içindekiler
26
Tam da artık anlatılacak yeni bir şey yok derken; Atatürk’ün kendi defterlerindeki bazı notlar açığa çıkarılınca, başka bir açıdan yorumlama fırsatını yakalamış olduk. Savaşı ele almadan önce birkaç hususu açıklamayı, konun anlaşılabilmesi açısından ihtiyaç görmekteyiz.
14
MALAZGİRT ve SULTAN ALPARSLAN Fetihlerin Babası Alparslan’ın Anadolu’yu Türk yurdu haline getirme çabaları.
22
MOHAÇ Muhteşem Süleyman ‘ın 2 saatte yazdığı tarih.
8
SÜRGÜN GENERALLER Roma’nın korkulu rüyası Hannibal Barca ve Afrika Kartalı Africanius. İki büyük generalin ortak noktaları ise trajik sonları.
24
ANADOLU KONUŞUYOR Neler yaşadı, Neler gördü ? Kimler geldi, kimler geçti ? Şimdi dinleme vakti.
2
44
TÜRK VE İSLAM ESERLERİ MÜZESİ 19. yüzyılın sonunda başlayan kuruluş çalışmaları 1913 yılında tamamlanmış ve müze, 1914’te ziyarete açılmıştır.
56
İŞ BANKASI Cumhuriyet ilan edilmişti. Gerektiğinde sanayileşme hareketinin başlatılmasına kendi kaynaklarıyla katılabilecek milli bir kuruluşun doğması ve milli bankacılık sisteminin oluşturulması ihtiyacı derin bir şekilde hissediliyordu...
54
RÖPORTAJ
Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mualla Uydu Yücel hocamızla şeker tadında, samimi röportaj gerçekleştirdik
18
KAPTAN-I DERYA Asıl ismi Hızır olan Osmanlı’nın ilk kaptan paşası .Denizcilik tarihinin unutulmayan adamı.
editörden
OKUDUK... YAZIYORUZ... Tarih okumayı seven, Tarihini seven herkese merhaba... Bizler AUZEF (İstanbul Üniversitesi Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi) Tarih bölümü öğrencileri ve mezunlarıyız. Uzaktan eğitim alarak hem iş hayatımıza devam edip hem de tarih sevgimizi bu bölümde okuyarak gidermeye çalışıyoruz. Yaş ortalamamız çok geniş bir yelpazeye yayılmış; 20 yaşından 70 yaşına kadar... Çalışma alanımız olarak da; Ev hanımı, doktor, öğretmen, mühendis vb. bir çok alanda uzmanlanmış; ikinci, üçüncü, dördüncü üniversitesini okuyan arkadaşlarımız var. Hepimizin ortak özelliği ve bizi burda birleştiren tarih sevgisidir. İnternetten üzerinden ortak platformlar üzerinde, bazen sanal dünyadan çıkıp gerçek hayatta arkadaşlıklar dostluklar kurup; derslerimizi, bilgilerimizi, araştırmalarımızı paylaşıyoruz... Ve düşündük ki tarih sınırları tam olarak bilinmeyen uçsuz bir okyanus. Doğrular, yanlışlar, yanlış bilinen doğrular, doğru bilinen yanlışlar ile doludur. Oysaki tarihi doğru bilirsek geleceğimizi doğru ışıkla aydınlatmış oluruz. Tarihte yaşanmış herşey gelecekte karşımıza boyut değiştirmiş olarak çıkar. Ne kadar doğru bilgi, o kadar doğru yol.... Bu bağlamda, bizler AUZEF öğrencileri olarak OKUDUK ve bir bilgi birikimimiz olduğunu düşünüyoruz.. Şimdi de bu bilgilerimizi siz tarih okumayı seven, tarihi seven tüm arkadaşlarımızla araştırıp en doğrusunu paylaşmak için YAZIYORUZ... Bu ilk sayımız heyecanlıyız, umutluyuz, umarız siz de beğenirsiniz... Bir dahaki sayıda görüşmek umuduyla... Sevgiyle, Tarihle kalın... ATMD DERGİ EKİBİ AUZEF TARİH BÖLÜMÜ MEZUNLAR DERNEĞİ ADINA SAHİBİ Sefer MENTEŞ GENEL YAYIN YÖNETMENİ Şenol SOYDAN EDİTÖR Sinan AKALIN TASARIM VE GÖRSEL DÜZENLEME
Murat MEYVECİ Halime TUNÇ Pınar İLHAN Uğur GÖKTÜRK Tuğba EREN RÖPORTAJ
Tülin KUTLUER Emine TÜRKMEN ORHON KARİKATÜRLER
Nilüfer YAŞAR
DÜZELTME
Betül ÖZER Şehri SAK ALTINÖZ Zehra ÖĞÜT YILDIZ Merve ALTAY Enver GÖNÜLBAĞI Veysel AKKÜNCÜ OSMANLI TÜRKÇESİ-HAT-TEZHİP
Filiz GEZİN Yasemin KARA Çigdem KIRCI TASDELEN Elif TEKTAŞ Aynur TÜRKECAN
ÇİZİMLER
Şenol SOYDAN ARKEOLOJİ VE FOTOĞRAF
Nisa ENGİN SAĞKAYA Cezminur Suzan KURT Müjgan Mine TOMBUL Nafiye YILDIRIM SARI Fatma AKHAN Emine ÇÖMEZOĞLU KIRKAN Sıla KOLDEMİR Esma GÜLLÜ Halime YILMAZOĞLU Nurbahar Zehra OĞUZ
3
HAZIRLAYAN: BETÜL ÖZER
Tarih Nedir?
TARİH NEDİR?
İnsanların, geçmişteki yaşamlarını, meşguliyetlerini, bireyler ve toplumlar olarak birbirleriyle olan ilişkilerini, ortaya çıkardıkları kültür ve medeniyetlerini, yer ve zaman göstererek “Neden-sonuç” ilişkisi içerisinde belgelere dayanarak objektif bir biçimde inceleyen ve anlatan sosyal bilim dalına “Tarih” denir. Her olay kendisinden önceki olayın sonucu, kendisinden sonraki olayın sebebidir. Önceki olayın bilinmesi, ardından gelen olayın sağlıklı bir şekilde kavranabilmesi demektir. Geçmişten günümüze kadar insanların sosyal, iktisadi ve siyasal faaliyetleri, meydana getirdikleri kültür ve medeniyetler Tarihin Konusunu oluşturmaktadır. Sosyal bilimlerin temeli sayılan
4
tarih, milletlerin hafızası durumundadır. “Tarih, geçmişteki olaylar ve o olayların zaman içindeki akışıyla ilgilenir. (1) Tarih biliminin konusu içerisine giren herhangi bir fikir, olay, olgu veya düşüncenin incelenip yorumlanabilmesi için; incelenecek ve yorumlanacak materyalin ait olduğu zaman da bilinmelidir. Zamanı belli olmayan, hangi döneme ait olduğu belirlenmemiş bir olgunun tarihi açıdan yorumlanması imkansızdır. Aynı zamanda tarih, insanların faaliyetleri neticesinde meydana gelen olaylarla ilgilenir. Başka bir ifadeyle tarih, bir olaylar dizisini değil, insanların düşüncelerinin ifadesi olan ve zamanla ortaya çıkan olayları, insanların yönlendirdiği sosyal gelenekleri konu edinir.” (2) Kısaca Tarih “Geçmiş” demektir. Tarih sonu olmayan bir bilimdir, her yeni arkeolojik kazı ve araştırmalarla yeni bilgilerin gün ışığına çıkarılması ile Tarihsel verilerde değişiklikler olması söz konusudur. Örnekle desteklenecek olursa, bilinen en eski Türk yazıtlarının günümüzden on dört asır öncesine tarihlenen Yenisey ve Orhun anıtlarında ki yazıtlar olduğu düşünülürken, 1960 yılında Kazakistan’ın AlmaAta Şehri’nin Esik kasabasında bulunan “Altın elbiseli adam” kurganından çıkan bir kasede bulu-
tarih nedir? nan 26 harflik iki satır yazı bu bilgilerin tamamen değişmesine ve Türklerin ilk yazılı kaynaklarının 2500 yıl öncesinden kullanılmaya ba şla nd ığ ı n ı göster mesine olanak sağlamıştır. “ Tarihin failleri, toplumlar ve toplumları meydana getiren insanlardır. Yer, zaman ve faillerin hepsinin veya herhangi birinin belirtilmediği olayın tarihsel anlayış içerinde aktarılması mümkün değildir.” (3) Tarihin bilimden uzaklaşması, üstlendiği misyonun dışına çıkmasına sebep olur. “Geçmişe ait belgeler vesikalar, geçmişi aydınlatan her türlü materyal, tarihin hareket noktasıdır. Tarih gücünü bu kaynaklardan alır. Tarihte, kaynaksız olarak ortaya atılan her iddia çürütülmeye gebedir.(4) Bir malzemenin tarihi kaynak sayılabilmesi için, öncelikle devrinde meydana getirilmiş olması, bu mümkün olmadığı takdirde, devrine yakın bir zamanda ve devrinin kaynaklarından yararlanılarak meydana getirilmiş olması gerekir” (5). “Modern tarih biliminde de sebepsonuç kavramı vazgeçilmezdir. Eğer bu kavramı dikkate almaz isek, yapılan iş bilimden ziyade, hikayeci rivayetçi tarih olur(6). “M. Kemal Atatürk’ün dediği üzere “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.” (1931). Bu
fikirlerde tarihçiye çok büyük sorumluluk yükleyen taraflar vardır.” (7) Tarih denince iki şey anlaşılır. “yaşanılan” tarih ve “yazılan” tarih. “Yaşanılan tarih” veya geçmiş hakkında o dönemlerden kalma vesikalar, kitaplar veya eşya vasıtasıyla bilgi ediniriz. (8) Geçmişte kalan her şey tarihtir; ancak geçmişte yaşanan hadiselerin hangilerinin tarihi açıdan değer taşıdığına, hangi hadiselerin seçilip yazılması gerektiğine, tarihçi kendisi karar vermek durumundadır. Tarih geçmişte kalan olayların hikayesidir. (9) “Böylesine geniş ufukları bünyesinde barındıran bir bilimin, nesilden nesle doğru olarak, intikal edebilmesinin en büyük yolu; tarih biliminin kriterlerine uygun olarak yapılacak, tarih yazıcılığı ile mümkündür. Tarih yazıcılığı milli duyguları galeyana getirmekten daha çok evrensel niteliklere uygun ve tarihi olgular karşısında objektif kalınarak yapılmalıdır. Bilim olarak Tarih gerçekleri yansıtan bir ayna olmalıdır.”(10) Ve Tarih İnsanlığın zaman içinde geçirdiği olay ve olguları anlamak ve geçmişin tecrübesinin yorumlayarak geleceğe hazırlanmaktır. Tarihin Tekerrürden ibaret olmaması, olayların ve geçmişte yaşananların iyi analiz edilerek, toplumların bilinçlendirilmesiyle mümkün olabilecektir.
