masabaşı kültür dergisi / sayı 3 / nisan’17
dosya:
istanbul
K Masabaşı Kültür Dergisi Sayı: 3 Dönem: Nisan 2017 Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Günesen Tasarım: Alperen Şahin Editörler: Su Sertdemir, Eser Ergün Sosyal Medya Sorumluları: Baran Can Sayın, Hande Sena Kandemir masabasidergisi@yandex.com /masabasider
/masabasidergisi
Galatasaray Üniversitesi
/masabasidergisi
istanbul
dosya
Su Sertdemir
11
Portreler:Hans Rolt 4 Kapıdan Bakmak 6 Perde 7 Kabus 8 Kıang Nehri'nde Ayrılık 20 Çeviri:play 21
Oğulcan H. Varlı
Baran Can Sayın Kamil Dakesoğlu Mehmet Günesen Baran Can Sayın Baran Can Sayın Ezra Pound
Nisan’17
Masabaşı 3
Portreler: Hans Rott, 1858-1884 yılları arasında yaşamış, pek genç bir yaşta müteveffa olmuş Avusturyalı bestecidir. Aktör bir babanın ve aktris bir annenin oğluydu. Viyana Konservatuvarı’ndayken bir dönem Mahler’le oda arkadaşı oldu. İhtisasını erganun üzerine yaptığı vakit hocası Anton Bruckner’di. Bruckner’in anlattığına göre fevkalade mahirmiş Bach çalmakta, ayrıca emprovizasyonda da. Okuldayken kazandığı nice takdir belgesi, bu övgünün haklılığını ispatlıyor.
Oysa aynı eseri Viyana Konservatuvarı’ndan mezun olurken jüriye sunduğunda pek beğenilmişti, ama o jürinin üyeleri arasında Bruckner bulunuyordu
Hans Rott çok hassas bir kimseydi, bu hadise karşısında dirayetiseyahati ni koruyamadı ve ruh esnasında sağlığı kötülemeye başladı. 1880 yılının akli dengesini ekim ayında, bir tren seyahati esnasında akli tamamen Wagner’in müziğinin yoğun tesiri aldengesini tamamen tındaydı. (Hoş, Wagner’den kim etkiyitirdi.” yitirdi. Rivayet odur ki lenmedi ki?) Hatta öyle ki, 1876’daki elinde bir altıpatlarla ilk Bayreuth Festivali’ne de katılmıştı. insanları tehdit eder, (Ne şanslı herif...) Brahms’ın treni dinamitle doldurduğunu, bütün yolFakat maalesef Bir Numaralı Senfoni’sini bitirdikten cuları havaya uçuracağını söylersonra başına gelmeyen talihsizlik kalmadı. Temsil edilmiş. mesi için eserini Brahms ve Hans Richter’e sunmuştu genç adam 1880 yılında. Wagner’in ve Bruckner’in 1881 yılında bir akıl hastanesiölesiye düşmanı olan Brahms ise Bruckner’in talebesi ne kapatıldı. ve Wagner’in hayranı olan, tabiatıyla kendinde tiksinti uyandıran Hans Rott’un müzikten anlamadığını, bir 1884 yılında, yirmi beş yaşınan önce müzikle ilgilenmekten vazgeçmesini söyledi. dayken, tüberkülozdan öldü.
4 Masabaşı Nisan’17
“Bir tren
ns
Ha t Rol v
Baran Can Sayın Nisan’17
Masabaşı 5
Kamil Dakesoğlu
KAPIDAN BAKMAK
dim seda ile yüreğim coşar, aklıma sevdam düşer. Dostlarla yürürüz önce simitçiye, sonra duvar dibine. Hayallerimiz düşer muhabbetimizin orta yerine. Hayallerimiz mart gibidir bizim. Hayallerimizi dertlerimiz böler, bir kitap çıkarır, hediye ederiz kimi zaman. Hediyenin en makbulü kitaptır bizde, Allah için sevmekten sonra. Çaylar tazelenir, hayallere geri dönülür, hayaller bitmez, içimizi kemirenler bitmez ama vakit biter. Çağrılır gideriz. Boğazın meltemi vurur ıslak yüzümüze. Benim gönlüme vurur, od-ı hasreti körüklemek için; ama hasret de körüklense huzurdur Asitane, ona bakan bu bir çift göze. Hasret, umutla çekilesidir çünkü. Martın serinine müjdelenen bahar için tahammül edilir ya, onun gibi.
