıkraları

Page 1



YAYINLAR

NASRETTİN HOCA FIKRALARI Derleyen: Eflâtun Cem Güney

&

Milliyet


Milliyet Gazetesinin okuyucularına armağanıdır. Ayrıca parayla satılmaz.


Milliyet - Varlık TÜRK VE DÜNYA KLASİKLERİ


© VA R LIK Y A YIN LA R I A.Ş. 1995 Milliyet Gazetecilik A.Ş. tesislerinde basılmıştır.


NASRETTİN HOCA Yedi asırdır yedi dünyaya gülen adam! Ona her yerde bir beşik, her yerde bir mezar gösteriliyor am a, doğrusunu Allah bilir. Bizim bir bildiğimiz varsa, bugün de bir kolu m aşrıkta, bir kolu m ağrıpta ve ruhu ebedilikle bir yaştadır. Dünya durdukça duracak o! Hoca’yı bu ölmezliğe eriştiren güler yüzü, tatlı dilidir. Güler yüz gönlün yaylası, tatlı dil de o yaylanın baharıdır. Zaten adam dediğin ya yüzünden belli olur, ya sözünden. Karagülmez dediklerimiz kara bulut yüzlü, acı soğan sözlüdür. Oysa ki, güleç insanların yüzlerinden nur mu dedin, n u r akar; dillerinden de bal mı dedin, bal akar. Hele Hoca’nın sade yüzü değü, alnının ortası bile gülüyor. İlle dili, ille dili! Kaymak çalıyor bal üstüne. Her yiğitin bir yoğurt yiyiş var, onun da huyu bu, dobra dobra konuşmak. Bir lâf dilinin ucuna geldi mi, öyle vezir vüzera gibi “yut gitsin!” etmiyor. Ama “parmağım gözüme, kör kadı!” hesabı de değil; şöyle yarlı yakışıldı; tam dengine getirerek taşı gediğine yerleştiriyor; gayrı onun sözüne sohbetine doyulur mu! Herkesi, ağzına baktırıyor. Bundandır Hoca; her başın tacı, her gönlün ilâcıdır. Her meclisin gülü, her sohbetin bülbülüdür. Onsuz, ne düğünün tadı, ne bayram ın adı olur. Hele söze bunaldığım ız zamanlarında Hızır gibi gelir yetişir. Bir var ki, Hoca yetmiş iki milletin düine çevrildiği halde Türkçe’mizde yazılamamıştır. Bu kıssaların, ya nazma çekilerek ağızları yüzleri eğilmiş, ya da yamalı dile dökülerek tadı, tuzu kaybolmuştur. Oysa ki bunlar millî mirasımızdır bizim. Ağızdan ağıza bir gelenek halinde sürüp gelen bu bergiizarlan, 5


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri h ar vurup harm an savuranlardan kurtarm alı, efsanelerimiz, masallarımız, halk hikâyelerimiz gibi halk kıssalarımızı da halk ağzı ve zevkiyle işleyerek çocuk ve halk eğitimine yarar nüshalarını meydana getirmeliyiz. Biz, boynumuza, düşeni yapıyor, rahmetli oğlumun başladığı bu işi bitirmiye çalışıyoruz. B unlar şerbetli fikracılann ballandıra ballandıra anlattıkları k adar olmasa da, az çok bir ağız tadiyle okunabilirse, “halk eğitimi** vazifemizi de yapmış olmanın zevkini duyacağız. EFLATIN CEM GÜNEY

6


Nasrettin Hoca Fıkraları ADAM SEN DE! Bir gön Hoca dağdan mı geliyormuş, bağdan mı? Değirmen başına inince: “Şu ihtiyarı çiğneyip geçmeyeyim!” demiş. Değirmencinin de değirmenin suyu çekileli, adam yüzü göıdüğü mü var! Bizimkini görünce deli, divane olmuş: “Yel mi attı Hocam, sel mi attı seni buralara?” diye yürekten karşılaşmış. Konmuşlar, konuşmuşlar, kâh şu daldan, kâh bu daldan derken, akşamı bulmuşlar. Hoca, “yolcu yolunda gerek!” deyip de doğrulunca, de­ ğirmenci: “Efendi, yolun düşmüşken, şu bizim eşekleri de köye bırak. Hem birine binersin, ayağın yerde kesilir?” demiş, Hoca, değirmenin eşeklerini önüne katmış. Az gitmiş, uz gitmiş; kör şeytan kalbine girmiş: “Sakın, sağa, sola sapan olmasın!”. Deyip bir saymış, dokuz eşek! Gözlerine inanamamış: “Acep biri hangi cehenneme gitti?” deyip eşekten inmiş; bir bir eliyle saymış ki; on eşek! Az gitmiş, uz gitmiş; yine bir şeytan kalbine girmi;, tutup bir daha saymış: dokuz eşek. Yine gözlerine inanamayıp inmiş; eliyle saymış ki, on eşek! Rahmetli, bindiği eşeği bir sayıp, bir saymadığının farkına varmış mı, varmamış mı, her ne ise, deliye dönmüş: “Adam sen de! demiş; üstüne binip de bir eşek kaybetmektense, yaya yürüyeyim daha iyi!” AKLINI PEYNİR EKMEKLE Mİ YEDİN Hoca bir gün çarşıda bir kavuk beğenir. “Kaça?” diye sorar. “Sudan ucuz Hoca’m, on akçe!” derler. 7


Milliyet Varlık Türk ve Dünya Klasikleri -

“Pek âlâ öyle ise, sanp, sarmalayın!” diye sardırır Hoca. Gideceği sırada, gözüne mi ilişir, ne olursa: “Ya şu heybe kaça?” diye sorar. “Yabancı değilsin ya, o da senin için on akçe olur.” derler. “O halde, kavuğun yerine heybeyi verin” der, alır heybeyi ama, kesenin ağzını açmadan çıkar. Adam arkasından yetişip: “Hoca’m, ayıp olmasın ya, parasını unuttunuz” deyince Hoca: “Ne parası, heybenin yerine kavuğu bıraktım ya” diye çıkışmaya başlamasın mı! Adamcağız boynunu büken “Öyle ama Hoca’m, kavuğun parasını vermediniz ki?” der, der ama, Hazret büsbütün fitili alır. “Yahu, sen akimı peynir ekmekle mi yedin? Kavuğu almadım ki, parasını vereyim” deyip yürür... AL ABDESTİNİ, VER PABUCUMU Günün birinde Hoca, abdest almak için dereye kadar iner. Aheste, beste; başlar abdeste... Üç ağzma, üç burnuna derken, sıra iki ayağına gelir, gelir ama, her nasılsa papucun tekini elinden kaçırmaz mı! Bir de bakar ki, ne baksın, suyun üstünde yüzüp duruyor. Daha alalı ne odu, gıcır gıcır mübarekler. Abdesti yenilemek kolay ama, pabucu yenilemek kolay mı? Hiç yoktan bir etek dolusu para daha mı döksün elin gâvuruna! Hoca’nm aklı, fikri karışır, gayri ne namazı düşünür, ne niyazı: “Al abdestini, ver papucumu, al abdestini ver papucumu!” diye dere boyunu tutar, papuç gider, o gider; papuç gider, o gider. ALLAH DAĞINA GÖRE KIŞ VERİR Düşman düşmana Mevlit okumaz; Allah kardeşi kardeşe düşman etmesin! Koca Timur da kılıcını çekip yürüyünce, dağ, taş önüne


Nasrettin Hoca Fıkraları duramamış; “Âdilsin”! diyenin de hesabını görmüş, “Zalimsin!” diyenin de... Ahali, olup bitene ne deyip edeceğini şaşırmış; gene can kurtarana sanlır gibi, vanp Hoca’nm eteklerine sanlmışlan “Hey efendi, Allah her aklı sana vermiş; gidip ne diyeceksen de de Timur’a, bu işlerin önüne geçmeğe bak; yoksa kurunun yanında yaş da yanacak!” diye, yalvarıp yakarmışlar. Hoca boynunu bükmüş: “Ne denir, Allah kullarına, kulluklarına göre han gönderir, kaderin önüne geçilir mi?” demiş ama, nihayet kellesini koltuğuna alıp, hanlar hanının katına çıkmış. Timur şuradan, buradan derken: “Bir de sen söyle bakalım, şu yapıp ettiklerime göre âdil miyim, zâlim mi?” diye sormuş. Hoca bu, dilinin ucuna gelen hangi sözü, yut gitsin eder: “Vallahi, demiş; neyin nesi olduğunu bilmiyorum ama, Allah dağına göre kış veriyor!” Bu sözdeki hikmet Timur’un öyle bir hoşuna gitmiş, öyle bir hoşuna gitmiş ki, o günden geri, kılıcını kınına koymuş; Hoca’yı da başına baş tacı yapmış.

ALLAH ECELDEN AMAN VERSEYDİ.. Bir yıl Hoca, ekin ekmemiş, harman savurmamış değil, değil ama, yansını yel almşı, yansını sel almış; başka bir düzen kurup ta, samanını samanlığa, arpasını arpalığa atamamış. Eee, yılanca yılan, toprağı kanaatle yalar; “Şu eşeğin yemini biraz indirirsem, pulu mu dökülür?” diye düşünmüş, bir avuç indirmiş ama, eşek “Bana mı?” dememiş! Günün birinde Hoca: “Eşek gene o eşek.. Bir avuç daha eksiltsem, teli mi dökülür?” demiş; bir avuç daha eksiltmiş; seninki gene, keder getirmemiş! 9


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri Mübarek adam, eşeğin keseye dokunmayan tarafını buldu ya, gayri indirdikçe indirmiş; eksilttikçe eksiltmiş; derken eşeğe bir durgunluk çökmüş ama, Hoca, hiç te oralı olmamış, biraz daha azaltmış. Bu defa, bir mecalsizlik çökmüş hayvana; Hoca, gene oralı olmamış.. Bir de, bir sabah, girip bakmış ki, ne baksın, bizimki nallan parlatmış. O zaman Hoca, elini başına vurmuş: “Vah, eşeğim, vah! demiş; ne güzel alışmıştı! Nerede ise, susuz, yemsiz de yaşayacaktı ya, ecel müsaade etmedi yoksa...”

ALLAH ÎLE KUL ARASINA GÎRME Şu bacadan düşen altın meselesinden mi, başka bir alacak, verecek yüzünden mi, her ne ise, Hoca merhumun Yahudinin biriyle arası şeker renk olur. Şirret herif, yakasından tutup Hoca’yı mahkemeye sürüklemek ister. Hoca: “Bre bezirgân, ben haktan, hak yerinden kaçmam ama, şu kılık, kıyafetimle koca Kadı’nm önüne nasıl çıkanm?* deyince, Yahudi, üstündeki kürkü çıkarıp Hoca’ya giydirir, giydirir ama, Hoca bu defa da: “İyi ama, el var, ar var. Bu kürkünen, börkünen yaya, yapıldak nasıl giderim?” deyince, Yahudi altındaki katın da tutar. Hoca’mn altına çeker. Uzatmayalım, varırlar mahkemeye. Yahudi, Kadı’mn ayaklarına kapanır: “Ey kimsenin hakkını kimseye yedirmeyen, ben bu Hoca’dan dâvacıyım. Göz göre şu kadar altınımın üstüne oturmak istiyor. Buna Allah razı olur mu?” diye, bir sürü lâf sayıp döker. Kadı: “Ne dersin?” der gibi Hoca’nm yüzüne bakınca, Hoca, cebinden bir kese çıkanp şıkırdatarak: “Efendi hazretleri, sakın, inanma, kanma; bu Yahudi bildiğin gibi değil, her gördüğünden göz kirası ister, nerdeyse şu üstümdeki kürke bile sahip çıkacak!” deyince, Yahudi, birdenbire 10


Nasrettin Hoca Fıkraları telâşlanarak: “Sahip çıkacak ta, ne demek! Üstündeki kürk benim, başındaki börk te benim” deyip, Hoca’nm öbür yakasına da yapışır. Hoca, sureti haktan görünerek Kadı’ya: “Görüyorsunuz ya, efendi hazretleri; üstümdeki kürke de başımdaki börke de sahip çıktı. Hani Allah’tan korkmasa, “altındaki katır bile benimdir,” diyecek! deyince, Yahudiyi büsbütün ateş alır “Katır da benim efendim, katır da benim!” deyince, Kadı efendi birdenbire celâllenerek: “Bre katır herif, sen adamın üstündekine de sahip çıkıyorsun, altındakine de. Daha kaldı ki, altınlarına mı sahip çıkamayacaksın; yıkıl şuradan!” deyince, Hoca merhum, keyfinden ne deyip edeceğini bilemeyip: “Hey ağzına sağlık, tazı olalı bir kuş tuttun bugün!” diyecek olur ama, gayri orasını bilmem; bir bilgim, ettiğim varsa, Hoca, kırk gün, kırk gece Yahudiyi uykusuz bıraktıktan sonra, nesi var, nesi yok, götürür “Al katır herif, der, bu sana bir ders olsun da, bir daha Allah ile kul arasına girme!”

ALLAH VERSİN Bir bahara doğru Hoca, danma çıkmış da, akarını, kokarını onanp duruyormuş; çat demiş, kapı çalınmış; eğilip bakınca, biraz gözleri ısınr gibi olmuş ama, doğrusu kim olduğunu pek kestirememiş. Daha ne istediğini sormağa kalmamış; adam: “Hoca, efendi, demiş; biraz aşağı kadar inebilir misin?” Hoca’nın başını kaşımağa vakti mi var! “Ne söyleyeceksen söyle, kulağım sende.” demiş ama, beriki ne lâf ettiyse, Hoca kırk kulaç merdiveni nefes nefese inmiş ama, he­ rifçioğlu: 11


Milliyet Varlık Türk ve Dünya Klasikleri -

“Efendi, başın, gözün sadakası için.” diye, bir dilenci ağzına başlamasın mı! Rahmetli, şöyle bir bakmış: “Gel öyleyse benimle!” deyip, kırk ayak merdiveni çıkartmış; kırk birincide dönüp adama: “Allah versin, baba!” demiş.

ALTÜST OLACAK Hoca merhum, başını sokacak iki göz bir dam yaptıracak olur. Başı yatık bir dülger bulur, burası böyle olsun, şurası şöyle olsun diye kapısından bacasına kadar târif üstüne tarif geçer. Dülger de: “Canla başüstüne, Hoca’m; ben emeğimi esirgemem, daha başka bir diyeceğin var mı?” diye sorar. Bu defa da Hoca: “Hay ağzına sağlık, usta; az daha eşeğin büyüğünü ahırda unutacaktık! Döşeme tahtalarını tavana, tavan tahtalarını da döşeme yerine mıhlamasını unutma!” diye tembihe kalkışmasın mı? Usta, birşey anlamamış gibi Hoca’nın yüzüne ba­ kan “Hepsi ne ise ne ama Hoca’m, buna pek aklım yatmadı!” deyince, rahmetti, görmüş geçirmiş bir adam gibi gülen “Yahu, der, bunda akıl erdiremeyecek ne var! Ev bitince ev­ leneceğim; evlenince de, evin altı üstüne gelecek; tabiî o zaman tavan da yerini bulur, döşeme de?”

AMMA UZATTIN HA! Hoca, bir sabah soluğu kapıda alınca, bir kapı komşusu pencereyi tıklatır. “Hayrola Hoca; bugün sende bir hal var?” der. Hoca: “Hiç canım, ne hal olacak!” diye başını dolayıp geçecek olur 12


Nasrettin Hoca Fıkraları ama, herifin gözü elâlemin üstünde, öğrenmezse olur mu? “Yahu, betinden, benzinden belli; bir derdin var elbet!” diye tutturur. Rahmetli, onu şöyle bir süzdükten sonra: “Bre komşu, ne üstüne lâzım, elin üç koyunu ile, beş keçisi. Ev hali bu, bizim kan ile biraz ileri, geri ettik, işte o kadar.” deyip yürüyecek olur ya, yedi mahallenin tellâlı, gezdiği, tozduğu yerde ne anlatacak: “Pek o kadar değil, Hoca; bu gece sizin evden bir gürültü geldi; saklayıp ta turşusunu mu kuracaksın; yann okkası on paraya iner.” deyince, Hoca bakar ki, yakasını kurtaramayacak: “Be birader, diyorum ya, pek öyle merak edilecek şey değil! Bizimki işi azıtınca, bir tekme vurup cübbemi merdivenden aşağı savurdu” der. Komşusu olacak, bu kadarla da doymaz: “Hoca, ben böyle mavalan yutar mıyım, cübbe dediğin gürültü çıkanr mı?” deyince, gayri Hoca’mn burasına çıkan “Canım, komşu, der; sen de amma uzattın ha, cübbenin içinde ben de vardım!”

ANASINDAN EMDİĞİ BURNUNDAN GELİR Bir gece Hoca, karısıyla dereden tepeden konuşurken: “A hatuncuğum, yann ortalık günlük, güneşlik olursa, bağa gidip bel belliyeceğim; yok, puslu, bulutlu olursa, dağa gidip odun ileyeceğim.” der. Eksik-etek ne desin: “İnşallah de, efendi, inşallah de.” deyince, Hoca âdeta öf­ kelenir: “Yahu, bunun inşallahı, maşallahı var mı? Gayri havaya bağlı. Ya öyle, ya böyle!” der. Bir de sabah sabah bakar ki, havanın yüzü yağmura bakıyor, 13


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri dağın yolunu tutar, tutar ama, az gider, uz gider. Haramiler yolunu keser. “Babalık, sen bu dağlann kurduna benziyorsun. Haydi, düş önümüze de, köyün yolunu göster bize!” derler. Hoca neye uğradığını bilmez: “Aman demeyin, benim işim, gücüm başımdan aşkın, nefes almağa bile vaktim yok!” der ama, onun gönlüne kim bakar! Katarlar önlerine. Gayri, yokuşlarda ter dökerek, inişlerde tırnak sökerek, gidecekleri yere götürür, ama onları, anasından emdiği de burnundan gelir. Gece yansından sonra kapısını çalıp ta kansı: “Kim o?” diye seslenince Hoca: “Aç, kancığım, aç! İnşallah benim!” der.

ARADIĞINI BULDUKTAN GERİ Bir gün, bir saz âleminde, zevzeğin biri, Hoca’nın eline bir meydan sazı tutuşturun “Haydi Hoca’m, herkes bir telden çalıyor, sen de eski havalardan tuttur bakalım.” der. Herif, kös dinlemişin biri. Tutup ta ona: “Ay oğul, kırkından sonra caz çalınır mı?” demiş, ne çıkar? Boş yere ağzını yormaktansa, “Gel benim san telli kepçem; bir sen deşiktin!” deyip, sazın bam teline dokunur. Buldu ya bunu. Gayri bu tele vurur da vurur. Gelgelelim, böyle bir gürültüye kafa, kulak dayanır mı? Ötekiler gülmekte, gülüşmekte olsun, kâmilce biri: “Be canım efendim, başımızı şişirdin; böyle saz yerinde kalsın! Bizim bildiğimiz perde perde gezinilir!” dey^ıce, Hoca, başını sazın üstüne yıkarak: “Çelebi, der, onlar aradıkları perdeyi bulamazlar da, gezinir, dururlar. Ben bunu bulduktan geri, ne diye gezinecekmişim?”

14


Nasrettin Hoca Fıkraları AYAĞIMI TAŞTAN ESİRGEMEM Günün birinde tanıdık biri gelir, Hoca’dan eşeğini ister. Herifi başından nasıl savsın? “Vallahi, der, bugünlerde pek öyle yokuşlara yorulduğu yok ama, gene de bir gidip göreyim; gönlünü edebilirsem, ne âlâ!” Sözde gider Hoca, ve neden sonra, sakalını sıvazlayarak ge­ lir: “Sorma komşu, sorma! Eşek eşek iken bana ne akıl öğretse beğenirsin?” der. Adamcağız afallar: “Fesuphanallah, eşek dediğin insana ne öğretirmiş?” diye sorar. Rahmetli: “Eşek mi, der, ben ayağımı taştan esirgemem ama, eloğluna iyilik yaramaz; olur ya, ben bir eşeklik ederim, herifçioğlu tutar, seni kalaylar!” diyor.

AYAKLARI O TARAFA ÇEKMİŞ DE... Her sakala tarak uydurmasını bilen bir adam varmış; Hoca’yı da her gördükçe, sakalının altından geçen “Efendi hazrederi, yüzünüzü gören cennetlik oluyor, ayda, yılda bir olsun, bir acı kahvemizi içip de bizleri ihyâ etmiyorsunuz!” der, daha da ne diller dökermiş. Hoca içinden: “Bu mübarek adam, çarşıda, pazarda böyle yaparsa, ya evine, barkına uğrasam, kimbilir nasıl deli-divâne olacak?” diye ge­ çirirmiş. Bir gün, ayaklan o tarafa çekmiş de: “Bâri, bir gönül alayım!” diye niyetlenip kapısını çalmış. Seninkinin başı, bir görünmüş, bir kaybolmuş pencereden. Herhalde, kapıya koşmuş olacak, derken, kapıyı 15


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri uşağı açmış; kırk yıldır ezberlediği bir ağızla: “Ayağınıza kul, kurban olayım, demiş; bizi bir adam yerine koyup geldiniz ama, ağa hazretleri, şimdi çıktı. Vah, vah. Buraya kadar yoruldunuz! Düyunca, kim bilir, nasıl üzülecek!” Hoca’nın ekmeği dizinde, sözü yüzünde, lâfını kimden esirger“Ya, öyle mi, demiş; o halde ağaya selâm söyleyin; bir daha evden çıkıp giderken, başım pencerede unutmasın!”

AY ALIP SATTIĞIM YOK Aklını beğenmişin biri, bir gün bir pazar yerinde Hoca’ya rastlamış; sözüm ona, bir tuhaflık olsun diye: “Babalık, demiş; sormak ayıp olmasın ya, bugün, günlerden ne­ dir?” Hoca, adamın niyetini gözünden okuduğu için: “Ne bileyim, be evlât; ben bu memleketin yabancısıyım!” de­ miş. Adam: “Ağzımın payını aldım!” deyip de başını öte yana çevirecek yerde: “Haydi gün ne ise ne ya, ayın kaçı acaba?” demesin mi? Rahmetli gülmüş ve: “Vallahi evlât, sen benim pazar yerinde dönüp dolaştığıma bakma; bu günlerde ay alıp sattığım yok!” deyip yürümüş.

BAĞDAT VİRAN Bir gün Hoca, bir köy imamına misafir olur, olur ya, ölü gözünde yaş, imam evinde aş! İki kemkümden sonra imam: 16


Nasrettin Hoca Fıkraları “E, Hoca’m, bugüne bugün misafirimsin; söyle Allah aşkına, susuz musun? Uykusuz musun?” diye sorar ama, ekmekten, aşdan söz aç­ maz. Hoca ne desin; anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zuma az! “Eksik olma, der, buraya gelirken bir pınar başında uyumuştum. Her yer güllük gülistan; sade, bir Bağdat viran!”

BAHSİ KAYBETTİN YA! Hoca ile karısının bir eşekle başlan dertte kalır. Öyle ya, yemi, suyu vaktinde verilmezse dağa, bayıra ayaklan tutar mı hayvanın? Sözde bu işi sıraya bindirirler, ama, daima biri, kendi sırasını ötekinin üstüne yıkmaya çalışır. Bir akşam, yine dananın kuyruğunu koparırlar. Biri derki: “Bugün eşeğin yemini sen vereceksin!” Öteki derki: “Sıra şendeydi sen vereceksin!” Evin içinde bir kıyamettir gider. Nihayet, gürültüden ikisinin de kafası şişer, sepete döner. Ha işte o zaman, başlarım dinlendirmek için: “Kim şimdiden geri, ağzını açarsa; yemi, suyu o versin!” diye söz­ leşirler. Kansı: “Benim çenem pek durmaz, belki boş bulunur da bir lâf ederim.” diye kalkar, bir komşuya gider. Hoca da: “Ne olur, ne olmaz, duvann kulağı vardır!” diye ağzım yumup, dudaklarım diker. Böylece, evden ses, soluk kesilince, hırsızların günü doğar. Arka odadaki sandığı, sepeti boşaltır, ne var, ne yok, çuvallanna doldururlar. Duymasına, Hoca duyar ama: “Ben onlan duyduktan geri, onlar da beni duyar!” diye, bahsi kaybetmemek için ağzım açmaz. Bir de kansı dönüp gelir ki, ne görsün, her taraf tamtakır! “Amanın 17


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri komşular, evim, barkım soyulmuş!” diye bağırmaya başlamaz mı, Hoca hemen karısının yakasına sanlın “Nasıl, bahsi kaybettin ya; haydi, şu eşeğin yemini, suyunu ver bakalım!” der. BANA GÖRÜNME DE Bir gün, konu komşu bir olmuşlar, “Hoca, bu halin ne olacak böyle? Gel sen bir “He!” de; biz de helal süt emmiş birini bulalım da baş göz edelim seni.” demişler. Hoca ipe un sermiş ama, gönlüne kim bakar onun; neylemişler, etmişler, günün birinde toy-düğün etmişler. Doğrusu hatuncuk ta eline, eteğine temiz bir hatuncukmuş ama, inadına çirkin mi, çirkinmiş. Hani “yüzüne bakanın kırk yıl nasibi kesilir!” (terlerse, yalan değil! O gecenin sabahı, Hocada surat bir kanş; düşünüp dururken, ağır, uslu hatuncuk ağız, dilden söz açıp: “Efendi, nasıl buyuruyorsunuz, hısım, akrabadan kimlere görüneyim, kimlere görünmiyeyim?” diye sormuş. Rahmetli, başını öte yana çevirerek: “Vallahi kancığım; bana görünme de, kime görünürsem görün!” demiş. BİNDİĞİ DALI KESER Hoca merhum, bir gün, bir ağaç keserken, yolcunun biri görür. “Hey, babalık, bindiğin dalı kesme, sonra kanşmam ha!” diye seslenir ama, Hoca’nın bir kulağından girer, bir kulağından çıkar, bir, bir daha indirir baltasını. Derken, dal kınlır, gelir, Hoca da boylu boyunca serilir yere. Gayri yarayı, bereyi, düşünen kim! Hemen koşar adamın arkasından: 18


Nasrettin Hoca Fıkraları “Yahu, sen benim düşeceğimi bildin, öleceğimi de bilirsin; gel, deyiver, Allah aşkına!” diye, adamın yakasına sarılır. Adamcağız ne desin, yakasını Hoca’nın elinden kurtarmak için: “Bunu bilmeyecek ne var! Şu bindiğin eşek bir yellenirse, canın ağzına gelir, bir daha yellendi mi, canın çıkar vesselâm!” deyip, yürüyüverir. Hoca, odununu yükler, evin yolunu tutar ama, eşek bu, yokuş yukan bir eşeklik etmez mi, canı burasına gelir Hoca’nm, köralasıca, bir daha o eşekliği yapmaz mı! Hoca’nın iüâhı tükenir, yıkılıverir yere. Duyup gelenler, bir iki ah, vah’tan sonra, cenazesini evine kaldıracak olurlar. Çamur, çaylak bir yerden geçeıken, “buradan mı götürsek şuradan mı?” diye hesap, kitap ettiklerini duyunca, Hoca, tabuttan başını uza­ tır “Vallahi, der; ben sağ iken şu yoldan gelir giderdim ama, gene de siz bilirsiniz!”

BAŞIMI BELÂYA SOKAMAM Bir gün Hoca, kahvede hoş-beş ederken, adamın biri soluk soluğa gelir “Hoca efendi, der, sizin evde yangın çıkmış; aman deyim, ateş bacayı sarmadan yetişin!” Yanındakilerin yüreği yerinden oynar, ayaklan birbirine dolaşır ama, koca adam, hiç te oralı olmaz, dünya yansa umurunda değilmiş gibi, çubuğunu tellendirir, durur. “Bre Hoca, kulağına kurşun mu aktı, duymuyor musun? Daha ne oturup duruyorsun?” deyince, rahmetli uykudan uyanır gibi, şöyle bir gerinir, esner “Yahu, der, biz aramızda bir taksim geçtik; sokak işi benim, ev işi onun. Ben kanmın işine kanşır da, başımı nâra yakar mıyım hiç?” 19


Milliyet Varlık Türk ve Dünya Klasikleri -

BAŞINA PAMUK EKMİŞ Bir gün Hoca, bir acemi berbere tıraş olur. Adamcağız, ustura çaldıkça keser, kestiği yere de pamuk yapıştuırmış. Rahmetli, bir aralık kavuğuna uzanır. Berber, utana sıkıla: “Aman efendi, daha başınızın yansı tıraş edilmedi.” deyince, Hoca kıs kıs gülen “Be evlat; sen başımın yansına pamuk ektin. Bari bırak da ben de yansına keten ekeyim!” der.

BAŞINI ÇEVİRİP DE... Bir gün Hoca, Sivrihsar’ın tepeciğinde dönüp dolaşırken, görmüş ki, ne görsün, gökteki ay, bir gümüş yay! Çoluk çocuk bir yana, kelli, felli adamlar bile, ağzı açık, ayran delisine dönmüş; durup durup bakıyor, dönüp dönüp bakıyor. Üstelik, kimi yüzüne sürüyor elini, kimi gözüne, kimi kesesine sürüyor, kimi kösesine. Hoca, bir türlü, akıl, fikir erdirememiş buna: “Allah, Allah, demiş; bizim Akşehir’de bunun araba tekerleği kadarını görürler de, gene başını çevirip bakan olmaz!”