Kaynaklar 1-KÜTÜKOĞLU, Mübahat S. , “Tarih Araştırmalarında Usül”, VI.Baskı, S.1-6, Kubbealtı Neşriyat, 1998, İstanbul 2- Mübahat S Kütükoğlu, a.g.e. s.2 3- CARR, Edward Hallett, “Tarih nedir?” 2004, İletişim Yayıncılık 4- METİN, Erhan, “Tarih Nedir? Niçin Tarih Öğrenilir?” Çankırı Karatekin Üniversitesi, Tarih Bölümü Yakınçağ Tarihi Anabilim Dalı 5- Nuri Köstüklü, Sosyal Bilimler ve Tarih Öğretimi, Günay matba, Konya 1999 6- Mübahat S Kütükoğlu, a.g.e. s.14 7- İNAN, A A. Afetinan, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, TTK yay, Ankara 1998 8- Erhan Metin a.g.e. 9 9- Erhan Metin a.g.e. 9 10-Erhan Metin a.g.e. 15
5
HAZIRLAYAN: TÜLİN KUTLUER
Tarihçe
SARAY’DAN DARÜLFÜNUN’A TARİHİN YAŞADIĞI ÜNİVERSİTE EDEBİYAT FAKÜLTESİ TARİH BÖLÜMÜ
O
smanlı Devleti’nin Batılaşma sürecinde bir Darülfünun kurma fikri ilk defa 1845 yılında Muvakkat Maarif Meclisi tarafından ortaya konmuştu. Bu meclisin çalışmaları neticesinde, esas hedefi meslekî eğitim yerine “ikmâl-i kemâlât-ı insâniye” olan bir Darülfünun açılması planlanmıştır. 1863-1865 arasındaki ilk teşebbüs sadece konferanslar tarzında halkı çeşitli ilmî konularda bilgilendirme ile sınırlı kalmıştı. 1870-1873 arasındaki ikinci Darülfünun girişimi de, yönetime fiilî özerklik verilmesine, fakültede verilecek dersler ve öğrenci kayıt-kabul gibi bütün hususlar düşünülmesine rağmen, tam olarak amacına ulaşamamıştı. Darülfünunun üçüncü kez kuruluş teşebbüsü, Darülfünun-ı Sultanî ismiyle 1874-78 tarihleri arasında yaşanmış ancak, bu kurum da süreklilik sağlamada başarısız olmuştu. Teşebbüs aşamalarında Tarih-i Umumi, İlm-i Tarih, İlm-i Asar-ı Atika ve İlm-i Meskûkât gibi Tarih derslerinin yer aldığı görülmektedir. 1900’de kurulan Darülfünun ise, kesintisiz bir şekilde öğretime devam etmişti. Başlangıçta talebe sayısı sınırlı idi ve merkeziyetçi bir anlayışla yönetilmekteydi. Zaman geçtikçe, gelişme ve yenileşme gösteren Darülfünun, gerçek bir üniversiteye dönüşmeye başladı. Bu dönemde he-
6
nüz bölüm ayrımının olmadığı ve “şube” ismiyle adlandırılan üç fakülteden birisi olan “ulum-ı edebiye” şubesinin müfredat programında tarih dersleri ağırlıklı olarak yer almıştır. Tarih-i Osmanî, Tarih-i Düvel, İlm-i Asar-ı Atika, Etnografya derslerini dönemin aydınları arasında yer alan Abdurrahman Şeref Efendi ve Efdalüddin gibi isimler vermiştir. Darülfünun’da okutulan ilk ders “Tarih-i Hikmet”tir. II. Meşrutiyet döneminde faaliyete başlayan fakülte meclisleri ders programlarının oluşturulmasında birinci derece etkin olmuştur. Edebiyat şubesi öğretim üyeleri tarafından hazırlanan raporlar ile 1912 yılından itibaren bölüm uygulamasına imkân verecek müfredat programı oluşturulmuştur. Edebiyat şubesi programını ha-
t ar ihç e zırlayacak encümenin içerisinde Hüseyin Daniş, Mehmet Akif, Ahmet Naim, Ahmet Mithat Efendi, Efdalüddin, Ahmet Hikmet ve Hamdullah Suphi gibi isimler yer alİstanbul Darülfünun’u Üniversite mıştır. EncüOlduktan Sonraki İlk Logo menin hazırladığı ıslahat raporuna göre Tarih Bölümü’nün temelini oluşturan Tarih-Coğrafya kısmı ilk kez burada ifade edilmiştir. Tarih-i Umumi, Asr-ı Hazır Tarihi, Tarih-i Medeniyet, Bizans Tarihi, İslam Devletleri Tarihi, Tarih-i Osmanî, Arkeoloji, Etnografya, Usul-ı Tarih, Arapça, Fransızca gibi derslerin yer aldığı ıslahat programı içerik olarak oldukça zengindir. Ancak bu program ekonomik ve siyasi sebeplerle hayata geçirilememiştir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında birçok olumsuz şartlara rağmen Edebiyat Fakültesi kadrosu güçlenmeye devam etmiştir. Almanya’dan getirilen müderrisler içerisinde tarih alanında ders veren kişiler yer almaktadır. Bunların uzmanlık alanları şu şekildedir: Lehmann Haupt-Eskiçağ Tarihi, Mordtmann-Tarih Metodolijisi ve E. Unger- Arkeoloji ve Eski Paralar. Özerk bir üniversite yapısının oluşturulmasında Edebiyat Fakültesi öğretim üyelerinin katkısı büyüktür. 1919’da yapılan yeni düzenleme ile Tarih Bölümü’nün iyice şekillendiği görülür. “Medrese” olarak adlandırılan fakültenin ders programında bölümün dersleri şunlardır: Tarih-i Siyasi, Türk Tarihi, İslam Kavimleri Tarihi, Türkiye Tarihi, Avrupa-Türkiye Münasebetleri Tarihi, Ortaçağda Şark Kavimleri Tarihi, Kadim Şark Kavimleri Tarihi, Kadim Yunan ve Roma Tarihleri. Mütareke yıllarında zor günler geçiren Edebiyat Fakültesi’nde diğer bölümlerde olduğu gibi Tarih Bölümü’nden de çeşitli nedenlerle birçok öğretim üyesi kadro dışı kalmıştır. Özellikle Milli Mücadele’ye destek için Anadolu’ya geçen öğretim üyelerinden dolayı akademik kadrolar zayıflasa da genç öğretim üyeleri kısa sürede bu açığı kapatmıştır. Tarih Bölümü’nden Ahmet Refik,
Şemseddin Günaltay, Abdurrahman Şeref Efendi, Ağaoğlu Ahmet, Yusuf Akçura gibi hocalar yeni devletin kültür ve eğitim politikalarında aktif rol alarak Türk kültürüne hizmet edecek birçok projeye destek olmuşlardır. Bu anlamda Türkiye’nin ilk Tarih Bölümü olan bölümümüz, mezun ettiği öğrenciler ile yeni kurulan üniversitenin temelini oluşturmuştur. Tarih Bölümü, kuruluşundan günümüze kadar yetiştirdiği öğrenciler, yayınladığı akademik çalışmalar ile başta Türk Tarihi olmak üzere Dünya Tarihinin çeşitli meselelerini bilimsel yöntemlerle araştırmış, halen de bu görevini sürdürmektedir. Tarih Bölümü mensubu birçok kişi Türkiye Cumhuriyeti’nin idari kadrolarında çeşitli kademelerde görev alarak vazifelerini en iyi şekilde yerine getirmişlerdir. Reformdan sonra bölüm olarak varlığını koruyan Tarih Bölümü bu dönemde Tarih Disiplini olarak adlandırılmıştır. İlerleyen yıllarda Avrupa’dan mülhem çağ sistemine geçilmiştir. 1946’dan itibaren bölüm içerisinde anabilim dalı niteliğinde “kürsü sistemi” uygulanmaya başlanmıştır. Son dönemde yapılan düzenlemeler neticesinde bugün Tarih Bölümünde Eskiçağ Tarihi, Ortaçağ Tarihi, Yeniçağ Tarihi, Yakınçağ Tarihi, Genel Türk Tarihi, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi ve Osmanlı Müesseseleri ve Medeniyeti Tarihi olmak üzere yedi anabilim dalı yer almaktadır. Tarih Bölümü tarafından 1937-1938 yılları arasında Tarih Semineri Dergisi (1-2) çıkarılmıştır. Ayrıca en son 54. sayısı çıkan Tarih Dergisi (tesisi 1949), 16. sayısı yayımlanan Tarih Enstitüsü Dergisi (tesisi 1970) ve 19. sayısı neşredilen Güney Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi (tesisi 1972) yayımlanmaktadır.
Bir Sonraki Sayı
7
SÜRGÜN GENERALLER
8
9
İz Bırakanlar ALPLERİN FATİHİ
HAZIRLAYAN: BETÜL ÖZER
HANNIBAL BARCA
hazırlayarak Hannibal’i tamamen ortadan kaldırmak için harekete geçti. İki ordu Cannea denilen yerde karşı karşıya geldi. Çocukluğundan beri Romalılarla savaşan Hannibal, klasik Roma savaş tekniğini en ince ayrıntısına kadar bildiği ve yapılacak hamleleri öngörebildiği için onları “Sarma tekniği” adı verilen bir düzen ile karşılaoma’nın yıllarca kabusu olan dünyanın dı. Roma askerleri kaldıkları çemberin içinde yok en ünlü komutanlarından Hannibal Bar- edildiler.Hannibal bu zaferden sonra Roma’ya ca; MÖ 248 yılında Kartacalı komutan saldırmak yerine, Roma’nın teslim olmasını ve devlet adamı Hamilkar Barca’nın üç oğlun- bekledi. Bu bekleme sırasında Süvari komutandan biri olarak Kartaca’da (Tunus) dünyaya gel- larından Maharbal tarihe mal olmuş sözlerini di. Henüz dokuz yaşındayken babasının yanında söyledi.“Sen savaş kazanmayı çok iyi biliyorsun Roma ordusuna karşı yapılan savaşlarda yer aldı. ama zaferi değerlendiremiyorsun” Roma bu bekleme sırasında Hannibal’in orRoma’nın bütün askeri stratejilerini yakından tadusunu yıpratma taktiği ile oyaladı ve güçlennıyarak büyüdü. MÖ 229 yılında babasının ölümü üzerine, baş di. Scipio önderliğindeki Roma ordusu, ilk önce komutan olan eniştesi Hasdrubal’in gözetiminde Kartaca’nın İspanya’da ki varlığını sonlandırdı. Ardından Kuzey Afrika’ya giderek orduda yerini sağlamlaştırdı. Eniştesinin MÖ 221 yılında ölmesi ile birlikte henüz 27 yaşında iken Kartaca’ya savaş açtı. Kartaca Senatosu güney askerler ve Kartaca senatosu tarafından başko- İtalya’da bekleyen Hannibal’i göreve çağırdı. Ancak Hannibal’in savaş taktiğini çözen Scipio, mutanlığa getirildi. Babasına verdiği söz üzerine Roma’ya kar- Hannibal’in taktiklerini yine O’na karşı kullandı. şı savaşmak için hazırlıklara başladı. İlk olarak MÖ 202 yılında Zama’da yapılan savaşta Kartaİspanya’da yer alan ve bir türlü ele geçirilememiş ca ordusu bozguna uğratıldı ve Hannibal askerSaguntum’u kuşattı ve aldı. Bu resmen Roma’ya lik hayatının ilk yenilgisini aldı. Kartaca bir kez daha ağır şartlarla barışı kabul etti. Savaşın arsavaş ilan etmekti. Daha sonra 50 bin asker ve dından “suffes (Roma’daki konsül)’’ seçilen Han37 filden oluşan ordusuyla birlikte İtalya’ya doğnibal maliyeyi ve ekonomiyi düzeltmeyi başardı. ru yola çıktı. Amacı Alpleri aşarak Romalıları Ancak Roma’nın baskısı ile arkadan kuşatmaktı. Çetin kış şartlarında AlpKartaca senatosu onu göleri aşmayı başaran Hannibal’in ordusu yaklaşık revden aldı. üçte bir oranında zayiat verdi. Ordusunu italya’da Kendine karşı yükselen yaşayan kelt kabilelerini yanına çekerek güçlendirdi. Alpleri aşmak için söylediği cümle tarihe muhalefet yüzünden gönülgeçmiştir. “Ya yeni bir yol bulacağız, ya yeni bir lü sürgüne giden Hannibal, Romalılara karşı savaşa hayol yapacağız” zırlanan Seleukos kralı III. Romalılarla ilk olarak Ticina Irmağı kıyısınAnthiokhos’a yardıma gitti. da, ikinci olarak Trabia’da ve üçüncü olarakda MÖ 190 yılında AnthiokTresimeno Gölü kıyısında çarpıştı. Romalılar bu hos yenilince, Anadolu’dasavaşlardan büyük bir hezimetle ayrıldılar. Anki Bithynia kralı Prusias’a Ya yeni bir yol bulacağız, cak Roma henüz en ağır yenilgisini yaşamamıştı. sığındı. Roma’nın baskı- ya yeni bir yol yapacağız. Cannea; yaklaşık 70.000 Romalıya mezar olan sı sonucu Bithynia kralı bölge... Prusias’ın kendisini Romalılara teslim edeceğini MÖ 216 yılında Romalılar 87.000 askerden öğrendiği zaman, teslim olmak yerine yanında oluşan tarihlerinde ki en büyük ordulardan birini taşıdığı zehiri içerek intihar etti.
