Plasebo - Bahar 2015

Page 1

1


2


3


Bir hayalimiz daha gerçek oldu! Dergimizin ilk sayısı yayında: Plasebo! İlk sayısıyla karşınızda olan dergimize ne isim vereceğimizi aylarca düşünmüştük. Neden Plasebo? Sadece kulağa hoş geldiği için mi? Tabi ki hayır. Çoğunuz „Plasebo Etkisi‟ni bilir. Sözlükte, „Farmakolojik olarak etkisiz bir ilacın telkine dayalı bir etki ortaya çıkarma halidir.‟ şeklinde tanımlanırken, plasebo „hoşnut etmek‟ anlamına gelir. Yani tamamen faydasız, fiziksel anlamda tedaviye yönelik gücü olmayan bir ilaç, tedavi edebilme gücünü, hastanın kendi kendine bulunduğu „iyileşeceğim, ilaç işe yarayacak‟ gibi telkinlerden alır. Hasta tabi ki ilacın sahte olduğunu bilmemektedir. Plasebo etkisi, tıbbın pek bir açıklama getiremediği şekilde insanların istemeleri halinde kendi kendilerini tedavi edebilme gücüne sahip olduklarını kanıtlamaktadır. Peki, bu güç nereden gelmektedir? Sanırım bunun en basit cevabı moral/motivasyon ve inanmak olsa gerek. Yeterli moral gücüne sahip olmayan hastaların aslında tıbbi yönden hiçbir faydası olmayan, muhtemelen ilaç görünümlü şeker formatında olan „plasebo‟ları aldıktan sonra „bu ilaç sayesinde iyileşebilirim‟ vb. telkinlerle birlikte açığa çıkan iyileşme azmi ve yüksek moral sayesinde iyileşme göstermesi şeklindedir. Peki, bu durum sadece gerçekten var olan fiziksel rahatsızlıklar için mi geçerlidir? Plasebo etkisi, somatizasyon (psikolojik stres durumunun kendini bedensel şikâyetler olarak göstermesi) gibi psikolojik rahatsızlıklarda da, somatizasyon yaşayan hastanın iyileştiğine inanması konusunda faydalı olabilmektedir. Bu ve benzeri birçok acı/ağrı durumunda plasebolar başarılı şekilde kullanıldığı gibi, sosyal psikoloji alanında ele alınabilecek, plasebo etkisi meydana getiren durumlar da vardır. Sonraki sayımızda ilginç özellikleri ve hikâyeler ile plasebo etkisini geniş bir şekilde ele alacağız. Plasebo etkisinin nasıl gerçekleştiği tam olarak anlaşılamasa da inkâr edemeyeceğimiz şey, duygu ve düşüncelerin vücuttaki fiziksel süreçleri etkilediğidir. „Plasebo‟nun özü „inanmak‟tan geçer. İnanmak motivasyonun ilk adımıdır. Psikolojik açıdan sağlıklı birey olmanın ön koşullarından biri motivasyon sahibi olmaktır. İnanmak, motivasyon ve psikoloji üçgeninde bizlerin amacı da dergimiz aracılığı ile okurlarımızı eğlendirerek bilgilendirmenin yanında, yaşanılan stres ve motivasyon eksikliğinden dolayı insanların aslında var olmayan sorunlarını kendileri için korkutucu bir hale getirdiklerini, üstesinden gelemeyecek kadar büyüttüklerini onlara gösterebilmek, etkisinde kaldıkları yalancı durumlar için tabiri caizse plasebo etkisi yaratarak onları „hoşnut edebilmek‟ olacaktır. Evet, ilk „Plasebo‟muzla karşınızdayız. Bir dahaki sayfada tanıtım amacıyla değindiğim topluluğumuzun diğer tüm faaliyetleri gibi umuyorum dergimizde süreklilik kazanır ve uzun yıllar yayın hayatını sürdürecek bir güce ulaşır.


Topluluğumuz; 6 Mayıs 1997 yılında bölümün ilk psikoloji öğrencileri tarafından, akademik, sosyal ve kültürel çalışmalar yapmak amacıyla, Prof. Dr. Ünsal Yetim danışmanlığında kurulmuştur. Her yıl yenilenen yönetim kurulumuz ile 18 yıldır aktif bir şekilde çalışmalarını yürütmekte olduğumuz Mersin Üniversitesi Psikoloji Topluluğu‟nun danışmanlığını son 8 yıldır Yrd. Doç. Dr. Arzu Aydın yapmaktadır. Topluluğumuz; Psikolojinin dâhil olduğu her şeyi akademik, kültürel ve sosyal yollarla üyelerine aktarabilmek adına çeşitli faaliyetler düzenlemektedir. Psikolojiyi anlatırken hem üyelerinin kişisel gelişimlerine katkıda bulunmayı, hem de iletişimleri ve etkileşimleri için köprü olabilmeyi hedeflemektedir. Bu anlamda Psikoloji Günleri, Psitart Günleri adının verildiği tartışma etkinlikleri, Psikofilm Günleri adının verildiği film analizleri, Eğitim Günleri, konferanslar, seminerler ve söyleşiler, sosyal sorumluluk faaliyetleri, çeşitli sosyal aktiviteler, toplantılar ve daha birçok sosyal faaliyet düzenlemektedir. Yönetim Kurulu ve 2013 yılı itibariyle faaliyete giren Çalışma Birimleri ile birlikte her yıl yaklaşık 50 kişilik bir ekip olarak çalışan topluluğumuz, gerçekleştirdiği faaliyetler ile Mersin Üniversitesi‟nin en aktif topluluklarından biri olmakla birlikte Türkiye‟deki psikoloji kulübü/toplulukları arasında da en aktif topluluklardan biri haline gelmiştir.

5


Yıllar önce topluluğumuzun kurulmasına vesile olan, bir anlamda bugünlerin temelini atan kişiyi sizler kadar bizde merak ediyorduk. Gerek merakımızı gidermek, gerek 1997‟de kurulan topluluğumuzun kuruluş amacı neydi, bilmek, gerekse şu sıralar neler yaptığını öğrenmek ve tüm bunların yanında kendisiyle dergimizin ilk sayısına özel „neden?‟lerle dolu bir röportaj yapmak için Barış Beydilli‟yi bulduk. Kendisi şuan Mersin Şevket Pozcu Anadolu Lisesi‟nin rehberlik servisinde çalışmaktadır. Bölümümüzün ilk öğrencilerinden olan Kurucu Başkanımız ile yaptığımız röportaj ve sonrasında saatler süren sohbet bizim için fazlasıyla keyifliydi. Kendisine topluluğumuz ile, bölüm ile, alan ile ilgili çeşitli sorular yönelttik. Keyifli okumalar…

Psikoloji bölümünü neden seçtiniz? Ülkenin dilini anlayabileceğim, evrensel bir mesleğim olmasını istediğim için psikoloji okumak yani psikolog olmak istedim. Mersin Üniversitesi Psikoloji Topluluğu’nu kurmaya nasıl karar verdiniz? Açıkçası ne yapacağımızı çok bildiğimiz için kurmadık. 'Bir topluluğumuz olsun, dışarıdan psikologlar getirelim, okulda konferanslar yapalım.' düşüncesiyle başladık. Bir anlamda sizin düşündüklerinizin ve şuan yaptıklarınızın daha ilkel haliydi. Sizinle aynı düşünceleri paylaşan, size destek olan ekip arkadaşlarınız kimlerdi? Bizim dönemdeki öğrenci sayısı az olduğu için herkes iç içeydi. Küçük bir grup olmamızdan ötürü hepimiz birbirimize destek olduk, hocaların da içinde olduğu sıcak bir ortamımız vardı. Hocalarımızla birlikte yüzmeye denize giderdik, evlerine giderdik. Bizim dönemimizde bu kadar keskin çizgiler yoktu aramızda. Topluluğu kurarken yapmayı planladığınız şeylerin ne kadarını hayata geçirebildiniz? Bizim öncelikli amacımız kurmaktı. Aslında bilimsel bir dernek de kursanız grup da kursanız „ilklerin‟ amacı her zaman kurmak oluyor, sonrasında alttan gelenler bu tür oluşumları devam ettiriyor.

6


Size göre şuan gerçekleştirdiğimiz etkinlikler takip ettiğiniz kadarıyla ne seviyede? Daha fazla ne yapılabilir? Gündeme yönelik işler yapıyorsunuz. Daha fazla ise; MÜPT'ü Mersin sokaklarında tanıtabilirsiniz, lise öğrencilerine ulaşabilirsiniz, göçle gelen ailelerin çocuklarına sosyal sorumluluk projesi olarak oyun çadırları kurabilirsiniz. Lisansınız psikoloji olmasına rağmen rehber öğretmen olarak çalışıyorsunuz. Neden? Mezun olduğumda KPSS yoktu, öğretmenliğe yönelik bir sınav vardı, önemsiz olduğunu düşünerek girmiştim ama kısmet öyleymiş ki o şekilde öğretmenliğe yöneldim. Öğrenciyken gelecekle ilgili kurduğunuz hayaller ve şuan yaşadığınız hayatın karşılaştırmasını yaparsanız neler söyleyebilirsiniz? Yüksek lisans yapma hayalim vardı fakat bizim dönemde kontenjanlar azdı. Aynı zamanda alan dışı dalda yüksek lisans yaptığımda tayinimde sorun çıkacaktı, bu yüzden yapamadım. Toplulukla ilgili unutamadığınız bir anınız var mı? 21 Mart‟ta Ertuğrul Hoca ve Ünsal Hocayla birlikte sınıfça gidip Nevroz‟da halay çekmiştik. Bir de Pembe Köşk'te bir tanışma etkinliği (şimdinin tanışma çayı) düzenlemiştik. Kürtçe bir parçada halay çektik. Bu nedenle geceden sonra bizi gözaltına almışlardı. 3 ay cezaevinde yattım. O dönem topluluk etkinlikleri sekteye uğramıştı. Çalışma hayatınızda sizi etkileyen bir hastanız oldu mu hiç? Sivas cezaevinde haftada bir gün çalıştığım sıralarda bir kadın mahkûm vardı, çok da ciddi suçlar işlemişti. Kadının durumundan kaynaklı iki gardiyan orada bekliyorlardı. Her gittiğimde ısrarla benimle görüşmek istiyordu. Nedenini sorduğumda 'Sen burası gibi kokmuyorsun, buradaki herkesin yüzü soğuk bunlarla dert paylaşamam. Benim hiç ziyaretçim yok sen ziyaretçi oluyorsun' demişti. Oranın dışından, sağlıklı bir bireyle konuşmak istemişti. Sizce Türkiye’deki Psikoloji eğitiminin eksiklikleri nelerdir? Neler yapılmalıdır? Bence psikoloji lisans eğitimi 2,5 seneye sığdırılabilecek bir eğitim. En azından 4 sene içerisinde bir uzmanlık verilebilir. Özellikle son sene çok fazla boş vakit var ve bu sürede en azından bazı testleri öğretmekle sınırlı kalmayıp sertifikasıyla birlikte testlerin eğitimi verilebilir ya da danışmanlık öğretilebilir. Ama bunlar bir sektör haline geldi, para vermeden bu sertifikaları alamıyoruz, bu şekilde öğrenciler, psikologlar sömürülüyor. Psikoloji ve psikologluk üzerine belli bir yasa çıkmadığı sürece sorunların çözülmeyeceğini düşünüyorum.


zar gibi oldu ama „O‟ zaten herkesin olduğu gibi benim de sevgilimdi artık! Beyaz saçlı prensti o.