BAŞININ ÇARESİNE BAKSIN Hoca, yazın dağa gider, odun iler, kışın da, tandır başında, gününü gün edermiş. Bir gün, gene, eşeğini önüne katmış; oduna gidenlere katılmış. Bir var ki, can boğazdan gelir, bir avuç arpa ile olur mu bu! Yolun düzünü geçip te, dağın yüzüne gelince, hayvanın dizleri kesilmiş; bir ayağı gitmiş, bir ayağı gitmemiş. 20


Nasrettin Hoca Fıkraları “Bre akıllı, demişler, şunun kıçına biraz neft yağı çal. Bak nasıl, kuş olup kanatlanacak!” El aklı ile pek kuyuya girilmez ama, sınamayı da kurt yemez. Dedikleri gibi, bir parça bir şey sürmüş, sürmüş ama, de yetişe bilirsen, yetiş ardından! Koca eşek kuş olmuş, kanat olmuş; bir solukta, dağın tepesini bulmuş. Olacak olur ya, dönüşte de, eşeğin başına gelen, kendi başına gelmiş! Yollar, gözünde büyüdükçe büyümüş; ayaklan “Ben gitmem!” demeğe başlamış, ama, kolayını buldu ya bir kere, ne diye kasâvet çeksin; hemen bir parça neft yağı eşeğine; bir parça da kendininkine, tamam. Alimallah, uçan kuş bile ardından yetişememiş. Kansı, onu böyle nefes nefese, görüp de: “Yahu, efendi, ne oldu sana böyle?” diye sorunca, Hoca, vay yandım ederekten: “Sorma hatun, olan oldu bir kere; ben göle koşuyorum; eşek gelirse söyle, o da kendi başının çaresine baksın!” demiş.

BEN EHLİ KUBURDANIM Hoca merhum, insanlardan canı yandıkça, kendini mezarlığa atarmış. Bir gün gene, bu serviler şehrinde döner dolaşırken, birkaç atlının tozu dumana katarak geldiğini görmez mi! Hoca’nın yüreğine bir korku düşer: “Kırk haramilere benziyor bunlar! Desene, yağmurdan kaçarken doluya tutulduk. Bilmem ki, netsem, neylesem?” derken gözüne bir mezar çukuru ilişir. Yan soyunur, yan soyunmaz, girer içine ama, gelen atlılar da gelir yetişir. Bir de bakarlar ki, ne baksınlar, çırçıplak biri, bir mezardan başını uzatmış, etrafı süzüp duruyor; içlerinden biri eğilip, soran “Yahu, in misin, cin misin, burada ne anyorsun?” diye. Hoca bir tuhaf başını sallayarak: “Ben mi? Ben ehli kuburdanım. Ahvali 21


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri âlemi seyre çıktım!” deyince, atlılar, adarını dörtnala kaldırır; gayri, kuş olsa arkalarından yetişir mi?

BEN NEFES ETMESİNE EDERİM AMA... Ala keçi her vakit püsküllü oğlak doğurmaz ya, uyuzun yanında yata yata uyuz da olur. Günün birinde bizim köse kâhyanım keçisine uyuz bulaşır. Adamcağızda surat bir karış; katar önüne, getirir Ho­ ca’ya: “Efendi, senin nefesin için uyuz illetine bire birdir, derler, başın, gözün hayrına, şuna bir nefes eder misin?” deyince, Hoca mer­ hum: “Ben nefes etmesine ederim ama, sen de benim nefesime biraz katran ruhu katıp karıştırırsan!” der.

BEN YERİMİ SEVMEDİM Bir gün Hoca, kırda, bayıda dolaşırken iki adamın, dağı, bağ yaptıklarım görün “Hele merhaba sonraya kalsın, ağalar, bu çubuklar burada tutar mı dersiniz?” Adamlar bu söze bıyık altından gülen “Çubuklar da söz mü, adamı diksen biter, mübarek toprak deği, tutya!” derler. Hoca kulağına inanamaz: “Aman, öyle ise beni dikin şuraya, bakalım ne biçim yemiş vereceğim!” der. Allahın dağında vakit nasıl geçecek? Bağcılar tutar, Hoca’yı 22


Nasrettin Hoca Fıkraları yan beline kadar toprağa gömerler, kendileri de bir ağaç altına çekilip, ekmeklerine soğan kırmaya başlarlar. Hoca, şöyle bir zaman, bir ağaç gibi dikilip durduktan sonra kendi kendini söküp, bağcılann yanma gider. “Bre efendi, ne diye yerinde durmadın?” deyince onlar, Hoca: “Vallahi birader,, der; ben yerimi sevmedim, yerini sevmiyen ağaç da, tutar mı, tutmadım işte.”

BIRAKTIĞI YERDE OTLUYOR Bir gün Hoca, yükleyeceği kadar odun yükler eşeğine; bal tası ile, bahasını da üstüne atar “Haydi, uzun kulaklı arkadaş, der, sen şu dağ yolundan git, ben de dere boyundan. De bakalım, hangimiz daha erken ineceğiz kö­ ye!” Gayri, mübarek adam, bir taş üstünde dinlenmeden, mendilini çıkanp alnını terini kurulamadan, yürür babam yürür! Bir de, kan ter içinde köye gelir ki, daha ortalıkta adı, sanı yok eşeğin! “Bin kere maşallâh, ben eşekten daha yürükmüşüm!” der. Kansı da: “Ya, maşallâh, bugün eşeği de geçtin!” diye güler. Kılı kırk yarmanın zamanı mı! Bu söze yüzünü buruşturacağına,' oturur, eşeğin yolunu bekler Hoca. İyi ama, bir bekler, gelmez; iki bekler, gelmez; üçüncüsünde, içine bir korku düşer. Yorgun, argın dönüp gider ki, seninkinin hiçbir şey umurunda değil, yayılıp duruyor! Doğrusu bu hale Hoca’nm canı sıkılır: “Be birader, sen hâlâ bıraktığım yerde otluyorsun, gayri bu kadar da eşeklik olmaz ki, var ne halin varsa gör!” der, bal tası ile, baltasını alıp evin yolunu tutar.

23


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri BİLENLER BİLMEYENLERE ÖĞRETSİN Hoca merhum, bir gün sözde vâız için kürsüye çıkar, kara kaplı kitabı önüne açtıktan sonra: “Ey cemaat, bugün ne söyleyeceğimi biliyor musunuz?” diye sorar. Cemaatta: “Ne bilelim, bilmiyoruz.” derler. Bunun üzerine Hoca: “Madem ki, bilmiyorsunuz, ne söyleyeyim size!” der, kürsüden iner. Vaktin birinde gene kürsüye çıkar Hoca; sarığını, kavuğunu düzelttikten sonra, eski nalın, eski tas, eski usul, eski tarz sorar. Cemaat ta, aralarında ağız birliği ettikleri için: “Bilmez olur muyuz, biliyouzelbet!” derler. Bu defa da Hoca: “Ya, demek biliyorsunuz. O halde ne diye tekrarlayıp ta başınızı ağrıtayım!” der, gene kürsüden iner. Gel zaman, git zaman bir gün Hoca gene kürsüye çıkar, şöyle bir öksürdükten sonra, aynı nakaratı okur. Cemaat ta daha önce öğütleşip, anlaştıktan için: “Kimimiz biliyoruz, kimimiz bilmiyoruz Hoca’m”, derler. Hoca da: “Öyle ise, ne diye vaktinizi çalıp ta işten, güçten edeyim sizi; bilenler bilmeyenlere öğretsin!” deyip tası, tarağı toplar.

BİN DEĞNEK, DİLE KOLAY! Timur’un içki ile başı hoş değilmiş. Hele bir ağzına vuran olsun! Alimallah, anasıdan emdiğini burnundan getirirmiş. Günün birinde, kör kandil, birini tutup getirmezler mi bizimkine, gayri köpürmüş, küplere binmiş: “Şimdi görürsün sen, dünyanın kaç kulaç olduğunu. Yatınn şu 24


Nasrettin Hoca Fıkraları keratayı, vurun bin değnek!” diye gür, gür gürlemiş. Geçmiş gün, Hoca da orada imiş. Mübarek adam, bu söze bıyık altından gülecek olmuş ama, Timur’un gözünden kaçar mı? Hemen kaşlarım çatmış: “Bre Hoca, sen de vara, yoğa gülersin; gülünecek ne var bunda?” diye sormuş. Rahmeti i’nin hâli malûm,.dobra dobra konuşmak, kaçamaklı lâf arar mı? “A devletlim; siz ya değnek yememişsiniz, ya da sayı bilmiyorsunuz. Bin değnek, dile kolay!” demiş.

BİR FIRILDAK ÇEVİRDİM AMA... Akşehir kadısı, su basar, güne bakar tarlalar yemiş, doymamış; karşıki ormana da bir kulp takmak için, kalbur üstü gelenlere bir ziyafet çekmiş ama, pişmiş aşa su katar diye, bitim Hoca’yı bir kalem geçmiş! Bu hal, karısının ağrına gittiği için, akşam üstü Hoca’mn dalına basmağa başlamış: “A efendi, bülbülün çektiği dili belâsı! Şu kadıya karşı dilini biraz tutsan olmaz im? İşte böyle seni adam yerine koyup da kapısına çağırmaz!” demiş. Hoca ağırdan alarak: “Ne yapayım, hatuncuğum, benim huyum da bu: dobra dobra söylemek! Herifin, bu günlerde gene ne fırıldak çevirdiğini biliyor musun?” demiş ama, kan kısmına söz anlatmak kolay mı? Hoca’nın dalma bindikçe binmiş. Hoca bir sabretmiş, olmamış; iki sabretmiş olmamış; üçüncüsünde oklavayı kapmasıyla üstüne yürümesi bir olmuş, olmuş ama, kansı da soluğu kadı’nın evinde almış; Hoca da ardından, gelip kapıya dikilmiş. Ne ise, haremini haremliğe götürmüşler, kendini de sofraya almışlar. Rahmetli’nin kafası öyle bir kızmış ki, öfkesini 25


Milliyet Varlık Türk ve Dünya Klasikleri -

tavuktan, hindiden çıkarmak istemiş, çıkaramamış; baklavanın üstüne atılmış, gene hırsını yenememiş, o zaman, tepsinin kenarından tu­ tup: “A komşular; ömründe bir fırıldak çevirmedim ama, şu bizim saçı buçuk elime geçseydi, kulaklarından tutup şu tepsi gibi fini fırıl çevirecektim!” deyip, tepsinin dolu tarafını kendi önüne çe­ virmiş.

BÎR GÜNE BİR GÜN Bir ramazan, Hoca cerre çıkar. Köyün, kentin birinde, oruç ağız vâız ederken, yeri gelir de, İsa aleyhisselâmm dördüncü kat gökte olduğunu söyler. Her şeye akıl, sır erdirmek isteyen kocakarının biri, camiden çıkınca, Hoca’nm peşine yapışır: “A sarığım sevdiğim, İsa peygamber için böyle iken, böyle demiştin; acaba iki gözüm, orada ne yiyip, ne içer?” demez mi, Hoca’nın tepesi atan “Be hatun kişi, der, bir gün şu bizim Hoca ne yer, ne içer diye sormuyorsun da, dördüncü kat gökteki mübareği düşünüyorsun!”

BİR HAYIR SAHİBİ ÇIKIP TA Bir gün Hoca, hamama gider. Bakar ki, in yok, cin yok. Kendi kendisiyle konuşacak değil ya, ağırdan ağırdan bir “Kayabaşı” tutturur ama, kulağına inanamaz: “Demek benim kendimden haberim yok; meğer ne dokunaklı sesim varmış!” der. Öyle ya, şu koskoca hamamı inim inim inletsin de, ne diye şu müslümanlara bir temcid dinletmesin? Yunup, yıkandıktan, 26


Nasrettin Hoca Fıkraları giyinip kuşandıktan sonra, sabah mı, akşam mı demez; çıkar minareye, başlar temcid okumaya. Aşağıdan birisi: “Kim şu vakitsiz öten horoz? Aman ne de hoyrat sesi var!” deyince, Hoca minareden eğilin “Be müslüman, der, bir hayır sahibi çıkıp ta şu minarenin tepesine bir hamam yaptırsaydı, sen o zaman görürdün sesi!”

BİR MENDİL KURUYUNCA YA KADAR Günlerden bir gün, komşularından biri kan ter içinde gelir Ho­ ca’ya: “Aman efendi, bizim evde gene bir firtına koptu; kanmla baldızım birbirini boğup bırakıyorlar. Ben söz geçiremedim bunlara; dinlerlerse, gene seni dinlerler. Allah aşkına, gel ne söyleyeceksen söyle şunlara!” diye yalvarıp yakarır. Hoca merhum, şöyle bir düşündükten son­ ra: “Peki ama, bu kavganın aslı, astan nedir, yaş meselesi mi, baş meselesi mi?” diye sorar. Komşusu da: “A Hoca’m, ne yaş meselesi, ne baş meselesi. Ğene o, mal, mülk meselesi!” deyince, Rahmetli: “Korkma öyle ise, der, kadın kavgası yaş meselesinden çıkmadıktan geri, neden çıkarsa çıksın, bir mendil kuruyuncaya kadar sürmez.”

BİR PUL EKSİK VERİN Günlerden bir gün Hoca, bir ırmak kenarında oturup dururken, yedi tane kör gelir, yedi kek-ama, yedisi de birbirinden kör. Hani, birbirine değnek olmasalar, şuradan şuraya bir adım atacak gibi değiller. Selâm, sabahtan sonra Hoca’ya: 27


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri “Aman müslüman, derler, bizi şu karşıya geçir de, gönlümüzden ne koparsa verir, sevindiririz seni.” Hoca bu, çürük tahtaya basar mı? “Erenler, ben şimdi üçün, beşin yoluna bakıyorum; yoktan yonga kopmaz ki, gollünüzden kopanı vereceksiniz, hele elden gelin bakalım!” deyince, pazarlığa otururlar. Aşağı, yukan derken, her körü bir pula yakıştırırlar. Hoca: “Kısa günün kân bu kadar olur!” deyip paçaları sıvar; kimini omuzlar, geçirir, kimini sırtlar, geçirir, geriye körün körü bir kör kalır, onu da geçireyim derken, olur ya, Hoca’nm ayağı bir taşa gelir, nerede ise düşecek olur, güç belâ kendini toplayıp düşmez ama, sırtındaki düşer dereye; sürüklenir gider, kimbilir nereye? Ötekiler durur mu? Hoca’nm başına kıyameti koparırlar. Hoca bir sabreder, iki sabreder, üçüncüsünde sabn takati biten “Bre yaygaracı herifler, der; ne bağınp çağınyorsunuz? Siz de bir pul eksik verin!”

BİR UMUDUM KALDI Allah, Hoca’yı sevindirmek isterse, ikide bir eşeğini kaybettirip buldururmuş; bir gün yine boz eşek nereye gitmişse, başım alıp gitmiş. Yer yanlıp yere girmedi ya, elbet yine bir delikten çıkacak. Hoca bu düşünceyle ağır ezgi, fıstıkî makamdan bir türkü tutturarak yola düşer. Şura senin, buna benim, dolaşıp dururken tanıdık birine rastlar. Adamcağız, Hoca’nm hangi sevdaya geldiğini anlayınca: “Bre Hoca, böyle türkü çağıra çağıra eşek aranır mı? Şöyle bir ünleyip, yedi mahalleyi birden ayağa kaldırmak lâzım!” der. Hoca bu söze bir tuhaf gülen “Ağam, der, bir umudum şu dağın ardında kaldı. Hele bir orada da çıkmasın; seyreyle sen o zaman gümbürtüyü!”

28


Nasrettin Hoca Fıkraları BİR YUNUS OLAMADIM Allah, Hoca’nm her dileğim vermiş ama, bir evlâdı çok görmüş. Karısı, iki göz, iki pınar, bir yumup, iki döküyormuş. Bir gün, gene hatuncağız efkârlamr: “Hamur yapsam, kesenim hani? Ev süpürsem, gezenim hani? Böylesi dünyayı neyleyim ben!” diye, ah-u vaha başlayınca, Hoca, doğduğuna, doğacağına, dünya evine girdiğine, gireceğine pişman olmuş, başım alıp göle doğru gitmiş; “Balık tutanları seyreder de, belki biraz gözüm, gönlüm açılır!” diye. Ama, karısının hali, gözünün önünden gitmiyormuş ki, nereye bastığım bilir mi! Ayağı kaymasıyla, göle yuvarlanması bir olmuş. Balıkçılar, tutup çıkarmışlar “Ne yaptın be, Hoca?” demişler. Rahmetli içini çekmiş: “Ne yapayım, demiş; şu dünyada bir Yunus, olamadım, bâri yunus balığı olayım, dedim!”

BİZİM KAŞIK DÜŞMANI Bir gün Hoca eşiyle, dostuyla oturup çene çalarken, muzibin biri gelip te: “Bre Hoca, lâf dediler mi sana, başım açıp seğiıdirsin ama evden, barktan haberin yok. Tövbeler tövbesi, seninki bugün aklını kay­ betmiş!” Demez mi, Rahmetli’yi bir düşüncedir alır. Onun her şeye omuz silkeceğini bilen birisi: “Molla, sen dünyaya metelik vermezdin; nasıl oldu da bunu, bu kadar düşünüp duruyorsun?” diye sorar, Hoca bir tuhaf güler “Yahu, der, bizim hatunun aklı yoktur ki kaybetsin! Acep bu kaşık düşmanı nesini kaybetti diye düşünüyorum!”

29


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri BİZİM KÖYÜN MERHABASI Timur, kılıcı hakkı, vanp Akşehir’e kurulunca, memleketin ileri gelenlerini ayağına sesler. Çağrılanlar, yan ölü, yan diri, kalkıp giderler ama, korkudan da ağızlan, dilleri tutulur? Öyle ya, Timur bu. Pek behi, pazan yok; ya topunun kellesini birden uçurursa. Hanlar hanı, bu korkuyu dallarından atmak için, tutar, bunlara bir şerbet ısmarlar. Bunun üzerine, hepsinin beti, benzi yerine gelir, dillerinin bağı çözülür ama, gene de bir “Hoş geldin!” demeğe ağızlan varmaz; üstelik, Timur şerbetini içtikten sonra, senin subaşı olacak şaşkın, “Afiyet olsun!” diyecek yerde, damdan düşer gibi bir “Merhaba!” çekmez mi! Timur’un gözleri velfecri okumağa başlar. Bakar ki, işler kötüye saracak, Hoca hocalığını ele alır “Devletlim kusura bakmayın; bizim köyün merhabası ağız tadıyladır.” der. Timur, bu hazır cevaplılığa bayılır. Tutar, onu baş köşeye otur­ tur.

BİRAZ DA BİZ ÖLELİM Allah’ın sıcak bir gününde, Hoca merhum susuzluktan öyle bir yanmış, öyle bir yanmış ki, âdeta dili dışarı düşmüş. Senli benli görüştüğü biri görmüş: “Hoca efendi, bizimki akşama soğukluk yapmıştı; her halde şimdiye kadar buz kesmiştir. Az-buçuk harareti keser, buyur da, iki kaşık içelim!” demiş; götürmüş Hoca’yı evine, dayamış bir tencere hoşafı önüne. Ne var ki, kendisi koca bir kepçe almış; Hoca’nın da bir kaşık vermiş eline. Rahmetli’nin kaşığı dolu gidip, boş gelirken, adam kepçe kepçe gövdeye indiriyormuş. Her indirişte de: “Of öldüm!” deyip duruyormuş. Bir, iki derken, Hoca dayanamamış: 30


Nasrettin Hoca Fıkraları “Yahu, Allah nzası için, ver şu kepçeyi de, biraz da biz ölelim!” demiş. BOSTANCIYA TERE SATILMAZ Hoca bir sabah, el, ayak uyurken, bir bostana dalar. Bu ned, domates; bu ne, patates. Ne bulursa, doldurur çuvalına. Bakın belâya, tam omuzlayacağı sırada, -nerede var, nerede yok- bostancı çıkagelmez mi! Adamcağız bir çuvalın ağzma bakar, bir Hoca’nm yüzüne bakar. Sonra: “Ne anyosun, burada, babalık?” diye sorar. Oldu bir kere, Hoca ne desin: “Hiç, ne yitirdim ki, ne ariyayım! Bir rüzgâr attı beni buraya.” der. Bostancı bıyık altından gülerek: “Haydi, seni bir rüzgâr attı, diyelim; ya bunları kim yoldu, kim kopardı?” diye sorar. Hoca bu defa da: “Vallahi sorma; bu rüzgâr öyle bir rüzgârdı ki, beni oradan (»aya savurdu. Neyi tutmak istediysem, koptu, elimde kaldı.” der. Bostancı da buna da inanmış görünerek: “Bostancıya tere satılmaz ama, haydi, bu da öyle olsun, diyelim; ya şunlan çuvala kim doldurdu?” deyince, Rahmetli: “İlâhi, evlât, der, işte ben de bu çuvalın başmda onu düşünüp duruyorum ya!” BOŞUNA ÇABALAMA Bir gece Hoca “Püf!” der, mumu söndürür, “Ha uyudum, ha uyuyacağım” derken, damdan bir ayak sesi alır. Bu vakit, bu saatte, il 31


Milliyet Varlık Türk ve Dünya Klasikleri -

elin damında ne gezer? Belli ki, karanlıkta göz kırpan biri! Hoca, bunun ağzının payını vermek için, bir âlâ oyun dü­ şünür “Yahu, der, kansına; uyku gözlerimden akıyor ama, sana bir dua okumadan uyuyamayacağım. Hani dün, uyuz uykusuna mı daldın, ne yaptınsa, çaldım, çaldım, duymadın kapıyı. Neyse ki, bir ağzı dualı kuldan, o gün bir dua öğrenmiştim: Estâne, mestâne., danalar girdi bostâne (!) diye. Bunu üç kere okuyup ta bacadan kendimi bırakıverince, alimallâh kuş gibi, indim aşağı!” Karısı: “Eee sonra?” der, uyur ama, Hoca uyumaz. Gelgelelim, damdaki duayı öğrendi ya, gayn durur mu! Ağzına da yapışacak değil; üç yerine yedi defa okuyup üflpr, “Gayn al Allah kulunu!” deyip kendini bacadan bırakır, bırakır ama, kuş gibi değil, taş gibi düşer aşağı! Gene saklayan Allah sakladığı için öteki dünyayı boylamaz ama, ağnyıp incinmedik yeri kalmaz adamın. Bir de, elinde mum, ağzında dua, Hoca gelip de, baş ucuna dikilince, hırsız olacak, kaçmağa yeltenir ama, nerede şimdi o güç, o takat! Kımıldamağa bile mecal bulamaz. Ha, işte o zaman Rahmetli: “Boşuna çabalama, arslanım, der, bu dua bende, o akıl sende iken, kolay kolay elimden kurtulamazsın!”

BU DA BİR MARİFET Mİ Hoca merhum, bir gün, pazar yerinden geçerken, güvercin kadar bir kuşun on iki altına satıldığını görünce, parmağını ısırır: “Galiba, bizim kuş beyinlilerde kuşa karşı merak arttı; böyle bir firsat daha ele geçmez; bari ben de şu bizim babahindiyi okutayım!” der, ne kansınm ahına, ne de hindinin vahına kulak verir, koltuğunun altına kıstırması ile pazar yerine götürmesi bir olur, olur ama, belâya! 32


Nasrettin Hoca Fıkraları Haraç mezat derken, on iki akçede dayanır kalır. Hoca merhum, buna bir türlü akıl, sır erdiremez: “Yahu, bu ne biçim iş böyle? Daha demin el kadar kuşu on iki altına elden ele uçurup durdunuz; şimdi tutup buna on iki akçeden bir pul fazla vermiyorsunuz; Allah için şunları bir gözünüzle tantp terazileyin de, biraz olsun insafa gelin!” der. Kuşbazın biri: “Öre Hoca, o kuş, bildiğin kuş değil; dudu kuşu derler ona; senin, benim gibi konuşur o!” deyince, Rahmetli: “Allah Allah, der; bu da bir marifet mi? O konuşursa, bu da düşünür!”

BU EŞEĞİN BAŞI BİZİM AMA Hoca merhum, bir epeyce paradan, puldan çıkmış; süslü, püslü bik yular yaptırmış eşeğine. Ama, eloğlu bu, gözden sürmeyi çekiyor, eşeğin başında yular bırakır mı? Hocanın hevesi kamında kalmış. Ne de olsa mal, canın yongası; üzülmez olur mu, üzülmüş ama, eşeğin yanında pek belli etmemiş bunu. Getirip, götürürken de kulaklarını okşayarak avutmaya çakşırmış onu. Ne ise, gel zaman, bir gün o yuları bir Mısır eşeğinin başında görmesin mi! “Allah Allah, demiş Hoca; bu eşeğin başı bizim ama, gövdesi nasıl oldu da değişti böyle!”

BU İŞ YARENLİĞE GELMEZ Hoca mertıum, günün birinde, cami yarenlerinden birinin evine yatıya gider. Allah ne verdiyse yer, içer, söz, sohbet bitince de, yatak odasma geçer. Yatak yatak üstüne, yorgan yorgan üstüne. İyi ama, Hoca başına bir takke geçirmezse, gözlerine uyku girer mi? Ev sahibi 33


Milliyet Varlık Türk ve Dünya Klasikleri -

misafirinin kaşından, gözünden bunu anlayınca, ne yapsın, gider, bir mevlevi külahı getirir, Hoca da yataıken başına geçirir ama, başı külâhın içinde kaybolur.; bakar ki olacak gibi değil, tutar külâhı ortasından bağlar. Ev sahibi sabah sabah odaya girip de, onu bu haliyle gö­ rünce: “Hoca efendi, başındakini boğmuşsun!” der. Hoca’da lâf kıtlığı mı var, hemen yetiştirir: “A yaren, der, bu işin yarenliğe gelmez; ben onu boğmasaydım, o beni boğacaktı.”

BU İŞ BİZİM KADIYA DÜŞER Eceli gilen köpek, cami duvanna yanaşırmış; yaelâlemin geçtiği yolu kirletirse, ne olacak! İki komşu bu yüzden boğaz boğaza gelir. Biri der ki: “Sen temizle!” Öteki der ki: “Senin elini kiraya vermediler ya, sen temizleşen daha iyi olur!” Hoca, bu kavgaya, eşeğini durdurur, bakar ki, ne birinin kapısı önü, ne ötekinin duvar dibi, tâ yolun ortası. Rahmetli başını çe­ virir: “Boşuna boğazlaşmayın, der, ne sana düşer, ne ona düşer, bu iş bizim kadıya düşer!”

BULUNCA BAYRAM, BULMAYINCA SEYRAN Hoca merhum, tatlıya bayılırmış; hele, baklavayı görünce, dünyalar onun olurmuş. Bir bayram üstü kansı, mübarek gün yüzü hürmetine, 34


Nasrettin Hoca Fıkraları bir sini baklava döşemiş ama, bayram tatlısı ârife akşamı tattınlmazsa, günün birinde insan, Arafat dağına çıkabilir mi? Hatuncuk ta bunu ebeden, dededen bildiği için, “Bir iki dilim alsın!” diye, tepsiyi götürüp önüne koymuş. Hoca’nm eli değmesin, dili değmesin yoksa. Yallah deyince, tepsinin yansım cennetlik gövdeye indirmiş. Kansı: “Bre efendi, doyumluk değil, tadımlık bu. Yansı da yarına!” deyip, tepsiyi güç belâ önünden almış ama, Hocanın gözünü uyku tutmamış; çaresiz, kalkıp tepsinin başına geçmiş. Gece yansı, kansı uyanıp bakmış ki, Hoca tepsinin hesabmı görüyor “Bre efendi, yılanca yılan, toprağı kanaatle yalar. Seninkisi bulunca bayram, bulmayınca seyran! Gene ne yapıyorsun orada?” diye sormuş, doğru söyleyeni her vakit dokuz köyden kovmazlar ya, ne diye kaçamaklı lâf arayacak: “Sorma kancığım, demiş; bu kör olası tepsi, benim uykumu kaçırdı, ben de kalktım, hakkından geliyorum işte!”