R
10
sürgün generaller AFRİKA KARTALI
SCIPIO AFRICANUS
P
ublius Cornellius Scipio MÖ 236 yılında Romanın soylu ailelerinden ve aynı zamanda konsüllükte yapmış olan kendisi ile aynı adı taşıyan Publius Cornellius Scipio ve Pomponia’nın üç çocuğundan ilki olarak Roma’da dünyaya geldi. Büyük dedelerinden birinin kör olması ve oğlu Cornellius’un gözleri görmeyen babasının sağ kolu olmasından dolayı aileye Roma tarafından “Sağ kol, yardımcı” anlamına gelen Scipio ünvanı verildi. Scipiolar, Fabiuslar, Claidionlar, Aemilianlar, ve Valerianlar la birlikte zamanın Roma’sında önde gelen beş büyük aileden biriydi. Küçük yaştan itibaren geleceğin senato üyesi olacağı için eğitimine büyük önem verildi. Dört yaşından itibaren Rufustinus isimli Keltli bir öğretmenden Latince okuma yazma ve Yunanca dersleri almaya başladı. On beş yaşına geldiğinde bir Grammatıcus (gramerci) olan Olynthus’lu Euphontos’tan yaklaşık iki yıl gramer, güzel konuşma, astronomi ve bilim konusunda eğitimler aldı. On sekiz yaşında Kartacalı general Hannibal’in Saguntum’u alması üzerine Triconium Militiae (askeri eğitim) almak ve Hannibal’e karşı savaşmak için, o dönemde konsüllük yapan babasının yanına karargaha gitti. Hannibal Barca ile ilk olarak Ticino savaşında karşılaştı. Babasını yaralı bir halde kurtarabildi. Romalılar büyük bir hezimete uğradılar. İkinci karşılaşmaları Cannea savaşında oldu. Hannibal’in kıyımından kurtardığı iki yüz kadar askeri Roma’ya ulaştırdığı için Roma tarafından yıllardır kimseye verilmeyen “yurttaşlık tacı” verildi. Kartaca ve Roma arasında yapılan savaşlarda on yıl süre ile Hannibal’i gözlemledi ve bütün stratejilerini
öğrendi. Aynı zamanda geleneksel Roma askeri tekniği ile ünlü Kartacalı general Hannibal’i yenemeyeceklerini fark etti. MÖ 211 yılında babası ve amcası Gneaus, Keltiberya’da (İspanya) Kartacalılarla yapılan savaşta Hannibal ve kardeşleri Mago ile Hasdrubal tarafından öldürüldü. Scipio, Senatodan güven oyu alarak henüz devletin hiç bir kademesinde görev almamışken Keltiberya’da ki birliklerin başına atandı. Bu yapılan atama Roma tarihinde ilk kez yaşanıyordu. Scipio kamu görevi boyunca daha bir çok ilklere imza atarak Roma tarihine adını yazdırdı. Orduların başına geçtiği zaman ilk olarak geleneksel savaş tekniklerinden vazgeçerek, büyük bir askeri reform gerçekleştirdi. Askerin; komutan olarak kendisine güvenmesini sağladı ve onları zafere yakın olduklarına inandırdı. Güney İspanya’yı fethetti. MÖ 206 yılında Roma’ya geri döndü ve bir yıl sonra konsül seçildi. MÖ 204 yılında Savaşı Afrikaya taşıdı. MÖ 202 yılında Zama’da iki general karşı karşıya geldi. Sonuçta askerlik hayatı boyunca hiç yenilmemiş olan Hannibal’i yine kendi taktikleriyle yenmeyi başardı. MÖ 199 yılında Senato başkanlığına, MÖ 194 yılında ikinci kez konsüllüğe seçildi. MÖ 190 yılında Roma’yı uğraştıran diğer bir devlet olan Seleukos kralı III. Antihokos’u yenerek ününü arttırdı. Kazanılan büyük zafere karşı koşulları oldukça hafif olan bir barış antlaşması hazırlayınca, MÖ 184 yılında yüksek savcılığa getirilen senato üyesi Cato tarafından rüşvet almak ve yapılan savaşlarda ganimetlerden zimmetine para geçirmekle suçlandı.
11
sürgün generaller SONUÇ Kartaca savaşlarından sonra Roma, Kent devleti statüsünden çıkarak emperyalist bir güç olmuş ve ilk deniz aşırı eyaletlerini kurmuştur. Ayrıca Akdeniz’deki Kartaca üstünlüğüne son vermiş ve Akdeniz ticaretinde söz sahibi olmuştur. Hannibal dünyaca ünlü ve askeri strateji konusunda sayılı komutanlarından biridir. Cannea savaşında kullandığı sarma taktiği “Hannibal taktiği” olarak adlandırılmış ve yüzyıllarca çeşitli devletler tarafından da kullanılmıştır. Savaş tarihçisi Theodore Ayrault Dodge, ona “askeri stratejinin babası” unvanını vermiştir; çünkü en büyük düşmanı olan Roma bile onun savaş taktiklerini kullanmıştır. Scipio küçük yaşlardan itibaren Hannibal’e karşı yapılan savaşlarda yer almış O’nun taktiklerini ve mantığını kavramış ve yine O’na karşı kullanarak Kartaca ordusunu ve Hannibali yenmeyi başaran tek komutan olarak tarihe geçmiştir. Zama savaşından sonra Roma senatosu tarafından kendisine “Africanus” ünvanı verilmiştir.
Scipio’nun Villası. Buraya çekilip kısa süre içinde üzüntüden ölmüştür.
Hannibal Barca’nın Gebze’de öldüğü bilinmekle beraber mezarı bulunamamıştır. Atatürk’ün de mezarının bulunmasını istemesi üzerine, bu istek vasiyet kabul ederek 1981’de Hannibal Anıtı yapılmıştır. Su şebekesi çalışmaları sırasında Gebze’de bulunan bir mezarın O’na ait olduğu düşünülmektedir. Scipio ise Senatoda kendisine yöneltilen suçlamalara karşı kendini savunduktan sonra son söz olarak şunları söylemiştir; “Ben, Roma’nın bu büyük gününde Hannibal’ı yenerek Romayı kurtardım. Şimdi de beni rüşvetle suçluyorsunuz. Kapitole gidip tanrıya dua edeceğim ve diyeceğim ki; Tanrım Roma’nın başından benim gibi komutanları esirgeme.” Daha sonra Literium’daki malikanesine kendini kapatmış ve kısa bir zaman sonra da ölmüştür. İki büyük komutanda ülkelerinde ki senatoları tarafından suçlanmış ve ikisi de doğduğu yerden uzakta hayata veda etmişlerdir. Ve ikisinin de ölüm tarihi MÖ 183’tür.
Hannibal için yaptırılan bu anıt-mezar, şu anda Gebze’de Marmara Araştırma Merkezi (MAM) sınırları içersinde kalmaktadır.
KAYNAKÇALAR - Oğuz Tekin; Eski Yunan ve Roma Tarihine Giriş (İletişim Yayınları, 8. Baskı, İstanbul, 2014) - Sabahat Atlan; Roma Tarihi’nin Ana Hatları 1. Kısım Cumhuriyet Devri (TTK, Ankara- 2014) - Afrika Kartalı Scipio; Ross Leckie - Afrika tarihine giriş ve yerleşim birimleri; Prof.Dr. Alparslan Ceylan - Hannibal Roma Surlarında; Kartaca’nın Romanı, Tarihsel Roman, Patrick Girard -Güncel Yayıncılık 2002
12
s端rg端n generaller
13
14
344.789
GÜN ÖNCE AÇIL AN K API
MALAZGİRT
15
HAZIRLAYAN: HÜSEYİN KARAASLAN
Ayın Konusu
S
ultan Alparslan, Türk-İslam tarihinin yetiştirdiği güzide şahsiyetlerden biridir. Anadolu topraklarının fethedilmesinde önemli katkıları olan bir komutandır. 1029 veya 1033 tarihinde doğduğu rivayet edilir. İsmi Muhammed’dir. Babası Selçukluların Horasan Meliki Çağrı Davut Bey’dir. Çocukluğunda çok iyi bir eğitim görmüş, kuvvetli zekâsı ve üstün ahlakı ile dikkat çekmiştir. Kendisine kahraman arslan anlamına gelen Alparslan lakabı verilmiştir. Çağrı Bey oğlu Alparslan’ı kendine veliaht tayin ederek, kendi veziri Nizamü’l-Mülk’ü ona atabek tayin etti. Gençlik yıllarında özellikle Gazneliler üzerine yapılan seferlere katıldı. 1060 yılında babası ölünce Selçukluların Horasan meliki oldu. Selçuklu sultanı Tuğrul Bey 1063 yılında vefat ettiğinde kendisinden sonra Çağrı Bey’in oğlu Süleyman’ın tahta geçmesini vasiyet etmişti. Ancak Selçuklu devlet adamları tahta Alparslan’ın geçmesini istiyorlardı. Hacib Erdem ve Yagısıyan, Kazvin şehrinde hutbeyi Alparslan adına okuttular. Bu duruma engel olmak isteyen vezir Amidü’l-Mülk, Melik Kutalmış’ın tahta geçmek için başkent Rey’e geldiğini duyunca Alparslan’dan yardım istemek zorunda kaldı. Alparslan, Kultalmış’ı Rey yakınlarında yendi. 27 Nisan 1064 yılında Selçuklu tahtına çıktı. Abbasi halifesi Kaim bi-Emrillah ona Adûdü’d–Devle (Devletin yardımcısı, dayanağı), Ebû Şücâ (cesaret babası) lakaplarını verdi.
