Yakalılar - Fanzin

Page 1

H.M.A Present ürünüdür. © Tüm hakları hala aynı yerde saklı.

Yakalı, dar gömlek giyenlerin fanzinidir. Editör: Mert Acar Redaksiyon: Talha Sarıkaya Sorumlular: Melis Akdeniz – Serhat Altay – Yeliz Can

Genellikle absürt, ciddi ve komik paylaşımlara önem veren dergi ilk yayınıyla karşınızda. Ne yayınladığı belli olmayan, içerikten çok görünüme önem veren, arada küfreden, ideolojik, entelektüel, kafasına göre yayınlanan aylık dergi YAKALILAR. Yakalılar 1.sayı


Yalnızlıklar Kitabı

Mert Acar

ODANIN ATMOSFERİ bir o kadar mayhoş, koltuğun derisi sert ve yayları eskimiş. Öylesine yayılmışım sere serpe. Suskun ve kederli bir gecenin ay ışığı camı çatlamış pencereden içeri süzülürken sigaramın dumanını üflüyorum dört duvar arasına, badanası kireç tutmamış duvarlar bana yılların anısını anlatıyor, ben ve yalnızlığıma. Sadece düşünüyorum geçen günlerin hatırına. Saçlarım kafatasımdan fırlamışçasına dökülüyor omuzlarıma, gözlerim odanın gölgelerine karışıyor, dalıyorum uzaklara...

Sokaklar bir o kadar kasvetli ve sessiz, insanlar sabahın en erken saatlerinde bir yerden bir yere koşuşturup duruyor. Caddenin en kalabalık yerinde duruyorum. Trafik ışıkları seyrediyor. Karşı kaldırıma geçmek için atılıyorum dikkatsizce şeritlerin ortasına. Saçlarım rüzgârla savruluyor, kafamı biraz eğiyorum. Yavaş adımlarla yürüyorum binaların arasında. Bir sessizlik hâkim üzerimde, sabahın kör soğuğu, içimi delercesine çarpıyor bedenime. Bir sitem ediyorum, ceketimin cebine sokuyorum ellerimi. Pervasızca doğaya meydan okuyorum, yürüyorum esen yellerin üzerine. Karşımda beliren eski yapıyı görüyorum, kapısında kütüphane yazısını görüyorum ve içimde bilmediğim bir duygu beliriyor. Hislerim değişiyor, sanki bir kasılma vücudum farkındalığa varıyor, kalbim atmaya başlıyor dengesizce. Kapıdan içeri giriyorum. O karşımda bana göz ucuyla bakıyor, belli etmeden büyük salona geçiyorum. Salonda dört duvarın köşelerinde duran kutu şeklindeki hoparlörlerden bir Let İt Be yükseliyor. Bir şekilde gülümsüyorum. Elimde bir kitap adını bile bilmediğim. Uzunca sıra boyu duran masanın başköşesine oturuyorum. Gözlerimi ondan ayıramıyorum, baktıkça bakasım geliyor işte.

GÜZEL KIZ görevli masasında oturmuş bir şeyler karalıyor, arada göz ucuyla bana bakıyor. Utanıyorum. Belki de yanına gitmeliyim? Bilmiyorum ne yapmalıyım! Bilincim kapanıyor, duygularım beni esir alıyor. Hayır! Kalbimde fırtınalar esiyor, zihnimde mutlak bir yenilgi. Ayağa kalkıyorum ve hiçbir yere bakmadan sokağa açılan kapıya doğru koşar adımla ilerliyorum. Kapıyı itip dışarı çıkıyorum. Rüzgâr acımasızca yüzüme bir tokat gibi çarpıyor, dağılıyorum. Kaldırımda duran bir kola tenekesine sinirlenerek vuruyorum. Sebepsizce bir sigara yakıyorum, dumanı sonuna kadar içime çekiyorum. Kendimi bu şekilde cezalandırıyorum aslında. Bazen körkütük sarhoş olabiliyorum hâkimiyetimi kaybedip bir şeylere zarar veriyorum. Şehir beni istemiyor, sanki yavaşça sindiriliyorum acı çekerek. Gözlerimin dolması an meselesi. Evet, bu Yalnızlıklar Kitabı, tarifi edilemez duyguların konuşlandığı ıssız boş tarlalar...

YAĞMUR vuruyor pencerenin camlarına, her bir damla bir gözyaşı gibi isyan ediyor doğaya. 1


Gözlerimi açtığımda bir şimşek çakıyor ve beyaz boyalı tavana bakıyorum. Yavaşça doğrulduğumda Ranzanın demirine tutunarak tek hamlede iniyorum aşağı. Alt ranza da yatan Mehmet'i görüyorum. Kaloriferin yanına konuşlanmış iki çift ranza da yatan üç uykucu arkadaşımı daha keşfediyorum, hepsi bir ayrı pozisyonlarda rüyalar âlemine dalmış. Ayaklarımda bir soğuk hissettiğimde yeşil tahta kapının yanında duran üzeri bir o kadar dağınık beyaz dikdörtgen masanın altındaki siyah terliklere ilişiyor gözlerim, eğilip hızla alıyorum ve oradan dolabıma yöneliyorum. Birden sinirlerim altüst oluyor çünkü dolabımı açıyorum. Çevreme yavaşça bakarak eşofmanımın cebindeki küçük anahtara ulaşıyorum ve dolabın asma kilit ile sağlamlaştırılmış kapağını açıyorum. Aslında şu ana kadar sinirlerim bozulmadı! Asıl iş bundan sonra. Kapağı korkuyla açıyorum ve o kulaklarımı gıcık eden gıcırdama sesini duyuyorum. Mehmet bu sesle irkilerek sağa sola dönüyor. Odada bir kıpırdanmadır başlıyor. Evet, uyandırma alarmı çaldı. Dolabın kapısını tutarak sesi önlemeye çalışsam da suntalardaki sürtünmeler bunu imkânsız kılıyor. Dolabın bir o kadar dağınık hali beni bir karamsarlıktır boğuyor ama düzenli hali de öyle! Üst rafa koyduğum roman kitapları dikkatimi çekiyor, elimi uzatarak kitapların yanında duran üzerinde Homer Simpson'un esprili karikatürünün bulunduğu mavi kulplu bardağı kavrıyorum ve tekrar o gıcık eden ses. Seri adımlarla yeşil kapının yanına kadar varıyorum ve elimi umursamazca uzatıp tokmağı aşağı doğru çekiyorum. Dışarı çıktığımda pansiyonun 12 kapılı koridorunda ilerlemeye başlıyorum. Tuvalet ve etüt odası haricinde 10 kapı! Koridor boyunca ilerliyorum ve koridorun sonundaki mobese türü kamera beni izliyor. Sanki gerçekten beni izliyormuş gibi hissediyorum, aklıma Jim Carrey ‘in başrollerinde oynadığı The Turuman Show geliyor. Biraz da olsun gülümsüyorum. Koridorun sonuna varmadan sağdaki merdivenlerden aşağı basamakları birer ikişer atlayarak iniyorum. İki kat aşağıdaki belletici öğretmen odasının yanından sessizce geçiyorum. Tüm odaların yeşil bir renge boyandığı bir dünya. Karşımda duran kapıyı aralayıp içeri giriyorum. Hemen duvarda asılı olan plazma TV dikkatimi çekiyor, bir kanalda haber sunan yapmacık bir muhabir var ve saçma siyasi ideolojileri izleyenlere enjekte etmeye çalışıyor. Büyük bir oda ve içerisinde bir sürü uzun masanın bulunduğu sandalyelerin masaların üzerine ters olarak yerleştirildiği duvarlarda yiyecek resimlerinin ve yemek kokusunun hâkim olduğu yemekhane. Daha kimsenin uyanıp da teşrif etmediği bu yerde bir ben ve mutfakta bulunan usta vardı. Elimdeki bardağı sallayarak içindeki çay kaşığının sesini duymaya çalıştım daha sonra köşede duran demir sebilden yarım bardak kadar su alarak yavaşça içtim. Yemekhanenin sonunda bulunan bir başka yeşil kapı gıcırdayarak açıldı ve bir kız elinde bardağı ile içeri girdi. Uyku sersemi gibi bir hali vardı. Göz ucuyla kızı süzüyordum. Yemeklerin servis edildiği mutfağa bağlı olan kısma geldiğimde ön taraftaki küçük masadaki tabldotlardan birine iliştim. Büyük tepsilerdeki yiyecekler her zaman ki gibi aynıydı; Kare şeklinde dilimlenmiş peynir artık insana sadece "mideni doldurmak" için kullanabileceğin bir meta gibi görünüyordu. Diğer bir tepsinin içinde yağdan görünmeyen siyah zeytinler vardı, bazı günler yeşil zeytin oluyordu ve biraz çeşit gibiydi. Ekmek dolu bir tepsi ve küçük bir karton dolusu pastörize ıvır zıvırlar. Bakanlığın öğrencilere uygun gördüğü her zaman ki standart kahvaltı şekli. Metaları aldıktan sonra hemen bulaşıkhane penceresinin yanında duran büyükçe çay makinesinin 2


önünde belirdim. Çay benim için çok değerliydi, sersem halimden dinç bir şekilde ayılabilmeyi sağlayan altın bir anahtardı. Mavi bardağı yarısına kadar dem ile doldurdum ve diğer yarısını sıcak suyla pekiştirdim. Uzunca masalara doğru ilerlerken arka sıralara oturmuş kızı gördüm çoktan kahvaltısını almış ve zevkle yiyordu. İçimden "afiyet olsun" demek gelmişti fakat bazı hisler beni umutsuzca engellemişti. Zihnim bana bir savaş açmıştı yine. Tümüyle 3. Zihin Savaşı'ydı bu. Yemekhanenin buğulu camlarından dışarıyı seyretmeye başladım. İçimde bir hüzün belirdi sabah sabah. Yağmur tüm gücüyle gösteri sonrası seyircilerin alkış sesleri gibi yankılanıyordu. Arada bir şimşek çakıyordu. Kahvaltı sonrası odaya geri çıktım. Oda halkı ayaklanmış ve okul için hazırlanıyorlardı. İçeri girdiğimde bana bir bakış attılar ve meşgul bir tavırla işlerine devam ettiler. Sakince dolabın kapısını açtım ve gıcırtı sesi kimseyi rahatsız etmedi. Rutin bir gündü. Herkesin bir sorumluluğu vardı fakat benimkinin nasıl bir sorumluluk olduğu tartışılır! Zamanı boş yere geçirmek benim işim, her zaman gereksiz işlere yoğunlaşır ve saatlerce o işleri yapmaktan gurur duyardım. Derslerim vardı ve okula gitmeliydim, ama ben kaçmayı tercih ediyordum, her zaman okulu kırardım. Öğretmenlerim benim tavrımı hiç beğenmiyor gibiydi. Aslında beni tanımıyorlardı. Bende onları! Sınıfta sessiz tiplerdendim. Açık konuşmak gerekirse tek sessiz tip bendim. Sınıf tekrarıydım ve kendi kendime bir psikolojik çöküntü hastalığı yaratmıştım. Yağmurun ardından toprağa sinen o koku burnumdan ciğerlerime akın ediyordu. Havada yoğun bir sis hâkimdi. Göz gözü görmüyordu. Pansiyonun giriş kapısının hemen önünde bekleyen servis otobüsünün farları ancak belli oluyor, camlardan dışarıyı sersemce izleyen öğrenciler bir silueti andırıyordu. Her zaman ki gibi otobüse binmeyecektim 90 derecelik bir açıyla yolumu değiştirdim. Sebepsiz değildi; küçük bir dolmuş, her gördüğünde sinir edici insanlar, pis ve bir o kadar da boğuk bir hava ve meraklı gözler hep seni izler!