Nuri Hocayla ilk konuştuğum gün 2007 yılında Psikoloji öğrencileri tanışma çayı günüydü. Bir sınıfta toplanmıştık ve herkes sırasıyla neden psikoloji bölümünü seçtiği, nereden geldiğini, Ege psikolojinin kaçıncı tercihi olduğunu vb. klasik soruları cevaplıyordu ve sıra bana gelmişti artık. Bu bölümü neden seçtiğimi tam olarak bilmediğimi ve Ege Psikoloji'nin 13. tercihim (o yıl bölüme başlayanlar arasında en son sırada olan tercihti bu) olduğunu söyledikten sonra pek de farkındalığı olan bir öğrenci olmadığım anlaşılmıştı. Öğrencilerin birçoğu tek tercih yapmıştı, bazıları sadece Psikoloji tercih etmişlerdi, bazıları hocaların yazdığı bazı yazılardan etkilendiklerinden dolayı tercih etmişlerdi, bazıları ise liseye başladığından bu yana Ege psikoloji yazmaya karar vermişlerdi bile. Bu gibi şeyleri duymak beni de şaşırtmamış değildi aslında. Daha sonra Adana'dan geldiğimi söylediğimde Nuri Hoca neresinden geldiğimi sordu, Kozan cevabını verince işin rengi değişmeye başlamıştı. Nuri Hoca ilk iş tecrübesini Kozan'da felsefe öğretmeni olarak yaşamıştı ve burada çalışırken yurtdışına burslu olarak gitme hakkı kazanmıştı ama yurt-

dışına gitmesi için kendisine kefil olacak birilerini bulması gerekiyordu ve kendi çevresinde kefil olma şartını taşıyan birileri yoktu. Daha sonra öğretmeni olduğu öğrenciler her nasılsa bu durumu öğrendiler ve sonuç olarak Nuri Hoca için hiç tanımadığı üç öğrenci velisi kefil olmuşlardı. O zamandan belliymiş sanırım öğrencileri tarafından bu kadar çok sevileceği. Tabi sevmeyenler de olmamış değil. Eklemeden geçemeyeceğim, bir anısından bahsetmişti Kozan'da yaşadığı. Felsefe‟ de tartışılan klasik konulardan biri olan tanrının varlığı ve yokluğu üzerine yaptığı bir dersten sonra öğrencilerinden biri Nuri Hoca'yı okul dışında gördüğü bir gün kullandığı traktörü Nuri Hoca'nın üstüne doğru sürmüş ve sen bizi "Allahsız, kitapsız mı yapacaksın?" gibisinden tehditte bulunmuş. Nuri Hoca bunun sadece bir ders konusu olduğu konusunda zar zor ikna etmiş bu öğrencisini. Güler misin, ağlar mısın?!

Eğer „Nuri Bilgin‟ bir kelime olsaydı ve sözlükteki anlamına bakacak olsak göreceğimiz kelime „Zarafet‟ olurdu diye düşünüyorum. Benim haddime olmadığını biliyorum bu yazacaklarımın ama Nuri Bilgin'in her yerinden zarafet akıyordu ve akan bu zarafetten biraz da olsa nemalanabildiysek ne mutlu bizlere. Bizlere vermek istediği sadece akademik bir bilgi değil bir bakış açısıydı hayata dair asıl vermek istediği. Eğitim acı çekmekti ve bizlere acı çektirdi ama şöyle bir düşündüğümde bir „Nuri Bilgin‟ olabilmek için ne kadar acı çekilmesi gerektiğini tahayyül dahi edemiyorum. Çok acıtıyor olmalı…

Nuri Hoca'ya yapılan bu kefil olma davranışı sanırım ona bir minnet borcu hissettirmiş ve beni de sevmiş olmalı ki o günden sonra sıcak bir ilişkiye adım atmıştık. Sanki bir sevgiliyle ilişkiye başlama anısı ya-

8


Derslere katılmamıza çok dikkat eder, yoklamayı kendisi alır, bir önceki derse gelmeyene neden gelmediğini sorardı, sınıfa ondan sonra girmek biraz yürek isterdi. Bir defasında kendisinin hastalık durumunu kastederek "Ben bu durumdayken derslerime geç kalmıyorum siz nasıl olur da kalırsınız." dediğini çok net hatırlıyorum. Şu an onu çok daha iyi anlayabildiğimi düşünüyorum. Her gün saat sekiz civarı odasında olurdu sevdiği türküler eşliğinde. Bir gün, eğer sabah kapısı açıksa her sabah onun yanına uğramamı ve bir isteğinin olup olmadığını sormamı istemişti benden. Genellikle bir isteği olmazdı, sadece bazen su bazen de şeker aldırırdı. Bir gün yine odasına gidip bir isteğinin olup olmadığını sorduğumda benden

odayı temizlememi istemişti. Bir yandan onun yanında olmak hem bir gurur hem de biraz gerginlik hissettiriyordu. Aslında neden böyle bir istekte bulunduğunu anlayamamıştım en başta, çünkü zaten odayı benden çok daha iyi temizleyecek görevliler vardı. Elime bir bez parçası verdi ve masaları falan silmek, masanın üstündekileri düzeltmek, çiçekleri sulamak gibi bir kaç iş yaptırdı bana. Artık ders saati gelmişti ve ders Nuri Hoca'nın dersiydi, konu ise stereotiplerdi. Ve konu kadınlar hakkındaki stereotiplere gelmişti. Konuyu anlattıktan sonra; örneğin Bahtım arkadaşınızın kadınlar hakkında hiç bir stereotipi yok, sabah gelip odamı temizledi ve bölümde bu kadar kadın varken bu işin bir kadın işi olduğunu ve bu işi

bir kadının yapması gerektiğini söylemedi demişti. Hedefi on ikiden vurmuştu aslında, bende oldukça fazla var olan stereotiplerin olmaması gerektiği dersini yaşatarak vermişti bana. Kendimi nedense hem kötü hem de özel hissetmiştim. Farkındalık kazanmak kötü hissettirirken, O'ndan böyle özel bir ders almak özel hissettirmişti sanırım. Bir insan değişir, dünya değişir! "Başkalarının hayal edemeyeceği gerçekleriniz olsun." derdi bize. Şimdi çok iyi anlıyorum ki O'nun gerçeklerinin bizim hayal edemeyeceğimiz gerçekler olduğunu. Son olarak, "Her psikoloji öğrencisi yaralı bir kuştur." derdi, yaramıza tuzu bastı ve hiç dönmeyeceği bir yolculuğa çıktı.

9


10


Aile içinde meydana gelen, cinsiyete dayalı, kadın üzerinde baskı ve üstünlük kurmayı amaçlayan, tehdit, dayatma, kontrol içeren; psikolojik, cinsel, ekonomik, fiziksel zararla sonuçlanan, kadının insan haklarını ihlal eden her türlü eylemdir. Aile içinde kadına yönelik şiddet, her yaştan, her öğrenim düzeyinden, her gelir düzeyinden, bekâr, boşanmış, evli, her ülkeden kadının gerçeğidir. Aile içinde kadına uygulanan şiddet, gerek şiddet uygulayan gerek toplum ve kimi zaman da şiddete maruz kalan kadın tarafından meşru kabul edilmektedir. Ayrıca kadınlar yaşadıkları şiddetin sorumlusu olarak görülmekte, şiddetin hak edildiği inancı toplumda yaygın biçimde varlığını sürdürmektedir. Aile içinde kadına yönelik şiddet en yaygın, buna rağmen en fazla göz ardı edilmiş insan hakkı ihlalidir. Aile içinde kadına yönelik şiddetin, şiddet uygulayan kişinin akıl veya ruh sağlığının bozuk olması, eğitim seviyesinin düşük olması, işsizlik, ekonomik sıkıntılar, stres, gibi bireysel faktörlerden kaynaklandığı görüşü yaygındır. Aile içinde kadına yönelik şiddet, bireysel nedenlerden öte daha genel sistemlerle açıklanabilecek bir olgudur. Aile içi şiddet cinsiyet kökenlidir; yani temelini cinsiyetlerin toplumsal hayattaki eksik ve kusurlu yapılanışından alır. Buna göre erkeğin uyguladığı şiddete neden olan, erkeğin kadından daha üstün ve kadın üzerinde baskı kurmasının doğal bir hak olduğuna inanılmasıdır.

Ψ. Aile İçinde Kadına Şiddeti Ortaya Çıkaran / Pekiştiren Faktörler Çok sayıda toplumsal faktör, aile içinde kadına uygulanan şiddeti ortaya çıkarmakta, meşrulaştırmakta ve pekiştirmektedir. 1. Kültürel Faktörler      

Kadın ve erkeğe yüklenen roller ve beklentiler Erkeğin güçlü, kadının zayıf olduğu inancı Erkeğin kadın üzerinde söz hakkı olduğu inancı Erkeklerin şiddeti uygulamasının normal olduğu görüşü Evlilik gelenekleri (başlık parası, çeyiz vb.) Ailenin özel alan olduğu ve erkek kontrolünde olduğu görüşü

2. Ekonomik Faktörler    

Kadının ekonomik olarak erkeğe bağımlı hale getirilmesi Boşanma sonrası ekonomik haklar vb. konularda yasal ayrımcılık Çalışma hayatına katılımda yaşanan güçlükler Kadınlara eğitimde eşit fırsat tanınmaması

3. Yasal Faktörler    

Kadının yasalarda ve uygulamalarda ikincil yasal statüsü Boşanma, velayet, mirasa ilişkin yasalar Aile içi şiddet ve tecavüzün yasal tanımlamaları Polis ve hâkimlerin yeterince duyarlı olmaması

4. Politik Faktörler    

Yetkili pozisyonlarda, politika ve hukukta kadınların azlığı Aile içi şiddetin ciddiye alınmaması Ailenin, devletin müdahale alanı içinde yer almadığı görüşü Kadınların politik sistem içinde yer alamaması

