Minerva Sayı 14

Page 1

. MINERVA KASIM - 2013

SAYI: 14

İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğrenci Bülteni


M #BizimHikayemiz Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Araştırma Merkezi - Çalışma Grubu, 2009 yılında yola çıkarken ilk üyelerini bir araya getiren temel sebep; geçmişte İ.Ü. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü bünyesinden çıkan Minerva’yı canlandırma isteğiydi. Grubumuz, Minerva’yı istikrarlı yayımlanan bir bülten haline getirerek yola çıkışının boşuna olmadığını gösterdi. SUİAM-ÇG, amatör dergi yayını ile kendisini geliştirmeye çalışırken daha çok etkileşim kaynağıyla beslenme yoluna gitti. Bulunduğu ortamda akademik ve sosyal birikimin artması ve yoğunlaşması için etkin olmayı hedefledi. Bu anlamda okul içinde ve dışında çeşitli faaliyetler yürütüyor, etkinlikler düzenliyor. SUİAM-ÇG yola çıktığından beri onlarca üniversite öğrencisi için bir deneme alanı, alternatif bir öğrenme çevresi oluşturdu. Üniversite dönemini daha anlamlı kılmaya çalışan pek çok arkadaşımız kendilerince oluşturulan bu okulun parçası oldu, olmaya devam ediyor. Misyonumuz: İ.Ü. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü öğrencilerinin gerek sosyal gerek akademik hayata hazırlanmaları için alternatif bir ortam sağlamak, Araştırma ve düşüncelerin başta yayıncılık olmak üzere pek çok etkinlikle paylaşılması için aracı olmak, Kendimizi yenileyerek yaptığımız çalışmalarla çevremizde sürdürülebilir bir etkileşim sağlamak, Entelektüel birikime ve sosyokültürel hayatın gelişimine katkı sağlamak, Sivil toplum, özgür düşünce, farklılıklara saygı, insan hakları, toplumsal barış gibi olguların gelişmesine yardımcı olmaktır. facebook.com/iu.suiamcg twitter.com/suiamcalisma suiamcalisma@gmail.com

Y

M

Y

M

Y

M

Y


.

MINERVA

Sayi 14 Bizden...

‘Kendisi çatlamadan toprağı çatlatamaz tohum’* Kabuğumuzu kırıp filizlenmeye çalıştığımız bir döneme daha başladık. Kendimizi aştığımızda üstümüze serilen yükleri de aşacağımızın bilincinde olarak, yeni birikimler edinmenin çabasındayız. SUİAM Çalışma Grubu, bizim için okuldan çok okul, dersten çok ders, işten çok mesai oldu. Bu okulun bizlere kattıklarını naçizane araştırmalarımızla, düşüncelerimizle aktarmaya çalıştığımız Minerva ile yine karşınızdayız. Zaman ve mekan kavramı gittikçe daralıyor. Her şeye kolayca ulaşabildiğimiz ve bir o kadar da hızına yetişemediğimiz dijital bir çağdayız. Bizim yaşadığımız zaman dilimi, bizden önceki kuşaklardan farklı ve bizden sonrakilerin zamanı da bizden farklı olacak. Gittikçe enteresanlaşan dünyayı anlamlandırabilmek için bir şeyler biriktirmemiz gerekiyor. Bu birikim de kendimizden öncekilerin deneyimlerini bugünün koşullarıyla analiz etmek, başka bir sentezin tezi haline dönüştürmekle olabilir. Gelecek kuşakların analiz etmelerine değecek zamanlardan geçiyoruz. Tüm dünyada ve ülkemizde gençlik hareketleri, halk ayaklanmaları, dikte edilen hayat kurgularına başkaldırılar oldu. Haziran ayından bu yana sadece İstanbul’u değil tüm Türkiye’yi ilgilendiren Gezi Olayları da bunun ülkemizdeki ayağı oldu. Yaşadıklarımızın, gözlemlerimizin ışığında; neden sonuç ilişkisine bağlı olarak *Aziz Nesin-Acının Duvarı Aşılınca incelemeye çalıştığımız insan ve iktidar ilişkileri siz okuyucuların eleştirisine sunuldu. Daima baktığımız yönü görmeye çalışıyor olmamız umuduyla… Keyifli okumalar…

Teşekkür...

Sn. Prof. Dr. Nevin ATEŞ, Sn. Prof. Dr. Levent ÜRER, Sn. Doç. Dr. Burak Samih GÜLBOY, Sn. Doç. Dr. Namık Sinan TURAN, Sn. Doç. Dr. Nuray MERT, Yrd. Doç. Dr. Ahmet Emre ATEŞ, Sn. Yrd. Doç. Dr. Edip Asaf BEKAROĞLU, Sn. Yrd. Doç. Dr. Leyla SANLI, Sn. Yrd. Doç. İrfan ÇİFTÇİ, Yrd. Doç. Dr. Muharrem Hilmi ÖZEV, Sn. Yrd. Doç. Dr. Murat METİNSOY, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü değerli araştırma görevlilerine teşekkürü borç biliriz. SUİAM Çalışma Grubu Adına Sorumlu: Özgür Can ARAZ Genel Yayın Yönetmeni: Fahri DANIŞ Yayın Kurulu: Rasim Mert ÖZÇELİK, Mine YİŞİL Düzeltme Kurulu: Büşra KILIÇ, Gözde TÜTMEZ, Merve Nur BAYRAKTAR, Sevinç Ödül PATIR Görsel Yönetmen: Coşkun SAİTOĞLU coskunsaitoglu@live.com - (0534 385 4112)

Baskı: Analiz Basım Yayın 2. Matbaacılar Sitesi 3ND22 Topkapı/İstanbul Basım Tarihi: 01.11.2013

minervadergi@gmail.com minervadergi.blogspot.com

İLETİŞİM

twitter.com/minervadergi facebook.com/iu.suiamcg

MİNERVA Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğrenci Bülteni’nde yer alan çalışmalarda tüm sorumluluk çalışma sahiplerine aittir. Minerva’nın çalışmalarla ilgili olarak herhangi bir sorumluluğu bulunmamaktadır.

Dergimize olan katkılarından dolayı www.anagazete.net’e teşekkür ederiz.


içindekiler...

İnternet Çağında Yeni Toplumsal Hareketler Bağlamında Gezi Direnişi İbrahim ALTUNBAŞ

3 Taksim’i Yayalaştırma Projesi ve Kentsel Dönüşüm Neslihan BARUT

8

İktidar ve Otorite Şeyma YEMİŞLİ

48 İbn Haldun Perspektifinden İktidar-Din İlişkisi Merve Nur BAYRAKTAR

50 Şiddetin Meşruiyetini Sorgulamak

SBUİ Özel Röportajlar Prof.Dr. Nevin ATEŞ 12 Prof.Dr. Levent ÜRER 16

Büşra KILIÇ

53 İktidar Psikolojisi ve Toplumsal Yansımalar Gözde TÜTMEZ

57 İktidarın Güç Kaybı: Darbeler ve Mısır Darbesi Mine YİŞİL

60

Doç.Dr. Burak Samih GÜLBOY 19 Doç.Dr. Namık Sinan TURAN 25 Yrd.Doç.Dr. Ufuk URAS 28 Yrd.Doç.Dr. Edip Asaf BEKAROĞLU 30

Bir Eleştiri Aracı Olarak Mizah Gözde TÜTMEZ

65 Mizah Bu Değil Büşra KILIÇ

66 Sisifos: Varoluş ve Yok Oluşun İkileminde Bir Gerilim Kerem KAYMAZ

Yrd.Doç.Dr. İrfan ÇİFTÇİ 32 Yrd.Doç.Dr. Ahmet Emre ATEŞ 34

Gezi Parkı’nda Komün Yaşamın Mümkünlüğü Rasim Mert Özçelik

35 Kısa Metraj Gezi Parkı Halil İbrahim EKİZCE

39 Gezi Direnişi’nde Kadın ve LGBT Hareketi’nin Yeri Sevinç Ödül PATIR

44 Gezi’yi Unutacak Mıyız? Özgür Can ARAZ

46

67

SOYUTLAMA Albert Camus - Başkaldıran İnsan Başkaldırıyorum, Öyleyse Varım M. Fahri DANIŞ

69 Bilinç Başkaldırıyla Doğar Merve Nur BAYRAKTAR

70 Kadehte Ölümsüzlük İksiri Var, İçelim Esma ERDAL

71


MİNERVA

İNTERNET ÇAĞINDA YENİ TOPLUMSAL HAREKETLER BAĞLAMINDA GEZİ DİRENİŞİ İbrahim ALTUNBAŞ

1. TOPLUMSAL DEĞİŞME VE TOPLUMSAL HAREKETLER

hakları hareketi, barış ve adalet hareketleri, ekonomik, toplumsal ve siyasal kurtuluş mücadeleleri olarak ortaya çıkmıştır. 1968 Mayısında Fransa, Almanya, İngiltere ve Meksika’da başlayan öğrenci gösterilerinin dünyaya yayılmasıyla birlikte toplumsal hareketlerde dönüşüm yaşanmıştır. 1970’lerin ortalarından itibaren gelişmeye başlayan barış, feminist, çevre ve yerel özerklik hareketleri yeni toplumsal hareketler kavramıyla açıklanmaya çalışılmıştır.

T

oplumsal değişme; içinde doğduğumuz toplumları biçimlendiren teknoloji ve kültür düzeyi, endüstrileşme, kentleşme, kırdan kente doğru göçler, bireyselleşme, bürokrasinin gelişmesi, medyanın ve internetin hayatımızda gittikçe artan etkisi gibi dinamik güçleri içeren bir süreçtir.1 Günümüzde de modernite2 ekseninde gelişen küreselleşme olgusu, bu toplumsal değişim sürecinin ana unsuru olmaktadır. Ekonomik alanda başlayan küreselleşme, enformasyon teknolojilerinde sağlanan büyük ilerlemeler sonucunda büyük bir ivme kazandı ve son yıllarda daha da hissedilir bir biçimde toplumsal hayata yansımaya başladı.3 Buna bağlı olarak geleneksel politikalar değişme zorunluluğuyla karşı karşıya kaldı. Geleneksel politikaların değişmesiyle beraber toplumlar; ekonomik, siyasal ve kültürel dönüşüm süreçlerinin içerisine girdi. Bu değişim ve dönüşüm süreçlerine bağlı olarak da toplumsal değişimin temel dinamiklerinden biri olan toplumsal hareketlerin paradigması değişti. Giddens, toplumsal hareketleri yerleşik alanın dışındaki toplu eylemler yoluyla, ortak bir çıkarı korumak ya da ortak bir hedefe erişmeyi sağlayabilmek için girişilen toplu bir çaba olarak tanımlar.4 Castells’e göre de bir toplumsal hareketin açıklanabilmesi için hareketin ortak bir kimliğinin, karşıtının ve toplumsal hedefinin olması gerekmektedir. Toplumsal hareketler tarih boyunca, toplumun kurumlarını dönüştüren yeni değer ve hedeflerin üreticisi olmuştur.5 18. yüzyılda Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da ortaya çıkan toplumsal hareketler; 20. yüzyılda işçi hareketi, feminist hareket, insan

Yeni toplumsal hareketlerin; ideoloji ve amaçlar, yapı ve katılımcılar açısından eski toplumsal hareketlerden farklılık gösterdiği ileri sürülmektedir. Buna göre, yeni toplumsal hareketler ideoloji ve amaçlar açısından ekonomik yeniden dağıtım meselelerine odaklanmaktan çok yaşam kalitesi ve yaşam biçimleri üzerine vurgu yapan, yapısı açısından lidersiz ya da dönüşümlü liderlik anlayışını kabul eden ve demokratik bir katılım biçimini deneyimleyen, katılımcılar açısından ise orta sınıf bireyleri, gençleri ve yüksek eğitim almış bireyleri kapsayan hareketler olarak kabul edilir.6 Touraine’e göre, 1968 sonrasındaki hareketlerin yeni olarak adlandırılması, 7

Tablo 1 Toplumsal Hareketlerin Eski ve Yeni Paradigmalara Göre Karşılaştırılması

1 Yeni Toplumsal Hareketler, T.C. Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Yayını, Eskişehir, Mayıs 2012. 2

Toplumsal değişme denince akla gelen önemli bir kavram modernitedir. Giddens’a göre modernite Batı’da Endüstri Devrimi ile beraber değişen toplumsal kurumları ve davranış biçimlerini içerir. 3 Castells’a göre küreselleşme özellikle 1970’lerden bu yana enformasyon toplumunun ortaya çıkması ve gelişmesi ile bağlantılıdır. Çünkü internet gibi yeni iletişim teknolojileri sayesinde bilgi akışı hızlanmış ve birbirinden bağımsız gibi gözüken toplumlar gerek bilgi, gerek sermaye akışı sayesinde ekonomik ve politik açılardan birbiriyle bağlantılı hale gelmiştir. 4 Cemalettin Çopuroğlu ve Beyzade Çetin, Yeni Sosyal Hareketler Paradigması Bağlamında Türkiye’deki Küreselleşme Karşıtı Grupların Birbirleriyle ve Dünyadaki Karşıtlarla Karşılaştırılması, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi, Cilt: 13 Sayı: 1, 2010. 5 Manuel Castells, İsyan ve Umut Ağları: İnternet Çağında Yeni Toplumsal Hareketler, Koç Üniversitesi Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Eylül 2013, Syf:23. 6 Mustafa Kemal Coşkun, Süreklilik ve Kopuş Teorileri Bağlamında Türkiye’de Eski ve Yeni Toplumsal Hareketler, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Sayı: 61, Cilt: 1, 2006, Syf: 67-102. 7 Yeni Toplumsal Hareketler, T.C. Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Yayını, No: 20345, 2. Baskı, Eskişehir, Mayıs 2012.

3


resel bir kamusal alanın oluşmasını sağlamaktadır. İnternetin yarattığı kamusal alan Habermas’ın ideal kamusal alan için öngördüğü herkese açıklığı maksimize etmekte, ancak Habermas’ın aydınlanmacı ve rasyonel eleştirel tartışma ideallerine pek o kadar da sadık kalmamaktadır. İnternet’in yarattığı kamusal zemin, ataerkiliğin daha az olduğu, kamusallığın burjuvayla sınırlı kalmadığı ve ille de akıl-merkezciliğin egemen olmadığı bir zemindir. 10

toplumsal hareketlerin devlet gücünü kontrol etme düşüncesinden uzaklaşması ve sivil ilişkileri dönüştürmeyi hedeflemesinden kaynaklanmaktadır. 2. TOPLUMSAL DEĞİŞİMİN ÖNEMLİ BİR DİNAMİĞİ OLARAK İNTERNET Sanayi toplumundan modern topluma, modern toplumdan bilgi toplumuna geçiş süreci, toplumsal yapıda birtakım sosyokültürel değişiklikleri beraberinde getirmiş ve son yıllarda özellikle enformasyon teknolojilerinde yaşanan ilerlemelerle beraber internet ve internet temelli teknolojileri toplumsal hayatın önemli bir unsuru haline getirmiştir. Günümüzde küresel olanla yerel olan arasındaki sınırları ortadan kaldıran internet, insanların ağlar oluşturmasına ve küresel bir ağ toplumunun inşasına olanak sağlarken demokratik bir toplumun altyapısının oluşmasına da katkı sağlamaktadır. Ancak; internete ve bilgisayar teknolojilerine erişim sorunu, enformasyonun bolluğu ve ticarileşmesi, internet üzerinde tekellerin kurulması, internetin “fragmanlaşmış” içeriği, devlet ve özel sermaye tarafından tüketiciye dönüşen vatandaşın denetlenmesi için yoğunluklu olarak kullanımı, aşırı bireysel kullanımı ve kullanım amaçları vb. sorunlar internetin demokratikleştirici potansiyelinin sınırlılıklarını oluşturmaktadır.8

3. İNTERNET ÇAĞINDA YENİ TOPLUMSAL HAREKET ÖRNEKLERİ 3.1. İZLANDA’NIN TENCERE TAVA DEVRİMİ 2007 yılında insani gelişim endeksine göre dünyanın en gelişmiş ülkesi olan İzlanda, ortalama gelir bakımından da dünyada beşinci sırada yer alıyordu. Sadece bir yıl sonra her şey tepetaklak oldu. Tüm dünyayı vuran Amerika merkezli finansal kriz 2008 yılında İzlanda ekonomisinin çökmesine neden olmuştu. Spekülatif finans kapitalizmi küresel olarak genişlerken finans sektörünün de hızla büyümesine neden oluyordu. İzlanda da uluslararası finans sektörüyle Kaupthing, Landsbanki ve Glitnir bankalarının öncülüğüyle bütünleşmişti. 1980’li yıllarda yerel hizmet veren bu bankalar 2000’li yıllarda büyük finansal kuruluşlara dönüşmüş ve bu bankaların varlıkları 2000’li yıllarda GSYH’nin yüzde 100’üne eşitken 2007’de yüzde 800’üne ulaşmıştı.11 Diğer yandan İzlanda Merkez Bankası’nın uyguladığı para politikaları neticesinde aradaki kur farkından yararlanmak isteyen spekülatörler ve sermaye aracılığıyla ülkeye sıcak para girişi artıyor, buna bağlı olarak ülkedeki vatandaşlar sanal bir refah ortamı içerisinde yaşıyordu. Bu sistem çöktü ve üç banka geride 25 milyar dolarlık bir borç bırakarak battı. Hükümet bu bankaları devletleştirme yoluna giderken İzlanda kuronu da hızla değer kaybetmeye, işyerleri art arda kapanmaya başladı. Evlerini krediyle alanlar, evlerinin değerinin üstünde bir borçla boğuşmak zorunda kaldılar.12 Nihayetinde yanlış para politikaları ve gereğinden fazla büyüyen bankacılık sisteminden kaynaklanan ekonomik kriz ülkeyi iflasa götürdü.13

Gelişen sosyal ağlarla beraber internet, insanların istediği izlenimi yaratabileceği bir alan hüviyetine büründü. İnternet, insanlara aktif bir mecra sunarak sosyalleşme sürecini hızlandırıp katılımcılığın artmasını sağlarken kullanıcılarına fizikselliğin olmadığı siberuzay olarak tanımlanan bir alan da sağlamaktadır. Kullanıcılar bu siberuzayda; var olan kimliklerini sergilemenin yanında yeni sanal kimlikler oluşturma imkânına da sahip olmakta ve kendilerini başka kimlikler üzerinden daha iyi bir biçimde tanıma olanağı kazanmaktadır. İstenilen izlenimi vermek amacıyla yaratılan sanal kimlikler gerçeklikle arasında bir duvar örerken diğer yandan da sanal bir gerçeklik yaratıyor. Aynı zamanda gerçek hayatta yansıtılamayan kimlikler kendine bu siberuzayda yer ediniyor ve kendi cemaatleşmesini sağlayarak internet üzerindeki kamusal alanda kendini var ediyor.

11 Ekim 2008’de Hordur Torfason adlı şarkıcı İzlanda parlamento binasının önünde gitarıyla oturup banksterlere ve onlara hizmet eden siyasetçilere duyduğu öfkenin şarkısını söyledi.14 Biri barışçıl bir protesto gösterisi olan bu sahneyi internete yükledi ve İzlanda nüfusunun yüzde 10’u olan otuz bin kişiyi kısa sürede bir araya getirdi.15 Artık binlerce kişi tarihi Austurvollur Meydanı’nda protesto gösterilerine başlamıştı. Protestolar ocak ayında meydanlarda ve İzlanda nüfusunun yüzde 94’nün bağlı olduğu internette yoğunlaşmaya başladı.16

Günümüzde internet ve internet üzerindeki sosyal ağlar, toplumun iktidarlara karşı kendilerini ifade edebilecekleri özgür bir alan yaratmaktadır. Birey-devlet ilişkisi içerinde bireyin devlete karşı daha fazla özgürleşmesini sağlayan internet, Antik Yunan agoralarını andırır bir biçimde yeni bir kamusal alan9 yaratarak vatandaşların demokratik süreçlere katılmasında önemli bir araç olmakta ve kamusallığın mekânsal olmayan bir biçimini ifade etmektedir. Ulusal sınırları ve zaman kavramını ortadan kaldıran internet aynı zamanda kü-

8 Mert Denizci, Bilişim Toplumu Bağlamında İnternet Olgusu ve Sosyopsikolojik Etkileri, Marmara İletişim Dergisi, Sayı: 15, İstanbul, Temmuz 2009. 9

Kamusal alan kavramıyla kendi içinde bir anlamda kamuoyuna benzer bir alanın oluşturabileceği, toplumsal yaşamımızın bir parçasını tanımlıyoruz. Ayrıntılı bilgi için bakınız: “Kamusal Alan: Ansiklopedik Bir Makale” <http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi. aspx?did=1&dsid=66&dyid=1735> 10 Aydın Uğur ve Mücahit Bilici, Bilgi Toplumu, İnternet ve Demokrasi, Dijital Alemin Genleşen Kamusal Alanı, Yeni Türkiye 21. Yüzyıl Özel Sayısı, Yıl: 4, Sayı: 19, 1. Cilt, Ocak - Şubat 1998, Syf: 448-496. 11 A.g.e., Castells, Syf: 41-44. 12 Ahmet İnsel, Radikal, 20.02.2011, Araplardan Önce İzlanda Vardı, Erişim Adresi: <http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDet ayV3&ArticleID=1040640&CategoryID=42> 13 Cahit İstikbal, 09.10.2008, İzlanda Nasıl İflas Etti?, Erişim Adresi: <http://www.denizhaber.com/index.php?sayfa=yazar&id=5&yazi_id=100324> 14 A.g.e, Castells, Syf: 44 15 Ozan Akarsu, 13.06.2013, Örnek Bir Devrim, Erişim Adresi: <http://www.millibirlikhaber.com/ornek-bir-devrim.html> 16 A.g.e., Castells, Syf: 44

4


20 Ocak 2009 tarihinde İzlanda parlamentosu bir aylık aranın ardından toplanacaktı. Aynı gün içerinde binlerce İzlandalı parlamento önünde toplanarak tencere ve tava sesleri eşliğinde hükümeti istifaya davet etti. Protestolara karşı yapılan polis müdahalesi olayları daha fazla tırmandırdı. 21 Ocak 2009 tarihinde yani olaylar başladıktan 3 ay sonra İzlanda meclis binası duvarlarına tırmanan göstericiler, hükümeti istifa ettirdiler. Yani çevik kuvvet tarafından atılan binlerce biber gazı, vurulan jop ve plastik mermi, yoğurt ve kartopuna yenilmişti.17 Erken seçimler yapıldı ve ülkenin iki büyük muhafazakâr partisi ağır bir yenilgiye uğradı; sosyal demokratlar ve yeşillerin oluşturduğu koalisyon iktidara geldi. Böylece koalisyon lideri olan Johanna Sigurdardot’tir, 1 Şubat 2009 tarihinde İzlanda’nın ilk kadın başbakanı ve dünyanın eşcinsel olduğunu açıkladıktan sonra göreve gelen ilk hükûmet başkanı oldu.18

tencere tava sesleri eşliğinde barışçıl bir şekilde yaptı ve 21. yüzyıl demokrasisi için bir umut kaynağı oldu. 3.2.TUNUS’UN BAHAR GETİREN DEVRİMİ 1987 sağlık sorunları gerekçe gösterilerek Habib Burgiba, cumhurbaşkanlığından uzaklaştırıldı ve yerine Zeynel Abidin Bin Ali geçti. Burgiba’nın 1978 ve 1984 tarihlerinde halk ayaklanmalarını şiddetle bastırması ve İslamcı kesimler üzerinde kurduğu ağır baskı, halkın Zeynel Abidin darbesine sıcak bakmasına yol açmıştı.21 İlerleyen dönemlerde Zeynel Abidin yönetimi de Burgiba’yı aratmayan baskıcı politikaları uygulamış ve isyan hareketlerinin başlamasına neden olmuştur. İktidarını istihbarat ve polis gücüne dayandıran Zeynel Abidin döneminde ordu zayıf bırakılırken, polis gücü her alanda en etkin aktör haline dönüştürülmüştü.22 17 Aralık 2010 tarihinde Başkent Tunus’a 265 kilometre uzakta olan Sidi Bouzid’de Arap dünyasının kaderini değiştirecek bir olay meydana geldi; üniversite eğitimini yarıda bırakıp, seyyar satıcılık yapmaya başlayan Muhammed Bouazizi adlı bir genç polis baskısına dayanamayarak kendini yaktı. Kendini yakan Bouazizi’nin ölümünün ardından, ülkedeki protestolar Twitter ve Facebook gibi sosyal ağlar üzerinden organize edildi ve sosyal paylaşım sitelerinde düzenlenen kampanyalar özellikle Tunuslu muhalif gençleri harekete geçirdi.23 Hükümetin artan baskıcı yönetiminin yanında Wikileaks belgeleri hükümetin siciline yolsuzluk iddialarını da ekledi. WikiLeaks’in yayımladığı ABD’nin Tunus Büyükelçisi Robert F. Godec’in 2009 yılında dışişlerine gönderdiği “Tunus’ta yolsuzluk: Senin Olan Benimdir” adlı belgede, Bin Ali’nin eşi Leyla Trabelsi ve ailesi hakkındaki yolsuzluk iddiaları halkı öfkelendirdi.24 Nihayetinde ülkedeki sosyal adaletsizlik, işsizlik ve yolsuzluktan bezmiş olan halk sokaklara döküldü ve 23 yıllık Bin Ali iktidarını devirdi. 14 Ocak 2011 tarihinde Bin Ali ülkeyi terk etti.

Ne var ki İzlanda halkı sadece hükümetin değişmesiyle yetinmedi ve yeni bir anayasa talebinde bulundu. Bunun için 18 yaşını doldurmuş tüm İzlandalıların seçilebileceği bir Anayasal Konsey kurulması düşünüldü. Devletin radyo ve televizyonu tüm adaylarla röportaj yaptı, reklam kampanyalarına destek verdi.19 Nihayetinde sıradan yurttaşlardan 35 kişi belirlenerek bir konsey oluşturuldu. Anayasa yapım sürecinde toplumsal katılım önemsenerek sosyal medya araçlarından yararlanıldı ve bu süreçte internet aracılığıyla 3.600 görüş alındı.20 İzlanda anayasa yapım sürecinde izlediği farklı yolla ‘Facebook Anayasası’ olarak da tanınan anayasasını,

Şekil 1 İzlanda'nın Yeni Anayasası Facebook Üzerinde 17 A.g.e., Akarsu. 18 Jonas Moody, 30 Ocak 2009, Iceland Picks the World’s First Openly Gay PM, Time. 19

Tunus’ta başlayan toplumsal hareketlerin devrimle sonuçlanması K. Afrika ve Orta Doğu’da Arap diktatörlüklerinin altında ezilen toplumsal hareketler için bir umut oldu ve bu umut, isyanı besleyerek devrim hareketlerinin diğer Arap ülkelerine sıçramasına neden oldu.

Yenal Bilgici, Sabah, 06.01.2013, İzlanda’ya Yeni İzim: Mümkünistan, Erişim Adresi: <http://www.sabah.com.tr/Pazar/2013/01/06/izlandaya-yeniisim-mumkunistan> 20 TEPAV’ın Anayasa Uzmanları Seminer Dizisi’nde konuşan İzlanda Anayasa Meclisi Üyesi ve İzlanda Üniversitesi İktisat Profesörü Thorvaldur Gylfason’ın ifadelerinden yararlanılmıştır. Erişim Adresi: <http://www.tepav.org.tr/tr/haberler/s/2620> 21 Veysel Ayhan, Tunus İsyanı: Arapların Devrim Ateşini Yakması, Ortadoğu Etütleri, Cilt: 3, No: 2, Ocak 2012, Syf: 59-93. Erişim Adresi: <http://www. orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/201227_veysell.pdf> 22 A.g.e. 23 Bilgi Teknolojileri Haber Portalı, 20.01.2011, Tunus’ta halk sosyal medya ile devrimin elinden tuttu, Erişim Adresi: <http://www.btnet.com.tr/16466yasemin-devrimi-ayakta.html> 24 T24 İnternet Gazetesi, 17.01.2011, 10 Soruda Yasemin Devrimi, Erişim Adresi: <http://t24.com.tr/haber/10-soruda-yasemin-devrimi/122537>

5


3.3. GEZİ PARKI’NDA İŞGAL VE DİRENİŞ GÜNLERİ

4. SONUÇ Tarih boyunca teknolojik alanda gerçekleşen ilerlemeler toplumsal hareketlerin de gelişmesine ve hızlanmasına neden olmuştur. Günümüzde de internet teknolojilerinde gerçekleşen ilerlemeler sonucunda internet, bazı toplumsal hareketlerinin çıkış noktası olmuş ve bu toplumsal hareketlerin mesajlarının daha geniş kitlelere ulaşmasında önemli bir araç konumuna gelmiştir. Kitle iletişim araçlarının oligopollerin ve iktidarların kontrolünde olmasından dolayı seslerini duyuramayan yeni toplumsal hareketler, seslerini duyurmada enformasyon teknolojilerinin imkânlarını kullanırken örgütlenme noktasında da bu teknolojilerin sağladığı yatay iletişim olanağından yararlanmıştır.

Son yıllarda Avrupa´dan Kuzey Amerika´ya, Güney Amerika´ya hatta Ortadoğu´ya kadar geniş bir coğrafyada görülen toplumsal hareketlerin bir benzeri de 2013 yılının Mayıs ve Haziran aylarında Türkiye’de görüldü. İzlanda’da bir sanatçının meclis binası önünde yaptığı protestonun hükümeti istifa ettirecek boyuta ulaşacağını ve Tunus’ta bir seyyar satıcının polis baskısına tepki olarak kendini yakmasıyla tüm Arap dünyasında ciddi isyan dalgalarının başlayacağını nasıl kimse tahmin etmediyse, Gezi Parkı’nda toplanan elli kişilik bir çevreci grubun protestosunun da çok kısa sürede ülke tarihinin en büyük eylemlerinden biri haline dönüşeceğini kimse tahmin etmiyordu. Ama beklenmeyen şey oldu ve Taksim’deki tek yeşil alan olan Gezi Parkı’nın neo-liberal politikaların sonucu olarak rant alanına dönüşmesine engel olmak amacıyla başlayan gösteriler, hükümetin göstericilere olan ötekileştirici tavrı ve polis şiddetinin bir sonucu olarak iktidara karşı yöneldi. 28 Mayıs tarihinden itibaren Taksim Gezi Parkı’nda ortaya çıkan olaylar, Türkiye’nin 79 iline yayılarak kitleselleşmiş ve bu kitleselleşmeyle beraber hareket bir takım hak taleplerini dillendirmeye başlamıştır.

2009’da İran ve İzlanda’daki hareketler, 2010’da Tunus’ta başlayan Arap Baharı, 2011’de Amerika’da Occupy Wall Street ve İspanya’da Indignadas,27 2013’de Türkiye’de Gezi Direnişi gibi toplumsal hareketler ortaya çıktı. 21. yüzyılın başlarında ortaya çıkan bu hareketler internet ve kablosuz iletişim ağlarının kullanımından güç alarak ortaya çıkmış ve yeni bir toplumsal hareket biçiminin habercisi olmuştur. Bu hareketler internetin karakteristiğini yansıtan bir biçimde; merkezi bir liderliğin olmadığı bir hareket olarak ortaya çıkmıştır.28 Tüm bunlar yaşanırken bu dönemde Wikileaks, Anonymous, Redhack gibi hacktivist hareketler de ortaya çıkarak toplumsal hareketlerin sanal dünyadaki temsilcisi oldu. İnternetin serbest kamusal alanında yeşeren, ondan güç olan ve medya tekelini yıkan tüm bu hareketler sosyal ağlarda güçlendikten sonra sembolik değeri olan parkları, meydanları ve binaları işgal ettiler. Bu mekânlarda birlikteliği sağlayarak cemaat yarattılar ve korku eşiğini aştılar. Nihayetinde dijital uzam ile işgal edilmiş bu alanlar arasında ağlara dayalı yeni bir kamusal alan yarattılar.29 Hareketlerin özerkliği özgür iletişim ağları üzerinden örgütlenme becerisiyle güvence altına alındı.

Gezi Direnişi, aktörleri açısından farklı kimliklere sahipti. Katılımcılar kendilerini öncelikle çevreci, feminist, LGBT, Kemalist, Kürt, Alevi, kapitalizm karşıtı Müslüman, spor kulübü taraftarı, öğrenci olarak tanımlayan farklı kimlikli değişik görüşlü gruplardı.25 Gezi Direnişi sürecinde sağlanan bu birliktelik toplumsal barışın oluşmasında katkı sağlamanın yanında hareketin çıkış noktası olan bireye ve bireyin yaşadığı çevreye saygı talebi açısından tutarlılık yaratmıştır. Barışçıl, özgürlükçü, katılımcı ve demokratik taleplerle ortaya çıkan hareket, özü itibariyle bireye ve bireyin yaşadığı çevreye saygıyı barındırıyordu.

2007’de Amerika’da başlayan ekonomik kriz, 2008’de tüm Avrupa’yı etkisi altına alarak küresel bir finans krizine dönüştü. Bu krizin faturası, açıklanan ekonomi programlarıyla krizi yaratan finans çevreleri yerine halka çıkarılınca Amerika ve Avrupa’da birçok eylemin doğmasına neden oldu. Bu eylemlerin itici gücünü sosyal medya araçları oluşturmuştur. Bu eylemler süresince bloglar oluşturulmuş, videolar yayınlanmış, hastaglar aracılığıyla Twitter üzerinden gündem yapılmıştır. Geleneksel iletişim araçları üzerindeki iktidar kontrolü ve sansürü sosyal medya yoluyla aşılmış eylemlerin kitleselleşmesi ve küreselleşmesi sağlanmıştır. İktidarların medya araçlarının üzerindeki kontrol mekanizması, internetin getirdiği teknolojilerle aşılmaya başlayınca hükümetler interneti kontrol mekanizmaları oluşturmanın arayışları içerisine girmiştir.

İnternet, toplumsal hareketlerin başlı başına bir nedeni olmasa da önemli bir aracı haline gelmiş ve son yıllarda dünyanın birçok yerinde görülen toplumsal hareketlerde olduğu gibi Gezi Direnişi’nde de önemli bir rol oynamıştır. Yeni toplumsal hareketlerin paradigmasına uygun bir biçimde lidersiz, programsız ve örgütsüz olarak ortaya çıksa da mobilizasyonunu internet üzerinden sağlayan Gezi Direnişi, medya sansürünü de sosyal ağlar aracılığıyla aşarak hareketin kitleselleşmesini ve evrenselleşmesini sağlamıştır. Twitter gibi mikro bloglar sosyal hareketleri mobilize etmek ve bilgi aktarmakta kullanılırken, protestoların görsel-sözlü tarihi youtube, instagram, flickr, ustream gibi platformlarda yazıldı.26

25

Bilim Akademisi Derneği Çalışma Grubu Raporu, 01.08.2013, Siyaset ve Toplum Bilim Perspektifinden Gezi Parkı Olayları, Erişim Adresi: <http://bilimakademisi.org/wp-content/uploads/2013/08/Siyaset-ve-Toplum-Bilim-Perspektifinden-Gezi-Parkı-Olayları.pdf>10 CASTELLS, Manuel, Enformasyon Çağı: Ekonomi, Toplum ve Kültür; I. Cilt, 1. Baskı, İstanbul, 2005 s.67. 26 Esra Arslan, Yeni toplumsal hareketler ve medya, 20 Haziran 2013, Kaynak; evrensel.net 27 Indignadas öfkeliler anlamına gelmekle beraber İspanya’daki hareket içerisinde hareketin nasıl isimlendirileceğine dair bir tartışma vardır. En çok kullanılan isimlerden biri ilk büyük gösterinin tarihi olan 15 Mayıs 2011’i belirten 15-M’dir. 28 Mert Denizci, Bilişim Toplumu Bağlamında İnternet Olgusu ve Sosyopsikolojik Etkileri, Marmara İletişim Dergisi, Sayı: 15, İstanbul, Temmuz 2009, Syf:58. 29 CASTELLS, Manuel, İsyan ve Umut Ağları: İnternet Çağında Yeni Toplumsal Hareketler, Koç Üniversitesi Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Eylül 2013, Syf: 24-25.

6


KAYNAKÇA

İnterneti Kullanımı, 1. Ulusal Doktora Çalıştayı, Kadir Has Üniversitesi, İstanbul, Mart 2006.

AKBIYIK, Nihat ve ÖZTÜRK, Musa, Sivil Toplum ve Sosyal Medya Perspektifinde Arap Baharı ve Wall Street’i İşgal Et Eylemleri, Turgut Özal Uluslararası Ekonomi ve Siyaset Kongresi, İnönü Üniversitesi, Eylül 2012, Syf: 1003-1027.

UĞUR, Aydın ve Bilici, Mücahit, Bilgi Toplumu, İnternet ve Demokrasi, Dijital Alemin Genleşen Kamusal Alanı, Yeni Türkiye 21. Yüzyıl Özel Sayısı, Yıl: 4, Sayı: 19, 1. Cilt, Ocak - Şubat 1998, Syf: 448-496.

ALPMAN, Polat, Toplumsal Hareketler Tartışması İçin Kısa Bir Giriş, Yurt ve Dünya Dergisi, Sayı:3, Ankara Üniversitesi, Syf: 19-23.

VURAL, Beril ve BAT, Mikail, Yeni Bir İletişim Ortamı Olarak Sosyal Medya: Ege Üniversitesi İletişim Fakültesine Yönelik Bir Araştırma, Journal of Yasar University, Yıl: 5, No: 20, Eylül 2010, Syf: 3348-3382.

ATAK, Kıvanç, Türkiye Ayakta: Toplumsal Hareket Teorileri Bağlamında İlk Sorular ve Düşünceler, Cilt II, Sayı 4, Türkiye Politika ve Araştırma Merkezi , Londra, Haziran 2013, Syf: 49-54.

YILDIRIM, Yavuz, Yeni Toplumsal Hareketlerin Siyasi Olanı Belirlemedeki Rolü: Avrupa Sosyal Forumu ve Hareketlerin Avrupasını Kurmak, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara, 2012.

AYHAN, Veysel, Tunus İsyanı: Arapların Devrim Ateşini Yakması, Ortadoğu Etütleri, Cilt: 3, No: 2, Ocak 2012, Syf: 59-93. BABACAN, Mehmet; HAŞLAK, İrfan ve HİRA, İsmail, Sosyal Medya ve Arap Baharı, Akademik İ n celemeler Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 2, 2011, Syf: 63-92.

İNTERNET KAYNAKLARI AKARSU, Ozan, 13.06.2013, Örnek Bir Devrim, Erişim Adresi: <http://www.millibirlikhaber.com/ornek-bir-devrim. html>

CASTELLS, Manuel, Enformasyon Çağı: Ekonomi, Toplum ve Kültür, Birinci Cilt: Ağ Toplumunun Yükselişi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Nisan 2005. CASTELLS, Manuel, İsyan ve Umut Ağları: İnternet Çağında Yeni Toplumsal Hareketler, Koç Üniversitesi Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Eylül 2013.

HABERMAS, Jürgen, Kamusal Alan: Ansiklopedik Bir Makale, Erişim Adresi: <http:// w w w. b i r i k i m d e r g i s i . c o m / b i r i k i m / d e r g i y a z i . aspx?did=1&dsid=66&dyid=1735>

ÇOPUROĞLU, Cemalettin ve ÇETİN, Beyzade, Yeni Sosyal Hareketler Paradigması Bağlamında Türkiye’deki Küreselleşme Karşıtı Grupların Birbirleriyle ve Dünyadaki Karşıtlarla K arş ılaş tırılmas ı, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi, Cilt: 13 Sayı: 1, 2010.

İNSEL, Ahmet, Radikal, 20.02.2011, Araplardan Önce İzlanda Vardı, Erişim Adresi: <http:// www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEkler DetayV3&ArticleID=1040640&C ategoryCa=42>

COŞKUN, Mustafa Kemal, Süreklilik ve Kopuş Teorileri Bağlamında Türkiye’de Eski ve Yeni Toplumsal Hareketler, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Sayı: 61, Cilt: 1, 2006, Syf: 67-102.

İSTİKBAL, Cahit, 09.10.2008, İzlanda Nasıl İflas Etti?, Erişim Adresi: <http://www.denizhaber.com/ index.php?sayfa=yazar&id=5&yazi_id=100324> Bilgi Teknolojileri Haber Portalı, 20.01.2011, Tunus’ta halk sosyal medya ile devrimin elinden tuttu, Erişim Adresi: <http://www.btnet.com.tr/16466-yasemin-devrimiayakta.html>

DENİZCİ, Mert, Bilişim Toplumu Bağlamında İnternet Olgusu ve Sosyopsikolojik Etkileri, Marmara İletişim Dergisi, Sayı: 15, İstanbul, Temmuz 2009. KARAGÖZ, Kezban, Yeni Medya Çağında Dönüşen Toplumsal Hareketler ve Dijital Aktivizm Hareketleri, İletişim ve Diplomasi Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 1, T.C. Başbakanlık Basın, Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara, Temmuz 2013.

Bilim Akademisi Derneği Çalışma Grubu Raporu, 01.08.2013, Siyaset ve Toplum Bilim Perspektifinden Gezi Parkı Olayları, Erişim Adresi: <http://bilimakademisi.org/wp-content/uploads/2013/08/Siyaset-ve-Toplum-Bilim Perspektifinden-Gezi-Parkı-Olayları.pdf>

KARTAL, Bilban ve KÜMBETOĞLU, Belkıs, Yeni Toplumsal Hareketler, T.C. Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Yayını, No: 20345, 2. Baskı, Eskişehir, Mayıs 2012.

T24 İnternet Gazetesi, 17.01.2011, 10 Soruda Yasemin Devrimi, Erişim Adresi: <http://t24.com.tr/haber/10-soruda-yasemindevrimi/122537>

KÖK, Selcen ve TEKEREK, Mehmet, Sokak Siyasetinden Sosyal Ağlara Yeni Aktivizm: Arap Baharı Deneyimi, II. Bölgesel Sorunlar ve Türkiye Sempozyumu, Ekim 2012, Syf: 59-65.

TEPAV Anayasa Uzmanları Seminer Dizisi 7/Prof. Gylfason: “Bizim Gibi Yüksek Enflasyon Yaşanan Ülkelerde Ayrıntılı Anayasa Gerek”, Erişim Adresi: <http://www.tepav.org.tr/tr/haberler/s/2620>

ŞEN, Fulya, Toplumsal Hareketler ve Medya: Wall Street İşgali’nin Medya’da Temsili, Global Media Journal, Cilt: 2, Sayı: 4, Yeditepe Üniversitesi, Bahar 2012, Syf: 138-167 ŞENER, Gülüm, Küresel Kapitalizmin Yeni Kamusal Alanı Olarak İnternet: Yeni Toplumsal Hareketlerin 7


MİNERVA

TAKSİM’İ YAYALAŞTIRMA PROJESİ VE KENTSEL DÖNÜŞÜM Neslihan BARUT

‘… İnşa ve yeniden inşa… Tepeden tırnağa… İktidarın ve sürekli başkalıklar yaratarak ilerleyen, nüfuz eden kapitalist işleyişin birlikte, iç içe ilerledikleri bir düzenek…’ 1

Öncelikle Topçu Kışlası’nın I. Abdülhamit tarafından yaptırılmış ve Cumhuriyetin ilanından sonra tek parti döneminde yıktırılmış olması öne sürülmektedir. İkinci olarak da 31 Mart eyleminde Meşruiyet’ in ilanına karşı ayaklanan alaylı subayların buradan çıkmış olması, bir nevi bu eylemi anma olarak algılanmaktadır. Yalanlanan bir iddia da inşaat ihalesinin iktidara yakın kişilere verileceği yönündedir.2

T

aksim Yayalaştırma Projesi 16 Eylül 2011 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından oy birliğiyle kabul edildi. Bu proje Topçu Kışlası’nın Gezi Parkı’nda yeniden inşa edilmesini de kapsıyordu. Proje, beraberinde çeşitli çevreler tarafından tepkiyle karşılansa da yaşanılan süreçte kimin, nasıl ve niçin tepki gösterdiğinin iktidar odağınca pek bir önemi olmadığı anlaşılacaktı. Yayalaştırma projesinin kabulüyle birlikte mimarlar, şehir plancıları, çevreciler ve mahalle derneklerini içeren Taksim Platformu kuruldu. Bu platform tarafından projenin iyileştirilmesi adına protestolar yapıldı. Devamında birçok parti, oda, dernek, sendika, platform ve vakıftan oluşan Taksim Dayanışması kuruldu. Bütün bu tepkiler doğrultusunda 17 Ocak 2013 de Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Topçu Kışlası’nın yeniden inşasını öngören projeyi kent tarihi açısından uygunsuz bularak reddetti. Ancak Başbakan Erdoğan bu reddin reddedileceğini bizzat açıklayarak Topçu Kışlası’ndan vazgeçmeyecekleri sinyallerini vermiş ve şu sözlerle de desteklemişti:

Kışlanın tekrar yapımının bir ‘ısrar’ veya ‘inat’ gibi algılanması ve ısrarın arkasında ne gibi bir neden olabileceği konusundaki tartışmalar yaşanılan sürecin doğal bir sonucudur. ‘’Taksim’i yayalaştırıyoruz’’ söylemi vatandaşı yanıltma söylemidir. Bu projenin objesi ne yazık ki yaya değil, otomobil ve inşaat. Kavşak projesinin “yayalaştırma” diye kamuoyuna sunulması İstanbul’a haksızlıktır. Bir başka söylem de Topçu Kışlası’nın Kültür Merkezi olacağına ilişkin. AKM’yi, Emek Sineması’nı, Taksim Sahnesi’ni ve daha nice kültür ve sanat mekanını yaşatamıyorken; bu söylem de ne yazık ki inandırıcılıktan uzak. Taksim Meydanı ve Taksim Gezi Parkı’nın bir tasarıma ve projeye ihtiyacı olduğu bir gerçektir. Mevcut resimde daha çok terminal işlevi gören bir meydan ve işlek caddeler ve araçlar arasında sıkışmış bir park alanı var. Taksim’in tüm parçaları birbirinden kopuktur. Meydanın, tüm bu kopuklukları giderecek; İstiklal Caddesini Gezi Parkıyla birleştirecek, AKM’nin meydanla ilişkisini kuracak, demokratik bir yöntemle hazırlanması gereken bütüncül bir tasarıma ihtiyacı var, kavşak projesine ve kışla şantiyesine değil.3

“Var olmayan bir şeyi inşa etmiyoruz, var olanı geri getiriyoruz.’’

Sürecin devamında Topçu Kışlası projesi iptal edildi ancak Taksim’de trafiğin yer altına alınması yani yayalaştırılması projesine herhangi bir iptal kararı gelmedi. BİR ŞEHİR PLANLAMACISI: KIRMIZILI KADIN “… Bir kadın: Belli ki protesto için gelmiş oraya… Bir an, ’’çılgın kalabalıktan ”uzak’’ kalmış… Tek başına, polisle karşı karşıya… Ne saldırıyor… Ne kaçıyor… Gözleri yerde… Yüzünde bir acı ifade… Omzundaki çantasını sapından tutmuş… Saçları, sıkılan biber gazının etkisiyle dalgalanmış! Ayakları yere sağlam basıyor… Kaderine boyun eğmiş… Ama direnen... Bir masumiyet heykeli sanki!”4

Yeniden inşası gündeme gelen ve zaten ‘var olduğu’ düşünülen Topçu Kışlası’nın siyasi-tarihi bir anlamı olup olmadığı veya siyasi bir simge olarak görülüp görülmediği konusunda birçok tartışma yapıldı. Projenin gündeme gelmesinin arkasında ideolojik bir neden olabileceği konusunda bir takım iddialar vardı. Bu ideolojik iddialar iki temele dayandırılmıştı: 1

Maya Arıkanlı Özdemir, ‘’Kenti, Yaşamı Savunmak’’, Ed. Aysun Koca, Çare Olgun Çalışkan, Esra Kaya, Gürkan Akgün, Kentleri Savunmak, İstanbul, Nota Bene Yayınları, 2013, s.16 2 Emre Kongar, Aykut Küçükkaya, Gezi Direnişi, İstanbul, Cumhuriyet Kitapları, 2013, s.15 3 Akif Burak Atlar, ’’İstanbul’un Büyük Ölçekli Projeleri’’, Ed. Aysun Koca, Çare Olgun Çalışkan, Esra Kaya, Gürkan Akgün, Kentleri Savunmak, İstanbul, Nota Bene Yayınları, 2013, s.65 4 Emre Kongar, Aykut Küçükkaya, Gezi Direnişi, İstanbul, Cumhuriyet Kitapları, 2013, s.15

8


Meydanların, sokakların, parkların asıl sahipleri rant politikaları içinde sürekli göz ardı edildi. Aslında göz ardı edilen yalnızca halk değildi. Birçok mimar ve şehir plancısı da bu çevreci direnişe destek vermiş ve projenin karşısında durmuştu. Meslekleri gereği olaylara estetik kaygıyla yaklaşan bu meslek gruplarının görüşleri, böylesine önemli bir meydan üzerinden yürütülen proje için büyük önem taşıyordu.

isteyen zihniyet ülkenin her karesini aynı yağma ve talan cenderesine sokabilmek için mühendislik, mimarlık ve şehir plancılığı mesleklerini öldürmeye ve toplumkamu yararı doğrultusunda hizmet üreten TMMOB‘yi de torba yasalar ile ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. TMMOB, tüm rant ve yağma projelerinde olduğu gibi Taksim Gezi Parkı‘ndaki toplum ve kamu yararına aykırı projeye karşı da en başından itibaren gerek hukuksal gerekse de kamuoyunun yaratılması düzleminde aktif olarak yerini almıştır. TMMOB, Taksim Gezi Parkı‘nda süren direnişin yanında; doğa ve kentlerin yağmalanmasının ise karşısındadır. Bu ülkenin onurlu mühendis, mimar ve şehir plancıları bilimi ve tekniği halkın yararına kullanma doğrultusundaki kararlılıkları ile Gezi Parkı‘nda süren direnişin yanı başında olmaya devam edecektir.’’6

Direnişin simgesi haline gelen ‘kırmızılı kadın’ İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü araştırma görevlisi Ceyda Sungur’du. Bir şehir plancısının o gün orada yalnızca meydanını, parkını korumak için bulunduğunu belirtmek gerekir. “… Ceyda Sungur adındaki bu çevreci kadın, sadece mesleğinin gereklerini yerine getiriyor, profesyonel ahlakına uygun davranıyordu. Zaten son derece alçakgönüllüydü, simgesellikten ya da ikonluktan memnun değildi, bunun ortak bir çevreci hareket olduğunu vurguluyordu kendisiyle yapılan mülakatlarda. Bence bu tutum son derece önemliydi, çünkü AKP iktidarının bir türlü anlamak istemediği bir yönünü vurguluyordu bu hareketin: Kimse liderlik ya da kahramanlık sevdasında değildi, sadece çevreci bir dayanışma söz konusuydu…’’5

Herkes İçin Mimarlık Derneği de Mart 2012 de Gezi Parkı’nda dört şenlik düzenledi. Bu şenlikler aslında Gezi Parkı’nın yalnızca park olarak, dokunulmamış, dönüştürülmemiş haliyle de kullanılabileceğini göstermiş oldu. ‘Kentin neredeyse “her şeyi” olan Taksim Meydanı’nın bu denli büyük bir değişime uğrayacak olması ve bu sürecin hiçbir aşamasında kentlinin görüşüne başvurulmaması, ilgili sivil toplum kuruluşlarını ve platformları harekete geçirdi. Harekete geçen sivil toplum örgütlerinden bir tanesi de kentlerde karşılaşılan sosyal sorunlara mimarlık bağlamında çözümler üretmeyi amaç edinmiş olan Herkes İçin Mimarlık Derneği.’ 7

Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği bünyesindeki birçok mimar da projenin gündeme geldiği ilk günden itibaren gerekli düzeltmelerin yapılması ve meydanın korunması adına tepkilerini göstermişlerdi. TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı yaptığı bir açıklamada şöyle diyor:

İnşaat sektörünün hızla canlandığı bu dönemde işlerini bir çıkar kaygısıyla yapmadığına emin olabildiğimiz, gerçek bir meslek ahlakı edinmiş kişilere ihtiyaç duyuyoruz. Gezi Parkı olaylarındaki muhalif tutumları nedeniyle hedef gösterilen birçok dernek ve kurum beklenmedik baskınlarla karşılaştı. Ancak kenti korumak ve savunmak için harekete geçen her birey ya da kurumun kendilerine ait olan bir alanı korumaya çalıştığı ve bunun doğal bir hak olduğu unutulmamalıdır. Tüm bu mesleki, bilimsel yorumların ötesinde karşımıza çıkan en sağlam ve en temel fikir ise şudur: ‘’Halk yalnızca kentini korumak istiyor.’’