Hemen pansiyonun bitişiğindeki belediyeden gelen motor yağlarının yanmış kokusu sindi üzerime. Hızlı adımlarla belediyenin önünden geçip gittim. Şimdi sırada 15 dakikalık git git bitmeyen bir kaldırımlar geçidi. Ardından polis merkezi ve 90 derecelik bir dönüş daha. Şimdi okulun araba parkını görebiliyorum. Hemen İlerisinde ise okulun büyük giriş kapısı. İçimden gelen bir irkilmeyle sarsıldım, telefonun saatine baktığımda 10 dakika kadar geç kaldığımı anladım, koşar adımla kapıya doğru yöneldim fakat gözüme ilişen görüntü beni hiç memnun etmedi. Hemen okulun bahçesinde küçük bir topluluk vardı. Söylendim! “Yine çöp olmaz ya! Of…” Karamsar bir havayla bahçeye giriş yaptım kapıda bekleyen komutandı. Uzun boylu, sarı tenli, biraz irice bir adamdı, ona bu lakabı sınıftaki arkadaşlarla takmıştık. Adam durmadan bağırıyor ve disiplinden bahsediyordu. Ceza vermesiyle ünlüydü. Gerçek bir komutan gibi 3


tavrını sergiliyordu. İsmi Tamer’di sanırım? Ama beni pek ilgilendirmezdi. Ben onu komutan olarak bilirdim “Nazi komutanı!”. İçeriye girer girmez kapı bekçisi önümde belirdi. Halinden memnun gibiydi. Sonuçta o bir bekçi! Ceza almamıza bayılırdı. Biraz sadistçe ama bu onun zevklerinden sadece biri. Bana hemen yan tarafımdaki mültecileri gösterdi, benimde aralarına katılmamı işaret ederek birazdan gaz odalarında öleceğimizi söyledi! Komutan her zamanki gibi konuşmasını yaptı. “Arkadaşlar şimdi hemen iki gruba ayrılıyoruz! Sağ taraftaki grup! Siz Cemil beyi takip edin” Biraz önce gözükmeyen ama şimdi tam karşımızda dikilen yürüyen ayna bize gözlüklerinin arkasından sırıtıyordu. Bu adamı gerçekten seviyorum, pansiyonda nöbetçi olduğu günler beni tutan bir adam. Ama şu an ki durum göz önüne alınırsa hiçte öyle görünmüyordu. Komutan tekrar bağırdı “hadi beyler temizlik zamanı!” Komutan Cemil hoca ’ya bakarak “Hocam siz bunları arka tarafa götürün biraz oraları temizlesinler!” Nağmıdeğer yürüyen ayna bize bir el işareti yaparak peşinden sürükledi. Ben ise haftanın ilk gününde neden böylesine geç kaldığımı düşünüyor, dersin başlamış olduğu aklıma gelerek yok yazıldığımı bilmek istemiyordum! Bu aralar haddimi aşmıştım 14.5 gün devamsızlık ile sınıfta en çok kaçanlar listesinde ilk üçe girerek bronz madalyayı kazanmıştım. Herkes bir alkıştır koparmıştı. Artık havam vardı! Beni omuzlara kaldırıp havaya atıyorlardı tabii ki. Yerde çok masum duran kirli bir poşeti elime geçirdim ve görüntü olsun diye gezindim durdum, amacım çöp toplamak değildi zaten. Yürüyen Ayna etrafındaki tek hücreli canlılar gibi dolaşan öğrencilere emirler yağdırıyordu. Ben arkalarda yavaşça hareket ederek mesafeyi koruyordum, çünkü Ayna’ya ne kadar yakın olursan o kadar çok çöp toplarsın felsefesini bilen birkaç kişiden birisiydim. Sabah sabah en çekilmez şey çöp toplamaktı. Bu işi sevmiyordum ama nedense geç kalıp çöp topluyordum, kasıtlı mı yapıyordum yoksa bu kader miydi? Bazı öğrencilere şaşıyorum! Evleri ilçe dışında olmasına rağmen liseye tam zamanında gelebiliyorlarken, ben Torbalı’da kaldığım halde geç kalıyorum! Bazen kendimi çok gereksiz olarak gördüğüm oluyor, Boşum evet gerçekten boşum. Hayaletlere inanmıyorum ama bu tabir en doğrusu olur, Öldükten sonra dünyada işleri yarım kalmış hayaletler gibi ortalarda geziniyorum. Bundan zevk alıyorum çünkü seni bir moron gibi gösterir! Hayallerden mantığa geçiş yaptığımda herkesin artık içeriye girdiğini görebiliyordum. Adımlarımı hızlandırdım. Kantin kapısına doğru yöneldim orada sınıflara giriş vardı. Ders başladı! Geç kalmama rağmen öğretmenin daha sınıfa giriş yapmamış olması bir şekilde fırsattı. Nefesimi tuttum ve içeri adım attım, herkesin gözü üzerimde. Bir numaralı dostum hemen bir selam verdi. Diğerleri de hemen atıldı haliyle. İkinci maskemi takındım ve küçük bir espri patlattım. Sırıtmalar başladığında içeriye öğretmenin girmesi bir oldu. Ders matematik… Sabahın sekizinde sayısal bir ders hiçte ilgi çekici değildi tam aksine uyku sersemi olan ve hala uyumak isteyen beyinlerimiz tam iki saat boyunca patates püresine dönerdi. Bu tür şeyler benim aklımda hep bir teori oluşturuyordu. Tüm can sıkıcı dersler boyunca düşünüp tasarladığım ilginç teoriler. Dostlarıma zaman zaman anlattığım teorilerde oluyordu ama bana bu kadar saçmalamamamı söylüyorlardı. Şu an da 4


bile saçmaladığımdan eminim ama siktir et! Sadece göz kapaklarını kapat ve yavaşça bir nefes al; Şimdi hayal edelim bu nefes soluk borumuzdan hızla aşağı iniyor, bu süre erbabında birçok şey yapabilirsin, düşünebilirsin, yanından geçen bir kıza göz kırparsın, jest ve mimiklerini kullanarak yapmacık bir eziklik gösterisi yaparsın. Bunlar olur şeyler. Sadece doğru nefesi alacağın zamanı beklemelisin. Ardından soluk borusunu geçen nefes sigaradan kararmış, aşınmış bir o kadar da iğrenç görünen akciğerlerine gelir. Sanırım akciğer bu davetsiz misafiri pek sevmez. Nefesi pek te iyi karşıladığı söylenemez, onu istemese de zifiri süngerlerinden geçirmek zorundadır. Bu onun hayati tek görevidir. Olmak ya da olmamak! Akciğerin seçme hakkı olsaydı sigaranın o zehirli dumanını seçer ve vücuda ihanet edip tüm organları zehirlerdi. Çünkü bir gün gelecek her şey isyan edecek Halkı düzen, düzen siktir olup gidecek!

En arka cam, köşe, kalorifer yanı, öğretmen masasına paralel! Bu kelimelerin tanımladığı tek şey benim adresim. Üzerimde deri ceketim, kaliteli dar dikim bir gömlek, bir kaç senedir giydiğim taşlanmış kot pantolonum ve yarı yırtık bir çift ayakkabı. Tek yaptığım şey kafamı daha önce bir pergel yardımıyla ismimi kazıdığım noktaya dayayıp gecenin uykusunu almaya çalışmak olurdu. Arada sırada çevrede olan biteni izlemek için dikilip bir süre ayakta beklerdim, daha sonra kaldığım yerden nefes almaya devam ederdim. Öğretmen tiz bir sesle bağırdı. Gözlerimi açtım ve baktım, sınav tarihi belli olmuş meğer! Pek takmadım. Vurdum kafayı yine iki kolumun arasına. Aslında Parkin’in dediği gibi siktir edeceksin bazı şeyleri ama hepsini değil bunun altını çizerim. İnsanın yapmak zorunda olduğu şeyler vardır. Düşünsene! Şimdi derin düşüncelere dalmışım, kafamın içi bin bir çeşit soru ve cevaplarla dolu. Şimdi diyeceksiniz ki “Ne güzel işte sorularına cevap bulmuşsun” Bende sıkılmadan şunları söyleyivereyim “Ah be arkadaş! Sorularda cevaplarda kafamın içinde, ama yerli yerinde değil. Sen hiç çoban salatası yedin mi?”

AKŞAMIN SOĞUĞUnda kaldırımlı yolu arşınlıyorum. Tepemde onar metrelik aralıklarla çevreyi loş bir ışıkla aydınlatan sokak lambalarının çevresinde amaçsızca dönen güveler bana el sallıyor. Bende onlara! Ilık bir rüzgâr vuruyor saçlarıma. Gecenin karanlığı gözlerimde büyüyor sanırım, belediyenin gaz ve yağ ile karışmış kokuları burnumu delercesine hücum ediyor. Artık pansiyonun karanlık siluetini görebiliyorum. Camlardan dışarıya sızan ışığı görebiliyorum. Rüzgâr artık bir uyarı gibi ayaklarımı hızlandırdı, ellerim ceplerimi doldurdu. Şimdi büyük mavi kapıyı gördüm ve aceleyle açık aralıktan içeri sızdım. Derin bir nefes aldım ve hemen maskemi değiştirdim. Sıradan bir günümle bu şekilde tanışmış oldunuz. Yani beni tanıdınız! Tam anlamıyla değil tabi. Parkin’in dediği gibi siktir et! Hikâyenin devamı 2. sayıda yayınlanacaktır. O zamana kadar görüşmek dileğiyle.