Bir tatlı huzuru biz Üsküdar’dan alırız. Mart... Bikarar mart... Martta ben... Güneşin o aldatıcı sıcaİnsan hayallere sarılır ya kimi zaman, ğına kanan ben... Tomurcukların patlamaya başladığı, tabiatın ziyaret edince Kız Kulesi’ni, hayallere uyanışını kuş cıvıltılarıyla, toprak kokusu ve açık yüzlü gökle sarılırız hasretle dolmuş yüreklerimizmuştulayan bu ay... Cemreler suya ve toprağa bu ayda düşer, le biz. benim gönlüme umudun düştüğü gibi. Sonra bir kıpırdama olur doğada, bir diriliş, bir aşk verilir ağaçların Şimdi pencereden ıslak kuru dallarına, benim kasvetli kış günlerimi üzeBir de kadim yollara bakıyorum, yolrimden atışım gibi. Yadına yaz düşer kuşların, şehirde temaşa lar gibi ıslak gözlerimle. böceklerin, karıncaların, çiçekten çiçeğe koşan o emektar arıların. ederim baharın Olan oldu. Mart güneşinin önünü kapladı kara gelişini. Boğaz bulutlar, yeniden kasvet Ben de kırlara düşerim, tabiatın canlanışını izçöktü şehre, benim gönlerim tarifi mümkün olmayan bir zevkle. Doğa gök gibi mavi, lüme hüznün çöküşü gibi. bana ilham olur, gönlüm başını yeni kaldırmış papatyalar gibi pürneşe... Yüzümü dönerim ziyagök; mavi kadar Daldaki tomurcuklar üşüdü, arılar yuvalarına dönsı zayıf mart güneşine. Isınır önce simam, sonra dü, benim umudumun yüreğim. Doğa bana ilham olur dedim ya, ben geri dönmesi gibi. Hayallerimiz mart artık doğa gibi mesudum, doğa gibi heyecanlı, doğa gibi ümitgibidir bizim, önce ısıtır, sonra donduvar, doğa gibi yaza talip... Erik ağacının dalları tomurcuklarla rur içimizi. Bir hava dalgasıdır kışı geri bezenmiş, ben de önce yüzümü tebessümle süslerim, sonra getiren, benim umudumu yok edense ruhumu sürur ile. bir söz... Kelam-ı kibarda bir söz vardır, herkes bilir. Kazma kürek yaktırır, Bir de kadim şehirde temaşa ederim baharın gelişini. Boğaz bir mart vardır. Kapıdan baktırır. gök gibi mavi, gök; mavi kadar özgür... Güneş sırma saçar, ka-
6 Masabaşı Nisan’17
PERDE Huysuzdu o sabah Tersine yapıyordu her şeyi ki tersi pisti Olduğu yerde sendeledi Ne varsa yerdeydi Birkaç derin muhafazalı söz düşüverdi dudaklarından Başaramayacağım dedi Yaşamak bana göre değil Kıpkırmızıydı gözleri gerçekte kahverengi O muydu sahici miydi bu canlı mezar İçini çeke çeke ağladı oracıkta dayanamadı Gidişte kahrolmalıydı bir yerlerde yalnızca kendisi İnsanlar, sahici değiller Fırsatını bulunca haykırdı Gidip gelmek istemiyorum Gelip gidememekten korkuyorum Gururuna yediremiyordu yaşamayı Böylece ortalıkta eksik bir nefesle Gitmeliyim dedi, kapıdan değil camdan çıktı Hayat perdesi böyle kapandı işte Bir apartmanın 7. katı 12. dairesinde MEHMET GÜNESEN
Nisan’17
Masabaşı 7
Baran Can Sayın
KABUS
" Lanet olsun. Masum yüzüyle ona bakıyor, çaresiz bir şekilde gözlerini siliyordu. Lanet olsun. Neden kimse umursamıyordu bu çocuğu? "
8 Masabaşı Nisan’17
Otomobillerin hiç dinmeyen uğultusu altında içli bir yakarış işitir gibi oldu. Kapıya doğru çevirdi başını. Alışveriş merkezinin ışıltılı tabelası, minicik bir figuru gölgelerle bezemişti. Titreyip duran bu şekle doğru yaklaştıkça masum bir yüzün dehşetle puslandığını, gözyaşlarının altında ıslandığını gördü. Tiksinti duyar gibi olduysa da şimdi çocuğun bakışları ona dönmüş, doğrudan gözlerine odaklanmıştı, ufacık bir çocuk olmasaydı bu, neredeyse ısrarla onu çağırdığını, davet ettiğini düşünecekti. Buğulu ifadesinde, tuhaf bir şekilde, bir panik değil, kesin bir kararlılık vardı. “Eh, gidelim bakalım,” diye mırıldandı. Çocuk beş yaşında ya var, ya yoktu. Tabelalardan sıçrayan ışıklar çocuğun saçlarında sıcak kıvılcımları andıran bir şekilde oynaşıyor, bembeyaz kesilmiş, hıçkırmaya devam eden suratta hiçbir hüzün anlatımı okunmuyordu. Muhtemelen fazlasıyla korktuğu icin tepki veremiyordu, donakalmıştı öylece. Fakat ne ilginçtir ki çocuk yanından geçip gidenlere aldırışsızdı, yalnızca ona bakıyordu bunca kişi arasından, işi daha da garip kılan, insanlar da sarsıla sarsıla ağlayan bu küçük çocuğu görmezden geliyor gibiydi. Babasını veya annesini kaybetmiş gibi endişeli değildi, alışveriş merkezinde yolunu yitirmişe de benzemiyordu, fakat kahrolası şey ağlamaya devam ediyordu hala.