11


Yapılan birçok araştırma, aile içinde kadına yönelik şiddetin yaygınlığını net bir şekilde ortaya koyarken, toplumsal düzeyde bu şiddet biçimi diğerleri arasında en “görünmez” ve meşrulaştırılmış olanıdır. Bunun temel sebebi, erkeğin ailede ya da sevgililik ilişkisi içerisinde kadına uyguladığı şiddetin, “özel alan”a yani kamusal alanın dışına ait olduğu ve üçüncü kişilerin, kamu kurumlarının ve yasa koyucuların yetki alanının içine girmediği varsayımıdır. Bir başka deyişle, kadınların aile içinde ya da sevgililik ilişkileri içinde yaşadıkları dayak, yaralanma, tecavüz, tehdit, dayatma, zorlama, baskı, hakaret ve aşağılanma sırf “özel alan”da, yani kişiler arası ilişkilerde yaşandığı için toplumsal bir sorun olarak kabul edilmemektedir. Konunun daha açık olması bakımından evlilik içi cinsel şiddet örneği üzerinden gidelim: Kadına yönelik şiddete dair kayda değer bir duyarlılığın görülmediği ülkelerde dahi bir erkeğin bir kadına tecavüzü yasalar çerçevesinde suç kabul edilmektedir. Birçok hukuksal sistemde tecavüz mağduru kadının evli olması durumunda bu ceza ağırlaştırılmaktadır. Fakat evlilik içi tecavüz yani kocanın karısıyla onun rızası dışında cinsel ilişki kurması, son yıllarda ceza yasalarına girmiştir. Yabancı bir erkeğin bir kadına tecavüzünü cezalandırırken, kocanın karısına tecavüzünü ceza konusu yapmayan hukuksal sistemlerin ardında, kadının erkeğin mülkü olduğu ve bir erkek kadına tecavüz ettiğinde aslında başka bir erkeğin mülküne ve mülkiyet haklarına saldırıda bulunduğu görüşü vardır. Benzer bir mantık, kadına karşı işlenen cinsel suçların kadının bedenine yönelik değil, topluma yönelik işlenmiş suçlar olarak değerlendirildiği ceza hukuku sistemlerinde de bulunmaktadır. Doğal olarak bu hukuksal ve toplumsal yapılarda, kocanın karısı üzerinde uyguladığı her türlü fiziksel, cinsel, duygusal ve ekonomik şiddet, kadın zımni olarak kocasının mülkü kabul edildiği için sorunsallaştırılmadığı gibi cezai yaptırıma da maruz kalmamaktadır. Aynı şekilde yabancı bir erkeğin hiç tanımadığı bir kadına dayak atması ne toplumsal olarak ne de hukuksal anlamda hoş görülmezken, erkeğin kadına ev içerisinde şiddet uygulaması kabul edilebilir görülmektedir. 2003 yılında Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü tarafından tamamlanan Türkiye Nüfus

ve Sağlık Araştırması‟na göre, araştırmaya dâhil edilen kadınların % 39‟u kadının yemeği yakması, kocasına karşılık vermesi, parayı lüzumsuz yere harcaması, çocuklarının bakımını ihmal etmesi ve cinsel ilişkiye girmeyi reddetmesi gibi durumlardan en az birinin gerçekleşmesi, kocanın karısını dövmesi için haklı gerekçe oluşturacağını söylemiştir. Bu anlamda, dünyada 1970‟lerden sonra, ülkemizde ise son 20 yıldır gelişen kadın hareketinin temel kazanımlarından biri; aile içinde kadına yönelik şiddetin, aile ve karı-koca arasındaki ilişkilere yani „özel alan‟a ait bir sorun değil, kamu sağlığını, insan haklarını ve ceza hukukunu ilgilendiren, bu nedenle de kamusal alanda tanımlanması ve ele alınması gereken bir sorun olduğu görüşünün yaygınlaşmasıdır demek çok yerinde olur. Bu görüş çerçevesinde kadın örgütlerinin sürdürdükleri aile içinde kadına yönelik şiddetle mücadelenin en somut başarılarından biri, 1998 yılında çıkarılan ve şiddet uygulayan erkeğin evden uzaklaştırılmasını sağlayan „4320 Sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun‟dur.

12


Korku, gerçek ya da hayali bir tehlike veya ağrı sonucunda şiddetli bir heyecan ve dehşete kapılma haliyle ortaya çıkan duyusal durumdur. „Korku‟ olgusunu tek bir cümlede tanımlamak kuşkusuz çok zordur. Buna rağmen korkuyu, irade ve mantıkla kontrol altına alınamayan, insanın içini daraltan bir yakın tehdit hissi olarak açıklayabilmemiz mümkündür. Tıbbi açıdan bakıldığında korku hemen her vakada soluk beniz, terleme, titreme veya çarpıntı halleri ile birlikte seyreder. Korku hastalıkları ise korkunun şiddetli bir hali olarak kabul edilir. Bilinçli olarak tanınan dış tehlike kaynaklarına karşı gösterilen emosyonel tepkiye korku denir. Günlük hayatımızda huzursuzluk ve ürkme halinden dehşet duygusuna kadar sübjektif olarak değişen korku dereceleri yaşarız. Korkunun bedensel veya fizyolojik belirtileri ise otonom sinir sisteminde ve iç salgı bezlerinde meydana gelen değişmelerdir. Korkunun arkasından yapılan kan muayenelerinde serumda bazı maddelerin (adrenalin, kortizol gibi) artmış olduğu görülür. Deri damarlarının büzülmesi, kılların dikilmesi (ürperme), kan dolaşımının artması, nabzın hızlanması, terleme ve titreme (tremor) insanda görülen tipik korku belirtilerindendir. Anksiyete veya huzursuzluk denilen halde ise korku kaynağı bilinmediği halde psikolojik bir gerginlik vardır. Psikolojik bozukluklar arasında hastalık derecesine varan korkuya ise fobi adı verilir. Fobileri olan insan-

lar bazı durumlara, kimselere veya nesnelere özel anlam verip bunlarla karşılaştıklarında korku duyarlar. Korku genellikle bir insanın tehdit edici bir duruma verdiği tepki olarak tanımlanır. Örneğin; bir çocuk havlayan bir köpek tarafından kovalanıyorsa ya da sınıfın kabadayısı bahçede yumruklarını sıkarak üstüne geliyorsa korkar. Korku neredeyse herkesin yaşamının belli zamanlar bir parçası olmuştur. Çocuklar için korku gelişimin normal bir parçasıdır ve dile getirilmesi büyümenin olumlu ve sağlıklı bir yönüdür. Çocuklar bu normal korkular aracılığıyla çevrelerine uyum sağlamayı ve kendilerini sıkıntıya sokan şeylerle baş etmeyi öğrenirler. Hatta korku çocukları güvende tutan bir işleve de sahiptir. Korku olmasaydı, çocuklar okul bahçesinde oynar gibi trafikte koşabilirlerdi. Anne babalar bilerek ya da bilmeyerek çocukların bazı korkuları edinmesini sağlar; caddeye fırlamamalarını, sıcak bir sobaya dokunmamalarını, vidayı elektrik prizine sokmamalarını ya da gök gürlerken dışarı çıkmamalarını söylerler. Bu korkuların yerleşmesi hem çocuğunuzun korun-

masına hem de sizin içinizin rahat olmasına yardım eder. Freud bilinçdışı süreçler üzerinde durmuştur. Bilinçdışı süreçler, inşanın farkında olmadığı, ancak yine davranışı etkileyen düşünce, korku ve arzulardır. Freud'a göre çocukluk sırasında anne baba ve toplum tarafından yasaklanan davranışlar, doğuştan gelen içgüdülerden kaynaklanmamaktadır. Freud'a göre bilinçdışı davranışlar, rüyalarda, dil sürçmelerinde, tutumlarda ve bunun yanı sıra sanatsal/edebi etkinlik gibi toplumsal olarak onaylanan davranış biçimleriyle ifade edilmektedir. Birey kendini, kendisi için önemli olan kişilerden daha aşağı durumda (statüde) algıladığında, onlar tarafından onaylanma ve onları memnun etme gereksinimi artmaktadır. Bireyin bu başkalarını memnun etme gereksinimi ve onaylanmama korkusu, insan olarak başarısız olma, saygınlığını yitirme, zayıf görülme gibi duygu ve davranışların depresyonla ilişkisi, onun bu kişilere bağlılığı veya onlara yakın olma gereksiniminden çok, onu boyun eğici davranışlara yönelten yetersizlik korkuları ile açıklanabilir.

13


14


Yeni ve bilinmeyen her şey insana ürküntü verir. Çocuğun da güçsüzlüğü ve bilmediklerinin çokluğu düşünülürse, özellikle ilk yıllarda korkuların çokluğu daha rahat anlaşılabilir. Çocuk çevresini tanıdıkça, beden gücü ve zihin yetenekleri geliştikçe, korkularını bir bir yener. Bir bakıma insan yavrusu, çevresinden ve kendi içinden gelen korkuları yene yene olgunlaşır. Örneğin; bir bebek için her şey korkutucudur; gürültüler, alışılmamış nesneler, yabancı bir yüz gibi… Ayrıca bebek, acıkma, susama, altının ıslanması gibi kendi içinden gelen nedenlerle de korku tepkisi gösterebilir. Korku, tehlikeli durumlar yaratan bir heyecan halidir. Herkes korku ve kaygı yaşar. Korku aslında, tehlikeli durumlardan sakınmamıza yardım eden sağlıklı ve uyum sağlayıcı bir tepkidir. Korku hayali şeylere tepki olarak gösterildiğinde veya normal günlük işleyişi aksattığında problem olmaya başlar. Korkunun aşırı gelişimi ve sürekliliği fobileri yaratır. Çocukların hissettiği korkuların nedenleri şunlardır: Bedensel bozukluklar, hastalıklar ve kazalar çocuklarda köklü korkuların yerleşmesine neden olabilir. Çocukları tek başlarına bırakma yoluyla onları korku verici yaşantılarla tek başına bırakmak. Yanındaki insanın korktuğu şeylerden korkması yani taklitçilik geliştirmek yoluyla korku. Korkuyu eğitimde bir motive aracı olarak kullanmak (yaramazlık edersen .... olur vs.)