BURUNLARI KAF DAĞINDA ÎMİŞ! Vaktiyle üç papaz varmış: ak sakal, kara sakal, san sakal! Üçünün de burnu Kaf Dağı’ndaymış. Bir gün bunlar, birbirinin aklına uyup, devri âlem seyahatine çıkmışlar. Dünyayı gezip tozarken, Hoca’nm hazırcevaplığı kulaklanna gitmiş. “O da kim oluyor! Vanp üçümüz, üç sual ile şunun ağzmı, dilini bağlayalım!” demişler; döne dolaşa, Hoca’nın memleketine gelmişler. Üç gün, üç gece, ince eleyip sık dokuduktan sonra, kendi akıllarınca, Hoca’nın değil ya, şeytanın bile bilemeyeceği sualler hazırlamışlar. Derken, davullar dövülmüş, meydan kurulmuş, Hoca’mız da Abdunahman Çelebi’ye binip buyuracağı yere buyurmuş. Ak sakal bir adım atmış, Hoca’ya doğru: 35


Milliyet Varlık Türk ve Dünya Klasikleri -

“Sana bir küçük sualim var, Hoca’m; acep bu dünyanın ortası neresidir?” Hoca: “Aklına kurban olduğum, demiş; neresi olacak? Eşeğimin ayağını bastığı yer!” Ak sakal, “Acaba?” der gibi, yan yan bakmış. Hoca gülmüş: “Halep orada ise, arşın burarada; inanmazsan, ölç te bak!” deyince, Ak sakal’m gözleri faltaşı gibi açılmış. Kara sakal da iki adım atmış: “Bir ufak sual de benim var, Hoca’m: acep şu gökyüzündeki yıldızlar ne kadardır?” Hoca: “Ağzına kurban olduğum, demiş; ne kadar olacak? Şu eşeğimin üstünde ne kadar tüy varsa, o kadar! ” Kara sakal da, “Ne malûm?” der gibi boynunu bükmüş. Hoca buna da gülmüş: “Yahu, sen de aklım gökyüzüyle bozdun galiba! İnanmazsan bir onlan say, bir bunlan. Tıpa tıp gelmezse, o zaman söyle!” deyince, Kara sakal’m da ağzı, dili tutulmuş. San sakal da üç adım atmış: “Bir ince sual de benim var Hoca’m: acep şu sakalcığımın kaç teli vardır?” Hoca: “ A sakalına kurban olduğum, demiş; bunda ne eksik, ne fazla, ancak, şu bizim uzun kulaklının kuyruğundaki kıl kadar!” San sakal da, “Ne biliyorsun?” der gibi çenesini oynatmış. Hoca bunu da görmüş; buna da gülmüş: “Vallahi, senin de kıl kadar aklın varsa, ben neyim. Öyle ya, inanmazsan, bir ondan, bir bundan kopar, başa baş gelmezse, yalanımı yüzüme vur!” deyince, onun da sakalı kucağına dökülmüş.

36


Nasrettin Hoca Fıkraları BUYURUN, CENAZE NAMAZINA Bir gün Hoca, cami yarenleri ile oturmuş da, Timur hakkında atıp eğiriyormuş. Nereden peydah olduysa, bir derviş peydah olup, kulak misafiri olmağa başlamış. Rahmetli, sözü tatlıya bağladıktan sonra, bu garibe dönüp: “Baba erenler, hangi diyann gülüsünüz, adınızı bize bağışlamaz mısın?” diye sormuş. Derviş asasına dayanarak: “Ben mi, demiş; Dünyanın öbür ucundan geliyorum; adım da Timur’dur!” Bu adı duyunca bizimkinin tüyleri diken diken olmuş:: “Aman diyeyim baba, Hanlığın, Hakanlığın da var mı?” de­ miş. Derviş yapılı adam da: “Evet!” deyince, Hoca, baltayı taşa vurduğunu anlamış; alı al, moru mor olup, yârenlerine: “Ey ümmeti Muhammet, buyurun, cenaze namazına.” demiş.

BÜLBÜLÜN ÇEKTİĞİ DİLÎ BELÂSI Hoca’nm babadan, dededen kalma iki karış toprağı varmış ama, kesesi elvermediği için, iki göz bir dam yaptırıp da başını sokamamış. Günün birinde: “Burası böyle, yüzüstü yatıp durmaktansa!” demiş; sayılı soğan, dikili sarımsak kabilinden bir şeyler ekip dikmeyi düşünmüş. Neye derler ki, toprak kazan, altın çıkarır! Koyup gidenler nur içinde yatsın; bir sabah bel bellerken, belin ucu bir küpün koluna takılmış. İnsanın kansı, kalbinin yansı; define bulduğunu ona söylemeyip de kime söyleyecek! Bir var ki, ya ağzında nohut ıslanmazsa. Sözde, denemiş olmak için: 37


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri “Kanm, kancığım; görülmüş, işitilmiş şey değil bu; sakın sağ kulağından sol kulağına söyleme; bugün, bel bellerken ben bir yu­ murtladım!” demiş. Sen misin diyen! Daha akşama varmadan, yedi mahalleye duyurmuş. Hoca, ağzının duasıyla camiden çıkıp da kahveye gittiği zaman, kimi selâm yerien “git git gıdak” demiş; kimi kelâm yerine horoz olup “kokoriko!” diye ötmüş. Rahmetli rüzgârın ne yandan estiğini sezmiş, sezmiş ama, kime ne desin: ‘Tevekkeli değil, demiş, atalar, sen, sen ol da sınnn kanna söyleme demişler ya, benim kulağımda küpe olacak yer kalmamış yoksa!”

BÜYÜYE BÜYÜYE KAZAN OLMUŞ Adamın biri, bir kazan çalmış, Allah’tan olacak ya, el altından okutayım derken; yakayı ele vermiş. Kırk kazan, kırkı da kulpu kırık kazan olsa, insan çeker elinden alır ama, bu, öyle değil; ne kulpu var, ne kınğı; her kazana benzeyen bir kazan. Neresinden tutup ta “Benimdir!” diyeceksin! Ne ise, kıssayı uzatıp ta günaha girmeyelim; son encamı, mahkemelik olmuşlar. Çalan, bizimkini; çaldıran da, kimbilir kimi şahit gös­ termişler. Kadı, hikâyeyi dinledikten sonra, Hoca’ya dönüp de: “Efendi, sen bu kazanın, bu müslümanın olduğunu ne biliyorsun?” diye sorunca. Hoca: “Ben mi, demiş; ben bunun tâ kil kutuluğu zamanım bilirim. Bu adamın evinde büyüye büyüye böyle bir kazan olmuştur elbet!” ÇÖMLEK HESABINA KALSA Hoca’nm yaşı, başı ilerlediği için, akşamki yediğini bile unutuyormuş; ayı, günü nereden bilecek! Oysa ki, önü de ramazan! Mübarek 38


Nasrettin Hoca Fıkraları ay, oruç ister, oruç, niyet ister, Rahmetli düşünmüş, taşınmış, tatlı tatlı kaşınmış: “Adam sen de, demiş; şu çömleğe her gün bir taş atarım; taş yirmi dokuz, çömlek otuz dedi mi, bayram ederim vessplâm! ” Karısının, çömleğin kerametinden haberi yok ya: “Bizimki çömleğini öyle elâlem gibi dolduramadı, galiba, böyle doldurayım diyor, diyor ama, böyle de dolmaz ki!” diye düşünmüş; eline geçtikçe, o dâ üç, beş taş atmağa başlamış. Derken, günün birinde, biri gelip, “Bugün aym kaçı?” diye sormasmı mt! Hoca: “Hele sabret biraz; şimdi gelir, doğrunun doğrusunu söylerim!” demiş ve gidip çömleği saymış ki, ne saysın eksik artık, yüz yirmi taşı bulmuş! “Allah Allah, demiş Hoca; günlerin uzadığını bilildim ama, ayın uzadığım duymamıştım doğrusu!” Ne yapsın, komşunun gözünü korkutmamak için: “Bugün aym kırk beşi!” demiş. Adamcağız: “Hoca’nın aklından bir zoru olmasın!” diye içinden geçirdikten sonra: “Nasıl olur, Hoca’m, ay dediğin top topu otuz gündür!” deyince, Hoca: “Yahu, demiş; ben gene insaflı davranıyorum; bizim çömlek hesabına kalsa, bugün ayın tam yüz yimisi!” DİPSİZ AMBAR, BOŞ KİLE Bir gün bir mecliste, boşboğazın biri, çenesini açmış. Dipsiz ambar, boş kile; söylemiş Allah söylemiş! Kâh nalına vurmuş, kâh çivisine; daha da lâf bulamamış ta, iki köyü bir eşeğe bindirmiş. Ötekiler de ne yapsın, bu ipe sapa gelmeyen şeyleri, koyun kaval dinler gibi dinlemişler. Arasıra Hoca bir iki taş atmış ama, herifçioğlu “Bana mı!” dememiş. 39


Milliyet Varlık Türk ve Dünya Klasikleri -

Derken o da esneyip uyuklamağa başlamış. Neden sonra adam yalanı tüketip te, Hoca’ya: “A molla, bugün hiç ağzını açmıyorsun?” demez mi! Hoca’nm kan beynine sıçramış: “Ne diyorsun be birader, demiş; bugün o kadar ağzımı açtım ki, az daha çenem kopayazdı!” DOĞURDUĞUNA İNANIYORSUN DA... Günün birinde, Hoca komşudan bir kazan ister, işi bitince de götürür verir ama, kazanın içine bir de tencere yerleştirir? Komşusu: “Bu ne?” der gibi yüzüne bakınca, “Ne olacak, doğurdu senin kazan!” der. Aradan üç ay mı geçer, üç yıl mı geçer, bir gün Hoca gene o kazanı ister, komşusunun yüzü güler “Galiba, bizim kazan bir tencereye daha gebe kaldı!” der içnden ama, bir bekler, kazan gelmez; iki bekler, kazan gelmez; üçüncüsünde vanr Hoca’nm kapısını çalar! Hoca merhum, kazan lâfını duyunca “Vallâhi komşu, söylemeğe dilim varmıyor, senin kazan sizlere ömür.” der. Adamcağız: “Aman Hoca, bu ne biçim söz! Kazan ölür mü hiç?” deyince, Hoca da taşı gediğine yerleştirir: “Bre köftehor, der, kazanın doğurduğuna inanıyorsun da, öldüğüne ne diye inanmıyorsun?” DOSTLAR BİZİ ALIŞ VERİŞTE GÖRSÜN DE... Hoca demişler ona; işlerine akıl, sır erer mi? Yumurtanın dokuzunu alır, onunu satarmış bir akçeye! 40


Nasrettin Hoca Fıkraları Her yumurtaya bir kulp takan madrabazın biri: “Hoca efendi, darılma ama, her aklına eseni yapıyorsun; ziyanına mal verilir mi? Bu işin bir ucu bize de dokunuyor!” diye söylenip dur­ muş. Hoca, böyle lâflara kulak asar mı! “Aldırma, demiş; dostlar bizi alış verişte görsün de, varsın ucu hangi keseye dokunursa dokunsun!”

DÜĞÜN EVÎ DEĞİL, ARI KOVANI Hoca bir akşam, bir yerden geçerken, bir evin an kovam gibi dolup boşaldığım görür. Şöyle bir, ikisine kaşıyla, gözüyle sorar. “Düğün pilâvı var!” derler. Mübareğin nereden de hatırına gelir! Hemen bir kâğıdı dürüp büker, bir zarfa koyup kapıya iter. “Düğün sahibini görebilir miyim, kendisine hatırlı, gönüllü birinden bir mektup getiriyorum da.” deyince, kapıdakileıden biri önüne dü­ şer. Meğer ev sahibi, arka odaya ayn bir sofra kurdurmuş da, ağa yapık adamlarla, gülüşe, konuşa, zerde, pilâv yiyorlarmış. Hoca kâğıdı ev sahibinin eline tutuşturur tutuşturmaz sofraya çöker. Adamcağız elindekini evirip çevirdikten sonra: “Yahu, bunun üzeri yazılı değil; bir yanlışlık olmasın?” demeğe kalmaz, Hoca, adamın sözünü ağzmda kor “Kusura kalmayın; pek aceleye geldi de. Onun içi de yazılı de­ ğildir!” DÜNYA DEDİĞİN KAÇ KULAÇ Günlük güneşlik bir günde Hoca merhum, bir kahvenin önünde oturmuş; yarenleriyle yarenlik ediyormuş. Hanya’dan, Konya’dan derken, 41


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri söz sözü açmış; biri, bir yarenlik olsun diye: “Hoca efendi; sen derya gibi bir adamsın; nice âlimim diyenleri bile cebinden çıkarırsın; şu dünya dediğin kaç kulaç acaba?” diye sormuş. Olur ya, o sırada karşıdan bir cenaze geçiyormuş. Hoca onlara bunu göstererek: “Yahu, demiş; daha ben, kendi boyumun ölçüsünü bile almadım. Siz bunu, şu gidene sorun; her halde bu rahmetli dünyayı ölçmüş, biçmiş de, göçmüş gidiyor.”

DÜNYASINI ZİNDAN ETMİŞLER Hoca merhum, eşeğinden çektiğini başka bir kuldan çekmemiş; hele şu Mısır eşeği, dünyasını başına zindan etmiş! “Ne olacak sanki, bulunmaz Kutnu kumaşı değil ya, biri olmazsa, biri daha” demiş, çekmiş pazara. Velâkin dönüp de yüzüne bakan olmamış. Hani, yerinde olmasına, kelle kulak yerinde ama, kuyruğu kuyruk değil ki, kurumuş, kemre bağlamış; temizlenmez ki, temizlensin; hem işin kolayı dururken* ne diye yokuşuna yorulacak! Bir kalem kesip torbasına atmış kuyruğunu. Derken, müşterinin ucu sökmüş; hele biri, yağlı bir müşteriye benziyormuş ama, kuyruğu kısa olduğunu görünce, eli kesesine varmamış. Hoca: “Canım, sen hele pazarlığa uydurmağa bak, kuyruk dediğin yazıda, yabanda değil ya, heybemde.” demiş.

ELİ SAKALINDA KALMIŞ Hani vebâlini almış olmayayım, ben de elin yalancısıyım; sözde, Hoca’nın kansı, daha üç ay demeden, ebe istemiş. Doğriısu, Hoca şaşırmış, bir yaşma daha girmiş: “Yahu, bizim bildiğimiz, kadın dediğin dokuz 42


Nasrettin Hoca Fıkraları ayda doğurur, ayın, günün dolmadan nasıl olur bu?” deyip de karısının yüzüne bakınca, hatun hiddetlenip kocasının üstüne yürümüş: “Ne demek dokuz ay; bir hesap, kitap etsene! Ben sana varalı ne oldu, üç ay değil mi? Ya sen beni alalı? O da üç ay; etti mi altı ay! De ki üç a da çocuğu kamımda taşıdım; işte oldu sana dokuz ay!” deyince, Hoca’nm eli sakalında kalmış: “Hakkın var kancığım, demiş; bu ince hesaplar benim aklıma gelmemişti!”

ELİYLE EKER, DİLİYLE BİÇER Hoca merhum, bir gün, bir işin anlından koşaricen, biri, bir dükkândan el edip çağırır “Hoca efendi, başın, gözün hayrına, bana el kadar bir kâğıt donatır mısın? Bağdat’ta bir gözü yaşlıya göndereceğim de.” der, der ama, Hoca: “İyi ma, benim şimdi Bağdat’a gitmeye vaktim yok!” deyip yürüyüverir. Adamcağızın garibine gider bu lâf; hemen ardından koşar “Hocam, ben mi anlamadım, sen mi anlamadın. Çiziktireceğin iki satırlık selâm, kelâm, bunda Bağdat’lık ne iş var?” deyince, Hoca: “Be yahû, Bağdat’lık ne iş olur mu? Ben kendi elimle ektiğimi, kendi dilimle biçerim. Kalıp (»aya kadar gitmesem, yazdığımı kim okuyacak?” deyip gene yolu tutar.

ELLERİ BÖĞRÜNDE, MURADI KOYNUNDA Günün birinde Hoca merhum, hastalanır, döklüm döşek yatar. Bütün Akşehir, kapışım yol etmesine yol eder ya, ille kadın kısmı bir saniye bile başını boş bırakmaz. Bir gün gene toplanıp herbiri bir dereden su getirirken, sözünü bilmezin biri de, lâf olsun diye: 43


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri “Hoca efendi, Allah geçinden versin ya, bir gün, bir emri hak vâki olursa, ne diye ah, vah edelim arkandan?” deyince, Hoca: “Ne diyeceksiniz; Rahmetli, kadın cemaatından hoşlanıldı ama, elleri böğründe, muradı koynunda gitti, dersiniz!” cevabını ya­ pıştırmış. ELVAN ELVAN ÇİÇEK Akşehir’in yaz baharına diyecek yokmuş doğrusu. Her taraf elvan elvan çiçek, buram buram koku, aygın baygın ses. Böylesi mevsimde, deli dan evine kapanır kalır. Elâlem kırlara dökülürken, Hoca’nm yârenleri boyunlarını bükecek değil ya, onlar da aralarında bir arifane yapıp, felekten bir gün çalmayı düşünmüşler Biri, “böreği benim üzerime!” demiş; biri “çöreği benim üzerime!” demiş; falanca, “dolması benim üzerime!” demiş; filanca, “lokması benim üzerime!” demiş. Hoca bakmış ki, her biri, üzerine bir şey alıyor. S ip kendisine gelince: “Böyle bir ârifâneden dönersem, Allah’ın laneti de benim üzerime!” demiş. EŞEK BAŞI DEĞİLİM YA Olur ya, bir gün subaşmın eşeği kaybolmuş. Adamları dört bir yana dağıtmışlar, ortalığı elek felek etmişler, yok oğlu yok! O gün Hoca da dağa gidiyormuş. “Aman Hoca, göz kirası isteyecek değilsin ya, yolun düşmüşken sen de bağlar arasına bir bakıver.” demişler. Neden sonra gelip görmüşler ki, Hoca merhum, hiç de oralı değil. Bir türkü tutturmuş; bağlar arasında dolaşıp duruyor. 44


Nasrettin Hoca Fıkraları “Ne o, Hoca, demişler; bu ne biçim arayış böyle?” Hoca da ne desin: “El elin eşeğini böyle arar, ben onun eşek başısı değilim ya!” der. EŞEK DE OKUYUP ADAM OLUR Adamın biri, korku belâsı, Temurlenk’e bir eşek hediye eder. Görenler, Allah için doğrusu, methede ede bitiremezler. Hoca’yı gözden düşürmek isteyen fırsat yoksullarından biri: “Hattâ öylesine bir mahlûk ki bu, Hoca gibi ağzı öpülecek birinin eline geçse, Alimallah okur, adam olur!” diye bir söz atar ortaya. Timurlenk işin alayında. Tutar, yularını Hoca’nm eline verir: “Eti senin, kemiği benim Hoca’m, okut, korkut, adam et bunu!” der. Hoca biçare ne yapsm; ele, güne karşı yüzünü kızartmamak için, deriden bir kitap yaptınr, avuç avuç arpa doldurur arasına; sonra, yaprak yaprak açıp, yedirir bunlan. Sabah bir, akşam iki, derken, hayvan değil mi, alışır buna; gayn diliyle açıp dudaklanyla alarak, dişleriyle öğütmeye başlar, arpa bulamayınca da, basar nâğrayı! Gel zaman, git zaman; vakit, saat tamam olur. Hoca o akşam yem vermez ama, sabah sabah, bir gümüş gem vurup, götürür imtihan yerine. Kitabı kor önüne; eşek de, başını kaldırmaz kitaptan; yaprak yaprak açıp, ikide bir zırlayıp durur. Görenlerin parmağı ağzında kalır ama, gene çekemiyenlerden biri: “Okumasına diyecek yok ya, ne okuduğu anlaşılmıyor!” demez mi, o zaman Hoca: “Niye anlaşılmasın, anlaşılır ama, anlamak için eşek olmak lâzım yoksa!” deyince, hepsi dillerini yutar.

45


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri FİNCANCI KATIRLARI Hoca merhum, bir gün, yol üstü bir mezarlıktan geçerken, olur ya, ayağı kayar, paldır, küldür bir çukura yuvarlanır? Hoca buna da şükreder. Öyle ya, ola ola üstü başı toztoprak olur, o kadar. Ya mazallah, eloğlu ayağını kaydırsaydı. Rahmetli nesi var, nesi yoksa, çıkanr üstünden, temizlemeğe başlar, başlar ama, o sırada nasıl olursa akimdan eser “Hazır soyunmuşken, kendimi ölü yerine koyup da şuraya bir uzansam, bakalım sual melâikesi gelip de ne sorup sual edecek?” der, uzanır, boylu boyunca, yatar öyle bir &man. Derken şangırdak, şıngırdak, inceli, kalınlı çıngırak sesleri çalar kulağına. Hoca, Kıyamet kopuyor sanır, çırılçıplak fırlar mezardan. Onu böyle görür görmez kim ürkmez ki, bezirgânın katırları ürkmesin! Ne fincan kalır, ne kâse. Gayri katırcıların gözüne ölü, diri görünür mü? Sopasını kapan üstüne yürür, de şimdi yer misin yemez misin, biçarenin pestilini çıkarırlar, neden sonra kendini toplayıp da eve atıncaya kadar anasından emdiği burnundan gelir. Kansı: “Yahu, efendi, böyle bu vakit nereden?” diye sorar, Hoca: “Sorma, kancığım, sorma, öteki dünyadan geliyorum.” der. HatuncağrzP “Ya, öyle mi, ne var, ne yok, oralarda?” deyince, Hoca: “Fincancı katırlarım ürkütmezsen, bir şey yok!” der.

GARİBİN KİMİ VAR Kİ Bir gün Hoca, yokuşlarda ter dökerek, inişlerde tırnak sökerek dağ, bayır aşarken bir dönemeç başında nefesi kesilir. “Ömrümü yakama dikmediler ya, demek vadem bu kadarmış!” der, bir torba kemik gibi yığılır yere. “Allah eşin, dostun, eksikliğini vermesin; elbet gelir, cenazemi kaldırırlar!” diye bekler, durur ama, Hoca’nm ne sayıkladığını kim 46


Nasrettin Hoca Fıkraları nereden bilecek? Ne gelen olur, ne giden; ne arayan olur, ne so­ ran. “Şu yalancı dünyada vefa mı kaldı! Baıi kendi ayaklarımla gidip haber vereyim.” der, öle, dirile gider, yana; yakıla vefat ettiğini söyler ve yine dönüp gelir, öldüğü yere. Kansı, ardında bir ölü ağıtı tutturanca konu komşu başma toplanır: “Vah anam, bu nasıl söz, bu kara haberi (te kim yetiştirdi?” derler. Hatuncuk iki göz; iki çeşme: “A komşular, der, garibin kimi var ki, kimi göndersin! Kendiceğizi gelip haber verdi; sonra yine çekilip merhum olduğu yere gitti!”

GEÇİNMEĞE GÖNLÜN OLMADIKTAN SONRA Dirlik, düzenlik dedin de hatınma gedi. Bir değirmenin üst taşı kuvvetli olursa, alt taşı ezer, alt taşı kuvvetli olursa, üst taşı bozar. İkisi birbirine denk olmalı ki, unu öğütsün. Er avrat dediğin de böyledir. malca, halca birbirine denk olmadılar mı, o evde dirlik, düzenlik kal­ maz. Allah kimselerin başına vermesin, bizimkinin başına gelmiş; evinin tadı, tuzu bozulmuş. Hoca “Üçten dokuza!” deyip de pabuçlarım eline vermemek için nice zaman dişini sıkmış ama, nihayet bir gün, saç saça, baş başa derken, mahkeme kapısını boylamışlar. Kadı efendi, önce Hoca’yı sığaya çekmiş, asıllannı, nesillerini sorup, soruşturmaya başlamış: “Sabah, akşam başının etini yiyen bu hatuncuğun adı, sanı nedir?” diye sormuş. Hoca, buna omuz silkince, kadı efendi kızmış: “Canım, bu da ne demek? İnsan kırk yıllık karısının adım bilmez olur mu?” diye bağıracak olmuş. 47


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri Hoca: “Bre efendi, demiş; geçinmeğe gönlüm olmadıktan geri, ne diye adım öğreneyim? Kaşık düşmanı aşağı, kaşık düşmanı yukan!”

GETİR HEYBEMİ, AL SEMERİNİ Günün birinde Hoca, bağa mı gidiyormuş, dağa mı? Yolda kamı ağnmayâ başlar. Hemen eşekten iner. “Adım sevdiğim; sen hele, şuna göz-kulak ol, ben şimdi gelirim” der, heybesini eşeğin üstüne atıp gider. İşini gördükten sonra, gelir, bakar ki ne baksın! Heybenin yerinde yeller esiyor! Ee, görünürde in yok, cin yok! Kime ne desin Hoca. Tutar, kabahati merkebin sırtına yükler, ne yapsa beğenirsiniz. Ne yapacak, çıkarır semeri, kendisi omuzlar: “Ya, nasıl der, çaldırır mısın? Yağma yok; getir heybemi, al semerini!”

GETİR ŞU KARA KAPLI KİTABI Hoca’nm gölge kadılığı postunda oturduğu günlerden bir gün, bir adam gelmiş: “Efendi hazretleri; dağda, bayırda otlarken bir inek, bir ineği vurup öldürürse, ne lâzım gelir?” diye sormuş. Hoca da: “Ne lâzım gelecek, hiç! demiş; ağızsız, dilsiz bir hayvana da kan dâvası açılacak değil ya!” Adam, Hoca’nın ağzından bu sözü aldı, aldı ya, gayn ne korkusu kaldı! “Hay ağzınıza sağlık, bizim inek sizin ineği öteki dünyaya 48


Nasrettin Hoca Fıkraları boylatmıştı da.” diye tutturunca, Hoca, kaşlarını yıkmış: “Dur öyleyse, mesele çatallaştı; getir şu kara kaplı kitabı bana!” demiş.

GÖLE KOŞ, GÖLE Günün birinde, kansı Hoca’ya der ki: “Çalının, çırann sözü mü olur, kevenin yüzünü seveyim; bir kav çalmada har diye, harlar, par diye, parlar. Külkedisi gibi başımı bekleyeceğine bir iki yük getirsen neyin eksilir! Ağalağından mı düşersin, beyliğinden mi?” Kan kısmının çenesi açılmaya görsün. Alimallah bir findik kabuğu doldurmayan şey için çuval dolusu lâf ederler. Rahmetli, kansmın çenesini bağlamak için, eşeğini önüne katar, yolu, yokuşu tutar. Gayn ne çalıyı gözü görür, ne dikeni; yaş, kuru, demez; yükler keveni. Dönüp gelirken içine bir kurt düşer. “Hani bu kadar emek verdiğime göre bari har deyip harlar soyundan olsaydı!” diye. Ee, sınamayı kurt yemez ya, şöyle bir ucuna bir kav tutacak olur, olur ya, sen misin tutan! Par diye parlar keven! Eşek kaçmaya, Hoca koşmaya başlar, başlar ama, yetişilir mi ki, yetişsin! İflâhı kesilince, arkasından bağırmağa başlar “Hey, uzun kulaklı arkadaş; aklın varsa göle koş, göle!”

GÖZLERİNİZİ AĞARTIYORSUNUZ AMA... Sizlere ömür, Hoca’nın kansı ölür, Rahmetli, yemeden, içmeden kesilir, günlerce, ağzını bıçak açmaz! Konu komşu telâşa düşer “Bre efendi, gidenin geleceği yok ya, bu yetimlere de bir ana lâzım!” derler, tutar, bir dul tazesiyle baş-göz ederler. Hoca’yı. 49


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri Gündüzleri ne ise; biri işinde, biri aşında. Aralarından pek kara kedi geçmez ama, akşam olup da, bir yastığa baş koydular mı, işin levni değişir, biri ilk karısından söz açar, biri eski kocasından! Bir gün böyle, beş gün böyle. Bu hikâyenin bittiği, biteceği yok. Bir gece, gene kansı, eski çamları devirmeğe başlayınca, Hoca’nın burasına çıkar,; hafiften bir yan tekmesiyle, yataktan aşağı yuvarlar onu! Gayn eşek kaçtı, palan düştü! Sustura bilirsen sustur, yaygarayı basar kadın. Bu sese koşup gelenler, Hoca’yı hem suçlu, hem güçlü sanırlar? Rahmetli, bir “lâhevle!” çektikten sonra: “Yahu, der, gözlerinizi ağartıyorsunuz ama, şu yatakta ben bir, bu hatun kişi iki, bizim merhume üç, bunun rahmetlisi dört! İnsaf edin, bu kadar adam bir yatağa sığar mı?”

GÖZÜNÜ KORKUTMAK İÇİN At, insanı üstünden atarken “yorgan, yatak!” dermiş; eşek atarken “kazma, kürek!” dermiş. Bundandır attan düşen ölmezmiş de, eşekten düşen ölürmüş. Hoca’nm eşeği de, Hoca’yı öyle bir yardan atmış ki, az daha öteki dünyayı boylayacakmış; ne ise, gene bir verdiği karşı gelmiş de Allah onu saklamış yoksa! Hoca, başı, gözü sadakası için fakir, fikarayı sevindirdikten sonra, şu eşek olacak eşeğine de bir gözdağı vermek istemiş. Oğlunu ahıra çağınp: “Duydun mu oğul, bir daha bu körolasıcaya ne yem ver, ne su. Varsın acısından gebersin, gitsin!” demiş; sonra kulağına eğilerek: “Aman ha, demiş; ben onun gözünü korkutmak için söyledim; ben bilmemiş olayım da sen gene yemini, suyunu ver!”

50


Nasrettin Hoca Fıkraları GÖZÜNÜN ÖNÜNDE GEREK Nasrettin Hoca, her sabah bahçesine bir fidan diker, akşam oldu mu, söker, içeri alırmış. Bir gün böyle, beş gün böyle. Kim görür de merak etmez, herkes bir mânaya yorarmış bunu. Derken, komşunun biri, bir sırasını bulmuş: “Hoca efendi, kimsenin işinde, aşında gözüm yok ama, garibime gitti doğrusu; neden bnu böyle yapıyorsun?” diye sormuş. Hoca merhum da, komşusunun kulağına eğilerek: “Neden mi, komşu demiş; bu günlerde ortalık bozuldu; yiğidin malı gözünün önünde gerek!”