‘’…Ortadan kaldırılmak istenen Taksim Gezi Parkı, İstanbul‘un kentsel kimliğinde ve kentlilerin belleğinde önemli bir yeri olan ve açık, yeşil alan niteliğiyle yoğun bir biçimde kullanılmayı sürdüren bir kamusal alandır. Taksim Meydanı aynı zamanda 1 Mayıs alanıdır, işçilerin, emekçilerin meydanıdır. Bu gerçek karşısında uygulanan her türlü zorbalık hiçbir zaman amacına ulaşamayacaktır. Taksim Meydanı, ne bilim ve tekniğin kurallarına aykırı projelerle ne de gaz bombaları ile elimizden alınamayacaktır. Taksim Gezi Parkı‘nı yok etmek

5 Kongar ve Küçükkaya, A.g.e s.19 6 “Basın Açıklamaları’’, <http://www.tmmob.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=9086&tipi=3> (12.9.2013) 7

“Geleneksel Gezi Parkı Şenlikleri’’, http://herkesicinmimarlik.org/tr/portfolio/gezi-parki/ (12.9.2013)

9


KENTLER DÖNÜŞÜRKEN KAYBOLAN ŞEHİR: İSTANBUL

konan politik irade olarak sunulmaktadır. Bu operasyonun ve uygulayıcısı olan iradenin hedef aldığı ilk alan gecekondu bölgeleri iken, karşısına koyduğu ilk kesim gecekonduluların olmaktadır. Bugün merkezi ve yerel düzeyde belirleyici olan kamu otoriterlerinin sermaye grupları ve onların temsilcileri ile ördükleri mekânsal müdahaleler; Türkiye’nin sosyal ve siyasal algısında bir dönem öncesinde olumlu naif bir temsiliyete sahip olan ‘’gecekondu/gecekondulu’’yu kentsel kötülüğün faili olarak belirlemekten geçmektedir.9

“Yıkacağım. Varsın beni kötü adam bilsinler. Yıkacağım, kararlıyım. İstanbul, modern Türkiye için önemli bir basamak ve önemli bir anahtar. İstanbul, Türkiye’yi ayağa kaldıracak yerel anlayışın merkezi olmalı.” İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş8

Türkiye’de zamanla kaybolan değerlerimiz arasına kentsel dönüşümle birlikte bir yenisi daha ekleniyor: ’Mahalle Kültürü.’ Eskilerden duyduklarımızla bile mahalle kültürünü yaşamamış olmanın üzüntüsünü zaman zaman yaşarız. Bu kültürün günümüzde gecekondu mahalleri tarafından yaşatıldığını söyleyebiliriz. Peki, algımızda bu kadar sempatik ve mutlu bir tablo çizen gecekondulular birdenbire neden şehrin huzur bozan tarafı haline geldi? Artık gecekondularının sorunlarıyla ilgilenmek yerine gecekondulunun kendisini bir sorun olarak lanse edip gecekondularını yıkıp yerine kuleler dikmek için yarışıyoruz. Şehrin bütün kötülüklerinin sorumlusunu gecekondulu yaparken, gecekonduluyu ‘varoş’ apartman sakinini ise ‘elit’ yaptık. Eski TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar Kentsel Dönüşüm ve Gayrimenkul Yatırımları Konferansı’nda yaptığı konuşmada şöyle diyor:

Yahya Kemal’in dizelerinde ‘en sade semtini sevmek bile bir ömre bedel’ diye bahsettiği ilham verici aziz İstanbul, bir rant merkezi haline geldi. 2000’li yılların başından beri artarak devam eden mekan politikaları, şehrin dokusunu zedeleyerek sade semtlerimizi bir bir başımıza yıkmaya başladı. Modernleşme ve kentleşme adı altında yürütülen projelerin her biri bir kenti yok etmeye başlarken inşaat sektörü canlandı: Her yerde inşaat, her yere inşaat!

“… Terörün, uyuşturucunun, devlete çarpık bakmanın, psikolojik olumsuzlukların, eğitimsizliğin ve sağlık problemlerinin temelinin gecekondu bölgeleri, çarpık alanlar olduğu bilinmektedir.’’10

2000’li yıllardan sonra mekanın yeniden üretimini içeren ve bir bütün olarak kentsel dönüşüm ve kentsel yeniden yapılandırma olarak anılan faaliyetler; esasen ‘’yıkma’’ ve ‘’inşa etme’’ birlikteliğine dayanmaktadır. Mevcut politikaların uygulanması ve ifade edilmesi açısından zıtların birliği olarak tanımlayabileceğimiz bu durum, başta rant değeri yükselmiş olan arazilerde yer alan gecekondular olmak üzere eski yapıların ve atıl durumda bırakılmış bölgelerin yıkılıp bu alanlarda yeni alanların inşa edilmesi ile hayat bulmaktadır. Kentsel dönüşüm politikaları olarak adlandıracağımız yıkım ve inşa faaliyetlerinin en önemli gerekçesi Türkiye’deki çarpık ve plansız kentleşme olarak gösterilmektedir. Bir devlet politikası (rüyası) olarak hayata geçen yıkım ve inşa faaliyetleri, çarpık ve plansız kentleşmeye karşı kentin fiziki mekanında gerçekleşen büyük bir operasyon ve bu operasyonun hayata geçmesi için ortaya

Kent mekanına yukarıdan müdahalenin etkileri, aşağıdaki mekanlarda kısa sürede karşılığını bulabilmektedir. Denilebilir ki yukarıdan müdahalenin yolunu ve dilini takip ettiğinizde, aşağıdan müdahalenin ve/veya muhatabının mekanlarına ulaşabilmekteyiz. Bunun için mekana müdahale edenlerin geliştirdikleri yeni dile bakmamız yeterlidir: ‘’Varoşlar’’, ’’öteki kent’’, ‘’getto’ ’gecekondu mahallesi’ ’çarpık yapılar’’ vb. gerçekte bu dil, kentin muhalif politik mekanlarına ulaşabilmenin en kestirme yoludur.11 Türkiye’nin büyük kentlerinde hızla artan çarpık kentleşme ve altyapı yetersizliklerine elbette bir çözüm aranmalıdır. Kentsel dönüşümü ve dolayısıyla bir kenti yeniden inşa etmeyi planlarken bir yandan belli bir kesimi kalkındırma amacı güdülmemelidir. Şehirlerimizi dönüştürürken bu dönüşümlerden beklentilerimiz, yeni

8 “Yıkacağım, varsın beni kötü bilsinler!’’, http://www.milliyet.com.tr/2004/09/06/guncel/gun01.html (3.10.2013) 9

Esra Kaya, ‘’ Söylemde Kentsel Dönüşümü İnşa Etmek’’, Ed. Aysun Koca, Çare Olgun Çalışkan, Esra Kaya, Gürkan Akgün, Kentleri Savunmak, İstanbul, Nota Bene Yayınları, 2013, s.41 10 “TOKİ’ye en iyi proje ödülü’’, <http://arsiv.sabah.com.tr/2007/11/11/haber,715F95FEF8A4492D8F5381A8BA8EEA21.html> (28.9.2013)28 Mert Denizci, Bilişim Toplumu Bağlamında İnternet Olgusu ve Sosyopsikolojik Etkileri, Marmara İletişim Dergisi, Sayı: 15, İstanbul, Temmuz 2009, Syf:58. 11 Şükrü Aslan, ‘’Kentsel Dönüşüm ve Toplumsal Hareketler’’, Ed. Aysun Koca, Çare Olgun Çalışkan, Esra Kaya, Gürkan Akgün, Kentleri Savunmak, İstanbul, Nota Bene Yayınları, 2013,s.49.

10


KAYNAKÇA

inşaat firmaları ve yeni inşaat zenginleri doğurmaları değil, düzenli ve huzurlu bir yaşam alanı yaratmaları olmalıdır. Bu dönüşümler yapılırken de kentlinin yaşamına doğrudan müdahale ve bir ‘başa yıkma’ algısı yaratılmamalıdır.

ASLAN, Şükrü: ’’Kentsel Dönüşüm ve Toplumsal Hareketler’’, Kentleri Savunmak, Ed. Aysun Koca, Çare Olgun Çalışkan, Esra Kaya, Gürkan Akgün, İstanbul, Nota Bene Yayınları, 2013

HALKIN MEYDANLARI

ATLAR, Akif Burak : ’’İstanbul’un Büyük Ölçekli Projeleri’, Kentleri Savunmak, Ed. Aysun Koca, Çare Olgun Çalışkan, Esra Kaya, Gürkan Akgün, Nota Bene Yayınları, İstanbul, 2013

Meydanlar her metropol için ayrı ve özeldir. Moskova’nın Kızıl Meydan’ı, New York’un Times Meydanı, Paris’in Concorde Meydan’ı, Tahran’ın Azadi Meydan’ı, Kahire’nin Tahrir Meydanı… Meydanlar kentlerin hem kültür-sanat merkezleri olma hem de kentlerin canlılığının gece gündüz yitirilmemesinin bir simgesi olma özelliğini taşırlar. Meydanların asıl öne çıkan özelliği ise kuşkusuz bir ‘özgürlük’ alanı olmalarıdır. Meydanlar, toplumun ortak paylaşım alanlarıdır, ortak acılara, ortak sevinçlere şahit olur meydanlar… Bazen de bir direnişe şahit olur meydanlar; Taksim Meydanı’nın şahit olduğu gibi.

ÇAVUŞOĞLU, Erbatur, ‘’Kent ve İktidarların Meydan Korkusu’’, Kentleri Savunmak, Ed. Aysun Koca, Çare Olgun Çalışkan, Esra Kaya, Gürkan Akgün, İstanbul, Nota Bene Yayınları, 2013 KAYA, Esra: ‘’ Söylemde Kentsel Dönüşümü İnşa Etmek’’, Kentleri Savunmak, Ed. Aysun Koca, Çare Olgun Çalışkan, Esra Kaya, Gürkan Akgün, Kentleri Savunmak, İstanbul, Nota Bene Yayınları, 2013

Bugün Taksim Meydanı’nda nasıl bir iktidar mücadelesi var diye bakınca gördüklerimiz; bir yanda sermayenin simgeleri olan oteller, markalaşmış mağazalar, diğer tarafta panzerleriyle kolluk kuvvetleriyle iktidar, öte yandan sevinçleri ve anmaları isteyen toplum kesimleri, ‘’Durun buranın asıl sahibi biziz. ’diye kornalarıyla bağıran araçlar ve trafik, örgütlü olmadıkları için şimdilik ses edilmeyen serseriler, müşteriye dönüşmüş kentlilerdir. Tüm bu özellikleriyle, İstanbul’un 24 saat yaşayan tek yeridir Taksim Meydanı. Çok çekirdekli kentin birçok bakımdan, özellikle de simgesel göbeğidir Taksim.12

KARADEMİR, Hakan ve KAYA Esra: ‘’Seneye Yeniden Taksim’de’’, Kentleri Savunmak, Ed. Aysun Koca, Çare Olgun Çalışkan, Esra Kaya, Gürkan Akgün, İstanbul, Nota Bene Yayınları, 2013 KONGAR, Emre ve KÜÇÜKKAYA, Aykut: Gezi Direnişi, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, Temmuz 2013 ÖZDEMİR, Maya: “Kenti, Yaşamı Savunmak’’, Kentleri Savunmak, Ed. Aysun Koca, Çare Olgun Çalışkan, Esra Kaya, Gürkan Akgün, Nota Bene Yayınları, İstanbul, 2013

Kamusal yaşam, kamusallık ve kent birbirlerinden ayrılamazlar. Kamusal alan kentlerde karşımıza sosyal ilişkileri, politik mekanı, kentsel mekan düzenini ve kentsel yönetim sistemini birbirine bağlayan alanlar olarak karşımıza çıkar. Bu noktada meydanlar, sokaklar gibi kentsel mekanlar kamusal hayatın sürüldüğü alanlar haline gelir. Ancak meydanları tarihte her zaman ayrı bir yere koymak gerek. İktidara başkaldırmanın kıpırtıları her zaman, meydanlarda toplanan izinsiz kalabalıktan anlaşılır. Meydanlar, muhalif bir duruşu olan, politik kamusal alanın kent mekanındaki mücadele alanları olmuştur. Bazı kent meydanlarında buna karşılık, siyasal iktidarın kamuyu denetim altında tutma hevesi, meydanın tasarımından da okunabilir. Büyük bulvarlar, heykeller, törensel anıtlar bu şekilde değerlendirilebilir.13

ÖZKORAY, Nurten ve ÖZKORAY, Erol: Gezi Fenomeni, İdea Politika Yayınları, İstanbul, Temmuz 2013 “Basın Açıklamaları’’, 2 Haziran 2013 , <http://www.tmmob.org.tr/genel/bizden_detay. php?kod=9086&tipi=3 > , Erişim Tarihi: 12.9.2013 ‘’Geleneksel Gezi Parkı Şenlikleri’’, Mart 2012 < http://herkesicinmimarlik.org/tr/portfolio/gezi-parki/> Erişim Tarihi: 12.9.2013 ‘’Yıkacağım, varsın beni kötü bilsinler’’, Milliyet, 6 Eylül 2004 <http://www.milliyet.com.tr/2004/09/06/ guncel/gun01.html > Erişim Tarihi: 3.10.2013

Meydanlar tarihin her döneminde bir demokrasi beşiği olarak karşımıza çıkmaktadır. Meydanların özgürlük ve demokrasi kavramlarıyla olan ilişkisi ise iktidarlar tarafından bir korku unsuru olarak görülmektedir. Oysaki gelişmiş demokrasilerde, hür toplumlarda sokaklardan korkulmaz. Meydanlar doldurulmak için vardır, kalabalık yaratmak için, kenti ayakta tutmak için. Aynı zamanda hayata karışmak için de meydanlara çıkmak, meydanlara tutunmak gerekir.

‘’TOKİ’ye en iyi proje ödülü’’, Sabah, 11 Kasım 2007, <http://arsiv.sabah.com.tr/2007/11/11/haber,715 F95FEF8A4492D8F5381A8BA8EEA21.html> Erişim Tarihi: 28.9.2013

Fermanlar sizinse meydanlar bizim!

12

Erbatur Çavuşoğlu, ‘’Kent ve İktidarların Meydan Korkusu’’, Ed. Aysun Koca, Çare Olgun Çalışkan, Esra Kaya, Gürkan Akgün, Kentleri Savunmak, İstanbul, Nota Bene Yayınları, 2013, s.225 13 Hakan Karademir, Gürkan Akgün, ‘’Seneye, Yeniden Taksim’de’’, Ed. Aysun Koca, Çare Olgun Çalışkan, Esra Kaya, Gürkan Akgün, Kentleri Savunmak, İstanbul, Nota Bene Yayınları, 2013, s.173

11


SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER BÖLÜMÜ

Ö

ÖZEL RÖPORTAJLARI “GEZİ OLAYLARI”

Hazırlayanlar: Büşra KILIÇ M. Fahri DANIŞ Özgür Can ARAZ Uğur OVACIKLI Halil İbrahim EKİZCE

PROF. DR. NEVİN ATEŞ retmek daha doğrusu bir asker kaçağı olmak vatan hainliğiyle eş anlamlı olarak kabul edilmekteydi. Hatırlayın, 1920’deki meclis açıldığında çıkarılan iki numaralı kanun asker kaçaklarını silah altına almak amacıyla çıkarılan “Vatana Hıyanet” kanunuydu. Yani askerden kaçmak ya da askere yazılmamak, reddetmek vatan hainliği olarak düşünülüyordu. 20. yüzyılın sonuna ve günümüz Türkiye’sine baktığımız zaman yani neredeyse bir yüzyıl sonra, her ne kadar bu Türkiye’de hala bir sancılı süreç olsa da, vicdani reddi konuşuyoruz. Yani bu, bir yüzyıl içinde nasıl bir değişim olduğunun çarpıcı bir örneği bana sorarsınız. Dolayısıyla bu gençler artık kendilerine dikte edilecek toplumsal, kültürel ve hatta kendi özel yaşamlarına müdahale edecek siyasal söylemleri çok dikkate almıyorlar. Onlar partilerin kendi grup toplantılarında biteviye bağırıp çağıran ya da birtakım şeylerin olması konusunda karşılıklı bağırıp çağıran liderleri artık önemsemiyorlar. Başka bir dünyanın açılımı var çünkü. Hatırlarsanız bu gençlere Mustafa Kemal’in bir emaneti vardı. Ben kendi bakış açımdan baktığımda bu gençlerin Mustafa Kemal’e karşıt olduklarını görmem. Çünkü onların en azından bizim kurumumuzda aldıkları eğitim doğrultusunda olayları nasıl değerlendirdiklerini bilirim, nasıl aktardığımızı bilirim. Ama aynı zamanda bu gençler dünyanın kendilerine emanet edilmesini istemiyorlar. Birileri dünyayı yönetirken kendilerine emanet edilenlerle bekleyen bir süreç içerisinde olmak istemiyorlar. Onlar bugün yaşadığımız dünyada, en azından

“… GENÇLER ARTIK KENDİLERİNE DİKTE EDİLECEK TOPLUMSAL, KÜLTÜREL VE HATTA KENDİ ÖZEL YAŞAMLARINA MÜDAHALE EDECEK SİYASAL SÖYLEMLERİ ÇOK DİKKATE ALMIYORLAR. ONLAR PARTİLERİN GRUP TOPLANTILARINDA BİTEVİYE BAĞIRIP ÇAĞIRAN YA DA BİRTAKIM ŞEYLERİN OLMASI KONUSUNDA BAĞIRIP ÇAĞIRAN LİDERLERİ ARTIK ÖNEMSEMİYORLAR..” Derslerinizde ülkede demokrasinin hala tam anlamıyla yerleşmediğini, hala bunun sancılarının yaşandığını söylüyorsunuz. Gezi olayları bu sürece, demokrasi deneyimine, ne ölçüde katkı sağladı? Buna bir demokrasi mücadelesi diyebilir miyiz? Yani gezi direnişi bu sancılı süreç için ne ifade ediyor?

Ö

ncelikle gezi olaylarını analiz edebilmek için gezi olaylarının içerisinde yer alan genç nesli anlayabilmek gerekiyor. Ben genç nesle yani sizlere baktığım zaman, kendi dönemimle de kıyaslayarak, şunu görüyorum; aslında ilk defa bizden sonra gelen nesilden benim dönemimin insanları bir şey öğrenmekte. En basitiyle bunu teknoloji anlamında söyleyebiliriz. Çünkü dünya değişiyor. Örneğin, biz 21. yüzyılın ilk çeyreğinden 20. yüzyıla baktığımızda- bunu derslerde hep dile getirmişimdir-; yirminci yüzyılın ilk başlarında askerden kaçmak ya da askere gitmemek konusunda di12


kendi bireysel dünyalarında, sosyal yaşamlarına, kültürel yaşamlarına ya da yaşam biçimlerine yönelik tehditler karşısında bir duruş sergilemek istiyorlar.

keriyenin en önemli göstergelerinden biri olan bir kışlayı, Topçu Kışlası’nı yeniden inşa etmek ister? Çünkü cumhuriyetin sembollerinden biri de şudur; cumhuriyetin erken yıllarında oradaki Topçu Kışlası yıkılmıştır. Zaten berbat haldedir. Yıkıldığı zaman bugünkü Maçka, Teknik Üniversite vb. eğitim alanları kurulmuştur. Aslında bu cumhuriyetin askeriyeden ilmiyeye geçiş sürecini anlatan bir sembolizasyondu. 2013 yılında hangi gerekçeyle olduğunu bilemediğimiz, üstelik de iktidarın kendi yapılanması içerisinde balyoz vb. davaları düşündüğümüzde, bir kışlayı yeniden canlandırmaya çalışmak bana çok yadırgatıcı geldi. Nihayetinde bundan vazgeçildi. Peki, Gezi’yi nasıl değerlendirmeliyiz? Sözünü ettiğim ilk günler içerisinde; gerçekten bu toplumda bizim sürekli ötelediğimiz ya da bir biçimde 12 Eylül sonrası apolitik olmakla suçladığımız, bir anlamda kendi yaşadığımız sancılara kendimizden sonra gelenlerinde apolitik olması nedeniyle meşruiyet kazandırmaya çalıştığımız süreçte, gençler bize bambaşka bir şey gösterdiler. Belki apolitiktiler. Ama giderek o apolitik süreçlerinden, sadece bireysel hak ve özgürlüklerinden çıkarak, kamusal yaşam alanlarına sahip çıkmakla aslında giderek politikleşmenin kapısını açtılar. Çünkü biliyorsunuz gezi olayları ilk dönemdeki masumiyetini daha sonra kaybetti. Yani bu, buna başlayan insanların bir naifliği miydi bilemem.

Gezi Parkı’na gelirsek, aslında bu mesele 2011 yılında başlayan bir mesele. Yani Gezi ile ilgili o dönem Taksim Platformu adında yaklaşık kırka varan kişiden oluşan bir platform kuruldu. İçinde yakın arkadaşlarım da vardı. Ve onların sadece ve sadece Taksim’de yapılacak olan ki şu anda yapılmış olan yapılaşmaya, yolların yeraltına alınarak Taksim alanının insansızlaştırılmasına neden olacak sürece ve bu süreçte yeşil alanların kaybedilmesine ilişkin ciddi tereddütleri vardı. Bu çerçeve içerisinde neredeyse bir yıla yakın bireysel olarak mücadele ettiler. Geziye katılanların birçoğu belki bunu bilmeyebilir, o insanlar orada ağaçların altına oturdular. Destek kampanyaları, imza kampanyaları başlattılar. Gezi sonrasında bu meselenin ne zaman başladığını incelemişsinizdir. Taksim’in ve bütün o alanın, Gezi’nin; ağaçsızlaştırılması, yeşilden yoksul edilmesi ve meydanın bütün tarihsel sürecinin yeni baştan ve bambaşka bir şekilde hayata geçirilmesi konusuna duyarlı olan insanlardı bunlar. Fakat biraz çuvaldızı kendimize de batırmamız gerekiyor. Bu konuya Taksim Platformu ya da Mimarlar Odası kadar dikkat sarf ettiğimizi söylemek mümkün değil. Ta ki 28 Mayıs’ı 29 Mayıs’a bağlayan sabaha kadar. Proje daha önce belediyede de bir takım şeylere uğradı hatta devletin bir anlamda kontrolüne geçti diye biliyorum. Anıtlar kurulunun verdiği karara karşı yüksek bürokratlardan oluşan bir kurul oluşturuldu ve nihayetinde Gezi Parkı’nın bugünkü şekli onandı. 28 Mayıs’ı 29’a bağlayan sabah orada sadece yaşadıkları alana sahip çıkmak ve bir çevre duyarlılığıyla bir araya gelen Taksim Platformu ve onu destekleyen gençler vardı. Bu gençler de genel olarak 18-25 yaş arası üniversite gençliğiydi. Başından beri geldiği biçimiyle insanlar yaşadıkları alana ve yeşilliğe sahip çıkmak istiyorlardı ve bireysel tercihlerini ortaya koyuyorlardı. Bu, hükümetin çok farklı yaklaşımıyla bu boyutlara gelmeyebilirdi. Ama ne yazık ki hükümet ya da iktidar bunu ortada hiç şiddet yokken, sadece o insanlar o alanı kaplamış ve o alanda sivil inisiyatiflerini hayata koymuşken o sabah oraya aşırı müdahale ederek işleri çığırından çıkardı. Burada tabi şunu söylemek lazım, hükümetin bu olayı denetleyemediği ve kontrol edemediği bir gerçektir. Kaldı ki şunu da ilave etmeliyim, bütün metropollerin birer meydanları vardır. Bu meydanlar o ülkelerin tarihsel, siyasal, kültürel geçmişini bir yansımasını ve yaşanmışlığını taşırlar. Taksim de böyle bir alandır. İnsanların bir aradalığını gerçekleştiren bir yaşam alanıydı. Bana sorarsanız, sosyal tarih açısından da bakmaya çalışırsam, hükümetin kışla yapımı amacıyla bu süreci başlatmasında benim yadırgadığım şeylerden biri şu olmuştu; neden kışla? Üstelik de iktidarının önemli bir zaman diliminde, cihet-i askeriyeye karşı bir müdahale, bir intizam verme çabasında olan bir iktidar neden as-

“İNSANLARIN POTANSİYEL MUHALEFET DUYGULARINI DİLE GETİREMEDİĞİ NOKTALARDA DİLE GETİREBİLECEKLERİ BİR ALANIN AÇILIYOR OLMASI, SİZ ONLARLA AYNI DÜŞÜNCEDE OLUN YA DA OLMAYIN, BİRDEN BİRE ONLARIN DA AYNI SAHNE İÇERİSİNDE YER ALMASINA NEDEN OLACAKTIR.” Türkiye kendi geçmişine baktığı zaman, özellikle altmışlı yılların ikinci yarısı itibariyle gençlik hareketlerine başladığı zaman orada da masumiyetle başlayan hareketler vardı. Ama dediğimiz gibi toplumsal ve kitlesel bu tür hareketler eninde sonunda o toplumdaki farklı nedenlerle kendilerini muhalif olarak hisseden soft muhalifleri de radikal muhalifleri de devinim halinde oldukları için o hareketin içerisine katar. Ve dolayısıyla söz konusu Gezi Parkı gençlerinin fevkalade masum ve fevkalade haklı talepleri birden bire diğer potansiyel muhaliflerin bu hareketi bir biçimde sahiplenerek daha karmaşık bir noktaya götürmelerine neden oldu. Ama bu çok beklenmedik bir şey değildir. Bütün toplumsal ve kitlesel hareketlerde bu böyledir. Tarihteki bütün dönüşümleri hatırlayın. İnsanların potansiyel muhalefet duygularını dile getiremediği noktalarda dile getirebilecekleri bir alanın açılıyor olması, siz onlarla aynı düşüncede olun ya da olmayın, birdenbire onların da o sahne içerisinde yer almasına neden olacaktır. Ve doğal olarak başlangıçtaki bu saflığı, masumiyeti ve haklılığı 13


görmeyen ya da görmek istemeyen hükümet bütün bu meseleyi anarşi, terör, vandalizm gibi sıfatlarla tanımlayarak hatta bunun uluslararası organik bağlarını kurarak bu meseleyi kendi cephesinden analiz etmiştir.

ni verdikleri bir noktada, giderek Türkiye’nin siyaseti içerisinde de demokrasinin kuralları çerçevesinde giderek siyasileşen, politikleşen bir genç nesil olmuştur. Ben bunu önemserim çünkü hiç kimsenin yaşadığı bu ülkede turist olmadığını, olmaması gerektiğini söylerim. Dolayısıyla gelip geçici insanlar olmadığınız için bu ülkenin geçmişine, şimdisine ve geleceğine sahip çıkabilecek; bizden farklı ama bu farklılığını doğru ve daha ileri olarak değerlendirebileceğim bir nesille karşı karşıyayız. Bizim de bu nesilden öğrenmemiz gerekenler olabilir.

“… HİÇ KİMSENİN YAŞADIĞI BU ÜLKEDE TURİST OLMADIĞINI, OLMAMASI GEREKTİĞİNİ SÖYLERİM. DOLAYISIYLA GELİP GEÇİCİ OLMADIĞIMIZ İÇİN BU ÜLKENİN GEÇMİŞİNE, ŞİMDİSİNE VE GELECEĞİNE SAHİP ÇIKABİLECEK; BİZDEN FARKLI AMA BU FARKLILIĞINI DOĞRU VE DAHA İLERİ OLARAK DEĞERLENDİREBİLECEĞİM BİR NESİLLE KARŞI KARŞIYAYIZ. BİZİM DE BU NESİLDEN ÖĞRENMEMİZ GEREKENLER OLABİLİR.”

“BİR GEZİ ORTAYA ÇIKTI ERTESİ GÜN HER ŞEY BAMBAŞKA OLDU, BİR KİTAP OKUDUM HAYATIM DEĞİŞTİ DİYE BİR ŞEY YOK.” Gezi direnişi büyümeye başladığı andan itibaren çoğunlukçu-çoğulcu demokrasi tartışmalarını da beraberinde getirdi. Bu konuda görüşleriniz neler? Türkiye’deki politik tarafların bu konudaki tavırlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ancak tabi gezi parkı ile başlayan bir süreç bütün bu olumsuz hareketlerin içerisine girmiş olmasına rağmen pekala kendi denetiminin içerisinde, bilmiyorum belki de hala devam eden, parklardaki serbest kürsülere dönüştü. Demokrasi zaten budur. Bu aslında bir biçimde bizde hiçbir zaman gerçekleşmeyen katılımcı demokrasiye gidişin bir işareti olarak gelecek zaman içerisinde değerlendirilebilir. Ama ortaya çıkan bir gerçek vardır ki, hangi nedenle çıkmış olursa olsun, şu anda Türkiye’de kendilerine dayatılmaya çalışılan söylemlere, birebir kendi yaşam alanlarını kısıtlayabilecek tüm söylemlere ve baskılara en azından hayır diyebilecek bir gençlik oluşmuştur. Bu bence önemli bir noktadır. Çünkü böyle bir olay sözünü ettiğim biçimiyle sadece İstanbul’la ilişkin kalmamıştır. Gezi etrafında Türkiye’nin farklı noktalarında, farklı şehirlerinde ve giderek farklı yaş alanlarında yani sizin ebeveynlerinizde de bir biçimde tezahür oluşmuştur. Burada mesele artık gezi parkı olmanın ötesinde toplumdaki potansiyel oluşmuş olan bir muhalefetin; demokrasinin çerçevesi içerisinde hayata geçirilebilmesidir. Bugün akşamları ya da gündüzleri parklarda yapılan konuşmalar, tam da bunun örneğidir. Türkiye’de siyaseten kutuplaşmanın makasının giderek açıldığı bir dönemde gençlerimizin çok daha duyarlı ve kutuplaşmaların bir tarafı olmaktan ziyade kendilerini daha iyi anlatan ve demokrasinin asıl temel noktalarından biri olan uzlaşma ve rekabet içerisinde demokratik yaşamın alanını açmaya başladıkları olarak değerlendiriyorum. Gezi bunun bir vesilesi olmuştur. Ötekileştirdiğimiz gençlerimiz yaşadıkları dünyada en azından kendi yaşam alanlarını birincil elden ilgilendiren toplumsal, siyasal, kültürel yaşamlarında ebeveynlerinden çok daha farklı bir biçimde kendilerini ifade etmenin yolunu bulmuşlardır. Bu yolun sözünü ettiğim toplumsal kitlesel hareketlerin çok beklendik bir sonucu olarak başkaları tarafından farklı bir biçimde özünün değiştirilmeye çalışıldığını görmek mümkün ama özün değişmediğini, içeriğin biraz karıştığını; özün kendi içersinde sağlam bir biçimde kaldığını düşünmekteyim. Gezi öğrencileri; tamamen insani, kamusal hayat alanlarının mücadelesi-

Türkiye, 1945 itibariyle çok partili siyasal yaşama geçmiş bir rejim. Bugüne kadar, 1960-1971 arasında uygulanan seçim sistemleri doğrultusunda tüm siyasi partilerin içerisinde yer aldığı bir parlamentoya sahip olmasına rağmen çoğulcu bir siyasal yaşama sahip olmamıştır. Çok partili ama çoğulcu bir siyasal yaşam değil. Demokrasinin sancılarının da buradan kaynaklandığını söylemek gerekir. Türkiye’de bugün bir anayasa komisyonu var ve bu komisyon içerisinde parlamentoda var olan siyasi partiler yer alıyor. İnsanlık tarihine 18. yüzyıl itibariyle, Rousseau kavramıyla bir biçimde giren ve Türkiye’nin 1876’da tanıştığı anayasa kavramından bugüne baktığınızda, çoğulcu bir anlayışın anayasalar içerisinde yer almadığını görürsünüz. Hemen hemen bütün anayasalar bu biçimdedir. Bugün anayasa hazırlığı içersinde parlamentoda grubu olan siyasi partiler var. Belki öncesinde şehirler içerisinde birtakım konsensuslar, birtakım toplantılar yapılmıştır ama netice olarak bu toplumda sadece parlamentoda siyaseten temsil edilenler dışında da siyasetler var. İster beğenin ister beğenmeyin. Ya da hayatlarını çok farklı bir biçimde yaşayan insanlar var. Komünistler, faşistler, lezbiyenler, homoseksüeller var. Bunlara yaklaşımınız her nasıl olursa olsun bunlar bu toplumda yaşayan insanlar. Anayasa çalışmaları içerisinde ne kadar yer alıyorlar? Almasalar bile bu anayasa onlara ne kadar karşılık verecek?

“İNSANLARIN YA DA GRUPLARIN TAŞIDIKLARI KİMLİKLERİN ÖTESİNDE VAR OLAN MESELE ÜZERİNDE BİR ORTAK PAYDADA BULUŞABİLMESİ ÇOĞULCULUKTUR.” 14


Tabi başından beri siz gezinin birebir içindeydiniz. Onu yaşayanlar olarak daha farklı, daha geniş düşünceleriniz vardır. İktidar bunu başından beri topyekün bir hareket olarak algıladı ve denetleyememesinden dolayı olaylar bu hale geldi. Daha doğrusu iktidarın geziyi anladığını söylemek mümkün değil. Diğer siyasi partilere baktığımız zaman özellikle CHP’nin ilk günde bundan bir çıkar sağlamaya çalıştığını görüyoruz. Tam da ilk gün Kadıköy’de bir mitingleri vardı. Ama gençler ilk gün CHP ile bir mesafe koymayı büyük ölçüde becerebildiler sanıyorum. Bir yandan Kürtler, bir yandan MHP’liler bir yandan sosyalist İslamcılar, antikapitalist Müslümanlar bu meseleye sahip çıktılar. Bence insanların ya da grupların taşıdıkları kimliklerin ötesinde var olan mesele üzerinde bir ortak paydada buluşabilmesi çoğulculuktur. Tabi bu çoğulculuk mikro düzeyde bir çoğulculuktur. Çok kolay bir süreç değil. Bugün Türkiye’nin siyasetine baktığınız zaman kaç parti üzerinden konuşuyoruz? Elli küsur parti var. Çoğulculuğu sağlayabilmenin ön koşulu, siyasi partiler ve seçim yasasının değiştirilmesi zorunluluğudur ve bunun için de anayasal bir değişiklik gerekmemektedir. O yüzden siyasi partiler açısından çoğulculuğun önü zaten bir biçimde kesilmiştir. Tek bir yasa ile seçim sistemi düzenlenebilir. Ama ne iktidar ne de muhalefet bu konuda anlaşmaya varamıyor. Yani çoğulculuk hala hiçbir alanda sağlanamamış biçimde. Ama bu tür toplumsal olaylar ve değişimler kısa sürede gerçekleşmez. Bir gezi ortaya çıktı ertesi gün her şey bambaşka oldu, bir kitap okudum hayatım değişti diye bir şey yok. Bu bir dönüşümdür. Bu dönüşümün kendini ne kadar ileri götürebileceğini ancak zaman içerisinde göreceğiz. Ama hiç yoktan Türkiye’de gençlerin bu vesileyle bir biçimde ortaya çıkmış olması önemli bir kazanım. Bu bir kırılma noktasıdır. Bu kırılma bu gençliği nereye götüreceğini bilemeyiz ama önemli olan sakin, durağan bir toplumda bir kırılmanın yaşanmasıdır. Değişim ve dönüşümler de böyledir. Başlar; ileriye gider, üç adım geriye gider, yana dökülür, sağa dökülür vs. ama bir anlamda önemli olan bu kırılmanın yaşanmış olmasıdır. Bunu ancak siz bundan sonra Türkiye’nin demokratikleşme süreci içerisinde nereye götürebileceğinize karar verebilirsiniz. Ancak bir sürü handikapın da beklediğini bilerek. En basit örnek, gezide başlayan çok masum çok haklı isteklerin kısa bir süre sonra başkaları tarafından manipüle edilmesi. Bu tehlike her zaman var ve var olacak. 1968 olaylarına bakmanız bunu için bir örnektir. Sadece okullarındaki ders notlarının güncelleşmesini ya da bir anti Amerikan söylemin hayata geçirilmesi ya da BP’nin devletleştirilmesi söylemiyle başlayan süreç; birden bire içeriye siyasilerin ama yerüstünde ama yeraltında siyasetin ve radikal hareketlerin girerek birden bire gençlerin eline silah aldığı bir döneme dönüştü.

kendi yaşam biçimlerini ya da inandıklarını korumak için, haklı oldukları noktalarda sessiz kalacaklarını düşünmüyorum. Çünkü toplanma ve gösteri özgürlüğü anayasal bir özgürlüktür. Şiddete başvurmayan ve şiddeti tasvip etmeyen bütün gösteriler yasaldır. Bunun yolunu bir biçimde hep birlikte bulacağız çünkü geçmişte çok övünülecek deneyimler yok. Zaten bugünün gençliği de 68’in gençliği değil. Bunu söylerken herhangi bir olumlu ya da olumsuz yan yüklemiyorum, dünya farklı. Sizler hem ekonomik hem siyasi anlamda liberal bir dünyanın, liberal öğretinin manipüle ettiği bir dönemde, o sistemin Türkiye’deki etkileri sürecinde büyüyen çocuklarsınız. Son yıllarda dünyada hatırı sayılacak sayıda toplumsal hareket, önemli protesto yaşandı. Bunların birçoğunun önemli bir ortak özelliği hızlı çabuk parlayıp çabuk sönmesiydi. Yaşadığımız yüzyılda toplumsal olanla siyasal olan arasında bir senkronizasyon sorunu olduğuna ve bahsettiğimiz bu durumda da bunun etkisi olduğu görüşüne katılır mısınız? Bu konuşmaya başlarken de söylediğim gibi, Türkiye’de ve dünyada bu tür senkronize edilmiş olayların hayata geçmesinin en önemli nedeni elinizdeki aletler (telefon, bilgisayar). O aletler, bizden sonraki neslin bize bir şey öğrettiği bir dönemi açtı. Onu benden daha iyi kullanıyorsunuz ve onun getirdiği müthiş bir dünyayı kucaklıyorsunuz. Dünyanın neresinde olursanız olun her şeyden haberdar olmanız mümkün. Sosyolojik gelişmeye baktığınız zaman da; zaten Türkiye’deki bütün siyasal gelişmelerde en önemli şey sosyolojik gelişmeler ama ne yazık ki bizler bu sosyolojik gelişmeleri çok da iyi analiz edemiyoruz.1999 sonrası AKP’nin yükselmesi ve iktidara gelmesinin sosyolojik temelleri elbette vardı. İnsanlar büyük bir şaşkınlık yaşıyordu ama bunun sosyolojik temelleri; toplumu siyaseten, ekonomik anlamda iyi irdelemekle görülebilirdi. Burada sosyologlara çok iş düşüyor. İktidar partisinin üç kez oy oranını arttırarak seçilmesi irdelenmeli. Bugün baktığınız zaman otuz yıllık süreç içerisinde sizin neslinizin ne yapıp ne ettiğinizin, derslerinizle ilgili aktarımların dışında nasıl bir dünyada yaşadığınızın çok da farkında değiliz. Teknoloji ile beraber benim eğitim dönemimden çok daha farklı bir eğitim döneminden geçiyor ve dünyayı çok daha farklı bir biçimde algılıyorsunuz. Bu gençlerin maddi yaşam koşullarının arasında dağlar kadar fark olması da önemli değil. Bir biçimde teknolojiye ulaşabiliyor. Hiçbir şey yoksa internet kafeye gidiyor. Örneğin, Taksimdeki olaylarda 3G bağlantısı kesilince hayat durdu. Yani bu olayların hızının sebebi teknoloji.

Ben eminim Türkiye’nin gençliği bu tecrübeleri okuyarak ve analiz ederek edindi. Bundan sonra gençliğin tamamen demokrasinin kurum ve kuralları içerisinde,

Değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederiz. 10.10.2013 15


PROF. DR. LEVENT ÜRER değerlendirirsiniz? Bu noktaların bir avantaj ya da dezavantaj olduğunu düşünüyor musunuz?

“GEZİ OLAYLARI BİR SİYASAL KATILIM GÖSTERGESİ OLARAK OLDUKÇA ETKİN OLDU VE TABİ O GÜNE KADAR SAKİN, SUSKUN, POLİTİK OLMAYAN BİR GENÇLİĞİN BİRDEN NE KADAR POLİTİZE OLABİLECEĞİ ALGILANDI.” Gezi olaylarının siyasi açıdan bir kırılma olduğunu düşünüyor musunuz?

Ş

imdi bir kırılma olmadığı konusu tartışılabilir Çünkü bu konuda en çok kırılan, aslında başbakanın kendisi oldu. Yani gezi olaylarını bir şekilde unutamıyor ve refere ediyor. Gezi olaylarını ucu dışarıda vs. gibi nitelendirmelerle sürekli gündeme getiriyor. O yüzden burada soru şu ki; gezi olayları bir siyasal katılım göstergesi olarak oldukça etkin oldu ve tabi o güne kadar sakin, suskun, politik olmayan bir gençliğin birden ne kadar politize olabileceği algılandı. Aslında her politik taraf da bunu kendi lehlerine çevirmek istedi. Yani şuanda, hesaplaşma dediğimiz dönemde bütün siyasi partilerin bunu kendi tarafına çevirdiğinin farkına varılması ve birden gençlerin kendini alanın dışına çekmesi gibi bir sonuçla karşılaştık ama hiçbir şey artık aynı değil tabi ki diyebiliriz. Gezi hareketindeki örgütsüzlük ve lidersizlik hali ile ilgili çokça yorum yapılıyor. Bunu nasıl 16

Olaylar başladığında aslında en temel sorun, hakikaten bir örgütsüzlük olmasıydı. Çünkü bütün örgütler sorunun sahibi olmaya çalıştı. Hatta bir dönem CHP orada dolaştı. PKK bile orada dolaşarak sahip çıkmaya çalıştı. O yüzden aslında doğru bir örgütsüzlük vardı. Kendiliğinden oluşan bir eylemlilikti ve bunu örgütler hızla kendi lehlerine çevirmek istediler. Ama hareket, hemen ikinci günden itibaren kendisinin örgütsüz olduğunu defalarca deklare etme ihtiyacı hissetti. Bu konuda niyetini açıkladı. Şimdi belki şöyle tartışabiliriz. İnsanlar hep özgürlük gibi şeylerle yorumluyor ama ben genellikle gezi olaylarını eşitlik talebi olarak yorumluyorum. Yani insanlar aslında Londra’da da Washington’da da, Ortadoğu’yu bir kenara koyarsak, eşitlik talebiyle ortaya çıktılar. Ama bu tabi ki hep göz ardı edildi. Bence Türkiye’deki bu geçlerin de talebi eşitlik noktasındaydı, hala da öyle. Biz hala bunu bir ağacın, yeşil alanın korunması gibi algılıyoruz ama aslında sorun; biz niye muhatap değiliz ve niye topluma sorulmuyor bu tür eylemler diye kaygıların çok yüksek oluşuydu. O yüzden de doğrudur, bir lidersizlik hali söz konusudur ama ben bu lidersizlik halinin bir avantaj veya dezavantaj olduğunu düşünmüyorum aksine bundan sonraki yönetim felsefelerinin değişmesi gerektiği ortaya çıkıyor. Çünkü şu ana kadar yetişen gençler; gördük ki lider politikasını


Son dönemlerde dünyada yaşanan toplumsal hareketlerin siyasal tabana kaymadıkları yönünde bir değerlendirme yapabilir miyiz?

ve lideri istemiyorlar. Bunu şöyle okuyabiliriz, bundan sonraki yönetim felsefelerinde lidersiz, yani demokratik dediğimiz yönetim tarzlarının ön plana çıkmasıdır. Buradan başka sonuçlar çıkıyor. Eğer bu gençler ileride yönetimde söz sahibi olacaklarsa artık ülkeyi bekleyenin de koalisyonlar sistemi olduğunu düşünüyorum. Artık her türlü eğilimin ve her türlü düşüncenin bir araya gelebileceği yönetim felsefelerinin söz konusu olabileceğini düşünüyorum. O yüzden aslında bu gezi olayları o farklı düşüncelerin nasıl bir araya geldiğini gösterdi. Bu yüzden de aslında bundan sonra ya da bu sürecin içinde anlatılacak yönetim felsefelerinde liderin rolü konusu bu gençler için de pek aynı şeyi ifade etmiyor artık.

Tabi böyle bir siyasal bilincin gelişmesi ya da eksikliği konusunda bir tartışma var. Ama şöyle de düşünmek lazım artık biraz evvel Türkiye için verdiğimiz örnekler dünyanın diğer ülkeleri için de geçerli. Yani hala biz bütün sorunları “özgürlük” temelinden bakarak okuyoruz. Ama aslında Avrupa aydınlanmasının iki ayağı vardı; özgürlük ve eşitlik. Ben hep şunu söylüyorum ki yalnızca özgürlük ayağından baktık son kırk senedir. Sorunlara bir de eşitlik ayağından bakmak gerekir. Çünkü aslında yükselen bir şekilde eşitlik talepleriyle insanlar gündeme gelmeye başlıyor. Tabi özgürlük talepleri, açılan ya da daraltılan haklarla ifade edilebilir ama eşitlik talepleri çok da böyle haklarla falan ifade edilmek yerine aslında bir takım kavgalarla ifade edilir hale gelecek. Çünkü eşitlik talepleri genelde devrim söylemlerini de peşi sıra getiriyor. O yüzden devrim söylemini peşi sıra getirdiği kaygısı ve endişesi, bizim bütün sorunları özgürlük perspektifinden okumamızı da getiriyor. Bunun dışında dünya o kadar küreselleşti ki birey de etkisizleşti gibi bir sonuç çıkıyor ama tabloya tersten bakabiliriz. Her geçen gün bireyin daha etkin olduğu bir dünyaya doğru bir gidişi de yorumlayabiliriz. Çünkü artık evinden çok rahatlıkla sosyal medyayı yönetebilecek ve kontrol altına alabilecek bireylerin toplu ya da tek tek varlıklarından bahsediyoruz diyebilirim.

“HALA TEK PARTİ DÖNEMLERİNİ BİR İSTİKRAR OLARAK ALGILAMA ÇABASI İÇERİSİNDEYİZ.” Koalisyon tartışmaları başladığında ekonomik istikrar meselesi de gündeme geliyor. 1920’lerden itibaren ülkedeki insanlara söylenen şey, ülkenin gelişmiş ülkeler arasına girebilmesi gerektiği ve bu rekabet içinde de sürekli olarak toplumlardan ekonomik istikrarı beklendiğiydi. Yani kemer sıkma politikası ve ekonomik istikrar istendi ve bugüne kadar bu hep kemer sıkma politikalarıyla yapılmaya çalışıldı. Oysa biliyoruz ki ekonomik liberalizmin bir başka boyutu var ki siyasal liberalizm. Yani bugüne kadar “demokratik talepler” hep geri plana itildi. Yani aslında 27 Mayıs’ın da 12 Eylül’ün de gerekçeleri “Ekonomi bitiyordu, çöküyordu biz ondan müdahale ettik” idi. Bırakın onu, biz sivil hayatta bile bir anda tek parti yönetiminden istiyoruz. Çünkü çok parti ya da koalisyon sistemi olursa ekonominin çökeceği düşüncesi hala aslında 27 Mayıs ya da 12 Eylül düşüncesinin bir uzantısı gibi ruh halimize yansımış vaziyette. Hala tek parti dönemlerini bir istikrar olarak algılama çabası içerisindeyiz. Doğal olarak biz hala tek parti sistemlerini de bir istikrar olarak algılıyoruz. Yani bugüne kadar demokratik istikrarsızlık ekonomik istikrara tercih edildi. Ama şu olaylar gösterdi ki madem biz ekonomik olarak o kadar ilerledik, geliştik, bu saatten sonra toplumun beklentisi, demokrasiyi tartışmak olacak. Bu gündeme geliyor ve bence bugünlerde artık aman istikrarımız bozulur, ekonomik istikrar bozulur, biraz erteleyelim denebilecek halde değil. Her türlü hakların artık konuşulmaya başlanacağı bir yirmi otuz seneye girdiğimizi ifade edebiliriz aslında.

“EŞİTLİK TALEPLERİ, GENELDE DEVRİM SÖYLEMLERİNİ DE PEŞİ SIRA GETİRİYOR. O YÜZDEN DEVRİM SÖYLEMİNİ PEŞİ SIRA GETİRDİĞİ KAYGISI VE ENDİŞESİ, BİZİM BÜTÜN SORUNLARI ÖZGÜRLÜK PERSPEKTİFİNDEN OKUMAMIZI DA GETİRİYOR.”