16
Devlet işlerini düzene koyduktan sonra; ilk seferini Gürcistan ve Doğu Anadolu üzerine yaptı. Kars ve Ani gibi bölgenin önemli merkezlerini fethetti. Ermeni ve Gürcüleri itaat altına aldı. Abbasi Halifesi ona Ebu’l Feth (Fetihlerinin Babası) lakabını verdi. 1065 yılında Cend ve Harezm üzerine sefere çıkarak bu bölgedeki Türkmenleri itaat altına aldı. Kardeşi Melik Kavurd’un Kirman’da isyan etmesi üzerine onun üzerine yürüdü. Alparslan’ın üstüne geldiğini öğrenen Melik Kavurd af talep etti ve Alparslan tarafından kabul edildi. Selçuklu ordularının, 1065 yılından itibaren Anadolu içlerine kadar akınları artarak devam etti. Doğu Roma İmparatorluğu üzerine özellikle Afşin, Gümüştekin ve Ahmet Şah gibi emirler başarılı akınlar yaptı. Doğu Roma aldığı tüm tedbirlere rağmen Selçuklu akınlarını durduramıyordu. Sü n nilere önderlik yapan S elç u k lu l a r, Şiilerin lideri konumundaki
malazgirt 1071 Mısır’daki Fatimilerle rekabete girdi.Sultan Alparslan 1071 yılında Mısır’ı almak için sefere çıktı. Doğu Roma topraklarından geçerek bazı kaleleri aldı. Urfa kalesini kuşattı fakat bu kaleyi almadı. Bunun üzerine Halep’e hareket etti. Nisan 1071’de Halep kalesini teslim aldı. Mısır’a doğru harekete geçti. Bu sıra Doğu Roma imparatoru Romanos Diogenes’in büyük bir ordu ile Anadolu içlerine doğru ilerlediğini öğrendi. Derhal seferine son vererek, Urfa, Diyarbakır, Bitlis yolu ile Ahlat’a geldi. Selçuklu öncü kuvvetleri Doğu Roma öncü kuvvetlerini Ahlat’da yendi. 26 Ağustos 1071’de Doğu Roma ordusu ile Selçuklu ordusu Malazgirt’in doğusundaki Rahva ovasında savaştılar. Hilal taktiği ile Selçuklu ordusu, kendisinden üstün bir güce sahip olan Doğu Roma ordusunu bozguna uğrattı. İmparator Romanos Diogenes esir alındı. Bu savaş neticesinde Anadolu topraklarında Selçuklu ordusunun önünde düzenli hiçbir güç kalmadı. Anadolu kapıları sonuna kadar Türklere açıldı. Birkaç yıl sonra Türkler, Marmara ve Ege Deniz’ine ulaşarak Konstantiniyye önlerine geldiler. Bu Avrupa’da büyük bir korkuya sebep oldu. Doğu Roma imparatorluğunun teşvikiyle dünya tarihinin seyrini değiştiren haçlı seferleri başladı. Savaş sonunda; İmparator Diogenes ile anlaşma yapılmış olsa da, savaşta yenilen Diogenes’in Roma tahtından azledilmesi sebebiyle yürürlüğe girmedi. Batı sınırında sorunlarını çözen Alparslan, Türkistan seferine çıktı. Askerlerinin sayısı iki yüz bin süvariden fazlaydı. Alp Arslan’ın adamları 20 Kasım 1072 günü Yusuf el-Harezmi adlı Karahanlı kale muhafızını huzura getirdiler. Yusuf yanında sakladığı bıçakla sultanı yaraladı. Sultan yaralanınca şöyle dedi: “Her ne zaman düşman üzerine yürümek istesem daima Allah’tan yardım dilerdim. Dün bir tepe üzerine çıktığımda, askerimin çokluğundan ve ağırlığından dolayı bana ayağımın altındaki dağ depreniyor gibi geldi. Kendi kendime: “Ben dünyanın padişahıyım, bana kim galip gelebilir?” dedim. Bugün Allahü Teala beni en zayıf kulu karşısında aciz bıraktı” deyip istiğfar etti (24 Kasım 1072). Merv Şehrinde toprağa verildi. Tahta oğlu Melikşah geçti. Alparslan’ın mezarı Moğol istilası sırasında kayboldu. Türkiye tarafından mezarını bulmak
için 2005 yılında başlatılan çalışmalar hala devam etmektedir. Sultan Alparslan, Anadolu’nun Türk yurdu olmasının önünü açtı. Nizamiye medreselerinin açılmasıyla eğitime ve İslam dinine yaptığı hizmetlerinin yanı sıra yiğitliği, merhameti, adaleti ve sadakati ile tanınan bir hükümdardı.
17
KORSANLIKTAN
KAPTAN-I (
DERYALIGA
Barbaros Hayreddin Paşa
18
Denizcilik Tarihi HAZIRLAYAN: ŞAHİN CİGA
Ömrünü denizlere adayan sayısız kahramanlara saygılarımızla... Barbaros... Büyük Osmanlı Kaptan-ı Deryası... Esasen ismi ne Barbaros ne de Hayrettin’dir. Gerçek ismi Hızır olup, bir rivayete göre 1478, başka bir rivayete göre de 1483 yılında Midilli adasında dünyaya gelmiştir. Babası Yakup Ağa tımarlı sipahidir ve Fatih Sultan Mehmet 1462 yılında eski adı Lesbos olan Midilli Adası’nı fethederken Fatih’in komutasında savaşmıştır. Ada fethedildikten sonra halkın Türkleştirilmesi için mübadele işlemi yapılır. Türkmen boylarından dürüst, çalışkan, Türk kültürünü yaşayan kişiler aileleriyle beraber Midilli’ye yerleştirilir. Yakup Ağa ve ailesi de Midilli’ye getirilen ilk ailelerdendir. Yakup Ağa’ya Midilli Adası’nın Banava Köyü tımar olarak verilir. Evlenme vakti geldiğinde ada sakinlerinden birinin kızı olan Katerina ile evlenir ve bu evlilikten dört erkek evlat dünyaya gelir; İshak, Oruç, Hızır ve İlyas. Adada büyüyen dört kardeş, Yavuz Sultan Selim’in ağabeyi Şehzade Korkut’un himayesinde ticaret ile meşgul olup, Midilli’den Eğriboz ve Selanik’e ticaret yaparlar. Şehzade Korkut ile Şehzade Selim arasında başlayan taht mücadelesi ister istemez kardeşleri de etkiler. Yapmış oldukları deniz ticaretini geride bırakarak İshak, Oruç ve Hızır Reisler Midilli’den ayrılırken, İlyas evinden ayrılmayıp bir süre için ailesinin yanında kalır. Hızır Reis ve ağabeyi Oruç Reis beraber Preveze’den birer gemi alıp Tunus’un kuzeyinde bulunan Cerbe Adası’na gelirler. Oruç ve Hızır reisler, Cerbe Adası’na geldikten sonra, Tunus Sultanı Ebu Abdullah Muhammed ile görüşürler, Sultan’dan gemilerini ve mürettebatlarını barındırmak için limanda yer isterler. Bunun karşılığında o devirde Akdeniz’in hâkimi olan Venedik ve İspanyol gemilerini yağmalayacaklardır. İşte bu andan itibaren Oruç ve Hızır Reislerin bütün Avrupa’ya nam salacak ve Akdeniz’i Türk Gölü haline getirip, tarihe geçecekleri “ Barbaros Kardeşler“ olarak yükselişleri başlar. Beş gemi ile denize açılan kardeşler, ilk seferlerinde Sardunya Adası açıklarında içerisinde bal, zeytin, peynir, demir ve buğday bulunan dört
düşman gemisini içerisindeki 150 mürettebatıyla beraber ele geçirip Tunus’a dönerler. Barbaros kardeşlerin önlenemez yükselişini panikle takip eden İspanyollar, iyi donanımlı 10 savaş gemisini kardeşlerin üzerine yollar. 10 geminin 4 tanesi ele geçirilir, kalan 6 gemi Becaye Kalesi’ni kendisine siper yapar. Yaşanan çatışmada Oruç Reis sol kolundan ağır yaralanarak kolunu kaybeder. Oruç Reis iyileşip bahar gelince, İspanyolların zulmettiği Endülüslüler’i kurtarmak Barbaros kardeşlere düşmüştür. Kurtardıkları binlerce Müslüman’ı Tunus ve Cezayir’e taşırlar.