GÜLÜNECEK NE VAR BUNDA! Bir gün Hoca, attan inip eşeğe binmiş. Uyuzun nesinden çekinecek! Onu kendi keyfine bırakmış; kendisi de kimbilir, yine neye dalmış; düşüne düşüne gidiyormuş. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş; derken mahallenin başına yetişmiş ama, ne olmuş, nasıl olmuşsa, eşek eşekliğini edip Hoca’yı alaşağı etmiş. Zamane çocuklan, büyük küçük tanır, kazadan, rızadan anlar mı! Başlamışlar gülmeye. Hoca, bozuntuya vermek is­ tememiş: “Haydi be, gülünecek ne var bunda? Ben zaten inecektim!” de­ miş.

HANGİ CEHENNEME GİTSELER! Hoca, bir tarihte bir köye imam olmuş, olmuş ama, namazda gözü olmayanın ezanda kulağı olur mu? Bir güne bir gün Hak divanına durmadıkları gibi, üstelik Hak yerine gidip: “Biz bu imamı istemezük!” 51


Milliyet Varlık Türk ve Dünya Klasikleri -

deyi de ayak diremişler. Kadı, bu ağzı abdestsizleri dinledikten son­ ra: “Sen ne dersin, Hoca efendi; bu adamlar seni istemiyor!” deyince, Hoca’nm börkü başından uçmuş: “Onlar beni istemiyorsa, ben de onları dünden istemiyorum. Ama ben. tek başına yeni bir köy kııramam ya; onlar, hangi cehenneme giderse gitsinler!” demiş.

HANGİNİZİN GÖBEĞİ ATIYORSA Acele işe şeytan kanşır derler, bir gün Hoca, kilerde birşey ararken, ne olur, nasıl olursa bir kalbur soğan devrilir başma. Hoca’nm gözleri kararıp düşecek olur ama, ayağmm dibinde yatan kalbura bir tekme indirmekten de kendini alamaz. Kalbur bu, bu defa da teker, meker diz kapağına kapanır Hoca’nm! Rahmetli, neye uğradığını bilmez, “dizim düştü!” sanır, can havliyle tutup kalburu yerden yere çalar ama; mübarek, lâstik top gibi sıçrayıp, bir de elini çarpmaz mı! Hoca büsbütün aklını, fikrini atar, koşup soğan bıçağına sarılarak: “De şimdi, hanginizin göbeği atıyorsa, çıksın karşıma!” deyip kalburun üstüne yürür.

HAVADAN NEM KAPIYOR Bir ün Hoca’nın dişleri soğuktan müzika çalmaya başlamış: “Ah, demiş kendi kendine, şimdi yağlı, yüzü yerinde bir çorba olsa da, sıcak sıcak gövdeye bir indirsem!” O, bu hülyadayken, çat kapı, bir komşu çocuğu karşısına dikilmiş. Rahmetli, elindeki tası görünce, dileğim yerini buldu sanarak: “Hey oğul, ne diye zahmet ettin?” deyince, çocukcağız dediğini, diyeceğini şaşırmış; ağzı yan varır, yan varmaz: “Şey, Hoca 52


Nasrettin Hoca Fıkraları efendi. Ninem biraz üşümüş de. Varsa, iki kaşık çorbaya geldim.” diyebilmiş. Bu sözü duyunca, Hoca’nın başına bir çorba kazanı devrilir gibi olmuş: “Allah Allah, demiş; bizim komşuların havadan nem kaptıklarını biliyordum am lâfın da kokusunu aldıklarını bilmiyordum doğ­ rusu!”

HAY ÖMRÜNE BEREKET Cinci derviş derler, gündüz külâhlı, gece silâhı biri, her gün, her yerde atıp eğilirmiş. Günün birinde, yine Hakka erip, eriştiiğinden söz açarak: “Şu sizin Hoca eşeklerle haşir, neşir oluıken, ben yedinci kat gökte meleklerle düşüp kalkıyorum!” diye tuturunca, Hoca dayanamamış: “Hey Allah'ın sevgili kulu, acep gökyüzünde dönüp dolaşırken şu nuranî yüzünüze yelpaze gibi yuryumuşak bir şey dokunuyor mu?” diye sormuş. Cinci derviş, safsatalarını yutturacağım sanarak: “Evet, evet, tüy desem, tüy değil; tel desem, tel değil; tülden ince, tülbentten yumuşak bir yelpaze!” demez mi, Rahmetli, adamın yalanını ağzında bırakarak: “Hay ömrüne bereket, demiş; işte o, bizim uzun kulaklının kuyruğu ya!”

HAYDÎ ÖYLE OLSUN Hoca, bir gün eve gelir, görür ki, karısının yüzünden düşen yüz parça oluyor. Rahmetli, ne desin: 53


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri “A gülmez sultan, yine ne diye kaşını eğiyorsun?” diye sorar. Kansı kaşlannı bir kat daha çatarak: “Âmân efendi sen de. Neden anlarsın ki halden anlayasın. Yas evinden yeni döndüm; oynayıp gülecek halim yok ya!” deyince, Hoca, şöyle bir kansını süzen “Haydi öyle olsun ama, der, ben senin düğünden, demekten döndüğün günleri de bilirim, a çatık kaşlım! ”

HER GÜN BAYRAM OLSA Allah vermesin, bir kıtlık zamanında, Hoca’nm yolu bir köye düşer. Bakar ki, her ev yağa, bala batmış, her taraftan bereket akıyor “Aman ne bolluk memleket! Bizim oralar, bu yıl açlıktan kınlıyor!” diye söylenir. “Yahu, der biri, sen bayram, seyran bilmez misin? Bugün, bu mübarek günün yüzü suyu hürmetine, herkes küpün, gölenin ağzmı açtı; yoksa kıtlık bizim de anamızı ağlatıyor! ” Bu haber üstüne, Hoca’nın lokması boğazına düğümlenir ‘‘Ah keşki, der, her gün bayram olsa da, ümmet-i Muhammet yiyecek sıkıntısı çekmese!” HEY GİDİ GENÇLİK HEY! Kim bilir, yine eşeğinin başına ne geldi! Bir gün Hoca bir ata binecek olur. Binek taşı olmadığı için bir sıçrar, iki sıçrar ama, o ağır gövdeyi kaldınp da binemez ki, binsin. Bir ata bakar, bir kendine: “Hey gidi gençlik hey!” der. Velâkin, yanında, yöresinde kulak misafiri olacak birini görmeyince: “Haydi be, sende! Biz senin gençliğini de biliriz!” der kendi ken­ dine. 54


Nasrettin Hoca Fıkraları HIRSIZIN ELI BERATLISI Bir gün Hoca, eşeğini çaldırır. Minareyi çalan, kılıfını hazırladıktan sonra, bir eşeğin de sözü mü olur, kimbilir, başına nasıl bir torba geçirdiler, gayn ara ki bulasın! Rahmetli, aramadık kan, uğramadık külhan bırakmaz ama, olup bir türlü bulamaz; kan ter içinde, kendini kahveye dar atar. Şu insanlar da bir tuhaf! Bari bıraksalar da, başını dinlese. Ya da bir kahve içip, kendine gelse. Sanki çabası onlara düşmüş; her kafadan bir ses çıkmaya başlar. Biri gelin “Canım, suçun büyüğü sende! Ne zamandayız, bir baksana; gözden sürmeyi çekiyorlar, böylesi günde el oğluna güvenilir mi?” der. Biri durur “Canım, kabahat sende değil, eşeğinde... Gece yansı ahır bırakılır da, el adamının ardına düşüp gidilir mi? Eşeklik olur ama, bu kadar da olmaz gayn!” der. Biri de tutar “Bana kalırsa, sende de var, onda da var!” deyince, Hoca’nın cam ağzına gelir “İyi ama, ağalar, sade biz mi suçluyuz, o hırsız olacak eli beratlınm hiç mi suçu, günahı yok?” deyince, hepsinin ağzı, dili tutulur.

HİKMETİNDEN SUAL OLUNMAZ Hoca bir gün bir ceviz ağacının altına serilip uzanmış; şöyle elden, ayaktan uzak, rahat rahat başını dinliyormuş. Rahmetli dünyada neyi düşünmez ki, (mu düşünmesin! Bir başının üstündeki cevizlere bakmış, bir ayağının ucundaki kabaklara bakmış da: “Her yeri, göğü yaratan, demiş; bir şu yerde yatana bak, bir şu dalda bitene bak! Dağına göre kış verirsin de, ne diye, dalına göre yemiş 55


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri vermiyorsun?” demeye kalmamış, bir karga. “Gak!” demiş ve bir ceviz gelip ‘Tak!” demiş, tâ başının üstünde. Çürük, çarık cevizden ne olacak, pek öyle korkulacak bir şey olmamış ama, gözlerinden çakmak çakmak kıvılcımlar saçılmış! O zaman, başını yukarıya çevirip Hoca: “İlâhi, hikmetinden sual olunmaz senin! Ya benim aklıma uyup da, şu kabaklan ağaçta yaratsaydın, nice olurdu şimdi halim!” demiş; bir ceviz yemiş, bin şükretmiş Allah’a.

HUYLU, HUYUNDAN GEÇER Mİ Bir gün Hoca, Kadıya hal, hatır sormaya gitmiş ama, adamcağız işten başım kaldırıp da iki he, bir yok edecekleri şuada, bir yalancı şahit getirmişler. Adam, diline kuvvet, epeyce atıp eğirmiş ama, yalancının mumu yatsıya kadar sürecek değil ya, sağı, solu dinleyince yalancılığı ayanbeyan ortaya çıkmış, çıkmış ya, eskisi gibi yalan söyleyenin dilini kesmiyor, eşeğe ters bindirip çarşı, pazar dolaştınyorlarmış. Nasıl olsa, Hoca’nın eşeği kapıda bağlı, o Kadı ile hoş beş edinceye kadar biz dünyayı dolaşırız, demişler, Hoca’nın eşeğine bindirip dolaştırmışlar ama, meğer adam, yalancılığı iş, güç edinmiş. İki gün sonra çat kapı, Kadıdan bir selam, eşeğini alrp götürmüşler. İyi ya, bu bir olur, iki olur, üçüncüsü hiç olur. Günün birinde gene bu yalancı şahit için eşeğini isteyince Hoca’nm rengi atmış: “Vann şu herife söyleyin; ya bu sanatından vazgeçsin, ya da yanında yedek bir merkep bulundursun!” demiş.

İĞNE İPLİK Hoca’nm rahmetli karısından bir kızı kalmış. “Şu anadan gülmedik yetimi yuvadan bir üçurabilsem!” der dururmuş. Derken, bir gün, bir 56


Nasrettin Hoca Fıkraları hayırlı kısmet çıkmış; köyün birine gelin etmişler bunu. Gelinciler, al bayrak kaldırıp, davullar dövdürerek gelin kızı alıp getirdikten sonra, Hoca’yı bir düşüncedir almış. Öyle ya, bu yetimi dizi dibine oturtup da, daha bir iğneye iplik geçirmesini bile bir öğreten olmamış... Yael evinde diktiği dikiş, sökülür gelirse... Hoca, vurulmuş gibi yerinden fırlayıp, kan ter içinde, yetişmiş arkalarından. Eğilip kulağına: “Kızım, demiş; sana ilk ve son öğüdüm bu olsun; bir gün olur, iğneye iplik saplarsan, sakın ha, bir ucunu düğümlemeyi unutma!”

İKİ UCU BÎR ARAYA GELMEZ Bir gün Hoca’nın sarığından yana canı sıkılın “Vallahi, şu başımdaki de, değirmen taşı gibi bir şey!” der, gider, yeni bir sarık alır, tyi ama, bu mübareği de sarar sarar, bir türiü iki ucunu bir araya getiremez. Gayn canı burnuna gelir: “Allah Allah, der, meğer sank diye başıma belayı satın almışım; götürüp bunu okutmalı.” Öyle ya, her gün her gün bu sarıkla vakit öldürecek değil ya, götürür, mezata verir. Yok pahasına bıraktıktan sonra müşteri mi yok? Daha tellâl: “Haraç mezat!” demeden, garibin biri pey sürecek olur, olur ya, doğrusu Hoca, adamcağızın parasına, puluna acır. Eğilir kulağına: “Aman birader, pey süreyim deme; ne yapsan nafile, bu sanğın iki ucu bir araya gelmez!” der.

İLÂMDA KUSUR OLUR MU? Bir gün Hoca’nın kadıya işi düşer. Günahı söyleyenlerin boynuna, bu kadı rüşvet almadan iş görmemeye yeminli imiş. Hoca’nın hatın için yeminini bozar mı, bozmaz. Rahmetli de, bu yüzden alacağı ilâmı alamaz. 57


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri Bakar ki, olacak gibi değil; tutar, koca bir çömleği kille, kömürle doldurur, üstüne de bir iki sıra bal döşer. El, ayak çekildikten sonra yola düşer. Kadı çömleği görünce, ağzından bal akar, dili de kaymak çalar balın üstüne! İlâmı vermez olur mu? Hoca o gün, o saat kâğıdı alır, alır ama, üç güne kalmaz, el altından, kadının fırıldağını çeviren çömez gelir: “İlâmda kusur olmuş Hocam, der; akşama, sabaha kadı efendiyi göreceksin!” Kadı kül yutmadıktan sonra, bizimki yutarım? Çömeze döner “Kadı efendiye selam söyleyesin, der, ilâmda kusur olur mu hiç? Olsa olsa o kusur, bizim bal çömleğindedir!”

İMARET DEĞİL BURASI Bir gece, Hoca’nın kansı sancılanır, ahüzan yeri, göğü tutar. Konu komşu: “Vakti saati tamam! Doğum sancısı bu...” derler. El altından ebeye bir haber ulaştırırlar. E, köy bir avuç, yok bir kulaç, iki evin arası ne ki. Bir göz yumup açıncaya kadar ebe damlar. Onlar içeride o hayhuyda iken, Hoca dışanda, kendi heyheyinde gezinir, durur. Derken kapının arasından birinin başı görünür “Hoca efendi, der, gözün aydın, bir oğlun var!” Hoca sevinir. “Allah ömrünü, gününü uzun etsin!” der. Çok sürmez, hatuncuk bir daha görünür “Hoca efendi, müjde; bir oğlun daha oldu!” Hoca bir daha sevinir “Allah nasibini, kısmetini bol etsin!” der. Derken o hatun kişi, bir daha görünür. “Hoca efendi, bir müjde daha isterim!” demeye kalmaz, Hoca sözü kadının ağzından alır “Galiba, ışığı gönen geliyor, söndürün şu mumu, imaret değil burası!” der. 58


Nasrettin Hoca Fıkraları İNSAN BOL BULDU MU, BUNARMIŞ Aç tavuk düşünde dan görürmüş; bizim Hoca da, her gece san görürmüş. Bir gece yine yeşil başlı bir derviş gelip rüyasına girmiş; köşkü, sarayı dolaştıktan sonra bir, iki demiş, san san doksan dokuz altını saymış avucuna! Neye derler ki, insan buldukça bunar diye! Hoca da: “Babana rahmet, veriyorsan, yüz altın ver, yoksa haynnı gör!” demiş, demiş ama, derviş de, “İnadım inat, bindiğim kırat; alıyorsan al; almıyorsan hoşça kal!” deyince Hoca alıp bakmış ki, avcunda altının adı yok! Hemen gözlerini kapayarak: “Haydi ne ise, birini sana bağışladım; varsın doksan dokuz olsun, ver!” demiş. İPE UN SERMİŞLER Bir gün, bir komşusu gelir Hoca’ya, çamaşır ipi isten “İşim biter bitmez getiririm!” diye de yemin üstüne yemin eder ama, bu kaçıncı yemin! Hoca, vermemek için, bin dereden su getirir, olmaz; nihayet başka bahane bulamaz: “Bizimkiler ipe un serdi!” der. Komşusu: “İşte kuyruklu, kulaklı bir yalan! Hiç ipe un serilir mi?” deyince, gayn Hoca baklayı ağzından çıkarır: “Vermeye gönlü olmayınca, öyle bir serilir ki..”

İŞİ SAĞLAM KAZIĞA BAĞLAMIŞ Olur ya, bir komşunun birine, beş, on kuruş borcu varmış Hoca’nın. Adamcağız sabah bir, akşam iki kapısını aşındınrmış ama, Rahmetli ne yapsın: 59


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri “Hey oğul, yoktan yraıga kopmaz ki... Allah bana,, ben de sana!” der, savarmış. Bir gün gene, çat kapı, alacaklısı damlar. Hoca kansına döner “Yahu, bu adam halden anlamıyor. Var git, sen buna bir masal okuyuver!” der. Allah kan kocayı bir kaburgadan yaratırmış; söze bunalacak değil ya! Kapıya inip de: “Gözün aydın komşu, gayn lamı, cimi yok, paranı alıyorsun!” deyince, adamcağızın gözleri ışıl ışıl ışıldar “Aman sahi mi diyorsun, nasıl, ne zaman?” diye sorar. Hatun da: “Canım, çıkmaz ayın son çarşambasında değil ya, yakın bir zamanda. Bugün, yann, bizim efendi kapının önüne bir sıra çalı dikecek, davar kısmı sürtünmeden edebilir mi? Elbette sürünüp sürtündükçe, tüyü teli çalıya takılacak! Gayn, Allah’ın günü, topla dur. îşin adı ne? Oturup çene yarıştıracağına, kalkıp bunlan toplayacağım; yumak yumak eğirip, iplik iplik bükeceğim; tezgâh tezgâh gerip, arşın arşın dokuyacağım. Hele bir pazara indirdin mi bu dokumalan, elini öpen alsın; doğrusu çok para var ucunda; borcumuz da biter, harcımız da, haydi hayırlısı Allah’tan!” deyince, adamcağız: “Hay kurban olsunlar böyle ödemeye!” der gibi, bıyık altından gülmeye başlar, ha işte o zaman Hoca, karısının omuzundan başını uzar tarak: “Seni gidi köftehor seni, işini sağlam kazığa bağladın ya, gayn, kıs kıs gülersin! ” der.

KANATLANACAK DEĞİL YA Bir gün Hoca ile kansı, göl başına çamaşır yıkamaya giderler. Sıra sıra kazanlar kurup, ıslatılacaklan ıslatırlar; kaynatılacaklan kaynatırlar. Tam iki baş sabunlayıp da çıkaracaklan sırada, bir karga 60


Nasrettin Hoca Fıkraları “Gak!” der, bir kalıp sabunu almasıyla havalanması bir olur. Haîuncağızm gözleri havada kalır “Yetiş efendi, yetiş, sabun gidiyor!” diye de tepinir durur ama, Hoca ne yapsın, kuş olup kanatlanacak değil ya ardından. “Aldırma kancığım, varsın alsın; belki onun üstü başı bizden daha kirlidir!” der.

KAVUKTA KERAMET VARSA Günün birinde bir adam, elinde bir karalı kâğıt, Hoca’ya gelir “Be Müslüman, babana rahmet, şunu bana bir okusana; bakalım, ne selam, kelam ediyor?” der. Hoca merhum alır mektubu; yukarıdan aşağıya bir süzer, evirir, çevirir, bir daha süzer, ama acemce mi yazılmış, acemice mi yazılmış; nasıl yazılmışsa okuyamaz, vesselam! “Baba yiğit, yalana borcum ne! Ben bunu bir türlü sökemedim. Yorulmazsan, bâr başkasına götür!” deyince, adamcağız, Hoca’nın okuması, yazması yok sanır “Yahu, elden utanmazsan, kavuğundan utan; insan şu bulgur dibeği gibi şeyi başına kor da, iki satır şeyi okuyamaz olur mu?” deyince, Hoca hemen başındaki kavuğu çıkanp, adamın başına geçirir “Madem ki keramet kavukta, haydi öyle ise düdüğüm, sen oku bakalım!” der.

KAZIN AYAĞI ÖYLE DEĞİL Hoca’nın hali malûm... Her Allah’ın günü eşeğini kaybeder. Körolası, günün birinde yine sırra kadem basar. Hoca, haydi babam, paçalan sıvar, her yanı arayıp tarar ama, hiç bir taşın ardından çıkamaz; üstelik, yorulduğu 61


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri da yanına caba kalır. Bakar ki, olacak gibi değil, tutar tellal bağırtın “... duyana, görene, gelip haber verene yularıyla, semeriyle bir eşek müjdesi var. Duyduk, duymadık demeyin ha!” Eşi, dostu telaşa düşen “Bre Hoca, sen aklım yağmaya mı verdin; kaybolan eşeği, takım, taklavat bağışladıktan geri, ne diye üstelik bir de tellal parası veriyorsun? Varsın ne cehenneme giderse gitsin!” derler. Hoca bunların akima gülen “Yok, der, kazm ayağı öyle değil; aradığım bulmak var, bu işin ucunda!” KENDİM SANDIM Günlerden bir gün, Hoca’nın yanma yaşlı başlı biri gelir. Selam sabahtan sonra, dereden, tepeden söz açıp saatlerce hoşbeş ederler, misafirin kalkıp gideceği sırada Hoca merhum: “Efendi hazretleri, doğrusu, sohbetinize doyamadım; doyamadım ama, biraz daha oturun desem belki oturmazsınız. Bari gitmeden, adınızı olsun bağışlayın!” deyince, adamcağızı bir gülmedir alır, güler anam güler, güler babam güler ve sonra: “İlahi Hoca, demek beni tanımadın? Peki, ya nasıl oldu da kırk yıllık dost gibi senli, benli konuştun öyle?” diye sorar. Rahmetli de, o açık yürekliliğiyle: “Nasıl olacak, der; baktım ki kafan kafama, kaftanın kaftanıma benziyor. Doğrusu ben seni kendim sandım! ”

KERBELA’YA DÜŞMÜŞ GİBİ Bir gün Hoca, deniz kıyısında dönüp dolaşırken, öyle bir susamış ki, Keıbela’ya düşmüş gibi, dili, damağı kurumuş; bir yudum olsun içecek 62


Nasrettin Hoca Fıkraları olmuş ama, deniz suyu bu? Ağzım, dilini kavurmuş. Bereket versin ki, beş on adım ötede, Allah önüne bir çoban çeşmesi çıkarmış da, Rahmetli bu pınardan kana kana içmiş ve sonra denize dönüp: “Haydi be sen de, ne kabarıp duruyorsun öyle! Su dediğin böyle olur!” demiş.

KIRK KÖYDEN KOVULUR Hoca, kışlık nevalesini dizmek için, bir ramazan, çene çıkar, çıkar ama, hangi köye uğrasa* “Bizim ramazan imamımız var!” deyip başlarını öte yana çevirirler. Rahmetli’nin olanca umudu suya düşer ama, “Şurasını da çiğneyip geçmeyeyim” diye, yol üstünde, bir köye daha uğrar, bakar ki, ne baksın; tilkinin birini tuzağa düşürmüşler. Ellerinde birer sopa, kanına girdiği tavukların hesabmı soruyorlar. Hoca: “Durun, der, bu işkence ona kâr etmez!” Hemen başından kavuğunu çıkanr, başına geçirir, belinden de kuşağını çıkarır, beline sarar, salıverir tilki kardeşi. “Canım, ne yaptın, ne ettin böyle” diyenlere: “Ona öyle bir iş ettim ki, sormayın; bu kılık, kıyafetle kırk köyden kırk dayakla kovulur o! ” deyince, adamlann başlan önlerine düşer.

KISASA KISAS Bir gün Hoca, başı yerde, çekilip evine giderken, ensesine öyle bir tokat iner, öyle bir tokat iner ki, neye uğradığım bilmez. Bir de, hiddede dönüp bakar ki, ömründe hiç de merhaba etmediği biri. Herif hem suçlu, hem güçlü! Özür dileyeceği yerde: “Yahu, seni bir adama benzettim de...” diye laf etmeye başlamaz 63


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri mı, büsbütün kan beynine sıçrar Hoca’nm: “Sen bunu benim kavuğuma anlat; her gördüğün sakallıyı baban mı sanıyorsun? Gel, ben de seni bir adama benzeteyim öyle ise!” deyip, adamın yakasına yapışmasıyla kadının önüne sürüklemesi bir olur. Sözde kadı, davasma bakar ama, nedense, kusurlu adamı kollar “Ne ise, Hoca, bir yanlışlık olmuş, bir tokat yerine sana iki akçe versin de, hellalaşm gitsin!” der, üstelik para bulup getirmesini bahane ederek, herifi oradan da aşınr. Hoca ne bilsin: “Bir akçe, iki akçe, ne ise, şu haksızdan hakkımı alayım da.” diye, gözleri kapıda bekler durur ama, bakar ki adamın geldiği, geleceği yok; kadının oyununu anlar! Hoca bu, oyuna gelir mi? Yaradana sığınıp öyle bir tokat aşkeder ki, kadının suratına, bütün Akşehir’de seslenir. Sonra, hiçbir şey olmamış gibi, dönüp kadıya: “Efendi hazretleri, der, benim daha fazla beklemeye vaktim yok, gayn o iki akçeyi o adamdan sen alıver!”

KIYAMET KOPANDA Ölüm dediğin kaşla, göz arasında, kim sabaha çıkacağını biliyor ki! Hoca gafil avlanır mı hiç! Günün birinde, eşi, dostu başına toplar “Gayn benim bir ayağım öbür dünyada!” diye başlar, kırk vasiyet sayıp döktükten sonra, kırk birincisinde de: “Kabire tepesi üstü gömülmesini” söyler. Gözü yaşlının biri: “Allah geçinden versin, her vasiyetini yerine getirmek üstümüze farz ama, şu tepesi üstü gömülmek de ne oluyor, Hoca?” diye sorunca, Rahmetli: “Ne olacak, der, kıyamet kopanda, dünya alt üst olacak, ben de o zaman kendimi ayakta bulurum!” 64


Nasrettin Hoca Fıkraları KIYAMET ÖYLE KOPMAZ, BÖYLE KOPAR Hoca’nm kınalı bir kuzusu varmış; bütün Akşehir’in de gözü üstündeymiş; hele yârenleri, hele yârenleri! “Şu kuzunun başına nasıl bir çorap örsek!” diye alıp verirken, yalan yok değil ya: “Hoca, demişler, erenlere ne malûm değil ki. Bugün, yann kıyamet kopacakmış; dünyada murad almasına almadık; bari ölmeden bir kuzu çevirelim de, son günümüzü gün edip, şu dünyanın tadını çı­ karalım!” Hoca: “Peki!” demiş; kuzucuğu kesip göl başına gitmişler. Güle, çağnşa birer yorgunluk kahvesi içtikten sonra: “Hoca, demişler, sen şunu çevirinceye kadar biz bir suya girelim!” Hoca, buna da: “Peki!” demiş, demiş ama onlar soyunup, dökünüp de göle girince, “Kıyamet öyle kopmaz, böyle kopar!” deyip tepeden tırnağa ne var, ne yok toplamış, hepsini ateşe atmış. Göldekiler, arılık, duruluk, bir iki batıp çıktıktan sonra gelip görmüşler ki, ne görsünler, soyundukları yerde yeller esiyor: “Aman Hoca; üstümüz, başımız nende? Dişlerimiz çivi kesiyor?” diye telaş edince, Hoca, hiçbir şey olmamış gibi tuhaf tuhaf yüzlerine bakarak: “Yahu, demiş; üstün, başın ne lüzumu var, yann kıyamet kopmayacak mı! Şu kuzuyu ağzınıza lâyık kızartayım diye ben onlan yaktım!”

KİMİN HATIRIN A GELİR Hoca merhumun bir ayağı Akşehir’de, bir ayağı Sivrihisar’da. Bir tarihte gene Sivrihisar’a gideceği tutar, tutar ama, bakın belaya! O günlerde gelip gidenlerin de ayağı kesilir, e, bir başına da at, araba tutacak hali yok ya. Üç gün, beş gün; hasta, ölgün bekler, dunır. Derken 65


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri bir sabah, bir araba sesi duyar, kalkıp bakar ki ne yapsın, kendi tâbirince, sivri akıllılardan biri. Sivrihisar’ın yolunu tutmuş, gidiyor. Gayrı durur mu? Don, gömlek, dışan fırlar ve atar kendini arabaya. Ne olacak sanki, bir kanşlık yol. Günün bir saatinde Sivrihisar’a girer, ama köylüler onu böyle görünce: “Aman Hoca efendi, bu ne böyle?” diye sorarlar. Hoca merhum da: “Yahu, der, sizler aklına düştükten sonra, giyinip kuşanmak kimin hatırına gelir?”

KİTABIN YAZDIĞINA BAKILIRSA Allah hekimsiz, hâkimsiz etmesin. Adamın biri yedi yıl göz ağnsı çekmiş; âhından, ağlamasından durulmamış. Her önüne gelen bir türlü sağlık vermiş ama, hiç biri bu derde deva olamamış. “Dünyada hatmetmediği kitap mı var. Birinden birinde yerini görmüştür. Bilse bilse bunu, Hoca bilir!” demişler, gidip bir de ona sormuşlar. Rahmetli, boynunu bükmüş: “Kitabın yazdığına ne bakıyorsunuz; vallahi, geçenlerde bir dişim ağrıdı; ben, çıkarmaktan başka bir çaresini bulamadım.” demiş.