Çocuğun ve gencin geçirmiş olduğu şoklar (boğulma tehlikesi geçirmiş çocuk denizden korkar vs.). Çocuklarda belli korkular belli gelişme aşamalarında yaygındır. Burada normal olan korkuların onların görüldüğü yaş dönemleri:  0–6 Ay: Gürültülü sesler  6–9 Ay: Asıl bakıcı dışındaki yetişkinler ve düşmek.  2.Yıl: Gök gürültüsü, canavarlar, büyük nesneler.  3.Yıl: Hayvanlar, karanlık, yalnız kalmak.  4.Yıl: Büyük hayvanlar, anne ve babanın geceleri veya iş için yalnız bırakması  5.Yıl: Karanlık, köpekler.  6.Yıl: Canavarlar, hayaletler, büyücü kadınlar, hırsızlar, yatağın altındaki bir şeyler veya birileri. Bu ve benzeri korkular çocuklarda çok yaygındır. Bunlar tahmin edilenden çok fazla sürmediği ve/veya aşırı kaçmadığı, normalden sapmadığı müddetçe çok fazla endişelenmeye gerek yoktur. Çoğu çocuk onları terk edecektir. Anne ve babalar

sadece çocuğun içini rahatlatmalı ve düzenini sürdürmelidir. Örneğin; canavar korkusuyla çocuğun uyku saatinin aksatılmasına veya yerinin değiştirilmesine izin verilmemelidir. Bu kaçma, sadece korkunun güçlenmesine hizmet edecek ve onu sakinleştirmek daha da zorlaşacaktır. İki-üç yaş çocukları yüksek seslerden, tuvaletin çekilmesinden, elektrik süpürgesinden, gök gürültüsünden ürkerler. Üç-dört yaşlarında bunlara karanlık, dilenci, hırsız, polis ve öcü korkuları eklenir. Bu yaşlarda anne-babadan ayrı kalmak tedirginliğe yol açar. Kalabalıkta, birkaç dakika annesinden ayrı kalan üç-dört yaş çocuğunun uğradığı panik herkesçe bilinir. Çocuk yırtınırcasına ağlar; gözlerinden korku ve şaşkınlık okunur. Çoğu kez de altını ıslatır. Balta girmemiş bir ormanda tek başına yol arayan yetişkin bir insanın durumu da bu çocuğunkinden farklı değildir. Çarşıda pazarda bazı konularda ısrarcı davranan çocuklara anneler bundan yararlanarak kolayca susturur: "Uslu durmazsan bırakır giderim!" derler.

15


Uyandırılan korku derecesi ile bunun tutum ve davranışlar üzerindeki etkisi çeşitli araştırmalarla incelenmiştir. Bu konu daha çok sosyal psikoloji ve iletişim uzmanlarının dikkatini çekmektedir. Korkunun yüksek düzeyde olmasının çocuklarda olumsuz yönde tesir yaptığı bilinmektedir. Çünkü çocuk, korku ile oluşturulmak istenen davranış değişikliğinin sebebini bilmemekte ve korkuyu içselleştirememektedir. Kağıtçıbaşı, bir farazi ile bu konuyu şöyle açıklamaktadır: Örneğin, ders çalışmayı sevmeyen Fatma'nın bu davranışına büyük bir ceza ile mi yoksa küçük bir ceza ile mi korkutarak engel olmak daha etkilidir? Fatma ders çalışmak istememektedir. Bu tutumuna ters düşen bir davranışı yani ders çalışması sağlanmıştır. Büyük bir ceza söz konusu ise, Fatma, davranışını bu cezaya çarpılmamak için yaptığını düşünecek, ders çalışmayı sevmeme tutumunda herhangi bir değişiklik olmayacaktır. Yanında kendisini cezalandırabilecek bir büyük var iken Fatma ders çalışacak, fakat kendi kendine kalınca tutumu değişmemiş olduğundan yine çalışmayacaktır. Oysa küçük bir ceza ile Fatma'nın ders çalışması sağlanmışsa durum farklıdır. Fatma ders çalışma davranışını, bu hafif ceza ile kendi kendi-

ne açıklayamayacağı için, yani bu kadar az bir cezadan kurtulmak için bu kadar tatsız bir işin yapılması pek akla yatkın olmayacağından, onu bir iç nedenle açıklayacaktır. Yani, Fatma tutumunu davranışı doğrultusunda değiştirerek aslında ders çalışmaktan o kadar nefret etmediğine, hatta belki hoşlandığına kendisini inandıracaktır. Gençlerde ve yetişkinlerde yüksek korkunun toplumsallık üzerinde yoğun motive edici etkisi olduğu bilimsel araştırmalarla ortaya konmuştur: Schachter'in 1959 yılında bu konuda yaptığı deney özetle şöyledir: Kendilerine, yapılan araştırmanın elektrik şokunun etkileri ile ilgili olduğu söylenen deneklerden bir gruba elektrik şoku hakkında yüksek düzeyde korkutucu bilgiler, diğer gruba da düşük korku düzeyinde rahatlatıcı bilgiler verilmiş ve ilk grubun ikincisinden daha fazla korktuğu gözlenmiştir. Elektrik şokuna bağlanmadan, isteyenlerin odalarda birlikte veya yalnız olarak beklemeleri gerektiği söylenmiştir. Korku düzeyi yüksek olan deneklerin korku düzeyi düşük olanlara göre daha yüksek oranda birlikte bekledikleri tespit edilmiştir. Bu sonuca bakıldığında yüksek korku düzeyinin toplumsallık eğilimini artırdığı görülmektedir. Yüksek korkunun bu noktadaki motive edici etkisi evrenseldir. Ancak farklı konulardaki korkuların eğitim ve zekâ dü-

zeyine göre farklı kişilikteki insanlarda farklı etkiler yaptığı başka araştırmalarla belirlenmiştir: 1953 yılında Janis ve Feshbach tarafından yapılan bir deneyde üç grup dinleyiciye diş sıhhati ve bakımı konusunda fotoğraflar da kullanılarak konuşma yapılmıştır. Bu konuşmalardan biri çok korkutucu olarak hazırlanmış, dişlere bakılmadığı takdirde çeşitli hastalıkların meydana gelebileceği öne sürülmüş ve çok çirkin görünüşlü diş ve ağız hastalıklarının fotoğrafları gösterilmiştir. Diğer iki konuşma, orta derecede ve az derecede korku meydana getirecek şekilde hazırlanmıştır. Bu işlemler sonunda, yukarıdaki toplumsallaşma deneyinin aksine, az korku yaratıcı iletişimin en etkili olduğu görülmektedir. Bu gruptaki dinleyicilerin altısının diş bakımına daha fazla önem verdiği görülmüştür. Kuvvetli korku yaratıcı iletişim sonucunda ise deneklerin sadece %8'inin davranışlarında bu tür bir değişme görülmüştür. Denekler, aşırı korku yaratıcı iletişime inanmamışlar, art niyet olabileceğini düşünmüşler, şüphe ile karşılamışlardır. Kendilerini savunmuşlardır. Aşırı korku verici iletişim çok rahatsız edici olduğundan, kişi bu sıkıntıdan kurtulmak için iletişimi reddetmektedir. Buna, aşırı korkuya karşı benliği savunma da diyebiliriz.

16


17


ve kişinin gelişimini bir dönemde duracağı ve bir sonra ki evreye geçemeyeceğine karşıdır. Çünkü Horney‟e göre kişilik sürekli gelişir. Dönemlere ayrılmasında takılıp kalması da söz konusu değildir. Ayrıca kişiliği Freud gibi biyolojik temellerle değil sosyal temellerle açıklar.

Alman asıllı, ABD’li doktor ve psikanalisttir. İlk feministlerdendir. Modern psikanalistler arasında yer alır. İlk kadın kuramcı olarak tarihe geçmiştir. Horney, Hamburg’ta dünyaya gelmiştir. Annesi yaşam dolu yenilik ve özgürlükçü bir kadın olup; babası annesinden yaşlı, somurtkan oldukça dindar biridir. Horney, kuramının taşlarını kendi ailesinden, yaşanan sorunlarla oturtur. Abisi üniversite okurken, babası kendisinin cinsiyet faktörüne bağlı olarak okumasına engel olmuştur. Çünkü ailesine göre okumak, bir kadın için en gereksiz işti. Ayrıca babasının zekâsını küçümsemesi, aşağılık bir insan olarak nitelendirmelerde bulunması Horney‟i aşağılık, değersizlik, düşmanlık gibi olumsuz duygulara itmişti. Düşmanlığını, en yakını olan babası ve abisine beslemiştir. Yaşadığı bu olumsuz duygu tutumları Horney‟in psikanalistlik yolundaki adımlarını ilerletmiştir. Horney, kişiliğin ilk çocukluk yıllarında geliştiği konusunda Freud ile aynı fikirdedir. Fakat Horney kişiliğin Freud‟un bahsettiği üzere, dönemlere ayrılmasına

Horney Amerikalı hastaları üzerinde çalışırken, Avrupa‟da ki hastalarına benzemediklerini fark etmiştir. Freud‟la ayrılan bir diğer noktada budur. Freud, evrensel biyolojik temellere bağlarken, Horney sosyokültürel açıdan ele almıştır. Horney, Freud‟un çalıştığı dönemin şartları etkisinde kaldığını bu görüşüyle açıklar; „‟Nörotikler ve onların tedavileri göz önüne alındığında Freud‟un kötümserliği, insanın iyiliğine ve insanın gelişimine dair yanlış inanışlarından kaynaklanır. Freud insanın acı çekmeye veya mahvetmeye mahkûm olduğunu varsayar. Benim görüşüm ise insanın kendi potansiyellerini geliştirme ve saygın biri olma istek ve yeteneğine sahip olduğu yönündedir. İnanıyorum ki, insan değişebilir ve yaşadığı müddetçe bunun üstesinden gelebilir.”. Horney‟in aile yaşamında babası ve abisine olan düşman tutumu, çalışma hayatında „Temel Anksiyete Bozukluğu‟ adındaki görüşüne temel olmuştur. Bu teorisinin altında yatan sebep, bir çocukluğun düşmanca bir ortamda izole edilmiş ve yardımsız kalmasıdır. Anksiyete, ebeveynin çocuğuna yönelik davranışları sonucunda ortaya çıkar. Üstünlük tavrı, koruma eksikliği, sevgi eksikliği, tutarsızlık şiddet gibi. Anksiyete doğuştan gelen bir bo-

zukluk değildir. Sosyal ve çevresel faktörlere bağlı olarak gelişir. Çocuk, sosyo-kültürel çevrede yaşanan çatışma ortamında, bazı çözümlere başvurur. Bu çözümler, kişilikte yerleşmiş olarak bulunursa, nörotik ihtiyaç adını alır. Kişi Anksiyeteye karşı kendini savunurken nevrotik ihtiyaçlardan yararlanır. Karen nevrotik ihtiyaçları 3‟e ayırır 1- İtaatkâr / Boyun Eğen Kişilik : Kabul görme, beğenilme ihtiyacını kişilere ılımlı yaklaşarak giderirler. 2- Bağımsız / Kaygılı Kişilik : İdeal benlik ve gerçek benlik arasında yaşadığı çatışma sonucu ideal benliğini ortaya koymak için bağımsız ve mükemmeliyetçi bir kişiliğe bürünüp kişilerden uzaklaşırlar. 3- Saldırgan Kişilik : Başarı, takdir edilme, güç kazanma ihtiyacını doyuma ulaştırmak için saldırgan bir tutum sergiler. Horney‟e göre nevrotiğin başvurduğu bu yollar gerçekçi değildir. Kişiyi kendi içinde yeni çatışmalara iter. Horney‟in Freud‟dan ayrılan bir diğer yönü ise, cinsel faktörlerin üstünlüğünü kabul etmemesidir. Freud‟a göre, kadınlar erkek cinsel organına özenme, kıskançlık gibi duygular besler. Horney ise bu görüşe karşı çıkmış ve erkeklerin kadınların rahmine olan kıskançlığına değinmiş ve bu kıskançlığın erkeklerde kadınları küçümseme, aşağılama, şiddet duygularına yönelttiğini savunmuştur.

