Sen Benim Diğer Yarımsın - Holly Bourne || Ön Okuma

Page 1


İkinci Harfi “i”(Kitap, Film ve Dizi) ikinci-harfi-i.blogspot.com

önsöz Ruh ikizi kavramı inandığım bir şey değildi önceden. Hollywood’a özgü bir kelime, aşk romanlarını ve filmlerini pazarlamak için kullanılan bir uydurmaydı sadece. Bana göre aşk, çaresiz bir hayal gücü ile doğan ve tüm dünyaya yayılan bir saplantıdan ibaretti. İnsanlar; aşk, romantizm, ruh ikizini bulmak ve diğer tüm o saçma şeyleri koyabilirdi adına. Peki ben ne düşünüyordum? Benim zihnimde aşk; bir çeşit ‘sonsuza–dek–mutlu’ kandırmacası içinde, insanın yalnız kalma korkusuyla savaşmak için kendi kendine yarattığı bir şeydi. Hormonlar, biyoloji ve kimyadan ibaretti. Elbette kendisi âşık olmadan önce hep böyle alaycı olur insan… Sorun şuydu ki Hollywood da, Stephenie Meyer de, romantik tarzda kitaplar basan yayınevleri de haklıydı; ruh ikizi diye bir şey gerçekten vardı. Anlamadıkları şeyse şuydu: Ruh ikizinizi bulmak yıkım demek olabilirdi bazen.


1 Güneşin doğuşuyla diğer günlerden farksız bir gün başlamıştı yine. Sanırım ne zaman birinin başına olağanüstü bir durum gelecek olsa o gün, hep huzursuzca uyanmakla başlar. Bu ister bir ölüm kalım tecrübesi olsun ister ömrünüzün geri kalanını geçirmek istediğiniz insanla tanışmanız… Hepsi güneşin doğuşu, saatinizin alarmının çalışı ve o huzursuzlukla yorganın altından çıkışınızla başlar. Ne sıkıcı. Ne sıradan. Hayatımın değiştiği gün de pek farklı değildi. Tek kişilik yatağımda, pikenin altında, perdelerimden süzülüp bacaklarıma düşen güneş ışığına bakarak açtım gözlerimi. Bu sırada nefes egzersizlerime de başlamıştım. Ellerimi karnımın altına yerleştirerek her nefeste nasıl da şişip indiğine odaklandım. On dakika boyunca bunu tekrarladım. Günlerden cumartesiydi ve hiçbir işim olmadığı için aslında hemen kalkmam gerekmiyordu. Ama kalkıp perdeleri sonuna kadar açtım ve gün ışığı bir anda odamın her köşesini doldurdu. Sonra pencerenin önündeki boşluğa oturup bacaklarımı toplayarak dışarıya bakmaya başladım. Adım Poppy Lawson ve yaşadığım yeri sevmiyorum. On yedi yaşında olup yaşadığınız yeri sevmemek tam bir ergen klişesi olsa da gerçek bu. Aslında benim hayatımın sıradan olmayan hiçbir yanı yok. Londra’ya kısa bir gidiş geliş mesafesindeki küçük bir kasabada yaşıyorum. Burada her sabah saat tam altı buçukta, takım elbiseli erkekler düzgün bir sıra hâlinde tren istasyonuna doğru yola çıkarlar. Eşleriyse evde kalıp çocuklarını özel okullarına göndermek üzere hazırlığa girişirler. Kâseler dolusu organik gevrek yendikten sonra da okula gitmek üzere dört çarpı dörtlerine binerler. Burası, her evin bir ön bahçesi olan; herkesin sizi, sizin de herkesi tanıdığınız mekânlara sahip bir yerdir. Tüm ailenin başarısı, sadece çocuklarının lakros oyunundaki başarılarıyla ölçülüyormuşçasına bir dünya sosyal aktiviteye zorlandığınız bir kasabadır. Kısacası tam anlamıyla kocaman bir klişedir ve ben de bundan nefret ediyorum. Ama sanırım bu durum da oldukça tahmin edilebilir bir klişeden başka bir şey değil.