Aslında buradaki temel sıkıntımız sorunları analiz birimleriyle bağlantılı, biz analiz birimleri olarak şuanda ya devletleri ya grupları ya da insanı ele alacağız. Görünen o ki son iki yüz sene insanın zaferiymiş gibi sunuluyor ama insanın, insan olarak tanımlanmasının da daha çok başındayız; yani yolun çok başındayız. İnsan kendini tanımlamak ve sonra değerlerini bunun üzerine inşa etmek zorunda. Siyaset felsefesine de insanın daha çok yeni katıldığını görüyoruz. O yüzden bu tür debelenmeler ve boğuşmalar demokratik mücadelenin bir uzantısı olarak algılanıyor. Buradaki sıkıntı iktidarlar hala sorunu görmek istediği şekilde algılıyor ve aslında hala bireyi mümkün olduğu kadar yok saymaya çalışıyor. İnsan hakları dediğimiz konuyu ele alırsak Magna Carta gibi bir takım belgeler var. Aslında bu belgelerin hepsi iktidara karşı konulmuş ve imzalatılmış olan bir takım belgeler ve hiç de insan hakkı kavramı bile içinde geçmiyor ama biz onları neden referans alıyoruz? En azından o mücadele tarihinin bir geçmişi olarak sunuyoruz. O yüzden de Avrupa’da, Amerika’da, Türkiye’de Ortadoğu’da yaşananların hepsi insanlık tarihinin bir geçmişi olarak mutlaka anlatılacaktır. Birikimin bir öznesi olarak ifade edilecektir kuşkusuz. 17


“GEZİ OLAYLARI GÖSTERDİ Kİ UZUN VADEDE PARTİ DEMOKRATİKLEŞECEK YA DA ÖNCEKİ SULTA LİDERLİKLERİNDE OLDUĞU GİBİ LİDERİN GİDİŞİYLE PARTİNİN DE ORTADAN KALKMASI KAÇINILMAZ OLACAK.” Hükümetin ve ana muhalefetin gezi olayları konusundaki tavırlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Gezi olayları bu unsurları nasıl etkiledi? Bu gezi olaylarının başbakan üzerinde bence yarattığı en net etki olaylar başladıktan sonra aslında kendisinin ne kadar yalnız olduğu fark etmesi noktasıydı. Gezi olayları başladığında Başbakan’ın Fas’a gitmek durumunda kaldığı günün akşamında çevresindekiler ortaya çıkıp aslında gezi olayları konusunda Başbakan’ın aksi sayılabilecek açıklamalarda bulunmaya başladılar. Hemen bunun ardından Başbakan döndüğünde sert bir tavırla bütün bu olayların bastırıldığını söylemeye başladı. Ben şöyle anlıyorum; başbakan parti içi yapıyı gözlemledi. Bu gezi olaylarından bir ders çıkartılacaksa ki bu Mustafa Kemal döneminde çok partili yaşama geçiş dönemlerindeki gibi örneklendirilebilir çünkü o çok partili yaşama geçiş denemeleri Mustafa Kemal’e şöyle bir avantaj da tanır; muhalefeti görebilir. Gezi olayları da Recep Tayyip Erdoğan’ın parti içi muhalefeti görmesini kolaylaştırdı. Geri dönüp bütün o muhalif olanların tasfiye sürecine başladı aslında. Tabi bu bir başka sıkıntıyı yarattı. O döneme kadar parti içi kararlarda kendisiyle birlikte olduğunu düşündüğü yoldaşlarının bile ayrıştığını, düşünce yapılarının farklılaştığını ve hatta aslında belki de parti içi demokrasinin uzun vadede tartışılacağı bir yeri gündeme getirdi. Ak Parti bütün bu gezi olaylarıyla ortaya çıkan –ki zaten bilinen bir şeydi- parti içi demokrasiyi tamamen iptal etmiş, liderin sultasına her şeyi tamamen devretmiştir. Hatta gezi olaylarından sonra görüldü ki bir parti politikası yok. Aksine Recep Tayyip Erdoğan’ın politikalarıyla gezi olayları kontrol altına alınmaya çalışıldı. Cumhurbaşkanı bazı açıklamalarda bulundu. Dışarı çıktığında meclis başkanının ifadesi başkaydı, parti genel başkan yardımcısının açıklamaları başkaydı. Bir parti politikası yerine başbakanın kendi politikası olduğu çok net bir şekilde ortaya çıktı. Aslında gezi olayları gösterdi ki uzun vadede parti demokratikleşecek ya da önceki sulta liderliklerinde olduğu gibi liderin gidişiyle partinin de ortadan kalkması kaçınılmaz olacak. Böyle birtakım sonuçlarla karşılaştık. Şuanda Ak Parti’nin kendi içinde hesaplaşmaya çalıştığı süreci böyle ifade edebiliriz. Bunun her partiye bir yansımasının olduğunu söyleyebiliriz. CHP ilk başta gezi olaylarına sahip çıkmak istedi ama kitleler CHP’yi dışarda tutmaya çalıştı. Hayır dediler, sen bu işin içine girme. Bu da aslında CHP’nin hala o kitlelerle

barışamadığının bir göstergesi. CHP’nin oradan da kendisine bir ders çıkartması gerekiyorsa… Halk denilen kavramın içerisinde bir yerlerde olmadığı ortaya çıktı ve daha da kötüsü kendisinin girdiği her hareketin kirlendiğini de fark etti. CHP biraz gezi olaylarının içine girmeye başladı, denildiği andan itibaren Ak Parti’nin manipülasyonları hemen halk tarafından inandırıcı hale geldi. O yüzden gençler hemen ertesi gün CHP’yi uzakta tutmanın yollarını aramaya başladılar diyebiliriz. Onun dışında Ak Parti, durumu çok sistematik bir şekilde kendi lehine çevirmeye çalışıyor. Bu konuda da çok başarısız değil aslında. Yani gezide verilen mesajların %70’i gerçek yerine ulaşsa bile %30’unun hala ortalıkta dolaştığını düşünüyorum.

“BEKLENTİM ESKİ KADROLARIN ADAYLIĞININ EROZYONA UĞRAYACAĞI VE BU DÖNEMDE AK PARTİ’NİN, PARTİYİ GENÇLEŞTİREREK DEVAM EDECEĞİ YOLUNDA. TABANDAKİ GENÇLİK KOLLARINI HIZLA MOTİVE EDEREK BU HAREKETİN İÇİNE ÇEKECEKLERİNİ DÜŞÜNÜYORUM.” Partilerin bu yüzleşme süreçlerinin başta yerel seçimler olmak üzere, önümüzdeki seçim süreçlerine etkisi olur mu? Yerel seçimlerde bütün bu toplam sürecin bazı sonuçlarıyla karşılaşacağız. Ak Parti gezi olaylarının etkilerini azaltabilmek için demokratikleşme paketi gibi bir takım paketlerle toplumun ilgisini başka yöne çekti. Biz zaten bu önder ve lider yapımızı kontrol ediyoruz diye ifade ediyor ama öbür taraftan da çok mutsuz bir kitle var. Bugüne kadar siyasal yapılanmaların içerisine kendisinin katılmadığını düşünen kitleler var. Bu kitleler de aslında bir şekilde sokağa çıktıklarında evlerine tekrar döndürüldüler ve şuanda her biri kendi evinde. Bu seçimlerin sonucunu bekleme telaşındalar ve bunu gözlemliyorlar. Doğal olarak aslında yerel seçimler, genel seçime doğru giderken sürecin çok belirleyicisi olacak. Yerel seçimlerin Ak Parti’nin, vekillerin üç defadan fazla seçilemeyeceği kuralından yola çıkarak şimdi onların bir kısmının yerel seçimlerde aday olmasını bekleyeceğiz. Yani benim beklentim eski kadroların adaylığının erozyona uğrayacağı ve bu dönemde Ak Parti’nin, partiyi %70 gençleştirerek devam edeceği yolunda. Tabandaki gençlik kollarını hızla motive ederek bu hareketin içine çekeceklerini düşünüyorum. Eğer onları çekerse gezi olaylarına biraz da sahip çıkmaya çalışabilir ki Cumhurbaşkanı da o yönde bazı eğilimler gösterdi. Değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederiz. 07.10.2013 18


DOÇ. DR. BURAK SAMİH GÜLBOY sosyal bilimlerimizde maalesef çok da etki yaratmayan ya da biraz göz ardı edilen, yeşil teoriden tutun geylezbiyen haklarına kadar ana tema görüşlerin dışındaki görüşlerin de iç içe geçebildiği, her şeyi kapsayan çok yeni bir hareket olarak gözüktü ve dışarıdaki insanlar da bunu böyle gördüler. Çünkü burada olmayan televizyon kanalları orada vardı ve çok haber geçtiler. O anlamda orada da pozitif etki yarattı ama bizim daha rahat gördüğümüz farklı noktalar var. Birincisi şu; Türk demokrasi tarihinde olmayan şeylerden biri oldu. Bu nesil gençliğin üreteceği de buydu belki. Mesela 68 kuşağının bir heyecanı vardı. Ama geziyle ilgili olarak sokağa çıkan gençlere baktığımızda AKP’den başka bir şey görmemiş gençler bunlar. Hep Recep Tayyip Erdoğan’ı gördüler. Dolayısıyla aslında onlar ne bir siyasi partinin kimliğiyle sokağa dökülmüşlerdi ne AKP’nin rezil bir parti olduğunu savunuyorlardı. Ortada olan şey şu; AKP’nin açılımcı, demokratik söylemleri olduğunda bunu desteklermiş, buna oy vermiş insanlar ya da oy vermese bile Türkiye’de demokrasiyi görebilmiş olan bir gençlik, AKP’nin daralan vizyonunu da protesto etme hakkına sahipti ve bunu kullandılar. Bu yaşlıların çok da algılayamayacağı bir şeydi. Çünkü o partilerde kaybolmuşluk sorunlarımız var bizim. Dedik ya mitleştiriyoruz kafamızda. Mesela CHP’yle ilgili bir anket yapsak, CHP’nin olduğu yeri tam olarak söyleyemiyoruz. Bizim kafamızda CHP neyi temsil eder? Laik bir sol partiyi temsil eder ama baktığınızda pek alakası da yok gibi değil mi?

“TOPLUMSAL BARIŞI ÜRETEBİLECEK EN ÖNEMLİ OLAYLARDAN BİRİYDİ.” Gezi olaylarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Demokrasi tarihi açısından bir kırılma noktası olacak mı ya da bir başka deyişle demokrasi tarihimizde belirgin bir etkisi olur mu?

T

abi ki olur. İlk başta generation gap (nesil farkı) denen olayı tespit etmek lazım. Mesela ben daha önceki bir nesle aitim. Daha da kötü bir nesle aitim, apolitize edilmiş seksen neslinin ürünüyüm. Biz ne olursa olsun partilerin olduğu bir demokrasi sisteminin ürünüydük. Dolayısıyla bizim oy verdiğimiz, sempati beslediğimiz görüşe yakın gördüğümüz partiler vardı. Bizden sonrakilerde bu durum biraz daha farklı oldu. Biraz da sosyal bilimci gözüyle gözlemlediğinde şunu çok net fark ediyorsun; bu bugüne kadar bir şekilde gözümüzde mitleşmiş olan o siyasal partilerin olmadığı bir olay. Ben gezi olaylarından önce yurtdışına çıkmıştım. O süreci sosyal medyadan izleyerek ve buradakilerle sürekli yazışarak takip edebildim. Sosyal medya çok aktifti. Sabahlara kadar uyku uyumadan onun başında durduk. Hem Kanada’da hem de bir ara Amerika’ya gittiğimizde orada pek çok insanla konuştum. Onlara çok sempatik geldi çünkü hakikaten modern anlamda bir demokrasi olayıydı. İnsanların rastgele sokağa çıkıp da öyle bağırıp çağırmasından öteydi. Günümüzde bizim 19


Emre Kongar’ın gezi olaylarıyla ilgili çıkardığı kitabında, olayların iktidara yönelik bir birikimin sonucu oluşmasına rağmen kitlenin genelinin acil bir iktidar değişikliği talebi için sokaklara dökülmediği yönünde analizleri vardı. Bu yorum başka yerlerde de çokça geçti. İktidarın bu konuyu algılama biçimini nasıl görüyorsunuz? Protestolara katılan kitle yeterince anlaşılabildi mi?

AKP’ye baktığınızda, AKP bir yandan çok muhafazakar bir parti olarak gözükür. Ama içinde birçok farklı yönde eğilim de görülmüştür. BDP mesela, Türkiye’nin belki de demokratik anlamda en çok açılım getiren partisi ama maalesef bunun yanında biz, yani önceki nesiller, 1980’in de çok etkisiyle politikayı korkulacak ya da boyun eğdirtilecek bir şey olarak gördüğümüz için bu tür olaylarda da başka şeyler arıyoruz. Ama bu çok saf bir olaydı ve tam da bu gençliğin söylemiydi. Çok etkiliydi. Asıl sorun gençlerin söylediklerinde değil; bunu anlamayanlarda. Burada pür parti politikası arayanlar, bunun içinde terör eylemi arayanlar, bunun içinde devrim arayanlar bunun içinde darbe arayanlar olacaktır.

Bu siyaseti ne olarak algıladığınızla alakalıdır. Başbakan’ın isminde ortak bir simgeleşme var. Ben öyle düşünmüyorum. Nihayetinde bir insandan konuşuyorsun. İsimler önemlidir tamam ama iktidarın daha geniş bir bütün olduğunu düşünüyorum, yani iktidar, sağduyusu olması gereken bir aygıt. Bir sürü insanın birleşiminden oluşuyor. Ama geldiğimiz noktada maalesef bu toplam aygıtın ruhu, bu hareketin yarattığı mesajı algılamaktan yoksun kaldı. Bu bir kişinin, birkaç kişinin ya da bir grubun mesajı değildi. Bu bugüne kadar iktidarın başarısız olduğu bütün alanlarla ilgili -iktidarlar başarısız olurlar, bunda bir problem yok demokrasi böyle bir şey zaten- demokrasi açılımları üretmeye çalışma demek. Siyaset de budur. Siyaset seni seçeni yönetmeye çalışmak demek değildir; siyaset, toplum içindeki bütün sorun yaratan alanları açabilmektir. Dolayısıyla iktidarın en büyük şansı aslında bunu söyleyen bir grup olduğunu görmesinin gerekliliğiydi. Çünkü bu hareket, kendince memnun olmayan ama o güne kadar kendisini yalnız hissetmiş olan ve bir anda sokağa çıktığında yalnız olmadığını gören insan güruhunun toplu söylemleriydi. Sizce daha iyi bir demokrasi paketi bütünlemesi sunulabilir mi? Sapla samanı ayırmayı bilir mi bilmez mi bilmem ama ben biliyorum ki her devletin kolluk kuvvetleri kendi ülkesine tehditleri bilir, çözer vs… Bu insanların spontane çıkışında ne bir devrim yapmak ne sistemi baştan aşağıya değiştirmek ne bir hükümeti düşürmek ne de başbakan insin yerine yenisi gelsin durumu yoktu. Ama en büyük problem şu ki onların verdiği mesajı bu yönde yorumlayacak bir ekip çıktı. Buna ister danışmanlar grubu artı liderler deyin, ister partinin içindeki yapılar deyin, ister devlet aygıtı, ister bürokrasi yani o örümcekleşmiş kafa deyin, bunu bir fırsat ekonomisine çevirdiler. Nasıl bir fırsat ekonomisi? Oy ekonomisi. Seçim yaptı iktidar. Çok ciddi bir sorun bu. Önünde iki tane yol vardı. Aklın yolu, yani demokrasi olduğu iddia edilen her ülkede olması gereken şuydu; verilen mesajı dinlemek ve duymak gerekti. Bu çok sesliliğin içindeo kadar ayrıntılı ses vardı ki… Yaşam tarzıyla ilgili, kadın haklarıyla, çevrecilikle ilgili… Bugün hala emekleyen ve hak iddia eden grupların, Queer hakları denilen haklarıyla ilgili… Ama herkesi ortak bir ülküde sokağa dökebildi. Bunu algılayıp bunu yatıştırabilmek çok kolaydı. Meydanlardaki kalabalıklara sahip çıkacak şeyler söylemek neden bu kadar zor ki? Bunun için yeterli imkan var. Ama iktidarın seçtiği yöntem çok kötü oldu. “Şuan, bize oy

İkincisi, isteyerek ya da istemeyerek, bunun içinde ana akım medyanın başarısızlıkları, onun üstünde partilerin başarısızlıkları, en üstte iktidarın başarısızlığı var. Bence bu sokaktaki insanın başarısızlığı değil; Türk demokrasi tarihinin geldiği noktadaki açılımsızlığın başarısızlığıdır. Dolayısıyla bu kuşaktaki gençler en önemli gösterilerini yaptılar ve verdikleri mesajlar çok açıktı ve bence Türkiye’nin geri kalmış yirmi senesini bir adımda ileri götürebilecek ışığı verdiler. Ama işte maalesef Türk demokrasisini demokrasi olarak düşünen ve bunu böyle örgütleyen ne kadar dinamik varsa, zaten bu mesajlara kulakları kapalıydı. Maalesef çıkan sonuç demokrasiyi, eğer yirmi sene geriyse, bir on sene daha geri götürmüştür. Dolayısıyla iktidar da siyaseti bir oy mekanizmasına dönüştürdüğü için o da büyük bir hataya düştü. Bence toplumsal barışı üretebilecek en önemli olaylardan biriydi. Maalesef ciddi bir bölünmeyle sona erdiğini düşünüyorum onu da göreceğiz yani. Söylediğim gibi bu, Türk demokrasisini durduracak değil; bence çok ileri götürecek bir başlangıçtı. Bitti denemez çünkü bir ruh yarattı. O ruh daima var olacak. Bizde işte gençler okumaz vs. gibi düşünceler var ama bence gençler herkese neyin ne olduğunu gösterdi. Gençlik diye bir kavram var. Gençler daima kendi dinamiğini yaratır. Bu sadece siyaset okullarıyla vs. ile olmuyor. Bunun dışında insan hakkından tutun yeşil haklarından tutun hayvan haklarından tutun ama temelde insan gibi yaşamak tanımına dayanan bütün şeyleri siyasetten arındırarak ve siyasete geri sokarak yeni baştan üretti. Dolayısıyla herkes alkış tutuyordu. Beni şaşırtan, Türkiye’deki o üst yapılanmanın buna bu kadar sert tavır alması oldu. En acısı da yedi insanın ölümü oldu, bence bu en çok tartışılması gereken şey. Yani böyle bir olayda devletin yedi insanı yeterince algılayamamış olması. Çünkü bütün o siyasi mesaj ölen o yedi kişi içinde gizli. Onu açarsak zaten olayın ana teması çıkar.

“SİYASET SENİ SEÇENİ YÖNETMEYE ÇALIŞMAK DEMEK DEĞİLDİR; SİYASET, TOPLUM İÇİNDEKİ BÜTÜN SORUN YARATAN ALANLARI AÇABİLMEKTİR.” 20


veren %46 mı var? Biz biraz daha bu işi uca sürerek ne yaparız? %51’e çıkarırsak oyumuzu, bu bize yeter. Geriye kalan yüzde %49 ne yaparsa yapsın.” Bakın söylemlere, danışmanlardan başbakana kadar hepsi aynı şeyleri söylediler aslında. Yani bu çok acı bir şeydi. Yurt dışında acayip geri gözüküyor. İnternetten takip ettim. Mesela Zeytinburnu mitingi yapıldı ve siyahla beyaz ayrımına sokuldu. Dolaysıyla siz şunu yaptınız; ülkedeki %51’i kazanacağım diye %49’u kaybettiniz. Ama bu şekilde demokrasi üretemezsiniz. Demokrasi azınlıkların korunduğu rejimlerdir. Bakın ben azınlığım şuanda. Başka birileri de azınlık sokakta. Kendini çoğunluk hisseden mutlu, huzurlu yaşıyor. Çünkü bütün siyasi açılımlar onlar için işliyor. Peki, bize neden sürekli kapanıyor? Biz bunu sormaya başladık. Bu soru neyi getirir? Uzun vadede daha çok polarizasyon… Yani kutuplaşacaksınız. Bunun üstünden de iktidar ne yapacak? Toplayabildiği oyla ekmek yemeye çalışacak. Bundan sonra her seçim bir maç mücadelesi gibi olacak. Oysa demokrasiler bunlar değildir. Ben oyumu verecek parti bulamıyorum belki. Beni korumanız lazım. Ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı taşıdığımda toplum sözleşmesinin içine girmedim mi? Ben vatandaşlık görevlerimi yerine getirmiyor muyum? Peki, iktidar neden o %51’in dışında kendisine vatandaş diyen insanları dışarıda bırakıyor. Bu çok ciddi bir sorun. Daha da kötüsü onlardan yedi tanesinin ölümüne neden oluyor ve bundan kendini sorumlu tutmuyor. Bence en acı olan nokta bu. Çünkü o yedi tane ölüm, Türkiye’de toplum sözleşmesinin iflasıdır. İşte onun üstünden konuşmanız lazım. Yoksa yüzde %51’e milli görüş dersin, bunlar için anıtlar dikersin. Zeytinburnu mitinginden sonra, bence gezi parkına bir tane büyük bir, alkışlayan minik figürlere elinde oy sandığıyla zafer işareti yapan dev bir başbakan heykeli dikilmeli. Demek ki buydu. Gezi hareketi bu insanlar için bu demekti. Ne kazandı orada? Sandık kazandı. Demek ki sandık her zaman haklı olacak. Peki diğeri haksız mı? Hep diğeri sorusu var, mesele burada. Oysaki bir iktidarın yapması gereken “diğeri” diye bir kavram üretmemekti. Çünkü bu kavramlar “öbürü”nün tanımıyla olur. İstediğimiz Türkiye buysa buyurun ona yürüyelim ama benim istediğim Türkiye bu değil.

“DEMOKRASİYİ GEZİ Mİ İLERİ GÖTÜRECEKTİ YOKSA İKTİDAR MI İLERİ GÖTÜRECEKTİ? İKİSİNİN BİRLİĞİ İLERİ GÖTÜRECEKTİ. BİR TANESİNİN EKSİKLİĞİ, DAR GÖRÜŞLÜLÜĞÜ BU HAREKETİ GERİ BIRAKTI. ARTIK CEVABI HERKES KENDİSİ VERİR. İKTİDARDAKİLER GEZİYİ SUÇLAYACAKTIR; GEZİ İKTİDARI SUÇLAYACAKTIR.” Ben gezi olaylarıyla “vatandaşlık” hislerime büyük darbe aldım. Kendimi ait hissetmemeye başladım. Çünkü benim toplum sözleşmesiyle sorumlu olduğum

karşılığı alamamaya başladım. Siyaseten bunu alamadığımı düşünüyorum. Bence devletin de bunu hissetmesi lazım çünkü -eğer rakamlara bakacaksak ve hükümet gerçekten bunu düşünüyorsa- sokaktaki her iki insanın bir tanesi kendini ait hissetmiyor şuanda. Diğeri ait hissediyor; öbürü hissetmiyor. Bunun nedeni herkes için değişiktir, herkes bu nedeni ayrı tanımlayabilir. O zaman şunu sorabiliriz. Demokrasiyi gezi mi ileri götürecekti yoksa iktidar mı ileri götürecekti? İkisinin birliği ileri götürecekti. Bir tanesinin eksikliği, dar görüşlülüğü bu hareketi geri bıraktı. Artık cevabı herkes kendisi verir. İktidardakiler geziyi suçlayacaktır; gezi iktidarı suçlayacaktır. Tarafsız konuştuğumuzda şunu da diyebiliriz belki; gezinin örgütlenemeyişi yani demokratik yollardan bir kontrol hareketi çıkaramaması… Gezi ne çıkartabilirdi? Bir siyasi parti çıkartmazdı çünkü çok fazla parçası var gezinin. Bir terör örgütü çıkartmazdı, bir direniş çıkartmazdı. Gezi bir direniş değildi. O doğal bir tepkiydi. Ama bir sivil toplum hareketi çıkartabilirdi. Niçin? İktidarı değiştirmek için değil. Zaten sivil toplum oluşumuyla iktidar değiştirilmez ama iktidara bu insanların kendi alanında doğru düşündüklerini söylemek için bir hareket çıkartabilirdi. Gezinin başarısızlığı bunu çıkartamamak oldu. Ama bitti mi? İşte orada durmamız lazım. Çünkü her şeyin bir anda sihirli değnek değmiş gibi olmasını bekleyemeyiz. Bu anlamda toplum yavaş hareket eden bir organizmadır. Şimdi çok önemli bir şey oldu; insanlar kendilerini yalnız hissederken yanlarında bir sürü yalnız hisseden başka insanlar görmeye başladılar. Şunu gördüler; bazen kendi hakkın için sokakta bulunmak önemli bir şey. Bu seksen neslinin çok göze alamadığı bir şeydi. Hak aramanın önemli bir şey olduğunu gördük. Dolayısıyla bunlar pozitif kazançlardı. En azından toplum da kendi elinde bazı güçler olduğunu gördü. Bu ilk aşama için sonun böyle olması kötü oldu. Böyle olmasıyla da bence iktidar kaybetti. Maalesef bu polarizasyon mantığında, bu sistemde, Türkiye’de demokrasi adını verdiğimiz bu ortamda bu sonuçların siyasete yansıması diye bir şey beklemeyin. Çünkü Türkiye’de açık olan bir şey vardır ki bu gezide bir kez daha ortaya çıktı; yönetilenlerin yöneticilerle arasında diyalog kurabilecek ya da yönetilenlerin yönetenleri rahatlıkla kontrol edebilecekleri bir mekanizma yok. Dolayısıyla başa geçen fütursuzca kendi gördüğüyle bu işi götürebileceğini sanıyor. Alttan gelen sesi duyurabilecek bir parti sistemi yok, herhangi bir “medya” olmadığını siz de gördünüz. Ama belki insanlar, biraz daha ortak dertler olduğunun ya da ayrı ayrı dertlerin ortak sonuçlar verebildiğini de gördüler. Bu biraz aydınlanmaya benziyor ya da kilisenin sonrasındaki Rönesans, reform olaylarına benziyor. Bu da şununla alakalı; insanlar devletin de her dediğinin doğru olmadığını görmeye başladılar. Mesela medyanın tavrı belki de 1980’lerden beri güneydoğuda olan pek çok şeyin bizden gizlendiğini de gösteriyor ya da futbolun bile aslında devlet tarafından nasıl manipüle 21


Gezi olaylarının ilk günlerinde Kemal Kılıçdaroğlu parka gitmişti fakat parktan ona da bir tepki yükseldi. Bu tepkinin çıkış noktasının da ağırlıklı olarak sistemin kendisine olduğunu gösteren bir şeydi herhalde?

edilebildiğini, her şeyin manipüle edilebildiğini gösteriyor. Bu konuda derin devletin çok temizlendiğini düşünürken, aslında o derinliğin ötesinde her şeyin içinde bu manipülasyonların olduğunu görüyoruz.

Tüm siyasal sistemimizde 1980’in inanılmaz payı var. Türk siyasi tarihine bakın, 1980 kopuşunu net bir şekilde görürsünüz.82 anayasasıyla da birlikte gelen parti sisteminde zaten demokrasi aramayın. En başta bunu söylemek lazım ve o zamandan beri gelen bütün liderler bu sistemden sorumlu. Çünkü pek çoğunun eline bu anayasayı, bu parti sistemini değiştirebilecek imkanlar geçti. En çok da mevcut iktidarın eline geçti, yapabilecekleri çok şey vardı. Dolayısıyla partilere olan genel öfke bu temsilsizlikle alakalı olan sorun. Kılıçdaroğlu’nun o parka gitmesinin bir anlamı yok. Belli bir yaşın üzerindekiler her zaman siyaseti bir partiyle temsil etmeyi arıyorlar. Halbuki bu yeni neslin siyaseti görme biçimi gezi hareketindeydi. Asıl anlaşılması gereken şey buydu. Beni de en çok üzen yaşlı nesillerin bu reformcu gençlik hareketlerini algılayamamaları ya da bunları kendi çıkarları için dönüştürmeleri. Bu demek değil ki; oradaki insanlar kullanıldı vs. Ben insanların doğru mesajı verdiğini düşünüyorum. Türkiye’de bir daha hiçbir şey aynı olmayacak diyebilirim. Kendimi ait hissetmiyorum dedim ama bu demek değil ki: Ben ülkemi sevmiyorum. Bu sistemin değişmesi gerektiğini hepimiz söylüyoruz. Hepimiz ayrı boyutlarda değişimler istiyoruz. Bunun eninde sonunda bir söyleme döküldüğünde yeni oluşumlar üreteceğini düşünüyorum. Bu bir devrim olmayacak ama bir evrimin başlangıcı. Dolayısıyla belli bir yaşın üzerindekiler bunun içinde parti ararlar, siyaseti parti rekabetinden ibaret görürler, oy toplamaya çalışırlar. Ama mesela önemli bir nokta ilk gün Sırrı Süreyya’nın Gezi Parkı’na gitmesiydi. Pek çok partiden daha önemliydi. Çünkü o parti için gitmedi; işin içine partiler girdiğinde de orada yoktu. Ben bunu sempatiyle karşıladım.

“DEMOKRASİNİN EN İLERİ SİSTEM OLDUĞUNU DÜŞÜNDÜĞÜMÜZ YA DA ÖYLE OLDUĞUNU DÜŞÜNDÜRTÜLDÜĞÜMÜZ BİR DÜNYADA YAŞADIK BİZ.” Son yıllarda dünyada pek çok toplumsal hareket yaşandı. Bu hareketlerin demokrasi adına verimliliği tartışılıyor ama demokrasi kavramının dahi sorgulanmaya başladığını görmüyor muyuz bir taraftan? Belki de bir dönemin sonuna geliyoruz. Demokrasinin en ileri sistem olduğunu düşündüğümüz ya da öyle olduğunu düşündürtüldüğümüz bir dünyada yaşadık biz. Aslında demokrasinin de ciddi sorunları olduğunu, böyle bir kapitalist sistemin getirdiği bütün o dünya görüşü ve ruh halinin, liberalizmin uç noktalarının gerçekten de demokrasinin anlamını çok ciddi anlamda dönüştürmüş olduğunu, bunu fark etmeden demokrasinin aslında temsil edemez bir rejim olduğunu belki de dünya fark etmedi. Her ülke kendi içinden görüyor tabi, biz kendi ülkemiz içinden görüyoruz. Başka ülkeler demokrasiyi kendi içlerinden görüyorlar. Kapitalizmin getirdiği tıkanıklıkların da çok etkisi var. Mesela gezi parkının ilk sorunu, en başta yeşil bir alanın yok edilmesiyle alakalıydı. Ne için yok edilecekti bu alan? Kapitalizmin en büyük kalelerinden birini inşa etmek için, bir AVM inşası için. İstanbul’da hiç AVM yok mu? Daha birkaç yüz metre ilerisinde, Beyoğlu’nda yine iktidarın kendi elitinin yapmış olduğu ki İstanbul’un mirası sayılabilecek bir binayı imha ederek yapmış olduğu bir AVM var. Bu tıkanıklık önemlidir. Dolayısıyla insanlar, insancıl olarak algıladıkları sorunlara tepki verirken hayal kırıklıklarını da yaşıyorlar. Baktığınızda, kapitalizm neden benim saydığım bir sürü harekete karşı? Mesela neden yeşil alana karşı? Çünkü AVM yeşil alandan daha büyük bir kaynak getiriyor. Ya da diğer taraftan kadın hakları konusuna karşılık kadına bir meta olarak baktığını görüyorsunuz. Demokrasi maalesef insanların isteklerini değil tam tersine kapitalizmin öne sürdüklerini temsil eden bir iktidar modeli çıkardı, en azından bazı ülkelerde. İşte bu ülkelerde çok net şekilde toplumsal hareketlerin tekrar tekrar çıktığını görüyoruz.

“EĞİTİMSİZLİK ÜZERİNE BİR DEMOKRASİ KURGULAMAYA ÇALIŞIYORUZ. EĞİTİMSİZLİK DEMEK, OKULDA KİTAP OKUTMAK-OKUTMAMAK DEMEK DEĞİL; BİR BİLİNÇ YARATMAKTAN BAHSEDİYORUM. BİR ARADA YAŞAMA BİLİNCİNİ ÜRETMEYİ KASTEDİYORUM.” Sırrı Süreyya Önder, OT dergisinin eylül sayısındaki yazısında hükümet çevresinin eninde sonunda geziyi sahipleneceğine dair bir öngörüde bulundu. Bu konuyla ilgili başka yorumlar da yapılıyor? Siz nasıl bakıyorsunuz?

“YENİ NESLİN SİYASETİ GÖRME BİÇİMİ GEZİ HAREKETİNDEYDİ.”

Zaten sahiplendiler ama negatif anlamda sahiplendiler. Yani bunu kendi tanımlarını yapmak için sahiplendiler. Bu sahiplenme ille buna sarılacaklar anlamına gelmiyor.

”BU BİR DEVRİM OLMAYACAK AMA BİR EVRİMİN BAŞLANGICI.” 22


Onu işaret ederek sahiplendiler. Onu göstererek biz bu değiliz dediler. Fıskiyeyi kıran adam biz değiliz, devleti yıkan biz değiliz…

“BİR KİŞİ ÖNEMLİDİR, BİR CAN ÖNEMLİDİR.” Bir devrim derdi yok gerçek anlamda hiç kimsenin. Kimlik arama derdi var. Seçimleri yüz yirmi defa kazanabilir iktidar ama gerçekten kazandığını düşünecek mi, ben de onu merak ediyorum. Çünkü sığındığı mitler o kadar fazla ki… Ben şuna da eminim; altındaki zeminin kaydığına o kadar emin ki her şeye müdahale ediyor şu anda. Büyük bir yasaklar dizisi içindeyiz. İnsanlar bir yere kadar uyuyacaklar; benim umudum uyanacaklar. Çünkü iktidarın evde zorla tuttuğu %50 aslında şunu da gördü; bir şeyleri sorguladılar. Ellerinde kavramlar var; demokrasi kavramı var, hak kavramı var, özgürlük kavramı var. Bunun yanında ben birçok insandan şunu duydum; işte bu insanlar bağırıyorlar benim özgürlüğümü kısıtlıyorlar, çünkü ben işten yorgun geldim taksim civarında oturuyorum gürültüden uyuyamıyorum. İşte bunu sorgulamaya başladığında özgürlük kavramını sorgulamaya başlıyor. Devlet müdahale edebildiği kadar buna müdahale edecek manipüle edebildiği kadar etmeye çalışacak ama bir yerlerde insanlar aslında bunun yönlendirilen bir düşünce olduğunu fark edebilecekler diye düşünüyorum. Emin de değilim çünkü ilginçtir, ben Türk toplumunun hiç bu kadar nefret ve tahammülsüzlük göstereceğini, bu kadar hoşgörüsüz olduğunu bilmezdim. Bir insan sokakta dövülerek öldürülüyor ve bunun görüntüleri ayyuka çıktı. “O da o saatte sokakta gezmeseydi” yazabilen bir tek insan varsa ben bu ülkeden çok fazla umutlu olmayabilirim. Bu düzenin iflas etmiş olduğunu göstermeye yeter. Çünkü bir kişi önemlidir, bir can önemlidir. Çünkü o devletin fonksiyon göstermediğini gösterir. Bunun daha da açıklaması yok. Gezide insanlar sokağa dökülsün devlet onlara şunu atsın onlar ona bunu atsın, hiçbiri önemli değil.

Eğitimsizlik üzerine bir demokrasi kurgulamaya çalışıyoruz. Bu eğitim demek, okulda kitap okutmakokutmamak demek değil. Bir bilinç yaratmaktan bahsediyorum. Bir arada yaşama bilincini üretmeyi kastediyorum. Bu bilinci üretmek Fatih dizisi yapmakla falan olmaz. İnsanlara birlikte yaşadıklarını hissettirecek şeyler üretmek lazım. Mesela batının büyük şehirlerine bakın. Karşılaştırmak pek de doğru değil ama çok önemli bir ayrıntı var. Her büyük şehrin ruhu vardır. İnsanların çalışma alanlarının, yaşam alanlarının bir arada olduğu bir alan yaratıyorsan onlara nefes aldıracak yerler açarsın. Her büyük şehrin bir tane büyük parkı vardır, yeşil alanları vardır. İnsanlar oralara doluşurlar ve elektriklerini atarlar. Özellikle İstanbul’da uygulanan politika çok ilginç bir şekilde terse dönmüş durumda. İnsanların var olan bu tip alanları da yok edilerek insanları inşaatlar içine sokmaya çalışılıyor. Hepimiz hafta sonlarımızı kapalı alanlarda, AVM’lerde geçiriyoruz. AVM’lere yetişecek kadar, hepsine ayrı ayrı çeşit sokacak kadar markamız da yok mesela. Hepsinde aynı ürünler satılıyor. Ama insanların bir araya geldiği alanlar değil bunlar. Parklar insanların birbiriyle sohbet edebildiği, spor yapabildiği alanlardır, farklı bir şeyi temsil ederler. Bunun dışında şuna da değinmek gerekir. Örneğin ortak bir ülkü yaratmaya çalışıyorsun. Belki Cumhuriyet üzerinden yaratmıyorsun da Osmanlılık üzerinden yaratıyorsun. Ne yapıyorsun? Osmanlı simgeleri kullanıyorsun. Mesela İstanbul’daki camileşme örneği çok ilginç bir simge. Özellikle bir tanesini örnek göstereyim. Ataşehir’de Selimiye’nin kopyası bir camii yapıldı. Batının çok önemli bir özelliği var. (Batıya bayıldığımdan değil orada gördüğümden söylüyorum yoksa doğuda da büyük ihtimalle böyledir.) En yüksek nokta önemlidir. Şehirlerin merkezlerinde ya tarihi bir anıt ya dinsel bir anıt en yüksek nokta olarak seçilir ve hiçbir bina onu aşmaz. Bunun nedeni şudur: nispeten o şehrin ruhunu, kimliğini de yansıtır. Sen şimdi Ataşehir’de Osmanlı’yı simgeleyen, Osmanlı’da tanrının adını övmek için yaratılmış bir eseri kopyalıyorsun ve onu beş on kat daha uzun binaların arasında yok ediyorsun. Hiç kimse bana bunun bir medeniyet yaratmakla alakalı olduğunu söylemesin. İnsanları birlikte yaşatacak olan simgeleri tek tek yok ederken insanların tepki göstermeyeceğini de düşünmeyin. Onların anıtlarını elinden alıyorsun, camilerini elinden alıyorsun. Camiler anıttır aslında Osmanlıda. Osmanlı neden dev gibi camiiler yaptı, hiç bunu düşünen var mı? Çünkü Tanrı’nın adını övüyorsunuz. Tanrı’nın adına yapılan anıtlardır onlar. Ondan sonra durum “%51 oy alayım ve iş bitsin”e dönüyor.

“İNSANI ÖFKEYE SÜRÜKLEYECEK KADAR ÜZÜCÜYDÜ.” İktidarın yaptığı çok önemli bir yanlış var. Senin kolluk kuvvetin var, eğer o kolluk kuvvetini bir kere sokağa çıkartıp ona problem çözdürmeye başlarsan o bildiğince problem çözer. Çünkü onun belirlenmiş yöntemleri vardır. İçinde kişisel hislerini taşıdığı için gördüğü eğitim yöntemine göre gaz kapsülünü atması gereken dereceyle atmaz da göğsünü hedefler. Bunlar sırf bizde olan şeyler değil başka yerde de yaşanır. Bizde on kişi çıkıyorsa başka bir yerde bir kişi çıkar. Sen kolluk kuvvetine problem çöz de nasıl çözersen çöz dersen bunun sorumlusu sensin. Onu bir kerede bu kadar sokağa çıkartıp böyle problem çözdürürsen bir daha da geriye sokmazsın. Türkiye bunu seksenden önce gördü aslında şimdi yine görüyor. Bence bu konuda biraz kontrolü de kaybetti iktidar. Ama bu kadar konuşmamız boşa, bir tek kişinin ölümü, özellikle de devleti temsil 23


eden bir aygıtın katkısıyla –isteyerek ya da istemeyerekölümü o devletin fonksiyonunun sorgulanması gereken bir şey olduğunu gösterir, iktidarın bence en büyük sorunu bu. Bunu göremeyen bir iktidar istediği kadar seçim kazansın. Yüzde %70’le de seçilse %30’un içinde kalacağım ben hep. Bu da gösteriyor ki bu iktidar hiçbir zaman bu ülkenin, mesela %95’ini hedefleyemeyecek. Kendi tanımını gezi üzerinden anti olarak yaptı. Öbürünü tanımladı. Öbürünün içine orada olmayanlar da girecek. Bütün memnun olmayanlar girecek. Bu bir ileri gidiş mi bir geri gidiş mi? Bence bu bir uçurumdan düşüştür.

de danışmanlarını görüyoruz, diğerinden farklı değil. Akil adam çok var etrafta bu genç de olur yaşlı da olur. Ama diğer taraftan gençler arasında da bahsettiğimiz bu siyaset anlayışına inanmış bir sürü genç var. Dolayısıyla maalesef ben onların da bu siyaset anlayışıyla çok büyük şeyler yapabileceğine inanmıyorum. Böyle bir elitin daima bu parti sistemi içinde iktidara yakın, iktidarda temsil gören elit olacağını düşünüyorum. Bu kırılmaz, sonu hep siyaset bilimindeki “oligarşinin tunç kanunu”na gidiyor. Bundan evvelki sistemde ne vardı? Askeri elitin oligarşisi vardı. Şimdi AKP elitinin oligarşisi başladı. Bu zihniyetle bu olacak. Gidebildiği kadar bu gidecek, sonra başka bir elitin oligarşisi başlayacak. Gezi hareketi bu değildi. Orada partisizlik, örgütsüzlük bu hareketi saf hale getirdi.

“GİDEBİLDİĞİ KADAR BU GİDECEK, SONRA BAŞKA BİR ELİTİN OLİGARŞİSİ BAŞLAYACAK.”

“ESKİ NESİLLERİN BİLEMEYECEĞİ PEK ÇOK YENİ KAVRAM GEÇİYOR BU HAREKETİN İÇİNDE.”

Gezi sürecinin, Başbakan için parti iç muhalefeti görmek ve devamında ilerleyen süreçlerde bununla ilgili tasfiye çalışmasına başlayacağını düşünüyor musunuz?

Bu hareketin bir orta sınıf romantizminden ibaret olduğu yönünde pek çok yorum var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Benim gördüğüm AKP’nin siyaseti iktidarda kalma aracı olarak gördüğü. Dolayısıyla kendilerince oy toplayabilecek bütün açılımları üretmeye çalışıyorlar. Hedef %51; %52 değil. İktidarda kaldığında meşru olacağını düşünüyor ve buna oynuyor. Zaten, Gezi sürecinde başbakan, başbakan danışmanları ve partidekilerin bütün söylemlerine bakın; kendi oy kitlesini tutma üzerineydi. Yani bu kadar hoşgörüsüz, bu kadar negatif lafı ben bir arada görmedim. İnsanı öfkeye sürükleyecek kadar üzücüydü. Ama bir sürü insanın da hoşuna gitti. Beni de şaşırtan oldu. Bir sürü insan bu konuşmalara, hakikaten inanarak iktidarın ve başbakanın yanında durdular. Onlara aptal diyemeyiz AKP’ye de sahtekar diyemeyiz. Belki bizim de (en azından kendi adıma) öfkemizle gözden kaçırdığımız bir sürü şey var. Bu belki de başka bir şeyi gösteriyor. İktidarın en büyük sorunu medyayı yasaklarla doldurmasıydı. Gerçeği birbirine anlatamadı kimse. İki tarafta gerçeği birbirine çok net anlatamadı. O bir problemdi. Ama bunda problem siyaseti oy makinası haline getiren iktidardan çıkıyor. Ha içindeki muhalefeti gördü ya da başka bir şeyi gördü, hiçbir anlamı yok bunun. Ben başbakanın insan sevmeyen ya da öfkeyle dolu olan bir insan olduğunu düşünmüyorum. Yoksa on sene iktidarda kalamazdı. Ama yanında inanılmaz yanlış danışmanlar olduğunu düşünüyorum. Bunun da başbakan ve parti içinde çok büyük bir dar görüşlülük oluşturduğunu düşünüyorum. Kendin gibi düşünen, kendine dar bir dünya çizen bir sürü adamı yanına toplamak marifet değildir. Yanında herkesi tanıyabilecek insanlar olmalı. Senin gibi düşünmeyenler olsun ki vizyonun genişlesin. İşte o anlamda partiyi de başbakanı da eleştiririm. Bu, aman iktidardan gitsinler değil; zaten artık herhangi bir partiye aidiyet de hissetmiyorum. Türkiye’de bu anlamda olumlu bir parti de görmüyorum. CHP’nin

Evet, bunu ben de çok duydum. Kanada’dayken, Türkiye’den Kanada’ya gitmiş oraya yerleşmiş bir arkadaşımla konuşuyorduk. Ben çok heyecanla bu hareketi anlatırken o da şunu diyordu: “Bu orta üst burjuvanın tepkisiydi. Başkaları gaz yerken su yerken o insanlar sevgilileriyle alışverişe gidiyorlardı, maça gidiyorlardı. Şimdi tribünlerden indiler başları ağrıyınca oraya çıktılar. Biraz bağıracaklar çağıracaklar ondan sonra sıkılıp gidecekler. Yine mücadeleye başkaları devam ediyor olacak.” Burada bu insanların aslında bir şey savunmadıklarını iddia eden bir algı var. Ben şunu söylüyorum; bu hareketi nasıl iktidar anlamıyorsa anlamayan başka bir sürü insan da var. Gerçekten gençlerin düşündüğünü (bakın genç kavramı geniş bir kavram) anlamıyorsanız o zaman anlamayın. Onlar söylemek istediklerini söylüyorlar. Eski nesillerin bilemeyeceği pek çok yeni kavram geçiyor bu hareketin içinde. Sarkastik mantığı çok önemliydi mesela. O espri mantığı vs. Ben en çok onunla mutlu oldum. O üreticilik… Bir hareketin içinde mizah varsa o harekete inanmanız gerekir. O hareketin içinde bir şey olduğunu fark etmeniz gerekir. Bu hareket burjuvalıkla falan anlamlandırılacak bir hareket değil. Bu hareketin içinde kapitalizmin tıkanıklıklarının farklı yorumları da var. Dolayısıyla bu sırf burjuva olayı değil herkes vardı bu hareketin içinde. Bunu bana en güzel Lübnanlı bir taksici söyledi: “Ortadoğu’da liderler beş senede kendilerini kral zannederler, onuncu senede kendilerini tanrı zannetmeye başlarlar.” Değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederiz. 08.10.2013 24


DOÇ. DR. NAMIK SİNAN TURAN tanımlayan siyasal hareketin yaptığını gördüğünüzde şaşırıyorsunuz, İstanbul gibi bir yerde dört tane Mimar Sinan mescidi yıkılmıştır. Bu geçmişle olan sorunlu ve ikiyüzlü ilişkiyi de ortaya koyuyor. Bir şehri inşa ederken onun tarihi dokusuna zarar veremezsiniz. Çünkü o doku sadece bize ait değil, gelecek kuşaklara da miras bırakacağınız, onların da kendilerinden sonraki kuşaklara miras bırakacakları bir kültür varlığı. Sorunun burdan kaynaklandığını düşünüyorum. Bizim kent planlamamızda tarihi dokuya saygı gösterilmemesi, bu konuda bilenlerin görüşlerinin alınmaması, en basitinden bilginin aşağılanması söz konusu. İstanbul’a Fetih Müzesi diye bir müze yapılıyor, bu konuda Türkiye’nin en önemli bizantologlarından, aynı zamanda Osmanlı sanat tarihi konusunda da önemli çalışmaları olan Semavi Eyice Hoca müzedeki detayların gerçeği yansıtmadığını söylediğinde “Biz bilenlere sorduk.” diyorlar. Hangi bilenlere sordunuz? Semavi Eyice Dünya çapında tanınan bir hocadır ve uluslararası saygınlığı olan bir bilimadamıdır. Herkes kitabına uydurabildiğince şehri dönüştürmeyi sağlıyor. Daha önce derslerde de konuşmuştuk, İstanbul için ‘’Burj El Arab’’ tarzı bir marka yaratmaya, İstanbul’dan bir Manhattan yaratmaya gerek yok. Çünkü İstanbul zaten bir Dünya markası. Roma gibi, Viyana gibi, Saint Pettersburg gibi. Hatta bunlardan da daha önemli sayılabilecek tarihsel mirasları barındıran bir şehir ve bunu kabullenmek, bunu anlamaya çalışmak

“İSTANBUL İÇİN ‘BURJ EL ARAB’ TARZI BİR MARKA YARATMAYA, İSTANBUL’DAN BİR MANHATTAN YARATMAYA GEREK YOK. İSTANBUL ZATEN BİR DÜNYA MARKASI.” Kentsel dönüşüm sektörünün ve kentlerdeki modernleşme hamlelerinin kültürel, sosyal ve siyasi geçmişi olan yapıları üzerindeki tahribatını nasıl yorumlarsınız? Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

M

aalesef Türkiye’de modernleşme algısı sorunlu bir algılama. Biz modernleşmeyi sadece görünürde dönüşme olarak algılıyoruz. Şehirlerin yapısını, kentlerin mimari dokusunu Avrupa’da gördüğümüz batının zengin kapitalist ticaret merkezlerinde gördüğümüz, New York’ta gördüğümüz ya da Dubai’de gördüğümüz binaları inşa ederek modern bir ülke ya da şehir yaratabileceğimizi düşünüyoruz. Bu sorunlu. Oysa gerçek anlamda modern şehir, tarihi dokusuyla tarihi geçmişiyle barışık olan, o mirası da koruyan, mirası gelecek kuşaklara taşıma bilincinde olan, çevre bilincine erişmiş insanların yaşadığı şehirlerdir. Bunu İspanya’ya baktığında görüyorsun. Yol yapılacaksa o yol ağaçlara göre şekillendiriliyor. Ağacı dahi yoldan kaldırmıyorlar ki bırakın tarihi eseri ortadan kaldırsınlar. Türkiye’de 1950’lilerin sonunda ve kendisini muhafazakar olarak 25


gerekiyor. Bunu yapmadığınız zaman da işte böyle güdük, zevksiz bir şehir ortaya çıkıyor.

abide var ve imparatorluğun ekonomik potansiyeli, sanat ve estetik anlayışın ulaştığı boyutlar, insan gücü… Düşünün ki 1559’da tamamlanırken, burada son döneme yaklaşırken çalışan ustaların sayısı günde 3800’i buluyor. Dünya mimarlık tarihinin en geniş şantiyelerinden birisi ve başlarında en önde gelen mimarlardan birisi var. Bütün bunları orada kafanızda canlandırabiliyorsunuz. Günümüze bakıldığında, bunların dışında bir takım teknolojik gelişmeler de var. Mesela benim yeğenim şu anda Roma dönemini canlandıran bilgisayar oyunları oynuyor. Roma’daki asker tipleri, şehrin yapısı, kent kültürü, yaşayanlar, o dönemki ticaret… Bu dönemde teknolojinin de katkısıyla oluşan görsel bir malzeme var. Önceden bunlar çok kolay ulaşılabilen veriler değilken günümüzde ulaşması kolay veriler artık. Filmler, romanlar ve bunların iyi içeriklileri, özenilerek yapılmış olanları bize olağanüstü bir malzeme sunuyor geçmiş yüzyılları doğru anlamak için.

Özellikle 21. Yüzyıl’da her şey çok daha fazla kayıt altına alınıyor. Yakın zamanda dünyada görülen pek çok toplumsal olay gibi Gezi Olayları da dünyanın en yoğun kayıt altına alınan toplumsal olaylarından biri oldu. Bu durumun tarihsel inceleme açısından bir dönüştürücü etkisi olacağına inanıyor musunuz? Mutlaka etkisi olacak. Ben doktora tezimi yazarken -bundan on üç sene kadar önce- arşive gittiğimizde malzemeyi görmek için katalogları taramak zorundaydık. Ama günümüzde bu malzemenin çok önemli bir kısmı dijitalize edildi. Daha kolay erişebileceğimiz malzemeler haline dönüştü. Bugün internet ortamına bakıldığında, seneler öncesindeki gibi katalog taraması yapmak yerine sadece anahtar sözcükler girerek yüzlerce, binlerce belgeye ulaşmak mümkün. Hangi tasnifte ve hangi dosyanın içinde olduğu, hangi özellikleri içerdiği ve kapsamı hakkında özetlerle karşılabiliriz. Aynı şey görsel malzeme anlamında da çok dönüştürücü sonuçlar doğuracaktır. Biz tarihi çevre derken bunu niye önemsiyoruz? Çünkü tarihi çevre; geçmiş yüzyıllara yönelik olarak bizim kafamızda bir toplum, bir siyasal örgütlenme, kültürel ilişkiler ağının portresini çizmemize yarıyor. Ben Kanuni Sultan Süleyman dönemiyle ilgili en rahat ve doğru algıladığım yer olarak Süleymaniye ve çevresini görüyorum. O bölgeye bakıldığında 16. yüzyılın en büyük mimarının yapmış olduğu olağanüstü bir

Bu teknolojik gelişme hali tarihin yazımının objektifliği konusunda geleceğe da iyimser bakmamıza neden olabilir mi ? Objektif tarihçilik derken bu en baştan tartışılabilir. Ne kadar objektif olunabilir? Tarihçi objektif olabilir mi? Her insanın bir değerler sistemi, bir inanç biçimi ve dünyayı algılama konusunda ona yol gösteren bir takım değerleri var. Bunda hiçbir sorun yok ama tarihçinin ahlaklı olması gerektiğini düşünürüm. Yani gördüğü malzemeyi etik biçimde kullanması onu mesleğine 26


ihanet etmeyecek biçimde değerlendirmesi, hakkını vererek kullanması gerektiğini düşünürüm. Böyle olduğu zaman da bir sorun yok. Elbette her tarihçi olayları kendi bakış açısıyla yorumlar. Ben II. Abdulhamit Dönemi’ni farklı şekilde yorumlarım bir başka hoca farklı yönlerini öne çıkararak yorumlar ve iki farklı portre çıkabilir. Sonuç olarak her ikimizin de bunu yaparken kullandığı bir malzeme var. Olayları algılama biçimimiz olayları kendi ele alış şeklimize göre değişebilir. Ama sonuçta buluşacağımız ortaklıklar da var ve bu ortaklıklarda bir şeyler üretilebiliriz.

olmuyor. Aynı şey kapıkulu ya da ilmiye anlayışında da gözükebilir. Ama tabi şurada dikkatli olmak gerekiyor; her şeyi de Osmanlı’ya bağlamak, son 80-100 yıl içinde yaşanan bütün o modernleşme hareketini fazla hafife almak gibi bir sonuca ve kolaycılığa da çıkabilir. Bunu oryantalistler çok yapıyor. Bugün Ortadoğu’yu anlamak için inceleme yapan Batılı akademik çevreler de bu hataya düşüyor. Sanki Arap dünyasında yüz yıldır hiç bir şey değişmemiş gibi, hala 1916 - 1917 diye başlıyorlar sözlerine. O yüz yıl içerisinde Nasyonalizm gelişti, Arap Sosyalizmi gelişti ve bunlardan farklı birçok toplumsal hareket gelişti. Türkiye modeline de bakıldığında her gelişmeyi, her yaşananı kendi tarihsel koşulları içerisinde değerlendirmek gerekiyor.