Bütün bu düşünceleri aklından silip gülümseyerek çocuğa doğru eğildi. Oğlanın dudakları da bir tebessümle kıvrılır gibi olmuştu. Yaşlarla dolu gözlerinde trafik ışıklarının yansıları dalgalanıyordu. “Merhaba dostum, birini mi kaybettin?” diye sordu.
mobile bindi.
“Babayı,” dedi burnunu çekerek. “Babayı kaybettim.”
“Suya gitmemiz gerek. Oradaymış.”
Etraftaki insanlar bu trajik sahneyi hiç umursamıyordu. Elini şefkatli görünmek istercesine çocuğun başına koydu.
“Evet, suya. Su var ya hani!”
“Telaşlanmana gerek yok,” dedi. Ayağa kalktı ve elini çocuğun omzuna attı. “Babanı bulabiliriz.” Kapıdaki güvenlik görevlisi ne halt yemeye orada duruyordu? Kaybolan bacaksızları toplamak için para alan kendisi miydi sanki? “Ah, nereden bulaştım bu işe,” diye iç gecirdi. Güvenlik görevlisi hiç de oralı değildi. “Oradaki amcayla konuşalım, haydi.” “Hayır, beni onun yanına götürme,” diye mızmızlandı çocuk. “Ben zaten babanın nerede olduğunu biliyorum.” Bu da neydi böyle? “Beni babaya götürür müsün?” Lanet olsun. Masum yüzüyle ona bakıyor, çaresiz bir şekilde gözlerini siliyordu. Lanet olsun. Neden kimse umursamıyordu bu çocuğu?
Otomobili park alanından çıkarıp cadde boyunca sürdü. Yanındaki koltukta oturan çocuk, hızla silinip giden sokak lambalarını, titreşen farları, yanıp sönen neon tabelaları seyrediyordu. “Ee, küçük dostum, baban nerede?” diye sordu.
“Suya mı?”
Derin derin içini çekerek sıkıntıyla nefesini saldı. Lanet olsun. Bu velet, bir balıktan daha aptaldı. Tülomsaş binasını geçerek Vali Ali Fuat Güven Caddesi’ne döndü. Bu şehirde su olarak nitelendirilebilecek yalnızca tek bir şey vardı, ve çocuğun kastettiği suyun aklından geçen şey olmasını diliyordu. Porsuk’a vardıklarında çocuğun yüzü neşeyle aydınlandı, az önceki düşünceleri için kendinden utandı bu sevinci gördüğünde. İskeleye birkaç metre uzağa park etti. “Eh, vardık sanırım.” Oğlan yavaş yavaş ona döndü. Gözleri parıldıyor, gülümsemesi gitgide genişliyordu. Sonunda o minik ağız aralandı, ustura gibi dişler belirdi, ağız büyüdü, büyüdü, kıpkızıl, korkunç bir hal alarak o masum yüzü tamamen kapladı ve hırıltılar, salyalar eşliğinde ışıldayan dişler koluna saplandı; eti, gerginlikle seğiren kasları ve kemiği yardı. Boğazını parçalayan bir çığlık, gırtlağından dışarıya savrulur savrulmaz, aniden gözlerini açtı. Üzerinden kayıp yere düşen yorganını ararken, uyku mahmurluğu içinde, sağ kolunun bulunması gereken yerden püsküren sıcacık kanların, müthiş bir tazyikle duvara boşandığını fark edemedi.
“Beyefendi, iyi akşamlar,” diye yaklaştı güvenlik görevlisine, fakat adam sesini duyar duymaz içeriye yönelince çarpılmışa döndü. Lanet olsun. Ufaklık, paltosunun eteğine yapışmıştı. “Beni babaya götürür müsün?” Otomobilinin kapısını açtığını fark etti korkuyla, ne zaman olmuştu bu? Çocuk teklifsizce koltuğa atladı ve ellerini çırptı. “İyi adam beni babaya götürecek!” Şimdi ona bakarak gülümsüyordu, bütün o durgunluğu kaybolmuş, yerini coşkulu bir sevinç almıştı. O da çocuğun bu haline gülmeden edemedi ve oto-
Nisan’17
Masabaşı 9
dosya
istanbul Su Sertdemir Oğulcan H. Varlı
Nisan’17
Masabaşı 11
Su Sertdemir
İSTAN-BULUNACAK TARİHİ YERLER İstanbul’un tarihinden uzak, tamamen hisleri ve yaşanmışlıklarıyla sizlerin değerli zamanından alacağım bir yazı olacak bu. Google’a tıkladığınız an M.Ö diye başlayan, bilmem kimin fethettiğinden bahseden, üç beş satıra koca bir tarihi sığdıran yazılardan uzak, bol görselli bir “hissiyat” okuyacağınızın ipucunu verebilirim. İstanbul üç heceli. Ben de bu bağlamda İstanbul denince aklıma gelen, bu şehrin üç “kemik” tarihi yerini kaleme almaya karar verdim. Okurken belki gözünüz tarihi bilgiyle süslü satırlar arayacak, ama bu satırları tek tıkla bütün arama motorları, size en ince detayıyla hali hazırda sunmakta. Şehirleri ve onların tarihlerini inceleyerek gezmeyi hepimiz çok seviyoruz. O meşhur tarih perdesini araladığımızda şehir bütün sırlarını ele veriyor. Ben de bu şehirde yedinci ayımı tamamlarken en güzel köşelerini hislerimle, üstatların duygularıyla sizlere aktarmak istiyorum. Tarih perdesini bir nebze araladığınızı varsayıyor ve üstüne bütün duyularınıza hitap edecek bir yazıyla sizlere eşlik etmek istiyorum.