Barbaros Hayreddin Paşa’nın Sancağı
19
kaptan-ı derya Kışı Cezayir’de geçirir ve hazırlık yaparlar, baharda 12 gemi ile Sicilya açıklarına hareket ederler. Başarılı bir sefer sonrası elde ettikleri ganimetler i, Mu hyiddin Pîrî Bey (Piri Barbaros Komutasındaki Osmanlı Donanması Reis) komutasındaki 6 gemilik filo ile İstanbul’a, Yavuz Sultan Selim’e gönderirler. Hediyelerden çok memnun kalan Sultan, Piri Reis ve leventlerine değerli hediyeler verir. Barbaros ve Oruç Reis’e de iletilmek üzere altın yaldızlı 2 gemi, elmas kabzalı 2 kılıç, hil’atlar ve sorguçlar hediye eder. Padişah’ın gönderdiği büyük hediyeler için bir merasim düzenlenir. Bütün Tunus erkânının önünde Piri Reis tarafından Barbaros’a kılıç kuşatılıp, hil’at giydirilir. Ertesi gün Padişah hediyesi olan altın yaldızlı gemilerine binip İspanyol işgalindeki Becaye Kalesi’ne çıkarmayaparlar. Kaleyi zorlanmadan alırlar. Bu sırada Oruç Reis, İspanyol işgalinde olan Cezayir şehri halkına yardıma gider. Şehrin büyük kısmını ele geçirir (1516) ve Cezayir Sultanı ilan edilir. Şehrin yönetimini Barbaros ile paylaşır. Oruç Reis şehrin batı kısmını yönetirken, Barbaros ise doğuyu yönetir. Ülkenin en büyük ikinci şehri olan Tlemsen halkı İspanyol işgali sonucu ayaklanarak Oruç Reis’e bağlılıklarını ilan ederler. Böylece Oruç Reis savaşmadan şehri almış olur. İspanya Kralı’nın emriyle harekete geçen Vahran Valisi Diego de Cordoba 35 bin askerle Kal’atü’l Kılâ’yı kuşatır. Oruç Nigari’nin yapmış olduğu HayReis burada öldürüreddin Paşa Portresi
20
lür. Oruç Reis’ten sonra Cezayir Sultanı olan Barbaros, Hacı Hüseyin Ağa liderliğinde bir heyeti İstanbul’a göndererek Cezayir’i Osmanlı’ya bağlamayı talep eder. Teklifi memnuniyetle kabul eden Yavuz Sultan Selim, Barbaros’u Cezayir Beylerbeyliği’ne atar (1519). İlerleyen zamanda, Barbaros’un leventleri; Calabria, Castignano, Spartiveno,Messina Limanı, Campania kıyıları gibi pek çok stratejik noktaya saldırıp ganimet toplarlar. Kısa zamanda zenginleşen Cezayir ise artık “Türklerin Hindistan’ı” olarak anılmaya başlar. Barbaros’u durdurabilmek için İspanya İmparatoru Şarlken büyük bir meclis toplar ve Avrupa’nın en iyi kaptanı Andrea Doria’yı İspanya Donanma Komutanlığı’na getirir. Bu esnada Tahtta olan Kanuni Sultan Süleyman, Barbaros Hayreddin Paşa’yı Kaptan-ı Deryalığa (Deniz Kuvvetleri Komutanlığına) atar. Tarihin en büyük deniz savaşı, Andrea Doria komutasındaki Müttefik Avrupa Donanması’nın harekete geçerek Türklerin elindeki Preveze Kalesi’ni kuşatmasıyla 25 Eylül 1538’de fiilen başlar. Preveze açıklarında her iki tarafın donanması kendi savaş düzenleri içinde birbirlerine doğru yaklaşırken, kuzeyden Türklerin aleyhine çok sert rüzgâr esmektedir. Levendlerinin morallerinin bozulduğunu gören Barbaros, iki ayet yazdırıp geminin iki tarafına astırır. Rüzgâr dinerek Türk Donanması lehine esmeye başlar. Rüzgârın ters dönmesiyle yalnız yelkenle hareket edebilen Haçlı Donanması’nın ön saftaki ağır gemileri hareketsiz kalınca Andrea Doria, öndeki büyük gemileriniden top ateşi başlatır. Fakat kalyonlardaki büyük topların menzili kısa olduğundan, bütün mermiler denize düşer. Barbaros emriyle hücuma geçen Türk Donanması uzun menzilli toplarıyla karşı tarafın gemilerini delik deşik eder. İki taraftan toplam 120 bin kişinin katıldığı savaş sonunda 30 bin mürettebatı ölen haçlı gemilerinden 128 tanesi batırılırken, 29’u da 2 bin 775 personeliyle birlikte esir edilir (Preveze Zaferi 27 Eylül 1538). Osmanlı donanmasında, dönemin şartlarına göre Akdeniz’e en uygun olan, hızlı manevra yapmaya elverişli kadırgalar dönemi zirvededir. İspanya İmparatorluğu’nun Avrupa’daki en büyük iki rakiplerinden biri olan Fransa, İspan-
kaptan-ı derya
Zühtü Müridoğlu ve Ali Hadi Bara’nın birlikte 2 yılda (19411943) tamamladıkları 1944 yılında Beşiktaşta dikilen Barbaros Hayreddin Paşa Anıtı
yollara karşı Osmanlı’dan yardım ister. Sultan’ın emriyle gidilen ve İspanya’nın 8 ayda barışa zorlandığı “Fransa Seferi” Barbaros Hayreddin Paşa’nın son seferi olur. Kaptan-ı Derya son 2 yılını İstanbul’da geçirir ve Beşiktaş’taki konağında 4 Temmuz 1546 günü vefat eder. Onun ölümü için “Mate reisü’l-Bahr-Denizin reisi öldü” denilmiştir. Barbaros Hayreddin Paşa âlim ve cesur bir komutandı. İri yapılı ve kumral tenliydi. Saçı, sakalı, kaş ve kirpikleri gürdü. Ömrü denizlerde geçtiği için, Rumca, Arapça, İspanyolca, İtalyanca ve Fransızca gibi Akdeniz dillerine son derece hâkimdi. Vefatından sonra Kaptan-ı Deryalığa, Sokullu Mehmet Paşa getirilmiştir. Osmanlı Devleti’nin 19. Kaptan-ı Derya’sı olan Barbaros Hayreddin Paşa, devletin sınırlarını Fas’a kadar uzattı. Beşiktaş’ta bir medrese inşa ettirdi. Serveti ile İstanbul’un birçok semtine hanlar, hamamlar, konaklar, evler, değirmenler, fırınlar yaptırdı. Zaferlerle dolu savaş hayatında eline hazineler değerinde servet geçtiği halde bunları sürekli dağıttı. Barbaros Hayreddin Paşa, kendini denizi seyrederken gören dostlarına “Öldüğüm zaman beni deniz sesi işitilebilecek bir yere defnediniz” diye vasiyet etmiştir. Naaşı, sağlığında yaptırdığı İstanbul’un Beşiktaş’taki medresenin yanında bulunan türbesine defnedilmiştir.
Barbaros Hayreddin Paşa’nın Türbesi
21
Ayın Konusu
HAZIRLAYAN: MEHMET KORKMAZ
Mohaç/Savaş Anıtı
2 SAATTE KAZINAN 600 YILLIK İZ
T
arihi, galibiyetlerle dolu şanlı ordumuzun, içinde bulunduğumuz Ağustos ayında birçok büyük zafere imza attığını yapılan etkinliklerle idrak ediyoruz. Bu zaferlerin en önemlilerinden biri de Mohaç Meydan Muharebesinde kazanılan zaferdir. Mohaç, Kanuni Sultan Süleyman’ın bizzat yönettiği öncesi ve sonrası ile incelemeye değer son derece önemli bir zaferdir. Muharebe ile ilgili fazla detaya girmeden temel bilgileri sizlere sunup, birlikte hafızamızı yokladıktan sonra yazımızın ana konusu olarak tasarladığımız savaşın yansımaları, sonuçları ve bu güne kadar silinmeyen izlerini ele almak istiyorum. Osmanlıların Rumeli’ye geçtiği 1353 yılından sonra Macarlar, sürekli olarak Osmanlı Devleti’nin karşısına Katolik Dünyası’nın temsilcisi olarak çıkmış ama hiçbir savaşta galip gelememiştir. 1521’de ise Belgrad’ın Osmanlı Devleti’nin eline geçmesi onları hayal kırıklığına uğratmıştır. Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki önemli Uç Beylerinden Malkoçoğlu Bali Bey’in Kanuni’ye Macar topraklarının alınmasını önermesiyle başlayan sefer hazırlıklarının asıl sebebi; Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu karşısında yenilen Fransa’nın, Osmanlı’yı Macarlara karşı
22
kışkırtması, gücü artan Roma-Cermen İmparatorluğuna Kanuni’nin kesin bir darbe vurmak istemesidir. Macarların Habsburglara (Avusturya) yanaşması ve uyarıları dikkate almaması Kanuni’ye askeri güç kullanmaktan başka seçenek bırakmamıştır. Savaşa Osmanlı Devleti sadece Kırım Hanlığı’ndan destek alarak girerken, Macar Krallığı ise Hırvatistan ve Lehistan Krallıkları, Bohemya ve Bavyera Prenslikleri ile Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu ve Papalık Devleti ile stratejik ve askeri ittifak yaparak girmiştir. Tarihler 29 Ağustos 1526’yı gösterdiği günü sabah namazından sonra ordusunu teftiş eden Sultan Süleyman’ın Osmanlı Sancağı altında yaşlı gözlerle ellerini gökyüzüne açıp; “Yâ Rabbî! Kudret ve kuvvet senden! İmdât ve himaye senden! Ümmet-i Muhammed’e yardım et” diyerek dua ettiği, asker- Hans Eworth/Muhteşem Süleyman
mohaç 1526 lerine “Ölürsek şehîd, kalırsak gâzi... Gayri göreyim sizi...” gibi motive edici sözlerle son mesajını verdiği bildirilir. Mohaç Ovasında karşı karşıya gelen orBertalan Székely/ Mohaç Muharebesi duların başında batılıların tabiriyle Muhteşem Süleyman ve II.Layoş bulunuyordu. Osmanlı Ordusunda bulunan ve o güne kadar Avrupa’da hiç görülmeyen seyyar toplar ve tüfekler sayesinde tarihte ender görülecek şekilde savaş 2 saatte sonuçlandı. Kan gölüne dönen ovada Macar askerleri bozgun şekilde dağılırken, onlarla birlikte kaçmaya çalışan Macar Kralı II.Layoş bataklıkta atından düşmüş, üzerindeki altın kaplama zırh ile birlikte boğulmuş, esir alınan tüm Macar soyluları savaş alanında idam edilmiştir. Savaştaki hezimeti duyan Macar halkının şehri terk etmesi Budapeşte’ye gelen Kanuni’nin az kişi tarafından karşılanmasına ve şehrin anahtarının Yahudi bir tüccar tarafından alınmasına sebep olmuştur. Artık Macaristan’da 150 yıllık bir Osmanlı dönemi başlamıştır. Budapeşte ve Pecs şehirlerinde birçok cami, türbe ve tekke inşa edilmiştir. Şehrin en büyük kilisesi St.Mattihas başta olmak üzere birçok kilise camiye çevrilmiştir. İşte bütün bu eserlerle birlikte orada görev yapan idarecilerimiz ve din adamlarımız Türk-İslam Kültürünü bir daha silinmemek üzere bölgeye kazımıştır. Osmanlı hakimiyetinin sürdüğü yüz elli yıllık dönem bittiğinde, Macarlar Osmanlı izlerini silmek için harekete geçerek Budapeşte’deki tüm camileri kiliseye çevirmişler, tekke ve türbeleri yıkmışlarsa da Osmanlı izlerini tamamen silmeye muvaffak olamamışlardır. Bu izleri belirtmek gerekirse; -Osmanlılarla beraber bölgeye gelen ve Macarlarca da çok sevilen Gül Baba Türbesine dokunulmamış, türbenin bulunduğu tepeye Gül Tepe ismi verilmiştir. -2010 Avrupa Kültür Başkenti Pecs şehrinde, Macaristan’da açık olan tek cami Yakovalı Hasanpaşa Cami ve yanında Mevleviliğin anlatıldığı bir tekke mevcuttur. -Budapeşte Ulusal Müze’de savaş ve Kanuni
ile ilgili birçok eser sergilenmiştir. Macar Ulusal Galerisi’nde ise Kral Layoş’un attan düşüşü tasvir edilmiştir. -Savaşın gerçekleştiği Mohaç Ovasında bir anıt bulunmaktadır.Anıtı çevresinde ölen 15 bin Macar askeri anısına 15 bin gümüş kemik bulunmaktadır. Savaş çeşitli video ve gösterilerle ziyaretçilere anlatılmaktadır. Macarların savaştan sonra dağılması, dağınık haldeki ahşap heykellerle tasvir edilmiştir. Osmanlı canavara benzetilerek gaddarlığı işlenmiş ve Kanuni kafa kesen bir hükümdar olarak tasvir edilmiştir. Bu bilgiler eşiğinde bir değerlendirme yaparak yazımı sonlandırmak istiyorum. Ülkelerin kaderini ve tarihin akışını değiştiren olaylar vardır. Mohaç Muharebesi de Macarların tarihini tamamen değiştirmiştir. Bu savaş bizim tarihimiz açısından çok “şanlı bir zafer” olarak anılırken, Macarlar tarafından “tarihin en kara günü” olarak hala hüzünle anılmaktadır. Burada bizim bu zaferi çocuklarımıza gururla anlatmamız ne kadar doğalsa, Macarların da o günü hüzünle anmaları o derece doğaldır. Yalnız ne başarılar çok abartılıp diğer milletler rencide edilmeli, ne de aslı astarı olmayan betimlemelerle kazanan taraf insan dışı varlıklar olarak gösterilmelidir. Ancak tarihi birçok zaferle dolu olan milletimize kıskançlık ve düşmanlık besleyen toplumlar bugün de boş durmamakta bir fırsatını bulup öçlerini almaya çalışmaktadırlar. Biz bu gibi düşman toplumların politikalarına ancak kardeşlik duygusu içinde birlikteliğimizi sağlayarak en iyi cevabı verebiliriz.
Bertalan Székely/ Kral II.Layoş’un Cesedinin Çıkarılışı
23
anadolu anlatıyor
Anadolu bir çok medeniyete ev sahipliği yapmış, Bağrından bir çok değerli komutan, ilim adamı ve alim çıkarmış bir coğrafyanın genel adıdır. Aslına bakacak olursak, şu anki sahipleri olan bizlere vatan olan bu toprakların değerini ne kadar biliyor ve onu ne kadar anlıyoruz?