Görsel malzemenin ne şekilde kullanılacağı konusu da bana bu açıdan tartışmalı geliyor. Bugün ulaşabildiğimiz görsel malzeme çoğunlukla bunu bize sunan haber ajanslarının bize sunduğu imkanlar dahilinde, o imkanlar kadar ya da bir takım sansürler veya bizzat çarpıtmalarla bize sunulan bilgi stoğu. Örneğin aynı görüntünün üç beş saniye öncesini kesersiniz. Orada saldıran kişi bir öğrenci gözüküyordur; üç beş saniye öncesine bağlarsınız saldırıya karşı kendini savunan bir öğrenci görürsünüz. O yüzden bu tarz malzemeyi kullanırken de çok dikkatli olmak gerekir. Çünkü gördüğünüz her şey o anda yakaladığınız görüntüyle özdeş olamayabilir ya da zihninizde canlandırdığınız anlama karşılık gelmeyebilir. Ses kaydı, görüntü kaydı mutlaka kritik yapılarak ortaya sunulmalıdır. Elbette ki eldeki görüntüler fikir verebilir. Toplumsal olayların boyutları, coşkusu ya da yarattığı kriz ve bunalım konusunda fikir uyandırabilir. Ama bütünüyle onun üzerinden yola çıkarak tarih yazılabilir mi? Bunun çok da kolay olmadığını düşünüyorum. Sorunsuz bir iş olmadığı açık.

“GEÇMİŞ DÖNEMİN O SERT AYRIMLARI BELLİ ANLAMDA TÖRPÜLENEBİLİYOR.” Son yıllarda yaşanan toplumsal olaylarının çoğunun çabuk parlayıp çabuk söndüğünü görüyoruz. Olayların siyasal karşılılıklarını çok fazla yaratamamasının nedeni siyasi olanla toplumsal olan arasındaki uyumsuzluk olabilir mi? Büyük ihtimal olabilir. Son otuz yıldır tartışılan şey, biliyorsunuz “ideolojilerin sonu mu?” konusu. Artık ideolojinin belli konularda insana yetmediği, yetersiz kaldığı ya da artık sorgulanır olduğu tartışılıyor. Böyle bir boşluk içinde elbette ki toplumsal olaylarda da savrulma yaşanacak. Çünkü otuz kırk sene öncesinin toplumsal hareketlerine, öğrenci hareketlerine bakarken hak verin ya da vermeyin, sempati duyun ya da duymayın bir şeyi daha kolay algılayabiliyorsunuz ya da anlayabiliyoruz. Bugün Gezi Parkı’ndaki gençlerin siyasal tutumlarına baktığımızda bu farklılığı ya da savrulmaları görüyoruz. İçinde anti-kapitalist Müslümanlar da vardı, sosyalist gruplar da vardı, alevi gençler de vardı, başka bir takım siyasi fraksiyonlar da vardı. Çok ilginçtir, benim tanık olduğum bir olaydan bahsedeyim. Türkiye’nin önde gelen özel üniversitelerinden birinin bir öğrencisi dedi ki: “Benim yaptığım bu şey hiç de politik değil. Umurumda da değil politika. Ben gerçekten buradaki ağaçlar için üzüldüm. O yüzden geldim. On gün sonra da Bodrum’a tatile gideceğim.” Şimdi bakıyorsun ki çok başka dünyalara ait çocuklar… Bunun tabi olumlu tarafları da var. Çünkü gerçekten de farklı değerler sistemlerine ait insanlar bir hedef için de mücadele edebiliyorlar. Geçmiş dönemin o sert ayrımları belli anlamda törpülenebiliyor. Ama tabi olumsuz yanları da çok…

“TÜRKİYE MODELİNE DE BAKILDIĞINDA HER GELİŞMEYİ, HER YAŞANANI KENDİ TARİHSEL KOŞULLARI İÇERİSİNDE DEĞERLENDİRMEK GEREKİYOR.” Osmanlıda var olan Kapıkulu - İlmiye sınıflarının etkilerinin bugüne yansıdığını ve siyasi gündemdeki kamplaşmalara ya da rol dağılımlarına etki ettiğini düşünüyor musunuz? Hiç şüphe yok ki Osmanlı Mirası politik anlamda da, siyasal kurumların sürekliliği ya da belli konulardaki kırılmalar anlamında da Modern Türkiye’yi şekillendirdi ve günümüz politikasını da şekillendirmeye devam ediyor. Türkiye’de en çok tartışılan mesele; asker- sivil ilişkileri... Roma’dan beri gelen bir emperyal sistem var, imparatorluk sistemi var. Osmanlılar bunun Müslüman temsilcileri. Askeri örgütlenme, bürokratik mekanizma bütün o gördüğü modele göre gerçekleşiyor ve o yüzden de birden bir şeyleri değiştirmek çok da kolay olmuyor. Değiştirmeyi ne kadar istesek de ne kadar iyi niyetli olsak da o kadar kolay

Değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederiz. 08.10.2013 27


YRD. DOÇ. DR. UFUK URAS seçimlere doğru gidiyoruz. Bunun sonuç verebilmesi için “ağacıma karışma” tepkisinin, gezinin özünün yerel seçimlerde de “adayıma karışma” olması lazım. Bütün adaylar genel merkezlerden, genel başkanlar tarafından atandığına göre gezi siyasi sonuçları demek ki henüz pek tezahür etmiyor. Kimse “Adayıma karışma kardeşim ben yerel seçimlerde adayımı yerellerden belirleyeceğim.” demiyor. Birde biz yıllar önce de 1999 depreminde, bütün deprem bölgesinde dayanışma ve depremzede gönüllülerini örgütlemiştik. Sonra seçim sonuçlarına baktık en ufak bir değişiklik yok. Yani seçmen dedi ki bunlar iyi çocuklar hoş çocuklar ama ben yine bildiğimi okurum. O açıdan baktığınızda kısa dönemde bir sonuç alınmaması moral bozmamalı uzun dönemde herkesin kendini gözden geçirme vesilesi olabilir.

“GEZİ, BİR CÜMLEDE ÖZETLEMEK GEREKİRSE: BİR SİVİL İTAATSİZLİK… FAKAT BİR SÜRE SONRA POLİTİK İTAATSİZLİĞE DÖŞÜYOR.” Gezi parkı olaylarını nasıl tanımlarsınız? ezi bir cümlede özetlemek gerekirse: Bir sivil itaatsizlik… Fakat bir süre sonra politik itaatsizliğe döşüyor. Bu olumsuz bir şey mi, değil. Ama o politik itaatsizlik politikanın kendisini ortadan kaldıran bir şeyse olumsuz; politikanın zeminini genişletirse olumlu.

G

Sizce hangi yönde oldu? İşte gezide her iki potansiyel de vardı. Bunun tabi özgürlükçü yanını, siyaseti geliştiren yanını savunmak lazım. Diğeri siyasetin kendine berhava eden yanı, tabi kabul edilmez bir şey. Yani gezinin o ikili yanını görerek de meseleye bakmak lazım.

“GENEL OLARAK EKOLOJİK DUYARLILIKLAR, DÜNYA GENELİNDE BİR ORTA SINIF DUYARLILIĞI GİBİ GÖRÜNÜYOR.”

Gezi parkı olaylarının Türkiye’de siyasete nasıl etki edeceğini düşünüyorsunuz?

Peki yeşiller hareketinin buradan herhangi bir çıkarım yapıp bir ivme kazanması söz konusu olabilir mi?

Yani gezi olayları siyasi partilerin kendini gözden geçirmesi için bir vesile olabilir. Oradan bu kadar kısa sürede ciddi bir siyasi irade çıkması çok zor. Çünkü programatik bir zemin yok, çok parçalı, çok katmanlı bir yapı gezi. Biz geziyi direnişinin ilk adımı olabilecek adımı, yani taksim yayalaştırma projesi ve oradaki iskan yapımıyla ilgili, bundan iki yıl önce yeşille de başlamıştık. İnsanların dikkatini çekmek için video kayıtlar hazırladık, metro girişlerinde imzalar topladık, eylemler oldu. Elli kişi, altmış kişi... Yani bir türlü kitleselleşemiyordu. Sonra giderek internet yasakları, hayvan hakları vb. konular… Kendiliğinden bir gelişme oldu. 1 Mayıs yasağıyla da birleşince bir patlama oldu. Bu patlamanın özü bir siyasi kibre karşıydı. Yani “Benim hayatıma karışma.”, “Ağacıma karışma”. Şuan yerel

İşte biz bu Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’ni kasım sonunda kurmuştuk. Birkaç ay sonra da bu olaylarla karşılaştık. Ama Türkiye’deki siyasi sistem biraz ABD’yi andırır biçimde… Yani şimdi bir tarafta Ak Parti, bir tarafta CHP var, işte bir tarafta da BDP var. Bir başka seçenek yaratmak çok kolay değil. Genel olarak ekolojik duyarlılıklar dünya genelinde bir orta sınıf duyarlılığı gibi görünüyor. Yani kimi yazarlara göre, bazı ciddi raporlara göre 2030’da yaşam son bulacak, değil mi? Böyle şeyler yokmuş gibi davranıyoruz. Yani Japonya’daki o büyük patlamadan sonra hiç kimse nükleer santral tercihini gözden geçir16 28


Son yıllarda Amerika’dan Ortadoğu’ya farklı farklı coğrafyalarda birçok toplumsal hareket oldu ama çoğundaki eylemlilik hali çabuk parladı ve çabuk söndü. Bu konuyu ideolojik uyuşmazlık ve“İdeolojilerin sonu mu?” tartışmaları üzerinden nasıl değerlendirirsiniz?

medi. O yüzden buna uzun vadeli bir perspektif olarak bakmak lazım. Ben de ekolojik duyarlılıklarla özgürlükçü siyasetin hemhal olmasının siyaseti zenginleştireceğini düşünüyorum. Siz de sosyal medyayı kullanıyorsunuz… Bela! (gülüyor)

Ben “İdeolojilerin sonu mu?” diye bir kitap yazmıştım. İdeolojilerin sonu, Marksizm’in sonu yani “Marksizm’in sonu mu?” meselesiydi aslında. Hayır, farklı bir Marksizm, özgürlükçü bir Marksizm okuması mümkün şeklinde yanıt vermiştik. Sovyetik bir solculuğun tabi ki bir karşılığı yok ama 21. Yüzyıl sol ve siyaseti daha demokratik daha özgürlükçü olmalı diye siyasetin kendini yenilemesi gerektiğinin altını çizdik. Bize göre siyasette kendisiyle yetinenlerle kendisini yenileyenler solda da sağda da ayrışıyor. Doktrinden beslenenlerle hayattan beslenenler de ayrışıyor. Hayatı dönüştüreceksek hayattan beslenerek ve o zihni yapıları görerek meseleye bakmak lazım. O yüzden konu “İdeolojilerin sonu mu?” konusu değil. Bütün küreselleşme karşıtı hareketlerde bizim gördüğümüz ki Avrupa ve dünya sosyal formlarının da aktif katılımcısı olduğumuz için biliyoruz; bunun bir merkezi karargahı yok. Yani bir eylem yapıyorsun, buluşuyorsun, e bir sonraki adım ne olacak? Kapitalizmin kendine göre bir yol haritası var, planları var. Açmaz, biraz küresel eksende koordinatlarımızı belirleyecek bir yapılanmamız olmamasında. Belki ona yeni bir enternasyonalizm mi diyeceğiz? Henüz bu formatlanmış değil. Birde açıkçası bizim en büyük zaafımız; Tamam,neoliberalizm yanlış, bürokratik devletçi model de yanlış. Peki doğru olan ne? Yani kaynakların yeniden paylaşımı için piyasa çözüm değilse bürokrasi çözüm değilse “çözüm ne?” sorusunda henüz ikna edici bir karşı hegemonya oluşturamadık. Bize göre çözüm siyasi demokrasiden ekonomik demokrasiye de geçmek. Temsili demokrasiden doğrudan demokrasiye geçmek… Ama buna ikna edici örneklendirmeler lazım. Mesela emperyalizm kavramı… “Ben emperyalizme karşıyım.” demek bir şey ifade etmiyor. Bunun turizm sektöründe izdüşümü ne? Bilişim sektöründe izdüşümü ne? Burada somut bir şey söyleyemiyorsan, ajitatif laflar. Ama yurttaş nezdinde bunun somutlanması gibi bir ev ödevimiz var aslında hala, çalışmamız gereken. Burada da bir ortak akla ihtiyacımız var. O eski usul solculukta olduğu gibi bir takım öncüler her şeyi biliyor ve topluma anlatıyor gibi bir şey de yok. Mesela bakıyorsunuz, çoğu siyasi kadrodan çok daha sağduyu sahibi ortalama seçmen. Seçmen tercihleri de zaten bunu gösteriyor. Yani seçmen tercihlerini Adalet ve Kalkınma Partisi önlerde diye halkı cahillikle suçlamak yerine; biz niye halkı ikna edemiyoruz, nerede yanlış yapıyoruz diye kendimizi eleştirmemiz ve kendimizi yenilememiz gerekiyor. Bunu yapamadığımız için Türkiye’deki bu dikensiz gül bahçesi fotoğrafı değişmiyor.

Bütün yeni toplumsal hareketlerde çok aktif kullanılıyor. Bir de bunun üzerinden, doğrudan demokrasi kavramına çok katkısı olacağı yönünde iyimser yorumlar var, hatta tamamen dönüştüreceğine varan. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Ben de o kanaatteyim. Yani bu dijital devrim dediğimiz şey müthiş bir olay. Bizim açımızdan en radikal siyaset doğrudan demokrasidir, değil mi? İşte dijital devrim bunun imkanlarını sağlıyor ve Seattle’dan beri bütün küreselleşme karşıtı hareketler asıl bu sosyal ortamda yan yana gelip adımlar atıyor. Burada kritik olan şey; artık bilgi tekelini korumak mümkün değil. İşte Roboski oldu. Ana akım medya görmezlikten geldi ama bir saat içinde sosyal medya deşifre etti. Arap Baharı’nda, Mısır’da diktatörlüğün ilk yaptığı iş Twitter’ı yasaklamak oldu. Sonra dediler ki: “Biz aslında bunu niye yasaklıyoruz? Twitter biraz insanları evde de tutuyor.” Yani sizi bir anlamda eve de hapsediyor, asosyal de yapıyor ama diğer yandan -ben kendi çocuğumdan biliyorum- Aborjinlerin hayatlarıyla ilgili bütün detayları da oradan öğrenebiliyorsun, komşunda ne olduğunu bilmesen bile. Yani ikili bir yanı var. Çok pozitif yanları da olacaktır. Siyasetin bütün o hantal yapısını değiştirecektir. Ama diğer yandan hakikaten bizi biraz sanal bir aleme de hapsediyor. Yani twitter solculuğu diye de bir şey var mesela atıp tutuyorlar. Ama aktüel hayatı değiştirme konusunda o kadar mail olmayabiliyor, Twitter cengaverleri.

“HAYATI DÖNÜŞTÜRECEKSEK, HAYATTAN BESLENEREK VE O ZİHNİ YAPILARI GÖREREK MESELEYE BAKMAK LAZIM.” Biraz önce de bahsetmiştiniz yerel seçimlerde de “adayıma karışma” gibi bir şey olmalı diye. Siz peki partilerin bundan çıkarımlar yapıp, bu süreçten etkilenip yerel seçimlerde bazı değişiklikler yapacağını düşünüyor musunuz? Yani biz düşünmediğimiz için zaten HDP içerisinde bir üçüncü seçenek olmaya çalışıyoruz. Biz HDP’yi bunun için anlamlı buluyoruz. Adalet ve Kalkınma Partisi zihniyeti karşısında İttihat ve terakki geleneğine dayanan CHP zihniyeti, aslında Adalet ve Kalkınma Partisi’ne hayat öpücüğü veriyor, yanlış yaklaşımıyla. Birbirini besliyorlar. En son andımız meselesinde ya da balyoz davası meselesinde alınan tutumlar o kadar geri ki bu Ak Parti’yi geniş kitleler gözünde çok daha hayırhah kılıyor. O yüzden gerçek bir muhalefet, var olan bu yapılar içinden çıkmayacağı için biz HDK ve HDP politikalarını önemsiyoruz ve ana muhalefetin hemen bu yerel seçimlerden sonra HDP olacağı kanaatindeyim.

Değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkürler. 10.10.2013 29


YRD. DOÇ. DR. EDİP ASAF BEKAROĞLU GEZİ OLAYLARINDAKİ KUTUPLAŞMA TÜRKİYE’DEKİ GELENEKSEL KİMLİK SİYASETİNİN FAY HATLARINA DENK DÜŞTÜ. HATTA TOPLUMDA BU FAY HATLARI PARALELİNDEKİ KUTUPLAŞMAYI SIKILAŞTIRDI, SERTLEŞTİRDİ. OYSA TÜRKİYE’NİN EMEK, SOSYAL HAKLAR, İŞ GÜVENCESİ, TAŞERONLUK GİBİ KONULARDA KUTUPLAŞMAYA İHTİYACI VAR.”

Diğer taraftan sorunuza hayır cevabı da verilebilir. Çünkü Gezi olaylarındaki kutuplaşma Türkiye’deki geleneksel kimlik siyasetinin fay hatlarına denk düştü. Hatta toplumda bu fay hatları paralelindeki kutuplaşmayı sıkılaştırdı, sertleştirdi. Oysa Türkiye’nin emek, sosyal haklar, iş güvencesi, taşeronluk gibi konularda kutuplaşmaya ihtiyacı var.

Gezi olaylarının Türkiye’nin demokrasi tarihi için, bir kırılma, bir başlangıç olduğu ya da en azından siyasi ve toplumsal hayatta kalıcı etkiler bırakacağı görüşlerine katılır mısınız?

Demokrasi en nihayetinde serbest ve adil seçim yoluyla iktidarın belirlenmesi ve yine aynı yolla iktidarın el değiştirmesidir. Bu çerçeveye giren her rejim demokrasidir. Bunun ötesindeki tartışmaları anlamlı bulmuyorum. Demokrasinin önüne gelen sıfatlar o kadar fazla ki bir siyaset bilimci olarak ben takip edemiyorum açıkçası. Öte yandan, demokratik veya değil, her siyasi iktidarın gücü belli araçlarla ve kurumlarla sınırlanmalı ve keyfiliği giderilmeli elbette.

B

u soruya hem evet hem de hayır cevabı vermek mümkün. Evet, çünkü sokaktan siyasetin marjinal gruplar değil de sıradan insanlar eliyle yapıldığında ne kadar etkili olabileceği görüldü. Bu farkındalığın Türkiye’de siyasetin işleyişine önemli etkileri olacağını düşünüyorum. Artık hiç kimse, en azından yakın vadede, Gezi Parkı’ndan tek bir ağaç bile sökemeyecektir. Ancak henüz olayların başındayken meselenin sadece Gezi Parkı olmadığının söylenmesi, hükümeti düşürme heyecanına kapılma halleri ve çeşitli grupların sözlü ve fiziki şiddete meyyal davranışları yüzünden olaylar çok farklı bir bağlama taşındı.

Gezi olaylarıyla ilgili daha çok gündeme gelen çoğulcu-çoğunlukçu demokrasi tartışmasıyla ilgili olarak ne düşünüyorsunuz?

“AK PARTİ, GEZİ OLAYINI ALIŞIK OLDUĞU BİR NOKTAYA ÇEKMEYİ BAŞARDI.” Gezi olayları ve birlikte gelişen süreçte başta iktidar olmak üzere ülkedeki temel siyasi aktörlerin pozisyon alma ve süreci değerlendirme biçimlerini nasıl yorumlarsınız? 30


Gezi direnişinin Türkiye’de İslami otoriterleşme ve yaşam tarzına müdahaleye karşı seküler bir başkaldırı olduğuna dair hem batılı kaynaklarda hem Türkiye’deki çeşitli kaynaklarda pek çok yorum görüyorum. Sizce Gezi olayları böyle bir nitelik yansıttı mı?

Geleneksel siyasi aktörlerin iyi anladıkları bir süreç değildi. İktidardan başlayalım. Öncelikle iktidar Gezi olaylarına çok hazırlıksız yakalandı, hazırlıksızlığı ölçüde bocaladı, kendi içinde çelişkiye düştü. İkincisi ve daha önemlisi, Ak Parti şimdiye kadarki siyasi krizlerde hep müesses nizamın baskısı altında olan taraftı, mağdurdu. Gezi’de ise Ak Parti ilk defa mağdur olan değil, mağdur eden taraf konumuna düştü. Bu konumdayken kendisini savunmak zorunda kaldı. Alışık olduğu bir durum değildi bu, dolayısıyla bocalama derecesi arttı. Ancak Ak Parti, Gezi olayını alışık olduğu bir noktaya çekmeyi başardı diyebilirim. Mesela, uluslararası bir komplonun mağduru olduğunu iddia etti, faiz lobisinden bahsetti. Veya Geziciler ve Gezici olmayanları yaşam tarzları ve kimlikler üzerinden bölmeyi tercih etti. Böylece kendi seçmen tabanını hem genişletmeyi hem de sıkılaştırmayı hedefledi. Yani Gezi olaylarına sebep olan dinamikleri veya Gezici gençlerin taleplerini anlamaya çalışmaktansa kendi seçmen tabanına mesaj göndermeyi tercih etti. Seçimlerin yaklaştığı bir dönemde kendisine seçimleri kazandıracak bir şekilde krizi yönettiğini söyleyebiliriz aslında. Bu durumda gayet rasyonel davrandı bile denilebilir.

Bu soruya bir önceki sorunuzda biraz cevap verdim aslında. Evet, böyle bir niteliği vardı, ama bundan ibaret değildi. Ancak “İslami otoriterleşme ve yaşam tarzına müdahale” kaygısını gerçek bir kaygı olarak görmüyorum. Ürktüğünüz şey bazen sizin kurgunuz olabilir. Türkiye’de Ak Parti’nin temsil ettiği hayat tarzına tahammül edemeyen insanlar var elbette ve bu insanların Ak Parti’yi 10 yıldır iktidarda görmesi ve bu iktidarın yakın zamanda değişeceğine dair de bir umudu olmaması kendileri açısından travmatik bir durum. Bu travma çok anlaşılırdır. Öyle görünüyor ki Ak Parti bu travmayı taze tutmayı siyasi bir strateji olarak benimsemiş durumda. Ancak bu durum çok fazla sürdürülebilir olmayabilir. Son dönemlerde dünya üzerinde farklı farklı coğrafyalarda hatırı sayılacak pek çok toplumsal olay ve büyük çaplı protesto gerçekleşti. Bir çoğunun ortak noktası ise çabuk parlayıp aynı çabuklukta sönmesiydi. Bunun bu yüzyılda toplumsal ile siyasal arasında bir senkronizasyon eksikliğine işaret ettiğini söyleyebilir miyiz?

Muhalefete gelince… Onlar da Ak Parti’nin krizi yönetme mantığına malzeme verdiler aslında. CHP zaten bu malzemeyi vermede gayet yetenekli. Aslında bu da onun işine geliyor, çünkü söz konusu denklemde kendisini % 20-30 bandında tutma garantisine sahip. CHP aslında Gezi olaylarını 2007’deki Cumhuriyet Mitingleri ile karıştırdı. Evet, her iki hadisede de katılımcıların profili benzerdi, kentsoylu orta sınıflar büyük oranda temel aktördü ve bunların Ak Parti ile ilgili asıl derdi hayat tarzı rahatsızlığı veya tahammülsüzlüğüydü. Ama Gezi’de 2007’deki gibi organize, örgütlü bir kitle yoktu. Tersine örgütsüz, lidersiz, spontane bir hareketlenme söz konusuydu. Bu hareketlenmeye katılan birkaç grubu çok anlamlı buluyorum. İlki elbette Gezi Parkı’nın kaldırılıp bir AVM’ye dönüştürülmesine karşı olan, orada nöbet tutan insanlar. Olayları tetikleyen bu insanların çadırlarına sabaha karşı baskın düzenlenmesiydi. İkincisi, Ak Partili olmayan dindarlar. Onlar da ciddi anlamda ezber bozdular diyebiliriz. Sonuncusu ise siyaseti umursamayan ama gözlerini açtıklarından beri Başbakan’ı gören, uzunca bir süre daha göreceklerini düşünen ve haklı olarak tüm dünya hızla değişirken bu durağanlığa isyan eden gençler. CHP’nin de Gezi eylemlerine katılan kentli orta sınıfların da bunları pek iyi anlayamadıklarını düşünüyorum. Anlayamadıkları ölçüde de Ak Parti’ye malzeme veriyorlar. Ayrıca kentli orta sınıfların boş vakitlerinin çoğunu AVM’lerde geçirdiği düşünüldüğünde iş daha da bir ilginçleşiyor.

Bu senkronizasyon eksikliği çok normaldir ve her zaman olmuştur. Tam senkronizasyonun olduğu hallere faşizm diyoruz zaten. Siyasal olan, sosyal olanı idare edebildiği, yönetebildiği ölçüde iktidardır. Siyasi iktidarlar dünyayı kavrayışları anlamında toplumun gerisinde kaldıklarında toplumdan gelen meydan okumalarla karşılaşırlar. Son dönemde olan toplumsal hareketlenmelerin ivmesini çabuk kaybetmelerinin önemli bir sebebi lidersiz ve örgütsüz olmaları aslında. Ancak bu onların etkisiz olduğu anlamına gelmiyor. Bir birikimin patlaması bunlar ve siyasete etkileri mutlaka olacaktır. En azından geleneksel siyasetin yakın gelecekte tabanını yitireceği belli olmuştur.

Değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkürler... 10.10.2013

“SİYASİ İKTİDARLAR DÜNYAYI KAVRAYIŞLARI ANLAMINDA TOPLUMUN GERİSİNDE KALDIKLARINDA TOPLUMDAN GELEN MEYDAN OKUMALARLA KARŞILAŞIRLAR.” 31


YRD. DOÇ. DR. İRFAN ÇİFTÇİ Gezi olaylarının Türk Siyasal yaşamı içerisinde önemli bir kırılma noktası olduğu görüşüne katılıyor musunuz?

Bir boyutuyla diyebiliriz. Gezi olayları biraz Türk filmleri gibi; çok iyi duygularla, iyi ideallerle temiz şeylerle başlayan fakat sonra kötü biten, dağılan bir şey oldu. Bu eğer böyle olmasaydı, Türkiye için yeni bir siyasal söylemin başlangıcı olabilirdi. Türk siyasal hayatı çağdaş, post modern, çok sesli yeni bir muhalif söylem kazanabilirdi. İlk başta

G

ezi olaylarının çok yakın dönem içinde bir kırılma noktası değil ama önemli bir nokta olduğunu düşünüyorum. Çünkü gezi olaylarında olan şey aslında daha önce de yakın tarihimizde olan başka şeylere biraz benziyor. Mesela Uğur Mumcu’nun öldürülmesi sonrasında ortaya çıkan tepkilere benziyor. Onun için gezi olaylarının bir kırılma, bir milat olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Dikkate değer bir durum, fakat üstünden geçilecek, kapanacak bir şey olduğunu düşünüyorum. Yani Sivas olaylarından daha kalıcı etkisi olmayacak.

“Kahrolsun bağzı şeyler.”, “Derrida bizi gör.”, “Mustafa Keser’in askerleri.” , “Yazacak hiçbir şey bulamıyorum.” gibi orijinal; şenlikli, çok sesli, muhalif sesler vardı. Daha sonra sahneye Dev-Sol, Dev-Yol çıktı. Türkiye’nin eskimiş Stalinist sol örgütleri çıktı. Bunlar elli senedir aynı şeyleri söylüyorlar. Bunlar dünyada çağ dışı zaten. Bugün orada DHKP-C’ nin attığı sloganlar ile 1 Mayıs’ta attığı, on beş sene önce attığı sloganlar aynı sloganlar. Bunlar hakim olunca ilk başta ortaya çıkan şeyler bunun içinde boğuldu.

“BİR SİYASAL HAREKETİN OLMASI İÇİN, BİR KIRILMANIN OLMASI İÇİN AYNI ŞEYLERE KARŞI OLMAK YETMEZ. BİR DE AYNI ŞEYLERİ İSTEMEK LAZIM. SİYASAL OLARAK, EKONOMİK OLARAK ALİ KOÇ İLE DHKP-C AYNI ŞEYİ İSTEYEBİLİR Mİ? BURADA BİR YANLIŞLIK VAR. ”

Gezi Parkı’na Mustafa Alabora, Siemens’in genel müdürü, Ali Koç, Taksim Platformu diye çok garabet bir grup çıktı. Taksim Platformu daha sonra üçüncü köprü yapılmasın diye acayip talepler dile getirdi. Orada ilk eylem yapanlar Koç Üniversitesi’nin, Boğaziçi Üniversitesi’nin öğrencileriydi. O çocuklar gayet çağdaş, epeyce kısmı çevre duyarlılığı olan çocuklar. Tak-

Peki buna tüm dünyada yaşanan toplumsal olayların Türkiye’deki yansıması diyebilir misiniz? 32


sim Platformu diye çıkan adamları gece görseler kaçarlar. Orada TÜSİAD, DİSK, Dev-Sol, Ali Koç, Siemens, Çarşı bütün bunlar bir şeye karşı olarak bulunabilirler. Bunlar başbakana karşı olarak sahneye çıktılar. Bir siyasal hareketin olması için, bir kırılmanın olması için aynı şeylere karşı olmak yetmez. Bir de aynı şeyleri istemek lazım. Siyasal olarak, ekonomik olarak, Ali Koç ile DHKP-C aynı şeyi isteyebilir mi? Burada bir yanlışlık var. Dolayısıyla baktığım zaman bu işin sosyolojisi ile siyasal durumunu farklı görüyorum.

Bunlar kendi öğrencilerini servislerle oraya götürdüler. Burada bir samimiyet falan yok, bunlar manipülasyon. Ama şunu anlayışla karşılıyorum. Türkiye’de genel anlamda iktidarın birtakım muhafazakar uygulamalarına bir tepki olmuştur. Bu boyut gayet haklı ve doğru ve bu kararlarında bu insanlar samimilerse bunu da sürdürmeliler bence. Bu konuda örgütlenmeleri, siyasal tepki vermeleri doğru ama bunun bir direniş ve devrim olarak lanse edilmesi yanlış. O zaman o sivil darbe olur.( 27 Mayıs’ta olduğu gibi.) Askeri bir destek alsalardı o zaman darbe mi olacaktı? Olabilir diyen gruplar vardı. Orada ulusalcılar, Mustafa Kemal’in askerleri, İşçi Partisi vs. onu savunuyordu. Yeni çok kozmopolit olduğu için ayrıştırarak bakmak lazım, “gezi” diye tek bir başlık altında toplanacak bir şey yok.

Bir diğer şey, küreselleşmeyle beraber artık devlet tek siyasal aktör değil. Uluslararası ilişkiler de devletlerarası ilişkiler değil, çok aktörlü bir ilişki biçimi olmaya başladı. Dolayısıyla bu süreçte aynı zamanda devletlerarası çatışmalar değil devletler içi çatışmalar söz konusu olmaya başladı. Bugün dünyanın en büyük egemen gücü olan Amerika’nın içinde de bir çatlama var. Obama’nın bütçesi kilitlendi. Şimdi Türkiye’de de toplumsal olaylar büyük ölçüde, dış bağlantıları da olmasına rağmen, devletin kendi içindeki çatışmalarından kaynaklanan şeylerdi. Son yirmi-otuz yıla baktığımız zaman 30 Ağustos’ta hangi generalin orgeneral olacağı konusunda çıkan generaller arasındaki sürtüşme, tabana öğrenci çatışması olarak yansımıştır. İşin spontane kısmı yani sosyolojik olarak açıklayacağımız kısmıyla siyasal sonuçları birebir örtüşen şeyler değil. Gezi olaylarında aynı şeylere karşı olan gruplar aynı şeyleri istemiyorlar. Dolayısıyla buradan anlamlı bir siyasal muhalefet çıkmadı.

“… ‘BASIN MİLLETİN TARAFSIZ, HÜR SESİDİR.’ DİYE BİR ŞEY YOK. HER BASIN ORGANI, KENDİ TEMSİL ETTİĞİ SERMAYE GRUBUNA GÖRE KAMUOYUNU MANİPÜLE EDER.” Bu olayların yayılması ve yorumlanmasında sosyal medyanın etkisi nedir? Sosyal medya ana akım medyanın önüne geçmiştir diyebilir miyiz? Rahatlıkla diyebiliriz. Bütün dünyada yeni muhalif hareketler günün araçlarıyla oluyor. Şu anda sosyal medya revaçta. Birkaç sene evvel Mardin’de bir toplantıya katılmıştım. Oradaki DTP il başkanına sordum; “Sizin çocuğunuz daha çok Facebook mu istiyor, daha çok Kürtçe eğitim mi istiyor?” Adam mahzunlaşarak “Daha çok Facebook” dedi.

Gezi olaylarını bir tarafı ikiye bölerek değerlendirmek lazım. Birincisi; ve spontane orijinal şeyler. Bunların boğulması bence Türkiye adına bir kayıp oldu. Diğer kısım, eskimiş sol örgüt söylemleri. Bunlar oraları kirletti. Çağdaş muhalif bir sol söylemin doğmasını da onlar engellemiş oldu. Bu çağdaş muhalif söylemi, klasik ortodoks Stalinist sol manipüle etti. Bunların hepsini de devlet manipüle etti. Hükümet yakın dönemdeki siyasal geleceğini garantiye almak için, yüzde elliyi sağlamlaştırmak için bir bloklaştırma oluşturdu. Bu manipülasyon, bu yeni muhalif söylemin boğulmasından daha anlamlı mıdır derseniz ondan emin değilim.

Bundan yirmi sene evvel insanlar televizyonda duyduğuna itibar ediyordu, şimdi Twitter’da duyduğuna daha çok itibar ediyor. Sosyal medya yeni olduğu için moda ve çok etkin. Twitter şu anda büyük haber kanallarından daha etkili. Bunda ana akım medyadaki kutuplaşmanın keskin hale gelmesinin de etkisi yok mu? Analizinize katılıyorum. İletişimle ilgili verdiğim derslerde de söylerim. “Basın milletin tarafsız, hür sesidir.” diye bir şey yok. Her basın organı, kendi temsil ettiği sermaye grubuna göre kamuoyunu manipüle eder. Tarafsız gazete diye bir şey yok ve bunun sınırına gelindi. Mızrak çuvala sığmadı. Böyle olduğu için de yeni kitleler yakalanamadı. Kitle iletişim araçlarının artık ömrü doluyor. Bugünkü gençliğin yöntemleri farklı. Bundan elli sene önce, dünyada kuşaklar yüz- iki yüz senede bir değişiyordu. Şimdi küreselleşmeyle birlikte beş yılda bir kuşaklar değişiyor. Böyle yoğun bir değişim var.

“ASKERİ BİR DESTEK ALSALARDI, O ZAMAN DARBE Mİ OLACAKTI? OLABİLİR DİYEN GRUPLAR VARDI.” Gezi direnişinin Türkiye’de İslami otoriterleşme ve yaşam tarzına müdahaleye karşı bir başkaldırı olduğuna dair çeşitli kaynaklarda yorumlar okuduk. Siz bu olayı nasıl değerlendirirsiniz? Bu kısmen doğru. İlk sahneye çıkan kesim hakikaten çok spontane ortaya çıkan kesimdi. Bir de çıkarılmış kesim vardı. Boğaziçi, Koç, Özyeğin Üniversiteleri Türkiye’deki siyasal hareketin tamamının dışında kalırken birden bire sahneye çıkmaları normal mi? Bunlar manipülatif yerler.

Değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkürler 09.10.2013 33


YRD. DOÇ. DR. AHMET EMRE ATEŞ “GEZİ OLAYLARININ BAŞKALAŞIM NOKTASI YENİ BİR KUŞAK DİNAMİĞİNİN NET BİÇİMDE ORTAYA ÇIKIŞIDIR.”

“GEZİ OLAYLARI, YEKPARE BİR GÖSTERİ DEĞİLDİ. TOPLUMSAL CİNSİYETTEN, KENT KÜLTÜRÜNE FARKLI AKTÖR VE MOTİFLERİN OLDUĞU BİR BULUŞMA NOKTASIYDI.”

Gezi olaylarının Türkiye’nin demokrasi tarihi için, bir kırılma, bir başlangıç olduğu ya da en azından siyasi ve toplumsal hayatta kalıcı etkiler bırakacağı görüşlerine katılır mısınız?

Gezi olaylarının Türkiye’de İslami otoriterleşme ve yaşam tarzına müdahaleye karşı seküler bir başkaldırı olduğuna dair yorumlara katılır mısınız? Sizce gezi olayları böyle bir nitelik yansıttı mı?

S

iyasi ve toplumsal olaylarda kopuş veya devamlılık aramak yerine doğru olan başkalaşımı fark edebilmektir. Önemli olan süreklilik veya süreksizlik değildir. Gezi olaylarının başkalaşım noktası yeni bir kuşak dinamiğinin net biçimde ortaya çıkışıdır. Söz konusu kuşak dijital yerlilerdir. Gezi olaylarının sorunsalı, bilgisayar veya internet üzerinden kendini tanımlayan ve tamamlayan bir neslin, kendini kamusal alanda göstermesidir.

Gezi olayları, yekpare bir gösteri değildi. Toplumsal cinsiyetten, kent kültürüne farklı aktör ve motiflerin olduğu bir buluşma noktasıydı. Belki de tek bir homojen özelliği vardı. O da bir ay boyunca, siber alanı kamusal alana dâhil eden dijital yerlilerin çoğunlukta olmasıydı. Baudrillard’ın simulacrum kavramı, Türkiye’de ilk kez bu kadar karşılığını bulmuştur denebilir. Bu bağlamda, bilgisayar oyunları ile akıllı telefonlardaki sosyal ağlara alışık olan bir gençlik sanal ortamdan gerçek olana üstelik kamusal alana ışınlanmıştır diyebiliriz.

Sosyal medyanın son yıllarda Türkiye ve dünyadaki toplumsal hareketlerde gördüğü işlev hakkında ne düşünüyorsunuz? Sosyal medya olgusu, toplumsal ve siyasal olan her noktada kendini hızla kabul ettirmektedir. Örneğin, Wall Street gösterilerinde Zucotti Park’ta toplanan 200-300 kişiye müdahele etmeye hazırlanan New York Polis Teşkilatına bağlı birimler, gösterilerle organik bağı olan occupyworld.com adlı internet sitesinin 10.000 üzerinde ziyaretçisinin olduğunu anlayınca polisleri geri çekmişlerdir. Parka müdaheleden vazgeçmişlerdir. Dolayısıyla, sosyal medya artık bir kamusal alan olma yolunda hızla ilerlemektedir.

Son yıllarda dünya üzerinde farklı coğrafyalarda pek çok toplumsal olayın hızlı alevlenip hızlı söndüğünü görüyoruz. Bunun, bu yüzyılda toplumsal ile siyasal arasında bir senkronizasyon eksikliğine ya da bir ideolojisizlik haline işaret ettiğini söyleyebilir miyiz? Bu tip yorumlar için çok erken bir zaman ve mekân kertesindeyiz. Google’ın üst düzey yöneticilerinden Eric Schmith ve Jared Cohen “The New Digital Age” adlı bir kitap kaleme aldılar. Aslında sorduğunuz soruların, çoğunun karşılığı da bu kitaptadır. Scmith ve Cohen kitaplarında, gelecekte sosyolojik açıdan toplumsal patlamaların çoğalacağını, fakat buna karşılık değim yerindeyse “yerinde sayan” değişimlerin yaşanacağını iddia etmekteler. Her ne olursa olsun, ideolojisizlik veya daha da ileri gidersek siyasetin sonu gibi hurafelere bilimsel açıdan inanmamak gerektiği kanısındayım.

Gezi olaylarıyla birlikte daha çok gündeme gelen çoğulcu-çoğunlukçu demokrasi tartışmasıyla ilgili olarak ne düşünüyorsunuz? Günümüzde demokratik hak ve özgürlüklerin, salt bir seçimden diğer seçime yürütülen bir pratikler bütünü olmadığı aşikâr. Geçtiğimiz günlerde Peter Esaiason ve Hanne Marthe Narud, “Between Election Democracy” adlı önemli bir esere imza attılar. Bu kitapta anlatıldığı üzere, temsili demokrasinin çoğulcu bir demokrasiyle beslendiği coğrafyalar demokratik gelişme anlamında ön plana çıkmakta.

Değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkürler 09.10.2013 34


MİNERVA

GEZİ PARKI’DA KOMÜN YAŞAMIN MÜMKÜNLÜĞÜ Rasim Mert ÖZÇELİK

GİRİŞ -DENEME 1

oluştuğu, ne olduğu, itici güç olmasındaki etkisi; bunlar farklı araştırmaları gerekli kılıyor. Ancak elimizdeki veriler ışığında net görebildiğimiz noktaların üzerinde duracağım.

T

aksim meydanı tasvir-i umumisi: Meydanın tıklım tıklım olduğu kesin. Metrekareye kaç insan düşüyordu bilmiyorum ancak her metrekareden onlarca insan geçti. İnsanlar sürekli yürüyor, slogan atıyor ve gülüyorlardı. Bu bir Taksim Meydanı güzellemesidir.

Nedir? Çok basit ve küçük çaplı olan, ortak kütüphanedir, ortak revirdir ve ortak markettir. Etkisi ve çapı olarak gerçekten küçük oluşumlar ancak sonuçta oluşturulmuştur ve daha ziyade bunları oluşturan fikirsel durumla ilgileniyorum.

Her yerde barikat var. Bunu gördük, insanlar el emeği göz nuru barikatlar yapıyorlardı. Hepsi bir iş makinesinin birkaç saatlik uğraşıyla yok oldu ancak güzeldi, sanatsal değerleri vardı. Ve her yerde pankart var. Sol örgütlerin hepsi meydanın dört bir tarafına kendi pankartlarını asmış, meydandaki anıt bayraktan, flamadan görünmüyor. Anıttaki devrimci Aralov’un heykelini zor görüyorum. Devrimcinin heykelinin boynunda devrimci sloganlar…

Gezi Parkı’nı bütünlemesine ele almak, gerçekten meşakkatli bir iş olacaktır. Bunlar yapılmalı ve yararlanmalıyız. Bu nispeten devasa eylemin veya eylemlerin çok küçük bir kısmı üzerine Deneme 1’i yazıyorum. Sonuçta Giriş ve Deneme 1 oldu. Giriş kısmı, Taksim meydanına girmekle başlıyor ve en sevdiğim bölüm diyebilirim. İleride yersiz girişler yapmayı tasarlıyorum.

En güzeli polise karanfil uzatmaktı ve sık sık tekrarlandığına şahit olduk. Ankara’da polisle eylemciler ertesi gün için sözleşti. Orantısız zekâ en orantılı tepkiydi ve biber gazının kullanılmaması gerektiği konusunda hemfikiriz.

Devrim market kuruldu, devrim ve türevlerini kullanarak pek çok romantiklikler yapıldı ancak devrim market çok daha farklı bir yerde duruyor. İşlevsel olduğunu söyleyebiliriz. Sınırlı bir kaynakla kurulan marketin ömrü yardımların bittiği noktada sona erecek. Ancak bu çaba ne istenildiği adına cevabı çok net veriyor. Şu anda gayet iyi niyetli bir çaba demek ve desteklendiğini görmek yeterlidir diyorum.

Taksim meydanı toplumumuz için uzun zamandır önemli bir simgeydi. Ancak elbette Haziran Ayaklanmasının simgesi Gezi Parkı’ydı. Simgelerle hareket derinleşti ve tepki mahiyetinde sembolik olarak AKM’nin karşısında ‘duruldu’. Simge olarak ilk öne çıkan ‘kırmızılı kadın’dı. Kadınlar hep ön plandaydı ve ‘direnirken çok güzelsiniz’ dedik. Direnişi güzelliyorum.

Revir, kütüphane ve varsa bu tarz oluşumlar ortak paylaşım isteğinin sonuçlarıdır. Buradaki fikri, beraber üretmek ve beraber paylaşmak diye özetleyebiliriz. Sonucun etkisizliği fiziksel şartların yetersizliğinden kaynaklanıyor. Nihayetinde bir iş makinesi, onlarca insanın saatlerini verdiği barikatları bir iki saatte temizliyor.

Direnişin rasyonel analizini yapmak gerekiyor. Ancak insanların yüzlerindeki tebessümü atlayarak bunu yapmak analizi de eksik bırakacaktır. Ki analiz bu yazının konusu değildir. Gümüşsuyu’ndaki barikatları beğendiğimi söylemeliyim. Kaldırılışlarını beyazcamdan izledim, iş makinelerini uğraştırdığı kesin ancak geçemezler diyordum geçmişler. Gerçekçi olmak gerekiyor. AKM’deki bayraklı, bol sloganlı, yeteri kadar siyasi görüntü daha iyiydi. Maksat müdahale olsun diye bayraklar indirildi. Zaten ‘yasadışıydılar’, meşruiyet sağlamak zor olmadı. Gezi Parkında komün yaşamın mümkünlüğü nedir? Buradaki komünü hem tarihsel anlamında kullanıyorum, yani Paris Komünü’ndeki anlamında hem de özel olarak ‘kendi kendine yeten birim’ olarak anlayabiliriz. Aslında tabiri ‘Gezi Parkındaki ortakçı yaşam’ olarak değiştirmek daha uygun olabilir. Bu ortakçılığın varlığına ilişkin elimizdeki veriler bu soruyu ortaya atmayı gerekli kılıyor. Birincisi, olaya somut veri olarak bakmazsak, yoğun bir yardımlaşma ve paylaşım duygusuyla karşılaşırız, ki manevidir. Ancak bu duyguların pek çok somut karşılığını da tecrübe ettik. Elbette bu duygular gezi parkının ruhunu oluşturmakta ve eylemi daha ileri boyutlara götürmekte itici güç oldu. Duygunun nasıl 35


ÜÇ PARİS HAREKETİ

Fransa’da ‘parlament’ adında mahalli temsil organları vardı. Buradaki bir tartışma esnasında üyelerden biri, “ bize Etats Généraux lazım” diye bağırdı ve bütün üyeler bunu tekrarladı. Bu meclisler en son 1614’te kurulmuştu, bilinmiyordu ve tekrar açılabilmesi için araştırmalar yapıldı.

1852’de 3. Napolyon imparator oldu. Napolyon Bonapart’ın yeğeniydi. İkiyi atlayıp kendini üçüncü ilan etmeden önce 1848’de seçimle cumhurbaşkanı oldu ve ardından yine seçimle imparatorluğunu ilan etti. Napolyon’un imparatorluğu 1870 Sedan yenilgisi sonucu esir düşmesi ve 3. Cumhuriyetin ilan edilmesine dek sürdü. Hükümdarlığı boyunca milliyetçi hareketleri desteklemiş ve hamisi olmaya çalışmıştı. Hatta İtalya’nın birliğinde ciddi pay sahibidir. Ancak trajik olan, Almanya’nın milli birliğini tamamlama savaşında mağlup olmuş ve tahtını kaybetmiştir.

Asil, ruhban ve halk temsilcilerinden oluşan bu meclis açıldığı gibi tartışmalar başladı. Oy kullanım usulü ve vergi sorununda çıkan tartışmalar çözüme bağlanamıyordu. Oyalandığını hisseden halk temsilcileri oy çokluğuyla, kendilerini “Milli Meclis” olarak ilan ettiler. Milli Meclis üyeleri toplantı yapmak için meclise gittiklerinde salonun Kral tarafından kapatılmış olduğunu gördüler. Kapalı tenis salonunda çalışmaya devam eden meclis üyeleri bir anayasa hazırlayana kadar dağılmamaya yemin ettiler.

Bismarck, Almanya’yı kan ve kılıçla inşa ediyordu. Cumhuriyet ilan edildikten sonra bir süre direniş olmuş ancak çok geçmeden Paris kuşatılmıştı. Parisliler de, Prusya kuşatmasına karşı direnişe geçmişti. Ve Parisli işçiler bu direnişte en önemli kuvveti teşkil ediyordu. 131 gün süren kuşatma sonunda Paris düştü. Prusya’nın barış imzalayabilmesi için karşısında hükümet gerekiyordu, seçimler yapıldı ve kralcılar cumhuriyetçilerden çok daha fazla temsilci çıkartarak seçimi kazandılar. Hükümetin başına Thiers geçmişti. Fransız İhtilalinin ateşli savunucusu, 1840’ta Napolyon’un kemiklerini St. Helene’den Paris’e getiren, on ciltlik Fransız Tarihi’ni yazan tarihçi Thiers eski özgürlükçü tavrında değildi.

Kral buradaki toplantıyı yasaklamak isteyince Mirabeau, Kralın adamına şöyle bağırdı: “ Git efendine söyle, biz halkın gücü ile buradayız ve ancak halkın süngü kuvveti bizi buradan ayırabilir.”

Prusya ordusu Paris’i işgal edince İmparator 1. Wilhelm Paris’te yürümek istemiş ancak Paris halkı başarılı bir pasif direniş yapmıştır. Gecesinde ise tüm şehir ışıklarını söndürmüştür. Ertesi gün İmparator şehri terk etmiştir. Paris’te yönetim iki başlıydı. Ulusal Meclis ve Ulusal Muhafız Merkez Komitesi, Paris ve Versay’da olmak üzere bu yönetimleri oluşturuyordu. Paris ve Versay’ın arasında ise Prusya ordusu vardı. İki yönetim arasında kaçınılmaz olan çatışma, Versay’ın Paris’teki toplara el koymayı istemesi sebebiyle patlak verdi. Çatışma bu şekilde başladı ve süreç içinde Komün Meclisi kuruldu ve bu meclis komün hayatını oluşturmaya çalıştı. 72 süren bu deneyimin sonunda Versay ordusu saldırıya geçti ve Komün’ü çok kanlı bir şekilde yok etti. Bir hafta boyunca kanlı bir çatışma sürdü. Bu bir hafta içinde ölenlerin dışında 30.000 kişi kurşuna dizildi, 40.000 kişi sürüldü.

Korkmaya başlayan Kral, karısı Marie Antoinette’nin de teşvikiyle taşradaki yabancı alayları Paris’e getirmeye başladı. Halk ulaşım sıkıntısından dolayı Paris’e un gelemediği için ekmek sıkıntısı çekiyordu. Gergin olan atmosferde, Camille Desmoulin adlı genç bir gazetecinin halkı ateşleyen bir konuşması sonucu galeyana gelen halk, 14 Temmuz 1789’da ayaklandı ve siyasi mahkûmların bulunduğu Bastille Hapishanesini ele geçirdi. Halk, despotluğun simgesi olan hapishaneyi ateşe verdi.