Düşüncelerim çalan cep telefonumun sesiyle bir anda bölündü. Ekrana bakıp gülümsedim. Arayan Lizzie’ydi. “Saat ne kadar erken farkında mısın? Hâlâ uyuyor olabilirdim,” dedim telefonu açıp. “Kapa çeneni. Saat on buçuk oldu ve benim sana verecek haberlerim var.” “Pekâlâ, dökül o hâlde.” Bacaklarımı pencerenin önünde uzattım. “Bu geceyle ilgili... Muhteşem olacak.” Lizzie, olayları abartmaya bayılırdı. Hedefi bir gazeteci olmak olduğundan zamanının çoğunu buna hazırlanarak geçiriyordu. Arkadaş grupları arasında dedikodu transferini gerçekleştirir, en sıkıcı ev partisini bile ertesi gün ilginçleştirebilirdi. Ve elbette herkes hakkında ansiklopedik bilgiye sahipti. Sır saklamasının fiziksel olarak imkânsız olduğunu öğrenmiş olsam da yine de onu seviyordum. Burayı ve yaşamlarımızı daha heyecanlı gösteriyordu. Monotonluğa renk katıyordu. Bir iç çektim. “Lizzie alt tarafı sıradan bir konser, ne olabilir ki?” diye sordum. “Ah, hayır, dur tahmin edeyim. Yoksa arkadaşlarımızdan birinin ne uzar ne kısalır müzik grubu bir albüm anlaşması mı imzalamış?” Alaycı sesim evde yankılanıyordu. “İnanmıyorum. Bu bir mucize!” Güldü. “Hayır, elbette öyle bir şey olmadı.” Duraksadı ve az önceki tepkimi düşünerek devam etti: “Ama bu gece yeni bir grup sahne alacak ve herkes inanılmaz olduklarını söylüyor. Grubun adı Growing Pains. Baş gitaristin çok yakışıklı olduğunu duymuştum. Ayrıca bir plak şirketi de onlarla ilgileniyormuş.” Yeniden bir iç çektim. “Cidden.” “Lizzie, ne kadar zamandır grup konserlerine gidiyoruz seninle? İki yıl mı? Kendileriyle ilgilenen plak şirketleri olduğunu söyleyen kaç erkek grubuyla tanıştık? Ve lütfen bana söyler misin bunlardan kaçı gerçek bir anlaşma imzalayabildi? Bunun yerine hepsi büyüyüp üniversiteye giderek işletme okur ve sonrasında da babalarının şirketlerinde çalışmayacaklarmış gibi bir yıl boşluk bıraktıktan sonra, senelik 32.000 sterline orada bir işe girerler.” Bacaklarımı yeniden toplayarak hızlı bir nefes aldım. “Ve orta yaşlı olduklarında da yemek partilerindeki süslü arkadaşlarına birer ‘rock yıldızı’ olarak geçirdikleri ‘çılgın’ gençliklerini anlatıp övünürler.” Şimdi iç çekme sırası Lizzie’deydi. “Tanrım sen perişan bir hâldesin.” Sanki beni görecekmiş gibi telefonda omuzlarımı silktim. “Gerçekleri söylüyorum Lizzie.” “Tamam. Neyse unutalım şu başarısız grupları. Şimdi, ben–her–şeyi–herkesten–iyi–bilirim tavrını bırak da en azından şu fit gitaristi anlatmama izin ver.”