18


Otizm, sosyal becerilerin ve iletişim becerilerinin oluşmasını etkileyen bir gelişim bozukluğudur. Otizm, genellikle yaşamın ilk 2 yılında ortaya çıkar. Otistik çocuklar genelde öğrenme zorluğu çekerler. Otistik çocukların büyük bir kısmında farklı seviyelerde zekâ geriliği görülse de zekâ seviyeleri normal olan otistik çocuklar da vardır. Ancak genel zekâ seviyeleri ne olursa olsun, otistik çocuklar, çevrelerindeki dünyayı algılamakta ortak bir zorluk çekerler. Bir annenin doğum sonrası çocuğunun (tüm özür grupları dâhil olmak üzere) özürlü olma oranı %2‟dir, otistik olması oranı ise %0,5‟tir. Eskiden bu oran 4/10.000 olarak değerlendirilirdi. Bir otistik çocuktan sonra ikinci çocukta otizm ortaya çıkması riski %3‟tür. Otizm, erkek çocuklarda kız çocuklarından 4 kat daha fazla görünmektedir. Her çocuktaki otistik belirtiler ve bunların seviyesi farklılık gösterebilir, bu nedenle otizmin seviyelerini kategorize etmek güçtür. Asperger ve Rett Sendromu olarak bilinen otizm formları da bulunmaktadır. Otizmin Belirtileri Nelerdir? Ψ Sosyal ilişkilerde güçlük Konuşma güçlüğü Ψ Sessiz iletişimde zorlanma Ψ Hayal gücünü kullanmada zorlanma Ψ Değişikliklere karşı tepki ve direnç gösterme Otizmin Tipik Özellikleri Otistik bir çocuk; başkalarına karşı ilgisizdir. Göz temasından kaçınır. Başkaları ile kendiliğinden iletişim kurmaz. İsteklerini bir yetişkinin ellerini kullanarak belirtir. Diğer çocuklarla oynamaz. Sürekli bir konu üzerinde konuşur. Sebepsiz şekilde ağlar, güler ve sebepsiz davranışlarda bulunur. Anlamsız sözleri üst üste tekrarlar. Nesneleri tutup sürekli döndürmekten hoşlanır. Değişiklerden hoşlanmaz. Yaratıcılık gerektiren oyunları oynayamaz.


Size göre olgunlaşmak nedir? Ya da korku? En mutlu anınızı hatırlıyor musunuz? Peki ya en üzgün hissettiğiniz zamanı? Bize biraz başarılarınızdan bahseder misiniz? Sahile indik ve farklı yaş gruplarından insanlara bu soruları sorduk. Birbirinden ilginç cevaplar aldık. 5 yaşındaki çocuğun gözünden korkuyu ve 65 yaşındaki amcanın gözünden mutluluğu gördük. Acaba yaşlanınca bizim için mutluluğun tanımı ne olacak, ne dersiniz? Keyifli okumalar…

20


21


Kilitli bir kutu olarak düşündüğümüzde anahtarını aşk diye adlandırdığımız hayatımıza sosyal psikolojiden bakmak istedik. Tam olarak aşka başlamadan önce; „Başkalarına neden ihtiyaç duyarız?‟, „İnsan kendi kendine yetemez mi?‟ sorularına cevap arayalım: Sosyal psikologlara göre insanlarla yakın ilişki kurmak doğamızın temel bileşenidir çünkü bağlanma ihtiyacımızı doyurur. 'Diğeri' ile ilişki içinde olduğumuzda güvenlik ve konfor arayışımız doyum bulur. Değerimiz onaylanır, diğerinden aldığımız onaylarla kimlik ve değerimiz konusunda emin oluruz. Ona yardım edip önemli olduğumuz duygusunu ediniriz.

Toplumumuzda insanlar arası çekimi olumlu ve olumsuz düşünecek olursak; olumlu olan çekim daha çok dostluktadır. Aşk ise; aşk acısı, aşk yarası, kara sevda gibi deyimlerle anılır. Halk hikâyelerinde ve efsanelerde işlenen büyük aşklar genellikle mutlu son ile bitmediği için insanlar üzerinde olumsuz etki bırakır.

Kişiler arası çekimin oluşabilmesinde kişilerin birbirinin algı alanında (birbirlerini görmesi, karşılaşması, iletişime girmesi) yer alması gerekir. Benlik imajı ve sunumu ile ilgili çalışmalarda fiziksel görünüşün insan ilişkileri ve sosyal yaşamdaki rolü ortaya konmuştur. Fiziksel çekicilik veya güzellik bir ilişkinin başlangıcında diğer faktörlerden daha önemlidir. Çünkü bir kişi ile karşılaştığımızı düşünürsek onun kişiliği, inançları, ilgileri ve sosyal statüsü bu aşamada görünür olmadığından fiziksel özellikler dikkat çeker.

'Diğer' kişinin varlığının bilincine varılmasıdır. Taraflardan her biri diğerini keşfetmeye çaba harcar. Birbirlerinin kişisel özelliklerini, boş zaman etkinliklerini, ilgi ve zevklerini öğrenir benzerlik fark ederlerse ilişkinin devamı konusunda adım atarlar. İlişkinin devam edeceği fikriyle bu aşamaya gelen taraflar kendilerini daha çok açarlar. Karşılıklı ilgi gösterip mahremiyetlerinde kendilerini gösterirler. Birbirini ödüllendirici ve yüceltici bir ilişkiye yönelirler. Her insanın yaşamının bir döneminde en az bir kere yaşadığı ya da yaşamayı umut ettiği bir duygusal durum olan aşk; sosyal psikologların çokça ele aldığı bir konudur. Sevme tarzını ele alan birçok sınıflandırma vardır. Bu sınıflandırmalardan biri 3 temel ve 3 de ikinci dereceden ilişki tipini öngörmüştür: : Yıldırım aşkı olarak başlar. Tutkulu bir aşktır. Cinsel boyutla birlikte fiziksel görünüşün de çok önemli olduğu bir aşk tipidir çünkü fiziksel imaja sahip olma söz konusudur. : Bu aşk tipi bağlayıcı, sahiplenici ve yoğun değildir. Kıskançlık belirtisi görülmez. Aşk ve cinsellik bir uğraş gibi yürütülür. Dostluk temelinde gelişen ve yavaş ilerleyen tutkunun yerini şefkatin aldığı bir aşk türüdür. Bunlar birinci dereceden aşk tipleridir.

22


Sahiplenici aşktır. Kıskançlık ve kaygı içerir. Makul ve ölçülüdür. Becerikli ve nitelikli bir partner arayışı vardır. Diğerkâm aşk; sevmenin bir görev olarak yaşandığı, karşılık beklemeden sevmenin söz konusu olduğu bir ilişkidir. Bu aşk tiplerini temel alan bir çalışmada 'Aşka İlişkin Tutumlar Ölçeği' aracılığıyla 107 çiftin aşk durumu incelenerek bazı sorulara cevap aranmıştır. Bu sorulardan bazıları: „Kadınlar ve erkekler aşkı başka şekillerde mi yaşarlar?‟, „Aşk tipleri ilişki türüne göre farklılaşır mı?‟, „Hangi aşk tipi daha mutlu eder?‟ şeklindedir.

Romantizm; bir bireyin, aşkın, evliliğin ve kadın-erkek etkileşiminin etkin bileşen olarak birincil addedildiği ve diğer tüm bedelleri mantıklı düşüncelerin dışında bırakan ilişkilere olan eğilimi olarak tanımlanmıştır. Peki ya hangisi daha romantik? 2002 yılında yapılan bir araştırmada Amerikalı, Hintli ve Türk gençlerin romantizm düzeylerine bakılmıştır. Çoktan aza doğru sıralandığında, Amerikalı, Türk ve Hintli öğrenciler şeklinde olmuştur. Neden? Sanayileşmiş ve teknolojik açıdan gelişmiş ülkelerde geleneksel ve az sanayileşmiş toplumlara göre romantik ilişkilere daha çok önem verildiği görülmüştür. Batılı toplumlarda bireylerin eş seçiminde daha özgür olması kültürel sınırlandırmalara daha az maruz kalması daha çok romantik ilişki deneyimlemelerine neden olmuştur. Geleneksel toplumlarda bireyler ailelerinin beklentilerini ve sosyal rollerini düşünerek eş seçtiğinden romantik ilişki deneyimlemeleri daha az olmuştur.

Kıskançlığın tam bir tanımı var mıdır? Shakespeare'in tanımı ile 'yeşil gözlü canavar'. Bazı sosyal psikologlara göre kıskançlık kültürel bir olgudur. Onlar, bu ilişkinin salt kendilerine ait olmasını bir gurur sorunu yapan toplumlara özgü olduğunu öne sürmüşlerdir. Örneğin; bir eş edinmenin ve evliliğin önemli olduğu, cinsel açıdan muhafazakâr olan kültürlerde kıskançlık düzeyinin daha yüksek olduğu söylenebilir. Kadın ve erkeklerin kıskançlığa tepkileri farklıdır. Kadınlar kıskançlık sorununa yapıcı çözümler ararken, erkekler onurlarının yaralandığı duygusuna kapılarak başka ilişkilere yönelirler. Erkekler kadınlardan daha bağışlayıcı, destekleyici olmaktadırlar ve eşlerinin iyiliklerini kendi iyiliklerinden daha çok düşünmektedirler. Aşk tipleri ilişki türüne göre farklılaşmaktadır. Flört eden çiftler, nişanlı/sözlü çiftlere göre daha 'sahiplenici aşk' yaşarlar. Diğer türlerle kıyaslandığında flört ilişkilerinde kaybetme korkusu daha fazladır.

Kıskançlık ile başa çıkmanın kolay bir yolu yoktur. Pek çok psikolog bir ilişkiyi salt kendimiz için isteme ile kendi değerimiz arasındaki bağı azaltmayı öneriyor. Yani; sevdiğimiz birinin başkasını sevmesi ne kadar hoş olmasa da bu ne sizin ne de partnerinizin kötü ve değersiz olduğu anlamına gelmez.

İncelenen çiftler arasında romantik/tutkulu, diğerkâm ve sahiplenici aşk yaşayanların daha mutlu; oyun gibi aşk yaşayanların daha az mutlu olduğu görülmüştür.