5


6


Ortasöz

Editörden söylemler

Selam n’aber? Yakalılar e-dergi(Fanzin) açılımında, editör olarak ortasözümü yayınlamaya karar verdim. Eylül ayının başlarında yayınladığımız derginin ne kadar okunup okunmadığı beni ilgilendirmiyor doğrusu. Ya da ne düşündüğünüz. Bunu en baştan söylemek istedim. Biz bir iş yapıyoruz ve sadece okunmasını istiyoruz. Ama şunun farkındayım “bir kişi bir kişidir.” İşte! Tek düşüncemin bu olduğuna eminim ve bu konu çerçevesinde ilerlemek istiyorum. Dergi dağıtımına gelecek olursak eğer; Kesinlikle dijital ortamda yayın yapılacaktır. Hatta bu dergi için bir de blog sitesi açmayı düşünüyoruz ama şimdilik sadece çeşitli küçük reklamlar ile yayın yapacağız. Derginin 1. sayısının sadece tanıtım olarak kalmasında fayda var. İleride devam edip etmeyeceğimiz ise bize kalmış. Canımız istediği zaman yazıp çizeceğiz ve sizlerin okumasına sunacağız. Belki ileride fotokopi şeklinde bir dağıtım geleneğine geçebiliriz ama şimdilik online kalmakta yarar var. Malum, kapitalizmden kurtuluş yok. Bizde elimizden geldiği kadarıyla yetinmeye çalışıyoruz. Hızlı bir şekilde başka bir konuya atlıyorum. Bu fanzinde kesinlikle telif hakkına giren “boktan” şeyler görebilirsiniz. Fakat dijital bir ortamda olduğu için bizi tınlamıyor. (Bilgisayarımızda çok “ciks” programlar var. İp gizleme dahi yapabiliyoruz. İsimlerden bile tespit edemezsiniz zaten!) Fanzin konusunda, içerik olarak edebiyat yazıları, çeşitli konularda makaleler, şiirler, pornografik fıkralar, “yimek” tarifleri ve bilimsel yazılar yayınlamayı düşünüyoruz. Ama bu konular harici, yazılarda paylaşabiliriz. Bu durum sizi şaşırtmasın. Yazıların geneli, kafadan salladığımız cümlelerden oluşuyor ve düşüncelerimizi yansıtmadıklarından emin olabilirsiniz. Dergi sayılarımızı PDF ve PUB özelliğinde olması kaçınılmaz bir nimettir. Sayılarımıza sağlıklı bir şekilde ulaşabilmek için son sayfada yayınladığımız e-mail adreslerine ulaşarak edinebilir ya da reklamımızın yapıldığı herhangi bir yerden bulabilirsiniz. Yazarlar konusuna gelecek olursak; Her sayıda değişecek olan yazarlar, belli belirsiz kişilerden oluşuyor. Bazı yazarlarımız, başka yazarların yazılarını bal gibi çalıp çırpabilir. Bu durumdan, fanzin dergimiz sorumlu değildir. Çünkü her yazıyı da araştırıp, sentezleyecek değiliz. Yeri geldiğinde evden de aldırırız fakat “Adalet gokmi’se,” eğer, bir sonraki sayımızda yazarın yazılarından herhangi birini görmezsiniz. Fanzinimiz çok iddialı olduğu kadar sivri dillidir. Hele de benim yazdığım” zamazingolar” hoşunuza gitmeyebilir. Belki de hakarete uğrayabilirsiniz. Bu yüzden sayfayı direk geçiniz ve saygılı, edepli, kendinden emin yazarlarımızın güzel yazılarını okuyunuz. Daha fazla ortasöze gerek yok. Şimdi sizi içeriklerimizle baş başa bırakıyorum. İyi okumalar dilerim.

7


Buyurdu Ebleh!

Melis Akdeniz

-Konuşunuz, konuşunuz ki

Hangi sultanın?

Sesler artsın.

Neyin şahının?

Düşünmeyiniz efendim

Kim böyle buyurdu?

Konuşunuz sadece

-Böyle buyurdu Ebleh!

Düşünmeye ne hacet?

+Aman git işine sen de be herif…

Düşündünüz de ne oldu Dünya daha iyi bir yer mi oldu.

-Modernleşiniz efendim

+Hey sen, saçma konuşma

Soyununuz

Alırım ayağımın altına!

Çıplak doğduysak Çıplak yaşamak hakkımız

-Ne dersin be, bırak da işimi yapayım!

Çıkın sokaklara özgürce

+Çok saçma laflar söylüyorsun sen,

Sürekli sevişiniz

Kimlerin sözleri bunlar

Aşk da ne demekmiş? +Bak şimdi parçalayacağım seni be herif! Bana kızmayınız efendim,

Taktım ben buna

Böyle buyurdu Ebleh!

Bir güzel pataklayacağım şu çığırtkanı!

+Ebleh demek?... -İtaat ediniz!

-Beni niye döversiniz ki a canım?

Televizyonunuza itaat ediniz!

Ben değil

Ne çok şeyi ondan öğrendiniz

Böyle buyurdu Ebleh!

Haydi, açınız televizyonunuzu Ve denilenlere inanıp

+Eblehmiş!

Hiç araştırmadan

Öyle buyurmuş!

İtaat ediniz!

-Ecnebilere özeniniz!

+Aman gülüm tutma

Onlardan öğrenmediniz mi?

8


Birçok şeyi? +Para için söylenir mi bu sözler

Hem şehirleri de

Sapkın herif!

Kızları da

Sen niye satarsın kendini

Erkekleri de

Üç kuruş paraya

Pek güzeller canım!

Hiç utanmaz mısın rezil!

Böyle güzellikler Özenilmeli, taklit edilmeli!

-Para her şey artık azizim!

Türk kültürüymüş, peh! +Ar namus kalmamış +Artık dayanamayacağım

Artık zihinler bile satılık!

Bırak bırak,

Kuzum gel gidelim buradan

Ben bunu öldürürüm

Mahpuslara düşmek istemiyorum

Ancak öyle rahat ederim!

Bu kepazelik abidesi yüzünden!

-Diyorum ya benim sözlerim değil bunlar

-İtaat ediniz, itaat ediniz

Böyle buyurdu ebleh!

Çünkü Böyle buyurdu ebleh!

1


Sümeyye Ören Sol Yanımdan İçimde hiçbir şeye dair istek yok. Ruhsuz, hissiz bir haldeyim. Yalan gülüşler biriktiriyorum cebimde. Zaten benim cebimde bozuk paraya yer olmaz; bozuk moral taşırım onun yerine…

Çevremdeki insanlar çok uzak gelmeye başladılar yüreğime. Hepsini gerektiği kadar sever oldum. Tüm sevgimi sen de mi tükettim yoksa açtığın boşluğu hiç biri dolduramayacak olduğundan mı bilmiyorum. Hiç kimseyle konuşmak istemiyorum. Dertleşmek ise anlamsız! Bir tek senin eksikliğin var sanırım. Bir tek sen dol kelimelerime istiyorum. Ruhumla birlikte çökmüş bedenim bir tek seni hatırlatan bir şey olunca şenleniyor. Günden güne artıyor özlemim. Artık içinde boğulur oldum. Nasıl dayandım şu günlere. Boğan dakikalara, saniyelere, saliselere… “Nasılsın?” sorusuna “iyiyim” demek yalan, ”kötüyüm” demek daha kötü olanlara haksızlık gibi geliyor. Bilinçsiz, şuursuz bir halde yine kelimelere, çizgilere sığınır oldum. Yine resimlerimdeki kız ağlar oldu. Dudakları gülümseyen palyaçonun, gözleri yaşla doldu. İçim yanarken sığındığım o maskelerde olmazsa ne yapardım acaba? Aslında “bitmedi” Hala burada duruyor; Sol yanımda… Ayrılıklar bitirmemeli sevgileri. Biliyorum sende de bitmedi. Keşke şu korkular, her an kırılabilir umutlar olmasa. Kalbime batıp batıp kanatan can kırıkları olmasa. Özlemler olmasa. Sadece kendine iyi bak Sevgiler… Seni yüreğinde saklayan

Yakalılar 1.sayı


Türkiye’de Eğitim Sistemi

Serhat Emin Altay

İçerisinde bulunduğumuz çağa ayak uydurabilmek için eğitim, hayatımızda çok önemli bir yere sahiptir. Eğitim kalitesinin yüksek olması nitelikli işgücünün ve dinamik bir toplumun başlıca göstergesidir. Böyle bir toplum içinde yer alan bireyler, uygun koşullarda ülkenin gelişimine katkı sağlayacaktır. Bu nedenle eğitimde en önemli görevi üstlenen okullar, nitelikli insan yetiştirmede ve ülkenin refah düzeyinin artırılmasında hayati önem taşır. Ülkemizde uygulanan eğitim sisteminin sağlıklı bir sistem olmadığı kesinleşmiştir. Birçok eksikliğin olduğu ve beraberinde toplumsal sorunları da getiren bu sistem toplumumuz için bir tehdit oluşturmaktadır. Yalnız ülkemizde değil diğer ülkelerin eğitim sistemlerinde de çeşitli sorunları görmek mümkündür. Fakat ülkemizdeki eğitim sorunları, toplumun diğer alanlarını da olumsuz yönde etkilemektedir. Bu eğitim düzenindeki yanlışların, eksikliklerin ve sorunların düzeltilebilmesi için ilk önce sorunların neler olduğunu doğru bir şekilde analiz etmek gerekir. Günümüz sisteminde kalabalık sınıflar, okul sayısı ve atanmayı bekleyen yeni mezun öğretmenlerin sayısının bir hayli fazla olmasına rağmen, okullarımızda öğretmen sıkıntısının olmasına kadar birçok sorun vardır. Bu sorunların bazılarını şöyle özetleyebiliriz. Öğrencilere gereksiz bilgi aktarımı ya da eksik bilgi verilmesi, bilginin etkili bir biçimde aktarılamaması, ders programlarının yoğun olması, dersi daha iyi anlayabilmek için yeterli araç-gereç ve materyallerin olmaması, doğru yöntemlerin kullanılamaması olarak sıralamak mümkündür. Toplumun çeşitli kesimlerinde ortaya çıkan farklı eğitim koşulları ve okullardaki fiziksel yapıdaki eksiklikler eğitim sistemimizi kötü etkilemektedir. Maddi sıkıntılar nedeni ile okul yönetimi kendi kaderlerine terk edilmiş, asıl görevlerinden uzaklaşmıştır. Okula kaynak sağlayabilmekle uğraşmaktadırlar. Bu durumda okulun eğitim kalitesi düşmekte ve maddi sıkıntı çekmesi normal hale gelir. Sınavlar için kâğıt yetersiz kalır, Isınma, elektrik, su gibi ihtiyaçlarda sorunlar yaşanır. Hijyen ve öğrenim materyalleri de cabası. Okula ayrılan ödenek ihtiyacı karşılamakta yetersiz kalmaktadır. Okulların çoğu, öğrencilerin sosyal ve bedensel açıdan gelişimini sağlayacak fiziki koşullara sahip değildir. Temizlik elemanları yetersiz, teknolojik imkânlar sınırlıdır. Devlet, okulları küçük bir miktar parayla kısıtlamakta ve eğitime, bütçeden daha çok kaynak ayırdıklarını bağıra dursun. Eğitim bir ülkenin gelişimi, kalkınması, nitelikli işgücünün artması ve bilinçli bir toplumun oluşması için gereklidir. Fakat ülkemizde eğitime verilen değer askeri güce verilen değerden “yok” denilecek kadar azdır. Okulların fiziki yetersizliği bir yana, uygulanan yöntemlerde de sorunlar bir hayli fazladır. Şu an da uygulanan müfredatta öğrenci merkezli bir sistem öngörülmekte ve öğrencinin aktif olarak derse katılması sağlanmaktadır. Sisteme göre öğretmen tek bir bilgi kaynağı değil, aynı zamanda bir rehber olmalıdır. Devamlı kendini geliştirmelidir, öğrenciler ise bilgiye nasıl ulaşabileceğini fark etmeli, neyi nasıl öğreneceğini bilmelidir. Bu üç durumda sistemde yine sorunlar yaşanmaktadır. 1