Güldüm. “Buna izin verebilirim bak.” Birkaç dakika daha konuşup telefonu kapattığımda kendimi daha mutlu hissediyordum. Evet, belki de sosyal yaşantımın en ilginç olayı olmayacaktı. Ama yine de bir cumartesi gecesi, pizza söyleyip kötü bir film izlemekten ve pek de havalı olmayan hâlim içinde boğulmaktan çok daha eğlenceli bir şeydi. Ani bir enerji patlaması ile pencerenin önünden sıçrayıp kalktım ve kahvaltımı etmek için aşağı indim. Mutfağa girdiğim sırada annem çay yapıyordu. Suratını asarak mutfak dolaplarına bakmaya başladı sonra. İki yıldır babamı tadilat konusunda sıkıştırıyordu ama babam, mutfak dolabı kadar saçma bir şeye para harcamayı reddediyordu. “Günaydın,” dedi annem, gözlerini dolaplardan ayırarak. “Bir fincan çay ister misin?” Dolabı açıp kendime bir kutu kahvaltılık gevrek çıkardım. “Lütfen.” Ben kâseye gevreğimi koyarken annem de bir kupa çay getirip saçlarımı okşadı. “Anne!” “Üzgünüm tatlım.” Ben yemeye başladığım sırada o da yanıma oturmuş ellerini çay fincanı ile ısıtmaya çalışıyordu. “Peki, bugünkü büyük planınız ne bakalım?” Yutkundum. “Sadece akşamki grup konserleri gecesine gideceğiz. Yeni bir grup çalacakmış. İyi diyorlar. Bir de oldukça fit bir gitaristleri varmış.” Annem neşelenmiş görünüyordu. “Ooo, öyle mi? Bu heyecan verici işte. Vay canına, Middletown’da fit bir adam ha? Bir mucize olmalı.” “Biliyorum,” dedim gözlerimi devirerek. “Ama daha ilginç şeyler de olmuştu.” Annem güldü. Potansiyel âşıklar karşısında sürekli gösterdiğim bu aldırmazlık bana takıldığı konulardan biriydi. Kimsenin benim için yeterince iyi olmayacağını söyleyerek dalga geçiyordu. Ama yemin ederim ki ben öyle seçici falan değildim. Yalnızca on yedi yaşındaki çocukların hepsi iğrençti. Ve gördükleri sürekli ilgi yüzünden aşırı şişmiş bir egoya sahip olmayan pek az çocuk vardı. Benim teorime göre erkekler, on dokuz yaşında bu iğrençliklerine bir son veriyorlardı. Ve ben de şu anda benden büyük bir çocuğu etkileyebileceğim konusunda pek emin değildim. Bu yüzden, kendi yaşımda bir erkeğin midemi bulandırmaması için iki yıl daha beklemeye hazırdım. Annemse bu düşüncelerime katılmıyor, benim için endişeleniyordu. Aslında benim için endişe etmek onun en önemli vakit geçirme araçlarından biriydi. Tam da bu sırada yüzü, elindeki çayın buharı altında bir anda ciddileşti. “Geçen gün Dr. Ashley ile olan randevun nasıl geçti?” diye sordu usulca.