12 Masabaşı Nisan’17
GALATA KULESİ
Kimisi kanat yapıp atmıştır kendini üstünden... Etrafını heybetiyle izleyen şehrin adeta korumacılığını yapan bu efsanevi kule... Kimisi kanat yapıp atmıştır kendini üstünden... Kimisi dediğime bakmayın çok mühim bir kişiden bahsediyorum, ama bu mühim kişinin adını Galata Kulesi’ne çıkan, tek bir tuşla arama yapan herkes bildiği için tekrar yazmaya gerek duymadım efendim. Perdenin arkasında, çok diplerde, siz okuyunca “Yaaaaa, öyle mi?” dedirtecek satırları yazmaktayım şu an. Melankolinin ve acının şairi bu kuleye dertlidir. Bahsettiğim şahıs, Ümit Yaşar Oğuzcan. Peki, bu şair neden melankoliktir, sorusunun müsebbibi
DOSYA İstanbul tasvirleriyle bilinen bir başka şairimiz Atilla İlhan, Galata’ya olan hislerini şu şekilde aktarır: istanbul’a kar yağıyordu haliç, yüklendiği galata’ya gebeyken sıtmalı bir martının kanadında eyüp hazretleri kar bana yağıyordu...
Galata Kulesi’dir. Ümit Yaşar Oğuzcan “Kanatsız Hezarfen Ahmet Çelebi gibiydi, benim on yedi yaşında oğlum!” der. İsyanı bu kuleyedir şairimizin. Oğlu Vedat, bu kuleden kendini atmadan önce şu notu bırakmıştır: “İntihar öyle edilmez, böyle edilir baba!” Hezarfen’in kulaklarını çınlatmıştır belki de bu hareketi Vedat’ın. Oğuzcan, bu kuleye çıktığında, bu satırları okuduktan sonra zihninize yerleşen şu satırları yazmıştır:
6 Haziran 1973 Pırıl pırıl bir yaz günüydü
Tıpkı Atilla İlhan’ın dediği gibi Haliç, Galata’ya gebe kalmıştır. Aşkların en güzeli doğmuştur böylelikle. Galata yakınlarına gelen herkesin kulağına fısıldar uzaktan bir ses. Galata, Kız Kulesi’ne aşık olmuştur. Denizin ortasında süzülen güzeller güzeli Kız Kulesi’nin yalnızlığına dayanamaz ve onu kolları arasına almak ister Galata. Uzaktan sevmenin en güzel örneğidir. İstanbul’un aşıklar şehri olduğunu göstermiştir onların birbirlerine olan bu doludizgin sevgileri. Kulaktan kulağa yayılmıştır bu masalsı aşk hikayesi. Belki çevresini gezerken attığınız her adım, sizi aşka davet edecektir. Bir başka tarafıyla bilinen hikayeye kapılıp sevdiğiniz insanla Galata Kulesi’nin tepesine çıktığınızda, evleneceğinizin kehanetine inanır hale de gelebilirsiniz. Böylesine büyülüdür Galata... Hem deli dolu aşkıyla, hem de insanlara yaşattığı acılarla, iyiyle kötünün birleştiği yerde, heybetiyle durmaktadır.