Burada değinilmesi gereken nokta ilk olarak öğretmelerin bu yeni sistemi ve müfredatı benimseyememiş olmasıdır. Hala öğretmenlerin çoğu eski öğretim alışkanlıklarını terk etmemesi uygulamada asıl sorun olarak kendini gösteriyor. Eskiden beri alışılagelmiş öğretim ve öğrenim süreci ezbere dayalı olarak gelişmektedir. Öğretilenlerin gerçek hayattan bağımsız oluşu, öğrencilerin problem çözme ve okuduğunu anlayabilme yetisini kaybetmesine sebep olmaktadır. Öğrencilerin çözüm üretmede ve öğrendiklerini günlük hayata aktarmada sorun yaşaması sistemin getirilerindendir. Bir başka sorun ise hayatımızı belirleyecek olan sınavlar; Eğitim sistemine göre orta öğretime geçiş ve üniversite giriş sınavları. Eğitim sisteminin önünde büyük engel taşımaktadır. Uygulanan öğretim düzeni sınavlardaki sorularla ilişkili olamamakla beraber öğretmenler, öğrencileri sınava hazırlamak zorunda oldukları için bir ayrılığa düşmektedirler. Öğrenciler öğrendiklerini pratikte uygulayıp araştırma yapacakları yerine ezbere dayalı sistemin sınavlarına girmek zorundadırlar. Bunun yanı sıra sistemin eksikliğinden dolayı öğrenciler dershaneye devam etmek zorunda bırakılmaktadır. Öğrenciye uygun olmayan dersler motivasyon kayıplarına sebep oluyor. Edebiyat dersi edebiyattan soğutuyor, ders saatleri arttırılıyor, Sosyal etkinliklere önem verilmiyor, öğrenci okuldan nefret ediyor. Bunun gibi daha birçok şikâyet ile karşılaşmak mümkün oluyor. Ele alacak olursak hayatımızın 16 yılı eğitimle geçiyor. Kişiliğimizin, becerilerimizin, yeteneğimizin geliştiği, dünyaya bakış açımızın değiştiği bu dönemde formülleri, tarihleri, tanımları ezberlediğimiz ve ardından bir saatlik sınavla hayatımıza yön verdiğimiz sistem ne kadar doğru bir de siz düşünün. Kendimize ayırabilecek zamanımızın olmadığı düzende sosyal yaşamı gözetmeden yetersiz eğitim sistemlerinde bir hiç olma yolunda ilerletiliyoruz. Binlerce öğrencinin girdiği bir saatlik sınavın sonucunda sadece %20’lik bir kesim kazanım sağlayarak üniversitelere giriş yapabiliyor. Peki, okumak isteyen bir vatandaş neden en doğal hakkından yararlanamıyor? Üniversiteye girseniz bile becerileriniz iş hayatında güncel beklentilerinizi karşılamıyor. Bu yüzden ülkemize “diplomalı işsizler ordusu” diyorlar. Eğitim sistemi toplumdaki küçük bir kesime sunduğu kaliteli öğretimi ile eşitlikte büyük bir uçuruma sebep veriyor. Özellikle kızlar ve yoksul ailelerin çocukları olmak üzere on binlerce çocuk hala eğitim sisteminde yer alamamaktadır. Bu durum gençlerin hem hayatını olumsuz yönde etkilemekte, hem de Türkiye’nin aydın geleceğini tehdit etmektedir. 4+4+4 sisteminin yakın zamanda uygulamaya konması sebebiyle düzen daha farklı alışılmadık bir hal aldığından, sisteme bir yama tabiriyle dikilmiştir. Öğrenim sistemi parçalara ayrılmıştır. Okullardaki öğrenim mekanizması daha da bozulmuş, özel okullara yönelim artmış, müfredatın değişimi sistemi daha da gerilere çekmiştir. Oyun yaşındaki çocuklar eğitim için uygun görülmüş, okulun daha ilk gününden çocuklar alışamadığı okullarında sıkıntılar yaşamıştır. Daha dört, beş yaşını geçmemiş çocuklar sınıfların fiziki yetersizlikleri sonucunda mağdur olmuşlardır. Şimdi bu düzeni hala savunuyorsanız… 2


Yaklaşan İsyan

Görünmez Komite

Hangi açıdan bakarsanız bakın, içinde bulunduğumuz zaman bize bir çıkış yolu bırakmıyor. Sahip olduğu tek meziyet de bu değil. Her şeyden önce umudunu korumak isteyenlerin ayaklarının altındaki zemini çekiyor. Ellerinde bir çözüm olduğunu öne sürenlere karşı hemen itirazlar yükseliyor. Herkes işlerin ancak daha da kötüye gidebileceği noktasında birleşiyor. “Geleceğin bir geleceği yok” anlayışı, görünüşteki kusursuz normalliğe rağmen, ilk dönem punkçıların bilinç seviyesine ulaşmış bir çağın bilgeliğidir. Politik temsil alanının sonu geldi. Kurtarıcı ya da imparator edalarını tuzla buz eden hiçlik duygusu solda da sağda da aynı, ellerindeki son anketin neticesine göre nutuk atan aynı tezgâhtarlar çıkıyor karşımıza. Hâlâ oy kullananlarınsa, oy kullanmayı katıksız bir protesto biçimi haline getirip oy sandığının kutsallığını kirletmekten başka amaçları yokmuş gibi görünüyor. Oy kullanmaya devam eden insanların bunu sadece oy kullanmanın bizzat kendisine karşı yaptığından kuşkulanmaya başlıyoruz. Bize gösterilen hiçbir şey durumu açıklamaya yetmiyor. Avam kendisini nasıl yönetecekleri konusunda aralarında anlaşamayan bu kuklalar karşısında tam da suskunluğuyla çok daha olgun görünüyor. Kahvehanede oturan yaşlı amcaların (chibani)[*] dereden tepeden konuşmaları sözde liderlerimizin bildirilerinden çok daha fazla bilgelik içeriyor. Toplumsal kazanın kapağı üç kat sıkılaştırılmış ve içindeki basınç artmaya devam ediyor. Arjantin’den gelen Que Se Vayan Todos[1] hortlağı yönetici sınıfın kulaklarında gümbür gümbür yankılanmaya başladı. Kasım 2005’in alevleri hâlâ hafızalarda tazeliğini koruyor. Bu ilk şenlik ateşleri vaatlerle dolu on yılın adını koymuştu. Medyanın “Cumhuriyet’e karşı banliyö” masalı işe yarayabilir ama etkililik bakımından kazançlı çıkanlar doğruluklarını bir o kadar yitiriyorlar. Ateş şehir merkezlerinde tutuşmuştu ama haberlerin yayılması sistematik bir biçimde engellendi. Barselona’daki koca koca caddeler dayanışma içinde yakıldı ama orada yaşayanlar dışında kimsenin bundan haberi bile olmadı. Hatta ülkedeki yangının söndüğü de doğru değil. Var olan topluma duydukları nefretin dışında hiç ortak yanı olmayan -sınıf, ırk ve hatta aynı sınıftan, aynı ırktan ve hatta aynı mahalleden olmayan tutuklular arasında çok farklı tipte insanlar vardı. Yeni olan şey, zaten 80’lerden beri devam eden banliyö ayaklanmaları değil, onun yerleşik yapısındaki kırılmaydı. Bu saldırganlar, ne ablalarının ne ağabeylerinin sözünü dinliyorlardı, hatta normale dönüşü sağlamaktan sorumlu toplumsal örgütler de dâhil hiç kimseyi dinlemiyorlardı. “SOSRacism”[2] türü hiçbir örgüt, aşikâr sonuçlarının sadece yorgunluğun, yıpranmışlığın ve omerta[3] basınının hanesine yazılabilen kanserli hücrelerini, bu olaylara bulaştıramadı. Gece yarısı yaşanan bu vandalizm dizisi, faili meçhul saldırılar, bu sessiz yıkım politika ile politik olanın arasındaki çatlağı büyüttü. Dürüstlüğünü koruyan hiç kimse bu kadar bariz bir şeyi inkâr edemezdi: Bu saldırının talep ettiği hiçbir şey yoktu ve mesajı olmayan bir tehdit olduğu gibi “politik” bir tarafı da yoktu. Politikanın bu denli kararlı bir biçimde olumsuzlamasının kusursuz politik niteliğini görmemek için insanın 30 yıldır devam eden otonom gençlik hareketinden tamamen habersiz olması gerek. Kanlı Hafta’nın[4] sonunda Paris anıtlarından daha fazla saygıyı hak etmeyen ve bunun da farkında olan bir toplumun değerli biblolarını kayıp çocuklar misali ayaklarımızın altına alıp ezdik. Bugünkü duruma toplumsal çözümler üretilemeyecek. Birincisi, çünkü sosyal ortamların, kurumların ve tezat yapılarak “toplum” diye adlandırılan tekil baloncukların belli belirsiz toplanışında bir tutarlılık yoktur. İkincisi, artık ortak deneyimin ortak bir dili yok. Eğer ortak bir dilimiz yoksa serveti de paylaşamayız. Fransız İhtilali’ni gerçekleştirmek aydınlanma konusunda mücadeleyle dolu bir yarım asra; heybetli “refah devletini” kurmak ise çalışma konusunda mücadeleyle dolu bir asra mal oldu. Mücadele yeni düzenin ifadesini bulduğu bir lisan yarattı ama günümüzde durum hiç de böyle değil. Şu anda Avrupa, gizlice indirim mağazalarında alışveriş yapan iflas etmiş bir kıtaya dönüşmüş durumda ve eğer seyahat etmek istiyorsa ucuz havayolu şirketlerine muhtaç. Toplumsal terimlerle ifade edilebilecek hiçbir “sorun” çözüm kabul etmiyor. ”Emekli maaşları”, “iş güvenliği”, “genç nüfus” ve genç nüfusun ürettiği “şiddet” gibi sorunlar, sadece bir süre için ertelenebilirler: Bu gibi terimlerin üstünü örttüğü 3


meselelere, daha ileri boyutta bir huzursuzluğa yol açmamaları için polisiye yöntemlerle müdahale edildiği müddetçe. Hiçbir şey asgari ücret karşılığında emeklilerin kıçını temizlemeyi çekici hale getiremez. Suç dünyasını yerleri temizlemekten daha az aşağılayıcı bulup daha çok getirisi olduğunu düşünen insanlar, silahlarını teslim etmeyeceklerdir ve de hiçbir hapishane onlara toplumu sevmeyi öğretemez. Maaşlarındaki kesinti emekliler sürüsünün umutsuz zevk arayışını baltalayıp onları endişeye sevk edecek ve gençler arasında giderek daha da yaygınlaşan çalışmanın reddi ile ilgili kendi aralarında telaşlı telaşlı konuşacaklardır. Ve en nihayetinde, ayaklanma benzeri bir şeyin hemen ertesinde bahşedilen hiçbir garantilenmiş gelir yeni bir Yeni Görüş’ün’[5] (New Deal) yeni bir anlaşmanın ve de yeni bir barışın temellerini atamayacak. Bunu sağlayacak toplumsal hissiyat çoktan buharlaşıp gitti. Başvurulan çözüm yollarından biri olan, hiçbir şey olmayacağından emin olmak için baskı oluşturma yöntemi, bölgelerdeki polis denetimiyle birlikte giderek yoğunlaşacaktır. Polisin de sonradan doğruladığı üzere, geçen 14 Temmuz’da Seine-Saint-Denis[6] üzerinde uçan insansız hava aracı, gelecekle ilgili bize bulanık hümanist tahminlerden çok daha net bir fikir veriyor. Uçağın silahsız olduğuna bizi temin etmekte gösterdikleri özen, tepe taklak gittiğimiz bu yol konusunda bize açık seçik işaretler veriyor. Bölgeler, giriş çıkışların daha da kısıtlandığı alanlara bölünecektir. “Problemli mahalleler”in etrafına inşa edilen otoyollar, buraları orta sınıfın yaşadığı bölgelerden ayırdığı için zaten görünmez duvarlar oluşmuş durumda. Cumhuriyet’in savunucuları ne düşünürlerse düşünsünler, mahallelerin bizzat “mahalleli tarafından” denetimi, herkesin malumu olan gayet etkili bir yöntemdir. Ülkenin tamamen metropole dönüşmüş bölgeleri olarak şehirlerin ana merkezleri, her zamankinden daha açıkgöz, daha akıllı ve daha göz alıcı bir yapısökümle birlikte bolluk içinde yaşamlarına devam edecekler. Giderek daha utanmazca bir hukuki koruma şemsiyesinin altında BAC[7] devriyelerinin ve özel güvenlik şirketlerinin (bir anlamda paramiliter birimlerin) sayısı artarken, gezegeni ışıl ışıl neonlarla aydınlatmaya devam edecekler.