KÖLE DÎYE SATSALAR Günlerden bir gün, Timurlenk, Hoca’yı hamama davet etmiş; soyunup dökündükten sonra, göbek taşma oturmuş da, yarenlik ediyorlarmış. Bir ara Timurlenk: “Hoca, beni köle diye götürüp satsalar, kaç akçe ederim!” diye sormuş. Hoca da: “Vallahi, ben bu işin tellalı değilim ama, etsen etsen, elli akçe 66


Nasrettin Hoca Fıkraları edersin!” demez mi. Timurlenk’in Hanlık daman tutmuş: “Ne söylüyorsun, be Hoca; yalnız benim belimdeki peştemal elli akçe eder.” diye ağır aksak konuşmaya başlamış ama, Rahmetli yine fütursuzca: “îyi ya işte, demiş; ben de zaten, bu peştemala bu kadar paha biçmiştim!”

KÖR DÖGÜŞÜ Allah kimseyi gözden etmesin, günün birinde, birkaç âmâ, cami kapısına dizilmiş de, gelip geçenlerin eline, ağzına bakıyormuş. Molla Nasrettin de «adan geçmiş ama, geçerken boş mu bulunmuş, ne olmuşsa, avucundaki bozukluğu şıkırdatarak: “Alın, haynma, paylaşın!” demiş ama, vermemiş. Gel gelelim bu kör olasıcanın şıkırtısı, körleri birbirine düşürmüş: “Yok sana verdiydi...” “Yok bana verdiydi...” diye, alt alta, üst üste gelmişler, nerdeyse, birbirinin gözünü de oyacaklarmış. Kimin umurunda, el oğluna seyir lazım! Bizim Molla da karşılarına geçip, gülmeye başlamış: “Doğrusu, kör döğüşü diye buna derler, hepsi de karanlığa kurşun atıyor, ortada fol yok, yumurta yok!” demiş.

KÖR KÜTÜK OLMUŞ Akşehir kadısı cin oğlu cinin biri imiş ama, karda gezip izini belli etmediği için elalem mu Ebüssuud efendinin torunu sanırmış. Gel zaman, git zaman, bir gün bu kadı, bir bağda kör kütük olmuş; Hoca görmüş ama, görmemezliğe gelmiş. Bir gün de bir yerde kördüğüm olmuş; Hoca yine görmüş, görmemezliğe gelmiş. Derken, bir gün de ne halt 67


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri ettiyse, kürkü bir yanda, börkü bir yanda kalmış. Hoca: “Gayrı bunun ipliğini pazara çıkarmak boynuma borç oldu!” diye, kürkünü alıp gitmiş. Kadı neden sonra ayılıp da dövünmeye başlamış ama, vanp da postuna kurulunca, kürkünü götürenlerin postunu yüzmeyi kurmuş. Hemen adamlarını çağırıp: “Sağa, sola göz kulak olun; kimin üstünde görürseniz kürkümü, tutup bana getirin!” demiş. Onlarda el altından aramışlar, Hoca’nın üstünde bulmuşlar. Gayn iki, bir dedirirler mi? Yaka, paça kadının önüne çıkarmışlar ya, kadıda şafak atmış: “İki kemküm edelim, bir hoşça sohbet eyleyelim diye buraya kadar yordum sizi, hele kürkünüz mübarek olsun, Hocam!” deyince Hoca, bir gülmüş, iki de öksürmüş: “Bre kadı efendi, demiş; küık bizim nemize! Bu, yollarda kör kütük olup yatan bir hayasızın! Hani bir bulsam, hem küıkünü vereceğim, hem de yüzüne tüküreceğim ya!” deyince, kadının ağzı, yüzü ka­ rışmış: “İlahi Hoca efendi, demiş; kimbilir hangi akılsızındır bu; ne diye arayacaksın, giy.güle güle!”

KOY DUMANI DOĞRU ÇIKSIN Adamın birinin mahkeme kapısında bir buğday davası varmış. Hani, şunu bir yutturabilirse, çok zengin olacakmış ama, şu tarla komşusu Hoca, vanp da kadıya bir görünseymiş. Adamın adamım bulup, el altından Hoca’ya anlatmışlar: “Davayı bir kazandık mı, senin de kesene şu kadar akçe girecek” diye. Mübarek, para lafinı duyar da, durur mu? “Kadının kapısına kavuğum düşse, eğilip almam ama, ne ise, hatmnız yerde kalmasın!” deyip yürümüş. Söz sırası kendine gelince. “Efendim!” diye başlamış ama, efendimin 68


Nasrettin Hoca Fıkraları sonu gelmemiş! Öte yanda, davacımn alı al, moru mor olurken, Hoca da bir iki yutkunup: “Ha, evet, ne diyecektim? Bu arpa meselesi...” diye, söze yeniden başlamış ama, kadı kül yutar mı? Hemen bu söze bir mim yapıştırıp: “Dur hele Hoca, herkes buğday diyor, sen arpa diyorsun! Sözünü bil, pişir, aklım başına devşir! Arpa mı, buğday mı?” diye sorunca, Hoca birdenbire celallenip: “Canım efendim, bu da bir şey mi! Yalan olduktan geri, buğday olmuş ne çıkar, arpa olmuş ne çıkar, koy dumanı doğru çıksın!” de­ miş.

KÖYÜMÜZÜN CAN ŞENLİĞİ Timur, yayılıp beslensin diye, Hoca’nın köyüne de bir fil gönderir. İyi ama, bu mübarek doymak bilmez ki, verseler, dünyayı yutacak! Daha kaldı ki avuç içi kadar köyü! “Ne yapsak da, şu baş belasından bir kurtulsak!” diye, herkesi, bir kara düşüncedir alır. Nihayet, günün birinde, köyün ileri gelenleri toplanır, Hoca’ya gelir: “Efendi, böyle iken böyle... Bu gidişle, ocağımıza incir dikecek bu fil! Bâri, önümüze düş de, varıp o devletliye, derdimizi yanalım.” derler. Hoca, kabul olunmayacak duaya pek âmin demek istemez ama, “Sürüden aynlanı kurt yer!” diye katılır kalabalığa. Velâkin, kimde o yürek var? Adım başı, biri gözden kaybolur. Rahmetli, kapıya gelince bakar ki, ne baksın, bir ak sakal, bir kara sakal kalmış. Derken, huzura girip de: “A devletlim, fil...” diye söze başlayınca, sağına, soluna bir daha bakar ki, ne ak sakal var, ne kara sakal. Kala kala bir kendisi kalmış. “Ya, bana edeceğiniz bu muydu? Ben şimdi size gösteririm gününüzü!” 69


Milliyet Varlık Türk ve Dünya Klasikleri -

diye, içinden alıp verdikten sonra: “Evet, devletlim. İhsan ettiğiniz fil köyümüze can şenliği oluyor ama, mübarek hayvan, yalnızlıktan...” demeye kalmaz, Timur “Demek, file bir eş istiyorsunuz, hay, hay, Hocam; bugün, yarın, yollarım!” der. Akşam üstü köye dönünce, kim var, kim yok, başına toplanır “Hoca efendi, ağanıza bakıyoruz, hayırlı haberler getirdin, inşallah!” derler. Rahmetli, bir tatlı gülüşle güler “Elbet, der, müjdemi isterim^ dişisi de geliyor!”

KUL BORCU, ALLAH BORCU Hoca başından büyük bir iş tutup da sermayeyi kediye yükletince, terazinin koluna yapışmış; gündeliğini doğrultmanın yoluna ba­ kıyormuş. Bir gün, ağzı kalabalık biri, uğramış dükkânına. Dereden, tepeden deıken, sözü ramazana getirmiş; yıllardan bir yıl, nasıl olup, orucu kazaya bıraktığını sayıp döktükten sonra: “Allah kabul ederse, bu borcumu edaya başladım; veresiye verirsen, biraz iftarlık zeytin alacağım!” deyince, Hoca: “Yahu, demiş; Allah’a karşı borcunu bu kadar geciktirdikten geri, kula olan borcunu, kimbilir ne zaman ödersin?”

KURTTAN BÎR KULAĞI EKSÎK Hoca merhumun “İmad” derler bir mollası varmış. Pek öyle aktan, karadan anlamazmış ama, avcılığına, vuruculuğuna diyecek yokmuş doğrusu; attığım vurup, tuttuğunu koparırmış. Bir gün dersi, medreseyi 70


Nasrettin Hoca Fıkraları serip kurt avına çıkmışlar. Zaten mollanın kurttan bir kulağı eksik, korkuya pabuç bırakacak değil ya, “Ya kısmet!” deyip inden içeri dalmış. Hoca da, bir taşın ardına pusudaymış, sağa, sola göz, kulak oluyormuş. Derken, nende var, nende yok, kurdun biri ini doğrulayıp gelmesin mi? Başı inden içeri girmiş, girmemiş, Hoca, yallah deyip, kurdu kuyruğundan yakalamış, yakalamış ama, seninki kuyruğunu kurtarmak için başlamış ter ter tepinmeye. Mollanın dışarıda ne kıyamet koptuğunu bildiği yok ya: “Hocam olası, ne tepinip duruyorsun? Toza, dumana boğacaksın beni!” diye basmış yaygarayı. Zaten Hoca’nın cam burnuna gelmiş; bir de bu yaygarayı mı çekecek: “Hele şu kurdun kuyruğu bir kopsun; sen o zaman görürsün, tozu, dumanı!” diye seslenmiş.

KUŞ OLSA YETİŞEMEZ Bir yaz, bahar günü Timurlenk, bizim Hoca’ya bir haber yol­ lar. “Efendi hazretleri, hayvanına binip gelsin; şunun şurasında iki cirit atalım da, biraz kolumuz, kanadımız açılsın” diye. Hani öyle atı, iti olmadığından değil ya, aklından ne estiyse, tutar Hoca, koca öküzü çıkarır ahırdan, vurur sırtına palam; bağlar yedi yerinden fitilli kolanı; kendi de biner üstüne; gayn ha babam, ha! Varır cirit meydanına. Ee... Hoca’yı böyle görür de kimde can kalır, meydan yeri, düğün yerine döner. Timurlenk başını, gözünü salladıktan sonra: “Bre Hoca efendi, senin her şeyin mi ayrıksı! Cirit oyununa değme atla girilmez; sen bu kaltaban öküze ne diye bindin? der. Bunun üzerine Merhum, sakalım avcuna alıp şöyle bir düşündükten sonra: 71


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri “A devletim, der, ben de bu mübareğin buzağılığmı bilirim. At değil, kuş olsa ardından yetişemezdi.” KUYU DA NE KUYU Bir gün Hoca, ay aydınlığında, kuyudan su çekecek olmuş. Ne diye eğilmişse eğilmiş, bakmış ki, ne baksın: ay kuyuya düşmemiş mi? Gözünü sevdiğim, suyun üstünde çırpınıp duruyor! Kuyu da ne kuyu! Derin mi derin kuyu. İnilmez ki insin, çıkılmaz ki çıksın. Tutmuş, ipe bir çengel bağlayıp, kuyuya sarkıtmış; olacak olur ya, çengel de vanp bir taşa takılmış. Çekmiş, çekmiş, çıkmamış; asıldıkça asılmış; derken, çengelin ucu taştan kurtulmaz mı, bizimki “Küt!” demiş, sırt üstü düşmüş. Düşmüş ama, bir de görmüş ki, fesubhanallah, ay gene gökyüzünde değil mi! Rahmetli ’nin gözleri gülmüş: “Doğrusu epeyce yoruldum ama göklerin sultanını da kuyudan kurtardım ya” demiş. KÜRSÜDEN İNMEK DE Mİ Hoca’nın kürsüye çıktığı günler, caminin yüzü gülermiş. Bir gün, bir namazdan sonra, gene çıkmış. Cemaat: “Kimbilir, Hoca efendinin ağzından gene ne cevahir dökülecek?” diye beklerken, Hoca’nın nutku tutulmasın mı? Mübarek, derya, deniz ama, o gün dünya ve ahiretten bir söz bulup söyleyememiş. Camidekiler ağzına baktıkça, Hoca, büsbütün sıkılmış, sıkıldıkça da zihnine büsbütün durgunluk çökmüş; sabaha kadar böyle oturacak değil ya! “Ee, cemaat, demiş; sanki bütün bildiklerim kuruyup kaldı, dilimin ucuna bir türlü bir şey gelmiyor...” deyince, oğlu ayağa kalkıp ne dese, beğenirsiniz: 72


Nasrettin Hoca Fıkraları “Bre baba, demiş; hiçbir şey gelmiyorsa, kürsüden inmek de mi gelmiyor hatırına!”

MAŞALLAH NUR TOPU GİBİ Ben de elin yalancısıyım, söylendiğine göre Hoca, bir tarihte bir dul tazesi ile evlenecek olur. Konu komşu öve öve bitiremezler: “Biz, köyümüzün kaşık sepetini biliriz; doğan aylarda, batan günlerde leke var, bu eksik etekte yok! Bir güne bir gün hiçbir kulla adı çıkmadı. Doğrusu sana uygun, nur topu gibi!” derler. Hocada: “Desene, başıma bir ikindi güneşi doğuyor!” der. Masallardaki gibi kırk gün, kırk gece toy, düğün eyler; Allah geçim versin; yeniden dünya evine girer, girer ama ayı, günü dolmadan hatuncuğun bir çocuğu dünyaya gelir. Bu umulmadık haberi alır da, daha durur mu Hoca? Bir cüz kesesiyle eve döner. O çöpçatanlar yine diller dökerek Hoca’yı karşılarlar ama, elindekini görünce: “İlahi Hoca, biz senden şenlik, şerbetlik bekliyorduk; bu getirdiğin de ne oluyor?” derler ama, rahmetli bir tuhaf güldükten sonra taşı gediğine kor: “A komşular der, şaşılacak ne var bunda? Dokuz aylık yolu kırk günde alan; yarın, bir gün de mektebe başlar! ”

MAVİ BONCUK Allah cümleyi esirgesin, Hoca’nın iki kansı varmış. Birini sağma alır, birini soluna alır: “Bir elmanın yansı sen, yansı sen!” der; sözde birini ötekinden kıl kadar ayırmazmış, ama tenhalarda, menhalarda ikisine de: 73


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri “Yüz yüzden utandığı için ara sıra öyle söylüyorum ama, sen o sözüme ne bakıyorsun, dünyalara değişmem seni!” dermiş; üstelik bir sevgi nişanesi olsun diye, bunlara birer de mavi boncuk vermiş ama, gel zaman, git zaman yine evin dirlik düzenliğine nazar değmiş. İki ortağın arasında bir senlik, benlik dâvasıdır almış, yürümüş. Saç saça, baş başa derken, günün birinde Hoca’nın başına püsküllü bela olmuşlar! İkisi, iki yandan: “Bak efendi; öyle yarım elma, gönül alma olmaz, hangimizi seviyorsan doğrunun doğrusunu söyle!” demişler. Rahmetli doğrusunu söylese, birinden birine “.seni!” dese, sakalı onun eline verecek, bakmış ki olacak gibi değil: “Hanginiz olacak, mavi boncuk kimde ise onu!” demiş.

MERAM ANLATAMADIM GİTTİ Bir gün Hoca, yorulur, yolda kalır: “Hey yeri, göğü yaratan! Ne anadan güldürdün beni, ne babadan! Bari ayağımı yerden kesecek bir eşek gönder şuradan!” diye yalvarıp yakarırken, karşıdan bir atlı tozu dumana katar. Bizimki: “Duam kabul oldu galiba?” demeye kalmaz, adam yamacına dikilir: “Hey babalık, der, şu ağaç altında pinekleyip duracağına, sırtla bakalım şu tayı; adım atmaya mecali kalmadı hayvancağızın!” Hoca aman, yaman der ama, kamçı bir iki inip de inciklerini okşayınca, salla sırt edip tayı, atlının önüne düşer. Nefes nefese tepeye çıkarır ama, nihayet gücü, takati kesilip yığılıverir yere. Neden sonra gözünü açar, bakar ki, ne o adama benzemez ayı var, ne de al donlu tayı var! O zaman başını göklere çevirin “Hey Allah’ım, der, bir türlü derdimi anlatamadım, gitti! Ben istedim altıma bir eşek, sen gönderdin üstüme bir binecek!”

74


Nasrettin Hoca Fıkraları MERDİVEN DEDİĞİN Hoca’nın bir bahçe komşusu varmış. Cimri mi dedin, cimri, pinti mi dedin, pinti imiş. Ağaçlan meyvadan yıkılırmış ya, konu komşuya bir çekirdeğini göstermezmiş. Hoca, bir gün, bu bahçeye girmeyi kurmuş ama, duvan duvar değil, kale gibi mübarek! Ne yapsın, tutmuş, duvarın bu yüzüne bir merdiven dayamış, çıkmış yukan; sonra çekmiş merdiveni, öteki yüzüne dayamış, inmiş aşağı. İnmiş ama, adamın canı, ağaçlarının üstünde, görmez olur mu? Hemen yakasına yapışmış: “Hey babalık, ne anyorsun burada? Ölümüne mi susadın yoksa?” diye sormuş. Rahmetli, hiç oralı değilmiş gibi, omuz silkmiş: “Ne arayacağım, merdiven satıyorum!” demiş. Adamın kafası kızmış: “Haydi be, gözümü küllemiye çalışma; akıl var, yakın var, burada merdiven satılır mı?” deyince, Hoca: “Be avanak, demiş; merdiven dediğin, nerede olsa satılır. Sen hiç mi kapıya, bacaya çıkmayacaksın?”

MISIR’A KADI OLMUŞ Bir gün Hoca, gene eşeğini kaybeder. Ee, bu kaçıncı! Gayn canına “tak” der. “İllâllah bu taş kafalının elinden! Aklını, başına alsın da, biraz da o beni arayıp bulsun!” diye söylenir. Şuradan şuraya adım atmaz. Aradan aylar, günler geçer. Körolası ne döner gelir, ne bir kuru selâm gönderir. Günlerden bir gün Hoca eşekler başı Deli Ömer’i görür. “Bu herifin azıcık kulağı deliktir. Şunun bir ağzım arayayım!” der, nasıl ararsa, arar. O da: 75


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri “Duymadın mı, der, senin eşek Mısır’a kadı oldu!” Bunu duyunca, Hoca başına sallan ‘Tevekkeli değil; ben bizim çömeze ders verirken, o da kulaklarım dikip dinliyordu!” der. NAFÎLE, MİNNET İSTEMEM Bir gün Hoca, ağını, oltasını alır. Sözüm ona, balığa gider. Bu işin yolunu, yordamını pek bildiği yok ya. Beş, on balık tutuncaya kadar ömrü, günü sökülür. Ne ise, buna da şükür ama, sepetinin ağzım, yüzünü düzeltip de, yola düşünceye kadar, nerde ipsiz, sapsız varsa, gelir, Hoca’nın başını alır, sağma geçer, soluna geçer, allem eder, kallem eder, her biri balığın birini alır, gider. Bir de Hoca bakar ki, ne baksın, sepette balığın adı var! Garibin iki eli böğründe, muradı koynunda kalır. Gayrı ne yapıp edeceğini bilemez. O kızgınlıkla göle dönen “Görüyorsun ya işte; boş geldim, boş dönüyorum. Nafile, minnet istemem, al bu da benden sana caba!” der. Kaldırır, boş sepeti, atıverir göle. NE ALIŞ VERİŞİM KALACAK? Günahı söyleyenin boynuna! Sözde Hoca’nın namaza, oruca karşı pek yüzü yokmuş. Ama bir var ki, sahuru kaçırmazmış. Bir gece yine davul sesine uyanınca, kansı: “Efendi, demiş; sormak ayıp olmasın ya, oruca niyet etmedikten sonra, ne diye sahur yemeği yemek için uykunu haram ediyorsun?” Hoca gözlerini ovalayarak, ne cevap verse beğenirsiniz: “Doğru söylüyorsun ya kancığım, demiş; namaz kıldığım yok, oruç tuttuğum yok, Allah’ın bir sahuruna da kalkmazsam, Müslümanlıkla ne alış verişim kalacak?” 76


Nasrettin Hoca Fıkraları NE ALTIN OLDU, NE GÜMÜŞ! Bir bağ bozumu zamanı Hoca, nesi var, nesi yok, küfe küfe yükleyip evin yolunu tutmuş. Tutmuş ya, mahalleye girince, anasının avutmadığı, babasının büyütmediği yolunu kesmiş. Kimi: “Dansı gelecek yıla!” demiş, kimi: “Sağlıcanan!” demiş; ne bileyim ben, her biri bir masal okumuş. Hani Hoca, gözleri içinde kalmasın diye verecek olmuş ama, salkım salkım verse, kesesine elvermeyecek: “Canım, üzüm değil mi, hepsinin tadı bir!” demiş, tutup, ellerine birer çentik tutuşturmuş. Ama gelgelelim, çocuklar bunlan azım­ samışlar “Bre Hoca, bu bizim dişimizin dibinde bile kalmaz!” diye tutturmuşlar. O zaman Rahmetli: “Hay oğlum, demiş, neler yedi bu diş, ne altın oldu ne gümüş! îyisi mi, tatmak ta bir, doymak ta bir, deyin de geçin! ” NE CİNGÖZ, NE SARI ÖKÜZ Akşehir’de kim var ki; subaşı ile kör kadı, bir de bizim Hoca efendi. Bir gün, bu üçü gezmeye çıkmışlar, dereden, tepeden derken, kör kadı laf olsun diye: “Hoca efendi, demiş; çok söyleyen, çok yanılır derler. Senin de çenen pek durmaz; hiç yanrlıp da yaş tahtaya bastığın oldu mu?” Hoca saflığını üstüne alarak: “Hayır, efendi hazretleri, yalnız bir defa, parmağrm gözüne, kör kadı diyecektim size; dilimin ucuna kadar geldi ama, hemen geri çektim!” deyince kör kadının gözleri faltaşı gibi açılmış. Hoca’nın attığı taşın altından kalkamayacağını anlayarak: “A Hoca olacak, demiş; bir sözüne bakıyorum, cingöz mü, cingözsün! Bir sözüne de bakıyorum, öküz mü, öküzsün! Hasılı, ne mal olduğunu 77


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri anlayamadım gitti.” Bu söz üzerine Hoca, kör kadı ile subaşının koltuklarına gi­ rerek: “Anlamayacak ne var bunda, demiş; ben ne oyum, ne de bu. Ha şöyle, gördüğünüz gibi, ikisi arasında bir adamım!”

NE YÜZÜME BAKIYORSUN? Bir gün Hoca, gariplik, gurbetlik bir yerde, hamama gider. Hamamcılar kılık, kıyafetine bakar “Varsın, babamız hayrına iki tas su dökünsün!” derler, gireıken bir yırtık peştemal verirler; çıkarken bir yamalı havlu. Soyunup, yıkandıktan sonra ayna bile tutmazlar ama, o yallah edince çekmecenin üstüne on akçe birden bırakır. Rahmetli, hamamın yolunu öğrendi ya, haftasına bir daha gider, bu defa hamamcılar “Cıbır’m kabadayısına benziyor!” der, yedi adım öteden, yedi kandilli temennahla karşılar, önüne ipekli peştemallar, arkasına sırmalı havlular verirler, daha da terini siler, çubuğunu doldururlar ama, çıkıp giderken çıkara çıkara bir akçe çıkanp atmaz mı! Adamlar alıklaşıp kalır. Rahmetli: “Ne bakıp duruyorsunuz alık alık... O günkü verdiğimi bugüne, bugünkü verdiğimi o güne sayın; helâlleşiriz, olur biter!” deyip yü­ rür. NELER ÇEKTİĞİMİ BÎR GÖRSÜNLER Hoca merhumun boz eşekten cam pek yanar. Bu uzun kulaklı ile başı belaya girmektense, pazar yerine götürüp okutmayı düşünür. Müşteri bu, biri gelir, yaşına, başına bakacak olur, “Hart” der, eline diş geçirir, 78


Nasrettin Hoca Fıkraları söğüp, sayarak geçip gider adam. Biri gelir, akarına, kokarına bakacak olur, tutar, kaba baldırına bir demir tekme indirir. O da ağza alınmaz küfürler savurarak gider. Derken tellâl başı: “Hoca efendi, der, bu azılı eşek önüne geleni kapıyor, ardına geleni tepiyor. Boşuna çene yormayalım, kim bu belayı başına satın alır?” Rahmetli bir eşeğe bakar, bir başını sallan “Canım, der, ben de zaten satacak değildim ya, şu Müslümanlar neler çektiğimi bir görsünler diye getirdim! ”

NUH NEBİ’DEN KALMA Vaktiyle Hoca’nın bir ineği varmış; hem ne inekmiş ya, onun ağzına bakılırsa bir memesinden yağ, bir memesinden bal akarmış; bir gün ineğin yanına inmiş de yemini, suyunu verip, altını üstünü yapacakmış. Nasıl olmuşsa, küreğin ucu dokunmuş, duvarın dibinden bir taş oynamış. Bunu yerine yerleştireyim derken, bir taş daha düşmüş; şöyle, böyle komşunun ahırına bir delik açılmış. Hoca eğilip bakınca gözlerine inanamamış: “Yetiş kancığım yetiş, Nuh Nebi’den kalma bir ahır dolu sığır buldum! ” diye bağırmaya başlamış.

OD YOK, OCAK YOK Günün birinde, bir komşudan cenaze çıkar. Evlerden ırak bir evin daha orta direği çöker. Bütün mahallenin kanı, iliği akar ama, ille ölenin kansı kızıl kanat bir ağıt tutturur: “A yoluna kurban olduğum; bizi böyle bırakıp da nereye gidiyorsun? Gittiğin yerde od yok, ocak yok, dön, evimin erkeği, dön geriye!” diye. 79


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri Hoca, bu dünyasına doymayan kara yaşlının gittiği odsuz, ocaksız yeri duyunca, karısına dönen “Aman hatun, der, şu kapryı kapa, galiba cenaze bizim eve ge­ liyor.”

OĞLUN KADAR DA OLAMADIN Hoca merhumun hükümet kapısında bitecek bir işi varmış; kalkıp tâ Bursa’ya kadar yürümüş. Geçmiş gün, işi mi biter iş değilmiş, yoksa iş bitirenler mi ağır almış; her ne hal ise, işi uzadıkça uzamtş; “Bugün git, yarın gel!” gibisinden, bir gel-git oyunudur başlayınca, hangi duaya amin diyeceğini şaşırmtş. Oruçlar tutmuş, adaklar adamış, olmamış; beş vakit namazını Ulu Cami’de kılmış, gene olmamış; günün birinde, ayağı çekip götürmüş de, vaktin birini, ufacık, tefecik bir camide yerine getirmiş; o gün namazdan çıkıp da işinin bittiğini haber alınca, yememiş, içmemiş, doğru Ulu Cami’ye gitmiş, kapının aralığından: “Yazık sana be! Oğlun kadar da olamadın!” demiş.

ONA DA OLDU OLANLAR! Bir tarihte Timur, kimbilir, ne işe koşacaksa, gözüpek birini sorar, soruşturur ama, bu “Görünür Kaza”nın ipiyle kuyuya inilir mi, kimse, başına belayı satın almak istemez. Cumbur cemaat gelir, Hoca’ya baş vururlar. Rahmetli: “Bu kadar adam ayağıma geldikten sonra, ölümden ötesi yok ya!” diye düşünür, varır konağa: “Aradığımız adam benim!” der. Velakin Timur “Lafla peynir gemisi yürümez; hele bir deneyelim, bakalım, gözünü daldan, budaktan sakınmayan soyundan mtsm?” deyince, götürürler 80


Nasrettin Hoca Fıkraları meydan yerine; çarmıha gerer gibi, gererler Hoca’yı! Timur: “Bacaklarının arasından bir ok gelsin, geçsin!” der, bacaklarının arasından bir ok gelir, geçer, Hoca, tüyünü bile oynatmaz! “Cübbesinin iki kolundan, iki ok delip geçsin!” der Timur. İki kolunun altını iki ok deler, geçer, Hoca, gene kılını kımıldatmaz. “Uç ok da üç yandan kavuğunu alsın, uçursun!” der, üç ok da üç yandan kavuğunu alır, uçurur ama, Hoca da, korkusundan, ölüm teri döker. Timur’un ağzı açık kalır. “Doğrusu, bundaki yürek değme yiğitte bulunmaz; madem ki delik, deşik oldu; cübbesinin yerine bir ipekli kaftan, kavuğunun yerine de sırmalı kavuk verin!” diye, ferman üstüne ferman yağdırır. O zaman Hoca, Timur’a dönen “İyilik buyurun, bir de şalvar versinler; ona da oldu olanlar!” der.