Aydınlıktı, güzeldi dünya Bir adam düştü o gün Galata Kulesi’nden Kendini bir anda bıraktı boşluğa Ömrünün baharında Bütün umutlarıyla birlikte Paramparça oldu… Bir adam düştü Galata Kulesi’nden Bu adam benim oğlumdu
Nisan’17
Masabaşı 13
DOSYA İSTANBUL BOĞAZI
“Bir bestenin engin sesi yükseldi, Boğaz’dan.” İstanbul’da yaşayanların “Boğaz” olarak nitelendirdikleri, isim kökeni Yunancadan gelen öküz ve geçit sözcüklerinin birleşiminden oluşan bu doğa harikası... Anlamını hemen yazdığımda kafanızın karışması çok yüksek bir ihtimal ama arkasında harika, mitolojik bir hikaye yatıyor. Çapkın tanrı Zeus’un Hera’dan sakladığı sevgilisi İo’yu ineğe çevirmesiyle başlayan bir efsane bu... Zeus, İo’yu saklamak için onu ineğe çe-
14 Masabaşı Nisan’17
virirken kendini de bulut yapar. Hera, İo’nun, Zeus’un sevgilisi olduğunu anlar ve üzerine onu rahatsız edecek bir sinek yollar. Sinekten kaçarken İo, kendini boğazın soğuk sularına bırakır. Akıntılarıyla meşhurdur Boğaz. Birçok antlaşmanın maddesinde ismi geçmektedir. Herkes tarafından beğenilir, büyük gemilerin güzergahlarının olmazsa olmazıdır. Doğa aşığı şairlerin satırlarını süslemekten geri kalmaz. Necip Fazıl, “Canım İstanbul” şiirinde “Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği” sözleriyle bu doğa harikasına seslenir. İstanbul’u aşkı olarak benimsemiş Ziya Osman Saba, şiirinde:
“Önümde, açık kollarıyla Boğaz, Çengelköy’den aktarma Rumelihisarı. İstanbul,İstanbul’um benim.’’ di-
zeleriyle yaşadığı yeri bağrına basmıştır. Anadolu şiirleriyle tanıdığımız Aşık Veysel de şiirinde İstanbul denilince Boğaz’dan bahsetmeden geçmek istememiştir. “Denizler kilidi boğazların var Dünyaya haykıran avazların var Yılmaz Türk ordusu şahbazların var Ferah tut gönlünü serin İstanbul” Aşık Veysel, bu milliyetçi duygularla yazdığı şiirinin arasına Boğaz’ı yerleştirivermiştir. Önemini “denizler kilidi” istiaresiyle gözler önüne sermiştir. Tarihi gözümüzün önüne getirdiğimizde bu doğa harikasının nasıl bir birleştirici olduğunun farkına varabiliriz.
DOSYA
Ziya Osman Saba’nın İstanbul sevgisinden bahsedip de Yahya Kemal’i es geçmek olur mu? Yahya Kemal, edebiyatta İstanbul denildiğinde akla gelen bir şairdir. Platonik bir aşıktır. Hayatını bu şehre adamıştır. Eserleri için gereken ilhama kaynaklık etmiştir İstanbul. Bir çocuğu büyütür gibi gözlemlemiştir Yahya Kemal İstanbul’u. Çokça ses getiren Ses şiirinde: “Baktım: Süzülüp geçti açıktan iki sandal. Bir lâhzada bir pancur açılmış gibi yazdan, Bir bestenin engin sesi yükseldi, Boğaz’dan.” dizeleriyle uyak ve redifin uyumuyla şiir takipçilerine İstanbul’u bir kez daha sevdirmiştir. Yahya Kemal, Boğaz’dan aldığı hissi, duyguyu; melankolik duygularıyla bozmamış, bu doğa harikasını olabildiğince yüceltmeye çalışmıştır. Siz de hava çok pusluyken, bütün grilik gökyüzünü kaplamasına rağmen Boğaz’a baktığınızda daha derinden nefes aldığınızı fark ediyor musunuz? Öyle bir his ki bu, üzerine yazılıp çizilmiş bir sürü şaire, yazara, ressama teşekkürlerini sunuyor. Çünkü sizin hissettiklerinizi yazma ve çizme cesareti gösterebilmiş birileri var. Oturup susulacak, önünde çiğdem çitlenecek bir güzellikten çok daha fazlası İstanbul Boğazı... Bir gün her türden duygunuza eşlik edebilecek bir dost, bir gün iki kıtayı birleştirebilecek kadar cömert. Ne hissederseniz hissedin, kalbinizdeki sıkıntıyı unutturabilecek kadar büyüleyici....