Devamını ikinci sayıda okuyabilirsiniz.

4


Yeliz Can

Bazen Susmak Anlatmaktır Herşeyi -Güzel mi oralar?

-Güzel. Ama alışmam lazım biraz zaman lazım galiba. -Alışırsın. Hem canın sıkıldığında kendini kıyısına atacağın bir deniz var. Dertleşmek iyi gelir derler dalgalarla... Hele birde yazabilirsen bir kağıt alıp eline içinden geçenleri, değme satırların keyfine. -Ama... -Sonra mısır tezgâhlarına uğrarsın mutlaka şöyle bol kavrulmuş taze taze... -Ben mısır sevmem. -Kalabalık caddelerde yürür, birbirine karışan sesleri ayrıştırmaya çalışırsın mecbur muşsun gibi, ama yalnız oturmaktan iyidir en azından evde. -Sahi mi? -Elbette sahi. Bir bakmışsın ki oranın insanı oluvermişsin, yeni dostlar edinmiş, onlarla birlikte yapıvermişsin pazar kahvaltılarını. -Ama sen yoksun. Yani ben kahvaltımı sadece senle... -Üşüdün mü? -Üşümedim, sadece şimdiden... -Biliyor musun, az önce burnuma çikolata sosu bulaştı ve çok komik duruyordu orda. -Evet çikolata sosu, çirkinleştirmez ki seni. Sadece böler cümlelerimi ve belki de ardından çalacak kapı zili, hapşırman, aklına ansızın gelecek gereksiz tüm fikirler... -… -Şu sessizliğini değerlendirmem lazım geldi, biliyor musun? Mesafeler engel değildir aşka, seni sevmeye ve her an yanımdaymışsın gibi soru sormaya konuşmaya şuursuz… -Korkuyorum. -Kork tabi, nasılsa bitecek ve bir bahanesi olmalı bu bitişin, kork!

5


Ateizmi Anlamak

Bilimsel-Felsefi Düşünceler

Bu bölümümüzde bazı düşünce sistemlerini tartışacağız. Başlangıcı, dünyada tartışılagelen en önemli düşünce sisteminde, akla gelen soru işaretlerini ortadan kaldırmak için kullanacağım. Ateizm bir bir inanç şekli değildir. Tam tersine felsefi bir düşüncedir. Tam olarak kelime anlamı “tanrıtanımaz” dır. Günlük hayatta devamlı karşılaştığımız din konusuna karşı cesur bir şekilde durmaktadır. Şimdi sizinle küçük bir anlaşma yapmak istiyorum. Aydın kesimi oluşturan ve yobaz kesimi oluşturan okuyucularımın dikkatine! An itibariyle yukarıda bahsetmiş olduğum uyarıyı dikkate aldığınızı varsayıyorum ve makaleme devam ediyorum.

Bizi Tanrı yaratmadıysa kim yarattı? Bu soruda iki mantık yanlışı bulunmaktadır. Döngüsel akıl yürütme ve çelişki. Döngüsel akıl yürütme, bir noktadan başlayıp, dönüp dolaşıp yine o noktaya dönmek demektir. Evreni yarattığı söylenen bir şeyin tanımından yola çıkıp (Tanrı), sonra o yaratmadıysa kim yarattı diye soruluyor. ‘Yaratılmadıysa nasıl yaratıldı?’ diye sormaktan bir farkı yok bunun. Bu soruyu soran kişilerin zihninde evren için yaratılması dışında düşünülebilecek başka bir seçenek olmamasının ve bu kişilerin yaratılma fikrini bu kadar doğal görmelerinin tek sebebi çocukluklarından beri yaratılma fikrine alıştırılmış olmalarıdır. Halbuki yaratılma (yoktan var edilme), çok alışılmışın dışında bir fikirdir. Kolay akla gelecek ve mantıklı bir şey değildir. Nitekim bu yüzden insanlığın düşünce tarihinde, ‘yaratılma’ kavramı nispeten yeni bir kavramdır (bir kaç bin yıllık). Ondan önce, daha çok ‘Bir şeyden başka bir şeye dönüşme vardır eski mitolojilerde ve inançlarda. Çünkü bir şeyin yoktan ortaya çıkması pek kolay akla gelebilecek bir varsayım değildir. Bu konuda teistler tarafından sorulabilecek doğru soru ‘Evren nasıl ortaya çıktı?’ sorusu bile değildir. Çünkü bu da evrenin önce yok, sonra var olduğunu kabul ediyor. Doğru soru ‘Evren hep var mıydı, yoksa sonradan mı ortaya çıkmıştır?’ sorusudur. ‘Çıktıysa nasıl ve neden?’ diye soru devam ettirilebilir. Ayrıca ‘Evrende neden hayat vardır?’ sorusu da bunlara eklenebilir. Ki bu soruların bir kısmı bilimin (kozmoloji ve teorik fizik) alanına girmektedir. Girmeyen kısmı için ise dünya üzerinde hiç kimse güvenilir bir yargıda bulunamaz. Varlığın kökeni nedir? Çoğu kişi, felsefeye yakınlıkları olmadığından, bu konularda fazla kafa yormaz ve toplumdan öğrendiği şekliyle, ‘varlık’ı ’tuhaf’, ’doğaüstü’, ’yapay’ ve ’açıklanması gereken’ bir şey olarak görür. ‘Yokluk’ onlara göre doğaldır, başlangıçta olması gereken durumdur, fakat ‘varlık’ yapaydır. Açıklanması gereken, sonradan meydana çıkmış olması gereken bir şeydir. Fakat, dikkat edilirse böyle bir kabulde bulunmak için geçerli bir sebep yoktur. ‘Yokluk’un temel durum olduğu ve varlığın ondan türetilmesi gerektiği dayanaksız bir kabuldür. Varlık ve yokluk durumlarının birini temel durum kabul etmeye bizi itecek mantıksal bir gerekçe yoktur ve de zaten ne varlığın, ne de yokluğun, diğeri olmadan tek başına tahayyül edilmeleri dahi mümkün değildir. Eğer dinler yanlışsa niye bu kadar çok kişi inanıyor? Çünkü üç büyük din, aslında tek bir din sayılır. Hıristiyanlık ve Müslümanlık 6


Tevrat’ı referans alır. Toplumdan topluma biraz farklılık gösteren bu inanç sistemi toprağa dayalı büyük imparatorluklar ortaya çıkmaya başladığında, bu imparatorluklarla birlikte yayıldı. Bu inanç sisteminin mensubu olan toplumlar, tarihte siyasi ve askeri açıdan daha başarılı oldular ve bu yüzden de inançları yayıldı. Eğer başka bir dinin mensupları Hıristiyan Avrupa ve Müslüman Türk ve Araplar kadar yayılmacı ve gaddar olsalardı, şu anda birileri eğer bu söz konusu din doğru değilse neden bu kadar kişi ona inanıyor diye soracaktı. Cennet, cehennem, Tanrı, ¸Şeytan, Âdem, Havva fikirlerine dayalı bu inanç sisteminin bu kadar yaygınlaşmasının sebebi odur. Fakat ‘Neden tüm toplumların şu ya da bu şekilde bir dini vardır ve neden tümü doğaüstü güçlere, ruhlara, Tanrı ya da tanrılara inanır?’ diye sorulursa, o zaman cevap değişir. Bunun sebebi dünyanın neresinde doğarsa doğsun, tüm insanların aslında bu evren denen bilinmezde aciz oluşu. Neden var olduğumuzu bilmiyoruz. Hayattaki amacımızı bilmiyoruz. Hayatta bir amacımız olup olmadığını bile bilmiyoruz. Kökenimizi zaten bilmiyoruz. Hele de geleceğimizi, ölümü ve ölümden sonrasını hiç bilmiyoruz. Dolayısıyla bu kadar boşluk içindeki bireyleri bir araya getirebilmek, bir amaç etrafında toplayabilmek ve onlara hayatta sağ kalıp bir şeyler yaratma ve bir ¸şeyler başarma mücadelesinin içine çekebilmek için fikirsel olarak tutunacakları dallar göstermek gerekiyordu. Bazı ruhani liderler ve karizmatik toplum önderleri de insanlara bu tür gerekçeler verdiler. ˙İşte dinler bundan ibarettir diyebiliriz. Bu başka işlere de yaradı toplumda. Çünkü din öyle bir kontrol mekanizmasıdır ki, normalde bir amaç etrafında toplanamayacak binlerce değişik kişiyi ve pek çok değişik karakteri kontrol etme imkanı vermektedir. Dünya nimetlerinin haksız bölüşümünü de insanların kolay kabul etmelerini sağlayacak bir psikolojik kontrol mekanizmasıdır din örneğin. Bu amaç için idealler zaten. Hatta bazılarına göre dinlerin ortaya çıkış sebebi de odur, yeryüzündeki tek fonksiyonları da.

Öbür-dünya yoksa ölünce ne olacağız? Bilimsel açıdan cevaplayabildiğimiz kadarıyla, ölünce toprak olacağız ve azot ve karbon çevrimine gireceğiz. Ruh, bedenle birlikte ölecek. Çünkü ruh, günümüzün çağdaş bilimsel yorumuna göre beyin dediğimiz organın duygular, hafıza, akıl yürütme ve karar verme gibi bazı fonksiyonlarına verdiğimiz isimdir. Dolayısıyla, vücudu bir makina gibi düşünürsek, bu makina işlemez hale geldiğinde fonksiyonları da duracak. Artık hissetmeyeceğiz, bilinçli olmayacağız, hiçbir şeyin farkında olmayacağız. Çünkü bunu sağlayan organımız çalışmıyor olacak. Ruhun bedenden bağımsız olduğunu iddia eden hiçbir din ya da ruhsal inanç, örneğin neden içki içince hafızada ve zihinsel yeteneklerde azalma olduğunu tutarlı bir şekilde açıklayamaz. (˙İçki içmek gibi fiziksel bir etki ya da kişinin kafasını bir yere çarpması, nasıl ruh denen bedenden bağımsız bir varlığı etkiler konusu geçtiğimiz yüzyıllarda filozofları çok düşündürmüştür ve ruhu bedenden bağımsız gören hiçbir düşünce sistemi bu işin içinden tutarlı bir biçimde çıkamamıştır). Bunu bilim açıklar, çünkü bilim ruha atfedilen özelliklerin insan beyninin fonksiyonu olduğunu söyler. Açıkçası Karl Marx’ın da dediği gibi “Dinler, halkın afyonudur.” Türkiye Nüfusunun %90’ı Müslüman olduğuna göre neden hala şeriat yönetimine geçmedik? Şeriat, allahın dini değil miydi hani? Ne oldu şimdi? Çünkü bizim halkımız şeytan işi olan laiklikten yana! Müslümansanız Şeriat yasasını onaylayacaksınız arkadaş! Sonra benim karşıma geçip Atatürkçü laflar etmeyeceksiniz! Lafımı Atatürk’ün bir sözüyle bitirmek istiyorum; Benim bir dinim yok ve bazen bütün dinlerin denizin dibini boylamasını istiyorum. Hükümetini ayakta tutmak için dini kullanmaya gerek duyanlar zayıf yöneticilerdir. Adeta halkı bir kapana kıstırırlar. Benim halkım demokrasi ilkelerini gerçeğin emirlerini ve bilimin öğretilerini öğrenecektir. Batıl inançlardan vazgeçmelidir. ˙İsteyen istediği gibi ibadet edebilir. Herkes kendi vicdanının sesini dinler. Ama bu davranış ne sağduyulu mantıkla çelişmeli ne de başkalarının özgürlüğüne karşı çıkmasına yol açmalıdır. Mustafa Kemal Atatürk, 1926, Andrew Mango, Atatürk, s.447.