Thiers’in Komün’e saldırmadan iki ay önce Paris halkına seslendiği bildirisi ilginçti: “…bu durum sürdükçe…dükkanlar boş… siparişler ertelenmiş kalacak…kredi açılmayacak… sermaye gelmekte tereddüt edecek… İyi yurttaşlar devlete direnmesin…teslim olsunlar”

Taşrada halk ayaklanmış asillerin şatolarına saldırıyordu. Kral ise Versay’a asker getiriyordu. Bu duruma tepki gösteren halk Versay Sarayını bastı ve Kralı Tuileries Sarayına getirdi. Kral, esir hayatı yaşadığı bu saraydan kaçıp kuzeydeki orduya ulaşmak istiyordu. Sonunda kaçmayı başardı ancak 1791, 22 Haziran’da Metz yakınlarında tanındı ve Paris’e geri getirildi. Kralın yakalanmasının sebebi ise araba yolculuğunda sık sık başını dışarı çıkarma huyuydu. Metz yakınlarında kasabanın posta müdürünün oğlu Kralı gördü ve belediyeye haber verip tutuklanmasını sağladı.

Thiers gayet makul şekilde halkı ekonomik sorunlarla tehdit ediyor ve devlet babaya karşı çıkmamaya davet ediyordu. Almanya savaşı ve 3. Napolyon Paris Komünü’nün etkeni ve figürüyken; Fransız İhtilalinde ise Amerika ve Napolyon bu rolleri oynuyordu. Elbette aradaki farklar çok açık; ancak Amerikan iç savaşı Fransa’yı derin bir krize sokmuştu, maliyesi çok kötü durumdaydı ve bütçenin yarısı borçların faizlerine gidiyordu. Ve Napolyonlardan biri ihtilalin öncesinde diğeri sonrasında tarih sahnesindeydi.

Fransa yaklaşık yüz yılda bir, ciddi toplumsal hareketler yaşıyor. Üçüncü ve sonuncusunu değerli gazeteci ve yazar Doğan Yurdakul’un bir anısını kaydederek tamamlayacağım. 36


“Mayıs 68’de Ankara’da Hukuk son sınıf öğrencisi olarak isyandaydım… Ekim 69’da Paris’te doktora öğrencisiydim. O zamanki Cumhurbaşkanı De Gaulle Mayıs 68’i bastırmış, duruma hâkim olmuştu. “NATO’yu çağırırım” diyerek sendikaları korkutunca işçi hareketi gençlerle buluşamamış, devrim doruğundayken boğulmuştu…Sonra tarih tekerrür etti; solcuları böldüler. Leninciler, Troçkiciler, Maocular başka tellerden çalmaya başladılar…Ama devrimin artçı depremleri sürüyordu. Gençler her yerde, özellikle metro çıkışlarında polisle çatışıyorlardı…Devrim dalgası herkesi olduğu gibi, dünyanın gelmiş geçmiş en önemli filozof-yazarlarından Jean Paul Sartre’ı da etkilemişti. Özeleştiri yaptı. Kurucusu olduğu existentialisme’in (varoluşçuluk) insanların kafasını karıştırmaktan başka bir işe yaramadığını söyledi. Halkın Davası (La Cause du Peuple) hareketine destek veriyordu. Hep sokakta olan Sartre’ın Saint-Michel bulvarındaki bir konuşmasına tanık oldum. Bir barikatın üstüne çıkmıştı ve gençlere seslenmenin heyecanı içindeydi. Sözlerini bitirirken sağ yumruğunu havaya kaldırdı ve şöyle dedi: Ce n’est qu’un début, contignons le combat! (Bu daha başlangıç, mücadeleye devam)

Suça iten sebepler, meclistekilere göre zaten hep vardır. Bu insanın doğası gereğidir ve önlenemez.

O sloganı bugün yineleyen gençlerle övünüyorum, hepsinin gözlerinden öpüyorum.”*

Evlerin kapıları Ütopyada çift kanatlıdır, her isteyen girebilmektedir. Özel mülkiyet yoktur. Zaten evler her on yılda bir kurayla değişir. Ütopyalılar genellikle baba mesleğini yaparlar, burada yine statükoyu koruma davranışını görmekteyiz ancak insanların sonuçta baba mesleğine yatkın olduğunu düşünülür. Bunun dışında günde yalnızca altı saat çalışan Ütopyalılar, geri kalan vakitlerini “yararlı” aktivitelerle geçirirler ve asla zamanlarını boşa harcamazlar. Yöneticiler yurttaşları asla zorunlu işlere koşmaz. Toplumun ihtiyaçları karşılandıktan sonra, zihinsel özgürlüğün sağlanmasına çalışırlar. Çünkü mutluluğun ana hedefinin burada olduğunu düşünürler.

More, Ütopya ülkesini dinlemek istiyor. Rapheal’in gezdiği pek çok yeri ve tabi ki en önemlisi Ütopya’ya yaptığı seyahati ve orada gördüklerini, mükemmel devleti öğrenmek istiyor. More, burada dinleyici ve anlatıcı rolünü başarıyla oynuyor. Ütopya’da toplumun genel refahının sağlanması önceliği vardır. Mülkiyette eşitlik vardır, kadın ve erkek arasında eşitlik vardır. Zaten Ütopya herkesin mutlu olduğu, mükemmel devlete sahip ülkedir. Ütopya’da kadınlar on sekiz erkekler yirmi iki yaşından önce evlenemez. Evlilik dışı ilişki yasaktır; çünkü bu yasaklanmazsa sadece birkaç kişinin evlenip tek bir kişiyle hayatın zorluklarına katlanmayı kabul edeceğini düşünürler. Burada, net bir şekilde toplumsal menfaatin önceliği vardır. Ütopya’da en çok yaşlılara saygı gösterilir, on altı kişiden oluşan evlerde kararları yaşlılar verir. Ütopyalılar her şeyi paylaşır, paylaşamayacak oldukları durumlarda yine toplumsal faydayı sağlayacak şekilde yardımlaşırlar. Ütopya, toplumsal refahı ve huzuru sağlamak ve bunu korumak üzerine kuruludur.

ÜTOPYA Thomas More, İngiliz devlet adamı. İngiltere’yi görüyor ve yargıç olduğunu biliyoruz, sıklıkla davalarla uğraşıyor. Yani diğer deyişle, insanların günlük sorunlarının tanığı. İngiltere’yi tanıdığını söyleyebiliriz. Peki, Ütopyayı yazması, hangi boşluğu doldurmak için? Ütopya, bir kere toplumu idealize ediyor. En iyiye ulaştırmaya çalışıyor. Elbette en iyisi değil, daha iyisi var ancak bu yolda bir çaba sarf ediliyor. Ütopya nedir? Bir ülkedir. Zaten Ütopyayı bize More anlatmıyor, dostu Peter’in tanıştırdığı Rapheal Hythlodaeus’tan Ütopyayı öğreniyoruz.

İngiltere’nin toplumsal düzeni olmasa, More orada devlet adamı olmasa ve “Raphael ile karşılaşmazsa” Ütopya ülkesini öğrenmemiz pek mümkün olmayacaktı. Çünkü nihayetinde Ütopya dönemin şartlarına bir tepki ve daha iyiye ulaşma istediğidir. More, sorun olarak gördüğü durumları burada çözmeye çalışmış, bir ülke yaratmış ve bunu mantıksal sınırlar içinde tasarlayıp bizlere aktarmıştır.

More davalara bakıyor. Hukuk kitaplarıyla uğraşıyor. Erasmus’a göre hukukçu sayısı kadar hukuk bulunuyor ve bu karmaşanın arasında More adalet arayan bir yargıç. 1509’da yazdığı “Deliliğe Övgü”yü yakın dostu Thomas More’a ithaf ediyor. More bu kitaptan birkaç sene sonra Ütopyayı yazıyor. İki değerli çalışma… Ve yazarların, bu iki arkadaşın birbirinden etkilendiği kesin.

Ütopya dönemine göre ilericidir. İngiltere’de koyun yünü değerlenince zenginler koyunlara yönelir, koyun satın alır, çiftlikler kurar. Ancak halk ürünlerin azlığından dolayı sürekli çalmaktadır. Üretememenin, kıtlığın getirdiği sıkıntılar insanları suç işlemeye zorlamaktadır. Ütopyanın içinde bu suçların sebeplerini çözme vardır ve az sayıdaki insanın “kar”ının çok sayıdaki insanın hayatına değişilmesine tepki vardır. More, Ütopya’da bu yüzden, özellikle toplumsal menfaate, ortak faydaya vurgu yapmış ve ülkesini bunların üzerine inşa etmiştir.

Rapheal, bir gün Kral’ın da bulunduğu meclistedir. Hırsızlık cezalarının sertliğini hararetle savunan bir danışman Kral’la konuşmaktadır. Ancak cezaların sertliğine rağmen İngiltere’de suçlar azalmıyor giderek artıyordur. İnsanlar niçin ölümü göze alarak çalmaya devam ediyorlar, buna cevap arıyorlar. Tezini hararetle savunan danışmana daha fazla dayanamayan Raphael söze karışır ve hırsızlığa idam veriyorsak cinayete veya daha ağır suçlara ne ceza vereceğiz diye sorar. Ayrıca cezaların ağırlığının suçları azaltmadığı bellidir. Ve şunu söyler, cezaların nasıl olması gerektiğinden ziyade suça iten sebepleri ve bunları nasıl yok edebileceğimizi konuşmalıyız. Kitapta özel mülkiyete ilk eleştiri buradan gelir ve Ütopya ülkesi başlı başına bir özel mülkiyet eleştirisidir.

Günümüz şartlarında destekleyeceğimiz ve desteklemeyeceğimiz pek çok kanunla yönetilen Ütopya ülkesi, çağının ilericisi olarak hak ettiği yerde durmaktadır. NOTLAR Ekim ayının başında Tuncel Kurtiz bu dünyadan göçtü. Kurtiz bu ülkenin aydınıydı. Yılmaz Güney’le arkadaşlığı, 70’li yıllardaki gönüllü sürgünlüğü ve hükümet-

* http://www.odatv.com/n.php?n=sartre-gezide-olsa-ne-derdi--1506131200

37


lere, yönetimlere karşı muhalif duruşuyla tanıdığımız bir sanatçıydı. Burada özellikle değinmek istediğim, Tuncel Kurtiz’in birkaç sene önce katıldığı Memleket İsterim programındaki konuşmasıdır. Kurtiz hakkında ulaşabileceğimiz, hayatına, görüşlerine ilişkin en net bilgileri alabileceğimiz kaynak olma özelliğini taşıyor. Kurtiz, ben bir komünistim diyor, bu benim rüyam, insanların özgürce eşitçe yaşadığı bir dünya hayal ediyorum diyor. Ayrıca, bir milyar insanın aç yaşadığı, emperyalist savaşların hükümranlığında bir dünyadan bahsediyor.

Dergimize internet üzerinden de ulaşabilirsiniz

minervadergi.blogspot.com

Kurtiz’i daha yakından tanımak için önemli bir kaynak. Tuncel Kurtiz’i sevgiyle anarken, programın sonunda söylediği şu sözleri aktarmak gerekiyor. Sözlerini bir hikayeyi anlatarak bitiren Kurtiz, “burada bir hükümet mi var, muhalifim” diyor. ***

*** ***

Paris Komünü, Osmanlı basınında da tartışılmıştı. 1960lı yıllarda Namık Kemal sosyalist miydi tartışmaları yapılmıştır. Bu tartışmalar Namık Kemal’in Komünü desteklediği yazılarına dayanarak yapılıyordu. Burada belirtilmesi gereken, Namık Kemal’in bir sosyalist olmamasına rağmen Paris Komününün yanında olması ve Komün lehine yazılar yazmasıdır. Thiers, Versay ile Komün, Paris arası çatışmada, Komün’ün cumhuriyetçi olması, Versay’ın acımasız tutumu ve Komün Cezayir’in bağımsızlığından taraf olması Kemal’in yazılarında Komün’ü desteklemesinde etkili olmuştur. Namık Kemal’in Komün lehine yazdığı bir yazıyı aktaracağım. “ )…) Fransa zabitanı namında olan düşman tarafında gösterdikleri alçaklığın acısını evlad-ı vatandan çıkarmak isteyen yadigarların insafta, hakguylukta ne mertebeye vasıl olduklarını layıkiyle gördü. Binaenaleyh bunların hem hasım ve hem hakim olarak Komünleri müteallik ettikleri ithamat arasında falan şöyle yapmış, falan bunu itiraf ediyor yollu ihtira ettikleri iftiralara inanamaz. Versay’ın hiçbir şeyi irtikaptan kaçınmayan casuslariyle o mahut Jezvit güruhu meydanda iken cemiyet-i beşerin ıslahını maksat edinmiş ve bu maksat uğrunda feda-yı canı göze almış bu kadar eshab-ı danise petrolcü sıfatını kullanmak gibi bir şeiayı bir vakit isnat edemez. Yine tekrar ederiz ki daire-i belediye tarafdaranı ( Komün taraftarları) ber-tahip etmek isteselerdi ellerinde bulunan kalaların toplariyle iki saat içinde bütün bütün mahvetmeye muktedir idiler(…)” KAYNAKÇA ARMAOĞLU, Fahir, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi Alkım Yayınları, 2010

Katkı ve Eleştirileriniz İçin Bize Ulaşın:

ATEŞ, Toktamış, Siyasal Tarih, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,2009 MORE, Thomas, Ütopya, Hasan Ali Yücel Klasikleri, 2006

om

minervadergi@gmail.c

SADI, Kerim, Türkiye’de Sosyalizmin Tarihine Katkı, İletişim Yayınları, 1994

38


MİNERVA

KISA METRAJ GEZİ PARKI Halil İbrahim EKİZCE

2

013 Taksim Gezi Parkı protestoları, Taksim Meydanı’ndaki mevcut dört farklı projenin İstanbul 6’ncı İdare Mahkemesi ve 2 Nolu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kararı1 olduğu halde uygulanmaya başlanması sebebiyle olmuştur.

çekilen benim ve arkadaşlarımın da içerisinde bulunduğumuz grup sabaha karşı 5 sularında gerçekleşecek olan ‘’Şafak Baskını’’ndan habersizdi.

4 farklı maddeden oluşan bu projeler şunları içermektedir:

*Meydanı yayalaştırma projesi

*Atatürk Kültür Merkezi’nin yıkılması projesi

*Topçu Kışlası projesi

*Cami projesi

Bu projelerin ideolojik bir yönünün olduğu tartışılarak, Topçu Kışlası’nın 1.Abdülhamit tarafından yaptırılmış ve tek partili dönemde yıktırılmış olması; 31 Mart eyleminde Meşrutiyet’in ilanına karşı ayaklanan alaylı subayların buradan çıkması ve bir nevi anma olarak yapıldığı iddia edilmektedir.2

30 Mayıs sabahı ilk Şafak Baskını’ndan sonra barikata dayanıp kitap okuma eylemi yapan, polisin orantısız güç kullanımına rağmen polise karanfil uzatan tahmin edilemeyen bilinçli bir kalabalığı karşısında gören hükümet, saat 6.30 civarlarında tekrar Gezi Parkı’nı halka açtı. Halk olarak demokratik hakkımızı kullanırken polis ve hükümetin faşizan tutumu ile uykusunda biber gazı ve şiddete maruz kalan sonrasında daha da hırslanan ve ‘’çevreci hareketten Akp faşizmine baş kaldırış’’ eylemine dönüşen bu hareket hükümet için can yakıcı olacaktı. Siz bu eyleme ister ideolojik deyin ister marjinal grupların anarşizm yapması… Aslolan bir şey var ki; polisin sert müdahalesine tepki gösterip sosyal medyadan çok hızlı bir şekilde örgütlenen halk, bir gün sonra Taksim ve Gezi Parkı’nı tamamen doldururken taraftar grupları birleşti, örgütler sahaya indi, zafer ve kurt işaretleri ile sol yumruk aynı fotoğrafta görüldü, lazı-çerkezi-türkü-kürdü tek yürek Türkiye’nin dört bir tarafından bu harekete destek vermeye başladı.

Polisin orantısız müdahaleleri ve Erdoğan’ın ‘’Ne yaparsanız yapın, biz kararı verdik.’’3 açıklamaları ile inşaatın yapımında ısrarcı olması, protestoları hükümet karşıtı gösterilere dönüştürmüş ve gösteriler başta Ankara, İzmir, Hatay gibi şehirler olmak üzere Türkiye’nin diğer illerine de yayılmıştır. Projenin dayanağı olan 1/5000 ve 1/1000 ölçekli planlar İstanbul 1. İdare Mahkemesi tarafından 6 Haziran 2013 tarihinde iptal edilmiştir.4 27 Mayıs günü 5 ağacın kesilmesi ile Taksim Dayanışma grubunun üyeleri iş makinalarının önüne geçerek daha fazla yıkım yapılmasının engelleyip bu gruptan 50 kadar kişinin parkta çadır kurarak sabaha kadar nöbet tutmasıyla barışçıl eylem başlamış oldu. 28 Mayıs sabahında BDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder dokunulmazlığını kullanarak iş makinasının önüne geçip “Ağaçları kestirmeyeceğiz. Fakir fukaranın gölgesinin kesilmesine izin vermeyeceğiz.”5 söylemi ile daha da kalabalıklaşan grup nöbete devam etti. 2000 kadar kişilik kalabalık basın açıklaması yaptı. Polis ilk saldırısını yaparken kitleleri harekete geçiren ‘’kırmızılı kadın’’ fotoğrafı da bugün çekildi. 29 Mayıs’ta sabahın erken saatlerinde polis eylemcilerin çadırlarını kaldırdı ve inşaat yeniden başladı. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu parka gelerek Gezi Eylemi’ni desteklediklerini duyurdu. Festival havasına dönüşen direnişte gece devam edenler için film gösterimi yapıldı. Verilen mini konserden sonra dinlenmeye

1 “Kışlaya onay yok!” ,17 Ocak 2013, http://www.radikal.com.tr/hayat/kislaya_onay_yok-1117393 2 “Kongar, Emre - Küçükkaya, Aykut; Türkiye’yi Sarsan Otuz Gün Gezi Direnisi, Cumhuriyet Kitaplari, 2013, 8.Bs S.14 3 “Tarihe Kronoloji’’, Express Dergi, HaziranTemmuz Sayısı, sayı136, 2013, S.25 4 “Mahkeme Topçu Kışlası’nı iptal etmiş”, 3 Temmuz 2013, http://www.yurtgazetesi.com.tr/gundem/mahkeme-topcu-kislasini-iptal-etmis-h37790.html 5

“Gezi Parkı’ndaki nöbete biber gazı”, 28 Mayıs 2013, http://www.ntvmsnbc.com/id/25445552

39


Aynı gün İstanbul dışındaki birçok şehirde de protesto yürüyüşleri düzenlendi. Ankara’da Kuğulu Park, İzmir’de Gündoğdu Meydanı ve Konak bölgelerinde yapılan yürüyüşler polisin müdahale etmesiyle son buldu.6 Yine aynı gün daha ufak çaplı gösteriler ve yürüyüşler Mersin’de Özgür Çocuk Parkı’nda, Tunceli’de Sanat Sokağı’nda, İzmit’te Cumhuriyet Parkı’nda, Konya’da Atatürk Anıt Alanı’nda, Manisa’da Manolya Meydanı’nda, Marmaris ve Adana’nın Atatürk Parkı’nda gerçekleşti.7

yaralıların 19’unun İstanbul’da tedavilerinin devam ettiğini açıkladı.11 Başbakan Erdoğan’ın “Evet cami de yapacağız. Ben bunun iznini gidip de CHP genel başkanından ve birkaç çapulcudan alacak değilim. Bize oy verenler bunun yetkisini verdi zaten” , “Şu Twitter toplumun baş belası”, ‘’Bu ülkenin yüzde 50sini zor zaptediyoruz.’’ ve “İçki içen alkoliktir”12 sözleri sürece nefret ve şiddet tohumları atıp benim oylarım bana yeter mantığı ile ayrıştırıcı bir politika uygulayıp insani değerleri göz ardı ederek irrasyonel olan halkı galeyana getirdi. ‘’Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim’’ sloganları atan eli çivili sopalı faşistleri halkın içine karıştırdı. Gözü çıkan, kolu kırılan, kafası yarılan, dayak yiyen ve dahası hayatını kaybeden bu kadar insanın görmezden gelinmesi; bu faşist ve dikta yönetimden taviz verilmeyeceği mesajını vermekteydi.

İlerleyen süreçte polisin olaylara sert müdahalesi dozunu arttırırken BDP milletvekili Sırrı Süreyya’nın 31 Mayıs günü omzuna gaz bombası kapsülünün isabet etmesi nedeniyle ikinci kez yaralanması ve CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu gaz bombasının etkisiyle fenalaşması8 olayların vahametini gözler önüne seriyordu. Yaralı sayısının çokluğu ve bölgedeki hastanelerin yeterli olamaması nedeniyle Türk Tabipler Birliği geçici bir acil müdahale birimi kurdu.9 1 Haziran’da CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun önceden hazırladıkları Kadıköy Mitingi’ni Gezi olayları nedeniyle Taksim’e taşıdığını açıklaması10 ile Kadıköy’den harekete geçen kalabalık Boğaz Köprüsü’nü kullanarak Taksim’e ulaştı. Başbakan Erdoğan’ın direnişçileri ve muhalefeti CHP’ye sıkıştırdığı görülüp CHP’ye ithafen ‘’Sizin gibileri iyi biliriz.’’ sözleri ve o güne kadar ilk kez Taksim’de bir grubun parti bayraklarını açıp kendi siyasetini yaptığı görülünce direnişin asıl sahipleri olan sivil halk, CHP’yi alanda dışladı ve direnişin dışında bıraktı.

2 Haziran günü Dolmabahçe Bezm-i Alem Valide Sultan Camii’nde kurulan ve Beşiktaş’ta polisin plastik mermi ve gaz kapsülüne doğrudan hedef olup yaralanan vatandaşlarımızı tedavide kullanılan revir, haftalarca tartışılmıştır. Önce, camiide alkol tüketidiği, daha sonra öpüşüldüğü, en nihayetinde de ayakkabılarla girildiği iddia edilse de, bu iddialar Türk mizahının en değerli unsurlarından biri haline gelmiştir. Tüm bu iddialara rağmen bahsi geçen camii müezzini Fuat Yıldırım’ın içki içilmediğini söylemesinin akabinde “çok yıprandığı’’ gerekçesiyle Kayabaşı Köyü’ne atanmıştır.13 5 Haziran’da KESK’in başını çektiği ve bir gün önce başladığı iş bırakma eylemine DİSK, TTB ile TMMOB da katıldı. Ankara’da toplanan DİSK üyeleri Gezi Parkı protestolarına destek vermek isteyenler Kızılay Meydanı’nda toplandı. DİSK eski Genel Başkanı Erol Ekici, yıllar sonra ilk kez grev yapan emekçiler için açılan Kızılay için “Kızılay tarihinin en büyük eylemini görüyorum. Alanda 40-50 bin kişi bulunuyor” dedi.14

Aynı gün İçişleri Bakanı Muammer Güler yaptığı açıklamada, 48 ilde 90’ın üzerinde eylem yapıldığını, 939 kişinin gözaltına alındığını, 53’ü vatandaş 26’sı polis olmak üzere toplam 79 kişinin yaralandığını ve bu 6

“Ankara ve İzmir’deki Gezi Parkı eylemlerine gazlı müdahale”, 31 Mayıs 2013, http://www.radikal.com.tr/turkiye/ankara_ve_izmirdeki_gezi_parki_eylemlerine_gazli_mudahale-1135813 7 “Gezi Parkı direnişi 9 ile yayıldı, onbinlerce kişi sokağa döküldü!“, 31 Mayıs 2013, http://t24.com.tr/haber/gezi-parki-direnisi-9-ile-yayildi-onbinlercekisi-sokaga-dokuldu/231071 8 “Turkey: End Police Violence at Protests”, June 1, 2013, http://www.hrw.org/news/2013/06/01/turkey-end-police-violence-protests 9 “Taksim’de seyyar hastaneler kuruldu”, 31 Mayıs 2013, http://www.radikal.com.tr/turkiye/taksimde_seyyar_hastaneler_kuruldu-1135823 10 “Polis, Taksim Meydanı’ndan ayrıldı”, 1 Haziran 2013, http://gundem.milliyet.com.tr/flas-haber-polis-taksim/gundem/detay/1717225/default.htm 11 “Gezi Parkı eyleminin bilançosunu açıkladı.”, 2 Haziran 2013, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/23417292.asp 12 “CHP ve bir kaç çapulcudan izin alacak değiliz’! Taksim’e opera da yapacağız cami de”, 2 Haziran 2013, http://www.aksam.com.tr/siyaset/chp-ve-birkac-capulcudan-izin-alacak-degiliz-taksime-opera-da-yapacagiz-cami-de/haber-211898 13 “Dolmabahçe Camisi’nin imam ve müezzini gitti”,21 Eylül 2013, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/24756039.asp

40


Belediyelerdeki eylem çağrısı karşısında Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek “Eylemlere katılanı devlet memurluğundan çıkarırız” yanıtı geldi. Melih Gökçek imzalı genelgede bugün akşama kadar pişmanlıklarını bildirenlerin ise affedileceği kaydedildi.15 Özellikle akşam saatlerinde Kızılay Meydanı yakınlarında polis ve protestocular arasında başlayan çatışmalar gece boyunca devam etti. İstanbul’da ise Miraç kandili dolayısıyla Gezi Parkı’nda Çarşı grubu Beşiktaş’ta polislere ve halka kandil simidi dağıtıp, önceki günlerde revir olarak da kullanılan Dolmabahçe’deki Bezmi-alem Valide Sultan Camii’ni ziyaret etti.16 Tencere ve tavalarla protesto ve yürüyüşler dışında neredeyse hiç çatışma olmadı.

yiyecek, içecek ve çeşitli yardım gereçlerini getirerek birbirleriyle paylaştılar. Türkiye’de kurulan ilk doğrudan demokrasi ve komun alanı haline gelen Taksim Meydanı ve Gezi Parkı dünya basınında baş sayfalarda yer aldı. İçeride parayla hiçbir şeyin verilmediği alanda birçok farklı görüşten örgütün de yardımlarıyla erzak depolandı. Soğuktan korunmak adına büyük çadırlar kuruldu ve battaniyeler dağıtıldı. Büyük bölümünü gençlerin oluşturduğu alan, kaldırım taşlarından kurulan kütüphanesi, sabahlara kadar çalınan gitar sesleri, etrafa dikilen çiçekler, okuyan, yazan, çizen, tartışan, konuşan insanlar, duvarlara çizilen resimler ile rengarenk, hayat dolu, ses ve renk cümbüşüne dönüştü. Çevreye kurulan barikatlar ile de Gezi Parkına polis müdahalesi gerçekleşemedi. Ayrıca Park meydanında toplanan onlarca kişiye gönüllü doktorlar tarafından uygulamalı ilk yardım dersleri verildi.

Aynı gün MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, direnişin ilk günlerinde ön plana çıkan BDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’i kastederek yaptığı açıklamada “İmralı’nın postacısının liderliğini yaptığı Gezi Parkı eylemine destek vermiyorum” demiş ve meydanlarda ülkücü olmadığını, olmayacağını ve eyleme destek vermek isteyenlerin ancak MHP’den istifa ederek destek olabileceklerini belirtmişti.17 Protestoların yayılmasının ve giderek hükümet karşıtı bir eyleme dönüşmesinin ardından, Bahçeli sadece bir hafta sonra, 12 Haziran’da partisinin grup toplantısında yaptığı bir konuşmada “Gezi Parkı bir çığlıktır. Haykırışın sembolleştiği yerdir.” 18diyerek hükümete yüklendi. 7 Haziran günü Cuma nedeniyle Gezi Parkında anti kapitalist müslümanlar Cuma namazı kıldı. Namaz kılmayan kişilerin ise provokasyona karşı cuma namazı kılanların etrafını sarıp korumaları bu ülkede bazı dogmaların kırıldığının işaretiydi.19

11 Haziran’da ise polis sabahın erken saatlerinde göstericilerin hazırladığı barikatları aşarak Taksim Meydanına geldi. Bununla birlikte polis müdahalesi sırasında birdenbire Taksim Gezi Parkı gösterilerini fazla yayınlamayan yayın kuruluşlarının yayına girmesi, polise karşı bu gösterilerde fazla kullanılmayan molotof kokteyli atmaya çalışan,havai fişek atan, gösterici kitlesine uzak bir alandan 10-15 kişilik üzerinde “SDP Asayiş” yazılı kalkan taşıyan grubun polise saldırması ve bunlara karşı polisin zayıf müdahalesi tartışmalara neden oldu.20 Bazı yayın organları bunu Akp’nin seçmenine yönelik bir oyun olarak yorumladı. Bazı yabancı yayın organları ise bu kimseleri provakatör sivil polis olarak gösterip başbakanı gezi parkına müdahaleye açmak için sahte bir senaryo uygulamakla suçladı. Çünkü bir yerde şiddet ve anarşizm ortamı varsa iktidar olarak müdahale etme meşruluğu kazanırsınız. Polis, polise karşı koyan bu 10-15 kişilik grubun sivil polis değil, SDP li olduğunu ve sivil polis diye gösterilen bir kimsenin de SDP üyesi olduğunu ve yakalandığını açıkladı.21 Kısa sürede

10 Haziran’a kadar eylemin ilk gününden itibaren direnişçiler Gezi Parkında toplanmaya devam etti. Tam bir yardımlaşma içerisinde olan direnişçiler, evlerinden 14

“Polis Ankara ve İzmir’de göstericilere müdahale etti”, 2 Haziran 2013, http://www.radikal.com.tr/turkiye/polis_ankarada_gostericilere_mudahale_ etti-1135950 15 “‘Gezi’ protestosu için sendikalar sivil toplum örgütleri iş bıraktı”, 6 Haziran 2013, http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/23437835.asp 16 “Çarşı kandil kutlayıp simit dağıttı”, 6 Haziran 2013, http://gundem.milliyet.com.tr/carsi-kandil-kutlayip-simit-dagitti/gundem/detay/1719237/default.htm 17 “Vekillere Gezi gözdağı!”, 13 Ekim 2013, http://haber.gazetevatan.com/flas-flas-vekillere-gezi-gozdagi-istifani-ver/543804/1/Gundem 18 “Devlet Bahçeli: Gezi Parkı bir çığlıktır”, 12 Haziran 2013, http://www.radikal.com.tr/turkiye/devlet_bahceli_gezi_parki_bir_cigliktir-1137214 19 “Gezi’de cuma namazı kılanları böyle korudular”, 7 Hazirn 2013, http://gundem.milliyet.com.tr/gezi-de-cuma-namazi-kilanlari/gundem/detay/1719897/default.htm 20 ‘Niye bugüne kadar molotof atan olmadı’, 11 Haziran 2013, http://www.radikal.com.tr/turkiye/niyea_bugune_kadar_molotof_atan_olmadi-1137116 21 “Molotoflu saldırganlar kendilerini yaktı”, 12 Haziran 2013, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/23478548.asp

41


meydana hakim olan polis, AKM binası ve Cumhuriyet anıtı üzerinde bulunan pankartları topladı.22 Vali Hüseyin Avni Mutlu gezi parkına müdahale edilmeyeceğini açıkladı. Ancak, göstericilerin ailelerine seslenerek gezi parkında kalanların can güvenlikleri olmadığını da söyledi.23

Olaylara sert şekilde müdahale edildi ve kullanılan orantısız güce seyirci kalamayan halk sosyal medya üzerinden çok çabuk örgütlendi.

Hükümetin uyguladığı ayrıştırıcı şiddet politikası ile ilk ağız Başbakan direnişçilere ‘’terörist, anarşist, birkaç kendini bilmez, çapulcu’’ tanımlamalarını kullandı. Ana akım medya unsurlarına uygulanan sansür ile yaşadıkları haksızlıkları duyuramayan halk tarafından ana akım medyaya nefret oluştu. Hükümet haberlerini anlaşmış gibi aynı anda gösteren kanallar, aynı başlığı atan gazeteler; vatandaşlar polisle çatışırken kör sağır dilsizi oynadı. Ne acı ki; CNNlive’da gezi olayları gösterilirken eş zamanlı olarak CNNTürk’te penguen belgeseli yayındaydı. Direnişi yayınlayan Halk Tv, Ulusal Tv ve Cem Tv ise reytingleri alt üst etti. BM, USA, Uluslararası Af Örgütü, ve bazı ülkelerden orantısız güç kullanılmaması ve gösteri haklarına saygı gösterilmesi çağrısında bulunuldu.24 16 Haziran’da o güne kadar Taksim’e ulaşılmasın diye belli aralıklarla metro, tramvay, otobüs gibi toplu taşıma araç seferleri durdurularak ulaşım hakkı elinden alınan vatandaşlar bir yana dursun; Kazlıçeşme’de AKP tarafından düzenlenen ‘’Milli İradeye Saygı’’ mitingine katılımcılar toplu taşıma araçları ile özel olarak taşındı.25 18 Haziran’a kadar Başbakan sert üslubunu sürdürmeye devam etti, polisi daha da güçlendireceğini ve eylemlerde polisin çok başarılı bir demokrasi sınavı verdiğini şiddet uygulayanların terörist ve anarşist gruplar olduğunu söyledi.26 İstanbul’da ise halk, Taksim’de gözaltılara karşın direnişin sembolü haline gelen AKM’de Atatürk Posteri önünde ‘’duranadam’’ eylemi yaptı.27

Para babalarının sansüre boyun eğdiğini görüp nefret ve şiddet dürtüleri tavan yapan vatandaşlar, yabancı sermayenin kapitalist sisteminin sembolü bankalara zarar verdi. Ntv binası önünde eylem yaptı. Orantısız gücü görev edinmiş çevik kuvvete, tomaya, biber gazına, tazyikli suya karşı sadece ‘’insancıl yaşama ve duyarlı olma motivasyonu’’ ile direnen insanlar oluştu.

Daha sonraki süreçte polis tarafından Taksim ve Gezi Parkı’nın elinden alınması ile halk, İstanbul’un çeşitli bölgelerinde forumlar düzenledi. Bu forumlarda olayların yeşili koruma eyleminden hükümete karşı bir başkaldırışa nasıl dönüştüğünü özetlersek, şunları söyleyebiliriz.

Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş taraftar grupları kol kola marşlar söyleyip kendilerini ‘’İstanbul United’’ diye adlandırdılar.

22 “Taksim’e müdahale, İMDB puanı: 2.1!”, 11 Haziran 2013, http://www.radikal.com.tr/turkiye/taksime_mudahale_imdb_puani_21-1137181 23 “Dün neler oldu?”, 12 Haziran 2013, http://sozcu.com.tr/2013/genel/dun-neler-oldu-312983/ 24 “BM’den ‘Gezi Parkı’ açıklaması”, 11 Haziran 2013, http://www.radikal.com.tr/dunya/bmden_gezi_parki_aciklamasi-1137231 25 “Direnişçiye gaz, AKP’liye bedava metrobüs”, 16 Haziran 2013, http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=423176 26

“ERDOĞAN: POLİS DEMOKRASİ SINAVINI GEÇTİ”, 18 Haziran 2013, http://www.aktifhaber.com/erdogan-polis-demokrasi-sinavini-gecti806923h.htm 27 “‘Duran adam’ eylemleri durmuyor!”, 18 Haziran 2013, http://gundem.milliyet.com.tr/-duran-adam-eylemleri-durmuyor-/gundem/detay/1724735/ default.htm

42


Selam olsun… Abdullah Cömert burada! Ethem Sarısülük burada! Mehmet Ayvalıtaş burada! Mustafa Sarı burada! İrfan Tuna burada! Ahmet Atakan burada! Ali İsmail Korkmaz burada!

Onbinlerin bir arada yaşadığı Gezi Parkı’nda taciz olayı olmadı. İnsanlar kardeşçe türküler söylediler. Tarlabaşı delikanlısı ile Nişantaşı topuklu ayakkabılısı belki de hayatlarında ilk kez yan yana gelerek aynı barikatta direndiler. Bizi zamanında sağcı, solcu, türk, kürt diye ayıranlar sözüm meclisten dışarı ‘’Badem Bıyıklı Faşizmi’’ne karşı insanların hep birlikte olabildiğini gördüler..

KAYNAKÇA KONGAR, Emre - KÜÇÜKKAYA, Aykut; Türkiye’yi Sarsan Otuz Gün Gezi Direnişi, Cumhuriyet Kitapları, 2013, 8.Bs ‘’Tarihe Kronoloji’’, Express Dergi, Haziran-Temmuz Sayısı, sayı136, 2013. “Kışlaya onay yok!” , Radikal, 17 Ocak 2013, radikal. com.tr Mahkeme Topçu Kışlası’nı iptal etmiş”, Yurt Gazetesi, 3 Temmuz 2013, yurtgazetesi.com.tr “Gezi Parkı’ndaki nöbete biber gazı”, Ntvmsnbc, 28 Mayıs 2013, ntvmsnbc.com “Ankara ve İzmir’deki Gezi Parkı eylemlerine gazlı müdahale”, Radikal, 31 Mayıs 2013, radikal.com.tr “Gezi Parkı direnişi 9 ile yayıldı, onbinlerce kişi sokağa döküldü!“, t24, 31 Mayıs 2013, t24.com.tr “Turkey: End Police Violence at Protests”, hrwnews, June 1, 2013, hrv.org “Taksim’de seyyar hastaneler kuruldu”, Radikal, 31 Mayıs 2013, radikal.com.tr “Polis, Taksim Meydanı’ndan ayrıldı”, Milliyet, 1 Haziran 2013, gundem.milliyet.com.tr “Gezi Parkı eyleminin bilançosunu açıkladı.”, Hürriyet, 2 Haziran 2013, hurriyet.com.tr “CHP ve bir kaç çapulcudan izin alacak değiliz’! Taksim’e opera da yapacağız cami de”, Akşam, 2 Haziran 2013 akşam.com.tr “Dolmabahçe Camisi’nin imam ve müezzini gitti”, Hürriyet, 21 Eylül 2013, hurriyet.com.tr Polis Ankara ve İzmir’de göstericilere müdahale etti”, Radikal, 2 Haziran 2013, radikal.com.tr “‘Gezi’ protestosu için sendikalar sivil toplum örgütleri iş bıraktı”, Hürriyet, 6 Haziran 2013, hurriyet.com.tr

Demokrasiyi sadece sadıkta arayanlar T.C.Anayasa Madde 34e istinaden sokağa çıkıp bağırma hakkını es geçtiler. Siyaseti statta yasakladılar. Dk. 34 geldiğinde ‘’Her yer Taksim, her yer direniş.’’ sloganları atılırken yayının sesini kıstılar. Akp’nin Mısır politikası ‘’Rabia’’ atkısıyla statlarda poz verdiler. Bugün sözüm ona ‘’Yaşa RTE’’ sloganları atılsa durum sanıyorum bundan farklı olurdu. Demek ki yasak; söylediğiniz gibi siyasi söylemlere değil, sizin gibi düşünmeyenlere. Polis arama izni olmadan evlere girdiğinde, akıl almaz çalışma saatleri ile yorgun düşüp irrasyonel halde güç sahibi olduğunda, elindeki silahları hedef alarak ateşlediğinde, baskın anında kimliği tespit edilmesin diye kask numaralarını bantla kapattığında bu ülkede demokrasi olmaz, olamaz. İnsanlar sokağa çıktığında onları anlamaya çalışsaydınız, olaylara müdahale etme meşruluğunu kazandığınız şiddet görüntüleri yaşanmamış, 10 vatandaşımızın gözü çıkmamış, yüzlerce insanımız yaralanmamış, 7 fidanımız solmamış ve hala nefes alıyor olurdu.

43


MİNERVA

GEZİ DİRENİŞİ’NDE KADIN VE LGBT HAREKETİNİN YERİ Sevinç Ödül PATIR

Mayıs ayından Ekim’e Türkiye’nin gündeminde olan önemli bir hadise: Gezi Direnişi. NTV Tarih Dergisi’nin yayınlanmayan sayısında, yaşarken yazılan tarih olarak tanımlanmış Gezi Direnişi tüm Türkiye’yi derinden sarsmış, tüm dünyanın gündemine oturmuştu.

homofobik insan bile bir noktadan sonra LGBT bireylerin varlığını kabullenmek zorunda kaldı. Ancak her şey bu kadar basit değildi. Her ne kadar kadınlar ve LGBT bireyler biraz daha görünür olsalar da yaptıkları her iyi işte adamlaştırılarak yüceltildiler. Barikata gelen LGBT birey “delikanlı” statüsüne yükseldi. Kadınlar zaten “adam gibi adam”dı.

Gezi Direnişi nasıl veya neden patladı hala daha kesin bir sonuca bağlanamamış olup senelerce üzerine konuşulacağı öngörülen bir konudur. Üzerine hemen herkesin hemfikir olduğu bir konu var ki o da; gezi direnişinin çok farklı grupları bir araya getirdiği gerçeğidir. Gezi direnişi sayesinde birçok karşıt görüşlü grup bir arada yaşama, yaşayabilme deneyimi elde etmişler ve bir nebze olsun uyum sağlanabildiğini görmüşlerdir. Birbirini anlamak konusunda en büyük sıkıntıyı çeken kadın-erkek, LGBT bireyler-erkek ilişkisi ise görünür hale gelmiştir. Gezi direnişi başladığı günden itibaren “unutulmaz kareler” diyebileceğimiz fotoğrafların sayısı gün be gün arttı. Bunların içinde şüphesiz ki en önemlileri, direnişin simgesi haline gelen kırmızı elbiseli kadın, siyahlı kadın ve sapanlı teyze olmuştur. Kırmızı elbiseli kadının orantısız güçle gelen biber gazına maruz kalması, siyahlı kadının ise tomanın önüne geçerek suyu göğüslemesi pek çok insan için bir ilham kaynağı oldu.

Kadın ya da LGBT birey olduğu için en önde durmasının, gaza, yanığa, acıya, uykusuzluğa dayanabilmesinin, en ağır taşları barikata koyabilmesinin tek açıklaması; onların “adam gibi” olmalarıydı. Zira alanda her ne kadar karşıt görüşlü insanlar bir araya geldi desek de, “erk”in kabul edemediği bir güç çatışmasını da beraberinde getirdi. Kadınların ve LGBT bireylerin alanda ve barikattaki görünürlükleri yeterli olmadı. İstiklal Caddesi’nin pek çok yerindeki küfürlü yazılamalar ve hemen herkesin diline pelesenk olmuş küfürlü ya da küfürsüz “erk” kokan sloganlar her yerdeydi. 7’den 70’e herkesin dilindeki “sık bakalım” şarkısının sonundaki “delikanlı kim bakalım?” cümlesi bunun en belirgin örneğiydi. Zira delikanlı dediğimiz kimseler gayet maço tavırlarıyla belirgin erkek modelidir. Bir dönemin Mükremin Çıtırları’dır. “Mükremin Çıtır delikanlılığını” benimseyerek şarkıya eşlik eden kadınlar da bilerek ya da bilmeyerek bu delikanlılığa sahip çıkmış, erkin sözüne uyum sağlamıştır. Bir feministin de bununla yüzleşmesi pek kolay olmamıştır.

Peki direnişte kadınların ve LGBT bireylerin rolü neydi?

Tabi ki kadınlar da (ki burada bahsi geçenlerin hemen hepsi feminist olan kadınlardır.) LGBT bireyler de bu durumu kabullenip bir köşede oturmadı. LGBT bireyler gökkuşağı bayrağı altında ve ellerindeki müzik aletleriyle birlikte gün içinde pek çok defa alanda yürüyüş yapıp “alışın her yerdeyiz!” dediler ve bunu derken de bütün siyasi grupların arasından geçtiler. Saklanmadılar, erkin karşısına çıktılar. Kimi zaman film tanıtımı yaptılar kimi zaman eğlenceli sloganlarını attılar. Kadınlar ise cinsiyetçi küfürlere karşı olan yaratıcı küfür atölye-

Mayıs ayının sonunda patlak veren olaylarda, algıda seçicilik doğrultusunda da olabileceği gibi, benim dikkatimi en çok çeken alandaki kadınlar ve LGBT bireylerdi. Bir diğer taraftan alandaki erk olma haliydi. Öncelikli olarak genelde kadınların ve LGBT bireylerin bu tarz şiddetli olaylarda arka planda kalması beklenildiğinden ön saflarda görülenler, toplum açısından büyük şaşkınlık yarattı. Bir diğer taraftan toplumdaki en 44


leri yaptılar. İstiklal Caddesi’ni boydan boya sarmış cinsiyetçi küfürlerin üzerlerini boyadı. Yine de sonuçta pek bir değişiklik olmadı.

Bu sene LGBT onur yürüyüşü, direnişin de etkisiyle en kalabalık senesini yaşamıştır. Direnişte sembol haline gelmiş olan barikattaki kadının, toma önündeki siyahlı kadının, elinde sapan olan teyzenin fotoğrafı pek çok insana ve aynı zamanda pek çok kadına cesaret vermiştir. Direniş LGBT bireyler ve kadın için, erkin zulmüne, ataerkil düzene bir başkaldırı halinin yapılabileceğini göstermiş; pek çok insan için de bu anlamda önem arz etmiştir.

Direniş günlerinde sosyal medyayı yakından takip eden insanların birçoğu görmüştür. “ötekileştirme” kavramından söz ediliyordu. Bu ötekileştirme kavramı da küfürlerle bir arada kullanılıyordu. Söylediğiniz her bir cinsiyetçi ya da aşağılayıcı küfür yanınızdaki bir insana dokunabiliyor ve onu alandan, direnmekten, toplumdan uzaklaştırıyordu. Her ne kadar taraftar grupları etkin bir rol oynamış olsalar da küfürlü sloganları dayanılmaz hale geldiğinde, kendi bakış açımla alandan uzaklaştım. Direnişten aklımızda kalan bir diğer kadın gücü ise annelerin taksim meydanında oluşturduğu insan zinciriydi. Annelik tanımının evde oturup çocukların gelmesini beklemekten ibaret olmadığını anlattılar. Hatta klasik annelik tanımı öğretilerinin dışında direnen kadınlardı. “Anne olduğumuz için evde oturmak zorunda değiliz bizler de kadınız ve bizim de sözümüz var !” düşüncesi daha iyi yansıtılamazdı. Her yaştan her meslekten kadınlar alandaydı. Gezi Direnişi pek çok anlamda önemliydi. Kadın ve LGBT hareketinin görünürlüğü açısından da büyük bir önem kazanmış olsa da tam anlamıyla başarı sağlandı diyemeyiz. Çünkü alanda bütün LGBT bireylere ve feminist mücadeleye rağmen erk olma hali (cinsiyetçi küfür vb.) hâkimdi ve bu gruplara uyarı yapılması gerekiyordu. İki kişi çarpıştığında karşılıklı özür dileyebilecek kadar kibarlıklarla dolu ortamda erkeklik, ne yazık ki, yine de pasif kalamıyordu.

Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!

45


MİNERVA

GEZİYİ UNUTACAK MIYIZ? Özgür Can ARAZ

G

“Gelecek, sonsuz bir şimdiler silsilesidir.” Howard Zinn1

eçtiğimiz yaz çok enteresan bir şey oldu. “Önemli miydi değil miydi?” ya da “Neyi değiştirecek?” tartışmaları bir tarafa gerçekten çok enteresandı. Şu ana kadar Türkiye’de yaşadığımız –en azından içinde bulunduğum nesil açısından- en farklı süreçlerdendi. Taksim Gezi Parkı Direnişi ile birlikte Türkiye’nin pek çok yerinde yaşananlar, hem bir sonuçtu hem de yeni sonuçlar doğurma potansiyeli olan bir olguydu. Haziran ayından bu yana Gezi Parkı olaylarıyla birlikte yaşanan sürecin etkisinin ölçüsünün yakın gelecekteki seçimlerle ortaya çıkacağı yönünde pek çok görüş var. Bu görüşler bir bakıma kabul edilebilir olsa da seçimlerin tek başına asla yeterli bir gösterge olmayacağını düşünüyorum. 1968 Mayıs’ında Fransa’da (ki Fransa’nın ekonomik anlamda önemli gelişmeler kaydettiği bir dönemde) yaşanan olaylarla birlikte Cumhurbaşkanı Charles De Gaulle zor günler geçirmişse de kısa bir süre içinde yapılan seçimlerle zaferini ilan etmiş ve hali hazırda on yıldır oturduğu iktidar koltuğunu bırakmamıştır. Bu arada De Gaulle’nin 1968 Mayıs’ında protestocuları bilinen iktidar reflekslerinin bir getirisi olarak densizlikle suçlamış olduğunu atlamamak gerekir. Fakat 1968’de yaşananlar, küresel etkiler yaratmış, birçok zihni dönüşüme katkı sağlamıştır. Toplumsal ve kültürel etkileri yıllarca konuşulmuştur. Bu gün dahi siyasetin ve toplumsal hareketlerin referans noktalarından birini oluşturuyor. Peki, son dönemde dünyada yaşanan pek çok başkaldırının ve gezi olaylarının siyasi ve kültürel anlamda soyut ya da somut bir takım evrim süreçlerine katkısının olacağı ihtimali yüksek değil mi? Bence yüksek. Böyle bir yaşanmışlığın mutlaka önemli kültürel ve siyasal yansımaları olacaktır. Bu arada ve Gezi’yi, 68 kuşağını kutsama üzerinden tanımlama amacında olduğum anlaşılmasın. Zira hem gezi hareketi hem de son dönemde uzak ve yakın coğrafyalarda değişim talebiyle filizlenen diğer hareketler tarihsel referansların yanında

bu yüzyılın kendine özgü gerçeklikleriyle de sorgulanmalı. Fakat bazı olaylarla ilgili neden sonuç ilişkisini kurmak için insanlığın biriktirmiş olduğu örneklere de göz atmak gerekir. “Kimilerin benzettikleri, benim de mensubu olduğum ‘68 kuşağına’ benzemiyorlar. Bizler, ABD imparatorluğu’nun kapitalizmiyle, Sovyet-Çin sultasında sosyalizmin yarım asır süren Soğuk Savaşı’nda, bulunduğumuz ülkeye göre düzene başkaldırmakla ya da bir yana çekilip, ‘Çiçek Çocukları’ olmakla yetinmiştik. Türkiye ve Amerika’nın arka bahçesi diye tabir edilen kimi Güney Amerika ülkelerinde, ‘soğuk savaş’a silahlı mücadeleyle alet edilen, dağa çıkan, gerillalığa soyunan gençlik istisna idi. Bizler, beyaz güvercinli simgelerimize rağmen, barış yanlısı değil savaş karşıtıydık.”2 Gezi olayları İstanbul’un merkezi noktalarından birinde bir yeşil alanı içinde barındıran ve yanlış projelerle dönüştürülmeye çalışıldığı savunulan şehir mekanını koruma amacıyla hareket eden çevreci bir hareketin bariz ve sistemli bir polis şiddetiyle baskılanması ve yönetenlerin sağduyulu davranmaması sonucu büyüdü ve dünyaya ciddi anlamda sesini duyuran eylemlere dönüştü. Bilindiği gibi artarak devam eden polis şiddetinin ise bilançosu ağır oldu; ölümler, çıkan gözler, kalıcı hasar bırakan yaralanmalar ve süreç boyunca gelişen bir cadı avı... Gezi olayları, kuşkusuz gelişimiyle birlikte farklı boyutlar kazandı. İktidara dair memnuniyetsizlik birikiminin de bir dışa vurumu haline dönüştü. “Türkiye’deki protestocuların belirli bir gerçek hedef peşinde koşmadıklarını teslim etmek de ayrıca önemlidir… Protesto eylemlerine katılan insanların çoğunluğunun farkında oldukları şey, çeşitli özgül talepleri bir arada tutan, aynı zamanda akışkan bir huzursuzluk ve hoşnutsuzluk duygusunun varlığıdır.”3 Aynı zamanda gezi olayları sanayi

1

“Küçük çapta bile olsa harekete geçmeyi başarırsak, gelecekteki büyük ütopyayı beklemek zorunda kalmayız. Gelecek, sonsuz bir şimdiler silsilesidir. Şimdiyi -etrafımızdaki bütün kötülükleri bir tarafa bırakarak- insanların hak ettiğini düşündüğümüz gibi yaşamak bile harika bir zaferdir.” Howard Zinn – Noam Chomsky, İşgal Et, Çev. Osman Akınhay, İstanbul, Agora Kitaplığı, 2013, s:90 2 Gündüz Vassaf, Küresel Gezi Gençliği, 30.06.2013 <http://www.radikal.com.tr/yazarlar/gunduz_vassaf/kuresel_gezi_gencligi-1139736> 3 Slovaj Zizek, Dünyadaki İsyanların Anlamı, Çev. Osman Akınhay, İstanbul, Agora Kitaplığı, 2013, s:1

46


ve tarım toplumlarından çok ciddi farklılıklar gösteren bir toplumun oluşum süreçlerinden birinin de kapsamı içindedir, diyebiliriz. İnternet çağının küresel iletişimi daha kolay kıldığı bir ortamda yeşerdi bu hareket ve yakın dönemdeki pek çok toplumsal hareket gibi internet ve sosyal medyanın etkilerini açığa vurması bakımından son derece önemliydi. “Taksim Gezi Parkı Direnişi, en kestirme tanımla Bilişim Devrimi’nin Türkiye’deki kırılma, patlama noktasıdır.”4 Devlet aygıtlarını elinde bulunduran iktidarlar şimdilik çoğunlukla dönemlik ya da gündelik hedeflerle ilgilenerek dünya genelindeki değişim taleplerini ıskalıyorlar. Fakat bu hareketlerin her zaman nicel olmasa da nitel karizmasını oluşturan, eskiye göre biraz daha farklı toplumsal ve psikolojik çıkmazları olan yeni kuşakları anlamak gibi bir sorumlulukları da olduğunu unutmamak gerek.“Bu kuşak her ne kadar bir evi olsa da yuvasız; babası olsa da babasız bir kuşaktır. Cin bir kez şişeden çıktı. Şimdi yapılması gerekenler siyâsal paternalist dayatmalardan çok farklı olmak zorundadır.”5 Gezi Parkı’nda ve onunla birlikte Türkiye’nin çeşitli yerlerinde yaşananlar ne ilktir ne de son. Gezi, aynı dönemde dünyanın farklı yerlerindeki benzer kıpırdanmalara benzer olarak iktidar felsefelerinin, küresel kapitalist sistemin toplumlara çelişkili etkilerinin, güç kullanma tekeli noktasının, medyanın ve hatta direnme ya da karşı gelmenin temel çelişkilerini bize seyrettiren bir film olmuştur. Boyutları tartışılabilir ama Türkiye’nim bu filmin etkilerini yaşaması kaçınılmazdır.