23


Anarşist Banker, Fernando Pessoa‟nın 1922 yılında yazdığı „Anarşistten Banker mi olur?‟ sorusu üzerine şekillenen bir kitaptır. Kitabın yazarı Pessoa, 1888 Lizbon doğumludur. Ama neyse ki yazar hakkında daha fazla vikipedik bilgi vermeyeceğim. Aslına bakarsanız kitap, iki arkadaşın yemek sonrası yaptığı kısa bir sohbettir. Antik çağ felsefesinin diyalog yöntemi kullanılmıştır. Tahmin edersiniz ki daha çok Banker‟in, arkadaşının deyimiyle kodaman iş adamının, konuşmalarına yer verilmiştir. Arkadaşının sorularıyla konuşma yön değiştirir. Banker‟e göre anarşist, toplumdaki insanların eşit olmayan şartlarda doğmasının yönettiği adaletsizliğe başkaldıran kişidir. Bu, insanların anarşist olma nedenlerinin psikolojik boyutudur. Anarşizm „Doğanın adaletsizliği karşısında yapacağımız bir şey yok fakat neden toplum ve toplumsal düzendeki adaletsizlikler için bir şey yapmıyoruz?‟ sorusundan doğar. Banker, Rousseau vari bir doğallık isteği içindedir. Ona göre gerçek kötülük doğal olmayan toplumsal adetler ve kurgulardır. Zengin ya da fakir olmak, Portekizli ya da Arap olmak, birinin karısı ya da kocası olmak bunların hepsi toplumsal kurgulardır. Ve anarşizm dışında bu kurguları ortadan kaldırmayı amaçlayan bütün sistemler de kurgudur. Kitabın bir noktasında ise çoğu kişinin kafasını karıştıran sendikadaki anarşistlere değinilir. Banker şöyle der: „Onlar, işçi sendikalarındakiler ve bombacılar anarşizmin döküntüleri, büyük özgürlükçü doktrinlerin orospularıdır.‟. Bu tanım bana Ernest Hemingway‟in „Çanlar Kimin İçin Çalıyor‟ romanındaki yani İspanya İç Savaşı‟ndaki anarşistleri anımsatmıştır. Pessoa‟ya göre Banker, bilimsel anarşist yani hem teoride hem de pratikte anarşistken sendikadaki anarşistler ruhani anarşistlerdir. Hatta bana kalırsa anarşist değillerdir. Kitaptan Banker‟in materyalist ve anarşist olduğunu çıkarmak yanlış olmaz sanırım. Banker, maddesel olarak var olmayana insanların adapte olamayacağını savunur ve eğer Hıristiyan olsaydı anarşist olmayacağını dile getirir. Bu düşünce aşamasına gelene kadar yaşadığı zorluklara da değinir. Bu noktada anarşist öğretinin çıkmazlarına el atar. Bunlardan birisi ve bana göre kitabın en can alıcı noktası neden banker olduğunu açıkladığı kısmıdır. Bunu kısaca doğalı savunmasına, anarşizmin doğallık gerektirdiğine bağlar ve „İnsan doğası gereği bencildir.‟ yargısını öne sürer. Ona göre insanlardaki dayanışma görevi ancak bencilce bir ödül sağladığı sürece doğaldır. Ki bu kısımda kendisiyle çelişir. Bir taraftan eşitsizliği karalarken diğer taraftan savunmuştur. Kendisi de bu durumla ilgili sıkıntılarını dile getirir ve çoğu zaman doktrinine ihanet ettiğini düşündüğünü söyler. Yaşadığı bir diğer zorluk ise içinde bulunduğu örgütte ortaya çıkan hiyerarşik durumdur. Bu durum, küçük ve samimi bir grupta dahi gerçekleşir ve anarşist doktrinlerle çelişirken anarşist toplumun hiçbir zaman var olamayacağı düşüncesini doğurmuştur. Fakat daha sonra tek gerçek anarşist eylem planının bireyin kendisini özgürleştirmesi şeklinde olacağını ve bunu banker olarak gerçekleştirebileceğini fark etmiştir. Bu kısa, sade ve öz anlatıma sahip kitap, anarşist bir bankerin nasıl olacağı sorusundan yola çıkıp anarşizmi bütün ana hatlarıyla açıklamıştır. Burjuvazi eleştirisi yaparken anarşizmi de eleştirmiştir. Okumanızı tavsiye eder, teşekkürlerimi sunarım.

24


Plasebo‟nun ilk sayısında sizlere çok özel bir filmi önereceğim; „Kelebek‟, orijinal ismi ile nam-ı değer „Papillon‟. 1973 yapımı bir ABD filmi. Özgürlüğe adanmış bir başyapıt. Henri Chariere‟ın 'Kelebek‟ adlı kitabından uyarlanan film, haksız yere hapse atılan bir adamın orada yaşadıkları ve kaçış macerasını anlatıyor. Konu size pek klişe gelebilir ama emin olun izledikten sonra fikriniz değişecektir. Yazarın kendi hikâyesini anlatması, dostluğu, sadakati, özgürlüğü işleme biçimi, tüm bunların üstüne Jerry Goldsmith müzikleri de eklenince filmin rüzgârına kapılıyorsunuz. Her filmin bir acabası vardır. Bu filmin acabası ne derseniz? Bence arkadaşlık ve sadakat. İzledikten sonra düşündüm, acaba var mıdır gerçek hayatta böyle arkadaşlık, böyle sadakat, cevabı bulamadım, belki siz bulursunuz. Filmin diğer bir özelliği „özgürlük‟ kavramını ele alışı. Birçok filmde aşina olduğumuz bir konu ama bu filmde farklı, hem de çok farklı. Film o kadar naif ve güçlü anlatmış ki bu konuyu, adeta özgürlüğü arzulayacaksınız. Oyunculara gelecek olursak; sağlam bir oyuncu kadrosuna sahip olan filmde Steve McQueen ve Dustin Hoffman gibi iki usta oyuncu olunca diyecek laf kalmıyor. Bu filmde aşk yok, ihtiras yok, ihanet yok, kavga yok, savaş yok, gizem yok, duygu sömürüsü yok. Bu filmde sadakat var, arkadaşlık var, hem öyle diğer filmler gibi yapay da değil, hepsi gerçek. Umarım izleyince siz de keyifli vakit geçirirsiniz. Şimdiden iyi seyirler…


25 – 26 Mart 2015 tarihlerinde Mersin Üniversitesi Psikoloji Topluluğu tarafından Psikoloji Günleri etkinliğinin 7.‟si düzenlendi. Bu yılki Psikoloji Günleri, „Algı‟ teması ve ‟Kime Göre?‟ başlığıyla hazırlanıp sunuldu ve iki gün sürdü. Mersin Üniversitesi Psikoloji Topluluğu tarafından düzenlenen 7. Psikoloji Günleri Prof. Dr. Uğur Oral Kültür Merkezi‟nde psikoloji bölümü öğretim elemanları, psikoloji bölümü ve diğer bölüm öğrencilerinin katılımıyla gerçekleşti. 7. Psikoloji Günlerinin açılışı, Psikoloji Topluluğu‟nun bir yıl içerisinde yaptığı etkinlikleri anlatan video sunumuyla başladı. Açılış konuşmalarını Fen-Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ünsal Yetim ve Arş. Gör. Bahtım Kütük yaptı. Prof. Dr. Yetim, Psikoloji Günleri‟nin 7‟ncisinde öğrencilerle bir arada olmaktan duyduğu memnuniyeti ifade etti. Psikoloji Topluluğu‟nun oldukça aktif olduğunu söyleyen Yetim, anlamlı ve yerinde etkinlikler gerçekleştiren öğrencileriyle gurur duyduğunu aktardı. Yetim konuşmasına kendisinin de hocası olan ve geçtiğimiz Şubat ayında yaşamını yitiren Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü Başkanı ve Sosyal Psikoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Nuri Bilgin ile Mersin‟de cinayete kurban giden psikoloji öğrencisi Özgecan Aslan‟ı anarak devam etti. Bilgin‟in kaybını, psikoloji, bilim ve entelektüel yaşam için erken ve büyük bir kayıp olarak nitelendirdi. Yetim, “Sosyal psikolojinin yüz aklarından biri olan Prof. Dr. Bilgin, pek çok konuda kapı açan kişi olmuştur. Eksikliği doldurulamaz ama bizler öğrencileri olarak yolundan ilerleyeceğiz.” ifadelerini kullandı.

Açılış konuşmalarının ardından Araştırma Teknikleri dersi kapsamında her yıl verilen Mersin Üniversitesi Psikoloji Bölümü En İyi Araştırma Ödülü‟nün takdimine geçildi. ‟Eğlenceli ve Sıkıcı Faaliyetlerin Çocukların Zaman Algısı Üzerindeki Etkisi‟ konulu çalışmalarıyla ödül almaya hak kazanan Psikoloji Bölümü öğrencileri ödüllerini Doç. Dr. Serap Akgün‟ün elinden aldı.

Ödül töreninin ardından etkinliğin ilk oturumunu Çağ Üniversitesi Öğr. Gör. Kahraman Kıral, „Midas‟ın Kulakları: Sosyal Biliş ve Algı‟ başlığıyla gerçekleştirdi. Kıral konuşmasına Arşimed‟in hikâyesini anlatarak başladı. Mitolojiden faydalanarak yaptığı sunumunda ilk olarak “Algı konusu tarihsel bir süreçtir. Biz bu algının nasıl oluştuğunu psikoloji bakımdan inceliyoruz. Çünkü psikoloji köken olarak insan davranışını merak eder.” diyerek psikoloji ve algı arasındaki ilişkiyi vurguladı.

Arş. Gör. Bahtım Kütük ise Prof. Dr. Bilgin‟le tanışma hikâyesini katılımcılarla paylaşarak, “Kendine has bir tarzı olan, hem tatlı hem de sert birisiydi” dedi. Prof. Dr. Bilgin‟in çok çalışan ve öğrencilerden de aynı özveriyi bekleyen bir hoca olduğunu aktardı. Son olarak Prof. Dr. Bilgin‟in özgeçmişiyle ilgili bilgiler vererek sözlerini bitirdi.

26


Kahraman Kıral sunumunda mitolojideki tanrıların hikâyelerini anlatarak algı konusunu ifade etti. Klasik Yunan ve Rönesans birer patlamadır diyen Kıral “İnsan tarihte ne zaman kendini kırmaktan çekinmemişse o zaman dünyada patlamalar olmuştur. İnsanın kendine ve karşı cinse yansıması karanlıktır. Eğitim sisteminde karma eğitime karşı çıkılması karanlıktır ve bu yanlış bir algıdır.‟‟ İfadelerini kullandı. Öğrenciler tarafından ilgiyle dinlenen Kahraman Kıral konuşmasını Midas‟ın hikâyesini anlatarak sonlandırdı.