7


Film Önerileri

Otostopçunun Galaksi Rehberi, uzay ve bilim-kurgu meraklılarının mutlaka izlemesi gereken filmdir. İzlemişken bir de kitabını satın alırsanız daha iyi pekiştirmiş olacaksınız.

Project X, üç çılgın lise öğrencisinin ezik hallerinden kurtulmak için yaptığı doğum günü partisi karşısında hayretler içinde kalacaksınız. Her şeyin çığırdan çıktığı bu filmi soluksuz izleyeceğinizden eminim.

8


Şenol Erdoğan

Röportaj Masası

Altıkırkbeş, yayıncılık ve edebiyat dünyası hakkında merak ettiğimiz her şeyi, Altıkırkbeş’in üyesi ve yayınevinin editörü olan Şenol Erdoğan’a sorduk. Kendisine buradan sorularımıza içtenlikle yanıt verdiği ve misafirperverliği için çok teşekkür ederiz. Altıkırkbeş nasıl bir yayınevidir? Öncelikle Altıkırkbeş sadece bir yayınevi değildir. Biz özellikle son 3-5 senedir kendi aramızda Altıkırkbeş’e, ‘oluşum’ diyoruz ki bizi gerçekten yakından takip edenler de böyle görüyor Altıkırkbeş’i. Altıkırkbeş neden yayınevi değildir? Şöyle diyim, herhangi bir yayınevinin kapısını çaldığında sana niye geldin? Diye sorarlar. Burada öyle bir şey yoktur. Herhangi biri buraya gelip, merhaba deyip, istediği kadar oturabilir. Kimse ona çay, kahve içer misin? Sigaran var mı? Haricinde soru sormaz. Bu bir ölçü. Bu anlamda herhangi bir yayınevi çizgisinden çok uzağız. Çalıştığı insanlarla, kendi çalışanlarıyla, okurlarıyla çok iç içedir Altıkırkbeş. Daha önemlisi yapmaya çalıştığı yayıncılık, Türkiye standartlarında bir yayıncılık değildir. Ticari olmayan bir yayınevidir. Evet! Siz şiir bile basıyorsunuz değil mi? Ne türde şiirler basıyorsunuz? İğrenç şiirler basıyoruz. Bir iki istisna vardır aralarında mutlaka ama genelde iğrenç şiirler basıyoruz. Pulp şiir de basmaktan öte, gerçekten hiç kimsenin basmayacağı kitaplar bunlar. Bu demek değil ki önümüze gelen tonlarca dosyanın hepsini basıyoruz. Çoğunu geri çeviririz. Niye? Çok geliyor. Pulp olan ya da boktan olan her şeyi basmıyoruz. Tam aksine aslında neyi yayınlayacağımız tamamen o an ki psikolojiyle ilintili. Dediğim gibi Altıkırkbeş, ticari olmayan bir yayınevi. Dolayısıyla tamamen yöneticilerinin kişisel arzuları doğrultusunda kitap basıyor. Evde otururken bunu bassak diyoruz ve basıyoruz. Diğer yayınevlerinden farkı ne peki? Onlar para kazanmak için kitap basıyor. En azından ‘long seller’ denen şey. 3 ayda bitmeyecek ama birkaç senede de olsa bitecek kitap basıyor. Hepsinde böyle bir kaygı var. Biz ise en çıplak anlamda kapitalist bir yayınevi değiliz. Altıkırkbeş’in sömürmek ve sadece para kazanmak gibi bir derdi yok. Mesela Kaan’a bunu basalım mı dediğimde; “Basalım, batalım amına koyiyim!” der. Altıkırkbeş böyle bir yayınevidir işte. Onun yanında da bize göre çok değerli şeyler basıyoruz. Aslında alttan alta da (ülkede) eksik (olan) şeyler basıyoruz. Var olmayan şeyler basıyoruz. Yabancı şeyler. Mesela bu aralar Mckenzie Wark’ın Hacker Manifestosu’nu çıkaracağız. Türkiye’de hiç basılmamış, hiç tanınmamış bir adam Wark. Kullandığı lugat açısından da, İnsanların yabancı olduğu bir yazım tarzı olacak orada.

9


Bir de film çektiniz değil mi? Aslında iki tane film çektik. İlk filmimiz, 4-5 sene önce çekilmiş olan ‘Buruk Acı’ idi. ‘Uluma’ ise ikinci film. Gösterimleri daha yeni bitti. Yakında da Vcdsi çıkacak. Türkiye için değildi bu film. Amerika’ya bir hediye olarak düşünüldü. Bizim buradan, sizin orası böyle görünüyor demek için çekildi. Orta metrajlı bir film oldu. Film aslında bir şiir performansı. Film boyunca Allen Ginsberg’in ‘Howl’ adlı şiiri okunuyor ve bu sırada da gizli saklı yerlerden kamera da insanları çekiyor. Bu bizim insanlarımıza yeterince uzak bir durum çünkü Türkiye’de elini sallasan şaire çarparken, kimse şiir okumaz. Şiir kitapları satılmaz. Ama film bize gösterdi ki; şiir, gerçekten okunması gerektiği gibi okunduğunda insanlar size geri dönüyor. Türkçe mi okundu? Okuma türkçeydi evet. Peki bir şiirin başka bir dile çevrilmesi onu ne kadar aynı şiir yapar ki? Çeviri kavramı hakkında tartışılmaz elbet. Yanlıştır bu (çevirmek yani). Şiirin ritmini, Türkçe’ye kazandırmaktı bizim yaptığımız. Aslında bir metni çevirmek için gerekli en son şey dili bilmektir. Howl’u çevirebilmek için Beat kuşağının tarihini, alt kültürünü, karşı kültürünü çok iyi bilmek gerekir. En son şey kelimenin anlamını bilmektir. Bunu da başardığımızı düşünüyorum. Sizce neden Altıkırkbeş eski ruhunu yitirdi deniyor? Kayıp bir yayınevi misiniz? Güzel ve anlamsız bir soru bu. Bu soru, 2005’te, bizim ikinci kuşak okuyucu kitlesi dediğimiz okuyucularımızdan çıktı. Bu soruyu soranlar altıkırkbeşi daha çok bilim kurgu ve fantastik edebiyatla tanıyan, bunlardan başka kitaplar bastığımızdan bihaber olan salak bir kitle. Biz bu türde kitapları basmayı kesince, böyle demeye başladılar. Oysa ki bizim ilk kitlemiz, bilimkurgu ve fantastiği kastederek “ne demeye böyle kitaplar basıyorsunuz” demişti. Şimdi ise üçüncü bir okur kitlesi oluşmaya başladı. Bunlar bizi son iki senedir tanımaya başlayan 80-90’lı yeni jenerasyon. Biz özellikle bu yeni kuşaktan ümitliyiz. Bu kuşak, daha verimli bir kuşak

10


olacak ileride çünkü bunlar geriye baktıklarında, Altıkırkbeş’in 1990’da bastığı ilk kitabı da, bilim kurgu kitaplarını da, Beat kuşağını da, çağdaş edebiyat ürünlerini de görüyorlar. Son iki senede 20-30 kitap yayınladık. Ama bunlardan habersiz onanlar böyle bir soru ortaya attı. Gerçi şöyle bir tarafı da var bu konunun, biz 2005’ten beri birtakım başka işlere de giriştik ve yayıncılığı biraz geriye çektik. Biraz nefes aldık fakat hiçbir zaman kitap basmayı bırakmadık. Ayrıca Bir yayınevinin periyodik olarak yılda bilmem kaç kitap basması da gerekmemektedir. Bir yayınevi kitap basmayarak da yayınevi olarak kalabilir. Peki yayınladığınız kitaplar içinde en çok hangi yazarlar ve türler tercih ediliyor? Çok açık söyliyim, son iki senedir bazı istisnalar haricinde artık bilim kurgu basmama kararı aldık. Bunun tek istisnası var, P.K. Dick, ondan vazgeçmemiz imkansız. Bu da Onun edebi ve entellektüel tabanından kaynaklanıyor. Ancak bu demek değildir ki asla bilim kurgu basmayacağız; öyle bir kitap gelir ki basmadan edemezsin. Ancak dediğim gibi bundan böyle daha çok kuram sanat sinema serisine ağırlık vereceğiz. Özellikle son bir senedir sanat kuramlarına ağırlık vermeye başladık. Türkiye’de ilk defa futürizm üzerine Futürist manifestoları bastık. Derli toplu ve eksiksiz olarak Dada metinlerini yayınladık. Yakın zamanda da üç büyük sürrealist manifestoyu tek kitap halinde basacağız. Vs… Sanat, sanat kuramı, sinemanın yanı sıra tabii çağdaş edebiyat ve beat kuşağının eserlerini de basmaya devam… Son yıllarda okunan kitaplarda bir değişiklik oldu mu? İnsanlar artık kolay okunan kitapları tercih ediyorlar deniyor sizce bu doğru mu? Yani klasikler öldü mü? 1998’den sonra her şey öldü. Okur proflili gerçekten değişti. Fena halde ucuzladı ve aşağıya çekildi. Kaba tabirle 90’lar dediğimiz o şey, bizim romantik şekilde aradığımız özlediğimiz bir şey haline geldi. Ama bu konuda tamamen umutsuz değilim; belki bir gün küçük bir devrim olur ve böyle bir okuyucu kitlesi yine doğar. Aslında 90’ların okur kitlesi yok olmadı ama yerine yeni okur gelmiyor. Eskiden bir kitap 3000 adet basılırdı. Bugün 1000 adet tercih ediliyor. Hatta bazı spesifik kitaplarda, 1000’in bile altında basılıyor. Böylece kitapların depoda bekleyerek size acı vermesi de engellenmiş oluyor. New age dediğimiz kitle aklı havada bir kitle zaten. Örneğin Tim Burton’un İstiridye Çocuğun Hüzünlü Ölümü’nü bastık. Güzel gidiyor fakat Tim Burton çantalarından yüz kat daha az satılıyor kitap. Bizim sokakta gördüğümüz gotik ablalar, gidip Tim Burton’un kitabını almıyor; en fazla filmini seyrediyor hatta onu bile seyretmiyor. Taşıdığı çantadaki imajın ne olduğunun da farkında değil. Niye? O kadar beyni var. Şöyle söyliyim bence okumayan, gerçekten okumayan insan hiçtir, sıfırdır. Bu insanlara karşı tiksinti duyuyorum. Onlardan da çok fazla var. Okur oranı çok az Türkiye’de. Şöyle örnek verebilirim; Ayrıntı Yayınlarından çıkan, Guy Debord’un kitabının ilk baskısı on iki sene önce yapılmış, 2. baskısı daha bu sene içinde yapıldı. Böyle bir adamın bile kitabının ilk baskısı on iki sene de bitmiş. Bu bir reklam sorunu olabilir mi? Kitap için reklama ihtiyaç duyan okur, gerçek okur değildir. Gerçek okur, yayınevinin peşinden koşar. Hangi yayınevi neyi yayınlamış bilir. Kitapevinde aradığı kitabı bulamadığında, bu kitap yok niye yok getirin der. Okurluk budur. Okurluk bilmem ne gazetesinin bilmem ne ekinde yayınlanmış diye gidip kitabı almaz. Kitapevleri de buna çanak tutuyor tabi, eskiden 11