Ötekiler Biriktirdik… Gezi Eylemlerin’de sadece tehlike olarak algıladığınız ya da algılattığınız sol marjinal grupları, ulusalcıları, darbecileri, ‘faiz lobisi’nin gönüllü gönülsüz destekçilerini aşağılamadınız. Orada, işlevsiz görün ya da görmeyin, yükselen değerleri de aşağıladınız. Kadın haklarını, çevreci demokrasi anlayışını, LGBT hareketini, yeşili koruma taleplerini; birlikte yaşama, yapılan yanlışa birlikte karşı durma bilinçlerini ve saymayı unuttuğum pek çok değeri aşağıladınız. “İlk günlerde orada bulunan samimi gençleri tenzih ediyoruz.” söylemleri yeterli değil. Onları da terörize ettiniz ya da edilmesine mani olmadınız. Millet hizmetkarlığının, balkon konuşmalarının hakkını vermediniz; tıpkı karşılıklı bağrıştıklarınızın parti kurultay konuşmalarının, hak savuma vaatlerinin hakkını vermedikleri gibi. Ötekiler öteki olduklarını unutacak mı sanıyorsunuz? Siz unuttunuz mu? Saflarınızı sert tanımlarla sıklaştırırken arttırdığınız öteki kitlelerle, toplumsal barışı nasıl sağlayacaksınız? Aynı AVM’lere, aynı TOKİ binalarına, aynı yaşanmaz hale getirilen şehirlere, aynı televizyon ekranlarına hapsolmuş insanların daha kolay manipüle edilebilir ve birbirlerinden daha kolay nefret edebilir hale gelmesi için neden o duvara bir sıra da siz taş örüyorsunuz? Neden o duvarı yıkmıyorsunuz? Siyaset ve iktidar kavramlarının geçmişlerine bakarsak bu anlaşılabilir ama vicdanen nasıl kabul edeceğiz? İnsanlık da binlerce yıllık bu coğrafya da tarihte yeteri kadar ‘keşke’ biriktirdi. İşin en kötüsü bıkmıyor da…

4 Emre Kongar, Aykut Küçükkaya, Gezi Direnişi, İstanbul, Cumhuriyet Kitapları, 2013, 8. Bs. ,s.53 5

Süleyman Seyfi Öğün, “Paternalizmin krizinde Gezi’nin düşündürdükleri”, 20.06.2013 <http://yenisafak.com.tr/yazarlar/SuleymanSeyfiOgun/paternalizmin-krizinde-gezinin-dusundurdukleri/38237>

47


MİNERVA

İKTİDAR VE OTORİTE Şeyma YEMİŞLİ de bir ilişkiyi gerektirir.”diyerek üçüncü tip olan malik olma-ilişki bağıntısını dile getirmiştir. Weber’e göre, iktidar; insanları itaat etmeye ve arzu etmedikleri şeyleri yaptırmaya zorlayabilir. Böylece Weber iktidar kavramı için yapılan gruplamaların haricinde rıza ve kabullenmeyi de bu kavrama dahil eder. Birçok tanımın yapıldığı ve hala net bir açıklamasının olmadığı bu karmaşık kavramın büyük sorunlarından biri de kaynağının ne olduğu ve meşruiyetinin ölçütünü neyin oluşturduğudur. Çünkü her iktidar tipi dayandığı kurallara uyduğu sürece meşru sayılabilir. Diğer türlü meşruluğu ortadan kalkan iktidarın yönetimde kalması da uzun sürmez. Geçmişten günümüze kadar iktidarın kaynağının nereden geldiğine dair pek çok fikir üretilmiş ancak bunlardan bazıları geçerliliğini korumuş ve bunlar, daha çok yaşanılan zamanın koşullarına göre değerlendirilmiştir. Antik Çağ’da iktidarın kaynağına ‘insanın doğası’ denilirken korunma içgüdüsü hesaba katılarak, insanı doğal çevreden ve birbirlerinden koruyabilmek için iktidar olgusuna dayandırılan devlet oluşturulmuştur. Orta Çağ’da özellikle İslam dünyasında ve Orta Çağ Avrupası’nda benimsenen düşünce kaynağın ‘tanrı’ oluşuydu. Burada yeryüzündeki lider, tanrının bir temsilcisi olarak görülür. ’Toplumdaki bireylerin birlikte yaşama isteğinin bir sözleşmeye dayalı olarak ortaya koyulması’ yani, insanların bir araya gelerek birbirlerinden korunmak için yaptıkları sözleşme iktidarın kaynağını oluşturmaktadır. Marksizm’e göre de ‘hizmet ettiği sınıfın çıkarlarının korunması’4 ile iktidar hem kendi varlığını oluşturabildi hem de gücünü meşru kaynaklara dayandırmış oldu. Bir diğer kavram olan otorite (authority) Fransızcadan dilimize gelmiş ve isim; yaptırma, yasak etme, emretme, itaat ettirme hakkı veya gücü, yetke sulta velayet, siyasi veya idari güç gibi anlamlara gelmektedir.5 Otorite bağı, güçlülük ve zayıflık imgelerinden oluşur; iktidarın duygusal ifadesidir.6 İktidarın haricinde otoritede manevi boyut daha fazla önem arz etmektedir. İktidara sahip bir yönetici otoritesini halk üzerinde kurmadığı sürece herhangi bir diktatörden farkı kalmaz ve uzun süre yönetimde bulunamaz. Ancak sadece otorite sahibi birinin bile iktidar olmadan etkinliği daha fazladır ve bu ikisinin bir arada olduğu yönetim şekilleri kalıcılığı daha uzun ömürlüdür. Yönetmek ve komuta etmek, başkalarınca dinlenmek ya da kendine itaat edilmek hakkında ‘otorite’, elde bulunan ve kendini dinletme ve kendine itaat ettirme gücüne de ‘iktidar’ diyoruz. Bütün gücü elinden alınmış ve baldıran zehri içmeye mahkum olmuş

Var olmak ve çoğalmak hayvanlara yettiği halde insanoğlu yayılmak ister1.

İ

nsanoğlunun bu yayılma ve yayılmanın ardından gelen dünyayı hakimiyeti altına alma çabası, ilk insanlardan bu yana devam eden uzunca bir süreçtir. Öncelikle yaşamlarını avcılık ve toplayıcılıkla devam ettiren insanların yaklaşık on bin yıl önce su kenarlarına inmeleri ve burada göçebe hayattan yerleşik hayata geçmeleriyle hakimiyet kurma çabası başlar. İlk hakimiyet toprak ve hayvanlar üzerinedir. Hayvanı evcilleştiren, topraktan verim alan insanın nüfusunun artması, ardından köylerle kentlerin kurulması ve işbölümünde daha ileri bir uzmanlaşmanın gerçekleşmesi insanı kendi türü üzerinde hakimiyete zorladı. Bu hakimiyet sürecince siyasetinde olgunlaşmasıyla iki kavram gündeme geldi. Bunlar: iktidar ve otorite. Kökeni Arapça olan iktidar kelimesi; bir işi yapabilme gücü, erk, kuvvet, bir işi başarabilme yetki ve yeteneği, devlet yönetimini elinde bulundurma ve devlet gücünü kullanma2 gibi anlamlara gelmektedir. Bunların yanında iktidar kavramına açıklık getirmek için birçok tanım bulunmaktadır. Bu kavram hakkında yapılan tanımlar için ‘malik olma’, ‘ilişki’, ‘malik olma-ilişki’ bakımlarından bir gruplama yapmak olasıdır3. Thomas Hobbes, “Bir insanın iktidarı, ister yaradılıştan, ister sonradan kazanılmış olsun, evrensel olarak, görülen bazı gelecekteki faydaları elde etmek için sahip bulunduğu hali hazır vasıtalardır.” demiştir. Bu tanımda Hobbes mülkü ele almakta ve iktidarı, şiddet ve zorlama temeline dayandırmaktadır. Gerthald Leibholz, “İktidar doğrudan veya dolaylı bir şekilde iradesini zorla kabul ettirme yeteneğidir.“diyerek tanımını ilişki üzerine yapmaktadır ve G.E. Lavau, “İktidar=güç+yasa. İktidar, yasaya dayanan kurumsallaşmış bir örgüttür.” der ve iktidarı güce dayandırarak ilişki görünümünü esas alır. M.Lipset, “İktidar sosyal sistemin bir kaynağı veya aracı olarak görmek, mücadele ile olduğu kadar düşünce birliği ile 1 Bertrand Russel, İktidar, çev: Mete Ergin, Cem Yayınevi, İstanbul, Ekim 2002 2 Türk Dil Kurumu, http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts 3 Esat Çam, Siyaset Bilimine Giriş, Der Yayınları, İstanbul, 2005, sy.90 4

Ömer Yıldırım, İktidarın Kaynağı ve Meşruiyetin Ölçütü Nedir <http://www.felsefe.gen.tr/siyaset_felsefesi/iktidarin_kaynaginin_ve_mesruiyetin_olcutu_nedir.asp>, 20 Temmuz 2013 5 Türk Dil Kurumu,< http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts> 6 Richard Sennett, Otorite, Ayrıntı Yayınları, çev: Kamil Durand, 3.Basım, sy.14

48


bilgenin manevi otoritesi azalmaz artar. Gangsterin ya da tiranın ise otoritesiz bir iktidarı vadır7. Bir başka açıdan ise otorite, rızaya dayanan/meşru iktidardır. Otoriteye dayanan iktidardan bahsedebilmek için şunlar gereklidir.8 1. Otoriteyi elinde bulunduran kişi ya da kişiler, 2. Otorite altında bulunanlar, 3. Otorite altında bulunanların davranışlarını etkilemeye yönelmiş bir irade ya da emir, 4. Otoriteyi elinde bulunduran kişi ya da kişilerin verdikleri emirlerin etkisini gösteren objektif ölçü anlamında deliller; yani emirlere büyük ölçüde uyulması, 5. Otorite altında bulunanların, doğrudan doğruya ya da dolaylı bir biçimde bu etkinin altında kalarak, emre uyduklarını gösteren subjektif bir kabulün varlığını gerektirir. İktidar ve Otoritenin İşleyişi Ludwik Gumplowicz, “Devlet, hukuku yarattığı, şekle soktuğu, geliştirdiği halde hukuka değil, iktidara aittir… Devletin bütün karmaşık problemi, iktidarı ele geçirme, muhafaza etme ve genişletme yönünde devamlı bir mücadele (iç ve/veya dış) olarak özetlenebilir.” demiştir. Bu mücadele sürecinde iktidar ve otoriteyi temel alarak bazı ülkeleri inceleyelim. İngiliz yönetim tarihine bakıldığında siyasal olayların ve yönetim anlayışının daha çok ‘Taht, parlamento, başbakan ve bakanlar ‘ arasındaki ilişkiler noktasında yoğunlaştığı görülmektedir. Bu anayasal kuramların köklü geçmişleri vardır. Monarşinin tarihi kesintisiz olarak Normandiyalılar’ın işgali öncesine dayanırken, parlamentoyu oluşturan Lordlar ve Avam Kamarası’nın geçmişi Ortaçağa kadar gitmektedir.9 Günümüzde geçerli bir anayasaya sahip olmayan İngiltere’de sembolik olarak kraliyet ailesi bulunmakta ve şu an yaşamını devam ettiren kraliçe II. Elizabeth bu krallıkta otoritesini sürdürmektedir. Ancak iktidarda söz sahibi olamamakla birlikte sadece bazı kararlarda son söz ona aittir. İktidar olgusu başbakanlığın önderliğindeki hükümete aittir ve iktidar parlamenter monarşik bir yönetim anlayışıyla varlığını korumaktadır. Fransa, milli birlikteliğini erken dönemde kurarak ulusal merkezi monarşiye ilk ulaşan devletlerden birisi olması nedeniyle yönetim tarihinde ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Mutlakıyetçi monarşinin sonunu getiren 1789 Devriminin pek çok ülkenin yönetim ve hukuk sistemleri açısından önderlik özelliği taşımaktadır.10 Fransız İhtilali’nin ardından krallığı deviren ve milliyetçi düşünce sistemini tüm dünyaya yayan ve bundan sonraki sancılı dönemin ardından adım adım demokrasiyi sağlamaya çalışan bu ülke parlamenter başkanlık tipi cumhuriyetle yönetilmektedir. Fransa’nın ardından İtalyan siyasi tarihine bakıldığında idari ve siyasi açıdan çalkantılı geçmiş bir tarihle karşılaşılır. İtalya’nın siyasi geçmişi genel olarak üç dönemde incelenmektedir. Birincisi; liberal dönemdir. 1861’de krallığın kurulması ve bağımsızlığını ilan etmesiyle başlar, 1922 yılına kadar devam eder. İkincisi Faşist dönemdir. 1922 yılında Mussolini’nin yönetime gelmesiyle başlar, 1943 yılına kadar devam eder. Üçüncü dönem ise Yeniden Yapılanma dönemidir ve 1943’ten sonraki

dönemi kapsar.11 Liberal dönemin bitmesinin ardından ortaya çıkan Bertrand Mussolini ve onun otoriteryen yönetim şekli –geleneksel otoritenin söz konusu olduğu, baskının ve şiddetin temel unsur olduğu yönetim şekligeride bırakılıp günümüzde yeniden yapılanma dönemi dediğimiz çok partili parlamenter demokrasi ile işleyen cumhuriyeti görmekteyiz. II. Dünya Savaşı sonrası yürürlüğe giren Bonn Anayasa sistemine kadar Almanya üç dönemde üç ayrı anayasal rejim uygulamıştır: 1871-1918 yılları arasındaki İmparatorluk rejimi, parlamentarizmi tüm unsurlarıyla yaşama geçirmek isteyen ama başarısız olan Weimar rejimi ve Nazi rejimi.12 Bunlardan Naziler totaliteryen yönetim şeklini sürdüren, her kurumu kendi çatısı altına almaya çalışan ve toplumsal düzeni korumak için korku ve şiddete başvuran bir rejim sistemi uyguladı ancak günümüz Almanya’sında; federal, parlamenter, temsili demokrasili bir cumhuriyet yönetimi söz konusudur. Joponya’ya baktığımızda ülkenin yönetim şekli Anayasal Monarşi’dir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ülkeyi 1952’ye kadar idare eden İşgal Yönetimi tarafından oluşturulan ve 1947 yılında kabul edilen Anayasa çoğulcu parlamenter bir sistem getirmiştir. Anayasa uyarınca, İmparator’un görev ve yetkileri tamamen törensel nitelikte olup, yönetim erkinin başı Başbakan’dır.13 Kavramlar ülkeler yönetim şekillerini, hükümetlerini, ideolojilerini değiştirse dahi varlığını korumakta ancak farklı şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Krallıkla yönetilen Fransa’dan, Nazi Almanya’sından, otoriter Mussolini’den yönetim şekilleri, aristokrasi, federasyon, komünizm, monarşizm, doğrudan demokrasi, mutlakıyet, oligarşi vs. olan ülkelere kadar bu durum böyle devam etmektedir ve gelecekte de bu kavramlar önemini koruyacaktır çünkü iktidar ve otorite kavramlarının varlığı kaçınılmazdır ve toplum içinde yaşamanın zorunlu koşullarıdırlar. “Öyleki insan nasıl oksijensiz yaşayamazsa bir toplumda iktidar yokluğu ile kaybolup gider. Bu durumda iktidar, toplum yaşamının temel öğesini oluşturmaktadır.” Bergson KAYNAKÇA AKÇADAĞ, Emine, BİLGESAM, 15 Kasım 2012, <http:// www.mfa.gov.tr/japonya-siyasi-gorunumu.tr.mfa> BOZKURT, Veysel, Sosyoloji, Ekin Yayınevi, sy.216, 2011 ÇAM, ESAT, Siyaset Bilimine Giriş, Der Yayınları,2005, sy.90 SENNETT, Richard, Otorite, Ayrıntı Yayınları, çev: Kamil Durand, 2011, 3.Basım, sy.14 GÜRAN, Tevfik, İktisat Tarihi, Der Yayınları, 2011 NİTAS, Koraltay, Fransa Yönetim Sistemi , <http://isay.icisleri. gov.tr/ortak_icerik/arem/Projeler/21yy/fransa.pdf> ŞENTÜRK, Uzun, Büyük Britanya Yönetim Sistemleri, <http:// isay.icisleri.gov.tr/ortak_icerik/arem/Projeler/21yy/ingiltere.pdf > TDK, Türk Dil Kurumu, <http://www.tdk.gov.tr/index. php?option=com_gts> YILDIRIM, Ömer, İktidarın Kaynağı ve Meşruiyetin Ölçütü Nedir, <http://www.felsefe.gen.tr/siyaset_felsefesi/iktidarin_kaynaginin_ve_mesruiyetin_olcutu_nedir.asp> Federal Almanya Yönetim Sistemleri, <http://isay.icisleri.gov.tr/ ortak_icerik/arem/Projeler/21yy/almanya.pdf>

7 Jacques Maritain, Demokrasi ve Otorite, 1957 8 Veysel Bozkurt, Değişen Dünyada Sosyoloji, Ekin Yayınevi, 2011, İstanbul, s.216 9 Büyük Britanya Yönetim Sistemi, Şentürk Uzun, <http://isay.icisleri.gov.tr/ortak_icerik/arem/Projeler/21yy/ingiltere.pdf> 10 Fransa Yönetim Sistemi, Koraltay Nitas, <http://isay.icisleri.gov.tr/ortak_icerik/arem/Projeler/21yy/fransa.pdf> 11 Türker Muammer, İtalya Yönetim Sistemi,1998 12 Federal Almanya Yönetim Sistemi, Şentürk Uzun, <http://isay.icisleri.gov.tr/ortak_icerik/arem/Projeler/21yy/almanya.pdf> 11

Bilgesam, Emine Akçadağ, 15 Kasım 2012, <http://www.mfa.gov.tr/japonya-siyasi-gorunumu.tr.mfa>

49


MİNERVA

İBN HALDUN PERSPEKTİFİNDEN İKTİDAR-DİN İLİŞKİSİ Merve Nur BAYRAKTAR

“Kuraklık olan bir ülkeye yağmurun gelişi gibi oldu gelişin Uğur kuşu gibi geldin, hoş geldin, safa geldin.”1

M

alumunuz her çağın kendine has bir yapısı vardır. Bu yapıya göre toplum karakterleri şekil alır. İnsanlık, her dönemde kendilerini aydınlatan ne ise onun peşinden gitmiştir. Hatta bu takip, tarihsel süreç içinde pek çok kez sürüklenmeye kadar varmıştır. Yaratılışını ve yaşam öyküsünü merak eden insan, bu boşluğu doldurmak için çokça uğraşmıştır. Burada asıl olan “nereden nereye?” sorularıdır. İlki evrim, din, mitoloji, tarih bazen de yoksayıcılıkla atlatılabilse de ikincisi her dönem tekrarlanacak ve her defasında ayrı bir doğru cevaba sahip olacaktır. İnsan, hayatındaki iki kesin gerçek olan doğum ve ölüm arasındaki belirsizlikleri gidermek için çabalarken bazen diğerleriyle yol ayrımına varır. Aynı zamanda doğası gereği medeni bir varlık olmaktan da beriye gelemez.

dünya hayatını ve sonrasını imar etmeye yardımcı olacak moral değerler getirdiğini düşünür. Aynı zamanda ortaya koyduğu verilerin hiçbirinde şeriate herhangi bir şekilde aykırılık söz konusu da değildir. Bu yönüyle evrensel olmayı başarmış, hem Doğu’nun hem de Batı’nın gönlünü almıştır. İbn Haldun’un siyaset teorisi, önyargıya dayanan faktörlerden bağımsız, maddi temeller üzerine inşa edilen, dünyevi nitelikte bir teori biçiminde ortaya çıkmaktadır.3

İşte bu ikileme toplumsal yönden çözümler sunan isimlerin başında gelen İbn Haldun, doğumu öncesiyle; ölümü de sonrasıyla birleştirirken ne Orta Çağ’ın geçerli tek silahı olan dini, ne de modern zamanların biricik ikna edicisi olan bilimi yok saymıştır. 14. Yüzyılda ortaya koyduğu çalışmaları inceliyor olmamızın sebebi, bugün hala dünyayı yöneten din ve bilim kavramlarını dengeli bir biçimde ele alabilmiş olmasıdır. Sosyal bilimler alanında çalışmalarını yürütürken herhangi bir yönteme, bir ideolojiye ya da bir inanca odaklanmak yerine hepsinin açtığı yollardan faydalanmış; bu sayede de adını tarihe altın harflerle kazıtmıştır. Sıkı bir medrese eğitiminden geçen düşünür; mantık, matematik ve edebiyat konularına da hakimdir. İbn Haldun, ilk gençlik yıllarında başlayarak Arapça, fıkıh, Kur’an ve hadis konularında -günümüzde üniversite diplomasıyla özdeşleştirebileceğimiz- icazet almıştır. Bu konuda Süleyman Uludağ düşüncelerini şu şekilde nakleder: “İbn Haldun Mukaddime’si, umumi hatları itibarı ile bu eserin müellifinin Allah’a derin ve köklü bir imanla bağlı, güçlü bir inanca sahip bir mümin olduğunu açık bir suretle gözler önüne serer.”2 Ne var ki Müslümanlıktaki bu yetkinliğine rağmen dünyevi olana vurgu yapmıştır. Amacı sosyal olayların mistik-metafizik değil, gözlemlenebilir olduğunu vurgulamaktır. Klasik İslam eğitiminden geçen düşünürlerin ortak yönü her sorunun cevabını vahiyde aramalarıdır. İbn Haldun ise onlarla aynı eğitimi almasına rağmen bu konuda ayrılır. Zira vahyin ve peygamberlerin, insanın akıl yoluyla erişemeyeceği

“Bütün bilgilerin kaynağı Allah’tır”4 diyecek ölçüde adanmış bir Müslüman olmasına rağmen kuramlarında delil olarak vahye başvurmamıştır. İzlediği bu metot sayesinde orijinal bir kimlik kazanmış, ”Umran” adını verdiği yeni bir bilim kurmuştur. Bunun aracılığıyla doğruluğunu hala hiçbir epistemolojik bakış açısının değiştirmediği sonuçlar elde etmiştir. Vahiy ve hadis yoluyla elde edilen bilgilere aykırı bir tez ileri sürmemekle birlikte, ortaya koyduğu tespitleri bilime ve tarihe dayandırarak nesnel bir yol kullanmıştır. Bu sayede dinler ve paradigmalar üstü gerçekler ortaya koymayı başarmıştır. Muntazam bir eğitim aldıktan sonra yaşamı boyunca akademik, siyasi, bürokratik ve dini birimlerde etkin rol oynamıştır. Bilgi ve tecrübelerini eserlerine kaydederek günümüze hala ışık tutmaktadır. “İbn Haldun’un ortaya attığı umran fikri, ilk bakışta sınırları oldukça geniş, altında farklı bilimleri toplayan bir bilimler şemsiyesine benzemektedir. Bu yüzden olsa gerek, İbn Haldun sonrası gelişen bilim dünyası bu şemsiyeyi ayrıştırmış; tarih felsefesi, sosyoloji, iktisat, siyaset gibi farklı bilim dallarını geliştirmişlerdir.”5 İsmail Doğan, İbn Haldun ve Auguste Comte arasındaki ilişkinin; Christoph Colomb ile Americo Vespuchi arasındaki ilişkiden farksız olduğunu savunur. Bu fikrinde yalnız da değildir. Ne var ki Umran bilimi, sosyolojinin Doğu’daki karşılığı olarak düşünülse de arada göz

1

Dönemin Kırnata(Granada) hükümdarı Muhammed İbn’ül Ahmer’in, İbn Haldun’un kendisinin yanına geleceği haberini aldığında İbn Haldun’a yazdığı övgü dolu mektuptan bir kesit. İbn Haldun, Mukaddime cilt 1, çev. Turan Dursun, Onur Yayınları, Ankara 1977, s.41 2 Sati el-Hüsri’den Süleyman Uludağ, İbn Haldun Üzerine Araştırmalar, Dergah Yayınları, Birinci Baskı, İstanbul, Eylül 2001 3 Ümit Hassan, İbn Haldun Metodu ve Siyaset Teorisi, Doğu Batı Yayınları, 4. Baskı, Ankara, Ağustos 2010 4 İbn Haldun, Mukaddimetu İbn Haldun, nşr. D. el-Cuveydî, el-Mektebetü’l- asriyye, Sayda-Beyrut 1415/1995, s. 38. -antlasmasi-_zurich_11-subat-1959_.tr.mfa alınmıştır. 5 Arş. Gör. Süleyman Dönmez, İbn Haldun’un Tarih ve Umran Anlayışına Felsefî-Eleştirel Bir Yaklaşım, ÇÜİFD(Cilt:2, Sayı:1), 2002, s.136

50


ardı edilemeyecek farklar olduğu aşikârdır. Sosyoloji, toplumun her kesimi ve her dönemi ile ilgili daha geniş çaplı, daha ayrıntılı çalışmalar gerçekleştirir. Umran ise imar etmek, bayındır hale getirmek kökünden gelerek şehirleşmiş toplumları, medeniyetleri ve bunların siyasi yapılarını inceler. Yani deyim yerindeyse sosyoloji piramidin tabanını oluştururken, umran üst kısmını temsil eder. Daha spesifik olmasına rağmen pek çok bilim dalının çeşitli yönlerini içine alarak yeni bir tür haline gelmiştir.

geniş çaplı olarak ele almıştır. Hiç şüphesiz İbn Haldun denince akla ilk gelen kavramlardan biridir “asabiyye.” Bugün takım ruhu ya da sinerji olarak adlandırdığımız kavramlara tümden asabiyye adını vermiştir. İbn-i Haldun’da asabiyyet göçebe toplulukların içinde bulundukları eşitlikçi ve demokratik koşulların zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkmakta ve kurumsallaşmaktadır. Bu bağlamda asabiyet; adalet, eşitlik, dayanışma gibi niteliklerle karakterize edilir. Asabiyyetin sosyal, siyasal, moral bir güç olduğunu belirten Rabi; İbn Haldun’un asabiyyet ile iktidar-güç arasında bağlantı kurduğunu ilki sayesinde ikincinin sağlanabileceğini gösterdiğini belirtmektedir.9

Tarih tekerrürden ibarettir sözüne binaen, kullandığı tarihselci yaklaşım sayesinde ihtimaller üzerinden gider İbn Haldun. Bu sayede toplum karakterleri ve siyasi yönleri hakkında tahminlerde bulunabilir. “Umran ilmi” ile tarihte neyin olanaklı neyin olanaksız olduğu hakkında bir “zorunlu yasa bilgisi”ne ulaşılır ki, bu aynı zamanda tarihçilerin aktara geldikleri haberlerin doğruluk ve yanlışlıklarını sınama olanağı verir.”6

Halkın başına geçmek için lazım gelen gerekli güç elbette yine halktan alınacaktır. Bu güç İbn Haldun’un nesep ve sebep asabiyyeti olarak ayırdığı iki unsurdan ibarettir. Bunlardan birincisi kandaşlık yoluyla sağlanır. İkincisinde ise adından da anlaşılacağı gibi ortak bir ülkü, amaç hedef ya da inanç yani toplumu bir arada tutacak bir ’sebep’ gerekmektedir. Bir devrimi gerçekleştirirken nasıl bir topluluk bir bütün halinde hareket edip dayanışma gösteriyorsa, bir devlet kuruluşunda da topluluğu bir arada tutacak nedenler olması gerekir. Hepsinden önemlisi o toplumu oluşturan her bir bireyin bir arada kalmayı istemesi dolayısıyla da buna ikna edilmiş olması lazım gelir. Bu da ancak sebep asabiyyeti yoluyla sağlanabilir.

İBN HALDUN İKTİDAR VE DİN ÜÇGENİ İbn Haldun perspektifinden iktidarı ve iktidar olmada dinin rolünü incelerken, öncelikle devlet kavramının yapısını incelemek gerekir. Hobbes’un da deyimiyle egemenin ve halkın iyiliği ayrılamaz. İbn Haldun bu durumu simgesel olarak ifade eder. Toplumu madde, devleti de o maddenin sureti olarak ele alır. Yani yönetici ve yönetilenlerin karşılıklı etkileşim halinde ve bir bütün olduğunu ileri sürer.

“İbn Haldun’a göre asabiyyet ile iktidar arasında yakın bir ilişki vardır. Herhangi bir sınırlı topluluk içerisinde de bütün toplumda da siyasal iktidarı ele geçirecek potansiyele sahip olmak, iktidara geçmek ve sürdürebilmek için asabiyyete gerek bulunmaktadır.”10

İbn-i Haldun devleti bir insan vücuduna benzeterek açıklar: Cemiyet; insanın bedeninin asabiyet ruhunu, devlet de şekli yapısını oluşturur. Devlet ve hükümetler, insanların yeryüzünde bir araya toplanarak cemiyetler halinde yaşamalarının ve hilkatin bir şekil ve suretidir.7

Sebep asabiyyeti denildiğinde ister istemez akla din faktörü de gelecektir. Halkın aynı zamanda bir cemaat duygusuyla hareket ederek devlete ve birbirine karşı daha uyumlu, daha itaatkar olacağı düşünülebilir. Ne var ki düşünülenin aksine İbn Haldun dinin ve şer’i hükümlerin yaygınlaştırılarak bir asabiyyetin sağlanacağı görüşünde değildir. Ona göre Peygamber, insanlara akıl yoluyla bulamayacakları tevhid ve ahiretle ilgili meseleleri anlatmak için vardır. Vahiy, devleti idare etmek için başvurulabilecek bir kaynak olsa da yegane yöntem bu değildir. Yaşamı boyunca yeni bilimsel yöntemler geliştirip dururken asr-ı saadet döneminin kuru kuruya taklit edilmeye çalışılmasına karşı çıkmıştır. Bu da Müslüman düşünürümüzün dindeki yetkinliğine rağmen laik bir duruşunun olduğunu gösterir.

Doğası gereği sosyal bir varlık olan insan, topluluk halinde yaşamanın kaçınılmaz sonucu olarak bir başa ihtiyaç duyar. İktidar olarak adlandırdığımız bu baş; kudret, kadir sözcükleriyle aynı kökten gelir. Bu da güç, yetkinlik anlamlarını taşır. Toplumun her alanını düzene koyma vazifesi aynı zamanda, her alanda söz sahibi olmayı gerektirir. Bu gereklilik, ağır bir sorumluluğun yanında geniş bir hazine de demektir. Sorumluluk göz ardı edildiğindeyse geriye kalan geniş yetki ve haklar, potansiyel iktidar sahiplerini elbette ki cezbedecektir. Sonuç olarak ortaya bugün bile hala süren koltuk savaşları, taht kavgaları ortaya çıkıyor. Bu karmaşayı daha o günlerden çözen İbn Haldun, durumu şu şekilde ifade eder:” Bütün dünyevi fayda ve menfaatleri, bedeni arzuları ve nefsin lezzetlerini içinde toplayan zevkli ve yüksek bir mevki olduğundan çoğunlukla bu iktidarı elde etmek ihtilaflara yol açmaktadır. Ancak çekişenlerden biri yenilgiye uğradıktan sonra bu şerefli yeri kendisiyle çekişene teslim etmekte ve bu çekişmeler savaşla sonuca bağlanmaktadır.”8

İbn Haldun üzerine derin araştırmalar yapan Erwin Rosenthal bu durumu şöyle özetlemektedir: “İbn Haldun tekrar tekrar ifade ediyor ki hâkimiyet iktidar arzusu kadar gereklidir, tahakküm altına alma tabiidir ve asabiye siyasi liderliğe aday olan bir adama yeterli desteği sağlayacak benzer görüşlü yeterince insanı bir araya getirebilirse, dinin çağrısı olmadan da iktidar elde edilebilir ve hâkimiyet kurulabilir. Ancak Müslü-

Bu çekişmelerin nihayete ermesi için gerekli olansa bir uzlaşmadır. Bugün siyaset bilimi literatüründe konsensüs olarak ele alınan bu kavramı düşünürümüz daha 6 Ahmet Arslan, İbn Haldun, Vadi Yay. Ankara 2002, s. 92–93 7

Said Yer, T.C İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Ana Bilim Dalı Din Sosyolojisi Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Gazzali ve İbn Haldun’da Din-Devlet İlişkisi, İstanbul 2004, s.106 8 Ümit Hassan, İbn Haldun Metodu ve Siyaset Teorisi, Doğu Batı Yayınları, 4. Baskı, Ankara, Ağustos 2010, s.210 9 A.g.e, s. 61 10 A.g.e, s.207

51


man yazarımız, dinin asabiyeye verdiği (çoğunlukla kesin) desteğin altını çizer.”11

de açıklar:” Çünkü din, asabiyyet sahipleri arasındaki çekişmeyi kaldırır, onları sadece Hakk’a çevirir. Bunun sonucu olarak(aralarındaki rekabet ve kısır çekişmeleden kurtuldukları için) artık bunlarla zaman kaybetmez ve ileriyi görürler… Mücadeleye giriştikleri karşı tarafın hanedanlık mensupları ve tebaası onlardan kat kat fazla olsa bile bu fazlalığa rağmen dinin bir araya getirdiği asabiyyet sahipleri karşısında duramazlar.12

Burada genellikle karıştırılan durum İslam dinindeki cemaat anlayışıyla sağlanan asabiyyetin hâkimiyetin olmazsa olmazları arasında olup olmadığıdır. Bu durumu netleştirmek gerekirse dinin de asabiyye kavramını gerçekleştirebilecek bir bağlayıcı olduğunu söylemek mümkündür. Fakat klasik İslam düşünürlerinin savunduğunun aksine, tek yol şeriat değildir. Din elbette ki toplumsal dayanışmayı güçlendirmeye mensuplarını yakınlaştırmaya yardımcı olan bir faktördür.

KAYNAKÇA ALATAS Syed Farid, İbn Haldûn ve İslâm Reformu: Bir Kavramsallaştırmaya Doğru, İslâm Araştırmaları Dergisi, Sayı 16, 2006, 123-136 ARDIÇ Nurullah, İbn Haldun ve Weber’de Bilgi ve Bilim Sorunu, Divan İlmî Araştırmalar, sayı 15 (2003/2) ARSLAN Ahmet, İbn Haldun, Birinci Baskı, Vadi Yayıncılık, Ankara 2002 Doç. Dr. ÇİLİNGİR Lokman, Farabi ve İbn Haldun’da Siyaset, Araştırma Yayınları,1. Baskı, Ankara,2009 Arş. Gör. DÖNMEZ Süleyman, İbn Haldun’un Tarih ve Umran Anlayışına Felsefî-Eleştirel Bir Yaklaşım, ÇÜİFD(Cilt:2, Sayı:1), 2002 Doç. Dr. GÜRKAN Ülker, Hukuk Sosyolojisi Açısından İbn Haldun, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi HASSAN Ümit, İbn Haldun Metodu ve Siyaseti, Doğu Batı Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 2010 HATTAB Bilal, İbn Haldun’da Umran,25.06.2012<http://bilalhattab.wordpress. com/2012/06/25/ibn-haldunda-umran/> 29.09.2013 İbn HALDUN Mukaddime 1, çev. Turan Dursun, Onur yayınları, Birinci Cilt İbn HALDUN, Mukaddimetu İbn Haldun, nşr. D. el-Cuveydî, el-Mektebetü’l-asriyye, Sayda-Beyrut 1415/1995 OKUMUŞ Ejder, İbn Haldun’un Osmanlı Düşüncesine Etkisi, İslâm Araştırmaları Dergisi, Sayı 15, 2006, 141-185 ROSENTHAL Erwin I.J; Ortadoğu İslam ve Siyaset Düşüncesi, çev. Ali Çaksu, İz Yayıncılık, İstanbul, 1996 ULUDAĞ Süleyman, İbn Haldun Üzerine Araştırmalar, Dergah Yayınları, Birinci Baskı, İstanbul, Eylül 2001 YER Said T.C İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Ana Bilim Dalı Din Sosyolojisi Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Gazzali ve İbn Haldun’da Din-Devlet İlişkisi, , İstanbul 2004 VAROL Fatih, İbn Haldun’un Siyaset Felsefesi, 13.10.2011 <http://esamakademi.org/2011/10/13/ibnihaldunun-siyaset-felsefesi/> 25.09.2013 YILDIZ Mustafa, İbn Haldun’un Tarihselci Devlet Kuramı, FLSF (Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), 2010 Güz, sayı: 10 ISSN 1306-9535, www. flsfdergisi. com

SONUÇ İbn Haldun perspektifinden iktidar, otorite, din kavramlarını ve bunların birbiriyle olan ilişkilerini incelerken birkaç sonuç elde ettik. Bunları şöyle sıralamak mümkündür. İbn Haldun, dinlerin hakim olduğu 14. yüzyılda hem medrese eğitimi alıp hem de bilimde pozitif yöntemlere başvurarak bir çığır açmıştır. Kendine has bir yöntemi vardır. Vahye, hadislere, fıkıha hakim olmasına rağmen araştırmalarında kıstas olarak asr-ı saadeti veya bu kaynakları kullanmamıştır. Yani kişisel inanç noktasında adanmış bir Müslümanken, bilimde dini unsurlara hiçbir şekilde yer vermemiştir. Toplumları kendi bölgelerine ve karakterlerine göre değerlendirmeyi başarmıştır. Bu nedenle ona sosyolojinin asıl kurucusu veya Saint Simon’un Doğu’daki karşılığı demek doğru olmaz. O sosyoloji araştırmacılarının Doğu versiyonu olarak değil ancak bunların bir alternatifi olarak değerlendirilebilir. İkinci olarak da insanın toplumdan, toplumun da bir yöneticiden ayrı düşünülemeyeceği söylenebilir. Bu da iktidarın varlığını kaçınılmaz kılar. İktidar ise toplumun maddi manevi kaynakları hakkında düzenleyici rol oynamaktadır. Dolayısıyla tüm bunlar üzerinde kısmen de olsa söz sahibidir. İbn Haldun’un da dediği gibi iktidar, güçle, galebe çalma yoluyla elde edilir. Bundan dolayı halk kendini yine kendine yakın gördüğü bir lidere emanet etmek isteyecektir. Bu da ancak asabiyyet sayesinde mümkün olur. Nesep asabiyyeti olan Kandaşlık, yani aynı soydan gelme, hemşerilik, akrabalık gibi bağların günümüzde dahi etkisini sürdürdüğünü görüyoruz. Bugün belki adam kayırma gibi avam bir tabirle nitelediğimiz bu durumu İbn Haldun ahlaki değerlerden bağımsız olarak ele almış ve söz sahibi olmada etkili bir faktör olarak görmüştür. İktidarın din ile ilişkisine gelince, asabiyyetin kaçınılmaz olduğuna değinmiştik. Din asabiyye kavramının içinde yer edecek olursa ancak sebep asabiyyeti dairesinde değerlendirilebilir. Ele aldığımız düşünür İbn Haldun olduğundan İslam dini üzerinden gidecek olursak, büyük cihat hedefi buna inanan bir toplumu bir arada tutmak için yeterli olacaktır. Görüldüğü üzere din, sebep asabiyyetini oluşturmada oldukça güçlü olan faktörlerden biridir. Nitekim Asr-ı saadet döneminde bunu net bir şekilde görmek mümkündür. İbn Haldun bu durumu şu şekil-

11 Erwin Rosenthal I.J;Ortadoğu İslam ve Siyaset Düşüncesi, çev. Ali Çaksu, İz Yayıncılık, İstanbul, 1996, s. 77 12

Said Yer, T.C İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Ana Bilim Dalı Din Sosyolojisi Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Gazzali ve İbn Haldun’da Din-Devlet İlişkisi, İstanbul 2004, s.76

52


MİNERVA

ŞİDDETİN MEŞRUİYETİNİ SORGULAMAK Büşra KILIÇ

“Bir solucan bile üstüne basan ayağa kafa tutar. Bir hayvanın canlılığı ve görece onuru, başkaldırı içgüdüsünün güçlülüğüyle ölçülebilir.” Mihail A. Bakunin

dirmemiz ya da aksak yerlerini onaracak birikime sahip olmamız gerekir. Devleti tarihsel ve toplumsal bir gerçeklik olarak görürsek üzerinde çokça kafa yorulması fakat fikir birliğine varılamaması doğaldır. Tarih boyunca düşünürler devletin varlığı ve nasıl olması gerektiği konusunda tanımlamalar yapmaya çalışmıştır. Kimileri devleti mekanik bir sistem olarak görür; kimileri ise en küçük parçası insan olan, giderek büyüyen dokular topluluğu olarak. (Dokular topluluğunun bir vücut gibi hareket edecek hale gelmesi yarattığı bürokrasiye bağlıdır.) Bu konuda bildiğimiz ilk kapsamlı eseri Platon yazmıştır. Platon, Devlet (Politeia) eserinde öğretmeni Sokrates ve öğrencilerini tartıştırır ve diyaloglardan oluşan kitap “Adalet nedir?” sorusuyla açılır. Platon yapıtının baş kahramanı Sokrates’e; adaletin gerçekte ne olduğunun olanca açıklığıyla görülebilmesi için, adaletin toplumdaki yerini toplumun doğuşundan alarak incelemenin doğru olacağını söyletir.1 O zaman tartışma, toplumun doğuşuna ve gelişmesine kaydırılmış olur.

G

özlerimizi dünyaya açar açmaz bizi sarıp sarmalayan ailemiz, ailemizi sarmalayan toplum ve toplumu sarmalayan devletimizle karşılaşıyoruz. Tüm bunlar öylesine iç içe ki başka bir sistemi hayal edemiyoruz. En doğru, en mükemmel, en vazgeçilmez sisteme ait olduğumuza inanıyoruz. Daha doğrusu inandırılıyoruz. Değer verdiğimiz, kutsal saydığımız devletimiz en küçük boşluğumuzda bizi yakalamaktan geri kalmasa da, her yaptığını meşru buluyoruz. Kafamıza basıldığını fark edemiyoruz ve dahası basma hakkını kendimiz veriyoruz. Devletlerin ya da iktidar sahiplerinin iktidara gelirken hak olarak kazandığı araçları, şiddet olarak geri yansıttığı bir çağdayız. Gücü eline geçiren kurumlar ve kişiler bir süre sonra o gücün kölesi haline geliyor. Bunun sonucunda da hem yönetenler hem de yönetilenler, camdan kafesler içinde “özgürümsü” hayatlar yaşıyor. Yönetilenlerin göremediği ipin ucunu kaçıran yöneticiler; daima haklı saydıkları şiddeti, bastırmaya çalıştıkları toplumun içinden çıkan bireyler aracılığıyla uyguluyor. Bu fiziksel ve psikolojik şiddet, artık kanıksandığı için karşılığını teslimiyet olarak alıyor. Polise, jandarmaya, üst düzey bürokratlara bir şekilde saygı duyuyor, itaat ediyoruz. Bu itaat onların şahıslarına değil, kuşkusuz temsil ettikleri kamu gücüne karşı oluyor. Ancak bu kamu gücünün ne zaman ve nasıl bu hale geldiği bir sır perdesi. Bu yazıda, otoritenin sahip olduğu gücü nereden elde ettiğini ve nasıl kullanmaması gerektiğini incelemeye çalıştım.

Platon Toplumlar, insanın kendi kendine yaşama yeteneğinin olmaması sebebiyle doğmuştur. Yeni doğmuş bir insan yavrusu, hayvanların aksine kendine besin bulmaktan, yürümekten, güdüleriyle hareket etmekten yoksundur. Yetişkin bir insan da kıyafet, barınma, tarım gibi temel ihtiyaçlarını tek başına karşılayamaz. Vahşi doğayla tek başına başa çıkamayan insan bu sebepten dolayı bir arada durmayı tercih etmiştir. İnsanlar bir arada yaşarken iletişim kurarlar ve toplumsallaşırlar. Bu toplumsallaşma; iletişim kurma, akılla yönetebilme yeteneklerinden dolayı siyasallaşmayı getirir. Aristo, insanı bir arada yaşayan diğer canlılardan ayırarak “siyasal hayvan (zoonpolitikon)” olarak tanımlar. İnsanı insan yapan, kuru bir kalabalık olarak yaşaması değil, aklını kullanarak kendine bir yaşam alanı kurmasıdır. Yaşam alanını kurması, toplumunu işbölümüne dayalı olarak kurmasıyla olur. Her insan farklı yeteneklerle doğar ve olmayan yeteneklerini başka insanların yeteneğiyle ikame eder. Yani ihtiyaçlardan dolayı bir arada yaşayan ve siyasallaşan toplumun çıkış noktasına iş bölümü diyebiliriz.

Şiddetin Tekeli: Devlet Yerleşik yaşama geçmiş toplumlarda -özellikle doğu toplumlarında- bireyselcilikten çok, her şeyi veren devlete ‘sırtını yaslama’ güdüsü hakimdir. Bu duygunun gelişimi geniş sosyolojik incelemelerin ışığında açıklanabilir ancak baş sebeplerinden birini, uygarlığın oluşum sürecinde Tanrı ve yönetici kavramlarının birbirine yapışık olmasına bağlayabiliriz. Başımıza gelenlerden sorumlu tuttuğumuz ve her koşulda bize yardım etmesi gerektiğini düşündüğümüz “devlet baba”ya yüklediğimiz sorumluluk; belki de atalarımızdan kalma bu kutsallık inancından kaynaklanmakta. Peki, bu koşulsuz şartsız güvendiğimiz ve içine doğduğumuz dünyada önümüze sunulmuş olan devlet nasıl oluştu? Daha doğrusu insanları bir devlet kurma ihtiyacına iten sebepler neydi? Şehir devletlerinden, imparatorluklardan ulus devlet modeline geçtiğimiz modern dünyada -gelecekte nasıl bir devlet anlayışımız olur bilinmez- kabullenilmiş düzene uyum sağlayabilmek için; bu düzenin doğruluğunu sin1

Alâeddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, Tarihöncesinde İlkçağda Ortaçağda ve Yeniçağda Toplum ve Siyasal Düşünüş (Kısaltılmış ve Gözden Geçirilmiş 4. Basım) Ankara, 2013, Bilim ve Sanat Yayınları, s. 157

53


Toplumu yaratan iş bölümü, beraberinde tabakalaşmayı da yaratmıştır. İnsanoğlu ilerleyip gelişirken, bunu sağlamak için beden gücünü kullanan üreticiler ve bu üreticileri aklıyla yöneten seçkinler sınıfı oluşmuştur. Zinciri andıran bu yapıda, birbirine karşı hakimiyet kurmak isteyen insanları düzene sokmak için bir yapıya ihtiyaç duyulmuştur ve bu yapı günümüzde kişileşmiş hale gelen bir kurum olan devlet olmuştur. Devletin işlevi en kaba tabiriyle insan topluluklarını bir siyasi iktidar altında örgütlemektir.

bi, yönettiği halkın haklarını bu şiddetle korumasıdır. Weber’in bu tanımında, Westphalia’ dan sonra kurulmuş olan ulus devlet modelini baz aldığı aşikardır ancak kendinden önceki düşünürlerin devletin varlığının değişmezliği konusundaki görüşlerinden de yararlandığı açıktır. Yani devletin rolü yalın bir şekilde güvenliği sağlamak ve birbirimize düşmemizi engellemektir. Devletin bunu sağlayabileceği güç silahtır. Normal insan silah taşıyamaz ama devlet taşır. Normal insan birinin malını alırsa hırsızlıktır, devlet alırsa vergi. Birini kaçırıp hapsedersek alıkoymak olur ama bu devlet eliyle yapıldığında gözaltıdır. Daha güvenli olabilmek adına devlete imtiyazlar veririz. (Hobbes’a göre bu imtiyazlar sınırsızdır çünkü en kötü devleti devletsizliğe tercih eder.)