Aman Tanrım, demek o sabahlardan birini daha yaşayacaktık. “İyiydi,” dedim isteksizce. Kaşığımı kaldırıp yemeğe devam ettim. “Yalnızca iyi miydi?” Ebeveynler neden bu cümleden bu kadar rahatsız olurlardı ki? “Ne hakkında konuştun?” “Biliyorsun, her zamanki şeyler.” Başını salladı. “Pekâlâ.” Gevreğimi çiğnemeye odaklanmış olsam da annemin yeniden konuşmaya başlamasını bekliyordum. Otuz saniyeden az sürmüştü. “Peki, her zamanki şeyler de neymiş?” Yutkundum. “Tanrı aşkına anne, bilmiyorum. Ödevlerimden falan bahsettim. O aptal nefes egzersizlerini yaptırdı yine. Bir de yeniden olursa nasıl başa çıkacağımı falan anlattı.” Yüzünde endişeli bir ifade vardı. Nefesimi tutup söylemesini bekledim. “Yani hâlâ sebebini bilmiyor, öyle mi?” Gözleri bir anda yaşlarla dolmuştu. Lanet olsun. Bir insan kaç kez aynı konuşmayı yapabilirdi ki? “Anne,” dedim yavaş ve dikkatlice. “Bu senin suçun değil. Beni yetiştirirken başarısız olmadın ya da bebekken kafa üstü falan düşürmedin. Louise’i de benimle aynı şekilde yetiştirdin ama onda böyle bir sorun ortaya çıkmadı. Bu sadece kötü şans. O kadar. Bana inanmalısın.” Başını kaldırıp bir çocuk gibi yüzüme baktı. “Gerçekten mi?” diye fısıldadı. “Dr. Ashley bunun kimsenin suçu olmadığını mı söyledi?” “Elbette. Çünkü değil. Sadece benim biyolojim ve hormonlarım. Her neyse. Eminim büyüdükçe geçecek ve geriye dönüp baktığımızda bu duruma güleceğiz. Tamam mı?” Rahatlamış görünüyordu. Şimdilik. Bir sonraki hafta bu konuşmanın yeniden gündeme geleceğinden emindim. Bir sonrakinde de. Ve bir sonrakinde de. “Tamam.” Boş fincanlarımızı alarak lavaboya götürdü. “Eğer istersen bu gece benim çantamı kullanabilirsin,” dedi gülümseyerek. “Gerçekten mi? Harika! Teşekkürler anne.” Ben lafımı bitirdiğimde annem mutfaktan çıkmıştı bile. Sorun buydu işte. Ben ne kadar mücadele edersem edeyim tam bir klişeydim. ‘Zihinsel sağlık’ sorunlarım vardı. Biliyordum. Ne orijinal, değil mi? Yaratıcılık eksikliğim yüzünden kendimden nefret etsem de maalesef durum benim kontrolümde değildi. Orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak beynimin para ve benzeri şeylerle meşgul olmasına gerek yoktu. Ben de onun yerine kendimi bunlarla oyalıyor gibiydim. Bir yıl kadar önce okulda coğrafya öğretmenimin kahvenin adil ticareti ile ilgili konuşmasını dinlerken, bir anda kendimi ölecek gibi hissetmiştim. Duvarlar üzerime üzerime geliyordu. Her şey karardı ve nefes alamaz oldum. Bunların son saniyelerim olduğunu anladığımda tüm bedenime bir anda bir panik dalgası yayıldı:


Sanki bir adrenalin iğnesi yemişim gibi. Bedenim delirmiş bir hâlde hava için çırpınırken, coğrafya dersinde ölmenin ne kadar da korkunç bir şey olacağını düşündüğümü hatırlıyorum. Üstelik henüz ne yunuslarla yüzmüş ne de Büyük Kanyon’u görmüştüm. Ne bir motosiklet kullanmış ne de ölmeden önce yapılması gereken başka şeyleri yapmıştım. Ve sonra bir anda, henüz kimse tarafından sevilmeden öleceğim geldi aklıma. Kelime her ne kadar bulanık olsa da düşünebildiğim tek şey aşktı. Ve nasıl hiç âşık olamadığım. Başka bir insanın beni düşündüğünü bilerek uykuya dalmanın nasıl bir şey olduğunu hiç