kitapevlerinde çalışan insanlar kitap manyağı insanlardı. Kendileri de okurdu. Artık marketing sistemine yönelik işler yapıyorlar. Kitapevi senin çıkardığın kitabı sergilemediği sürece okur onu göremeyebilir. Bön kitle ise o kitabı rafta görmediği sürece almaz. Bir kitabı sürekli rafta tutun o kitap satar. Artık her şeyin olduğu daha çok kitapevi var ama. Eskiden daha nitelikli daha çok kitapevi vardı. Bunlar hep birbiriyle ilintili şeyler. Okur, yayıncı, kitapevi. Bunların birinde bir sorun olursa hepsi sekteye uğrar. Bir kitapevine yayınevlerinden hergün bir çok kitap geliyor. Bunların her birini sergileme imkanı yok. Alkım’da üç tane yeni çıkanlar rafı var. Burada sergilenen kitaplar imajla hareket eden okuyucuya hitap ediyor işte. Yoksa dediğim gibi gerçek okuyucu neyin çıktığını bilir zaten. Bu bilinçle ilgili bir şey, bu 90’larda vardı işte ama ben dediğim gibi 5-10 yıl içinde daha bilinçli bir kitlenin ortaya çıkacağına inanıyorum. Gerçek okuyucunun yok olacağına inanmıyorum. Yılda kaç kitap yayınlıyorsunuz? Bize kalsa ayda iki kitap yayınlamak taraftarıyız ama Türkiye’nin durumu bizim ayda iki kitabımızı kaldırmıyor maalesef. Kitap çıkarmak mesele değil ki, çıkardığımız kitapları insanlar almıyorsa, kitap çıkartmanın bir anlamı da olmuyor. Kaan, “basmak değil bastığını satmak gerek” der ki çok haklı bu konuda. Kitaplarınız depoda kaldığı sürece kitap çıkartmanın da bir anlamı yoktur. Maddi olarak da imkansız bir şey bu. Keşke okuyucu kitlemiz sayıca daha fazla olsa da biz ayda iki kitap çıkarabilsek. Bunun yerine iki ayda bir kitap çıkarıyoruz. Önemli olan nitelikli olarak sağlam adımlarla yürümek. Yoksa çok kitap basmakla yayıncılık yapılmaz. Yayınladığın kitaplar senin kendi kafanda hedef aldığın kitleye ulaşmıyorsa kitap çıkartmanın ne anlamı olacak ki? Özellikle bizim yayınladıklarımızın da niteliğine bakarsan zaten “bir avuç okur için” yayınlandığını görürsün. Onlar da her ay çıkardığın üç kitabı alamaz. Tabi bir de kitapların fiyatları meselesi var. Kimileri fiyatlarımızı yüksek buluyor fakat bilmedikleri şey o kitabın bize kaça mal olduğu. Bir kitabın telifine 3000 dolar ödediniz de oluyor, çevirmenine para ödüyorsun, çalışanlarının parasını ödüyorsun, Kültür Bakanlığından bandrol alıyorsun. Zaten kitabın fiyatının yarısını direk dağıtımcıya veriyorsun. Yayınevine kalan çok komik bir rakam oluyor böylelikle. Niye yayınevinizde kitap satmıyorsunuz? Yayınevinde tüm kitapları bulundurmak zor. Ayrıca burası bir kitapevi değil. Bununla birlikte bugüne kadar kitap almak için geleni de geri çevirmedik. Ama buraya gelen insanlardan aldıkları kitapların parasını zaten isteyemiyoruz. Bir şekilde muhabbet ortamı oluşuyor. O noktada para istemek olmuyor. Yeni yazarların ilk kitaplarını basmak konusundaki yaklaşımınız nedir? (acaba kendileriyle görüşmeye gelen bir -zavallı-yazarı kaç dakika içinde -nazikçe-kovuyorlar?) Bu da işte ilk sorunun cevabıyla ilintili bir soru. Biz bugüne kadar kimseyi kovmadık. Gerçekten çok abuk subuk bir sürü şey de geliyor. Cevap vermediğimiz olmuştur; ya maili görmemişizdir ya da Bulk’a düşmüştür. Ancak birebir görüşmelerde ve postayla gelenlerde cevap vermediğimiz hiç olmamıştır. Kişi gelip dosyasını veriyor, derdini anlatıyor. Sana şu kadar süre içinde cevap vercez diyoruz zaten. Ancak her yayınevinin kendi kriteri var. Gelen eseri o şablona göre değerlendiriyorsun uyarsa basıyoruz; uymazsa basamayız, tarzımıza uygun değil diyorsun.

12


Misal Altıkırbeşin şablonu üç aşağı beş yukarı belli, buna hiç de uymayacak dosyalar da geliyor mu? Geliyor tabi. Hem de inanamayacağın kadar çok geliyor. Mesela biz hiç tarih kitabı basmadık ama Osmanlı tarihi üzerine denemeler de geliyor. Akademik bir oluşumun basması gereken şeyler de geliyor. Tonlarca negatif şey geliyor. Önemli olan karşındakini kırmamak. Bunun için cevap vermek en iyi yol. Bu noktada yaptığı şeye sırt dönmemesi gerekiyor. Bir yayınevinden olumsuz yanıt almak insanların direncini kırmamalı. Özellikle yeni yazarlar için yayınevleri kabus gibidir. Aslında haksız değiller, bir şekilde işi ciddi tutmak zorundalar ki ipin ucu kaçmasın. Fakat çoğu zaman ciddiyetle saygısızlık arasındaki çizgi bozuluyor. Sen bir emek vermişsin, yazmışsın ve karşılığında bu derece umursamaz olmak ne kadar doğru? Açıkça söylemek gerekirse bana dosyalar, e mail yoluyla, postayla ya da elden ulaştığında ki en zoru karşı karşıya olduğunuzda oluyor; kitabınızı yayınlayamayacağız demek. E mail yazarken bile 4 defa okuyorum karşımdaki insanı kırmamak için. Fakat neden diye sorduğunda işin rengi değişiyor işte. Neden? Sorusuna cevap vermeye çalıştığım andan itibaren editör değil; eleştirmen olurum. O zaman da sen eleştirmen misin? diye sorar adam. Benim titrim eleştirmenlik değil ki. Ama ister istemez kitabının basılmayacağını duyan biri neden diye sorar. Sizin yayınevinize mi uygun değil; yoksa iyi mi değil diye bilmek isteyecektir. Onu söylüyoruz canım. Biz bu kitabı basamayız çünkü... diyerek belirtiyoruz. Genelde yazdığınız şey Altıkırkbeş kriterlerine uymuyor. Oluyor yanıtımız. Ya da aslında biz bunu basarız ama bizim için yetkin değil. Yine de bu bizim görüşümüz sen yoluna ve etrafı tırmalamaya devam et deriz. Biz ya da başka bir yayınevinin basmaması yazdığınız şeyin basılamaz olduğu anlamına gelmiyor. İnsanların burada yapması gereken buna saygı duymak. Buraya gelen her kitabı basmak mümkün değil ki. Olaya biraz da yayınevi çerçevesinden bakmak lazım. Kitabının Altıkırkbeş’ten çıkmasını isteyenler neler yapmalıdır? Kitap yazmalıdır. Sonra bize göndermelidir. Yapması gereken bu. Ancak bir yayınevine gitmeden önce kişinin araştırma yapması gerekiyor. Yazdığı şeye uygun yayınevlerini bulması gerekiyor. Birçok yayınevi var Türkiye’de. Üç beş yayınevlik bir liste çıkarmalı kendine ve ilk sıradan başlayarak denemeli. Altıkırkbeş öyle kitap basmamak için çaba sarf eden bir yayınevi değil. Ancak ticari bir yayınevi olmaması, imkanlarının kısıtlı olması, sistemin içinde olmaması da çok rahat hareket etmesini engelliyor. Yoksa ben içinde değer bulduğum her şeyi basmak istiyorum. İlk kitap ya da beşinci kitap fark etmez. Altıkırkbeş, dışardan bakıldığında öyle görünmese de; buradaki insanlar vurdumduymaz değildir. Üç tane editörümüz var ve bu insanlar gelen tüm yazıları zamanlarını verip okuyorlar. Harcanan emeğe ve yaratılana gerekli değerli vermediğimiz düşünülmesin. Size bir kitap ulaştığında ilk olarak neye dikkat edersiniz? Böyle bişiy yok. İlk yapılması gereken onu okumaktır. Belki diğer yayınevlerinin teknik bazı kriterleri vardır bilemiyorum. Ancak şunu söylemeliyim ki kişi yayınevlerine email yoluyla yazdıklarını göndermektense kendisi gitmelidir. En azından dosyasını kargoyla yollamalıdır. Bu emaili ciddiye almıyoruz demek değil fakat birebir konuşmak gibi olmuyor. Belki aradaki diyaloğu bile sevecek editör. Ayrıca kitap olarak basılmasını istediğin birşeyi sanal olarak yollamak ciddiyetsiz geliyor. 13