Kahraman Kıral‟ın oturumundan sonra çoğunluğunu psikoloji bölümü öğrencilerinin oluşturduğu müzik grubunun gerçekleştirdiği dinletinin ardından 7. Psikoloji Günleri‟nin ilk günü İstanbul Üniversitesi Gelişim Psikolojisi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Gül Şendil‟in „Çocuk ve Gençlerin, Ebeveynlerinin Evlilik Çatışmasını Algılayışı‟ başlıklı oturumu ile devam etti. Prof. Dr. Şendil konuşmasına kendi çalışma alanından bahsederek başladı. Konuşmasında boşanan çiftlerin çocuklarının sorunlu olarak görülmesindeki yanlış algıyı kıyaslamalar ile ifade etti. Şendil “Toplum içinde bilinen boşanmış çiftlerin çocuklarının psikolojilerinin düzgün olmadığı durumunun, evli olduğu halde çatışma içinde olan ailelerin çocuklarından daha az olduğu araştırmalarla ispat edilmiştir.” dedi.

Prof. Dr. Şendil‟in konuşmasının ardından ilk günkü etkinlikler Ankara Üniversitesi Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi Psikoloji Kürsüsü‟nün kurucusu Muzaffer Şerif‟in yaşam öyküsünün anlatıldığı ‟Sınırları Aşmak‟ adlı belgesel gösterimi ile paralelinde diğer salonlarda Prof. Dr. Gül Şendil ve Psikoterapist Ümit Ertem‟in gerçekleştirdiği „Psikoloji Bölümü Öğrencilerine Yönelik Atölye Çalışmaları‟nın ardından sona erdi.

7. Psikoloji Günleri‟nin ikinci günü Başkent Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Zuhal Yeniçeri Kökdemir‟in „Terör Ne, Terörist Kim?: Bireylerin Terörizm ve Terörist Algısı‟ başlıklı oturumu ile başladı. Yeniçeri, terör konusunun çalışılması en zor konulardan biri olduğunu ifade etti.

Terör ve terörist kavramlarının çok eski bir kavramlar olduğunu ve bu durumun 11 Eylül saldırısıyla daha görünür olmaya başladığını aktardı. Terörizm konusunda devletlerin toplumların algısını şekillendirdiğini ve herkese göre terörün aynı olmadığını vurguladı. Bunun bireylerin toplumsal özelliklerine göre değiştiğini belirtti. Yeniçeri son olarak bu çalışmaya 2006‟da başladığını ve özellikle hükümetlerin terör kavramını ve teröristi belirlediğini vurgulayarak „‟ODTÜ‟lü ve Beşiktaşlı biri olarak son birkaç yıldır beni de terörist olarak görüyorlar. Bize sunulan algı perspektifini üzerimize giyip ona göre şekilleniyoruz. Gezi eylemleri sırasında ise bu algı farklılaştığı ve empati duygusu arttı.” dedi.

Yeniçeri‟nin oturumunun ardından 7. Psikoloji Günleri, psikoloji bölümü öğrencilerinin hazırladığı, bireylerin cinsiyet algısına yönelik çalışmaların yer aldığı çeşitli video gösterimlerinin ve cinsiyet algısını yansıtan doğaçlama tiyatro çalışmalarının yer aldığı „Cinsiyet Algısı‟ temalı „Farkındalık Saati‟ oturumu ile devam etti.

27


7. Psikoloji Günleri, „Farkındalık Saati‟ oturumunun ardından Koç Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Fuat Balcı‟nın „Öznel Zaman ve Kararlar‟ başlıklı oturumu ile devam etti.

Balcı, konuşmasında zamanın algılanmasının diğer duyusal algı sistemlerinden farklı olarak özel bir duyu organı aracılığı ile gerçekleşmediğini ifade ederek, „‟Bu durum, deneyimlenen sürelerin aslında sinir sistemimizde fiilen kronometre işlevi gören sinirsel bir mekanizmanın ürünü olduğuna işaret etmektedir.‟‟ dedi. Yaklaşık iki saat süren konuşmasında zaman algısına yönelik yaptığı hayvan deneylerinden ve çalışmaların sonuçlarından bahsetti.

Devir kitabının karakterlerinden bahseden Temelkuran karakterleri oluştururken kafasında bir oyun kurduğunu ve karakterleri de bu oyunun içine yerleştirdiğini belirtti. Temelkuran “Bir çocuk dili icat ettim ve bu dille Ali ve Ayşe‟yi yarattım.” diyerek roman kahramanlarını nasıl oluşturduğunu anlattı.

Söyleşinin ardından Temelkuran, kültür merkezinde hazırlanan stantta okuyucularının kitaplarını imzaladı. Böylece 2 gün süren 7. Psikoloji Günleri, imza etkinliği ile sona ermiş oldu.

7. Psikoloji Günleri‟nin son oturumunda ise Gazeteci Yazar Ece Temelkuran ile „Karakterler ve Psikolojik Derinlik: “Devir‟ Karakterlerini Divana Yatırmak” başlıklı söyleşi gerçekleştirildi. Ece Temelkuran‟ın söyleşisine yaklaşık bin kişi katıldı. Bu kadar büyük bir katılım beklemediğini ve kalabalıktan etkilendiğini ifade eden Temelkuran “12 Eylül faşist darbesi bir günde olmadı. Şuan kendimizi çaresiz hissediyorsak o günlerde böyleydi. Hitler‟de faşizmi tek başına yapmadı, bunu düşünerek Devir‟i yazdım. Aslında bir nevi Türkiye‟yi divana yatırdım.” dedi.

28


“Hayatınızın şairi olun!” diyor, ünlü filozof Jacques de Coulon. Şiir, ne bir kaçış, ne de bir soyutlamadır. Fakat kendiniz olabilmeniz için bazı donuk kalıplardan daha iyi bir çıkış yoludur. Yazarın rehberliğinde şiirin faydaları ve şiire nasıl başlanacağı şöyle dile getiriliyor: „Şiir, hayatınızı sürdürebilmeniz için, bir gücü ve fazlasıyla etkili bir enerjiyi içinde gizli tutar.‟. Freiburg‟da bir okulun müdürü olan ünlü filozof, yazılarıyla bizi hayatı şiirleştirmeye teşvik ediyor. Peki, bu acele niye ve nasıl koyulmalı bu işe?

Acılara karşı kelimeler... Bugün bize tanıdık gelebilecek bir kavram, Jacques de Coulon‟la birlikte bambaşka bir boyut kazanıyor. Kelimelere evet fakat bu sefer şiirsel! Sadece bir kedere ad vermek ya da daha iyi bir iletişim kurmak için değil, ayrıca hayal gücümüzü özgür bırakmak ve ruhumuzun tanelerini harekete geçirmek için... O halde hangi şeytan bizi düşünmekten alıkoyabilir ki? “Dil varlığın evidir, onu biçimlendirirken bizi çevreleyen dünya üzerinde hareket edebilecek, ona yeni bir ışık verebileceğiz.” diye yanıtlıyor Jacques de Coulon. Bazen bu küçük değişiklik, kendi içimizde ve çevremizde taşıdığımız görünümünü yenilemek için yeterli şiiri getirebilir.

Bizi yetiştiren ve bize canlılık veren şiir rolünü; farklı yaşamak için dekor, aşk, ya da şehri değiştirmenin her zaman gerekli olmadığını göstererek yerine getiriyor.

Gereksiz tüm faaliyetler, şiiri bir kenara koymak için yarışıyorsa, ona bir öncelik verebilmek için Jacques de Coulon, asıl ihtiyacımız olan şiirin hatlarını takip etmeyi öneriyor. Belli bir politikayla yönetilen, anali-

tik ve istatistiksel yanı baskın düşüncenin büyük bir bölümüne, yaygın bir aktivizm baskısına ve dayatılan her görüşe karşı kapalı olacağız. Hayatı şiirleştirmek, amaçsızca bir şehirde gezinmek gibi, bulutları seyredebilmeyi, bakışımızı etrafımızdaki insanlara yöneltebilmeyi gerektirir.

Her kim „tedavi‟ diyorsa, acıdan bahsediyor. Jacques de Coulon‟a göre bizim acımız, ister ruh halleri, ister durumlar olsun, bunlar mesele bile değilken, hayatımızı bunları tanımlamak için harcadığımızdan geliyor. Bu nedenle; işimize, sevgilimize ya da arabamıza bağımlıyız. Onların varlığı, mutluluğumuz değillerken, yalnızca bizim refahımıza bağlıdır hâlbuki… Ki kaybolduklarında (bir işten çıkarılma, bir boşanma, bir hırsızlık gibi) bütün dengemiz tehdit edilir. Filozof, „Ama biz bu işten ve bu ilişkiden daha fazlasıyız.‟ diye ısrar ediyor. Aksine bir zorluk durumunda (bir bağlılık veya öfke) tamamen kendimize hapsoluyoruz. Nedense bu durumun geçici yanı gözümüzden kaçar. Büyük mutluluklar gibi bir kederin de ayrımında olabilecek yetiye sahip olmak gerekiyor. “Günler geçip gidiyor; ben kalıyorum…” diyor şairler. Şair olmak, durumumuzun metaforu değişirken, Mirabeau köprüsünde kendini nehrin akışını izlerken bulmayı gerektirir. O halde şiir, özgünlük yakalayabilmemiz için kimliklerimizin özgür kalmasına olanak sağlayabilir.

29


Bir ders almıştım geçen dönem, uygulamalı plastik sanatlar diye. Tüm dönem kara kalem çalışması yaptık. Çok beceremedim ama hocanın ara ara teorik sohbetleri oluyordu, seviyordum dersin o kısmını. „‟Hocam teorik bir ders açsanız alırdım.‟‟ demiştim. Bu dönem uğraştık, açtırdık dersi. Kitap okuyup eleştiriyoruz, makale okuyup eleştiriyoruz, ressamların eserlerini inceliyoruz vs. Tabi sanatla ilişkilendirerek. Çok güzel geçiyor. Bugün de makale eleştirdik. Orada hoca Erich Fromm‟un „Sahip Olmak ya da Olmak‟ kitabından bahsetti. Olmak, oluş nedir? Sahip olmak demek nedir? Nelere sahip olunur? Sahip olduğumuz şeylerle mi kendimiz oluruz... Gibisinden sorularla yine çok başka yerlere götürdü bizi. Sonuçta tüketim çağında insanların alışveriş yaptıkça, modaya uydukça, genelin beğenisine ayak uydurdukça kendi olabildiğine inandığına vardık. Ama herkes nereye gidiyorsa oraya gitmeye çalışan biri ne kadar kendi olabilmiştir, tartışılır.