KAPALIÇARŞI Bütün kültürlere hitap edebilen, bir nazar boncuğu bile olsa alıp eliniz boş dönmeden gezebileceğiniz, tarihi asırlara dayanan çarşımız. “Çarşımız” diyorum, çünkü o kadar benimsedik ki... Adını vermesem de aklınıza hemen gelecek uçak şirketlerinin reklam filmlerini süsleyen bu milli değerimiz, daha asırlar boyunca kendini tarih sahnesinde gösterecek. Kaç girişi olduğu konusunda kafanızın karışacağından şüpheniz olmasın. Dar sokaklarından geçerken başta nefessiz kaldığınızı düşünebilirsiniz. Bunun ilk nedeni, hangi tezgaha bakacağınıza karar verememenizdir. Hava, yağmurlu da, güneşli de olsa çarşının atmosferi sizi dış dünyadan koparır. Sanki bir tarihi filmin içine girmiş ya da bir James Bond filminde düşmanlardan kaçıyor gibi hissedebilirsiniz. A’dan Z’ye aklınızda tutamayacağınız sokak isimleriyle bir Osmanlı dizisinin setini izler gibi de olabilirsiniz. Çünkü çarşıya ait her detay özenle korunmuştur. İçeride bulunan, tek kişinin sığabileceği saatçi, her turistin ilgisini çekmektedir. Öyle bir sabır düşünün ki, sadece bacaklarınız ve oturduğunuzda başınızın sığabileceği, hem mesleğinizi icra edeceğiniz, hem de ömrünüzü geçireceğiniz bir oda... İşte bu çarşının büyüsü birçok insana, ekonomik krize, ülkenin zorluklarına rağmen ayakta kalabilmeyi öğretmiştir. Satış yapmasa bile sevdiği işin peşinden gitmeyi öğretmiştir sanatçılara... Kimse tezgahınıza uğramasa bile çarşının fikir babalarına hürmet ederken bulabilirsiniz kendinizi. Yılların tarihi çarşısında iş sahibi olmak, oradaki çalışanlar için bir gurur. Ekmeğini taştan çıkaran işçiler gibi özgür, dinamik ve fikirlerinin arkasında duran koca yürekli insanların yeri Kapalıçarşı... Yaşamın telaşına gelecek bir yer değildir. Eski kafalıdır biraz. Sizi, yoğun geçen yaşamınızdan koparıp zaman makinesiyle geriye götürmek ister. Bu nedenle onu küçümseyip baharat, kumaş alacağım diye gitmeyin sakın! Orhan Veli de bu ünlü çarşı için söyleyecek birtakım sözler bulmuştur elbet: “Geceleri de ayakta mı dururlar böyle? Ya bu pembezar gömlek? Onun da bir hikayesi yok mu? Kapalı Çarşı diyip geçme; Kapalı Çarşı, Kapalı kutu” dizeleriyle bu tarihi yere parmak basar. Hatta kimsenin görmek istemediği tarafına değinir ve “kapalı kutu” olarak nitelendirir Kapalıçarşı’yı. Siz de bu “kapalı kutu” için İstanbul’un yoğun hayat akışı içinden sıyrılıp tarihe kendinizi kaptırıverin.
Nisan’17
Masabaşı 15
Oğulcan H. Varlı SİRKECİ, HAYDARPAŞA VE KIZ KULESİ İstanbul’un akıllara getirdiği başlıca mekânları düşündüğümüzde şüphesiz ki muazzam bir tarihî birikim barındıran yapılar karşımıza sıkça çıkıyor. Elbette ki bu algının asıl sebebi, İstanbul’un, sonradan tasarlanmış, muntazam bir şehir planlamasına sahip olmasından ziyade; yoğun bir tarihe tanık olmuş daha düzensiz bir yapıya sahip olması. Tarih temeline dayanıyor olmasının sebebi de bir noktada konumu aslında, Doğu ile Batı’nın köprüsü olarak. Bu yazıda da İstanbul’un hangi mekânlarını tanıtacağımı düşünürken buradan yola çıktım. Hem yılların yaşanmışlığını ve hikâyelerini barındıran, hem de Doğu ve Batı arasında köprü kuran, biraz da bu şehre yeni gelen biri olarak düşünüp pek çok insan için İstanbul’daki hayatlarına giriş kapısı olmuş ve birçoğunun zamanında yolunun düştüğü garları seçtim.
HAYDARPAŞA GARI Dört yıl önce, tren seferleri durdurulmadan, vapur Kadıköy’e ne zaman yanaşsa, pek çok insan için istatistikî olarak da ana bir ulaşım merkezi olan, Haydarpaşa Garı’na dönüp bakmamızın nedeni, elbette ki bu değil. Herkes için değişir bu sebep, kimi “Şu gar duvarlarının dili olsa da konuşsa!” der, kiminin aklında onu pekâlâ etkileyen bir film veya kitabın Haydarpaşa’da geçen bir kesiti tekrar sahnelenir, kiminin de aklına orada yaşadığı-muhtemelen bir kavuşma veya ayrılık anı- önemli bir
16 Masabaşı Nisan’17
an gelir. Bu cümle, o yerin, birçoğumuz için hangi şekilde önemli olabileceğini büyük ölçüde özetliyor aslında. Kimi için mekânın uzun bir tarihsel süreç geçirmiş olması, kimi için edebiyat ve sinema başta olmak üzere eserlere konu olması, bazıları içinse de hayatlarındaki etkileyici noktalarının uzamı olması nedeniyle değerli bu istasyon. Özellikle de İstanbul’a sonradan yerleşenler düşünülünce önemi artıyor. Şüphesiz ki, çoğunun aklına gelen ilk sahnelerden biri; geçmişini ve umutlarını birkaç bavula sığdırmış, Anadolu’dan kalkıp İstanbul’a hayatının yolculuğuna çıkanların, trenden inip Boğaz’ı ilk