Platon ideal devlette, toplumun yöneticilerine, toplumun çıkarına olan bazı “yararlı yalanlar” söyleme hakkı tanır. Bu yalanlardan biri, halkın böyle katmanlı bir toplum düzenine karşı çıkmasını önleme amaçlıdır.2 Bunun için yöneticilerin halkı, “metaller mitosu”na inandırmalarını ister. Bu mitosa göre tanrı yöneticilerin hamuruna altın, koruyucuların mayasına gümüş, işçilerin mayasına da demir ve tunç katmıştır. Bu materyal bağ, doğan çocuklara da geçecektir. Böylece Platon bir toplumdaki işbölümünü ve katmanlı yapıyı kalıtsal yollarla sağlamlaştırmıştır. Bir toplumda herkesin kendi seviyesinde kendi işini yapması, istikrarı sağlar. Platon’un yaşadığı devlet ve demokrasi tabi ki günümüzdeki sistemle eş değildir ancak gözden kaçmaması gereken nokta, üstüne medeniyeti inşa ettiğimiz devlet anlayışı en başından beri yönetilenlerin yönetenlerce “güdülmesi” sistemidir. Bu gütme işini de tanrının üstün özelliklerle yarattığı insanlar yapar. Aydınlanma dönemine kadar geçen çağlarda, devletin genellikle tanrısal bir düzen olarak algılandığı görülür. Aydınlanma ile birlikte devletin meşruiyetinin temelleri yeryüzüne inmiştir. Devletin oluşumunu toplum sözleşmesine dayandıran Hobbes ve Locke gibi düşünürlerin, devletin meşruiyetini tanrısal kattan indirerek halkın verdiği yetkiye dayandırdıkları görülmektedir.3

Buraya kadar medeniyetin kuruluşundan bu yana devlet kurumunun zihniyetinin, üstün bir varlığa duyulmuş ihtiyaçtan geldiğinden bahsettim. Çok sevip güvendiğimiz, bizi koruyacak olan devlete verdiğimiz imtiyazlar kendi ellerimizle bağladığımız kadife kelepçelerdir. Bu kelepçeleri demirleştiren ise, çoğu zaman otoritesini kötü yönde kullanan devlettir. Peki, otoriteye karşı direnilebilir mi? Yoksa güçlü olana “Senden daha doğrusunu biliyorum.” demenin bedeli çarmıha gerilmek mi? Direnme Hakkı

Thomas Hobbes, Leviathan adlı eserinde, insanların doğuştan eşit yaratıldığını ve bu eşitliğin bir kaos yarattığını söyler. Ona göre “İnsan insanın kurdudur.” ve doğal düzende insanlar savaş halindedir. Bu savaş durumundan kurtulmak için insanlar toplum sözleşmesi ile haklarını kendinden daha üstün bir kuruma devrederler. Bu kurum, onların haklarını korur ve bunun için fiziki zora başvurma hakkı sadece devletin tekelindedir. Bireysel şiddetin her türlüsü devlet tarafından yasaklanmıştır.4 İnsanların öç alma girişiminin men edilmesi hem düzeni sağlamış, hem de devlete karşı tehdit oluşturabilecek örgütlerin kurulmasını engellemiştir.

“Direnme Hakkı”nı içeren ilk metin Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’dir.6 Bağımsızlık bildirgesinde, “Hükümetler, bireylerin yaşam, özgürlük ve mutluluğa erişmek gibi doğal ve devredilmez haklarını sağlamak için kurulmuştur; eğer bir yönetim, bu kuruluş amacını yıkıcı bir yön tutacak olursa, halk onu değiştirmek ve devirmek hakkına sahiptir.” hükmü yer alır. Bu hüküm bize direnme hakkının dar ama açık bir tanımını yapar. 1789 İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi’nde; “Her siyasal topluluğun amacı, insanın tabii ve zamanaşımıyla kaybolmaz haklarının korunmasıdır. Bu haklar; hürriyet, güvenlik ve zulme karşı direnmedir.”denilerek, direnme hakkının aslında zaman aşımına uğramayan ve evrensel bir hak olduğu savunulur.7 Bu metinlerden çıkarabileceğimiz; direnme hakkının toplumun devlete rağmen devletten kendini koruyabilme yetisi olduğudur.

Devlet, yönetilenlerin itaatsizliğine karşı etkin bir biçimde işleyen bir örgütlenme biçimidir. Max Weber devletle ilgili yapmış olduğu ünlenmiş tanımında, bir siyasal kurum olarak devletin başlıca özelliğinin şiddeti bir araç olarak kullanma yetisine sahip bir örgütlenme olduğunu vurgulamaktadır.5 Devlet, belirli bir coğrafi sınır içerisinde rakip ya da ortak tanımayan, her türlü yasa koyma ve cezalandırma hakkına sahip olan kurumdur. Devletin bu hakları meşrudur. Meşruluğunun sebe-

Direnme hakkından kavramsal olarak bahseden John Locke, Hobbes gibi siyasal iktidarı bir gereklilik olarak

2

Alâeddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, Tarihöncesinde İlkçağda Ortaçağda ve Yeniçağda Toplum ve Siyasal Düşünüş (Kısaltılmış ve Gözden Geçirilmiş 4. Basım) Ankara, 2013, Bilim ve Sanat Yayınları, s. 158. 3 Selim Çapar- Şükrü Yıldırım, Hobbes ve Locke’un Devlet Düşüncesine Katkıları, s.4 <http://www.arem.gov.tr/ortak_icerik/arem/Makale/Hobbes&Locke(CaparYildirim).pdf> , 11.10.2013 4 Nur Vergin, Siyasetin Sosyolojisi, Kavramlar Tanımlar ve Yaklaşımlar, İstanbul, 2013, Doğan Kitap, s.32. 5 Vergin, a.g.e, s.33 6 4 Temmuz 1776 7 Mustafa Ergün, Direnme Hakkının Gelişimi, (11.10.2013) http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/direnme-hakkinin-gelisimi-1247

54


görür ve siyasal iktidarın toplum sözleşmesi ile oluştuğunu var sayar. Bu sözleşmeyle insanlar bazı yetkilerini yönetene verir ve yöneten de herkesten aldığı güçle, toplum içinde var olan yanlışlıkları genel iradenin yararına olacak bir şekilde durdurur ve düzeltir. Ancak Locke’ un görüşlerini Hobbes’dan ayıran bir nokta vardır. Devletin sınırsız hakkı olduğunu savunan Hobbes’a karşı Locke; toplum sözleşmesinin her haktan vazgeçmeyi ön görmediğini ileri sürer. Hobbes’un düşüncesinde insanların barış içinde yaşama gereksiniminin doğurduğu bir zorunluluktan dolayı toplum sözleşmesi ile yönetimi oluşturdukları öngörülmekte ve toplum sözleşmesinin sadece bireyler arasında yapıldığı, devletin bu sözleşmenin tarafı olmadığına vurgu yapılmaktadır. Locke’un düşüncelerinde ise, insanlar eşit ve adil yargılama sistemi yoksunluğundan kendi istekleri ile toplum sözleşmesini yaparak devleti oluşturmuşlardır. Devlet de bu toplum sözleşmesinin bir tarafıdır. Siyasal iktidarı kullananın (kral veya kanun koyucu), herkesten aldığı gücü kendi şahsi hırs ve amaçları doğrultusunda kullanmaya başlayıp yapılan sözleşmenin hükmüne saygı göstermediği anda, kendisine tanınan yetki sınırlarını aşıp sözleşmeyi bozmuş olur. Buradan itibaren, toplumun elinde bulundurduğu bir hakkı çıkar karşımıza ki bu da “Direnme Hakkı” dır. Direnme hakkıyla toplum, kendi çıkarını gözetmeyen yöneteni yöneticilikten alıp yerine başkasını getirebilir.9

mevcut iktidara karşı koyma, iktidarın olduğu yerde kendiliğinden vardır ve iktidar bundan beslenir. Dolayısıyla direniş hem iktidar uygulamanın ön koşulu hem de devam eden iktidar ilişkilerinin göstergesidir. İktidar, eylem üzerinde bir eylemdir çünkü iktidar başkalarının eylemlerini ve davranışlarını etkileme gücüne sahip ve onları yönlendiren ve idare edebilen eylem biçimidir.12 Son yıllarda tüm dünyada yayılan toplumsal hareketleri (Arap Baharı, Occupy Wall Street, Gezi Olayları vs.) direnme hakkı çerçevesinde değerlendirirsek, insanların memnun olmadığı yönetime karşı ses çıkarmaları, geçmişten günümüze vazgeçilmez olmuştur. Ancak bu toplumsal hareketleri kendi iktidarına uygunsuz gören devlet, isyan olarak adlandırdığı hareketlere “müdahale” eder. Bu müdahaleyi, bizzat devleti korumak için kullandığı kolluk kuvvetleri aracılığıyla yapar. İktidar sahipleri, toplumu korumak için toplumdan aldığı hakkı, topluma karşı bir baskı aracı olarak kullandığında toplum sözleşmesini bozmuş olurlar. Devletin bütünlüğünün korunmasından çok devlette homojen bir düşünce yapısı inşa etmeye çalışanlar “orantısız güç” kullanarak hem halkının hem de kullandığı güvenlik güçlerinin haklarını ihlal eder. Orantısız Güç Evinize bir hırsız girdiğinde, hırsız yatak odanıza girmediği sürece onun canına kastedecek bir davranışta bulunamazsınız. Sizi döven birine bıçak çekmeniz meşru müdafaaya girmez. İnsanın kendini savunması, karşındakinin de insan olduğunu unutmadığı zaman erdemdir. Vahşilikle cesurluk arasındaki ince çizgi, ölçüdür. Ölçüyü tutturduğumuz sürece kendimizi savunmamız meşrulaşır.

Hobbes’un düşüncesinde yönetimin bireyin yaşama hakkını ihlal etmesi durumunda, yönetimin toplum sözleşmesini ortadan kaldırması ve bireyler ile “savaş” ortamına dönmesi söz konusu olmaktadır. Bu durumda bireysel direnme hakkı ortaya çıkmaktadır. Aksi durumda, her türlü otoriteye boyun eğmek esastır. Locke’a göre ise doğal yasalar devletin yasama erkinin de üstündedir. Devlet eğer doğa yasalarına aykırı davranırsa, yani bireyin yaşama, güvenlik ve mülkiyet haklarını çiğnerse, halkın kolektif “direnme” hakkı doğmaktadır 10.

Tüm devletler, kurulduktan sonra kendi iç güvenliğini sağlamak ve dış tehditlere karşı korunmak amacıyla kendine kolluk birimleri oluşturur. Hatta devletlerin kuruluşu bu kolluk birimleri vasıtasıyla olabilir. Napolyon Avrupa’da fetihler yaparken askerlerin gücünü kullandı. Büyük İskender’i büyük yapan büyük ordusuydu. Askerler ve günümüzde polisler, özel güvenlik güçleri, devletin meşru olan otoritesini koruyabilmesi ve büyük ideallerine ulaşabilmeleri için araçlarıdır. Hitler’in Nazi Subayları, Stalin’in Kızıl Ordusu bu araçların nasıl bir güç kaynağına dönüşebileceğinin göstergesidir.

Aydınlanma çağı düşünürlerinden daha güncel olan Michel Faucoult da direnişi iktidar aşırılığının bir sonucu olarak ele almıştır. Faucoult’ya göre “19. yüzyılın temel meselesi sefalet sorunu,ekonomik sömürü sorunu ve buna bağlı olarak bizzat zenginliği üretenlerin sefaletinden kaynaklanan bir zenginliğin oluşumu sorunu idi. Başta Marksizm olmak üzere 19.yüzyılın ekonomist ve tarihçileri bu mesele üzerinde durdular. 20. yüzyılda ortaya çıkan sorun “iktidar aşırılığı” sorunudur. Devletin, bürokrasinin, bireylerin birbiri üzerindeki iktidar aşırılığı sefaletten kaynaklanan bir sorun olmadığından 19. yüzyıldan miras kalan zihnimizdeki kavramsal ve teorik aygıtlardan hiçbiri “19. yüzyıldaki sefalet kadar “isyan ettirici” olan bu iktidar (aşırılığı) sorununu doğru kavramamıza imkân vermemektedir.”11 Bu açıdan baktığımızda, yüzyıllarca değişmeyen ve güncelliğini net bir biçimde algılayamadığımız iktidar sorunu, direnişi kaçınılmaz olarak beraberinde getirmiştir. Direnme,

Devletin iç huzuru sağlamak için oluşturduğu güvenlik güçlerinde bir yetki paylaşımı söz konusudur. Bu güçler, kötüye kullanıma çok açık olduğundan, kişiye özel sorumluluk ve yetki verilir. Bir kolluk görevlisi kendi görev alanı dışında yetkisiz herhangi üçüncü bir kişi konumundadır ve ancak bir vatandaşa suçla mücadelede verilen yetkileri kullanabilir.13 Güvenlik hizmeti veren birimlerin farklı görev alanlarında dağılması ve farklı isimler alması kaçınılmazdır. Tüm ülkenin iç ve dış güvenliğini sağlayan geniş bir ağın, tek elden yönetimi imkansıza yakındır. Ancak bu farklı dalları olan

8

Selim Çapar- Şükrü Yıldırım, Hobbs ve Locke’un Devlet Düşüncesine Katkıları, s.26 <http://www.arem.gov.tr/ortak_icerik/arem/Makale/ Hobbes&Locke(Capar-Yildirim).pdf>,(11.10.2013) 9 Mustafa Ergün, Direnme Hakkının Gelişimi, (11.10.2013) http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/direnme-hakkinin-gelisimi-1247 10 Selim Çapar- Şükrü Yıldırım, Hobbes ve Locke’un Devlet Düşüncesine Katkıları, s.26 <http://www.arem.gov.tr/ortak_icerik/arem/Makale/ Hobbes&Locke(Capar-Yildirim).pdf> 11.10.2013 11 Sever Işık, Fucault’daİktidar ,Özgürlük ve Direniş, Ekev Akademi Dergisi, 2012, s.104 12 Nur Vergin, Siyasetin Sosyolojisi, Kavramlar Tanımlar ve Yaklaşımlar, İstanbul, 2013, Doğan Kitap, s.147 13 M. Bedri Eryılmaz, Demokratik Ülkelerde Kolluk Güçleri Arasında Yetki ve Görev Alanı Paylaşımı: Türkiye Örneği, TBB Dergisi Sayı 64, 2006 <http://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2006-64-228> 11.10.2013

55


ağaç, bir toprağa kök ile bağlıdır. Bu kökler, yetkisini ve meşruluğunu halkın devlete verdiği haklardan alır. Kolluk birimlerinin yetki paylaşımı, sayısı, şekli bu hakların kullanımı ya da demokratikliğiyle ilgili değildir. Bu hakların doğru kullanımı; birimlerin yetkilerini doğru kullanması, kendisini halka karşı sorumlu hissetmesi ve halka hesap verme alışkanlığının olmasıdır. Bu özelliklerin eksikliğinden dolayı, günümüzde kolluk kuvvetlerinin yaptığı hemen her müdahale “orantısız güç” olarak adlandırılmaktadır.

dışında unutulmamalı ki gezi olaylarında halkın canına da kastedildi. Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Ahmet Atakan, Ali İsmail Korkmaz polis müdahalesinden öldüler. Ethem Sarısülük polisin kurşunuyla öldürüldü. Komiser Mustafa Sarı, müdahale ederken öldü. Bu kayıplar bir orantının sonucu değil elbette. Orantısız güce bir diğer örnek, Mısır’da Mursi’ye karşı gerçekleştirilen darbeden sonra kurulan darbe hükümetinin Adeviye Meydanı’nda toplanan Mursi destekçilerini dağıtmak için yüzlerce kişiyi öldüren polise 35 milyon dolar ikramiye verilmesini kararlaştırması.16 Oturma eylemi yapan insanların üzerine ateş açarak yüzlerce kişinin ölmesine neden olan polis, kendisini kullanan devletten katilliğinin mükafatını alacak.

Kolluk kuvvetleri, yetkilerini ve emirlerini bağlı olduğu devletten alır. Kişiliğini kaybedip mesleğiyle bütünleşen polis ya da asker, aldığı emirler çerçevesinde halka “müdahale” eder. Halka hesap verme erdemine sahip olmayan devletler, kurulduğu andan itibaren güvenlik için sahip olduğu güçlerini şiddet için kullanmıştır. Halkın devlete olan teslimiyetinin karşılığı, çoğu zaman insafsız güç gösterilerine dönüşen müdahaleler olmuştur. Bu müdahaleler, geçmiş yıllarda idam ya da işkence iken günümüzde demir coplar, psikolojik baskılar, kimyasal silah kullanımı gibi çeşitlemeler almıştır.

Daha çoğaltılabilecek birçok örnekten, devletin elinde tuttuğu gücü, kaynağını aldığı halktan daha üstün tuttuğunu görüyoruz. Bize düşense güç sarhoşu olmuş iktidara sert bir kahve içirmek… KAYNAKÇA ÇAPAR, Selim- YILDIRIM, Şükrü, Hobbes ve Locke’un Devlet Düşüncesine Katkıları,http:// w w w. a r e m . g o v. t r / o r t a k _ i c e r i k / a r e m / M a k a l e / Hobbes&Locke(Capar-Yildirim).pdf Erişim Tarihi: 11.10.2013 ERGÜN, Mustafa, Direnme Hakkının Gelişimi, 12.10.2012, http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/direnmehakkinin-gelisimi-1247 Erişim Tarihi: 11.10.2013 ERYILMAZ,M.Bedri, Demokratik Ülkelerde Kolluk Güçleri Arasında Yetki ve Görev Alanı Paylaşımı: Türkiye Örneği, TBB Dergisi Sayı 64, 2006 <http:// tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2006-64-228, Erişim Tarihi: 11.10.2013 IŞIK, Sever, Foucault’da İktidar, Özgürlük ve Direniş, Ekev Akademi Dergisi, 2012, Erişim Tarihi: 11.10.2013 http://www.academia.edu/3744061/Foucaultda_Iktidar_Ozgurluk_ve_Direnis-Power_Freedom_ and_Resistance_in_Foucault

Kendini savunmak için yeterli araca sahip olmayan halka orantısızca yapılan müdahalenin en güncel örneğini, Gezi Olayları ile birlikte birebir yaşadığımız ülkenin sokaklarında gördük. Biber gazını aşırı dozda kullanan devlet, kalıcı akciğer rahatsızlıklarına ve travmalara sebebiyet verdi.14 Aynı şekilde gezi olaylarında kullanılan TOMA’lardan kimyasal katkılı tazyikli su sıkıldığı iddiaları belgelendi.15 Cumhuriyet gazetesinden Sinan Tartanoğlu’nun haberine göre; CHP Adana Milletvekili Ümit Özgümüş, 8 Eylül tarihinde Adana’daki eylemlerde “TOMA suyuna kimyasal kattılar” kuşkusuyla hastaneye kaldırılan bir eylemcinin gömleğini, TOMA’lar müdahale ederken çekilmiş bir görüntüyü ve yaralının vücudunun kızararak kasılma nöbetleri geçirdiğine yönelik hastane raporunu Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne götürdü. Hastanede, kimyasal su iddiaları belgelendi. Bu gibi kimyasal müdahaleler, uluslararası sözleşmelere aykırı olduğu için yasaklanması konusunda kampanyalar başlatıldı. Plastik mermiler doğrudan insanların yüzünü hedef aldı ve birçok kişi gözünü kaybetti. Gaz kapsülleri doğrudan insanların başını hedef aldı ve bugün hala kafasına gaz kapsülü gelen Berkin Elvan komada. Bütün bu sağlık problemlerinin

ŞENEL, Alâeddin, Siyasal Düşünceler Tarihi Tarihöncesinde İlkçağda Ortaçağda ve Yeniçağda Toplum ve Siyasal Düşünüş, Ankara, 2013, Bilim ve Sanat Yayınları VERGİN,Nur, Siyasetin Sosyolojisi, Kavramlar Tanımlar ve Yaklaşımlar, İstanbul, 2013, Doğan Kitap. “Biber Gazı Kimyasal Silah”, Hürriyet Planet, 21 Haziran 2013, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/23553266.asp , Erişim Tarihi: 11.10.2013 “TOMA’nın Ölüm Sıktığı Belgelendi:Kimyasallı su değil, doğrudan kimyasal”,Sendika.org, 22 Eylül 2013, http://www.sendika.org/2013/09/tomanin-olumsiktigi-belgelendi-kimyasalli-su-degil-dogrudankimyasal/ Erişim Tarihi: 11.10.2013 “Mısır’da Polise 35 Milyon Dolar İkramiye”, Birgün.net, 4 Eylül 2013, http://birgun.net/haber/misirdapolise-35-milyon-dolar-ikramiye-3472.html Erişim Tarihi: 11.10.2013

14 <http://www.hurriyet.com.tr/gundem/23553266.asp> (11.10.21013) 15 < http://www.sendika.org/2013/09/tomanin-olum-siktigi-belgelendi-kimyasalli-su-degil-dogrudan-kimyasal/> 16

< http://birgun.net/haber/misirda-polise-35-milyon-dolar-ikramiye-3472.html>

56


MİNERVA

İKTİDAR PSİKOLOJİSİ VE TOPLUMSAL YANSIMALAR Gözde TÜTMEZ

Toplumsal İktidar Algısı ve Otorite

işlerin bir sebebi bulunmaktadır. Son otorite biçimi olarak Weber, Karizmatik Otorite’den bahseder. Bu otorite biçimi, bireylerin belirli bir kişinin yarattığı güç deryasına kapılıp; bu durumu benimsemeleri ve itaat etmeleri sonucu oluşur.

İ

nsanlığın ilk devinimlerine şahit olduğumuz zamandan bu yana, pek çok topluluk kurallar etrafında birlik oluşturmuş, devletler kurmuş ve kurulan bu devletlerin yerini farklı devletler ve sistemler almıştır. Tüm bu işleyiş içerisinde, ilkel toplulardan gelişmiş toplumlara, değişmeyen tek durum bir “iktidar” varlığı ve ardından gelen “otorite”algısıdır. Üzerine pek çok düşünce geliştirilmiş, pek çok yazı kaleme alınmış, pek çok kuram oluşturulmuş bu iki kavramın gerekliliği ve insan üzerindeki etkisi ise hala “olmalı-olmamalı” ilişkisinden öteye taşınamamıştır. Bunca söz söylenmiş bu kavramları inceleme altına aldığımızda, en çok değineceğimiz kısım “otoriter kişilikler ve birey tepkileri”dir. Öncelikle otorite kavramını ele alırsak, karşımıza şöyle bir tanım çıkar:

”Weber’in yaklaşımının genel özelliği otoriteyi meşrulukla özdeşleştirmesidir. Weber’e göre insanlar yetkisinin meşru olmadığını düşündükleri kişilere itaat etmezler.”2 İnsanlar yöneticilerine isteyerek itaat ediyorlarsa otorite kavramının işlediğini görürüz ancak insanlar zorla itaat ediyorlarsa, yöneticilerin meşru olduklarına inanmamalarındandır. Bu görüşün en önemli destekleyicilerinden biri olan Gaetano Mosca şunları yazmıştır: “Siyasal formüllerin, kitleleri itaate yöneltmek için uydurulmuş şarlatanlıklar olduğunu söylemek yanlıştır. Gerçekte bu formüller, insanın toplumsal doğasında hissettiği gerçek bir ihtiyacı karşılar; kişinin yalnızca maddi ve düşünsel bir güç gereği değil, aynı zamanda, ahlak ilkesi temelinde yönetilme ve yönetildiğini bilme ihtiyacının- bu ihtiyaç evrensel olarak hissedilir- pratik ve gerçek bir önemi olduğu kuşkusuzdur.”3

“Otorite, eşit olmayan insanlar arasında bir bağdır ve temel bir gereksinimdir. İnsanların insanlara gösterdikleri ilginin bir ifadesidir.”1 Yukarıdaki tanımı göz önüne aldığımızda, insanları ‘birlik’ duygusuna sevk eden ve kişilikleri ile özdeşleştirdikleri-imgeleştirdikleri bir kavram olarak ele alıyoruz otoriteyi. İktidarın bir uzantısı olarak incelediğimiz bu kavram İngilizce’de köken olarak “authority” kelimesine dayanırken; Latince’de “auctoritatem” olarak yer edinmiştir ve baskıcı kişilikleri ifade etmek için kullanılır. Görüldüğü üzere iki ayrı uygarlık üzerindeki tanımı birbirinden oldukça farklıdır. Bir tarafta “üretkenlik” köken alınırken diğer tarafta “baskı” ile özdeşleştirilmiştir. İşte bu iki uygarlık arasındaki tanım farklılığı, tüm toplumlar içindeki otorite ihtiyacı kavramını ve bu kavramın meşruluğunu irdelerken farklı sonuçlar elde etmemize sebep olur. Otoriteyi bir iktidarı yorumlama süreci olarak algılarsak; otoriteyi gözlemleyen ya da itaat eden kişinin ne ölçüde objektif olduğu sorusu belirir. Modern toplumlarda bu konuya farklı yaklaşımlarda bulunan iki okul bulunmaktadır. Bir okula göre,ü iktidar koşulları özenenin duygularını ve düşüncelerini belirlemektedir. Bu düşüncenin en büyük temsilcisi Max Weber’dir.

Otoriter kişilik ve otorite psikolojisine yönelik bir diğer görüş ise, Weber’in görüşlerine zıt olarak öne sürülen Freud’un görüşleridir. Freud’un görüşleri, insanlardaki otorite algısından çok; otorite algılama sürecine odaklanmıştır. Freud çocukluk döneminde başlayan ve yetişkinlik döneminde devam eden otorite simgelerini inceler ve yetişkinlerdeki güç algısını; güç ve iktidarı karşılayan unsurlarla betimler. Ona göre başlangıçta çocuk kızsa annesiyle erkekse babasıyla rekabet halindedir ve mücadele ettikleri kişinin yerini almak isterler ancak sevgilerini yitirmek istemediklerinden, onlara itaat etmeye devam ederler. Çocuk kendisini yaratan ebeveynin gücünü benimsemiş olduğundan başka bir otorite algısı aramaya başlayacaktır. Bu aşamadan sonra Freud’un korku duyduğu durum; kitlelerin ortaya koy-

Weber’in yapıtlarında otorite algısı üç kategoride incelenir. Bunlardan ilki Geleneksel Otorite’dir. Bu otorite biçiminde toplumlar genetik ayrıcalıklar aracılığı ile statü belirler ve otorite-istikrar duygusu bu durumun sürekliliğinden ilerler. İkinci otorite ise Yasal Otorite’dir ve yasal kurallar ile bu kuralları elinde tutan yöneticilere dayanır. Bu otorite sergilenen davranışların bağlı olduğu kurallar ve açıklamaları mevcuttur, dolayısıyla yapılan 1 Richard Sennett, Otorite, Ayrıntı Yayınları, 2011, sf.20-25 2 Sennett, A.g.e, s.31 3

Gaetano Mosca, The Ruling Class, Palermo, 1939 Maurice Duverger, Politikaya Giriş, Varlık Yayınları, İstanbul, Ekim 1984

57


dukları ‘farklı’ otoritenin gücünden rahatsız olmaları ve öfkelenerek çocukluklarındaki ilk aşamaya geri dönmeleridir. Otoriter kişilikler ise bu durumdan faydalanıp silah olarak kullanmaya başlarlar. Yani “Güçlüler egemen olmayı, güçsüzler itaat etmeyi kabul etmişlerdir.”4

şeklinde algılansa da, içerik ve anlam olarak birbirinden oldukça farklıdır.

Freud’un bu fikirleri Frankfurt Okulu Yazarları’nı da etkilemiştir. Daha sonraki yıllarda Erich Fromm, Theodor Adorno, Max Horkheimer gibi yazarlar bu konu üzerine çeşitli incelemelerde bulunmuşlardır. Nitekim Theodor Adorno’nun ortaya koyduğu ‘Otoriteryan Kişilik’ isimli eserde yapılan çeşitli deneylerden bahsedilir. Bu deneylerden en ilgi çekeni, otoriter kişilik değerlerini ölçmek amacıyla oluşturulmuş çeşitli skalalardır. Toplumsal azınlıklara yönelik önyargılar A-S Skalası( Anti- Semit Scale ), E Skalası ( Ethnocenterism Scale) ve faşizan eğilimleri ölçmek için oluşturulmuş F Skalası ( Fascism Scale)’dır. F Sakalası’nda yaklaşık 78 soru bulunuyordu ve verilen cevaplar doğrultusunda faşizan eğilimler belirleniyordu. Yapılan deneyler sonucu özellikle Yahudiler ile ilgili bulunan pek çok soru karşısında bireyler, yaptırımların çeriği konusunda tepki gösterebilmiş ancak yaptırımların gerekliliği konusunda bir karşı çıkış yapmamışlardır. Pek çoğu yapılan uygulamalar karşısında itaatkar davranmıştır. Daha sonraki yıllarda Stanley Milgram’ın ortaya koyduğu “Milgram Deneyi” çarpıcı sonuçlar doğurmuştur. Deneye göre bir grup insan seçilmiş ve karşılarında görmeyecekleri bir kişiye çeşitli sorular sorulması, bilinmeyen her cevap için belirli voltajda elektrik verilmesi söylenmiştir. Gerçekte soruları cevaplamak üzere seçilmiş kişiler herhangi bir zarar görmemektedir ancak elektrik veren tarafın bundan haberi yoktur. Bu süre içerisinde elektrik vermek üzere seçilmiş bireylerin itiraz etme ve deneyden ayrılma hakkı bulunmaktadır ancak aynı odada bulunan gözlemci onları devam etmek için teşvik etmektedir. Verilen her yanlış cevap sonucunda elektrik veren bireyler, voltajın dozu arttıkça karşı taraftan gelen sahte “dur” ikazlarına kulak asmamış; son voltaja kadar elektrik vermeyi tercih etmiştir. Yapılan iki deney sonucunda, insanların verilen güç karşısında hükmetmeyi tercih ettikleri ve empati duygusunu göz ardı ettikleri gözlemlenmiştir.

Darbe, bir ülkede bulunan mevcut yapıyı çeşitli güç unsurlarını devreye sokmak suretiyle; ortadan kaldırma veya eski ya da yeni oluşturulmuş çeşitli kurallarla ikame etme eylemine verilen addır. 27 Mayıs Askeri Müdahalesi 1960 yılında ülkemizde gerçekleştirilen ilk askeri darbe olması vesilesiyle örnek olarak inceleyebileceğimiz bir olaydır. Dönemin başbakanı Adnan Menderes dahil olmak üzere, dönemin iktidar partisi Demokrat Parti’den pek çok vekil yargı sürecine tabi tutulmuştur. Gerekçe olarak laiklik karşıtı tavırlar ve kardeşliği bozmaya yönelik yapılan uygulamalar ileri sürülerek; pek çok general, subay emekliye sevk edilmiş; pek çok devlet görevlisi sorumluluklarından men edilmiştir. Nitekim 12 Eylül 1980’de Kenan Evren komutasında yapılan askeri müdahale, sonuçlarını da hala hissettiğimiz bir süreç başlatmış ve “darbe” kavramını en işler mertebesine ulaştırmıştır. Cumhuriyet sonrası dönemde yaşadığımız hızlı gelişmeler, değişimler, yapılan inkılaplar, hızlandırılmış demokratikleşme çabalarının sonucunda yapılan bu iki darbe; ülke içindeki hızlı yapılanmanın temelleri konusundaki sıkıntıları gün yüzüne çıkarmıştır. Darbe meşruluğunu sürdüren otoritenin daha üstün bir mecra tarafından devre dışı bırakılarak, meşruluğu zorla kabul ettirilen bir sistem teşkil eder. Toplum üzerinde sorgulamadan itaate teşvik eden bir düzen hakimiyet kurar.

Otoriteyi Ölçme ve Toplumsal Tepkiler “İktidar için yapılan rekabet özellikle kişileri çatıştırır. İktidarın kendisi zayıf örgütlenmiştir. Yönetenler ve yönetilenler arasındaki ilkel ayrıma dayanır. Kimilerine göre politika aslında bir savaştır. İktidar bunu elinde tutan bireylere, gruplara toplum üzerinde egemenliği ve bu egemenlikten yararlanmayı sağlar. Politik bir savaş olan iktidar-toplum üyeleri savaşı yönetenler ve yönetilenler, toplum üyelerini toplumsal baskı cihazıyla karşı karşıya getirir. İktidar daima bir grup ya da zümre yararına yürütülürken, savaş daima karşıt bir grup ya da zümre tarafından yaratılır.”5 İktidarın gücü ile bu gücü meşrulaştıramamış topluluklar arasındaki çatışma, çeşitli savaşlara veya isyanlara sebep olabilir. Darbeler ve devrimler iktidar ile toplum arasındaki uyuşmazlığın en belirgin iki sonucudur. Pek çok kez birbiriyle karıştırılan ve karşılaştırılan bu iki kavram işleyiş olarak egemen güce karşıt bir tavır

Devrim ise darbeden farklı olarak: Ülke sınırlarında bulunan mevcut iktidarı halkın benimseyememesi ya da işleyişinden hoşnut olmaması sonucu, söz konusu otoriteye ve yönetime karşı, birlik duygusu içinde; kitlesel ve

4 Maurice Duverger, Politikaya Giriş, Varlık Yayınları, İstanbul, Ekim 1984 5

Maurice Duverger, Politikaya Giriş, Varlık Yayınları, İstanbul, Ekim 1984, sf.30

58


radikal olarak gerçekleştirdikleri başkaldırış ve değişim çabasıdır. Devrim tanımının tarihteki en belirgin örneği 1789 Fransız Devrimi’dir. Fransız Devrimi’nin en belirgin özelliği iktidarı yıkmak için otoritelerin meşruluklarını ortadan kaldırmayı gerektiren bir işleyiş düzenini kabul ettirmesidir. XVI. Louis’in 1793’te öldürülmesi bu olguyu kanıtlar niteliktedir. Zayıf bir otorite olarak algılanan Kral, halkın yapmak istedikleri değişimlerin önünde tahtının getirdiği haşmet sebebiyle engel teşkil ettiğinden, halk onu ölüme mahkum etmiştir. Fransız Devrimi’ndeki hikayenin iktidar psikolojisi açısından belirgin olan aşaması kralın öldürülüşüdür. Halk özgürlüğünü otoritenin meşruluğunu ele geçirerek sağlamaya çalışmıştır. Devrim’in toplumlara yönelik verdiği motto esasında tam olarak bu meşruluğu yıkma düşüncesine dayalıdır. Alman filozof Fichte, Fransız Devrimi üzerine yayınladığı bir broşürde şöyle der:

tidar koşullarından arınmak adına gerçekleştirilmiş bir meşruluğu kabullenememe sürecidir.

“Doğduğumuz andan itibaren akıl, özgürlük ile kölelik arasında uzun korkunç bir düelloya girmemizi istemiştir. Benden güçlüyseniz, der bize akıl, s,z,n köleniz olacağım. Her zaman için yerinde duramayan bir köle olacağım ve boyunduruğumda küçük bir gevşeme olduğunda, beni köleleştireni ve efendimi alt edeceğim. Seni bir kere devirdiğimdeyse, sana hakaret edeceğim, seni aşağılayacağım ve ayaklarım altına alacağım. Bana hiçbir yararın olmayacağından galip gelmenin verdiği hakla seni tümüyle yok edeceğim.”6

ADORNO, Theodor: Otoritaryan Kişilik Üstüne, İstanbul, Say Yayınları, 2011

Genel olarak ele alacak olursak, darbe halk haricinde bir güç unsurunun iktidarın meşruluğunu ortadan kaldırması; olağanüstü birtakım kurallar ve uygulamalarla otoritelerin gücünü ele geçirmesidir ancak devrim halk tarafından çeşitli güç unsurlarından bağımsız; uygulamalarının benimsenemediği ik-

YÜKÇÜ, Onur: Alman Patriotizminin Dünü, Bugünü ve Almanya’da Neo-Patriotizm, 08.12.2012, <http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale. aspx?mid=892>, 10.10.2013

Sonuç olarak toplumsal düzenin dengesini kişilikleri ile özdeşleştiren bireyler, kendilerinden bağımsız bir güce itaat etme gereksinimi duyarlar ve bu gereksinimler sonucunda çeşitli savunma biçimleri geliştirirler. Yöneticilere duyulan öfke ya da kabullenememe hali, içselleştirilememiş çeşitli eksiklerin; otoritenin gücü üzerinden algılanması sonucu ortaya çıkar. Bu sebepten kişiler ellerine geçen fırsatta güç kullanmaktan çekinmezler. Devrimler bu sürecin ileri aşaması olarak ele alınır. KAYNAKÇA

BATMAZ, Veysel: Otoriteryen Kişilik, İstanbul, Salyangoz Yayınları, Nisan 2006 DUVERGER, Maurice: Politikaya Giriş, İstanbul, Varlık Yayınları, Ekim 1984 SENNETT, Richard: Otorite, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2011

6

Onur Yükçü, Alman Patriotizminin Dünü, Bugünü ve Almanya’da Neo-Patriotizm, 08.12.2012, < http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale. aspx?mid=892>, 10.10.2013

59


MİNERVA

İKTİDARIN GÜÇ KAYBI: DARBELER VE MISIR DARBESİ Mine YİŞİL

A

dını haberlerde sıkça duyduğumuz, tarih sahnesinde kimi liderleri devirmiş, kimi liderleri başa geçirmiş, ülkeyi karıştırmış, kendi milletinden insanları birbirine kırdırmış, bazen anneleri evlatsız bırakmış, bazen çocukları öksüzleştirmiş olan darbe devlet kavramı kadar eskiydi aslında. Peki herkesin hayatını bu denli etkileyen darbe ne demekti? Nasıl bir şeydi de onlarca insanı ipe götürmüş, sayısız ayrılıkların tek nedeni olmuştu?

darbeli yy olarak 20. yüzyılı görürüz. 20. yy’ da darbelerin gerçekleştiği ülkeleri gelişmekte olan ülkeler oluşturur. Bu gelişmekte olan ülkeleri; Latin Amerika’da Şili ve Arjantin, Asya’da Birmanya, Afrika’ da, Avrupa’ da ise Türkiye ve Yunanistan temsil eder. Bu ülkelerde darbelerin oluşu yeni darbeleri de beraberinde getirmiştir. Bu konuda Samuel P. Hungtinton “ Hükümet darbeleri demokratik rejimleri başlatmaktan çok devirir” diyerek; bir kere yıkılan rejimlerin, ardı arkasının geleceğini vurgular. Bu anlamda sıkıyönetim komutanlarından olan Bölügiray “ Bir önceki müdahalelerden değişik koşullar, yeni bir müdahalenin nedeni oluyordu çünkü her darbe bir sonraki darbenin tohumlarını ekiyordu” diyerek gerçekleri bir kez daha gözler önüne sermiştir ki Türkiye’ ye baktığımızda da 1960 darbesinin ardından 1980 darbesini görürüz.

Darbe bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak hükümeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme işidir. Tanıma baktığımızda iki önemli öge ön plana çıkar: Bunlardan birincisi, seçimle başa geçmiş olan iktidarın seçim yolu ile el değiştirmesi değil kuvvet yoluyla buna mecbur bırakılmasıdır. Anayasada tanımlı, adaletli; özgür seçim ilkesinin ihlali askeri darbeleri anti-demokratik olarak nitelendirir ve hukuka aykırılığının altını çizer. “Askeri darbeler ne olursa olsun demokrasiye indirilmiş keskin bir kılıç olarak düşünülmelidir. Askeri darbeler mevcut sitemi zor kullanarak değiştirme yöntemi olduğuna göre yönetimin hiçbir zaman demokraside kabul edilemeyeceği unutulmamalıdır. Unutulmamalıdır ki gerçek bir demokraside en kötü çözüm bile darbeden iyidir”1. İşin özü olarak darbe demokrasi için demokrasinin kelepçelenmesidir de diyebiliriz.

ASKERİ DARBELERİN NEDENLERİ: MADOLYONUN ÖN YÜZÜ “Hükümetlerin ekonomik ve sosyal sorunları çözmekte başarısız oldukları iddiası, darbeciler tarafından askeri darbelerin başlıca nedenini oluşturmaktadır”3. Hükümetlerin üstüne düşen; Sosyal Görevler: Hükümet, ülkedeki emek-sermaye arasındaki eşitsizliği gidererek; çatışmaları azaltmalıdır. Sosyal sınıflar arasında bir denge kurmalıdır. Sosyal adaleti ve eşitsizliği sağlamalıdır. Sosyal barışı oluşturmalı ve bunu korumalıdır. Vatandaşların kazandığı paralarla ihtiyaçlarını karşılayabilecek istikrarlı, refah bir ortam kurmalıdır. İşsizliği azaltacak çalışmalarda bulunmalıdır.

İkinci olarak ön plana çıkan öge de ordunun ülkeyi iyileştirmesi için illa darbe mi yapması gerektiğidir? Ordu yönetime müdahale etmekle ne derece doğru bir iş yapar? “Askeri müdahalelerin sadece ordunun yönetime darbe yapmasından başka şekillerde de başarı sağlanabilir. Sadece darbelere odaklanmak askerin siyaset ve toplum üzerindeki etkisini küçümsememize yol açar. Darbeler bazen ordunun gücünü bazen de güçsüzlüğünü gösterir. Günümüzde güçlü ordu, darbeye gerek kalmadan istediklerini yaptırabilendir. Bu sebeple değişen dünyada artık birçok ordu, mevcut hükümeti devirmeksizin kendi düşünceleri ve fikirleri ışığında kara almasını sağlayabilmektedir. Askerin yönetimdeki bu etkisini sadece darbe beklenen ülkelerde değil, demokratik ülkelerde de gözlemlemek mümkündür”2. Yani demokrasi için rejimleri yıkmadan da ordu ülkenin içinde bulunduğu durumu düzeltebilir.

Ekonomik Görevler: Ülkede düzeni sağlayarak yabancı sermayeyi kendine çekmelidir. Halka uygun fırsatlar sunarak yerli yatırımı arttırmalıdır ki işsizlik azalsın ve üretim artsın. Enflasyon, devalüasyon gibi halkı ve ülkeyi zor durumda bırakacak durumun oluşmasını elinden geldiğince engellemek, engel olamadığı durumlarda ise olabildiğince bu kötü şartlardan erken kurtulmanın yollarını bulmalıdır. Siyasi Görevler: Parlamento rejimini sağlıklı bir şekilde kurmak, ülkeyi kendi çıkarlarına göre değil; ülke çıkarlarına göre yönetmek ve bu yönetme işini yaparken egemenliğin kayıtsız şartsız millette olduğunu her zaman bilmek hükümetin siyasi olarak yerine getirmesi gereken görevlerdir.

Darbeler tarihine bakarsak rotamız bizi hayli eskilere götürecektir. Mesela Antik Yunan ve Hindistan ‘da darbenin fazla oluşu ve Roma İmparatoru Jül Sezarın da darbeden nasibini almış olması buna en iyi örnektir. Yine günümüzden bir yüzyıl öncesine baktığımız zaman

1 Sözer, Ercan, Askeri Darbeler Ve Toplumsal Etkileri http://e-bulten.library.atilim.edu.tr/sayilar/2010-04/makale2.html, 04.04.2010 2 Peter D. Feaver, Armed Servants: Agency, Oversight, and Civil-Military Relations, Cambridge, Harvard University Press, 2003. 3

Bayramoğlu,Ali,http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?i=10043&y=AliBayramoglu

60


Hukuki Görevler: Hükümet, vatandaşların anayasada belli haklarını korumalı ve oluşan anlaşmazlıkları mahkemelerde hukukun üstünlüğünü unutmadan; bağımsız ve adil bir şekilde çözüme kavuşturmalıdır. Herkesin kanuna uygun bir şekilde yaşamasını sağlayıcı cezalar sistemini, hukuki organlar tarafından kurulmalı ve sürekliliğini sağlamalıdır. Yine hükümet başa geçtiğinde kendi yetkilerini arttırıcı ya da anayasaya uygun olmayan yönetim olaylarını meşrulaştırıcı davranışlardan uzak durmalıdır. Hükümetlerin bu görevleri yerine getirmemesi yahut getirememesi durumunda hepsi darbe nedenini teşkil edecek ve kaçınılmaz son darbeyi oluşacaktır. Burada darbenin hükümetin eksikliklerinden kaynaklanan nedenlerinden bahsettik fakat darbelerin nedenleri bu kadarıyla sınırlı değildir. Brian Taylor’a göre askerlerin kişisel motivasyonları, ordunun kurumsal kültürü ve çıkarları, uluslararası yapı, devletin yapısı ve siyasi kültürü birer darbe nedenidir. Askerlerin kişisel motivasyonlarından kaynaklı darbelerde, kişisel çıkar ön plana çıkar. Darbe ordunun hiyerarşik yapısının tepe noktalarındaki askerler tarafından yapılır. Afrika ve Ortadoğu’da sık görülen darbe türüdür. Ordunun kurumsal kültürü ve çıkarlarıyla oluşan darbeler; genellikle ordu ve asker bütçe açısından sıkıntıya uğrarsa veya siviller tarafından içişlerine karışılırsa meydana gelir. Burada ordu özelliğini yitirmeye çalıştığını hisseder. Peru, Gana, Mısır, Sudan ve ülkemizin 60 darbesi de bu darbe türüne örnektir. Uluslararası yapıda ise özellikle Soğuk Savaş sırasında olan darbelerin yaygınlığı göze çarpar. ABD ve Sovyetler arasındaki çekişme bazı bölgelerdeki ülkelere yansımıştır. Bu bölgeler: Latin Amerika, Ortadoğu, Güneydoğu Asya, Afrika’dır. Devletin yapısından kaynaklı darbelerde ise Hungtinton gibi siyaset bilimciler, darbelerin ülkenin siyasi ve kurumsal yapısının zayıflığından kaynaklandığını ileri sürer. Ordu bu zayıf kurumlar karşısında güçlü olduğundan darbe yapıp, yönetimi rahatlıkla ele geçirebilir. Darbeler konusunda ülkemize bakarsak 90 yıllık cumhuriyet tarihimizde 3 darbe ve 2 muhtıraya rastlarız. Özellikle 27 Mayıs 1960, 12 Eylül 1980…Bu darbelerden 60 darbesinin nedenleri: “DP iktidarının, ekonomideki kötü gidişe paralel bir şekilde otoriterleşmeye başlaması ve özellikle CHP döneminde kökleşmiş olan demokrasinin gerek askeri gerekse sivil kanadına karşı sert tedbirler almaya başlaması” şeklinde Eroğlu tarafından ifade edilmişti. DP ordu tarafından sıkça uyarıldı fakat uyarıların boşa çıkması durumunda 27 Mayıs gerçekleşti. 60’dan sonra onu 71 Muhtırası takip etti. 71’i de 80 Darbesi. 80 Darbesi’ni oluşturan gelişmeler ise; hükümetlerin yönetememeleri, 70’lerin sonlarında başlayan siyasi çatışmaları engelleyememeleri ve siyasi cinayetlerin yol açtığı kriz durumlarının ülkeyi etkisi altına alması, meclisin etkin çalışamaması ve “Dönemin son başbakanı Süleyman Demirel’in ’70 Cente muhtacız’ sözü ile özetlenen işsizlik, kıtlık ve işyeri anlaşmazlıkları 12 Eylül’ü tarihe yazdı. DARBELERİN NEDENLERİ: MADOLYONUN ARKA YÜZÜ Ülkeleri darbelere götüren belli başlı nedenlerden, eksikliklerden bahsettik. Bu eksiklikler bazen hükü4

Askeri darbe, http://tr.wikipedia.org/wiki/Asker%C3%AE_darbe

61

metler onları yapmadığı için değil, ülke yönetimine karışmak isteyen ve genelde bunu başaran bazı ülkeler istediği için oluşurlar. “Askeri darbeler aynı zamanda güçlü devletlerin zayıf devletler üzerindeki emellerini gerçekleştirmek için tercih edilen bir yol olarak karşımıza çıkar”4 sözü bunu açıklar. Dünya’da güçlü devletlerin bazı bölgelerde önemli çıkarları vardır. Bu güçlü devletler ki bunun başını ABD çekmektedir, bölgedeki çıkarını sağlamak ister. Bu nedenle ABD çıkarını yerine getirmeyen, onunla iyi ilişkiler kurmayan iktidarları gözden çıkarır. ABD’nin gözden çıkarması demek; ülkede yönetime askerin el koyması ve demokrasinin rafa kaldırılması demektir. Bir de suç cezasız kalmamalıdır mantığı ile darağacına götürülecek yöneticiler demektir. ABD bu özelliğini 2. Dünya Savaş’ı sonrasında bazı ülkelerle ikili ilişkiler kurarak, yardımlarda bulunarak, kurduğu NATO’ya dahil ederek, müttefiklerini kendi çizgisinde tutarak, kurduğu paktlarla müttefiki ülkelerde askeri ve ekonomik üs elde ederek kazanmıştır. ABD böylece bu ülkelerdeki rejimlerin başına geçen iktidarların çizgilerini de kontrol edebilmiş, kendilerinden uzaklaştıklarını anladıklarında da onları çizgiye tekrar getirebilmek için siyasi oyunlara başvurmuşlardır. Bu siyasi oyunların da başında darbe gelmektedir. Bu oyunları darbeciler inkar etse de bazı komutanlar emekli olduklarından sonra gazeteye verdikleri demeçlerde, yazdıkları yazılarda ABD’nin darbelerdeki parmağını itiraf etmişlerdir. Hatta ABD-CIA’nın birçok ülkede darbe düzenlediği, yaptırdığı gerçeği de hem darbeciler hem de ABD ve CIA yetkilileri tarafından açıklanmıştır. Örneğin; CIA görevlisi Howard Hunt mahkemesindeki konuşmasında CIA olarak görevlerinin hükümetlerle ilişkiler ve onlara darbe yapmak olduğunu bile söylemiştir. Askeri darbelere bu anlamada baktığımızda farklı sonuçlar ortaya çıkar. Mesela 12 Eylül darbesinin nedenlerini “ Demirel hükümetinin Araplarla ilişkileri sıkılaştırması, U-2 casus uçaklarının uçuşlarına karşı çıkılması, haşhaş ekimindeki ısrarlı tutumların devam etmesi, SSCB ile yakınlaşarak ekonomik işbirliği imkanlarının arttırılması yani Demirel’in dış politikada yapmak istediği değişikliklerin ya da sapmanın yoğunluk kazanmasıydı” olarak açıklar Erol Maraşlı. ABD, SSCB ile yakın ilişkiler kuran Türkiye’yi elbette istemiyordu ve olaylar apaçıktı; Demirel iktidarı devrilmeliydi. Nitekim öyle de oldu. Yine Türkiye’deki 60 Darbesi’nde de arka planda ABD’yi görürüz. ABD Menderes’e mali destek vermiyor ve kurmak istediği tesislere yanaşmıyordu. Ülkemiz ekonomik olarak zor durumda idi. Bunun üzerine Menderes kendine mali destek verebilecek ve tesislere yardımcı olabilecek SSCB ile ikili ticaret anlaşmaları yaptı. Gelişen bu olaylar ABD isteğine tamamen zıttı. Dönemin İngiltere Büyükelçisi bir raporunda “ Amerikalılarla anlaşabilecek birisinin ekonomik işlerin başına geçmesi gerektiği “ ile ilgili bir yazı hükümete verilmişti. Türkiye’deki bu durum ile ilgili eski Mit Mensubu Prof. Mahir Kaynak “ The İnside Story of CIA” adlı CIA müdürlerinden birine ait kitapta Türkiye bahsi var. Orada deniyor ki: Menderes’in ‘ Siz isterseniz hilafeti getirebilirsiniz’ şeklindeki konuşması, bizi Batı’nın lideri olarak büyük endişelere sevk etti. İslamın uyanışını durdurmak için duruma müdahale ettik ve 27 Mayıs İhtilali’nin yaptırdık” sözleriyle darbelerdeki ABD etkisine dikkat çekiyor.