bilemeyecektim. Kalabalıkta ilerlemeye çalışırken birinin belime dokunarak beni yönlendirmesinin nasıl bir şey olduğunu. Ya da bir başkasının yüzünün tüm hatlarını ezbere bilip bundan sıkılmamanın ne demek olduğunu da… Tüm bunlar hep flu kalacaktı benim için. Ve gri, sakız lekeli halının üzerine yığılırken tek düşünebildiğim, bunun ne kadar üzücü bir durum olduğuydu. Elbette uyandım. Etrafımı saran merak dolu yüzler arasında. Tırnaklarımı geçirerek sıktığım avuçlarımın arasından akan kanlarla. O gün beni eve gönderdiler. Herkes bu durumu unutana kadar geçen o bir hafta boyunca, yoğun bir ilgi gördüğümü söyleyebilirim. Bu olay bir kez daha tekrarlayana kadar hayatım eskisi gibi devam ediyordu. Annemle beraber marketten tampon alıyorduk. Toplum içinde böyle bir atak geçirirken yanınızda olmasından en çok utanacağınız şey de tamponlardır herhâlde. İlkinde olduğu gibi bu defa da duvarlar üzerime geliyor; kendimi boğulacak gibi hissediyordum. Tek hatırlayabildiğim buydu. Onlarca korkmuş insan çevremi sararken, ben soğuk mermer zeminde çığlıklar atıyordum. Annemse dehşete düşmüş gözlerle çaresizce elimi tutuyordu sımsıkı. Bir süre kapısını çalmadığım doktor kalmadı. Annem aile hekimimizle tartıştığı için de tabii ki özel hastaneye gitmiştik. Yüzlerce kan tahlilini, iki ‘hadiseyi’ ve onlarca referansı takip eden süreçse en çılgınıydı. Büyük, beyaz bir eve götürülüp düzgün fakat sararmaya başlayan dişleriyle, sürekli gülümseyen bir adamla konuşmaya zorlandım. Sonunda bana yaşadığım bu şeyin ne olduğunu söyledi. Panik atak. Oldukça yaygındı. Modern hayatın getirdiği stresin doğal bir sonucuydu. Ve işte bu şekilde Dr. Ashley ile olan haftalık randevularım da başlamış oldu. Deli doktoru, kafa doktoru ya da adına ne demek isterseniz. Ve iki yıldır her sabah annemin yüzündeki bu suçluluğa katlanmak zorunda kalıyorum. Bir cevap, bir sebep arıyor ve sonunda yalnızca kendini suçluyordu. Ben, yaşadığı yerden nefret eden ve bir psikiyatrik ‘bozukluk’ yaşayan, on yedi yaşında bir gencim. Ve bunu itiraf etmekten nefret etsem de tamamen sıradan biriyim. İşte tam da bu yüzden kendimden iğreniyorum. Kâsemi musluğun altında yıkayıp, kenarlarına yapışıp kalmasın diye tüm gevreği akıttım. Sonra da bu aptal kasabada heyecan verici yeni bir şeylerin olması için akşamı beklemeye koyuldum.


Günü bir kız gibi geçirdim. Annemin süslü malzemelerinden birini kullanarak kendime köpüklü bir banyo hazırladım ve bacaklarımı aldım. Sonra yüzlerce kıyafet giyip çıkardım. Sonunda koyu renk, mini deri eteğimi ve babama bana ikinci el bir dükkândan alması için yalvardığım The Smiths grubunun tişörtünü giydim. Birkaç rimel, göz kalemi ve dudak parlatıcısı darbesinden sonra da telefonuma bakıp beş dakika içinde diğerleriyle buluşmam gerektiğini fark ettim. Aynada son bir kez kendime baktım. Doğrusu fena görünmüyordum. Çok parlak da değildim gerçi. Kahverengi gözlerim, pek de kabarık görünmeyen saçlarımın altından bana bakıyordu. Daha rock bir hava yaratmak için saçlarımı krepe yapmış fakat başarılı olamamıştım. İyice yıpranmış babetlerimi ayağıma geçirip, ceketimi alarak evden çıktım. Arkadaşlarımla