Beraber ona kulak vermeye ne dersiniz ?
24
HAZIRLAYAN: FATİH YURTTAŞ
anadolu anlatıyor
Ben Anadolu’yum; yüzyıllardır bağrımda bir çok medeniyete ev sahipliği yaptım, nice yiğitler, nice bilim adamları yetiştirdim. Ben Anadolu’yum; ana gibi sevecen, baba gibi merhametli. Bugün size evlatlarımdan birini, Herodot’u anlatacağım. MÖ 5. yy. da Antik Çağ olarak adlandırılan dönemde topraklarımın batı kısmında, Yunan şehir devletleri, topraklarımın doğu kısmında ise bana komşu olan, her gün güçlenen, istilacı ve yayılmacı bir politika izleyen büyük Pers impatorluğu bulunuyordu. Herodot böyle bir zamanda, Karia kenti olan ve Tiranlıkla yönetilen Halikarnasos’ta (Bodrum), yüksek tabakadan zengin bir aile olan Lyxes ve Dryo’nun oğulları olarak dünyaya geldi. Ardından Theodoros adında bir erkek kardeş aileye katıldı. Ailesinin varlıklı olması, amcası Panyasis’inde siyasetçi ve aynı zamanda şair olması iyi eğitim almasında önemli rol oynadı. Panyasisin Halikarnosos tiranı Lygdamise karşı başlattığı ve ölümüyle sonuçlanan ayaklanma girişimi sonrası doğduğu toprakları terk etmek zorunda kaldı. Bu olay Herodot’un Yunan kentlerinde “Bağımsızlık uğruna zorbalığa baş kaldıran yurtseverlerden birisi” olarak tanınmasını sağladı. Bu zorunlu terkediş, Samos Adası’na yerleşmesiyle yeni başlangıçlara doğru yol aldı. Bu sıralarda Pers ve Yunan şehir devletlerinin savaşı beklendiği gibi, şehir devletlerinin bir bir Pers istilasına uğramasıyla sonuçlandı. Pers kralı Kyros, Lydia kralı Kroisos’a son darbeyi vurdu. Bağrımda yeni bir medeniyetin tohumları yeşermeye başladı ve bu medeniyet daha sonra Helenistik dönem olarak adlandırıldı. Artık Tiranların yerine Pers imparatorluğunun Satrap adı verilen yönetici valileri, kendi krallarının adına kanun koyucu ve uygulayıcı olarak boy göstermeye başladı. İşte bu büyük savaşları Herodot’un yazdığı metinler sayesinde günümüzde okuyup bilgi sahibi oluyorsunuz.
Herodot keşif yolculuklarına yerleşmiş olduğu Samos Adası’ndan çıkmak suretiyle başladı. Sırasını tam olarak bilemediğim şekilde Karadeniz bölgesi, Kyrene, Lydia, Media, İran, Fenike hatta Mısıra kadar gitti. Gittiği yerlerde halkla bütünleşip onları dinliyor, bilginleriyle sohbetler ediyor hatta resmi yazıları inceleyip not alıyordu. Öyle ki Kserkses ordusunun asker sayısı (Kitap VII, bölüm 184)*ya da Plataia savaşındaki Yunan birliklerinin asker sayısı (kitap IX,bölüm 28)* hep onun yaptığı çalışmalar sayesinde bugünlere ulaştı. Yaptığı çalışmalar sonucu ortaya çıkardığı HERODOT TARİHİ kitabı insanlığın elinden çıkmış ilk büyük Tarih kitabı olarak karşımızda duruyor ve Tarihçilerin yolunu aydınlatıyor. Herodot Tarihi MÖ 440 yılında Atina’da ünlü devlet adamı Perikles’in teşvikleriyle yazıldı. Helenistik dönemde İskenderiyeli bir yayıncı tarafından titizlikle dokuz kitaba bölündü. İlk üç kitap Asya’da, ikinci üç kitap Avrupa’da, son üç kitap ise Yunanistan’da geçen olayları anlatacak şekilde düzenlendi. Herodot ünlü Romalı hatip ve yazar Cicero tarafından tarih yazarlarının babası olarak tanımlandı ve Latince “Pater historie (Tarihin Babası) “ ünvanı verildi. Herodot Perikles öncülüğünde Yunanistan’da kurulmakta olan Thurium’a Atinalılarla birlikte hareket etti. Bu seyahatle İtalya ve Sicilya’yı görme ve tanıma imkanı buldu. Thurium’da yaşadığı süre içerisinde “İzahlar ve Keşifler” (Histories Apodexis) isimli kitabını İon lehçesi ile yazdı. MÖ 425 yılında, 59 yaşındayken benden uzaklarda, Thurium’da hayata gözlerini yumdu. Bağrımdan çıkan bu büyük tarihçi, gözlerini yine doğduğu topraklarda kapamak ister miydi bilmiyorum ama ben onu seve seve kabul ederdim. Ben Anadoluyum bağrımdan nice büyük tarihçi ilim adamları çıkardım çıkarmaya da devam ediyorum. Yeter ki beni anlayın, iyi okuyun ve sizi sevdiğim gibi beni sevin. Size Herodot’un özdeyişleriyle veda ediyorum. Hoşçakalın… “İnsan tanrısal kaderin oyun topudur.” “İnsan kaderine mahkum olmuştur ve ölümlüdür ve bununda bilincindedir.” “Hiç kimse barış yerine savaşı seçecek kadar aptal değildir.”
25
HAZIRLAYAN: ALİ KAYA
Ayın Konusu
26 AĞUSTOS BÜYÜK TAARRUZ ve 30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI koca kumandanın Bahr-i muhîtin emvâc-ı siyahının müdhiş darbeleri altında inleyen bir kara parçasında itmâm-ı enfâs ettiğini görmek ne mâtemi bir hâldir”. (Ali Mithat İnan - Atatürk’ün Not Defterleri - Gündoğan Yayınları) Napolyon’a bu kadar saygı duyan talebe Mustafa Kemal, onun yenilmezlik unvanını elinden alan, Rusya seferinden ne kadar etkilendiğini de düşünmek gerekir. Napolyon yeniden Kıta Sistemine dâhil etmek maksadı ile yaklaşık 600 bin kişilik bir orduyla Rusya seferine çıkmıştır. RusBüyük Komutanın, Büyük Ordusunun, Büyük ların sistemli geri çekilme taktiğinin başarısı soSonu nucu, Napolyon’un büyük ordusu imha edilmiş, Öncelikle Atatürk’ün, henüz harp akademi- kendisi de beraberinde ki 1500 asker ile savaşı sindeyken tarihteki komutanların hayatlarını bırakarak geri dönmüştür (24 Haziran-30 Aralık ve savaşlarını okuduğunu biliyoruz. Bunlardan 1812). Napolyon’un bu yenilgilisinin sebeplerinbirisi de hiç şüphesiz Napolyon’dur. Gazi’nin den en önemlisi; Fransa’dan uzakta olan orduNapolyon’a karşı olan saygısını not defterlerinin sunu ikmal edememesidir. Avrupa savaşlarında birine düştüğü şu paragraftan anlıyoruz; kullanmış olduğu savaş taktiği olan, düşman ül-“Napolyon; yıldırımlardan müteşekkil bir kesinde işgal ettiği yerlerde ordusunun eksiklemeşimeden saha-i âleme düşmüş bir dâhidir. Ha- rini tamamlayarak ivedi ve süratli hareketi, Rusyatı top tüfek sadâlarıyla aks–i endâz bir sima... ların Moskova’yı yakması sonucu işlevselliğini Kanlı derelere sahne-i cereyân olmuş bir zemîn koruyamamış, Napolyon’un birliklerine barınma ikbâl bulutlarına bir düşman ufuklar arasından ve yiyecek bulma imkânı tanımamıştı. Büyük geçti. Lâkin heyhat dünyada, en az devâm eden komutanın Grande Armée’si, Rus gönüllü birliksaâdettir. Bu parlak cihânın parlak güneşi olan o lerinin, köylülerin ve soğuğun da yardımıyla yok Bugüne kadar 26 Ağustos Büyük Taarruz ve 30 Ağustos 1922 Başkomutanlık Meydan Muharebesi ile ilgili savaşın planları, haritalar söyleşiler anılar dâhil her şey yazılmıştı. Tam da artık anlatılacak yeni bir şey yok derken; Atatürk’ün kendi defterlerindeki bazı notlar açığa çıkarılınca, başka bir açıdan yorumlama fırsatını yakalamış oldum. Savaşı ele almadan önce birkaç hususu açıklamayı, konun anlaşılabilmesi açısından ihtiyaç görmekteyim.