Darbelere dünya çapından baktığımızda; İtalya’da 1948 komünist partisinin seçimleri kazanması üzerine CIA’nın devreye girmesi, İran başbakanı Muhammed Musaddık’ın petrolü millileştirmek istemesi üzerine 1953’de askeri darbe ile mevcut iktidarın devrilmesi ve onun yerine Şah rejiminin kurulması, Guetemala’da Arbenz İktidarı’nın Amerikan ‘United Fruit’ şirketini millileştirmek istemesi üzerine darbe ile yönetimden alınması, Dominik Cumhuriyeti’nde ise 1963’de seçim ile başa geçmiş olan Juan Mosch’un askeri darbe ile görevinden alınarak yerine kendi çizgisine yakın yeni bir iktidar kurulması, Yunanistan’da 1967 yılında iktidarın devrilmesi, Şili’de Salvador Allende’nin görevden alınıp yerine General Augusto Pinochet Hükümeti’nin kurulması hep ABD imzalı olaylardır.

olmadı. 3 Temmuz 2013 tarihinde halkın yine meydanlarda olması ve durumdan hoşnut olmaması üzerine ordu, yönetime el koydu. Mursi’ yi o koltuğa oturtan Mısır halkı, kaldırmasını da bildi. Mursi başa geçtiğinde Haşim Kandil’e hükümeti kurma görevi verdi, maaşlara %15 zam yaptı. “ Anayasa mahkemesi tarafından feshedilen Mısır Halk Meclisini tekrar toplama kararı aldı ve anayasaya ek maddeler koyarak Yüksek Askeri Konsey’in bir süre daha yönetimde kalma girişimini bertaraf etti”6. Sonra Mübarek’in devrildiği zamandan beri 1,5 yıldır ülkede söz sahibi generalleri emekliliğe sevk etti. Böylece ülke sivilleştiriliyordu ve Mursi yargıyla uzak düşmeye başlıyordu. MISIR’I DARBEYE GÖTÜREN NEDENLER Hukuki Nedenler:

DARBELERİN SONRASI

Mursi’nin 22 Kasım 2012’de ilân ettiği yeni anayasa beyannamesi ülkede çıkacak karışıklıkları beraberinde getirdi. Bu yeni düzenleme, Anayasa Komisyonu’nun ve Şura Meclisi’nin Anayasa Mahkemesi tarafından feshedilmesini ortadan kaldırıyordu. Anayasa; kararların iptal edilemeyeceği şeklinde maddeler barındırıyordu. Mursi, 30 Haziran 2012’ de göreve geldiğinde; 17 Haziran 2012 ve 30 Mart 2012 referandumla kabul görmüş geçici anayasaca, yetkileri kısıtlı bir cumhurbaşkanıydı. Ancak bu yeni anayasal düzenlemede Mursi bunu ortadan kaldırıyordu. Mısır anayasasının 2. Maddesi “ Cumhurbaşkanının kararları bağlayıcıdır, hiçbir yargı organı tarafından askıya alınamaz ya da iptal edilemez” şeklindeydi. Mısır muhalefeti bu duruma çok sert tepki gösterdi. Mitingler düzenledi. Ülke kriz eşiğindeydi, halk yine sokaklara akın etti. Mursi’nin anayasası Tahrir’i doldurdu. Özellikle 5 Aralık 2012’de Cumhurbaşkanlığı Sarayı önünde kurulu çadırların sökülmesi sırasında iki taraf karşı karşıya kaldı. Güvenlik güçleri ise olayları ciddi boyuta taşımamak için müdahale etmedi. 8 kişinin hayatını kaybetmesi ve yüzlerce insanın yaralanması üzerine halkın tansiyonu giderek artıyor, Tahrir meydanı yine onbinlerce insanla doluyordu. Silahlı kuvvetler bu durum karşısında diyalog çağrısı yaptı. Neyse ki 22 Kasım 2012’de başlayan kriz 22 Aralık 2012’de referandumun ikinci kısmının yapılmasıyla bitti. Anayasa hükmündeki kararname tüm olaylara rağmen %63.8 evet ile kabul edildi. Anayasa kabul edildi edilmesine ama birçok seçmen sandığa gitmeyerek bu duruma tepki göstermişti. Sadece 51 milyon seçmen sandığa gitti ve bunların 10 milyonu evet oyu verdi. Yine bu anayasa mevzusunda açığa çıkan bir diğer konu Mursi’nin yardımcılarının anayasadan haberinin olmamasıydı. Bu durum cumhurbaşkanlığı işleyiş mekanizmasının ne derece aksak olduğunu açıklıyordu. Kabul edilen anayasa; “Anayasa mahkemesi Anayasa komisyonunu ve Şura meclisini iptal etmesini engellemiş, 25 Ocak Tahrir Devrimi sırasında göstericilere karşı cinayet işleyenlerin tekrar yargılanmasının önünü açmış ve başsavcıyı görevden almıştır.”7 Mursi’nin istediği oldu, anayasa kabul edildi fakat aradan aylar geçmesine rağmen halk meydanları terk etmedi. Bütün illerde protestolar tüm hızıyla devam etti üstelik olağanüstü hâl ilan edilmesine rağmen halk mücadelesini bırakmadı.

Darbe sonrasında ordu, kurulacak olan hükümetin özelliklerini belirler. Bazı ülkelerde darbe sonrasında değişik rütbeden askerlerle cunta yönetimi oluşturulur. Bu sonuç Türkiye’de farklı tecelli etmiştir. Türkiye’de cunta yönetiminin yanında bir de meclis oluşturulur.

MISIR DARBESİ Asya ile Afrika’nın kesişme noktasında, dünyanın en önemli geçiş noktası olan Süveyş Kanalı’nın üstünde yer alan Mısır’ da,11 Şubat 2011’de Arap Baharı’nın dalgasıyla; Tahrir Meydanı’nı dolduran milyonlarca Mısırlının gayretiyle 30 yıllık Hüsnü Mübarek diktatörlüğü devrildi. Tüm dünya Mısır’ı ayakta alkışlıyordu. Mübarek sonrası ise ordu yönetime el koydu. Her şey ayarlandı ve cumhurbaşkanı seçimleri yapıldı. İki aday vardı bunlar; 25 Ocak 2011’de Tahrir Devrimi’nde başlayan halk ayaklanmasının 3.gününde başa getirdiği anayasa mahkemesinin siyasi suçlu olarak görülmemesi kararı vermesiyle seçimlere katılan Ahmet Şefik, diğeri ise Müslüman Kardeşlerden( İhvan) Muhammed Mursi. “Şefik oyların 12.347.380 (%48.27) aldı Mursi ise 13.230.131 ( %51.73 ) oy alarak rakibini az bir farklı yendi”.5 Muhammed Mursi 30 Haziran 2012’de yemin ederek görevine başladı. Mısır, tarihinde bir ilki yaşıyordu. İlk defa sivil biri cumhurbaşkanları oluyordu ve demokratik yollarla başa geçmişti. Mursi’nin iktidar ömrü uzun

5 KALABALIK, Abdullah ,Aydoğan, 2012 Mısır’da Böyle Geçti, http://setav.org/tr/2012-misirda-boyle-gecti/yorum/2385, (04.04.2013) 6 KALABALIK, Abdullah, Aydoğan,2012 Mısır’da Böyle Geçti, http://setav.org/tr/2012-misirda-boyle-gecti/yorum/2385,(04.04.2013) 7

KALABALIK ,Abdullah, Aydoğan, Analiz Seta Dergisi Sayı:6, http://setav.org/tr/misirda-degisim-sureci-ve-anayasa-arayisi/analiz/3473,(6 Şubat 2013)

62


Siyasi Nedenler: “Halk tahrir meydanına akın ettiğinde, ne ordu ne de Müslüman Kardeşler onlara destek vermişti. Ayaklanma alıp başını gidince hem ordu hem de Müslüman Kardeşler ayaklanmaya katılma kararı aldılar. Amaç hareketi sahiplenerek evcilleştirmekti.”8 Sedat Aral’ da Müslüman kardeşlerin, Tahrir’ de seküler inşalardan rol çaldığını söyler. Sonuçta Müslüman Kardeşlerden Mursi’nin rakibi, Mübarek rejiminin devamı niteliğindeki Şefik idi. Bu nedenle değişim için mücadele vermiş olan laik, solcular, liberaller bile Müslüman Kardeşleri yapı olarak benimsememesine rağmen Mursi’ye oy verdiler. Yani halk, rakibi mübarek adamı karşısında olduğundan Mursi’ye oy verdi. Halkın asıl istediği bu muydu? Elbette hayır ama Mübarek gidince onun yerine doldurabilecek en sistemli yapı da Müslüman Kardeşlerden başkası değildi. Fakat Müslüman Kardeşler daha önce iktidara gelmemişti ve yönetime dair bir bilgileri yoktu. İşte Mısır’ı Mursi başa geçtikten 1 yıl sonra darbeye iten en önemli neden buydu çünkü Müslüman Kardeşler devrimi kendileri için kullanmayı başarmışlardı. 1997 yılında 58’i turist 62 kişinin ölümünü üstelenen eski bir Müslüman Kardeşler üyesinin vali olarak atanması, turizm bakanını istifa ettirdi. Halk gösteriler düzenleyerek olaya tepkisini gösterdi. O vali işinden alındıysa da bu ilk değildi. Mursi, devletin belli organlarına Müslüman Kardeşlerden oluşan insanları yerleştirerek devleti kadrolaştırmaya çalışıyordu. Mısır’da bir diktatör bıkkınlığı vardı. Mursi’nin ise yasalarla kendi yetkilerini arttırıcı, üzerinde güç tanımayıcı çalışmalar yapması, onun Mübarek gibi olacağının sinyalini veriyordu. Bunu anayasanın cumhurbaşkanı ile ilgili maddesinden ve devleti kadrolaştırmaya çalışmasından anlayabiliriz. Sosyal Nedenler: Halk, her gün neredeyse 10 saate varan elektrik kesintileri yaşıyor; su ve gaz kıtlığı çekiyordu. Benzin istasyonlarının önünde uzun kuyruklar vardı. Bu durum sinirleri bozmakla kalmayıp, işlerin işleyişini de bozuyordu. 2009 yılında yoksulluk oranı %21’in altındayken, Murs’nin son dönemlerinde bu oran %25’e çıkmıştı. Bu demek oluyordu ki 80 milyonluk Mısır’da her 4 kişiden biri yoksulluk sınırının altındaydı. İşsizlik ise her geçen gün artıyordu. Mısır’ın önemli gelir kaynaklarından biri de turizmdi. Ülkenin devrim öncesi turizm geliri 11 milyar iken, askeri müdahaleler sonrası göreve gelen Mursi zamanında gittikçe düştü çünkü Mursi gerekli istikrarı sağlayamadı. Hâl böyle olunca işsizlik kervanına turizmciler de katıldı. Ekonomik Nedenler: Mursi, ülkede gerekli düzen ve güvenliği sağlayamayınca sermaye çıkışı oldu. Yerli yatırımcılar da bu istikrarsızlık karşısında yatırım yapmadılar. Yatırım olmayınca da işsizlik oranında artışlar yaşandı ve bu oran %14’e ulaştı. Mursi karşıtlarının ve yandaşlarının doldurduğu meydanlar, yaşanan olaylar yüzünden ülkeye yabancı sermaye de giremedi. Bu durum paranın değer kaybetmesine neden oldu. Son bir yılda 1 dolar 6.06 Mısır Lirası iken 7.02’ye yükseldi yani para %15

oranında değer kaybetti. Yerli ve yabancı yatırımı kendine çekemeyen Mısır’da, sanayi üretimi de azaldı. Hatta Nisan ayında ‰5 geriledi. Yine Nisan ayından beri dış ticaret açığı ise 35.2 milyar dolara çıktı. Dış ticaret açığını kapatamayan Mısır’da bütçe açığı da 12.9’lara ulaştı. 2012’de enflasyon yıllık oranı %5 iken, Mayıs ayında bu oran %8.2 oldu. Enflasyon artışının neden olduğu malların fiyatlarının artışı en çok da gıda sektörünü vurdu. Durum böyle olunca Mısır halkının Mursi’ye duyduğu öfke gittikçe arttı çünkü böylesine kötü oranlar Mübarek rejiminde bile yoktu. Sonuçta Mursi başa geldiğinde ortada bir enkaz vardı ve o enkazın baş edemeyeceği büyüklükte de bir beklenti vardı. Mısır halkında ancak tüm bu yaşananlar gösterdi ki Müslüman Kardeşler iktidara hazır değilmiş. DARBENİN ARKA PLANI Ortadoğu’daki gelişmeleri değerlendirirken bir neden üzerinde durmak, konunun anlaşılabilir nitelik kazanmasını sağlayıcı diğer nedenleri görmezden gelmemize neden olur ki bu durum bizleri olayların gerçekliğinden uzaklaştırır. Bugün Ortadoğu demek; ABD, AB, Çin, Rusya ve daha birçok devletin stratejik çıkarları demektir. Ortadoğu’da olacak en ufak bir gelişme bu ülkeler için büyük önem arz eder. Bu ülkelerde bunun bilincinde olduklarından Ortadoğu’daki konumlarını korumaya çalışırken bir yandan da kendi çıkarlarını tatmin edici olayları desteklemektedir. Ortadoğu’nun en önemli ülkelerinin başında Mısır gelir, çünkü İsrail gibi bir komşuya ve Süveyş Kanalı’na sahiptir. 3 Temmuz 2013’de ordu Mursi yönetimine son verdi. Yani Mısır’da bu yaz bir askeri darbe yaşandı. Fakat ABD, AB, Rusya Mısır’da olan bu darbeye “darbe” demekten geri durdular. Hepsinin bölgedeki çıkarına tersti, darbeye darbe demek. Onlar da buna “demokrasinin onarılması” adını verdi. Bu durum bu devletlerin darbeyi desteklediklerini gösterir. ABD, Mursi’nin gitmesini istedi. Olay bu kadar netti aslında. Mısır darbesi ne kadar iç nedenlere bağlı olsa da bu süreci destekleyen, hızlandıran etkenler vardır. Bu etkenlerden biri: ordu ile ABD arasındaki sıkı bağdır. ABD İsrail’in ardından en büyük yardımı Mısır’a yapar. Her yıl yapılan 1.3 milyar dolar karşılıksız para yardımı… Yapılan bu yardımlar yine ABD’ye döner; Mısır ordusunun silah alımı ile. Yani ABD sağ cebinden çıkan parayı sol cebine koyar. Mısır ordusunun sevgisini ve kendine bağlılığını da kazanır üstüne. Mısır Genelkurmay Başkanı Sisi zaten ABD’de eğitim almış bir generaldir. Her ne kadar onu göreve Mursi atamışsa da o, ABD’ye bağlı bir generaldir; diğer generaller gibi. “Darbeden bir hafta önce ABD Savunma Bakanı’nın Mısır Genelkurmay Başkanı ile görüşmesi de darbenin geleceği açısından önemlidir.”9 ABD’nin Mısır’daki darbeye darbe dememesi ise İsrail içindir. Amerikan yasaları gereği, yardım yaptığı ülkelerde darbe olmaması şartı vardır çünkü ABD hep demokrasi yanlısı bir ülkedir! Eğer Mısır’daki darbeye darbe derse yaptığı 1.3 milyar dolarlık yardımı kesmesi gerekecektir. Mısır’dan bu şekilde uzaklaşması ise Ortadoğu’nun geleceği ve İsrail’in güvenliği açısından sorun olacaktır. Bu nedenle darbe demez ABD. Bir di-

8 WALLERSTEİN, Immanuel, Orduların İktidarları, http://vagus.tv/2013/09/02/ordularin-iktidari/, (02.09. 2013) 9

BAHAR, Recep, Mısır’da Neden Darbe Oldu, ABD Darbenin Neresinde? http://www.meltemhaber.com/?haber,9640/misir-da-neden-darbe-oldu-abddarbenin-neresinde,(05.07.2013)

63


ğer etken ise; Mübarek rejimi ABD yanlısıydı ve ABD her dediğini yaptırmanın rahatlığına alışmıştı. Mursi ise başa geçtiğinden beri Camp David anlaşmasına ve Süveyş Kanalı’nın açık olması gibi ABD çıkarlarına uygun bir adım atmamıştı. Devlet kademelerine de Müslüman Kardeşlerin üyelerini yerleştirerek islami yönlü insanları getirmesi ülkenin diğer kesiminin tepkisini çekti. ABD ve AB’de bu insanlarla aynı düşüncedeydiler. Etkenlerden bir diğeri de; Ortadoğu’da ön plâna çıkan iki ülkenin rekabetinin Mısır’da görülmesidir. “Katar; Ilımlı islam güçlerinin iktidara gelmesini parlamenter rejimle yönetilmesini desteklerken, Suudi Arabistan daha radikal selefi gruplarını desteklemektedir. Suudi Arabistan Mursinin devrilmesini destekleyen selefi “Nur” partisini desteklemektedir.”10 “Suudi Arabistan’ın Mısır darbesinde önemli rol oynadığına dair Al-Akhbar Nov gazetesi açık bir şekilde yansımıştır. Gazeteye göre Mısır’da darbe öncesi Suudi Arabistan İç İşleri Bakanı Muhamet Bin Zayad ile Mısır ordusu lideriyle sıkı iletişim içerisindeydi. Gazete de İç İşleri Bakanı Muhamet Bin Zayad’ın Mısır Savunma Bakanı Sisi’ye ülkede darbenin yapılmasından sonra ülke ekonomisini 3 ay içerisinde Suudi Arabistan’ın büyük miktarda paraların aktarılması sonucu tekrar canlanacağına söz verdiği belirtilmektedir. Prens Muhamet Bin Neyif Suudi Arabistan’ın 3 milyar dolar kredi sağlayacağını söylemiş, yarısı ise darbeden 5 gün önce transfer edilmiştir.”11 Bilindiği gibi Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ABD’ye en bağlı ülkelerdi. Sonuç olarak; Ortadoğu’nun en önemli yerinde ABD destekli bir darbe yapıldı.
DARBE SONRASI MISIR Sisi’nin Mursi yönetimine el koymasının ardından cumhurbaşkanlığına Anayasa Mahkemesi Başkanı Adli Mansur getirildi. Ancak Mursi’nin indirilmesi ülkedeki sorunları çözmedi. Darbeyi alkışlarla karşılayan halk meydanları terk etti ama bu sefer de ilk demokratik yollarla seçilmiş cumhurbaşkanı, yandaşları meydanları doldurdu ve onların da pes etmeye niyeti yok gibi görünüyor. İhvan yani Müslüman Kardeşler, “ya onlu bir yaşam ya da sessiz bir ölüm” diyerek bu işten vazgeçmeyeceklerini dile getiriyorlar. Ordu ve medya meydanları temizlemek için “terörist temizliği” ifadesini kullanıyor. Meydanlarda yüzlerce insan öldü, binlercesi yaralandı fakat bunu medyaya taşıyan yok. “CNN Askeri darbe öncesi Tahrir’i canlı dünyaya duyururken, sayıları milyonlar olan Adeviye ve diğer meydanlarında askeri darbeye karşı yapılan eylemlere karşı aynı duyarlılığı göstermediler. Buna yerli kanallarda dahil.”12 SONUÇ Darbeler demokratik unsurlardan uzak ögelerdir. Zaten demokrasinin tam olarak oturmadığı ülkelerde görülür. Darbelerin meydana gelişi de ülkenin içinde bulunduğu halkın memnuniyetsizlik duyduğu koşullar ve o ülkeye karşı güçlü ülkelerin çıkarlarının birleşmesiyle ortaya çıkar. Bu durum Mısır’da da böyle tecelli etti. Mursi seçilmek için ekonomik ve sosyal plânlarım var demişti ancak başa geçtiğinde yaptığı hatalar böyle bir plânın yokluğunu gözler önüne serdi. Tecrübesizdi sonuçta demokratik yolla başa geçen ilk cumhurbaş-

kanıydı Mısır’ın. Mısır jeopolitik konumu nedeniyle Ortadoğu’nun en önemli ülkelerinden biriydi. Mursi’nin hatalarına bırakılmayacak kadar önemliydi. Mursi’nin Müslüman Kardeşleri devlet kademelerine getirmesi, yargı ile çatışması, anayasa hükmündeki kararname meselesi, vatandaşların yaşadığı kıtlıklar, generalleri emekliliğe sevk etmesi ülke içi tansiyonu arttırmıştı. Halk artık Mursi’yi istemiyordu. Bunun üzerine ABD’nin de Mursi’nin politikalarından hoşnut olmaması, İsrail’in güvenliği, Katar-Suudi Arabistan rekabeti gibi konular dış etkenleri tamamladı ve ortaya mısır darbesi çıktı. Durum böyleydi, resmin oluşması için iç ve dış etkenlerin birleşmesi gerekiyordu. KAYNAKÇA ACUN, Can, Darbesever Mısır Muhalefeti, http://odak.setav.org/page/darbesever-misir-muhalefeti/6889 (06.07.2013) AKŞİN, Sina, Kısa Türkiye Tarihi, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 1997 ASKEROĞLU, Sabir, Rus Kaynaklarında Mısır Darbesi’nin Perde Arkası, http://www.21yyte.org/tr/arastirma/misir/2013/07/25/7128/rus-kaynaklarinda-misirdarbesinin-perde-arkasi (01.10.2013) BAHAR, Recep, Mısır’da Neden Darbe Oldu, ABD Darbenin Neresinde? http://www.meltemhaber. com/?haber,9640/misir-da-neden-darbe-oldu-abd-darbeninneresinde, (05.07.2013) BAŞARAN, Ezgi, Müslüman Kardeşlerin En Büyük Hatası İslamcılığı Değil Kibriydi, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ezgi_basaran/musluman_kardeslerin_en_buyuk_hatasi_asiri_islamciligi_degil_kibriydi-1147761 (26.08.13) BÖLÜGİRAY, Nevzat, Sokaktaki Asker, İstanbul, Milliyet Yayınları, 1989. KALABALIK, Abdullah, Aydoğan, Analiz Seta Dergisi, Sayı:66, Şubat 2013 http://setav.org/tr/misirda-degisimsureci-ve-anayasa-arayisi/analiz/3473,(01.10.2113) KALABALIK, Abdullah, Aydoğan, 2012 Mısır’da Böyle Geçti, http://setav.org/tr/2012-misirda-boyle-gecti/yorum/2385, (04.04.2013) KAYNAK, Mahir, Darbeli Demokrasi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2005 MAMMADALİYEV, Zakir, Askeri Darbeye Batı Neden Tepki Vermiyor? http://politikaakademisi.org/misir-askeridarbeye-bati-neden-tepki-vermiyor/,(16.08.2013) OĞUZLU, Tarık, Ortadoğu Analiz Aralık, 2011, cilt3, Sayı:36, http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/2011127_kapak1.pdf, (29.08.2013) SETA YORUM, Mursi’nin Son Kararları Ve Tepkiler, http://setav.org/tr/mursinin-son-kararlari-ve-tepkiler/yorum/1328, (01.10.2013) SÖZER, Ercan, Askeri Darbeler ve Toplumsal Etkileri, http://e-bulten.library.atilim.edu.tr/sayilar/2010-04/makale2. html, (05.05. 2012) WALLERSTEİN, Immanuel, Orduların İktidarları, http://vagus.tv/2013/09/02/ordularin-iktidari/ (02.09.2013)

10 Gevorg Mirzayan, Vremya Sobirat Kamni, http://expert.ru/2013/07/5/vremya-sobirat-kamni/(05.07.2013). 11

ASKEROĞLU, Sabir, Rus Kaynaklarında Mısır Darbesinin Arka Planı http://www.21yyte.org/tr/arastirma/misir/2013/07/25/7128/rus-kaynaklarindamisir-darbesinin-perde-arkasi,(25.07.2013) 12 MAMMADALİYEV, Zakir, Askeri Darbeye Batı Neden Tepki Vermiyor? http://politikaakademisi.org/misir-askeri-darbeye-bati-neden-tepki-vermiyor/(16.08.2013)

64


8GÖZDE TÜTMEZ

E

BİR ELEŞTİRİ ARACI OLARAK MİZAH

n eski Türkçe kaynak olan Divan ü Lügati’t- Türk adlı yapıtında, Kaşgarlı Mahmud; mizah sözcüğü yerine “külüt”ü kullanmıştır. Daha sonraları bu külüt kelimesi değiştirilmiş önce “gülüt” sonra da “gülmece” olarak dilimizde yer edinmiştir.1 Mizahın tekerleme, bilmece, fıkra gibi sözlü türlerinin bulunması yanında bir de karikatür olarak adlandırılan bir yazılı türü bulunur. Karikatür kelimesi İtalyanca kökenlidir ve “yükleme” manasına gelir. Abartılı ve değiştirilmiş çizgilerle insan ifadelerini ya da herhangi bir durumu resmetme sanatı olan karikatür, dili itibari ile son derece keskin ve alaycıdır. Nitekim güldürücü öğeleri bünyesinde barındırması, karikatür sanatını özellikle modern zamanda eleştiri unsuru olarak kullanılmaktan geri koymamıştır. Mizah sanatı yazılı ve görsel unsurları bünyesinde beraber barındırması ile, belki de öbür sanat türlerinden çok daha etkili bir ifade alanı yaratır. Özellikle karikatür sanatında çizgilerin abartılı kullanılışı ve yaratılan ifadelerin keskin ve net cümlelerle yansıtılması; eğlendirirken akılda kalıcı bir imaj çizer. İşte bu etkili ifade yöntemi; geçmişi, gündemi, dünyayı, yaşanılan problemleri ifade etmek için, özellikle günümüzde, ciddi bir araçtır. Geçmişten günümüze kadar genel olarak mizah dergilerinin içeriğine göz attığımızda, özellikle dönemin iktidarına ve ülkenin koşullarına ciddi eleştiriler getirildiğini görürüz. Halkın ifade etme fırsatı bulamadığı pek çok düşüncesi ve farkında olamadığı pek çok realite, gazetelerdeki karikatür köşelerinde, haftalık mizah dergilerinde geniş yer tutar. İnsanların kendini ifade etmekte problem çektiği bu platformda dergiler; kendi düşüncelerini görebilme ve dile getirildiğini fark etme açısından pek çok okur için tatmin edici birer araçtır. Biz mizahın keskin ve alaycı diliyle, abartılı çizgileriyle Gezi Olayları’nda yüzleştik. Kendilerini ifade etmek için toplanmış pek gencin kullandığı dil şiddetten, hakaretten, baskıdan oldukça uzak; tamamen farklı ve “eğlenceli” bir dildi. Kullanılan orantısız güce, yaşatılan onca şiddete rağmen süreç boyunca pek çok genç, iktidarın takındığı sert ve ciddi üsluba karşın oldukça eğlenceli ve sakin bir üslupla karşılık verdi. Kullanılan sloganlar, çizilen resimler; çoğu zaman yanlı yansıtılan dünya ve yurt haberlerini halka sunan medya organlarını kullanmak yerine Penguen ve Uykusuz’dan öğrenmeyi tercih eden bir neslin birikimiydi. Bu aşamada karşımıza bir “ifade aracı” olarak çıkan mizah, ifade özgürlüğünün var olduğu bir dünyada; sansürlenme ya da çeşitli davalarla sindirilmeye çalışılıyor. Oysaki yapı itibariyle geçmişten günümüze, özellikle iktidar eleştirisi yapılırken hiç de sözünü sakınmamış bu ifade aracı, çeşitli toplumlarda hala baskı zihniyetine kurban gidiyor. Bu baskı ortamı ise pek çok karikatürist veya güldürü yazarının daha çok platformda kendini ifade etmesini, yeni neslin bu sanatın öğrenimi ile yetişmesini engelliyor. Bu kısıtlı ve sıkıntılı ortam ise mizah sanatıyla en rahat haşır neşir olabileceğimiz ortamı bizlere “sanal alem” olarak sunuyor. İktidarların mizaha bakışı genelde mesafeli olmakla birlikte, eleştirelliğin kısıtlanmakta zorlanıldığı bir alan olmasından mütevellit, etki alanı çok da engellenememektedir. İktidarların ciddi ve şatafatlı işleyişlerinden tamamen farklı, sade ve kendi içinde bir yapı ile giden bu sanat, en çok da bu otoriter tutumlardan beslenir. Eskilerden beri toplumsal baskının, otoriter tutumların, baskıcı iktidarların hakim olduğu dönemde; içinde bulunduğu pek çok yasağa ve baskıya rağmen daha çok işlerlik kazanan bu sanat, bizim gibi toplumlarda–demokratikleşme tohumlarını henüz biçememiş toplumlar- bir başkaldırı unsurudur. 1

İsmail Kar, Karikatür Sanatı, Ankara, 1999, s. 1

65


8BÜŞRA KILIÇ

H

MİZAH BU DEĞİL

er ‘sosyal alan’ın yarasıdır yanlış anlaşılmak. Konuşma yeteneğine sahip herkes, bilse de bilmese de ahkam keser gizli saklı olmayan meselelerde. Mizah da bana göre, kağıda-kaleme-formüle dökülmeden, kendini saklamadan, ulaşmak isteyene kendini sunan bir sanat dalı. Diğer bütün sosyal meselelerde olduğu gibi üstünde tepinilen, yorumlar yapılan bir sanat dalı. Ancak, bir ayakkabı ustasının bir resimde sadece çizme hakkında eleştiriler yapabilmesi, çizmeyi aşmaması gerektiği gibi; mizahın da onu anlayanlarca eleştirilmesi gerektiğine inanıyorum. Mizah güzelliğini nar gibi saklar. Verecekleri fazladır ama ego perdesini yırtmayanlar tarafından anlaşılmaz. Mizah yapanların icra ettiği sanat; egoyu yerle bir edip, karmaşık bir biçimde konuşulanı net bir biçimde ortaya koymaktır. Yani mizahın anlamı kulağımızı tek seferde tutmamızdır; sağ kolumuzu başımızın üzerine çember gibi dolayıp sol kulak mememize gergin bir kas ağrısıyla ulaşmak değil. Her komik olan mizah değildir ve her mizah komik değildir. Mizahın ne olmadığını daha yazının ilk paragrafında vermem mizahtır. Çünkü mizah, salt güldürmeden çok “Aa evet ya.” diyebildiğimiz düşüncelere sevk eden bir netliktir. Bu netliği güldürü yoluyla sağlamak yani nükte yapmak ince zekanın işidir. Günümüzde hala andığımız, bir anlamda ölümsüzlüğe ulaşmış Nasrettin Hoca, nükteli kişiliğiyle dillere pelesenk olmuş, halk kültürümüzün en duru, en sahiplenilen karakteridir. Hayatın anlamını mizahla yoğurması, onu zaman ve mekan kavramının ötesine itip güncel kılmıştır. Zaten güncellik, bir olayı kelimesi kelimesine aktarmak değil, şartlarıyla beraber yorumlayabilmektir. Nasrettin Hoca; insanların aile, komşuluk, dostluk, ticari münasebetlerine ait aksaklıkları gözlemlemiş ve bu gözlemlerini düşünmeye sevk edecek biçimde nükteli sözlerle dile getirmiş bir düşünürdür. Bu bakımdan, güler yüzle ciddi olabilmenin sembolüdür. Bugün Recep İvedik’e mizah karakteri demek, Nasrettin Hoca’ya hakarettir. Mizahın olayı düşündürmektir. Mizah güncelimizi içimize atmadan en rahat biçimde aktarma biçimimizdir. Mizahı anlayanların algılayabildiği ve gerçeğe korkmadan bakabilenlerin anladığı görünmez bir işaret dili bir nevi. Toplumun güncel sorunlarından beslenir ve kendisini görenlere komik bir biçimde geri dönüş yapar. Cem Yılmaz stand-up şovlarında, insanları güldürürken, hasta yakınının psikolojisini, akıllı telefon bağımlılarını ya da yurtdışına çıkarken advanced (ileri) seviyede İngilizce bilme derdinde olanları eleştiriyor. Yalan söylemenin kadınlardaki profesyonelliğini gözlemleri sayesinde aktarıyor ve güldürdüğü ölçüde akılda kalıyor. İnsanları gözlemlemek, kendini o insanların yerine koymak ve bunu göze batmayacak bir biçimde sunmak ustalık işi. G.O.R.A filmini ezbere biliyor oluşumun sebebi belki de kendimi bilmediğim bir gezegene kaçırılmış, uyanık geçinen birinin yerine kolayca koyabilmem. Herkesin yüzlerce defa izlediği Hababam Sınıfı film serisinde de bunu görebiliriz. Ne kadar haylaz olursa olsun, vicdani konularda “mertlik” gösteren öğrencileri izlemek; onların aslında bizden olduğunu, sorunları iyi niyetle çözdüklerini görmek rahatlatıcı oluyor. Velhasıl, mizah dediğimiz salt gülmekten değil düşünmekten ibaret. Düşünmeyenlere bir şeyler gösterebilmenin yolu, onları ciddiyete davet etmek. Davet edenin ciddiyetini, etiketine bakmadan görebilecek seviyede olan herkese mizahın kapıları açıktır. 66


8KEREM KAYMAZ

Sisifos: Varoluş ve Yok Oluşun İkileminde Bir Gerilim

İ

lk defa adını Albert Camus’nun Sisifos Söylencesi’ni okurken duydum . Sonsuz defa bir taşı bir tepeye çıkarıp düşüren bir kralın hikayesi. Ne gariptir birisinin sonsuz defa aynı işlemi aynı sonucu vereceğini bile bile yapması. Einstein bir sözünde böyle insanlara deli diyordu. Tanrılar böyle bir cezayı bu insana vererek onun akılsızlığını mı kanıtlamış oldu dersiniz? Sisifos ceza olarak, bir kayayı alıp tepenin en üst noktasına kadar çıkarmakla cezalandırılır. Tepenin zirvesine vardığında kaya elinden kayıverir ve düşer.Bunun üstüne tekrar kayayı çıkartır ve yine düşürür. Kayayı tepenin ardına bir türlü geçiremez Aynı olay sürüp gider. Bunu ilk düşündüğümüzde tanrıların basit bir cezası olarak görebilir veyahut farklı şekillerde yaşam öğütleri çıkartabiliriz. En zoru da bu kayanın elinden kayıvermesi değil de bunu bilerek güçlü bir istençle yaptığını, kayayı bıraktığını savunmak olurdu herhalde aslında en makul cevabı da bu olurdu. Nitekim bunlardan herhangi birisi kabul edilebilir. Basitçe yaklaşırsak görünen o ki amaç tepenin ardına erişmek, taşı tepenin ötesine geçirmek değil amaç devinimdi.Varoluş ve yok oluşun ikileminde bir gerilim, amaç var olan mücadeledir. Sisifos’un yapmadığı bir şeye tüm aşkınlık içerisinde beliren setlere takılıyoruz. Birilerinin kulaklarını her şekilde eleştirilere ve sorgulayan seslere tıkayacak, eleştirenleri duymazdan gelecek hatta engelleyecek olması, önümüze duvarlar örmesi ona büsbütün boyun eğmemizi gerektirmez. Bizim bir ödülümüz ve beklentimiz yok,tek istencimiz samimi bir bilinç. Bazılarının dediği gibi yazmanın, eleştirmenin, konuşmanın,sorgulamanın birilerinin kalıplarınca ve sınırlarınca yapılması gerektiği aksi halde bütün çabanın boş bir saplantının eseri olduğuna yönelik sözlereyse söylenecek pek bir şey yok. Onların rotası birdir aynı gemidedir. Bu pek bir akıllılar hep aynı cümleleri kurarlar “Söylüyoruz da ne oluyor, yazıyoruz da ne oluyor, düşünüyoruz da ne oluyor?” ‘Bu mantıkla bir kaç adım daha gittik mi,bir gömütün içinde haftalarca uyuyan Hint fakirine varırız...Tepki gösterdiğimiz an kendimizi çabucak tüketeceğimiz için, hiç tepki göstermemek. Budur işin mantığı.’* Bir maymun olmanızı isterler her şeyden öte elinde alet edevatıyla tüm gün işe hazır. Bunlar hep bir ağızdan aynı perişanlığın avuntusunda yaşarlar: şükretmek geçmişe bakarak tüm balçık havuzunda yüzenlerin hikmetine, şükretmek karanlıkta debelenenin yaptıklarına ve susmak erdemin gerekliliği olarak. Söylemek lazım ki onlara sizin erdeminiz bize bulaşmasın! Yaşamak bir mücadele diyorsanız bu savaşımı verirken manasını buluruz yaşamın.Yok eğer bir mücadele değil diyorsanız, tabutunuza bir çivi daha çakınız! Sisifos söylencesine tekrar baktığımızda sormadan edemiyor kişi bizim yaptığımız nedir? Tarihini bilebildiğimiz 3-4 bin yıllık insan yaşamında gördüklerimiz nelerdir? Tüm savaşların,kıyımların,yıkımların dönencesinde durup dinlenen ve tekrar taşı tepeye çıkarma vazifesindeki insan neyin temsilidir? *Nietzsche-Ecce Homo 67


SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOY

SOYUTLAMA

Albert Camus Başkaldıran İnsan

C

ezayir asıllı yoksul bir ailenin çocuğu olarak 1913 yılında dünyaya gelen Camus genel olarak eserlerinde işlediği varoluşcu ve absürdist düşünceleriyle tanınır. Yabancı, Veba, Sisifos Söyleni, İlk Adam gibi felsefe ve edebiyatı aynı potada eriterek birçok değerli eser veren çokça tartışılan ve takdirimizce son günlerde anlaşılıp yorumlanması elzem olan kitabı Başkaldıran İnsan’dır. İnsanın en büyük problemini yaşamaya devam edip etmeme kararı olarak gören ve felsefenin yegane görevini bu soruya cevap bulmak olarak belirleyen Camus; bu dünya ile hakikat arasındaki bağların koptuğunu ve insanın sınırsız bir başkaldırı ile düzensizlik içerisinde yeni bir düzen kurması gerektiğini söyler. Özellikle Sisifos Söyleni’de incelediği intihar kavramı ve onun kaçınılmaz bir sonucu olarak ulaştığı “absurde” terimi, ilerleyen yıllarda Camus’un fikriyatını derinden etkileyecek ve 1951 yılında yayımlanan Başkaldıran İnsan kitabının da temelini oluşturacaktır. Camus’un da dediği gibi; bir yandan yaşayarak hayatlarımıza değer vermekte öte yandan eninde sonunda yok olacağımız gerçeğini de bilmekteyiz. Bu çelişkiyle yaşamak absürdün ta kendisidir. Peki hayatımızın anlamsız ve boş olduğunu biliyorsak, kendimizi öldürmeli miyiz? Hayır. Yaşamın tüm anlamsızlığına ve saçmalığına karşı, insan savaşmaktan kaçınmamalıdır; başkaldırmalıdır. Zira, kendi sözleriyle “insan, ne ise o olmaya yanaşmayan tek varlıktır” ve başkaldırının nihai amacı bu absürdlüğün ortadan kaldırılmasıdır. Üzerinde yazmaya çalışırken verdiği keyfi tüm okurlarımızın alması dileğiyle...

68


YUTLAM

SOYUTLAMA

SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SO

BAŞKALDIRIYORUM, ÖYLEYSE VARIM M. Fahri DANIŞ

İ

nsanı insan yapan edimlerin en başında gelir “başkaldırı”. Onun varoluşunun en üstün nişanesidir bir anlamda. Adem cennette olduğu ve başkaldırmadığı sürece Adem değil, melekti. Prometheus tanrısal ateşi Olimpos’tan kaçırmadan evvel insandan bahsetmemiz mümkün değildi. İnsan, başkaldırı ile özbilincinin farkına varabilmiş ve ancak onun sayesinde kendini bilme noktasına erişebilmiştir. Başkaldırı; bu anlamda bir araçtır, amaç değil. Kendini bilme noktasında başvurulacak bir dirençtir, salt kuvvet değil. Fiziksel bir eylemde bulunmak başkaldırının olmazsa olmazı değildir. Anlık bir tefekkür ile de insan zincirlerine başkaldırabilir. Aklın, tüm şartlanmalar ve kabullerden arındırılıp özgürleşmesinin vasıtasıdır başkaldırı. (İnsanın özüne dönmesi, kendini bilmesi yani özgürleşmesi için dört zindanını aşması gerektiğini ifade eder Ali Şeriati. Bu dört zindan; tarih, toplum, tabiat ve son olarak insanın kendisidir. İnsanın, bu zindanlardan kurtulup zincirlerini kırması içinse bir dizi başkaldırıda bulunması gerektiğini savunur.) Başkaldırınız sizi bilinçsiz boşluğa götürüyorsa amacından uzaklaşmış demektir. Amacından uzaklaşan başkaldırı ise en somut tezahürü ile Camus’un isyan pratiklerinde vuku bulur. Camus kelimenin tam manasıyla isyankardır: “ İtiraz ediyorum, çünkü itiraz etmeden yapamam!”. İtiraz eder fakat kime olduğunu, neye karşı durduğunu bilmeden ve hatta bunu önemsemeden. Çünkü Camus’a göre bu dünya akla aykırı bir yerdir, insan bilinci ile arasındaki uyuşmazlık (“absurde”), geriye yıkıcı bir başkaldırıdan başka çözüm bırakmamıştır. Bir ilke yaratmak ve onu başarılı kılmak için başka bir ilkeyi yıkmak gerekmektedir nitekim. Camus’un başkaldırısının getirdiği en temel soru da burada ortaya çıkar: “Salt değerler ve davranış kalıplarının ötesinde, ‘düzensiz’ bir kurallar silsilesi oluşturmak mümkün müdür?” Camus’un isyanı, bir anlamda havaya çaresiz yumruklar savurmaktan ibaret. “İsyan ediyorum.”, “Kime, Tanrı’ya mı?”, “Hayır, Tanrı’nın varlığını kabul etmiyorum.”, “İtiraz, ancak bir sorumluluğa karşı anlam kazanır. Kainatta bir sorumluluk kabul etmiyorsan kime karşı isyan ediyorsun?”, “Hiçkimseye” diyor ısrarla ve absürdizme vurgu yapıyor, yineleyerek: “Ya tüm çırpınmalarını aşan daha yüce bir anlamı vardır bu dünyanın, ya da bu çırpınmalardan başka hiçbir şey gerçek değildir.” Başkaldırınız sizi başkaldırdığınız şeye dönüştürür. Bu, onun önlenemez sonucudur. Bir an için durup insanın isyanını anlamlandırmaya çalışın. Ten ve beden ile sınırlandırılmış; tarih, toplum, tabiat ve en temelde bizzat kendisi tarafından zincirlenmiş olan insanın, nasıl özgürlüğüne kavuşacağını düşünün. Bir de başlangıç ile bitişin aslında o kadar farklı yerlerde olmadığını ve topraktan gelen insanın kaçınılmaz bir şekilde toprağa döneceğini unutmayın. Başkaldırıyı, böyle yaratıcı bir form üzerine inşa ettiğiniz takdirde anlamına daha kolay vakıf olabileceğinizden şüpheniz olmasın. Bir de Mevlana’yı düşünün fakat anlamaya çalışmayın, hissetmeye uğraşın. Ben bir demirim, mıknatıstan kaçıyorum. Bir saman çöpüyüm ben, mıknatıslara yan çizmişim. Ben öyle bir zerreyim ki, bütün âleme isyan etmişim. Havaya, toprağa isyan etmişim, Ateşe, suya isyan etmişim. Altı yöne isyan etmişim. Beş duyuya isyan etmişim. 69


SOYUTLAMA

SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SO

BİLİNÇ BAŞKALDIRIYLA DOĞAR Merve Nur BAYRAKTAR

“En basit ayaklanma bile bir düzen eğiliminin belirtisidir.”

B

aşkaldırı tarihinin Batı dünyasında Hristiyanlık tarihinden ayrılamayacağı söylenebilir. İnsanın karşı çıkışına anlam veren tek şey, her şeyin yaratıcısı, dolayısıyla her şeyden sorumlu olan Tanrı kavramıdır.

İşi biraz daha geriye götürürsek Yunan mitolojisinde bile Prometheus gibi pek çok yarı tanrının, Tanrıya isyan etmesi, bu tür öykülerde sıkça görülen bir durumdur. Bu hikâyelerde ortak olan yön, yarı tanrı gibi güçlü, yetkin ve donanımlı birinin Tanrıya isyan etmiş olmasıdır. Toplumsal tahlil yolundan gidersek eğer hikâyedeki yarı tanrı; yakışıklı, güçlü bir o kadar da karizmatik bir tip oluşturur. Yani bu, tam da onların yerinde olmak istedikleri kişidir. Düşledikleri tüm niteliklere sahiptir çünkü. Dahası bunları da aşıp tanrıya kafa tutacak düzeydedir. Bunun için gerekirse ceza da çekiyor ama sonunda kurtuluyordu. Burada Sade’ın da benimsediği ve tek yasanın haz olduğu bir dünya düşü vardır. Bu görüşün canlandırıldığı insan tipini yazarın Yabancı adlı romanından uyarlanan Yazgı filmindeki Musa karakterinde görmek mümkündür. Bu da bir başkaldırı niteliğinde ortaya çıkmıştır. Ne var ki toplumsal normların, yazarın deyimiyle ‘aktöre yasalarının’ sıfıra indiği böyle bir düzene de üstbenliği gelişkin bireylerin başkaldırması ihtimali oldukça yüksektir. “Doğaötesi başkaldıran da, varlığını kesinlediği bir gücün karşısına dikildiği zaman, bu varlığı ancak onu yadsıdığı anda doğrular. Bu üstün varlığı insanın alçaltılmış serüvenine sürükler o zaman, boşuna gücü bizim boşuna koşulumuzla aynı değeri taşır. Yadsıma gücümüzün kapsamına sokar onu, insanın eğilmeyen yanı önünde onu da eğer, bize göre saçma bir varoluşa onu da katar, en sonunda, zaman dışı sığınağından çıkarak ancak bütün insanların boyun eğişinde bulabileceği ölümsüz sonsuzluktan çok uzak bir şeye, tarihe katar onu. Başkaldırı, böylelikle, kendi düzeyinde her üstün varoluşun en azından çelişkin olduğunu vurgular.” Burada asıl olan “nereden, nereye” sorularının tatmin edilememesinden doğan rahatsızlıktır. Uyumadan önce aklımıza gelen bir sorunun saatlerce uyutmaması gibi, doğmadan önce nerede olduğumuzun merakı da dünya hayatını çekilir şey olmaktan çıkarır. Bu da kaçınılmaz bir biçimde başkaldırıyı getirir. Var olup olmamamız konusunda bize danışılmadı. Fakat var edilmemiş bir canlıya bunun sorulması nasıl da imkânsızdır. İşte bu paradoks insanı ya baştan kabullenmeye ya da sonu belirsiz bir başkaldırıya götürür. Kendi içindeki vicdana, mutlak adalet duygusuna ters düşen her duruma başkaldırır insan. Bu varoluşçuların başkaldırdığı tanrı da olabilir, boykot edilen İsrail malı da. Asıl olan iç sesimizle uzlaşma sağlayabilmemiz.

70


O

SOYUTLAMA

SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SO

KADEHTE ÖLÜMSÜZLÜK İKSİRİ VAR, İÇELİM Esma ERDAL

H

iç ayık gezmeyen sarhoşun biri derdinin çokluğundan yakınır. Dünya dertlerle doludur. Mutluluk var ise de onun payına düşmemiştir muhakkak ki kendini savunduğu budur. Ayık olmayan kafayla herkese her şeye hatta yaratıcıya da kafa tutar. Çünkü acısı çoktur. Sanır ki dermanı da yoktur! Bir de hayatlarında iyilik görmemiş kötülük timsalleri vardır. Kötü oluşları kendilerinin değil yaratıcının ve onun yarattıklarının eseridir. O aslında hiç de kötü olmayı istememiştir. Savunması daha masum bir çocukken gördüğü tüm kötülükler karşısındaki güçsüzlüğü, yenilgisidir. Sonuçta şimdi kötü, güçlü ve de yenilmez oluşu olması gerekendir. Her ne kadar bazı bazı bundan dolayı rahatsızlık duysa da artık aksi mümkün değildir. “Her şeyden iki çift yarattık ki düşünüp anlayabilesiniz.” (Zariyat-49) Ayette de geçtiği üzere her şey zıttı ile mevcuttur kainatta. Mesela her gecenin sonu aydınlığa, her kışın sonu bahara çıkar. Aklı olup, düşünebilen bir varlık olarak insan tüm bunları görebilir ve de anlamaya çalışabilir ki hayata, yaratılmışlığına anlam verebilsin. Kötülük ve iyilik gibi birbirine oldukça zıt iki soyut kavram da vardır. İyilik hali insana asıl yaraşır olandır. Kötülük ise seçim yapmaya iradesi olan insanın bir seçimidir. İnsan diğer yaratılmışlardan üstün olmakla birlikte kendini dünyada ebedi hükümdar sanmakla yanılgıların en büyüğünü yaşamaktadır. Hem diğer insanlara hem de dünyadaki tüm varlıklara kötülüğü ile zararlı olurken bunu düşünmek istememektedir. Fazlaca hırs ve arzusu insanı yaratıcının ona bahşettiği makamdan düşürür ve insan kendi kendini alçaltır. Acizliğinin farkına varmadan bir yanılgıya daha düşer insan. Kötülüğün bu denli çok olduğu dünyada bir Tanrı’nın varlığına inanmayı yadsır. Tanrı var ise iyi olmalıdır. Ve iyi ise de yeryüzünde kötülük olmamalıdır. Dünyada kötülük olduğuna göre tanrı yoktur’a gider iş. Halbuki sözü edilen kötülük nereden gelmektedir, henüz ayrımı yapılabilmiş değildir. Diğer bir nokta ise dünyanın sonsuz iyilikte oluşu, onu da insanları da sonsuz yapar. Dünyada hakim olan kötülük, açlık sefalet, savaşlar bilhassa ölümler sebebiyle insan bir başkaldırının eşiğindedir her an. İyimser olmaktan çok kötümser, umutlu olmaktan çok karamsar, yetinmekten çok daha fazlasını arzulayan olmak; insanların iradeleri ile yaptıkları birer seçimdir. Bastıramadıkları bir yaşamak isteği (yani sonu olmayan yani ölümsüz olarak) ile yaşarlar başkaldırışı seçenler. A. Camus’un kitabında geçtiği üzere: ‘’Ayaklanmış kişi köleliği yadsır ve efendinin eşiti olduğunu bildirir. Kendisi de efendi olmak ister.’’ Bu ayan beyan bir iksirin formülünü alamayınca cümle alemi toplayıp Tanrı’ya savaş açmanın ki bunu da direk çözüm yani yok sayma ile yapmanın olurunu gösterir. Öne sürdüğü kötülük zaten herkesin gözüne batan bir unsurdur. “Tanrı neden bizim de iyi olmamızı istemiyor, neden kötüler yaşıyor ve hatta neden kötüler bu denli keyfü sefa içinde…” sorularının cevabını aramadan aklınca kurduğu düzende cevaplandırmayan insan; böyle Tanrı olamaz diyor ve kurtulmuş oluyor üzerindeki yükten. Şimdi ne ötede bir ölüm ne bir sorgu ne bir ödül ne de ceza vardır. “Hayır, hayır. İster erdem olsun ister günah, mezarda hepsi birbirine karışır diyen kişi ne sakin ne de mutludur.” “Hâlbuki zaten mevcuttur sadece sonsuzluk bir eşiğin ötesinde; iyisi ve kötüsü ile… Eğer ki insan her şeyi maddede arar ise akılları gözleri olur. Oysa göz kördür maneviyatta. Akıl, kalp, tanrı… İşte kadehteki iksir.

71


EN

UCUZ HIZLI KALİTELİ

“ önce dost ”

DETAY FOTOKOPİ

Seri çekimlerde %35 İNDİRİMah-beyaz) (siy

Dijital Kopyalama Renkli Fotokopi Dizgi Ciltleme Scanner PDF En Güncel DERS NOTLARI Kırtasiye Web Tasarım

www.detayfotokopi.net

0212 528 38 71

ADRES: Bozdoğan Kemeri Caddesi No: 55 detay@detaycopy.net Vezneciler / FATİH

DETAY FOTOKOPİ


Melek Yayınları

www.melekyayinlari.com Adres: Ayhan Işık Sokak No:36 Beyoğlu/İSTANBUL info@melekyayinlari.com Tel: (0212) 251 55 74

Melek Melek Melek Melek Melek Yayınları Yayınları Yayınları Yayınları Yayınları

Melek Melek Melek Melek Melek Yayınları Yayınları Yayınları Yayınları Yayınları

Melek Melek Yayınları Yayınları

Melek Yayınları

Melek Melek Yayınları Yayınları

Melek Melek Melek Yayınları

Melekler

Yayınları Yayınları

Kahvesi

www.meleklerkahvesi.com Adres: Ayhan Işık Sokak No:36 Beyoğlu/İSTANBUL dezanj@meleklerkahvesi.com

Telefon: 31 01 (0212) 251 lda Dünyada fa u sizinle ru guru n ilk olmanın ıyoruz... paylaş


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.