buluşmak için koşar gibi yürürken hava yeni yeni kararmaktaydı. Güneş iyice alçalmış; her yeri altın rengi bir ışık kaplamıştı. O anın büyüsüne kapılarak her şeyin ne kadar da güzel göründüğünü düşündüm. Tam zevk alıyordum ki kendime birden buradan nefret ettiğimi hatırlattım. Arkadaşlarım Elizabeth, Ruth ve Amanda beni köşede bekliyorlardı. “Geç kaldın!” diye bağırdı Lizzie. Elizabeth’e böyle sesleniyorduk. “Yemin ederim ömrümün yarısı seni bekleyerek geçmiştir.” Güzel görünüyordu. Yeni bir kot pantolon ve siyah bir bluz giymişti. Saçlarını karışık bir şekilde toplamış, bir dünya da göz kalemi sürmüştü. Son birkaç adımımda iyice hızlandım. “Üzgünüm,” dedim. “Bir gardırop krizi yaşadım da.” “Tamam tamam. Şu fit gitaristi bir kaçıralım da ben sana asıl kriz nasıl oluyor göstereyim.” Bu ‘fit ve gitarist’ sözcüklerini duyunca Ruth’un gözleri birden parladı. Selamlamak için ona sarıldım. “Şu bizim gizemli yakışıklıyı hiç gördünüz mü?” diye sordu. Ruth her zaman böyle maceralarla yakından ilgilenirdi. Gözlerini birine dikti mi, çoğunlukla durdurulamaz ve yenilmezdi. Zaten tüm rakiplerini rahatlıkla savuşturabileceği büyük göğüsleri vardı. Ruth çevredeyken hiçbir şansım olmayacağından, birinden hoşlanmadığıma memnundum. “Yeni duydum. Ama bu sabah penceremin önünde uçan bir domuz gördüm. O yüzden kasabaya yakışıklı bir adam taşındığına eminim.” “Poppy,” dedi. “Böyle konuşman beni üzüyor. Buralarda bir sürü yakışıklı adam var. Keşke gözlerini etraftaki yüzlerce fırsata açabilsen.” “Yakışıklı çocuk,” diye düzelttim. “Ben herhangi bir yakışıklı çocuk tanıdığımızı düşünmüyorum.” “Ah, onlarla işim bittiğinde hepsi de adam oluyor, merak etme,” dedi göz kırparak. Henüz ağzını açmamış olan Amanda’nın koluna girdim. Akıllıydı. Ruth’la geçirdiği zaman sonucunda denemenin bile gereksiz olduğunu öğrenmişti. “Johnno’yla işler nasıl gidiyor?”


Johnno, Amanda’nın erkek arkadaşı sayılırdı. Kendisinden bile utangaç birini bularak kendini aşmıştı. Zamanlarının çoğu birbirlerinden özür dilemek ya da bir düğün fotoğrafına poz veren çocuklar gibi tuhaf bir şekilde el ele tutuşarak geçiyordu. Amanda, sorumun üzerine iyice kızarmıştı. “Johnno’yla işler iyi,” diye mırıldandı. “Geçen gün, sonunda burunlarımız tokuşmadan öpüşmeyi başardık.” Gülmeme engel olamadım. “Pekâlâ, bebek adımları ha?” Lizzie de bir kolunu bana, bir kolunu Ruth’a atınca hepimiz yan yana olmuştuk. “Pekâlâ, bayanlar,” dedi. “İçimden bir ses bu gecenin muhteşem olacağını söylüyor.” “Evet, ne demezsin,” diye mırıldandım. “Kapa çeneni. Cidden, içimde bu gece bir şeyler olacağına dair bir his var. İçimde bir şeyler yanıyor sanki.” “Yanma için bir krem alabilirsin. Biliyorsun değil mi?” Ruth’un gözleri bir anda parladı. “Ah, evet, haklı. Sana bir krem önerebilirim. Hemen geçiriyor.” “Sessiz olun,” dedi Lizzie ve hep beraber kahkahalarla gülmeye başladık. “Bu gece bir şeyler olacak. Hissedebiliyorum.” Bir an durakladı. “Benim gazetecilik hislerim yalan söylemez.” Hep beraber gözlerimizi devirdik. “Hadi şu işi bitirelim,” dedim. Birlikte kulübe doğru yürümeye başladık.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.