26
büyük taarruz edilmiştir. Napolyon’un bu savaşta, yarım milyona yakın savaşçısını kaybettiği söylenir. Sürat Birlikleri Açıklamak istediğim bir diğer konu ise, Mustafa Kemal’in kuvvetlerinin sayısına baktığımız zaman görüyoruz ki, sadece tek bir kalemde yunan ordusundan üstündür. Savaşın gidişatı ve sonucunda etkisi olan bu üstünlük; atlı birliklerdir. 26 ağustos 1922 günü “5.282 Türk süvarisine karşı 1300 Yunan süvarisi” (Belgelerle Türk tarihi dergisi, Editions 28-31, Menteş Kitabevi, 1999, sayfa 35) savaşa sürülmüştür. Mustafa Kemal’in bunu bilinçli olarak yaptığını düşünmek gerekir. Çünkü daha önce tutmuş olduğu 20 numaralı not defterinde; -”Süvari tabyası; Hareket kabiliyyeti ve ateş kuvvetine müstenîd olmalıdır (dayanmalıdır). -Süvâri muhârebeden evvel bir vâsıta-i müdâfaa, muhârebeden sonra bir vâsıta-i taarruzdur: - Ateş, süvâri muhârebesinin belli başlı ve kat’i bir nişanesidir” (göstergesidir) Nisan 1922“. (Ali Mithat İnan - Atatürk’ün Not Defterleri Gündoğan Yayınları) Almış olduğu bu notlar sonucu, süvariler ile yapılan savaşları tetkik ettiği ve muharebedeki önemi hakkında fikirler edindiği bir gerçektir. Büyük Taarruz öncesi yapılmış palana göre süvari birliğinin üstüne düşen görev; “5.Süvari Kolordusu, üç süvari tümeniyle Çiğiltepe ile Toklusivrisi arasından Ahır Dağlarını aşarak Yunanlıların batı kanadını kuşatacaktı (Türk İstiklal Harbi, 1968: 16)”. Sabah saat 10.00’a doğru
dağları aşarak düzlüğe inen üç tümenin harekâtı Yunanlıları şaşkına çevirdi (BAL, 2007: 206). Süvari Kolordusu, bir tümeni ile Kırka’ya ve Çiğiltepe gerisine taarruz etti. İki tümeni ile de Düzağaç ve Balmahmut’a gitti, Başkimse’de Yunan taarruzlarını püskürttü. İzmir-Afyonkarahisar demiryolunu tahrip etti, telgraf hatlarını kesti ve geceyi ovada geçirdi. Türk süvarilerinin bu hareketleri Yunanlılarda moral bozukluğuna ve korkuya yol açtı (GÖRGÜLÜ, 1992: 22).” Görüldüğü üzere süvari kolordusunun asli görevlerinden biri de Yunan hatlarının gerisine sızarak ikmal yollarını kesmek böylece mühimmat ve erzak tedarik etmesini engellemektir. Anadolu’da Ölümcül Yunan Uykusu Büyük taarruz ile ilgili Türk ordusunun İmha planını anlatmadan önce Mustafa Kemal’in Yunanlılar hakkında ki düşüncelerini de öğrenmek gerekir. Yine 18 numaralı not defterinden öğrendiğimize göre Atatürk ; -“Ekâlliyetler servet ve sâmân içinde idi. Kardeş gibi geçiniyordu. Bunları câni yapan kimdir?” Diyerek azınlıkların davranışlarını duygusal olarak anlamaya çalışırken, -“Tarih, İngiltere Hükûmeti’nin böyle gülünç bir teşebbüse rapt-ı ümid etmesini (umut bağlamasını) hayretle kaydedecektir. ”Maskara bir kavmi, Türkiye’yi istilâ ettirerek cihangir yapmak” -“Tahribât, 3,5 sene evvel İngiliz Visamirali geldi, bizi iğfal etti. Yunanlılara teslim etti. Rıhtımda boğazlandı, zevkle seyretti”
27
büyük taarruz -“Ölmez bu vatan. Batar Yunanistan.” (Ali Mithat İnan - Atatürk’ün Not Defterleri - Gündoğan Yayınları) Notları ile de Yunan askerlerine ve devletine, Türk ve Müslüman ahaliye yaptıklarından dolayı duyduğu kırgınlığı belli etmekteydi. Mustafa Kemal, İngilizlerin savaşa müdahalesini tehlikeli gördüğünden Yunan ordusuna yapacağı taarruz ve imha planını gizli tutmakta kararlıydı. Yapılan hazırlıklar büyük bir gayretle savaşın gerçek hamisi İngilizlerden saklanmaktaydı. Çünkü; İngiliz gizli servisinin, ne yapıp yapıp, Büyük Millet Meclisi’nin içine kadar sızdığı, hatta gizli oturum tutanaklarının bile Londra’ya gönderildiği; gizli kalması gereken bilgileri saklamanın ne denli zor olduğu biliniyordu (Sadi Borak, “Mustafa Kemal Büyük Taarruz Gününü Bütün Dünyadan Nasıl Gizli Tuttu?”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S.17, C.V1, Mart 1990) Yunan ordusu da cephe hattında adeta uyutulmaktaydı. “.... her gün başarıyla gelişen saldırılarımızı resmi bildirimlerle önemsiz savaşlarmış gibi gösteriyorduk. Amacımız durumu elden geldiğince düşmandan gizlemekti. Çünkü, düşman ordusunun tümünü yok edeceğimize inancımız vardı. Bunu anlayıp düşman ordusunun tümünü yıkımdan kurtarmak isteyeceklerin, yeni girişimlerine yol açmamayı uygun gördük”.(a.g.e., s.494.) Olaylar gazetelerde basit çatışmalar gibi gösterildi. Ağustos’a kadar yayınlanan haberler daha çok, çeşitli mıntıkalarda “keşif çatışması” olduğu biçimindedir. Özellikle de, Kocaeli, Sarayköy, Aydın mıntıkalarında ve Afyon cephesindeki çatışmalar halka sürekli duyurulmaktadır. (Hakimiyeti Milliye, “20,22,23,24,27 Ağustos 1922). Ordunun saldırısını gizlemek için, gazetelerde Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın bir çay ziyafeti
28
vereceği belirtilirken; yine başka bir haberde de ordu birlikleri arasında futbol karşılaşması yapılacağı belirtiliyordu (Türk Devrim Tarihi -1- Doç. Dr. Kemal Arı – 5. Baskı). Yunan kuvvetlerinin taarruzdan hiç haberi olmadığını tam manası ile bir rehavet uykusunda olduğunu ise; General Trikopis 25/26 Ağustos gecesi Afyonkarahisar’da düzenlenen bir baloya katılmış olması (BAL, 2007: 206) ve Yunan ordusu başkomutanı Hadzianesti taarruz haberini 26 Ağustosta Yunanistan’dan vapura binerken öğrenmiş olmasından anlıyoruz (İncedayı, 1341; 215). Planlanan Son Mustafa Kemal Sakarya zaferinden sonra yapmayı tasarladığı imha planını, orduyu tertip ve
mühimmat tedariği maksadı ile bir müddet daha bekletmiştir. Plan zaferden bir sene sonra, 26 Ağustos günü sabah saatlerinde, cehennemi andıran bir taarruz ile başlayacak ve bu sahne ilerleyen günlerde Yunan ordusunun düşeceği durumun da bir önsözü olacaktır. Savaş esnasında Başkomutanın aklında tek bir şey vardır oda Yunan ordusunun imhası. Sabah karşı savaş yok edici bir Topçu ateşiyle başlayacaktı. Gazi’nin yaveri Muzaffer Bey yanına gelerek, topçuların elinde bulunan cephanenin miktarı hakkında bilgi vermeye başladı. Plana göre, saldırıda önce Türk topçusunun düşman mevzilerini bombardıman etmesi tasarlanmıştı. Eldeki sınırlı cephane ile Türk topçusu saldırı başladığında üç dört saat boyunca sürekli ateş edebilecekti (Türk Devrim Tarihi -1- Doç.Dr. Kemal Arı – 5. Baskı). Mustafa Kemal’in Yaveri Muzaffer Kılıç, o anlarda Atatürk ile aralarında geçen konuşmayı
büyük taarruz 30 Ağustos Zaferine ait hatıralarında şöyle nak- ve İzmir doğrultusunda kovalamanın aralıksız leder: sürdürülerek kurtulmuş olması umulan dağınık “Topçularımız tesir ateşine geçiyorlar. Şarap- düşman kollarının da savaşa ve teslime zorlannellerin yerini ihtiraklı tane ve tahrip mermile- masıdır”.(Mahmut Goloğlu Milli Mücadele Tarihi ri almaktadır. Piyademiz siperlere yaklaşmak – IV Cumhuriyete Doğru (1921-1922) Türkiye İş üzere. Düşman topçusu mânia ateşine başlıyor. Bankası Kültür Yayınları - 2006) Düşmanı, takip Topçularımız tahrip ateşiyle düşman tahkimatı- ve imhanın devam edeceğini Türk uçağının attığı Rumca şu bildiriden öğreniyoruz: “Yorgunluktan bitap kalan Yunan askerleri her yerde teslim oluyor. Her tarafınız sarılmıştır. Kaçamayacaksınız.” (Hakimiyet-i Milliye, “Zalim Kumandan ve Asker S. 4-9, 1922). Aman vermeyen takip sonucu Türk piyadeleri de Süvarilerle beraber aynı gün İzmir’e girdiler. Böylece Türk birlikleri muharebe ederek her gün ortalama 50 km yaklaşık olarak toplam 450 km ilerlemiş oldu. Türk ordusu, 14 Ağustos’tan beri Türk havacıları ve personeli, De Havilland her gün yürüyüş yapmış ve 5 gün muharebe etDH9. uçağı ile miştir (Dr. Selman Yaşar- Sosyal Bilimler Derginı havaya uçuruyor. Kalecik Sivrisi yanmaktadır. si Cilt:10 Sayı: 2 Ağustos 2008) Fakat topçularımızda bir endişe... Tonlarca cepYukarda anlattığım başlıklardan yola çıkarak, hane su gibi akıp gitmektedir. Bir aralık cephane Büyük taarruzu tekrar kurgulayacak olursak; vaziyetini soran Başkumandan da, aldığı cevap- Mustafa Kemal, Yunan ordusunu, Napolyon’un tan üzüntülü... Büyük bir soğukkanlılıkla emre- ordusuna karşı savaşan Ruslar gibi, önce diyor: - Tek mermi kalıncaya kadar ateşe devam Anadolu’nun içlerine doğru çekmiş, Napolyon’un edilecektir! Cephane ikmâlimizi düşmandan ya- düşmüş olduğu tuzağı uygulayarak, onları ana pacağız.” ikmal merkezlerinden uzaklaştırmıştır. Savaş Düşmanın arkasına sızan Türk süvarileri Yu- esnasında da Yunan ordusunun kullandığı ikmal nan ordusuna korku salarken aynı zamanda tak- merkezlerini vurarak orduyu yiyecek ve mühimviye ve ikmal denemelerinin önüne geçiyordu. mattan yoksun bırakmıştır. Bundan sonra pla30 Ağustosta Türk ordusunun hücumları ile eri- nın ikinci kısmına geçen Başkomutan Mustafa yen kılıç artıkları geri çekilmeye başlayınca 30 Kemal, bu sefer kendisinden överek bahsettiği Ağustos 1922 günü, Batı Cephesi Komutanının Napolyon’un savaş taktiğini kullanmış, süratli saat 06.00’da ordulara gönderdiği emirde şöyle manevralar ile askerin ikmalini savaş meydanındeniyordu: Orduların görevi; Aslıhanlar Meydan dan yaparak, Yunan ordusunu 15 gün içinde yok Savaşının bütün kuvvetleriyle ve hızla sonuçlan- etmiştir. dırılması, Dumlupınar’ın çabucak düşürülerek Atatürk vefat ettiği ve konu ile ilgili henüz bidüşman çekilme yollarının tamamen kesilmesi linen bir kaydı olmadığı için sonuç bölümü sadece bir kurgudan ileri gitmeyecektir. Fakat savaş anlattığım şekilde gelişmiş olsa bile, bu Mustafa Kemal’in dahi bir komutan olduğunun ispatıdır. Daha önce sadece kitaplardan okuduğu bir savaş planını almış ve 110 yıl sonra cephede uygulamıştır. Çünkü dahi komutanlar sadece fikir üretmez, daha önceden var olmuş fikirleri de kendi bulundukları çağa uygulayabilirler. Aynı Durum onlardan yıllar önce yaşamış başka bir dahi komutan Fatih’in, Umur Bey’in savaş taktiğini İstanbul’un fethinde kullanmasına benzetilebi-
29