Yeni yazarların kitaplarını yayınevlerine bırakmaları için uygun bir zaman var mıdır? Yazın bırakmasınlar. Yazın sistem durur, yayınlanan kitap sayısı düşer, çıkan kitapların niteliği değişir, ticari, cılkı çıkmış kitaplar basar yayınevleri, amaç paraya döner. Sonbahar daha iyi. Bir birikme varsa? Yazın verilen kitabın sonbaharda okunması mümkün değil mi? Yok ya! Hiçbir şey birikmez. Bana verilen şeyleri bana verildiği gün okumayı severim mesela. Bir şeyi bir yere koyup, bir ay orada bekletmek etik değil her şeyden önce. Karşısındaki bir cevap bekliyor sonuçta. Türkiye’de kitap yayınlatmak zor mudur? Türkiye gibi bir ülkede ilk kitabı bastırmak hakikatten zor. Bunu kabul ediyorum ama bunda yayınevinin suçu yok. Çok aptalca bir cümle kurayım, keşke benim 5 milyon dolarım olsa ağzına sıça sıça yayıncılık yapsam ve bir kitabı 1 milyona satabilsem ama böyle bir şey yok. Bir kitabı yayınlama süreci nasıl işler? Ne kadar zaman alır? Aslında bunun bir zamanı yok. Bu insanlara evet biz bunu bascaz dediğimizde tek istediğimiz şey ne zaman ne zaman diye sorulmaması. Bu, bir ayda olabiliyor, bir yılda olabiliyor. Bunu belirleyen şey yayınevlerinin yayın listeleridir. Her gelen kitap, o listeye eklenir ve zamanı gelince de basılır. Sıra bozulabilir tabi, bu güncel olaylarla, ilgi odaklarının değişmesiyle, sosyal bir olayla değişebilir. Ya da bir şey gelir çok beğenirim ve önemli bulurum onu ilk 5 e koyarım bu konuda kimsenin kırılmaması gerekir. Bu bir sistem sonuçta. 6 yıl sonraya tarih veren yayınevleri var. Yeraltı edebiyatı nedir? Ve Türkiye’de yeraltı edebiyatının durumu hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Türkiye’deki yeraltı edebiyatının durumu bizi ilgilendirmiyor. Yeraltı edebiyatının anlamı bilinmiyor ki! İçinde am, göt, sik geçen, sokak diliyle yazılmış herşeye yeraltı edebiyatı deniyor. Bir kitabın kapağına yeraltı edebiyatı yazmak onu yeraltı yapmaz. Yeraltı edebiyatı çok satamaz. Satıyorsa bunda bir araz vardır. Yeraltı karşı kültür kavramıyle ilintilidir, ki benim için bu Amerikan menşeli bir kavramdır ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında Beat kuşağının da katkısıyla ortaya çıkmıştır. Çok içerden bilmeyenlere safsata gelir. Bununla birlikte Beat kuşağı yeraltı edebiyatı değildir. Beat kuşağı, Beat kuşağıdır. Beat edebiyatı da, beat edebiyatıdır. William Burroughs, yıllardır dünyanın en büyük 100 edebiyatçısı arasındadır. Çıplak şölen, dünyanın en iyi 100 kitabı arasındadır. Bunlar onu ticari kılar! Dolayısıyla da yeraltı edebiyatı değildir. Bukowski ise kendi çıkardığı dergileri evinde kendi zımbalarken; teksir makinasında basarken yeraltı edebiyatı İdi. Fakat yetmişine doğru milyon dolarlar kazanmaya başladığında artık yeraltı edebiyatı değildir. (Yanlış anlaşılmasın bunu hak ediyordu da.) Amerika’da ‘second coming revolution’ denen birşey var. Türkiye’ye yabancı bir kavramdır bu. Örneğin, A.D Winans, Türkiye’de kimse bilmez ama Amerika’da Small Press denen yayıncılıkla 100’er, 50’şer kitapları basılır, 50 tane kitabı vardır rahat. Türkiye’de böyle bir yayıncılık yok; buna en yakınını Altıkırkbeş yapıyor. Yeraltı, içerikten ziyade teknikle birleşen birşeydir. Fanzincilikle kitabın arasında çok ince bir çizgide durur. İngiltere’de Sabotaj isimli bir yayınevi var ve farklı alanlarda birçok kitap

14


basmaktadır. Bu yeraltı bir yayınevidir ve tüm kitaplarını zımbayla birleştirip fotokopi usulüyle çoğaltır ve dünyanın her tarafına dağıtılır. Bunlara ise ancak yeraltındaysan ulaşabilirsin. Çok satan, popüler birşeyi yeraltında tutamazsın dolayısıyla Yolda ve Bukowski yeraltı değildir. Dediğim gibi yeraltı teknikle ilgilidir ve sisteme bir karşı koyuştur. Yayıncılardan ve yayıncılık zihniyetinden nefret eden bir sistemdir. Fanzincilik yeraltıdır. Yazılarını kitap olarak bassan da, herhangi bir sisteme bağlı kalmadan kendi çabanla kitapevlerine dağıtıyorsan bu yeraltıdır. İlk anlaşılması gereken edebi bir nitelik olmadığıdır. Anarşist Cook Book diye bir kitap vardır ve Anarşistlerin el kitabıdır. Bunu Türkiye’de basamamazsın. Götün yiyorsa bu kitabı bas, o zaman sen yeraltısın. Buna karşı çıkanlar olabilir olsun. K.K.K, bundan 1.5 yıl önce, kıyı yayınlarından çıkan Yolda’yı sayfa sayfa taradı ve scan etti, pdf haline getirip internete yaydı. Bu yaptığı yeraltı edebiyatıdır. Yeraltı yayıncılığıdır. İlk önce Yeraltı yayıncılığı olmalı ki, o ülkede yeraltı edebiyatından söz edilebilsin. Türkiye’de karşı-kültür ile alt-kültür lafı birbirinin yerine kullanıyor. Alt kültür varoştur. Karşı kültür ise temelini Amerikadaki sözünü ettiğim hareketten almaktadır. Karşı kültür olan Beat kuşağının romantik olarak özendiği evsizler- yurtsuzlar ise alt kültürdür. Bugün Türkiye’de yeraltı denen şey, belli bir grup insanı cezbetmek için yapılmış birşeyden ötede değildir. Son olarak diyebilirim ki yeraltı yaşayan birşeydir ve edebiyata indirgenemez. Sosyolojik bir vakadır. Evet bir edebiyatı vardır ama bu 20 milyona raflarda satılmaz. Evet yeraltından biri çıkıp patlayabilir ama ozaman o başka birşey haline gelmiştir. Dışarı çıkmıştır. Parasını vererek kitap yayınlayan yayınevleri hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Eğer kitap nitelikliyse ama yayınevi bunu basmak isteyip maddi olanaksızlıklardan dolayı basamıyorsa; yazarın bunu üstlenmesinde bir sorun yoktur fakat yayınevi bunu para kazanmak için yapıyorsa, o artık yayıncılık değil matbaacılıktır. Son olarak ilk kitabını yayınlatmak isteyen yeni yazarlara tavsiyeleriniz nelerdir? (Yazar olmak isteyen biri illa edebiyat dergilerine mi dadanmalıdır?) Özellikle şiir de öyle birşey var. Referans olması açısından şurda şurda şiirlerin yayınlanması faydalı oluyor. Öyküde de geçerli bu. Ticari anlamda da yazar adayının okucu potansiyeli olduğunu gösterir. Sistem için doğru referanslardır. Katkısı olabilir fakat bir romanı bu şekilde pazarlamak olanağı yok. Ben kendi adıma bunu bir referans olarak görmem. Bunun haricinde diyebilirim ki kimsenin acele etmesine gerek yok. Henry Miller kitapları basılmaya başlandığında ihtiyardı. Deha keşfedilmeyi bekler demiyorum ama sürenin ve birilerinin basmıyorum demesinin bir anlamı olmadığını söylüyorum. Bu anlamda olgunluğa inanıyorum. Ve ego olgunluk noktasında bir kandırıdır. Yazar adaylarının yazdıklarını biraz demlendirmesi ve acele etmemesi gerektiğine inanıyorum. Son olarak diyebilirim ki, yapılan şey yaratıdır ve bu anlamda kutsal bir şeydir. Çakıl taşıyla altının arasında bir fark yoktur. Birilerinin onun altınına çakıl taşı demesinin bir önemi de yoktur. Eser yazanın ötesindedir ve onun bir değeri vardır. Kimseyi kale almasınlar o konuda...

15


Yazarken…

Yazma Stratejileri

İnsanlar genellikle beyinlerinin sağ lobunu yani analitik düşünme lobunu kullanırlar ancak zamanınızın bir bölümünü sol lobunuzu da kullanabileceğiniz yaratıcı aktivitelere harcamak, hem denge sağlamanıza; hem de daha uzun bir hayat sürmenize yardımcı olacaktır. Bunu yazarak yapabilirsiniz… Kendinize etkili yazma alışkanlıkları geliştirin: Roman yazmak için zaman önemlidir fakat tek başına yetmez. Yazmak, sizin için diş fırçalamak gibi düzenli bir alışkanlık haline gelmeli. İlham gelmesi için beklemek çok fazla zaman kaybettirebilir. Yazmak en iyi rutine bağlandığında gelişir. Gün içinde en az 1 saatinizi bunun için ayırmaya çalışın. Gün içinde ufak tefek işlerinizi yaparken yazdığınız şeyler hakkında düşünün. Kafanızda romanınızın bir sonraki aşamasını kurgulayın. Yazarken çevrenizdekilerin eleştirilerine kulak asmayın: Yazmak, siz ve kağıtlar arasındaki özel bir ilişkidir. Buna başkalarının eleştirilerini karıştırmayın. Kendinize güvenin ve başkalarının bu güveni sarsmasına izin vermeyin. Kendi kendinizin editörü olun: Arada yazdıklarınızı baştan başlayarak gözden geçirin. Böylece romanın içindeki tutarsızlıkları ve kopuklukları bulmanız kolaylaşır. Romanın içinde sizi rahatsız eden unsurları not alın. Kişiler, kurgu ne ile ilgili olursa olsun not alın. Çözümü kendiliğinden gelecektir. Kendinize gerçekçi bir plan hazırlayın: . Kendinize bir defter hazırlayın: Buna karakterlerin özelliklerini ayrıntılı olarak not edin. İsterseniz saçının rengine kadar yazabilirsiniz. Fiziki görünümünü, psikolojik durumunu… Onlarla ilgili her şeyi ayrıntılı olarak belirleyin. Hatta karakterlerin her birinin romana dahil olana kadar ki özgeçmişini bile yazabilirsiniz. Bunu illa romanda kullanmanıza gerek yok fakat karakterleri tanımanız açısından oldukça faydalı olacaktır. Daha sonra aynı deftere romanın konusu ve kurgusuyla ilgili notlar alın. Tarihi roman gibi araştırmalara dayanan bir roman yazıyorsanız; araştırma sonuçlarınızı, kaynaklarıyla birlikte deftere not edin. Her an yanınızda taşıyacağınız bir defter olması, aklınıza geldiğinde not alabilmeniz için faydalı olacaktır. Bu tür alışkanlıklar romanınızın her aşamasında size yardımcı olacaktır.

16


Romanı hangi ağızdan yazmak gerekir? Hangisinin daha etkili olduğu romanın türüne göre değişmektedir. Birinci tekil kişi: hikaye sadece olayı anlatanın bakış açısından görünür. Romandaki diğer kişilerin iç dünyalarına inmek mümkün değildir. Ancak iyi kullanıldığında samimiyeti yakalamak açısından okuyucuyu daha çok etkileyebilir ve okuyana samimi gelebilir. Ancak subjektiftir. Bir karakterin gözüyle olaylar anlatılır. Bunun çeşitli riskleri vardır: kişinin duyguları ve düşünceleri, hikayenin üstüne çıkabilir. Üçüncü tekil kişi: yazan kişi olayın dışındadır. Her kişiye objektif şekilde uzak olması gerekir; bu da tüm karakterlerin iç dünyalarına girme imkanı sağlar. Bu yöntem yazara daha büyük özgürlük tanır. Anlatılan olayı, her ayrıntısıyla verme imkanı doğar. Özellikle karmaşık sahnelerin ve birbirinin içine girmiş hikayelerin kurgulanmasında birçok bakış açısı yakalamak açısından tercih edilmektedir. Otobiyografi incelemelerinde de kullanılır. ***

17


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.