ORASI ÖYLE AMA Bir gün Hoca’nın kansı, ağzınıza layık, bir tavuk kızartmış ama, böyle bir günde, dört duvar arasında ne tadı olur bunun! Hoca götürüp bir su başında yemeyi düşünmüş; yarım ağızla, karısına da teklif etmiş ama, hatuncuk: “Bre efendi, benim başımdan git de, nereye gidersen git. Tek, benim payım da senin olsun!” demiş; sarıp, sarmalayıp eline vermiş. Hoca da bir ağacın altına oturup yemeye başlamış, başlamış ama, ne de olsa ayak altı, gelen, giden eksik olur mu? Ekmediğin yerde biten biri karşısına dikilmiş: “Boğazında kalsın Hoca; yarım ağızla olsun şöyle bir buyur etmek de mi yok!” diye dokunmuş. Hoca duymazlıktan gelerek: “Vallahi birader, benim değil bu, bizim hatunm el elin malına buyur edebilir mi?” diye atlatmak istemiş, ama herifçioğlu sululuğu bırakmamış: 81


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri “Peki, ya sizin hatunun da, sen ne diye yiyorsun?” deyince, Hoca: “Ha, evet, demiş; orası öyle ama, bana ye diye verdi.” ORTA GÖBEĞİNDEN VURMUŞ Bir gün Timur, ok talimine çıkarken, Hoca’yı da beraber gö­ türür “Yahu, yeri geldi mi, uçan kuşu havadan indirdiğini söylersin; haydi bakalım, Halep orada ise, arşın burada! ” der. Hoca’nın eli, ayağı titremeye başlar ama, kendi ağzıyla tutulmuş, kime ne! Ne ise, “Allah utandırmasın!” deyip, okla yayı alır. Bir atar, havaya gider ama, Hoca’ya söz mü yok, hemen yapıştırır “Sizin sekbanbaşı böyle atar devletlim.” der, bir daha dener, bu defa da, karavanayı vurur ama, gene lafı gediğine kor:: “Bizim subaşı da böyle atar, sultanım!” der. Tesadüf bu ya, üçüncüsünde ok varır hedefi bulur. O zaman: “İşte Hoca Nasrettin de böyle atar, böyle vurur sultanım!” der. ÖBÜR DÜNYAYA GİTMİŞ, GELMİŞ AMA Hoca meıhumun bir san Öküzü, sakı öküzün de yay gibi iki boynuzu varmış. Hoca bunu her gördükçe, imrenir, bu boynuzların arasına binesi gelirmiş... Gel zaman, git zaman, bir gün, koca öküz yan gelip yatarken, Hoca, “fırsat, bu fırsat” demiş, dediğini etmiş; o dediğini edince, öküz de öküzlüğünü etmiş; Hoca’’yı başının üstünde iki salladıktan sonra, öyle bir savurmuş, öyle bir savurmuş ki, hani Allah saklamış yoksa, öteki dünyayı boylayacakmış. Neden sonra ayılıp da karısını başında ağlar görünce: 82


Nasrettin Hoca Fıkraları “Ağlama kancığım, demiş; öbür dünyaya gittim, geldim ama, Allah’a şükür, bir arzuma daha nail oldum!”

ÖLME EŞEĞİM, ÖLME Gökten rahmet, yerden bereket! Yağmazsa yağmur, otun, çöpün adı mı olur? Allah vermesin, bir yıl, Akşehir’de öyle bir kıtlık olmuş, öyle bir kıtlık olmuş ki, yokluk, yoksulluk bilmeyenler bile: “Arpa, saman iş imiş; altın gümüş taş imiş!” demeye başlamış. Öylesi günde, herkes, tavada pişirip kulpunda yeıken, ağızsız, dilsiz hayvanlan kim düşünecek! Gene rahmet olsun canına; Hoca, ne eder, eder, kendi boğazından artırırmış da, bir avuç kepek olsun verir, verirken de, kulağına eğilin “Ölme eşeğim, ölme dermiş! Yaz gelince, avuç avuç arpa vereceğim sana!” ÖP DE, BAŞINA KOY Günün birinde Hoca, eşeğine binmiş; dah çüş de dah çüş sürüp gidiyormuş. Yolda can-ciğer bir ahbabına rastlamış. Şöyle, ayaküstü bir şekerlemeden sonra: “Kodcma, Hocam, kuyruğuna takılıp da gelmem; gene böyle nereye?” diye sormuş. Hocada: “Allah nasip ederse, cuma namazına! ” demiş. O zaman adam, şöyle bir aklını yokladıktan sonra: “Efendi, günleri kanştırmış olmayasın. Benim bildiğim bugün sah! Böyle, gününden evvel...” demeye kalmamış, Rahmetli, altındakini göstererek: “Bu gidişle beni cumaya yetiştirebilirse bu; gene ne âlâ, öper, başıma korum! ” demiş. 83


Milliyet Varlık Türk ve Dünya Klasikleri -

ÖRDEK ÇORBASI Hoca bir gün, bir dere kıyısında, ördeklerin ötüşüp oynaştıklarını görür. Hemen el atıp tutası gelir ama, ele, avuca gelir şey mi bunlar? Üstünün, başının ıslandığı da yanına kâr kalır. Nihayet, olmayacak duaya amin demektense, bir kenara oturur; ekmeğini suya batırıp, yemeye başlar. Derken, kırk yılda bir merhaba ettiği biri geçer oradan: “Afiyet olsun, Hoca; gene su başına oturdun da ne yiyorsun?” diye sorar. Hoca: “Yahu, der; sende de şu ördek kadar akıl varsa, ben neyim! Ne yediğimi görüyorsun ya, işte; ördek çorbası!”

ÖTESİNE ALLAH KERİM Günün birinde Hoca, evinin bahçesinde hatırı sayılır bir kuyu açıyormuş. Konu komşuya merak olmuş bu. Nihayet biri şakaya ge­ tirmiş: “Hoca, sakın eştiğin kuyuya düşmeyesin? Ne olacak bu kadar kuyu, koca bir adam boyu!” diye sormuş. Hoca gülmüş: "Bu mahallenin süprüntüleri için bu kuyu dar bile!” demiş. Adamcağız, bu sözden alınmış mı, alınmamış mı, orasını o kadar bilmiyorum: “Haydi diyelim, mahallenin süprüntülerini toplayıp buraya kuyuladık, ya buradan çıkan molozlar ne olacak?” diye sormuş, Hoca da: “Ee, gayn, ben o kada ince eğirip, sık dokuyamamam; hele şu mahalle bir temizlensin, ötesine Allah kerim!” demi ş. 84


Nasrettin Hoca Fıkraları PARAYI VEREN, DÜDÜĞÜ ÇALAR Günün birinde Hoca, ev eksiği görmek için pazara gidecek olur. Nerde anasının avutmadığı, babasının büyütmediği varsa, yolunu keser. O der “Bana bir düdük al!” Bu den “Bana bir düdük al!” Her biri bir düdük ısmarlar Hoca’ya, ama içlerinden yalnız biri çıkanp parasını verir, öyleyken; hepsi de Kâbe yolunu bekler gibi beklerler Hoca’nın yolunu. Neyse, gün batıp da sular karanıken, Hoca yamaçtan görünür. O den “Hani benim düdüğüm?” Bu den “Hani benim düdüğüm?’ Velhasıl, her kafadan bir ses çıkar ama, Hoca, çıkara çıkara bir tek düdük çıkanp cebinden, çocuklardan birine verir, ötekiler, alık alık yüzüne ba­ kınca: “Ya, böyle işte, der, bu dünyada parayı veren, düdüğü çalar!”

SAHAFLARDAN DEĞİL, KAVAFLARDAN Hoca’yı bir gün düğüne çağırırlar. Rahmetli, ele, güne karşı en ağır kürkünü, börkünü giyer, gider ama, düğün evi değil, sanki birana baba günü; giren belli değil, çıkan belli değil; pabuçların bile başında bir bekleyen yok! Ee, Hoca da bunları sokakta bulmadı ya; sarar, sarmalar, koynuna kor, sonra ilintisiz, üzüntüsüz varır bir köşeye kurulur. Yanında oturan mendilinin ucunu görünce: “Efendi, herhalde koynunuzdaki nadir bulunan bir kitap olacak?” diye sorar. Hoca da: ‘Tam üstüne bastın; öylesine nadir bir şey ki!” demeye kalmaz, öteki: “Sahaflardan mı aldınız?” diye atılır. O zaman, bizimki bir tuhaf güler “Hayır ağam, der, sahaflardan değil, kavaflardan aldım!”

85


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri SAKIZ MI DEDİN, SAKIZ Bir gün Hoca, kahvede hoşbeş ederken, adamın biri gelin “Efendi, sana zahmet, şu altım bozar mrsm?” der. Rahmetli, o günlerde meteliğe kurşun atıyormuş; ama, “Yok!” demeyi de onuruna yediremez. “Bre çelebi, şimdi benim para, pul saymaya vaktim mi var? İki saat sonra olsa, neyse..” diye savmak ister ama, herif sakız mı dedin, sakız! İnsanın yakası eline geçmesin yoksa: “Canım Hoca, der, çarşıyı, pazarı altüst ettim; yer demir, gök bakır, bozduramadım şunu; aksi gibi işim de öyle acele ki, ateş üstünde duruyorum!” deyince, Hoca altım alır, evirip çevirir, yine tutar sahibine verir “Anlaşıldı Vehbi’nin kerrakesi, der, eksik bu, hem de çok eksik bu altın!” Ama herif, malın gözü, bu sözün altını bir kaşık daha çalmadan altını alıp gider mi? “A Hoca efendi, at ile deve değil ya, sen bozuver de, tek eksiğine boz” deyince, bizimki güler “Yahu, der, bozdurmazsan iyi edersin ama, ille bozduracağım diyorsan, altı akçe üstüne vereceksin! SAKLARLAR DA GÜZÜN YERLER Bir gün, ahbaplarından biri, Hoca’ya misafir olmuş; Hoca da: “Misafir umduğunu yemez, bulduğunu yer!” demiş, Allah ne verdiyse öıüne çıkarmış; yedirmiş, içirmiş; sonra da gelmiş, geçmişten söz açarak hoşça vakit geçirmişler. Yatma zamanr gelince, misafir, sözü şakaya getirip: “Bizim iller, bizim iller, “Yatarken de üzüm yerler! demiş; Hoca da işi pişkinliğe vererek: 86


Nasrettin Hoca Fıkraları “Bizde öyle âdet yoktur, “Saklarlar da güzün yerler! Haydi, Allah rahatlık versin” demiş. SANA GÖRE NE VAR Bir gece, Hoca’nın gözünü uyku tutmaz. Sağına döner, olmaz; soluna döner, olmaz; yan gece olur, gene uyuyamaz! Delicen, dışarıdan kulağına sesler çalar Biri şöyle den “Gel önce Hoca’nın işini bitirelim!” Öteki de böyle den “Yok canım, şu oğlak çıksın aradan; Hoca’yı nasıl olsa temizleriz. Ondan sonra da, yükte hafif, pahada ağır, ne var, ne yok, toplarız!” Bunu duymaz mı, Hoca; uykuyu, durağını büsbütün yitirir. Ee, can tatlı! Ne yapıp edeceğini şaşınr. Bir tutar, sakalını yorganın içine alır, bir tutar, dışına çıkarır, derken, bir öksürük gelip boğazına düğümlenir. Eliyle ağzını kapatır, ama, öksürük bu. “Öhö!” der, arkasından bir daha demez mi, seninkiler tabanı kaldırır! Ses soluk kesilince, Hoca, rahat bir nefes alacak olur ama, demin ölü gibi yatan kansı: “Aşkolsun, efendi, şendeki erkekliğe! Ne vardı sanki, bu kadar korkacak?” deyince, Hoca, başını yastıktan kaldırın “Öyle ya, sana göre ne var! Onu sen gel de, şu oğlakla, bir de bana sor!” der. SARI AŞI YÎYEN GİRSİN Hoca’nın düğününe yedi yadeli çağrılır, ağırlayacağı gibi ağırlar, uğurlayacağı gibi uğurlarlar ama, ne de olsa düğün evi, kim kime dum 87


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri duma! Bir köşede unutulup kalanlar da olur. Düğün ağasının başını kaşımaya vakti mi var! Sağdıç dersen, onun da sağı, solu pek belli değil, Hoca’yı bir kenara çekip de kamını, burnunu, doyuramaz, o da bakar ki kendisine aldınş eden yok. Danlır, küser, başmı alıp gider. Vakit, saat gelince, bakarlar ki güveyinin yerinde yeller esiyor, telaşa düşer; araya, taraya nihayet iki taşın arasında bulurlar “Yahu, nerelerdesin, elalem seni bekliyor. Gerdeğe gireceksin” deyince, Hoca omuz silker “Benim neme lazım, san aşı yiyen girsin gerdeğe!” der.

SEN DE HAKLISIN Bir gün, elleri birbirinin yakasında iki davacı gelir Hoca’ya. Önce biri, yana yakıla davasını anlatır, Hoca can kulağıyla dinledikten sonra: “Haklısın, oğul!” der. Bunun üstüne, öteki: “Kazın ayağı öyle değil, bir de beni dinleyin.” der, öyle bir anlatış anlatır ki, hak vermemek elden gelmez: “Sen de haklısın, baba!” der Hoca. Kansı, bu hükmü duyunca, bir yaşma daha girer “İlahi efendi, böyle şey olur mu? Ya bu haklı, ya o haklı!” deyince, Hoca tutar: “Sen de haklısın, kan!” der.

SENİ GİDİ SENİ! Hoca’nın bir ayağı Akşehir’de, bir ayağı Sivrihisar’da, ikisi arasında mekik dokuyup durur. Günün birinde de tavuklarını sepete doldurur, sepetin de ağzına bir bağ vurur, yine yallah deyip yolu tutar, tutar ya, cehennem gibi de bir gün. Göğsünü, bağrını açsa da, buram buram terler. O, böyle olduktan sonra, tavuklara ne olmaz ki. 88


Nasrettin Hoca Fıkraları “Yahu, der kendi kendine, bunlar da can! Tıkış tıkış tıkmaktansa şu sepete, salıversem de tıpış tıpış, yürüyüp gitseler olmaz mı?!” Tutar, sepetin ağzını açar ama, bağdan boşanan danalar gibi, hepsi sağa, sola dağılır. Bir var ki, kabahatin asıl büyüğü, şu çil ho­ rozda! Hoca, kendi günahını çekip kovalamaya başlar onu: “Seni gidi, seni der, gece yansı siabah olduğunu biliyorsun da, güpegündüz şu Sivrihisar’ın yolunu mu bilmiyorsun?”

SERMAYEYİ KEDİYE YÜKLEMEK Hoca, hocalıkta dikiş tutturamaymca, işi bakkallığa dökmüş. Bir gün, bu hak kapısını beklerken, bir hatuncuk gelmiş: “Hoca efendi, ben şuracıkta, Kedioğlu güdenim; bizimkini tanırsın, elbet! Veresiye verirsen, biraz ev eksiği göreceğim!” demiş. Hoca, bıyık altından güldükten sonra: “Doğru söylüyorsun ama, ben, göz göre göre sermayeyi kediye yükleyemem!” demiş.

SINAMAYI KURT YEMEZ Neye derler ki, insan aklını beğenmese çatlar, ölürmüş diye. Hoca’nın çocukluğunda, aklını beğenmişin biri: “Molla, ben istesem, şeytana bile pabucu ters giydiririm ama, kimse beni suya götürüp de susuz getiremez. Alimallah, babamın bile lafına kanmam!” diye sayar, savurur. Molla Nasrettin bu atıp eğirmelere gülen “A yareiı, büyük lokma ye de, büyük söz söyleme; seni de adatırlar, el yaman olur. Sınamayı kurt yemez ama, bekle biraz beni; bak nasıl 89


Milliyet Varlık Türk ve Dünya Klasikleri -

kandıracağım seni!” der ve gider. Bizim akıllı da Allah’ın ayazında bekler, durur. Molla gelecek, diye. Adamın biri merak edip sorar, olanı, biteni öğrenince, makarayı bırakır; “Hey Allah’ın budalası, bundan âlâ aldatılmak mı olur? Mis gibi aldanmışsın işte!” der.

SÎZ ONU BANA SORUN Allah geçinden versin, bir gün, Hoca’nın karısı dünyasını değiştirmiş. Her şey olup bitip de, salına girecekleri sırada, imam efendi, her zamanki gibi cemaate dönmüş: “Ey cemaat, bu hatun kişiyi nasıl bilirsiniz?” diye sormuş. Onlar da, âdet yerini bulsun diye: “Allah rahmet eylesin, iyi biliriz!” deyince, Hoca, ileri atıl­ mış: “Yahu, kimi kimden soruyorsunuz? Siz onu bir.de bana sorun!” demiş.

SORMASI AYIP OLMASIN YA Bir gün bir komşu hanım, gelin kızını alıp Hoca’ya gelir: “Efendi hazretleri, der, Allah kızıma her devleti verdi ama, bir evladı çok gördü. Hani bu güne kadar baktırmadık hekim, baş vurmadık hâkim kalmadı. Daha da ne dedilerse yaptık, adaklar adadık, kurbanlar kestik ama, olmadı bir duamız, yerini bulmadı. İmdi, ne olursa, senden olacak! Başına kurşun mu dökeceksin? Boynuna bir muska mı takacaksın? Ne yapacaksan yap Allah aşkına! Yok, yoksa kocası kızımın üstüne bir daha evlenecek; evimiz, barkımız yıkılacak!” Bu zavallıya kimin yüreği dayanır! Hoca, kara yazılı geline dönüp de: 90


Nasrettin Hoca Fıkraları “Gelin kızım, sormak ayıp olmasın ya, anacığınızın da mı çocuğu olmamıştı?” demesin mi!

SOYAR, SOĞANA ÇEVİRİRLER Bir gece, Hoca’mn evine üç hırsız girer. Biri bekler, biri yükler, biri de taşıyıp götürür. Bir saat içinde her tarafı soyar, soğana çevirirler. Kala kala bir yatak yorgan; bir de içinde serilip yatan kalır. “Bu çal çaput için moruğu uyandırmaya değmez” derler ama, uyuyan kim, uyumayan kim! Onlar son alacaklarım da alıp çıkarken, rahmetli de yatağı, yorgam sırtlayıp, arkalarına düşer. Onlar gider, Hoca gider, onlar gider, Hoca gider, derken arka sokakta bir kapıya girerler; Hoca da arkalarından damlar. Hoca’yı görünce, hırsızlarda şafak atan “Hayrola Hoca, senin ne işin var burada?” derler. Bizimki gülen “Yahu ne işim olacak; bu gece, bu eve taşınmıyor muyuz?” der.

SÖKÜL BAKALIM ONDALIĞIMI Bir gün Hoca’nm evcimenliği tutan “Ne olur, ne olmaz; ya bulunur, ya bulunmaz; iyisi mi, şimdiden borç, harç kış kapısını kapayım da, kışın da, Allah aman verirse borcumu, harcımı kaparım.” der, pazara iner. Tatlısından tuzlusuna kadar, eksiğini, gediğini görür. Hamalın birine yükleyip, kendi de efendi efendi öne düşer. Kışı satın aldı ya, gayrı Hoca’nm keyfine diyecek yok. Bir ara, içinden, şeytan dürter de, bir kınlan, dökülen olmasın diye, başım çevirir bakar ki, ne baksın! Arkasında ne hamal var, ne cemal var. Rahmetlinin etekleri tutuşur, çarşıyı, pazan birbirine katar ama, ara ki bulasın. Ne yapsm: “Demek, nasip, kısmet değilmiş!” der, üstüne bir tas su içer. 91


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri Aradan ben diyeyim beş gün, siz deyin on gün geçer. Bir akşam kalabalığında o hamal yapılı adamı görmesin mi! Vanp herifin yakasına yapışacak yerde, başını alıp oradan uzaklaşır. Sorup sual edenlere de: “Yahu, der, ya adam tutar da, on gündür yükünü taşıyıp duruyorum, sökül bakalım ondalığımı derse!”

SÖZ BÎR, ALLAH BÎR! Bir gün Hoca’ya yaşını, başını sormuşlar “Kütüğüme bakılırsa, kırk yaşına yeni bastım” demiş. Gel zaman, git zaman, bir gün gene sormuşlar “Eh, eksik artık, kırk yaşında vanm! ” demiş. Bu söz üstüne: “Aman Hoca, bu nasıl olur? On yıl önce de böyle söylemiştin sen; o gün, bu gün, bir arpa boyu olsun büyümedin mi?” deyince, Hoca, karşısındakinin ne mal olduğunu bildiği için: “Bre adam, demiş; söz bir Allah bir! Er olan sözünden döner mi? Yirmi yıl sonra da söyleyeceğim gene bu, gene bu!”

SÖZÜNÜ BİLMEZİN BİRİ Bir gün bir misafirlikte Hoca, sofraya pek nazla, niyazla oturur ama, yemeğe başlayınca da, beş parmağını bile yiyecek olur. Sözünü bilmezin biri, sözün önünü, ardını hesap etmeden: “Hoca efendi, üç parmakla yemek, sünnettir, ne diye beş parmakla yiyorsun?” Deyince, Hocada: “Ne diye olacak, altı parmağım olmadığı için! ” der. 92


Nasrettin Hoca Fıkraları SUÇ, GÜNAH KİMDE Bir gün Hoca’nın buzağısını azgınlık tutmuş. Gayn, al Allah kulunu, zapt eyle delini! Hop hop hoplamış, zıp zıp zıplamış; ortalığı toza, dumana boğmuş. Hoca, eşeğini bile nefes aldırmıyor, buna mı göz açtıracak! Hemen eline ne geçtiyse alıp, san ineğin üstüne yürümüş. Görüp eden­ ler “Bre efendi, o ağızsız, dilsizin günahı ne, ne diye dövüyorsun?” deyince, Hoca’nın büsbütün kafası kızmış: “Canım efendim, demiş; suçun büyüğü anasında! Bu kaltaban öğretmeseydi, dünkü buzağı bu haşanlığı nereden öğrenecekti!”

ŞU GURBET ELLERDE Bir gün Hoca merhumun kızı bilmem ne almak için kilere girer, bir de ne görsün! Babası, bir küpün dibinde der-top olmuş, yatıyor. Kızcağız neye uğradrğrnı bilmez; kanı, iliği kuruyup şaşırır buna: “Aman baba, bu ne hal böyle! İnsan gelir de burada yatar mı hiç?” deyince, Hoca’ya bir gariplik çöker “Sus lazım, sus; şu gurbet ellerinde ölüp gideyim de, ananın elinden kurtulayım bari!” der.

ŞU AĞIR GÖVDE İLE Bir gün Hoca, eksiğini, gediğini gördükten sonra, eşeğine atlamış, heybesini de omuzuna atmış, giderken, kimi görmüş geçmiş, kimi gülmüş geçmiş ama, bacaksızın biri, bir kanş boyuna bakmadan, Hoca’ya akıl öğretmeye kalkmasın mı: 93


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri “Hoca efendi, ne diye kendini zahmete koşuyorsun, şu omuzundaki heybeyi indirip de terkene bağlaşan olmaz mı?” deyince, Hoca, şıp demiş, cevabı yapıştırmış: “Hay insafsız, hay, şu ağır gövde ile beni taşıdığı neme yetmiyor, bir de heybemi yükleyip canını mı çıkarayım?”

TABANLARI KALDIRIYORUM YA ÎŞTE Bir gün, bir yağmurlu günde Hoca, pencerenin önüne oturmuş, gelip geçeni seyrediyormuş. Kaçan kaçana, uçan uçana, hepsi ne ise, ne ya, tanıdıklarından birinin de saçıyla, sakalıyla koştuğunu gö­ rünce: “Behey Allahın kulu; insan Tann’nm rahmetinden kaçar mı?” deyince, adamcağız Hoca’nın diline düşmemek için, adımlarını ağırlaştırıp, bir âlâ yağmur yemiş; sucuk mu sucuk kesilmiş. Ee, olacak olur ya, başka bir gün de, yağmur serpiştirirken, Hoca cübbesini toplayıp, tabanlarım kaldırmış; ha yetiştim, ha yetişeceğim eve deıken, bir de o adam önüne çıkmasın mı? Hani hakkı da yok değil ya, Hoca’dan aldığım Hoca’ya satmak için: “A Hoca efendi, ayakların yere basmıyor; insan T ann’nm rahmetinden kaçar mı böyle?” demiş, demiş ama Hoca hiç bir sözün altında kalır mı: “Be mübarek adam; ben de Allah’ın rahmetini çiğnemeyeyim diye, tabanlan kaldınyorum ya işte!” demiş.

TANRI MİSAFİRİ Akşehir’den yaka silktiği bir dilenci varmış; yok, yoksul olsa, ne ise; tarlalan varmış ekilmedik, yoncalan varmış biçilmedik ama, 94


Nasrettin Hoca Fıkraları elin ekmeği tatlı mı gelmiş, ne olmuşsa, kapı kapı dilenir, du­ rurmuş. Bir akşam, çat kapı, Hoca bakmış ki bu; tanımazlıktan ge­ lerek; “Baba kimsin, ne istiyorsun?” diye sormuş. Dilenci de: “Yabancı değilim, efendim, bir Tanrı misafiri!” deyince, Hoca: “Ya, öyle mi? O halde yanlış kapı çaldın, düş arkama da, götüreyim seni!” demiş ve almış onu, cami kapısına kadar götürdükten sonra: “A Tanrı misafiri; aradığın Tanrı evi burası; işte de anahtarı! Gayn istediğin kadar yatıp kalk!” demiş.

TAVŞANA KAÇ, TAZIYA TUT! Hoca, ömründe, ne tavşana kaç, ne tazıya tut, demiş! Öyle iken, nasıl olmuşsa olmuş, günün birinde, bir tavşan tutmuş. Ne olduğunu bildiği yok ya, atmış torbasına, getirmiş fakirhanesine: “Hatuncuğum, böyle iken böyle. Sakın torbayı açayım, içindekini kaçırayım deme! Görülmedik, işitilmedik bir şeye benziyor! Bakalım, neyin nesi bu?” demiş ve gitmiş, konu komşuyu çağırmaya. O gitmede olsun, karısı da, merakını yenememiş, kocasının sözünü kulağının ardına atıp, torbanın ağzını açmış, ama tavşan da fır demiş fırlamış. Laf torbaya sığar mı? Ne yalan bulup yakıştırsın? “Ağırlık, o ağırlık olduktan geri, belki karanlıkta kocamın gözünü küllerim!” diye, gözüne ilişen yem küreğini yerleştirmiş torbaya. Neden sonra Hoca, cumbur cemaat gelip te, torbayı açınca, pat diye ortaya yem küreği düşmesin mi! O kadar halkın içinde, karısının ayıbını yüzüne vuracak değil ya, Hoca’ya söz mü yok: “Ha işte, komşular, demiş; bu ölçeğin on kere dolması bir kile eder!” 95


Milliyet Varlık Türk ve Dünya Klasikleri -

TAVŞANIN SUYUNUN SUYU Hoca merhumun garip, gurebaya karşı kapısı açıkmış; günlerden bir gün, biri gelir, Hoca’ya misafir olur. Hani misafirin eline bakılmaz ama, bu adamcağızın da eli açıkmış; çamsakızı, çoban armağanı kabilinden tutar, bir tavşan hediye eder Hoca’ya. Karısı da bunu pişireceği gibi pişirir, daha da elinden ne gelirse, yapar, yakıştırır, öyle bir tepsi donatır, öyle bir tepsi donatır ki, gayri on parmağınla ye! Doğrusu tadı damağında kalır adamcağızın; her yerde her zaman ballandıra ballandıra anlatır durur. Keşke anlatamaz olsaydı, o günden beri tak kapı, bir Tanrı misafiri! Hoca da kapıyı yüzlerine çarpacak değil ya: “Misafir umduğunu yemez, bulduğunu yer” der, Allah ne verdiyse çıkarır önlerine ama, bakar ki bunların ardı arkası kesilmiyor, nerede ise Hoca’yı tavuk gibi yolacaklar, buna can dayanır mı? Bir gün gene birisi damlayınca, Hoca: “Sormak ayıp olmasın, kimlerden oluyorsunuz?” diye sorar, misafir de pişkinliğe vererek: “Ben mi? Tanırsın canım, size tavşan getirenin komşusuyum,” deyince, Hoca: “Ya! Öyle mi, gösteririm şimdi sana ben, tazıyı, tavşanı” der, kendi kendine, tutar sofraya bozbulanık bir şey kor, senin pişkin kelle bir kaşık alır, iki kaşık alır, herle dese, herle değil, çorba dese, çorba değil; o da aynı dilden Hoca’ya sorar. “Sormak ayıp olmasın ya, bu yediğimiz neyin nesi?” deyince, Hoca hiç bozuntuya vermeyerek: “Ha, bu mu? Bu da işte o tavşanın suyu! ” der. Aradan, ben diyeyim üç gün, siz deyin beş gün geçmeden, “selamün aleyküm!” der, biri daha damlar, ee, Hoca artık tetikte; bir sırasına getirir, ona da sorar. O da iki kemküm ettikten sonra: “Ben mi? Size tavşan getirenin komşusunun komşusuyum” deyince, Hoca: “Ya! Öyle mi, sen de al gözünden çatal!” der kendi kendine ve tutar bunun sofrasına da halis, muhlis bir tas su koyup buyur eder ama, 96


Nasrettin Hoca Fıkraları misafir, bir eli varır, bir eli varmaz: “Ne bu Allah aşkına?” diye sorar. Hoca istifini bozmadan: “Ha, bu mu? Tavşanın suyunun suyu!” deyince, adamın elinden kaşık düşer. TELİNLE, DUVAĞINLA Hoca, iki gün başını tutamamış; üçüncü gün yatağa düşmüş. Allah etmesin, sancısı bir tuttu mu, yeri göğü tırmalıyormuş. Karısı, derdinden deli, divane olmuş; baş vurmadık taş bırakmamış ama, kocacığını bir türlü ayağa kaldıramamış. Konu komşu bir yana, Hoca da kendinden ümidi kesmiş: “İçecek suyumuz bu kadarmış. Gayn bize yol görünüyor.” dedikçe, karısı: “Aman efendi, ağzını hayra aç; Allah alacaksa, senin yerine beni alsın da, o kara günleri göstermesin!” der, ağlarmış. Bir gün Hoca ağırlaşmış, kansın baş ucuna seslemiş: “Kancığım, vakit, saat yakın; haydi, şu giyeceklerini giyip kuşan; başka ne var, ne yoksa, onlan da tak, takıştır, gel yanıma!” demiş. Hatuncuk, kulağına inanamamış: “Efendi, sen sayıklıyor musun, hiç Olacak şey mi bu, hele bir iyileş de, istediğinden âlâ donanır, düzenirim!” diye avutmak istemiş, ya, Rahmetli: “Yahu, demiş; Azrail seni telinle, duvağınla görürse, belki hoşuna gider de, benim yerime seni alır gider! ” TESTİYİ KIRDIKTAN GERİ Söylemesi bile dile kolay değil, Hoca’nın evinde kıık testi varmış ama, kırkı da, kulpu kırık testi imiş! 97


Milliyet Varlık Türk ve Dünya Klasikleri -

Bir gün yine bir testi alıp kızının eline verir, sonra, yaradana sığınıp, iki de tokat aşkeder. “De haydi, şimdi kırmadan, dökmeden doldur da getir!” der. Neye uğradığını bilmeyen çocukcağız, iki göz, iki çeşme, suyun yolunu tutar ama, görüp edenlerden biri: “Bre Hoca, testiyi kırmadan, bu çocuğa bu dayak atılır mı?” deyip ayıplayacak olur ama, Hoca: “Bre düdüğüm, der, testiyi kırdıktan sonra, dayak kaç para eder!”