''Hayatın kendi gerekçeleri vardır. Hepimiz bir biçimde birbirimizle bağlantılıyız ve bazen hastalıklı tümörleri kesip atmak gerekir ki bedenin geri kalanı sağlıklı yaşayabilsin.'' -Paulo Coelho Daha önce de insanlar konusunda yanıldığım çok olmuştur, genellikle ilk izlenimlerin yanıltıcı olması sonucu. Ama mücadele etmek bazen yıpratıcı olacaktır ki en iyi çözüm yolu da kökünden çözüm! Hayatınızdaki istemediğiniz şeylerden kurtulun, istemediğiniz eşyalardan, sevmediğiniz kitapları okumayın, gitmek istemediğiniz yerlere gitmeyin, hayatınızda olmasını istemediğiniz insanları hayatınızdan çıkarın ve sonra derin bir nefes alıp devam edin yolunuza. Temizlik güzeldir, o kirli çamaşırlar yıkansın. Gökyüzünüze siyah bulaştıranlardan kurtarın atmosferinizi. Karşılıklı olarak zarar verecek bir ilişki -ilişkinin türü ne olursa olsun- ayrılıklara gebedir.

Bana geçmişin fotoğrafını çekebilir misin Abidin? Hüzünlü bir şarkı, neşeli bir fotoğrafı hüzünlendirebilir. Ama neşeli bir şarkı, hüzünlü bir fotoğrafı neşelendiremez. Çünkü o fotoğraf geçmiştir. Bir saniye evvel çekilmiş olsa bile geçmiştir. Hayatından kopup gitmiş, ardında bıraktığın bir kanıt. Yakaladığın andan geriye kalan bir parça… Yaşlandığını gösteren bir belge… Yaşadıklarını anlatan bir hikâye… Bir insan bir hayata en fazla ne kadar kare sığdırabilir? Ya da bir insan bir kareye en fazla ne kadar hayat sığdırabilir? Aslında biz sadece fotoğraf çekilmiyorruz. Hayır, bu o kadar kolay bir şey değil. Biz hayattan o anı kendimiz için çalıyoruz. Yaşadığımız olaydaki kişilerin, yerlerin, duyguların bir saniyeye sığdığı kadarını çalıyoruz. Fotoğraf bu kadar mühim bir şeyken artık değerini kaybediyor. En iyisini bulana dek çekildiğimiz sayısız fotoğraflar geçmişi değiştirmekten başka bir şey değil. Tam da o anda o duyguyla çekildiğin fotoğrafın yerini 10 dakika sonra evet bu güzel oldu dediğin fotoğraf tutabilir mi? Sayısını bile hatırlamadığımız, dönüp bir daha bakmayacağımız, beğenilme arzusuyla çekildiğimiz ifadesiz fotoğraflar... Hepsinden öte ihanete uğramış bir saniyeler. Galiba artık fotoğraflar, bizim anlarımızı çalıyor. Ne dersiniz?


Evet, hızımızı alamayıp yine birilerine bir şeyler soralım dedik. Bu kez üniversitemizin kampüsündeyiz. Kampüs içerisinde önümüze çıkan öğrencilere bölümlerini sormadan „‟Size göre psikoloji nedir?‟‟ sorusunu yönelttik, birbirinden ilginç ve eğlenceli cevaplar aldık. Keyifli okumalar…  İnsanın ruh halidir.

Toplumumuzun delirmeye yakınlık halidir.

İnsanın içindeki duygu karmaşasıdır.

İnsan davranışının anlaşılması için yapılan bilimdir.

Sık sık bozulan bir şeydir.

Sağlıksız olma durumudur.

Bozulmaması gereken bir şeydir.

Deli bilimidir.

İnsanın beynindeki hücrelerin verdiği uyarıcılardır.

İnsanları çözümleme sanatıdır.

İnsanı araştıran bilimdir.

Psikoloji hazır pudinge benzer. Oku, meslek hazır.

Etkiye tepkidir.

İnsanın canı sıkkınken aklına gelen bölümdür.

Yaşam biçimidir.

Sevmediğimiz bir derstir.

Psikoloji insanın beyninde yarattığı bir şeydir. Meseleyi mesele etmezsen mesele diye bir şey kalmaz.

Çalışma hayatıdır.

Benlik çatışmasıdır.

Freud‟sun sen, in bilinçaltıma Rehabilite et beni, gir aklıma aklıma Egonu içselleştir, yakışan budur sana Umursamaz tavırlarınla ettin herkesi hasta Divan almışsın Bellona‟dan, pek yakışmış odana

31


32


Plasebo‟nun ilk sayısının son bölümünde 2014/2015 sezonunda gerçekleştirdiğimiz onlarca etkinlikten birkaçına yer verelim dedik. Etkinliklerde anlatılanları arkadaşlarımız pür dikkat dinlediler ve sizler için kısa kısa not aldılar. Keyifli okumalar…

Kendilik Bozuklukları üzerine yapılan bu konferans „Ben ve Öteki‟ kavramı üzerinden şekillenmiştir. Peki ya bütün canlılar kendilik bozuklukları veya anksiyete ile mi doğar? Bir canlının doğduktan sonra temel amacı hayatta kalabilmektir. Canlı bulunduğu ortama adaptasyon sağlayarak yaşamına devam etmek üzerine koşulludur… Nörobiyolojik Yapı: Anne çocuk arasında 2 yaşına kadar kültürel kodları aktaran bir sistem oluşur fakat bu normal bir çocuk için geçerli olan bir durumdur… Normal ve anormal çocuk ayrımını nasıl yaparız? Bunun açıklamasını güvenli ve güvensiz bağlanmış çocuklarla yaparız. Normal anne yaşamaktan keyif alan amaçları olan sevebilme kapasitesi olan annedir. Bu anne güvenli bağlanmayı sağlamış, gerçek tehlikeye karşı tedbirini almış ve çocuğunu yaşam laboratuvarına bırakıp çocuğun kendi başına bir şeyleri öğrenmesini hedefler. Yani normal anne + normal çocuk = güvenli bağlanma oluşturur… Bireyin sağlıklı bi kişiliğe sahip olabilmesi bu evrelerden geçmesine bağlıdır karakter bozukluğu oluşumu bu noktalarda oluşan bir eksiklikte devreye girer…

İlk olarak ihmal ve istismara değinelim; ihmal, çocukların temel ihtiyaçlarının karşılanmaması, kötü muameleye maruz kalmaları olarak adlandırılabilir. İhmal ve istismar birbirine çok yakın görünse de ihmal istismara göre pasif bir eylemdir, istismar daha aktiftir. İstismarın birkaç türü vardır. En çok kullanılanı fiziksel istismardır. Bu filmde çocuğa yapılan fiziksel istismar çocuğun vücudundaki darp izlerinden anlaşılabiliyor. Fiziksel istismar, aileler tarafından en kolay uygulanan istismar olduğundan en yaygınıdır. Fiziksel istismar, fiziki sorunlar yarattığı kadar ruhsal sorunlar da yaratır ve bunlar travmaya sebep olabilir. Fiziksel istismarın yanı sıra duygusal istismar da yaygın bir şekilde kullanılır. Bu istismar ise çocuğun ruh sağlığını ve gelişimini bozan aşağılama, tehdit etme, suçlama gibi söz ve davranışlara maruz kalma şeklidir… Çocukluk yılları yaşamın temel bir aşamasıdır. Uzun süreli bir etkiye sahip olup kişiliğin temellerinin atıldığı yıllardır. Çocuklar sosyalleşmeye ailede başladıkları için ebeveyn ile ilişki kurduktan sonra çevredekilerle nasıl ilişki kuracağını öğrenirler. Filmde çocuğun aile ilişkisi oldukça kötü ve Katie sosyalleşmede büyük sorunlar yaşıyor… Çocukların gelecekte nasıl bir insan olacağı ya da nasıl bir hayat yaşayacağı çocukların deneyimlerinden, aile yaşantısından veya arkadaşlarıyla olan ilişkilerinden tahmin edilebilir. Çocuklar aile içindeki ilişkilerini kendi yetişkin dönemlerinde kuracağı ilişkilere yansıtabilirler…

33


Tüm insanların bir kategori içinde doğup o kategoriye kendini ait hissetme gereksinimi iç grup ve dış grupları oluşturur. İç grup; bizlik duygularına sahip olduğumuz ve bizi diğer gruplardan ayıran belirgin özelliklerimiz olduğu gruplardır. Dış gruplar ise; bizim grubumuzun dışında olan herhangi bir alternatif grup olup üyesi olmadığımız gruplardır… 2 çember düşünürsek; ortak birçok nokta olsa bile bir çatışma çıktığında o çemberler iyice ayrılır ve kutuplaşmalar meydana gelir. Bu kutuplaşmalar olunca diğer gruptan olan kişileri insanlık dışına atma eğilimi bile gösterilebilir. Karşı gruptaki insanın öldürülebilir, susturulabilir, olduğu dünyanın daha iyi olabilmesi için karşı tarafın cezalandırılabilir olacağı, karşı gruptaki bireyin başına gelen bir şeyin doğal bir süreç olduğu sahip olduklarından dolayı başına geldiği düşünülmektedir. Buna sosyal psikolojide adil dünya inancı denir…

Otizmli insanlar normal gelişim gösteren bireyler gibidir. Farklı özellikler gösterirler. Otizm konuşmada gerileme, sosyal etkileşimde ve iletişimde bozulmalar, kasıtlı yineleyici ilgiler ve davranışların bulunduğu bir tür bozukluktur. Otizm hastalığına sahip bireylerin %75'inde zekâ geriliği görülür fakat filmin kahramanı Grandin ileri zekaya sahiptir. Grandin yüksek işlevli bir otistiktir. Gündelik yaşamındaki işlerini sürdürebilmesi, savant özelliklere sahip olması nedeniyle diğer otizmlilerden ayrılır. Temple Grandin'in savant özelliklerden mekanik-mekansal becerilerde ileri düzeyde iyi olduğunu söyleyebiliriz. Bunu gözlem yaparak makinalar üretmesinden anlayabiliriz. Otistik bireylerin genel özellikleri: Soyut kavramları algılayamamak, sosyal kaygı, yemek seçiminde tür azlığı, duygusal gerilik, yüz ifadeleri ve şakaları anlamakta sorun yaşamak şeklinde sıralanabilir…


Beşkardeş, F., (2014), Şiirlerin Terapide Kullanılması, http://fuat.beskardes.com Bilgin, N., (2013), Kişilerarası İlişkini Gelişimi, Sosyal Psikoloji Kitabı, Ege Üniversitesi Basımevi, Syf: 210-222 Ertürkler, H., (2013), Karen Horney: Kişiliğe Bakış Açısı Pamuk, Ş., (2012), Çocukların Korku ve Kaygılarıyla Baş Etmek, Anne-Bebek Dergisi Tuzcuoğlu, S. ve Korkmaz, B., (2001), Psikolojik Danışma ve Rehberlik Öğrencilerinin Boyun Eğici Davranış ve Depresyon Düzeylerinin İncelenmesi, M.Ü. Atatürk Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Dergisi, 35: 135-152 http://otizm.org/site/?page_id=316 www.hastane.com.tr/korku-Nedir.html http://www.kadindayanismavakfi.org.tr/siddet-nedir

35


36


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.