gördüklerinde “Ulan İstanbul, sen mi büyüksün, ben mi?” veyahut “Seni yeneceğim İstanbul!” şeklinde naralar atmaları. Çoğu için benzer şekilde yeni hayatlarına açılan bir kapı orası, o kapının dışına çıktıklarında hayatlarının eskisi gibi olmayacağının da hepsi farkında. Diğer taraftan bakıldığında ise gar, bir ayrılık mekânı. Bu büyülü şehri terk etmeden önce, Haydarpaşa’nın kapılarının önünden son kez İstanbul’a bakarken görebilirdiniz, hüzün içinde birçok insa- “Haydarpaşa gar nı. Döneminin ses getiren filmi “Salkım Hanım’ın Taneleri” de, ilk sahnesinde, Aşkale’ye toplama 1941 baharında kampına gönderilen gayrimüslimlerin, şehre Haydarpaşa’dan vedalarıyla başlıyor. Yani, umutları saat on beş. barındırdığı gibi bir o kadar da buruktur Haydarpaşa ve bu burukluk da umutla birlikte sanatta Merdivenlerin üs kendini göstermiştir. Nâzım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” eserinin ilk bölümü, Haydarpaşa’nın sanata nüfuzuna gösterilebilecek oldukça mühim örneklerden bir tanesini içeriyor:
DOSYA
Elbette 1941’den çok sonraki bir dönemden bahsediyoruz, şiirin ardından da çok başka bir örnek, ama benzer bir şekilde Avrupa’da da bir kısa filmde mekân olarak işleniyor Haydarpaşa ve bu açıdan bahsetmeye değer. Hatta kısa film de değil tam olarak, meşhur parfüm No.5’in reklam filmi ama reklam derken de Jean-Pierre Jeunet yönetiyor ve başrolde de Audrey Tautou’nun olduğu yaklaşık beş dakikalık gerçek anlamda bir film. Doğu Ekspresi’nde giden iki Avrupalı yolcunun arında tesadüfi olarak karşılaşmalarını anlatan film, birbirlerini Haydarpaşa’da bulmalarıyla sonlanıyor. Yani, yine Batı’nın Doğu’ya stünde güneş açılan kapısı, iki bambaşka kültürün bağlandığı nokta olarak, yorgunluk büyülü görülüyor ve telaş.” Haydarpaşa.
SİRKECİ GARI Haydarpaşa’nın öte yakadaki kardeşi. Beraberce iki kıtayı, binlerce kültürü ve milyonlarca insanı birbirine bağlıyorlar. Hâl böyle olunca tabii o da Haydarpaşa gibi hem tarihte, hem sanat ve edebiyat alanında adından söz ettiriyor. Fakat Sirkeci’de şöyle de bir fark var ki, Avrupa Yakası’nın garı olması nedeniyle onda Batı’ya daha da bir dönüklük görüyoruz. Yani, Sirkeci’de o kadar Anadolu hikâyesi yok aslında, hatta ucu Sirkeci’ye dönük hikâyelerde genelde İstanbul, doğudaki nokta olarak alınıyor. Çoğunlukla egzotik Doğu’da bir maceraya atılan Avrupalı kâşiflerin İstanbul’a uzanan öyküleridir bunlar, kimi zaman da ters açıdan bakarsak Avrupa’ya gidiş serüveni anlatırlar. Sirkeci’nin bir farkı da şudur, Avrupa’nın bittiği nokta olması nedeniyle onu anarken akıllara gelen özel bir Avrupa treni var ki, az önce de bahsi geçti, sıkça da geçer: Doğu Ekspresi. Londra’dan başlayıp bütün Avrupa’yı geçerek Sirkeci’ye varıyor, bu şekilde de uçaklardan evvelki zamanda Avrupa’yı İstanbul’a bağlıyor. O kadar Sirkeci’yle ilişkilendirilmiş ki, garda, trenin isminde bir restoran dahi var. Fakat Doğu Ekspresi denildiğinde pek tabii akla ilk gelenlerden biri, Agathe Christie’nin “Doğu Ekspresinde Cinayet” romanı. Tıpkı Jeunet’nin reklam filmi gibi, bir noktası İstanbul’a uzanan bir Avrupa hikâyesi olarak, İstanbul ile Avrupa arasında, bu sefer Doğu’nun Batı’ya açılan kapısı mahiyetinde, bir bağ kuruyor. Bu romanda da İstanbul, daha doğrusu gar, trenin kalkış noktası olarak hikâyenin başladığı ve okuyucunun karakterlerle tanıştığı esnadaki mekân olarak karşımıza çıkıyor. Hatta Christie’nin bu romanını, 1895 yılında, Doğu Ekspresi’nin Avrupalı yolcularına, Avrupai kalitede hizmet verecek şekilde kurulmuş, tarihî otel Pera Palas’ta yazmış olduğu söylentisi de mevcut.Yine biraz da şiirden gidecek olursak Sirkeci’yi
Nisan’17
Masabaşı 17
DOSYA şiirde zikreden başlıca şairlerden biri, Atillâ İlhan’dır. “İstanbul Ağrısı” şiirinde şehirden bahsederken Sirkeci’yi unutmuyor, İstanbul’un iki kilit noktası olarak onu ve Haydarpaşa’yı birlikte anıyor:
ya gelen bir sepetin içine gizlice girmiş yılan, odasında prensesi sokarak öldürür ve kehanet gerçekleşmiş olur. Şehrin tam kalbinde olmasına karşılık, izole yapısına vurgu yapan bir hikâyedir daha çok, bu ulaşılmaz adadaki prenses rivayeti.Kulenin birbirini selamlayan iki yakanın ortasında olmasını vurgulayan diğer bir rivayet daha var. “...eğer sen yine İstanbul’san kirli dudaklarını bulut bulut dudaklarıma uzatan Bu, kuleye neden bazılarınca Leandros Kulesi dendiğinin sirkeci garı’nda tren çığlıklarıyla bıçaklanıp de hikâyesidir. Rivayette, bu kulede tanrıça Afrodit’in intihar dumanları içindeki haydarparahibesi Hero oturmaktadır. Rahibe olmaşa’dan “Bembeyaz sı, duygusal veyahut cinsel herhangi bir anadolu üstlerine bakıp bakıp ilişkide bulunamayacağı anlamına gelmekağlayan...” Kızkulesi. tedir. Fakat bir gün adadan ayrılıp karşıya Bir yanda, geçmesiyle Leandros isimli bir rahibe aşık KIZ KULESİ serin sabahlarla olur, aynı şekilde Leandros da ona. Sevgilisini görebilmek için Leandros, bazı geceler Sirkeci ile Haydarpaşa’nın ve Anadolu beraber, Boğaz’ın sularını yüzerek aşmakta ve Heile Avrupa’nın birbirlerini durmadan ro’nun onun için yaktığı işaret feneri yarizlediği gibi, Galata Kulesi’nin de yüz- Doğduğum dımıyla adaya ulaşmaktadır. Yine böyle bir yıllardır karşıda izlediği bir Kız Kulesi kıyılar: gecede Hero’nun feneri rüzgârdan söner vardır. Beraber âdeta İstanbul’un siBeşiktaşım.” ve Leandros yolunu kaybederek boğulur. lüetini süsleyen bu iki kuleden, Kız Onun ölümünü görüp kahrolan Hero da kendini Boğaz’a Kulesi’nin hikâyesine değineyim istiyorum şimdi biraz da. Bizans devrinden beri birçok rivayete sa- atarak intihar eder. hiptir, bunlardan biri de çok duyulan, sepetteki yılan Yani zor, hatta bazen imkânsız aşkı, imkânsızlığı akıllara hikâyesidir elbette. Kısaca anlatmak gerekirse falcı, çağrıştırır hep, Boğaz’ın en güzel yerinde görünüp bir kızının on sekiz yaşına basacağı gün öleceğini söy- türlü ulaşılamayan Kız Kulesi. Elbette edebiyatta, özeller krala. Kral da bunun üzerine kuleyi yaptırıp kızı- likle şiirde çok geçer bu yüzden. İstanbul’u genel bir panı oraya kapatır ve tüm tedbirleri alır. Bir gün kralın norama şeklinde, özellikle de Boğaz’ı ön plana çıkararak kızı ağır bir hastalık geçirip sonunda iyileştiğinde kral tasvir ederken Kız Kulesi’ni atlamayan Ziya Osman Saba bir kutlama tertip eder, ancak o gece karşıdan ada- da bu şiiriyle bunu destekliyor:
18 Masabaşı Nisan’17
DOSYA
“Seni görüyorum yine İstanbul Gözlerimle kucaklar gibi uzaktan Minare minare, ev ev, Yol, meydan. Geliyor Boğaziçi’nden doğru Bir iskeleden kalkan vapurun sesi, Mavi sular üstünde yine Bembeyaz Kızkulesi. Bir yanda, serin sabahlarla beraber, Doğduğum kıyılar: Beşiktaşım. Baktıkça hep, semt semt, yer yer, Beş yaşım, on beş yaşım, ah yirmi yaşım! Durmuş bir tepende okuduğum mektep, Askerlik ettiğim kışladır ötesi. Bir gün bir kızını benim eden Evlendirme dairesi. Benim de sayılmaz mı oralar? Elimi tutar gibi iki yanımdan, Babamın yattığı Küçüksu, Anamın toprağı Eyüpsultan. Önümde, açık kollarıyla Boğaz, Çengelköy’den aktarma Rumelihisarı. İstanbul, İstanbul’um benim.” KAYNAKÇA: 1) http://erenkahveci.blogcu.com/vedat-bir-sair-oglunun-oykusu/11560914 2)https://masmavi.wordpress.com/2007/03/20/yahya-kemalde-istanbul-tutkusu/
Nisan’17
Masabaşı 19
Baran Can Sayın
KIANG NEHRİ’NDE AYRILIK Ko-jin, batıya gidiyor, Ko-kaku-ro’dan, Duman çiçekleri titriyor nehrin üstünde. Salının yelkeni sanki ufukta bir leke. Ah, ama vechi şimdi gömüldü nehre, Kiang’a, o ulu suya, semâya akan.
20 Masabaşı Nisan’17
Ezra Pound
PLAY — 08.04.1991 Akşam, otomobil, taşmış, asfaltın teri, bilek, erirken, çeliğin, dilinde, posta, bir fare leşi, masklar, şehrin ittiği cinnet, farların altında, radyoda, dobrowen, gebrechlichkeit, kımıldanır, kıllı, gövdeler, uykusunu döken kuzgun, damdan, havalanıp, seni, arıyor, seni, çocuk, kasıklarını, ovarak, ölürken, geceleri.
Nisan’17
Masabaşı 21