TEVEKKELİ DEĞİL Bir gün Hoca’nın bir köye gideceği tutmuş. Öyle sıcak bir günmüş ki, kuş bile kanadını kımıldatmıyormuş. Böylesi günde yola çıkmak delilik değil de, nedir! Yoıgünluk bir yandan, susuzluk bir yandan Hoca’nın imanını gevretmiş, şu yokuşun başında, şu inişin dibinde derken, Allah önüne bir çeşme çıkarmış. Hemen, oluğuna sokulan tıkacı açıp ağzını dayamış ama, öyle bir akışı varmış ki, üstü başı ıslanmış; neye döndüyse dönmüş. O zaman rahmetli bir lahavle çekip: ‘Tevekkeli değil, böyle deli deli aktığın içindir ki, ağzına ot tıkamışlar ya senin!” demiş.

TINGIR ELEK, TINGIR SAÇ Nerde eli uzun, cebi delik varsa, Hoca’nrn evini yol etmiş; hafta sekiz, gün dokuz demiyor, kapıdan olmazsa, bacadan damlıyormuş biri. Soya soya tıngır elek, tıngır saç, bir kuru tahta üstünde bırakmış Rahmetli’yi. Bir gün gene bir hırsız girmiş. Herifçioğlu, odanın birini açıp bakmış, 98


Nasrettin Hoca Fıkraları tamtakır! Ötekini açıp bakmış, bir, iki bakır! Bunlar da ne yükte hafif, ne pahada ağır. Derken, birini daha açıp bakmış ki, ne baksın, bizimki! Elini yüzüne kapamış, bir köşede durup duruyor. Hırsız ne deyip edeceğini şaşınp da: “A efendi, bu karanlık odada ne yapıyorsun?” deyince, Hoca, acınacak bir halde: “Ne yapayım oğul, demiş; şu koca konaktan eli boş döneceğine utandım da, gelip buralara saklandım!”

TUTMASINA TUTMAZ AMA... Hoca bir gün kabını, kaçağını gölde yıkarken, ömründe selam, merhaba etmediği biri görmüş ve gülmüş: “Hayrola Hoca, demiş; yine ne eğirip, ne dokuyorsun?” Hoca, tepeden tırnağa onu şöyle bir süzdükten sonra: “Hiç, demiş; bir şey eğirip dokuduğum yok, göle yoğurt ça­ lıyorum!” Adamcağız kulağına inanamamış: “İlâhi Hoca, kimde görülmüş bu; göl maya tutar mı?” deyince* Hoca: “Ben de biliyorum, demiş; tutmaz, tutmaz ama, ya bir tu­ tarsa!”

TUZ, EKMEK HAKKI İÇİN Bir gün Hoca, kelli felli biriyle tanışır. Epeyce çene çaldıktan sonra, ayrılırken Hoca’ya: “Doğrusu, size doyamadım; bir gün bize buyurun da, beraber bir tuz, ekmek yiyelim!” der. 99


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri Bizimki bu sözün ucunda bir ziyafet var sanır, içinden: “Yine mi yâ hay!” der. Gayn vakti, saati geciktirir mi! Günün birinde, çat kapı, adamın evine damlar. Biraz hoşbeşten sonra Hazret, gerçekten önüne tuz, ekmek çıkarmasın mı! Güvendiği dağlara kar yağınca, Hoca içinden kızar ama, dışından belli etmez. Tuz, ekmek yer, bunu bulduğuna da şükreder. Tam pencerinin önüne oturup da lafın kösteğini açacakları sırada, kırk yerinden, kırk yamalığı dökülen biri gelir: “Allah, dert verip derman aratmasın.” diye elini uzatır. Ev sahibi şöyle bir yüzünü ekşittikten sonra: “Allah versin!” der, başını çevirir ama, fukaracık: “Efendilerim, az sadaka çok kaza, bela savar!” deyince, Hazret, büsbütün yüzünü karartın “Şimdi de bize akıl öğretmeye mi kalktın; gelirsem yanma, göstererim gününü!” derken, Hoca sözünü ağzından alın “Vallahi babalık, tuz, ekmek hakkı için söylüyorum: Bu adam sözünün eridir, dediğini yapar mı, yapar!” der.

TÜYÜ BOZUĞUN BİRİ Bir gün biri gelir Hoca’ya, eşeğinin ırmağa düşüp boğulduğunu söyler. Eşek mi yok, varsın tüyü bozuğun biri de eksik olsun ama, ne de olsa mal canın yongası, boynundaki yulara acır. Çekip almak için düştüğü yere gelir, soyunup, dökünür. Kâh yüzerek, kâh kıyıları süzerek suyun gövdesine doğru aramaya başlar. Görüp edenler, Hoca’mn haline gülür. “Ne yapıyorsun be efendi, suyun aktığı tarafa doğru gitsene!” diye tuttururlar. Rahmetli, kaşlarını çatan “Yahu, der; ben onun huyunu tüyünü bilirim. Bu inatçının her işi tersinedir, akacağı tarafa akmaz ki.”

100


Nasrettin Hoca Fıkraları UYKU BAŞINA SIÇRAMIŞ Bir gün Hoca, soyunur, dökünür, yatağına girer. Ha uyudum, ha uyuyorum derken, bir tıkırtı mı olur, ne olursa, karısı uyandırıp da: “Efendi, sağında bir mum olacak, şunu uzatır mısın bana!” deyince, büsbütün uyku başına sıçrar Hoca’nın: “Bre kan, deliıdiysen, Allah’a yalvar, bu göz gözü görmez karanlıkta sağımı, solumu ne bileyim ben!” der.

UYKUSUNU KAÇIRMIŞ Bir gece, kör şeytan aklına ne sokmuşsa sokmuş Hoca’mn uykusunu kaçırmış. Sağına dönmüş, olmamış. Sakalını yorganın altına çekmiş, olmamış. Üstüne çıkarmış, gene olmamış, bir türlü uyuyamamış ves­ selam! Çaresiz, giyinip, kuşanıp, kendini sokağa dar atmış. Üç aşağı, beş yukan, kaldırımları arşınlayıp dururken, kol bastıya uğramasın mı! Subaşı yakasına yapışıp da: “Be adam, biz geceleri kuş uçurmuyoruz sokakta, sen ne arıyorsun burada?” deyince, Hoca: “Hiç, ne arayacağım, uykumu kaçırdım da onu arıyorum!” de­ miş.

UYKUYA BİRE BÎR Hoca’nın kansı, bir akşam çocuğundan dert yanan Vallahi efendi, der, kaç gecedir yastık yüzü görmüyorum. Sabahlara kadar beşiğin başını bekliyorum ama, ne uyku biliyor, ne tünek; yeri, göğü yıkıyor mübarek. 101


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri Gayrı nefes mi edeceksin; muska mı yazacaksın; ne yapacaksan yap Allah aşkına; sabrım, takatim bitti artık!” Hoca, gayet ciddiye alır “Eksik etek, dilini yılan mı soktu? Ne diye şimdiye kadar söylemedin? Al şu kitabı, otur baş ucuna; çevir birer birer yapraklan; bak nasıl mışıl mışıl uyuyacak!” deyince, kansı kaldırır kitabı, Hoca’nm başına ça­ lar “Ben canımdan bıktım, usandım diyorum- Sen hâlâ işin alayındasm!” diye. Hoca bir“Fesubhanallah!” çektikten sonra: “Ne alayı canım, der, uykuya bire birdir bu! Ne vakit ben bu kitaptan ders vermeye kalksam, camide uyumadık kimse kalmıyor!”

UYKUYU HARAM ETMİŞ Hoca merhum, yazın damda yatarmış. Bir gece, nasıl olmuşsa kansıyla arasından bir kara kedi geçmiş. “Bre hatun, gündüzleri dünyamı zindan ettiğin yetmiyormuş gibi, geceleri de uykumu haram etmeye başladın! Bu ne, bu senin elinden çektiklerim!” diye ileri, geri ederken, küt demiş, damdan düşmüş. Konu komşu; don, gömlek başına toplanıp da, sorup soruşturmaya başlayınca, Rahmetli içini çekmiş: “Ne söyleyim bilmem ki, damdan düşen halden bilir!” de­ miş.

ÜSTÜNE BİR TAS SU İÇ Hoca efendi, her sabah, elini göklere açar “Yarabbi, verirsen bana, görünmezinden yüz altın ver, yok, yoksa, 102


Nasrettin Hoca Fıkraları doksan dokuz olsa, istemem!” diye dua eder. Bir gün böyle, beş gün böyle, derken, bir gün bu dua, bir kapı komşusu Yahudinin kulağına çalar. “Sınamayı kurt yemez ya, bakalım, şu Hoca, Allah’a karşı sözünü tutuyor mu?” der, bir sabah Hoca gene duaya başlayınca, tutar, bacadan bir çıkın altın bırakır, Hoca’nın gözleri ışıl ışıl ışıldar, bir, bir daha sayar, bakar ki bir altın noksan! Hoca: “Ee, doksan dokuzu veren Allah, birini de verir inşallah!” deyip, postunun altına kor. Yahudi, bunu duyunca, kapıyı bırakır, bacadan damlar. ^ “Canım Hoca efendi, böyle iken, böyle. Ben seni sınamıştım!” deyip, altınlarını ister. Hoca, kendini şöyle bir kurduktan sonra: “Haydi be çorbacr, sen adama tırnağını bile vermezsin; bunu bana görünmezinden Allah gönderdi!” deyince, Yahudide şafak atar “Hoca efendi; şu benim altınlarımın üstüne oturmak istiyorsun ama, ya o yeminlere ne oldu?” diye sorar. Hocada: “Yeminler mi, der, ben onları peynir-ekmekle yedim; sen de bu altınların üstüne bir tas su iç!”

ÜSTÜNE DÜŞMEYEN ŞEYE KARIŞMA Sakınan göze çöp batar. Bir gün Hoca’nın tarlasına bir öküz girer, ekinde, ekinlik hal kalmaz. Neden sonra Hoca görüp de üstüne yürür ama, o gün bu öküzün hesabını göremez. Gayn öyle bir içerler, öyle bir içerler ki. Hani eline geçse, üç avuç kanını içecek olur! O günden sonra, gözü sağda, solda san öküzü arar durur. Derken, günün birinde onu, bir kağnıya koşulu görmez mi! Hemen değneğine davranır ama, köylü dayı önüne dikilip de: 103


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri “Bre baba, delindiysen Allah’a yalvar! Ne verdin, ne alıyorsun hayvandan?” deyince, Hoca büsbütün köpürüp, küplere biner. “Sen hele üstüne düşmeyen şeye kanşma; o kendi suçunu bilir!” der.

ÜZÜMÜNÜ YE, BAĞINI SORMA Vaktiyle, ağalardan birinin eli darlaşır ama, bu dar gününde, elinden tutan olmaz. O da* “Kasaba minnet etmektense!” der, babadan, dededen kalma bir bağı gözden çıkanr. Akşehir dediğin ne ki, avuç içi kadar bir yer! Akşama kadar davul, düdük olur, Hoca’dan gayn bir duymayan kalmaz. Bu bağda gözü olanlar, saman altından su yürütmeye başlar. Bu kurtlardan biri de, el, ayak çekildikten sonra Hoca’ya gelir: “Efendi, böyle ikin böyle, şu ağa seni sever, bir dediğini iki etmez; bugün, yann bir sakalının altından geçer de, şu bağı bana bir ya­ kıştırabilirsen, gelecek ayın ilk çarşambasına, sana bir gaziler helvası!” diye, dil komaz döker, bu işin tilkiliğini de öğretir. Ne ise, gün doğar, sabah olur; gün batar, akşam olur, seninki gene biter “Hoca’m, bilsen, akşamı nasıl bir iple çektim, şu bağ işini yapıp yakıştırdın ya, inşallah?” diye sorar. Hoca bir öksürür “Bre ağam, yolunu öğrettikten sonra, yapıp yakıştırmaz olur muyum?” deyince, adamın sevincinden kanatlanıp uçası gelir “Hay ağzını öpeyim, son pazarlığı kaça pişirdin?” diye, Hoca’nın yüzüne bakar. Rahmetli: “Yahu, ne yapacaksın, sen üzümünü ye, bağım sorma, ayın son çarşambasına o bizim bağa buyur!” demez mi? Adamın ağzı açık kalır. 104


Nasrettin Hoca Fıkraları YA AĞLAMAYA ELİM DEĞMEZSE Neye derler ki, Allah insanı elden, ayaktan düşürmesin, diye. Hoca’nın karısı bir dert gelip de yakasına yapışınca, elden, ayaktan düşer, bir torba kemik gibi bir köşede ağızsız, dilsiz yatar. Biçarenin kimi, kimsesi de yokmuş ki, eline bir tas su versin. Hoca dersen işten, güçten baş alsa bile, otunıpu ağlamaktan baş alamıyor, karısının hangi bir derdine merhem olabilecek? Bir gün yoklamaya gelen bir hatuncuk, evin bu perperişan halini görünce, Hoca’yı bir kenara çeken “Efendi, Allah ’tan ümit kesilmez; ecel gelip kapıya dayanmadan, bu ağlamak da ne oluyor?” diye sorar. Rahmedi, içini çeken “Ne yapayım bacı, der; bu zavallının benden başka ağlayacak kimi, kimsesi yok. Ya o emr-i Hak vaki olduğu gün bir işim çıkar da, benim de ağlamaya elim değmezse!” der.

YA BEN DE İÇİNDE OLSAYDIM Günün birinde Hoca’nm karısı, Hoca’nm cübbesini yıkamış; temiz, pak götürüp asmış. Olacak olur ya, o akşam bizimki nerede çeneye tutulduysa, eve geç dönmüş. Ağzım, burnum deyinceye kadar da, ortalık kararmış. Orasını pek bilmiyorum, nasıl olmuşsa, oturduğu yerden, gözleri bahçeye kaymış, bir de ne görsün, ağaçların altında iri, yan biri okunu çekmiş duruyor! Bu vakit, bu saatte, hırsızdan başka kim olabilir bu? “Getir şu okla yayımı!” demiş kansına. Kansının da aklı defter değil ya, akşamki yediğini bile unutuyor, daha kaldı ki, cübbeyi mi hatırlayacak. İstediğini bulup getirmiş. Hoca da, Allah için, nişancıymış doğrusu! Yayı bir çekişte, hırsız 105


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri sandığını yere sermiş. “Gayn ölüsü kandillinin ölüsünü, yann gelip kaldırsınlar!” deyip yatağına girmiş. Sabah olup da, cümle kuşlar uyanmaz mı, Hoca da uyanıp bakar ki, ne baksın, o delik, deşik olan kendi cübbesi değil mi? Rahmetli* elini eline vurmuş: “Desene bir kaza daha atlattık; maâzallah, ya ben de içinde olsaydım; şimdi kimbilir kimler saçını, başını yolacaktı!” de­ miş.

YA BİZİNfkEDİ NEREDE? Acıkan doymam sanır, günlerden bir gün Hoca, evine üç okka et almış. Canına rahmet, karısı da, eli açık bir hatuncukmuş. “Bugünlerde kimse ekmeğimizin ucunu görmüyor” diye mi düşünmüş, ne yapmışsa, konu komşuya bir âlâ sofra donatmış; akşamleyin de kocasının önüne dayamış, sade suya bulgur pilavını! Hoca merhum, “Hani et, hani et suyu!” der gibi, yüzüne bakınca, kansı: “Sorma efendi, sorma başıma gelenleri! Yakmaz olsaydım, şu ocağın altını yakayım dedim; hırsız kedi fırsat, bu fırsattır deyip, o kadar etin altından girmiş, üstünden çıkmış!” diye dört gözden ağlamaya başlamış; başlamış ya, bir de nerede var, nerede yok, kedi odada peydah olmasın mı! Hoca bakmış ki, kedi, gene o kedi, kamı kamına yapışmış, bir deri, bir kemik! Gayn dolmayı yutar mı? “Getir bakalım kan, şu bizim teraziyi!” demiş, bir de tartıp teraziye vurmuş ki, ne fazla, ne eksik, tamamı tamamına üç okka! O zaman Hoca, elini çenesine koymuş: “Allah Allah, demiş; bu tarttığım kedi ise, yediği et nerede? Yok kedi değil de etse, ya bizim kedi nerede?”

106


Nasrettin Hoca Fıkraları YA DEVE, YA DEVECİ Bir gün Timur, Hoca’yla hoşbeş ederken, “Buradan attım kılıcı, varıp Haleb’de oynadı bir ucu!” kabilinden, sözü uzattıkça uzatarak, büyüttükçe büyüterek, pireyi deve yapar. Hoca ile laf yarıştırılır mı? O da tutar, Allah’ın devesini, dev yapılı bir yaratık haline kor “Doğnısu, elimden nice develer gelip geçti ama, böylesini görmedim. Uç desem, kanatlanıyor, yürü desem, ayaklanıyor. Ne çare ki, benim Çömez misali okuması var, yazması yok!” kabilinden satar, savurur. Timur buna, parmağını ısınr: “Aman şu yaratığı bir göreyim!” der. Hoca, hiç kendini bozmadan: “Devletiim, der, bugünlerde, namaz başlarım öğretiyorum. Allah izin verirse, haftaya getireyim de, önünüze diz çöksün!” Timur, haftayı iple çeker. O gün gelince, Hoca: “Sormayın velinimetim, heceyi sökmeye başlayınca, öyle bir aşka geldi ki, şimdi de, “Hâfiz olacağım!” diye tutturdu. Allah ecelden aman verirse, haftaya getireyim de, hıfzını dinleteyim!” deyip geçer. Timur, gene haftayı iple çekmede olsun, işte dostu: “Bre Hoca, sen kanınla mı oynuyorsun? Kaçın kurdu, Timur, böyle masalları yutar mı?” diye çekip çekiştirince, Hoca: “Yahu, ne telaş ediyorsunuz, haftaya kadar ya deve, ya deveci... Bakalım, kim ölüyor, kim kalıyor!” der.

YA RÜYASINA GİRERSEM Günahı söyleyenin boynuna! Timur’un rüyasına giren, sabaha sağ çıkmazmış. Bir, iki... kesilen kelleler kalede sallanmaya başlayınca, Hoca’nm da gözlerini korku bürümüş: 107


Milliyet Varlık Türk ve Dünya Klasikleri -

“Gayn buraların tadı, tuzu kalmadı; akşama, sabaha ben göçümü buradan yükleyeceğim!” demiş dostlarına. “Aman demişler, Timur dinlese dinlese, senin sözünü dinliyor, sen de bırakıp gidersen, bizim halimiz nice olur?” Ne bileyim ben, daha da yalvanp yakarmışlar ama, can kaygısı bu, başka şeye benzer mi! Rahmetli, yüzünü, gözünü buruşturarak: “Bre ağalar, demiş; haydi gündüzleri estek köstek edip suyunca gideyim ama, ya gecenin birinde rüyasına girersem ne olacak!” YA SECDEYE KAPANIRSA Bir gün Hoca, yol üstü bir hana inmiş, Nuh Nebi’den mi kalmış, Kaalûbelâ’dan mı? Her ne ise. Her tarafı delik deşik olmuş; âdeta çökmeye bir başı kalmış. Rahmetlinin yüreğine bir korkudur düşmüş ama, ne desin? Nihayet bir söz arasında: “Yahu bu senin tavan da ne kadar gıcırdıyor böyle, beşik mi mübarek!” diyecek olmuş ama, hancı baba hiç oralı olmamış; sözü şakaya boğarak: “Ağzını hayıra aç Hoca, bu gıcırtı beşik gıcırtısı değil; tavan tahtalan Hak’ka teşbih çekiyor!” demiş. Hoca’nm gözü küllenir mi? Gözlerini hancının gözüne di­ kerek: “Peki ama, demiş; ya bu tavan böyle teşbih çeke çeke, aşka gelip de secdeye kapanırsa, bizim halimiz nice olacak!” YA ÜSTÜNDE OLSAYDIM Bir gün Hoca’nın dalgınlığına mı gelmiş, ne olmuşsa, eşeğini kaybetmiş; şurası senin, burası benim. Aramadık yer, sormadık insan 108


Nasrettin Hoca Fıkraları bırakmamış ama, yer yarılmış yere mi girmiş, gök yarılmış göğe mi çıkmış, ne olmuşsa olmuş, bulamamış vesselam. Oturup derdine yanacak yerde, tuhaf değil mi, bu hale de şükretmeye başlamış. Eşi, dostu: “Bre Hoca,,, canın sağ olsun ama, ne de olsa bir eşekten oldun, şükredecek ne var bunda?” deyince, Rahmetli: “A komşular, demiş; ben şükretmeyim de, kimler şükretsin, ya ben de eşeğin üstünde olsaydım!”

YALANINI YÜZÜNE VURUR Bir gün, bir ahbabı, Hoca’dan eşeğini ister. Hoca ne düşündüyse: “Bir eşeğin sözü mü olur, yoluna feda ama, evde değil!” demeye kalmaz, eşek eşeklik edip de ahırda zırlamaya başlamaz mı? Ahbabı bir tuhaf olur. Tutar, Hoca’nm yalanını yüzüne vurur. “Aşk olsun Hoca; demek bir eşek kadar olsun yanında haysiyetimiz yok; evde ya işte!” deyince, Rahmetli: “Yahu, der, sen de pek tuhafsın; benim sözüme inanmıyorsun da, eşeğinkine mi inanıyorsun!”

YAPAN YAPMIŞ YAPISINI Bir gün Hoca, Konya’da dönüp dolaşırken, yeni bir konak görmüş; konak da konakmıymış ya! Doğrusu, yapan yapmış yapısını, Allah kapatmasın kapısını. Hoca’nm parmağı ağzında kalmış. Merak bu ya, kapı uşaklarından birine sormuş. “Burası değirmen, baba!” demişler. De sen Hoca ol, da sen bunu duy da, şunlann ağızlarının abdestini verme bakayım! 109


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri Rahmetli, bu uşak oğlu uşaklan bir alıcı kuş gibi süzdükten son­ ra: “Allah Allah! Demek, değirmen bu ha! Bu koca alâmeti çevirenler, kimbilir, ne kocaman hayvanlardır!” deyip yürümüş. Bu söz, kulaklarına kurşun gibi akınca, seninkiler dillerini yutmuş, kediye dönmüşler!

YE KÜRKÜM, YE... Bir gün Hoca, birine davetli imiş. Hani, yok, yoksulluğundan değil ya, değiştirmeye eli mi değmemiş, ne olmuşsa, kıra, bayıra giydiğiyle gitmiş, gitmiş ama, bir “Buyur!” eden olmadığı için, sakalı yerine koyaıjıamış. Onlar, birbirini yağlayıp yüzlemeye dalınca, bir kör tarafına getirmiş; varıp üstünü başını değiştirivermiş. Bu defa Hoca’yı kondurup göçürecek yer bulamamtşlar. Hele sofrada, “Buyur!” üstüne “Buyur!” edince, gayn Hoca dayanamamış: “Ye kürküm, ye... Bu ziyafet bana değil, sana!” deyince, hepsi, önlerindeki hindi gibi kızarmış.

YEL ÜFÜRDÜ, SU GÖTÜRDÜ Hoca merhum: “Bunca zaman İstanbul’un taşını, toprağını çiğnedi de, bir güne bir gün, bir kayık sefası sürmedi.” Demesinler diye, atlar kayığın birine... Doğrusu tekne de sefa sürecek tekne ya! Kürt çalıp, çingen oynuyor, içlerinde dümenciden daha rahatı yok. Hoca bu! Ne eder, eder, dümencinin gönlünü eder, 110


Nasrettin Hoca Fıkraları geçer dümenin başına. Hani öyle, dümenden falan anladığı yok ya, Allah'tan olacak, yel üfurür, su götürür, kazasız, belasız yanaşacaktan kıyıya yanaşırlar ama, nerde var, nende yok, bir dalga gelir, kayığın kaburgasına öyle bir çarpış çarpar ki, tık der, karaya oturur. Gayrı yolculardaki telaşı görmeyin, her kafadan bir ses çıkan “Ne yaptın be adam, ne diye elinin hamuru ile böyle işlere karışırsın?” diye ileri, geri ederler. Hoca, kaşlarını çatan “Be yahu, der, benim bir şey yaptığım, yapacağım yok; görmüyor musunuz, deniz tükendi!”

YERDEN ALIP GÖĞE SAVURUYOR Bilmem, duyup işitmişliğiniz oldu mu? Bazı yerlerde, buğdayı kavurur, “kavurga” yaparlar. Kavurgayı da döver, toz.haline getirir, “kavut” yaparlar. Bir gün Hoca, bir yola gidecek olur. Karısı, yolluklar yapar, heybeler dolusu... Bu yetmiyormuş gibi, cebine, koynuna da kavut doldurur. Yol arkadaşlarının ağzı var, dili yok! Hoca ne konuşacak! “Bari ağzım boş durmasın!” diye, kavut yemeye kalkar ama, öyle de rüzgârlı bir günmüş ki, yerden alıp, gökte savuruyor, kavuğu başından uçmadığına şükretsin! Un gibi kavut hiç elde, avuçta durur mu? “Ağzıma götüreyim” derken, yel alır, gider, bir, bir daha böyle... Bir, bir daha böyle... Bir parçası bile boğazından geçmeye kısmet olmaz. Bu hali yol arkadaşlarından biri görün “Ne o Hoca, gene ne yiyorsun?” diye sorar. Hoca da: “Vallahi, birader, böyle giderse, hiç!” der.

111


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri YERİNDE YELLER ESECEKTİ Günlerden bir yaz günü, Hoca merhum, terler mi, ne olursa, çıkarır gömleğini, bahçede bir dala asar; kendi de oturur, karısıyla çene yanştrrmaya başlar. Derken bir rüzgâr... Ne ağaçta dal kalır, ne dalda gömlek! Hoca merhum: “Ee kancığım, bir kurban kesmek farz oldu bize.” diye söylenir. Kansı bu damdan düşer gibi sözden bir şey anlamaz: “Hayrrdır, efendi, kurban kesecek ne var bunda?” diye sorunca, Hoca: “Bre kan, görmüyor musun gömleğin halini, ya ben de içinde olsaydrm! Şimdi benim de yerimde yeller esecekti!” der.

YESENE BE BİRADER Allah, gariplik, gurbetlik yerde, insanı parasız, pulsuz düşürmesin! Bir tarihte bizim Hoca’nın da başına gelmiş bu. Gözünün, gönlünün çektiğini aldığı için, para, pul suyunu çekmiş. Ee, o zaman, bu zaman mı? Tel yok, telefon yok ki, istesin isteyeceği yerden. Elin memleketinde de kimi var, kime gitsin? “Uzaktan olsun merhaba ettiğim birine rastlar mıyım!” diye çarşı, pazar dolaşıp dururken taze bir ekmek kokusu, burnunda mis gibi tütmeye başlamış. Bir de, iki adım ötede bakmış ki, yaşlı, başlı bir ekmekçi... Ekmekleri raf raf dizip sıralamış ama, kendisi çekmece başmda sinek avlıyor! Hoca, şöyle bir adamın gözünün içine baktıktan sonra: “Ağam, demiş; sormak ayıp olmasın ya, bu ekmeklerin hepsi senin mi?” Ekmekçi ne desin, şöyle bir dudak ucuyla: “He!” demiş; bunun üstüne Rahmetli büsbütün hayrete düşerek: 112


Nasrettin Hoca Fıkraları “Öyleyse, ne bakıp duruyorsun, yesene be birader!” demiş. YESEYDÎN O ÇOMAĞI Bir gün Hoca, şöyle ahım, şahım bir kaz kızartıp Timur’a götürecek olur. Talihinden, öyle de bir olur ki, ağzınıza layık, nar gibi! Doğrusu, Hoca’nın bile, ağzının suyu akar buna; gayrı, ağzı dursa, eli durmaz: “Adam sende!” der, bir budun hesabmı görür Hoca... Timur’un bir ayağı şöyle ise, bir gözü de öyle değil ya. Tepsiye bir bakışta; işi anlar: “Hani bu kazın bir ayağı?” diye sorar. Hiç tartıp terazilemeden Hoca’ya laf edilir mi? “Devletlim, şu bizim Akşehir’in kazları hep tek ayaklıdır, inanmazsanız, şu pınar başına bir bakın!” der. Timur, Hoca’nın laf dokundurduğunu anlamaz olur mu, anlar ama, anlamazlıktan gelerek, çeşmeye doğru bakar, görür ki, kazlar, başlan göğüslerinde, tek ayak üstü, güneşlenip duruyorlar. Pek öyle, diyecek bir şey bulamaz ama, o sırada, nerede var, nerede yok, bir kaz çobanı gelip de, çomağını bir sallamaz mı, ayağım indirip kaçan kaçana! Kanadı kaldınp uçan uçana! Gayn kim durur? Ha işte o zaman Timur, Hoca’nm yakasından tutup da: “Gördün ya, yalanın meydana çıktı; bütün kazlar, senin gibi, iki ayaklı!” deyince, Hoca, bu laf altında kalır mı? “Bre devletlim, o çomağı sen yeseydin, alimallah dört ayaklı olurdun!” demesin mi? YETER GAYRI UZATMA Bir gün Hoca’nm ydu bir bağa düşer, bağ demek te söz mü! Ağaçlar yeşil giymiş, türlü meyva, türlü yemiş; insanın ağzı sulanmaz olur mu! 113


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri Ayaklan çeker onu, ağacın birine. Bir zerdalicik ya kopanr, ya koparmaz, bir de bakar ki, ne baksın, bağın bekçisi: “Benim!” deyip geliyor. Hoca’nın beti, benzi kül kesilir, e şimdi ne yapmalı demeye kalmaz, bekçi: "Hey, kimsin sen? Ağacın üstünde ne işin var?” diye gürler. Hoca ne desin, “gergef dokuyorum” diyecek değil ya, “Ben bülbülüm babalık; yurdum, yuvam da bu ağaçlar!” der. Bekçinin garibine gider “Ya, öyle mi, öyle ise bir öt de görelim hele!” diye alay eder. Ne yapsın, başa geldi bir kere; ■Hoca merhum, bülbül olup ötmeye başlar, başlar ama, doğrusu ses de ses ya, üstünüze iyilik, sağlık! Bekçi gülmekten kendini tutamaz: “Yahu, bülbül dediğin böyle mi öter?” deyince, Rahmetli: “Ee, uzatma gayri, der, acemi bülbül, bu kadar öter!” YOLCULUK BU Bir gün sözü, sohbeti yerinde biri, kim bilir ne mânaya ge­ tirerek: “Hoca üstüne toz kondurmak gibi olmasın ya, bazen kendini kaybediyorsun!” demiş. Bak belaya, bizimki de o günlerde bir yolculuğa niyetleniyormuş: “Gördün mü başıma gelenleri, demiş; ya yolda, belde kendimi kaybedersem ne olacak?” Hoca bu ya, düşünmüş, taşınmış, sözde beline bir kabak bağlamış ama, ilde muzip çok. Bir gün biri Hoca’nın dalgınlığına mı getirmiş, nasıl etmişse, belindeki kabağı kesip kendi beline bağlamış; Rahmetli bunu görünce, parmağı ağzında kalmış: “Lamı, cimi yok; şu adam benim ama, acaba ben kimim?” YORGAN GİTTİ, KAVGA BİTTİ Bir gece sokakta bir gürültü, bir kıyamet kopar. Kim var, kim yok, dışan dökülür. Kamber’siz düğün olur mu, Hoca da kendini 114


Nasrettin Hoca Fıkraları yataktan atar. Karısı koluna sarılır: “Nene lazım, elin üç koyunu ile, beş keçisi, yat yerinde.” der ama, bir kere aklına koyduktan sonra, bir daha bağlasalar durur mu Hoca? Yorganına sanlır, bürünür, şöyle bir kapıdan görünür, görünür ama, niye derler ki, kurt dumanlı havayı sever, Rahmetli, ne oldu, ne bitti diyene kadar, üstündeki yorgan kim vurduya gider, gayrı o kalabalıkta ara ki, bulasın. Garip Hoca, ardına baka baka döner, ge­ lir. Karısının yastıktan başım kaldırıp baktığı yok ya: “Neymiş, gece yansı bu kavganın aslı?” deyince Rahmetli: “Ne olacak, bizim yoganın başınaymış, yorgan gitti, kavga bitti!” der. YORULAYIM DEME Hoca’nın karısı, yaşa mı basar, taşa mı basar, ne yaparsa, günün birinde sancılanır. “Aman efendi, her işi yüz üstü bırak da, bana bir hekim yetiştir!” der. Rahmetli’nin telaşından eli, ayağı dolaşır. Kendini toplayıp da dışan atıncaya kadar, kansı, nereden aklına gelirse, tutar, bir tas su içer. Neye derler ki, acı acıyı; soğuk su sancıyı... İçtiği su sancıyı bıçak gibi keser; gayri hekimlik, hâkimlik ne kalır? Kocasının ardından ses­ lenir. “Efendi, efendi; sancım kesildi; sakın elin adamı boşuna yorulmasın!” diye. Bu haber üstüne, Hoca pergelleri daha çok açar. Üç adımda hekimin evini bulur. “Hekim başı, der. sabah sabah bizim hatun sancılandı, seni alıp götürecektim ya, Allah'tan sancısı kesildi, boşuna yorulayım de­ me!” 115


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri YÜKÜ YETMİYORMUŞ GİBİ Hoca merhum, günlerden bir gün, eşeğine yükleyecek kadar odun yüklemiş, kendisi de ayaklarını özengiye atmış ama, adamakıllı oturamamış üstüne; mahallenin çocukları onu böyle dimdik ayakta görmezler mi; gülmekten hangisinde can kalır, ama dönüp de; “Bana mı?” bile dememiş Hoca. İçlerinden biri: “Hoca efendi, ne diye eşeğin üstüne kurulup da rahat rahat gitmiyorsun, böyle ayakta, canına yazık değil mi?” deyince, Hoca: “Ya evlat, demiş; şu ağızsız, dilsiz hayvanın yükü kendine yetmiyormuş gibi, bir de benim ağırlığımı mı çeksin; ayağımın yerden kesildiği nene yetmiyor!”

116


Nasrettin Hoca Fıkraları

NASRETTİN HOCA’NIN HAYATI VE ŞAHSİYETİ Nasrettin Hoca; nerede, ne zaman yaşamış; biliyor muyuz, bilmiyoruz. Çünkü, halk, sevip kutsallaştırdığı insanlara sığınarak yaşamakta bir ferahlık duyduğu için her yerde ona bir makam gösteriliye»-. Fakat, ileri sürülen fikir ve iddialar, ya kuru söylentilere, gelişi güzel tahminlere dayanryor, ya da bazı madde ve belgelere uzaktan atma ilmeklerle tutturulmak isteniyor. Acaba bunların hangisi daha doğru? İnsaflı tarihçilerimiz buna: “kesin bir şey söylenemez.” diyorlar. O halde, Hoca’mn hayatım tarihte arayacak yerde, “fikra’lanndan çıkarmak yoluna gidilse, diyeceksiniz. Gerçekten, bir tarihte, bir Nasrettin Hoca yaşamış; başından az çok gülünecek haller geçmiş; kendisi de başkalarının haline gülmüştür. Şüphesiz, bunlarla yoğrulup yaratılan fıkralarında hayatına ait izler, çizgiler bulunabilir. Ancak, “Nasrettin Hoca Fıkraları” dediğimiz fıkralar, bugün hadsiz, hesapsızdır. Zira, halk beğendiği, benimsediği bütün latifeleri ona maletmiş; böylece bunlar, yüzyılların üstünden aşarken, kar topu gibi büyüdükçe büyümüştür. Bu itibarla bütün bu fıkralar, tek bir adamın hayatına bağlanamaz. Her ne kadar bunların kendilerine göre bir psikolojisi ve morfolojisi varsa da, yine de bir eleştirici görüşüyle elenip elekten geçirilerek Hoca’ya ait olanlar ayrılıp ortaya çıkanlamıyor ki, onun yaşadığı hayat da bu fıkralardan çıkanlabilsin. Görülüyor ki, bugün ne “tarihçi” ne “eleştirmen” bize bu büyük adamı olduğu gibi tanıtmaya yetmiyor. Bu çaresizlikler karşısında geriye “folklorcu bakışı” kalıyor. Esasen, gerçek kimliği ne olursa 117


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri olsun, yüzyılların ona verdiği öyle bir anlam, öyle bir sima var ki, işte asıl Hoca odur, Türk halkının yarattığı bir mizah dehâsıdır, bu dehâ her devrin en şen ruhu ve her ruhun en canlı parçasıdır. Bununla beraber, doğnı olanı, Hoca’yı tarihçi, eleştirmen ve folklorcu gözüyle ayn ayrı incelemek... Bu üç bakış, birbirini besleyecek, birbirini tamamlayarak rahmetliyi bize daha iyi tanıtacaktır sanırız.

TARİHÇİ GÖZÜYLE NASRETTİN HOCA Hoca’nm tarihî şahsiyetini araştıran yazarlar yaşadığı devir bakımından aşağı yukarı ikiye ayrılıyorlar. Evliya Çelebi, Çaylak Tevfik, Velet Çelebi ve bazı yabana yazarlar, Hoca’yı Osmanoğullan devrinde yaşamış kabul ediyor. Sivrihisar müftüsü Haşan Efendi, Şemsettin Sami, Bursalı Tahir, Prof. Fuat Köprülü, İsmail Hami Danişmend, İbrahim Hakkı Konyalı ve bunlara inanan bazı yabancı çevirmenler de, Nasrettin Hoca’nın Selçukoğullan devrinde yaşadığım ileri sürüyen*. Bu daha doğru sanılan görüşü belirtmek için Fuat Köprülü üstadımız diyorlar ki: “Hocaya halkın yakıştırdığı, yahut verdiği sima ne kadar açık ise, tarihî şahsiyeti de bilakis o kadar kapalı bulunuyor. Timurlenk ile bazı görüşmeleri eski yazma Letâif nüshalarında yazıldığı için olacak ki, “Letâif-i Nasreddin” ismindeki eserin sahibi Çaylak Tevfik Bey ve ondan naklen Letâif in yabancı çevirmenleri Hoca’yı Yıldınm Bayezid devri devlet kesiminden sayarlar. Hattâ, halk arasında dolaşan meşhur bir söylenti, Hoca’yı Nesimî ile arkadaş gösterir. “Şakayiki Numaniye” de “Risalei Nuniye” sahibi meşhur Hızır Bey’in Hoca’nın torunu olarak gösterilmesi de belki buna bir delil gibi kabul etmiştir. İşte her ne sebebe dayanırsa dayansın, bugün ekseriyet Hoca’yı Yıldınm devri devlet kesiminden ve Timur ile aynı yüzyıldan olduğunu varsaymaktadır. Bu fikir, çeşitli delillere dayandırılarak reddolunabilin 118


Nasrettin Hoca Fıkraları bir defa eski yazma Letaif nüshalarında Hoca’nın Sultan Alâeddin ile birtakım lâtifeleri olduğu anlatılmaktadır. Bundan başka, Hoca ile Timur arasındaki “hamamda kıymet biçmek” hikâyesi, eski resmî yazılarda daha doğru olarak “İskendername” sahibi şair Ahmedî’ye dayandırılıyor. Eğer Hoca’nm Timur çağdaşı olduğu, onunla arasında geçtiği söz edilen hikâyelere dayandınlıyorsa, hemen aynı derecede kuvvetle Sultan Alâeddin Selçukî ile çağdaşı olduğu da iddia olunabilir. Bu ikinci düşüncenin daha doğru olduğuna diğer bir delil, Hoca’nm türbesidir. Gerçekten, Akşehir’in doğu tarafında Hoca’ya nisbetle anılan büyük mezarlık ortasındaki türbe kitabesinde, vefat tarihi olmak üzere 386 yazılıdır ki, ters okunmak şartiyle 683 demektir. Meşrutiyetten sonra türbe tamir ediliıken, topraklar altından, yine 386 tarihini içine alan diğer eski kırık bir kitabe daha meydana çıkmış ve şimdiki kitabenin inanılırlığı bununla da sağlamlaşmışım Bununla birlikte, buna en büyük delil, hükümetçe bugün hâlâ inanılır ve yürürlükte olan bir vakıfname, yani Seyyid Mahmud Hayranî ve Hacı İbrahim Sultan vakıfnameleridir. Bunlardan biri 655’de ve öteki 665’de yazılmış ve Nasreddin Hoca her ikisinde de şahit sıfatiyle hâkim huzurunda bulunmuştur. Tarihî kıymet taşıyan bu belgeler, kitabe tarihiyle pek iyi uzlaştınlabilir. Bundan otuzbeş (bugüne göre.ellibeş) yıl kadar önce Sivrihisar Müftüsü iken vefat eden Haşan Efendi’nin eski sicillerden aktararak yazdığı “Mecmuai M aarif’ adlı yarım eserde Hoca’nın hayatına dair verilen açıklama, bu yukanki bilgiye uygun bulunuyor. O açıklamaya göre, Hoca Nasreddin 605 de Sivrihisar merkezinden Horto Köyü’nde doğmuştur. Babası Abdullah Efendi, köy imamıydı. Hoca 635 de, o aralık o taraflarda büyük bir şöhret kazanan Seyyid Mahmud Hayranî ve Seyyid Hacı İbrahim Sultan’a hizmet amacıyla, babasından miras kalmış köy imamlığım Mehmed adlı bir halifesine bırakarak Akşehir’e göç etmiş ve 683’de orada vefat etmiştir. Bununla birlikte, Müftü Haşan Efendi’nin, başka bütün tarihî hikâyeler pek iyi uzlaşabilen bu bilgiyi nereden aktardığını, maalesef, bilemiyoruz. 119


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri “İşte Nasreddin Hoca’nm tarihî şahsiyeti hakkında verilebilecek bilgi bundan ibarettir. Hoca’nm, kadılık, hatiplik, imamlık, öğretmenlik yaptığı, gibi hikâyeler, lâtifelerden çıkarılmış birtakım bilgidir ki, güvenilir değildir. Nasreddin Hoca hakkında Akşehir düşünürleri arasında nesilden nesile geçen bazı hikâyeler vardır. Mesela, Hoca’nm hanımı, Akşehir çevresinden Kozağaç köy mezarlığında gömülü imiş. Diğer bir hikâyeye göre de, Hoca’nm birtakım belli şiirlerini ve filozofça sözlerini bir yerde toplayan, zamanında yazılmış birtakım eserleri, Akşehir’in, Timur tarafından istilası zamanında ortadan kaybolmuş. Hoca’nın türbesi hakkında da halk arasında birtakım hikâyeler vardır Gûya, türbenin etrafi açıkmış, öyle olduğu halde yine bir kapısı varmış. Kapıda kocaman bir kilit asılı dururmuş. Halbuki, Akşehirlilerin verdikleri kesin bilgiye göre, türbe, aralan, 2,25 açıklığında altı mermer sütuna dayanan bir kubbeden ibaretmiş. Sonra, yine aralan, 2,25 açıklığında on iki ahşap sütun üzerine şemsiye tarzında bir koridor ilave edilmiş. Zamanla harap olan türbe, Meşrutiyet’ten sonra tamir edilmiştir.” Prof. Fuat Köprülü’nün görüşleri bu. İleride Hoca’ya ait bir etüd yazma dileğinde olduğumuz için şimdi burada bu görüşe bir nokta, bir harf daha katmayacağız.

ELEŞTİRMEN GÖZÜYLE NASRETTİN HOCA Nabza şerbet vermesini bilen Nasrettin Hoca, bizim yüzümüze mi gülüyor? Yoksa biz onun sözüne mi gülüyoruz? Her ne ise bir “gülme” keyfiyeti var ortada. Fakat, bu, ne gülmüş olmak için gülmek, ne de güldürmüş olmak için güldürmektir. Bu gülüş; bir felsefenin sanat oluşudur. Bu itibarla, rahmetlinin fikralannda belli başlı üç unsur var düşünce, mizah ve sanat.. Hoca’nm tarihî şahsiyeti, şüphe götürmez belgelerle ay-

120


Nasrettin Hoca Fıkraları dınlatılamadığı gibi, fıkralarının mayası sayılan bu unsurlar da bugüne kadar bilimsel bir metodla incelenmiş değildir. DÜŞÜNCE Hoca’nın fıkraları, bir insanın başından geçen olayların kuru bir ifadesi değil, derin bir hayat görüşünün o olaylardan çıkardığı gerçeklerdir. Bu gerçekler ise, kişisel bir “seziş” olmaktan ziyade, toplumun bir “görüşü”, tâbir caizse, bir halk felsefesidir. Gerçekten, bu hayat, halka göte; nereden gelmiş, nereye gidiyorsa, halkın yarattığı bir şahsiyet olarak, halk gibi gören, halk gibi düşünen, halk gibi yaşayan Hoca’ya göre de öyledir. Denilebilir ki, “Hoca’nın olaylardan çıkardığı gerçekler” dediğimiz; halkın olaylar karşısında duyduğu, düşündüğü ve âdeta Hoca’nm ağzına vererek söylettiği şeylerdir, hem de tarih boyunca; her yerde ve her devirde... Bunun için Hoca’nm fıkraları bize, bizden, bizim içimizden gelen sesler gibi... “Parayı veren düdüğü çalar... Acemi bülbül bu kadar öter... Vermeye gönlü olmayan ipe un serer... Yorgan gitti, kavga bitti... Her cemiyetin tuzu, biberi sayılan bu lâtifelerin çoğu atalar sözü gibi “atasözü” hükmüne de geçmiş ve yerine göre, bu atasözleri, karanlık duygulara ışık, dağınık düşüncelere odak, kararsız ruhlara iman ol­ muştur. MİZAH Bir şeye inanmak başka, onu benimsemek başka... Doğru söz, samur kürk olsa, kolay kolay kimse üstüne almazken, Hoca’nm her sözünün bir hikâye, her hikâyenin bir atasözü oluşundaki sır ve sihir nedir?: onların “hoş oluşu, ‘şaka’” oluşu... Gerçekten Hoca, her sözünü bir tebessüm yapmasını bildiği için sevilmiş, benimsenmişir. Zaten Türk milleti, “gülmek”ten hoşlanır, hele zarif nükteler olursa. Fakat, 121


Milliyet Varlık Türk ve Dünya Klasikleri -

olayları mizahın süzgecinden geçirerek gülünecek şeyi yakalamak sanıldığı gibi kolay değil; ruhun ayn bir kabiliyeti bu; yoksa “gülünç” olanı yakalayayım derken, “gülünç” olmak da var işin ucunda... Rahmetli; ne başkaları gibi olayların tuhaflığını diline doluyor, ne de ipsiz sapsız sözlerle kaba nükteler yapıyor, mizahı yapan onun sözleri, kelimeleri değil; ruhu ve görüşüdür. Bu ruhla, baktığı şeyin kan alacak damarını buluyor, bu görüşle, en ciddî görünen olaylann bile “gülünç” taraflarını görüyor, onlara gülüyor, onlara güldürüyor. Arasıra, kara kadı gibi saman altında su yürütenlere ve hele subaşı gibi yanına tütsü ile bile vanlmayanlara da gülüyor ama, ya gülerek iğneliyor, ya da iğneliyerek güldürüyor. Ve lâkin, yine bir ucunu kendine batırdığı için, sözleri öylelerine bile batmıyor. Fakat karşısındaki, şaka etmesini bile bilmeyen, saf, zevzek bir adamsa onlann haline gülmeyi hatırından bile geçirmiyor. “Kulun ayıbını yüzüne vurmamak” için kendisini safderun bir adam yerine koyuyor, gülünecekse kendine güldürüyor. Kendine gülmek, kendine güldürmek, yine de gülünç olmamak! Belki en inçe, en nazik bir mizah bu. Böylesi mizah, ancak Hoca gibi ruhunu başka ruh yapmasını bilen kural dışı yaradılışlı bir adama nasib olabilir, böyle biri dünyamıza bir daha ne gelmiştir, ne gelir, Türk halkının yarattığı bir mizah dehâsıdır o... SANAT Ne kalem var elinde, ne fırça; ne harflere bürünüyor, ne şekillere... O halde, şen mizacının imbiğinden çektiğini neyle çekip çeviriyor Hoca? Yunus Emre; engin bir iç dünyasını ne ile bir damla gözyaşı haline getirebildiyse, Hoca da koca bir âlemi, onunla bir tatlı tebessüm yapabilmiştir. Bunun bir tek adı var, yalın söz! Yalın söz; yalın kılıç gibi kınsız, kılıfsız söz. Yani, halkın her türlü süsten, zinetten uzak konuşma ağzı... 122


Nasrettin Hoca Fıkraları Mizacının en karakteristik özelliği “hazır cevaplık” olan biri için bundan âlâsı mı olur. İşte bu yalın söz, Hoca’nm kolu, kanadı olmuş; bununla düşünüp, bununla ifade etmiştir. Bu yüzden, şakaları, dilinin ucuna geldiği gibi söylenmiş hissini veriyor, o kadar samimî, o kadar doğal... Asıl sanat da bu değil mi, hiç sanat yapmamak; özenip, bezenmeden yalın dilin mimarîsini kurabilmek. Bundandır, Hoca’nm şakaları, o günün birer latifesi olarak, dudaklardan uçup gitmemiş; bunlara sebep olan olayları da içine alarak, zamanla her biri bir fıkra, bir hikâye, daha doğru bir deyimle, birer “halk hikâyesi” olmuştur. Dillere destan olan bu hikâyelerin asıl sivri ucu, Hoca’nm ağzından çıkan son bir çift sözdür. Düşünce, mizah ve sanat unsurlarının üçünü de içinde saklayan bu bir çift sözdür. Düşünce, mizah ve sanat unsurlarının üçünü de içinde saklayan bu bir çift söz, atasözleri gibi kısa ve onun gibi sonsuz bir bilinenden ayrı başka bir anlam vermeye ve açıklamaya uygundur. En orijinal sanat, dediğimiz gibi, sanatsız görünmekse, en büyük sanat da, sözü öz yapmak, bir cildi bir satıra sığdırmaktır. Ömründe hiç de edebiyat kaygısı çekmeyen Hoca, sonsuz zevkin, sonsuz kıymetin bu sırlarına dehâsıyle erişerek sonsuzlaşmıştır.

FOLKLORCU GÖZÜYLE NASRETTİN HOCA Halk, sevdiği, benimsediği insanları kendinden kattığı şeylerle o kadar efsaneleştirir, o kadar kutsallaştırır ki zamanla gerçek çehresi silinir, gider. Şüphesiz, Nasrettin Hoca da, eti, kemiği olan gerçek bir insandır. Fakat Hoca’nm şakalarında kendi ruhunu bulan halkın, ona verdiği öyle bir anlam, öyle bir sima var ki, hikâye deyip geçemeyiz. Halkın inanışlarına dayanan bu hikâyeler, bir bakıma tarihî gerçekten daha kuvvetlidir. Biz, bir folklorcu nıhiyle, hâlâ süriip giden bu söylentileri çizgileştirmeyi de zevksiz ve faydasız bulmuyoruz. 123


Milliyet Varlık Türk ve Dünya Klasikleri -

I Hoca, anasından doğarken, ağlayarak değil, gülerek doğmuş; hem de ağzı, yüzü değil, alnının ortası da gülüyormuş. II Hoca, hayatta en çok kula kul olmaktan korkarmış; bundandır, ne eşeye minnet edermiş, ne de köseye! Dağa gider, odun eyler; bağa iner, bel beller; daha da her işe koşulur, her yokuşa yorulur, ekmeğini taştan çıkarırmış...

ra Akşehirliler, Kamber’siz düğün, Hoca’sız demek olmaz, derlermiş; her davetin, her ziyaretin baş köşesi onunmuş. Çağnlsa da olur, çağnlmasa da gelip kurulurmuş. Bir iş ayağına dolaşır da gelemezse, yine postu boş dururmuş... Bir var ki, rahmetliyi söze boğdukları için çok kere sofraya tok oturur, aç kalkarmış... IV Hoca merhum, dünyada üç şeyden hoşlanmazmış; kara kadı bir, kara gülmez iki, kara eşek üç... V Hoca’nm kansı, ömrünün yansı imiş; bu hatuncuk bugün Akşehir’in Kozağaç köyünde yatıyormuş... VI Hoca’nın eski türbesi, üstü açık, dört duvarı yok, geniş bir açıklıkmış. Öyle iken, develik hanı gibi bir kapısı, kapının da değjrmentaişı gibi bir kilidi varmış. 124


Nasrettin Hoca Fıkraları VII Hoca’nm kendisi ne ise ne... türbesi de gülermiş, türbedan da; kapısı da gülermiş, duvan da. İlle o değirmentaşı gibi kilit, insanın suratına karşı öyle bir gülermiş, öyle bir gülermiş ki, de yiğitsen gülme... Ergeç insanın başma ağlanacak bir hal gelirmiş... v ra Hoca’nm kara toprağı, “kuru ağrı” dedikleri göz hastalığı için' de bire birmiş. Allah vermesin böylesi derdi ama, buna uğrayan olursa, Hoca’nm türbesine gelir, bir avuç toprağa^ üç avuç su katar, hamur yapar, çamur yapar, gözlerine sürermiş. Ve Allah’ın izniyle, üç güne varmaz, bir şeycikleri kalmazmış. Hani o nimet! IX Bir gün Hoca, bir ağzı dualı kulun rüyasına girmiş: “Bu cuma, cuma namazı için Ulucamiye gitmeyin, kim var, kim yoksa alın da türbeme gelin, türbeme!” demiş. Gerçekten de o gün, o saatte caminin bir tarafı yıkılmış; ama bütün Akşehir Hoca’nm türbesinde toplandığı için ölümden kurtulmuş. X Güler yüzlü adamlar, Hoca’nın tüyünden bir tüy, tatlı dilli adamlar da iki tüy taşırlarmış. Bundandır,, analar çocuklarına: “Allah sana Hocı’nm tüyünden üç tüy ihsan etsin!” diye dua ederlermiş... XI Bizim Hoca’nın bir hocası, o hocanın da bir kınalı kuzusu varmış. Mollaları dersen karda gezip, izini belli etmez soyundanmiş. Hepsi de tilki mi tilki; çoğunun kurudan bir kulağı eksikmiş. Bir gün allem 125


Milliyet - Varlık Türk ve Dünya Klasikleri etmiş, kallem etmiş, kuzucuğun kanına girmişler. Hocaları bunlan sıra dayağına çekip bu işte kimin parmağı olduğunu sorup soruşturmaya başlamış. Biri, “ben kulağından tutup getirdim!” demiş. Öbürü, “ben de yatırıp ayaklarını bağladım!” demiş. Öteki, “ben de bismillah deyip kestim kuzucuğu” demiş. Beriki, “ben yüzüm yüzüm derisini yüzdüm!” demiş. Hâsılı, kim ne yaptıysa bülbül gibi söylemiş ve lâkin yüreğinin başı öyle bir yanmış, öyle bir yanmış ki, “dilerim Allah’tan, kim ne yaptıysa, yaptığına uğrasın... Sen gözden, kulaktan olasın... Sen elden ayaktan düşesin... Senin boynun cellat satırına gelsin... Senin de derin yüzüm yüzüm yüzülsün...” diye beddua ettikten geri dönüp: “Bre molla, sen ne halt ettin?” diye sormuş. Molla Nasrettin de: “Ben de baş uçlarında durup bunların haline güldüm!” deyince, hocası: “Öyle ise, kıyamete kadar senin de haline gülsünler!” demiş. Her dua yerini bulmaz ama, yerin, göğün kapılarının açık olduğu bir zamana rastlamış olacak ki, bu dua yerini bulmuş...

126



varlık AYLIK EDEBİYAT VE SANAT DERGİSİ

1933'ten bu yana, 62 yıldır aralıksız yayımlanan, ülkemizin en etkin edebiyat ve sanat dergilerinden biri olan VARLIK, her ay, edebiyat kültür ve sanat gündeminden özenle hazırlanmış özel bir dosya / usta kalemlerden yazı ve şiirler / dünyaya açılan pencere / kitap ve yayın dünyasına eğilen kitap eki / kitap seçimi ve alımında sizlere yardımcı olacak cep kitap kulübü bülteni ile (toplam 96 sayfa) bayinizde... Dergimizin bine yakın seçkin aboneleri arasında yer almak istiyorsanız, bize yazabilir ya da telefonla bilgi alabilirsiniz. VARLIK YAYINLARI A.Ş. Cağaloğlu Yokuşu 40/2, 34440 Cağaloğlu-İstanbul Telefax: (212) 522 69 24 - 512 95 28




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.