büyük taarruz lir. Umur Bey Fatihten 115 yıl önce “ 300 gemiden oluşan donanmasını karadan çekerek Mora girişindeki Germe Hisarı’na; dönüşte de Germe yakınında tekrar karadan geçerek İzmir’e ulaştıkları 1465 tarihli “Düstürname-i Enveri” adlı eserde anlatılmıştır”. (Konstatine Zhukov, Pîrî Reîs’in “Kitâb-ı Bahriye’si Işığında Umur Paşa Destanı, Tar. İnc.Der., Cil 22, Sayı 1,) Mustafa Kemal Dumlupınar’da, Meçhul Asker Anıtı’nın temel atma töreninde konuşma yaparken; Büyük Taarruzu, savaştan tam iki sene sonra şu kelimler ile özetleyecektir: “….Akçaşar’da birinci ordu merkezine saat 9’dan önce varmıştım. Ordu komutanına bir taraftan cephenin yazılı emri emanet edilirken, ben de kendisine sözlü olarak durumu anlattım ve dördüncü kolordunun bütün tümenleriyle birlikte şiddetle, işte bu köyün, Çal Köyü’nün batısındaki düşmanın büyük kısmını kuşatacak şekilde savaşa zorlamasını emrettim. Ve ekledim ki, düşman ordusu mutlaka yok edilecektir… Düşman kuvvetlerini gündüz gözüyle tamamen kuşatmak ve düşmanın inatla savunduğu savaş alanlarına, süngü saldırılarıyla girerek kesin bir sonuç almak gerekliydi. Bunun için bütün ordunun büyük özveriyle ilerlemesini ve bütün bataryalarımızın, hatta gizliliğe bakmaksızın, ateş alanlarına girip düşman alanlarını sarsmasını istiyordum... … On birinci tümenin kahraman komutanı Derviş Bey, kendi ileriye atılarak bütün kuvvetiyle düşman alanına ilerliyordu. Kolordu Komutanı Kemâlettin Paşa, güneyden ve batıdan düşmana saldırdığı diğer tümenlerine yeniden şiddetli ve hızlı hareketler için emirlerini ulaştırıyordu. İkinci Ordunun on altıncı ve altmış beşinci tümenleri düşmanla gerçek savaşa girişiyorlar, diğer tümenleri de kuşatma çemberini daraltıyorlardı. Bunları görüyordum. Atlı kolumuzun daha batıdan düşmanın arkasını kesmek üzere bulunduğunu bana haber getiren atlı subay söylemişti… Arkadaşlar! Saat ilerledikçe gözlerimin önünde gelişen manzara şu idi; düşman başkomutanının şu karşıki tepede son gücüyle çırpındığını görüyor
30
gibiydim. Bütün düşman alanlarında büyük bir heyecan ve telaş vardı. Artık toplarının, tüfekle-
Dumlupınar’da Meçhul Asker Anıtı’nın temel atma töreninde konuşma yaparken. (30 Ağustos 1924)
rinin ve mitralyözlerinin ateşlerinde sanki öldürücü kabiliyet kalmamıştı. Bu ovadan, kuzeyden ve güneyden birbirini izleyen vurucu hatlarımızın, batışa yaklaşan güneşin son ışıklarıyla parlayan süngüleri her an daha ileride görülüyordu. Düşman alanlarını saran bir çember üzerinde yer almış olan bataryalarımızın aralıksız ve amansız ateşleri düşman alanlarını, içinde durulmaz bir cehennem haline getiriyordu. Güneş batıya yaklaştıkça ateşli, kanlı ve ölümlü bir kıyametin kopmak üzere olduğu bütün ruhlarda duyuluyordu. Bir zaman sonra dünyada büyük bir yıkım olacaktı. Ve beklediğimiz kurtuluş güneşinin doğabilmesi için bu yıkım gerekliydi. Karanlıklar içinde bu yıkım gerçekleşmeli idi. Gerçekten gökyüzünün karardığı bir dakikada Türk süngüleri düşman dolu o sırtlara saldırdılar. Artık karşımda bir ordu, bir kuvvet kalmamıştı. Tam olarak yok olmuş perişan bir bakiyetüssüyuf (kılıç artığı) bulunuyordu. Kendilerinin dediği gibi çok korkan ve titreyen, şekilsiz bir kitle, tuhaf bir karmaşa halinde kaçmak için açıklık arıyordu. Artık gecenin koyulaşan ağırlığı, sonucu gözle görmek için güneşin tekrar doğudan doğmasını beklemeyi zorunlu kılıyordu…”( Hakimiyet-i Milliye,: 31.08.1924)
b端y端k taarruz
31
HAZIRLAYAN: UMUT EKER
Serbest Yazı
MEDENİYET
Ünlü toplumbilimci ve psikolog Maslow, İnsanın temel ihtiyaçlarını en temelden başlayarak sayarken; *Beslenme ve barınma, *Güvenlik, *Sevgi ve bir çevreye ait olma, *Değer kazanma ve saygınlık, *Kişisel tatmin ve kendini gerçekleştirme, şeklinde tüm çevrelerce kabul gören bir sıralamadan söz ediyor. İnsanoğlu, temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek olgunluğa geldiğinde, aynı seviyede düşünsel bir olgunluğa erişmediği zaman egolarının isteği doğrultusunda sürekli gelişmeyi hedef edinir. Şimdi kişisel doymuşluk, menfaat, gelişme hedefi ve sınırsız gücün birleşimi ile meydana gelen karışımın geçmişte nasıl izler bıraktığına birkaç örnekle bakalım istiyorum: Mısır’da MÖ 2.binyılda iktidar elde ederek dünyanın bilinen ilk medeniyetini kurmayı başaranlar, yüzyıllar içinde hedeflerini büyüterek; ister estetik zevkleri uğruna, ister kültürlerini geliştirme hedeflerine paralel olarak kurdukları sosyal yapı ile köleliği meşru hale getirmişler
32
ve İnsan emeğini ideolojileri için malzeme olarak kullanıp devasa yapılar inşa etmişlerdir. Bu yapıların kültürlerinin gelişimine katkıları inkar edilemez. Roma Medeniyeti menfaatlerin ve gelişme hedeflerinin tüm değer yargılarını nasıl alaşağı edildiğinin örnekleriyle doludur. Batı dünyasının Temmuz ayına ismini vermekten gurur duyduğu Julius Caesar’ın, konumunu kuvvetlendirmek için Galya’da milyonlarca köylüyü öldürerek elde ettiği ün, onu kısa bir süre dünyanın efendisi yapmış ve gelecekte yüzlerce devlet adamının onun izinden gitmesine olanak sağlamıştır. Bugün imrenerek baktığımız Roma yapılarının birçoğu, Galya’da, Makedonya’da, Balkanlar’da, Germanya’da, Britanya’da katledilen on milyonlarca insanın kanıyla süslenmiştir.
medeniyet Harun Reşid’in Abbasi Dönemi, gösterişli yapılarıyla çağdaşlarını imrendirmiştir. Abbasilerin zenginliklerini ihtişamlı yapılara dönüştürmeleri sürecinde de halkın etkilenmediği söylenemez. Emeviler döneminde başlayan sosyal yozlaşma, Abbasiler devrinde kendini toparlamış görünse de gösteriş ve güç meraklısı Harun Reşid kendinden sonra hanedan topraklarının bölünmesinin önünü açacak adımlar atmış ve bu hızlı değişim her çağda olduğu gibi yine toplumun alt tabakasını etkilemiştir. Yolsuzluk, düzen bozuculuk ve ahlaksızlık toplumun ana karakterini oluşturmaya başlamıştır. Bu dönemi devamen Mısır’da kurulan Türk devleti Tolunoğulları’nın da gösterişte Harun Reşid ile yarıştıklarını görüyoruz. Fustat şehrini kuran Tolunoğulları da ihtişamlarını etraflarına göstermek için halkı yoksul bırakmaktan geri durmamışlardır. Anadolu’da iktidarlarını sürdürme heveslilerinin Türkmenlere yaşattıkları zulümlerin yanında Anadolu’yu nasıl birbirinden değerli yapılarla donattıklarını da bu örneklere eklemekte hiçbir sakınca görmüyorum. Moğollar, Çin’de hakimiyet kuran ilk yabancılardır. Kısa sürede Çinlileşip, atalarının törelerini unutmuşlar, gösteriş içinde yaşamayı ve kurdukları pazarlarda ülkelerinin zenginliklerinin yabancı tüccarlar eliyle dışarı akmasına gönül ferahlığıyla izin vermişlerdir. Bunun sonucu Çin’in daha önceki çoğu devirde olduğu gibi göz kamaştıran yapılarla donatılması, gösteriş, zenginlik budalalığı soylula-
rın hayat biçimi olmuş ve Masum halk bu kıtlığın içinde ezilmiştir. Bugün Yeniçağ Avrupasında kurulan gösterişli yapıların, hatta imrenerek baktığımız sosyal düzenin altyapısı, sömürgelerinde ezdikleri insanoğlunun emeğidir. Bu yapılanma farklı maskeler altında günümüzde hala sürmekte. İnsanoğlu güce itaat etmeye, sömürülmeye, doğal inançları ve değerlerini terk etmeye zorlanmaktadır. Hatta sömürenler bunu yaparken kendi inançlarının güzel yanlarını gösterip masumiyetlerini korumaya bile çalışmaktadırlar. Bu dönemleri okurken ana kavramından sıyrılarak düşündüğüm ve öngördüğüm onlarca örnekten sadece birkaç tanesini aktarmaya çalıştım. Tarih kitaplarının ballandırarak süslü sözcüklerle anlattıkları yapılar, saraylar, barajlar, kanallar, ibadethaneler ve yatırımların hepsi gerçekten İnsan için miydi? Şunu tüm samimiyetimle söylüyorum; Günümüzde büyük hayranlıkla baktığımız gösterişli mimari eserlerinin çoğunluğu, bu eserleri yaptıran zümrelerin dar gelirli halk üzerinde büyük külfetler oluşturmasını sağlamış ve halkı yoksullaştırmıştır. Sosyal yapının alt tabakasındaki nüfusun sayısı giderek artmıştır. Sosyal adalet denen olgu; inançları, dilleri, kültürleri birbirinden farklı tüm topluluklar için göz önünde tutulması gereken en önemli öge iken zenginlik, biriktirme hevesi ve gösteriş arzuları insanlığı bu hedefinden olabildiğince uzaklaştırmıştır. Bugün, o günlerden günümüze ulaşan ihtişamlı eserlere bakarken, geride bıraktırdığı yoksulluğu ve adaletsizliği göremiyorsak bu eksikliğimizin nereden kaynaklandığını da sorgulamamız gerekiyor diye düşünüyorum. Bizi bazen atasözleriyle uyuttukları için farkına varamıyoruz. Zenginin malının züğürdün çenesine verdiği zarar değil -asıl önemi olan- belini bükmesine, umarsızca ölmesine, değerlerini elinden almasına verdiği zarardır.
Gelecek nesillere, gösteriş amacıyla insanların ezileceği değil, insanların huzur ve güvenliğini amaç edinen medeni gelişmelerle gitmemiz dileğiyle...
33
Aylık Gündem
HAZIRLAYAN: TUĞBA EREN
YAVUZ’UN DOĞU SİYASETİNİ BAŞLATAN SEFER ÇALDIRAN tı bırakmaya zorlayıp, rakip şehzadeleri de ortaSanma şâhım herkesi sen sâdıkâne yâr olur Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyâr olur dan kaldırarak Osmanlı Devleti’nin 9. Padişahı olarak tahta geçti. Sâdıkâne belki ol bu âlemde dildâr olur Osmanlı kaynaklarında, Sultan Selim tahta Yâr olur ağyâr olur dildâr olur serdâr olur cülus ettiğinde Şah İsmail’in kendisine bir aslan -Yavuz Sultan Selim’in Safevi Hükümdarı Şah İsmail’e yazdığı şiirgönderdiği; bunu, gücünü hakaretle vurgulayan Hülefa-i Raşidin’in sonuncusu olan Hz. Ali za- bir hediye olarak gören Sultan Selim’in karşılık manından bu yana süregelen Şiilik-Sünnilik tar- olarak köpek göndererek teşekkür ettiği anlatılır. tışmaları Yavuz Sultan Selim Han’ın Doğu siyaTimur ve Uzun Hasan gibi Şah İsmail de setinde de önemli bir yer işgal etti. Anadolu’nun Anadolu’yu kendi ülkesinin toprağı yapma gayedoğusunda Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar tara- sindeydi. Tehlikeyi fark eden Osmanlı, o sıralarfından yayılmaya çalışılan ve Safevi Hükümdarı da süren Venedik ile savaşa son verip dikkatini Şah İsmail tarafından devletleştirilen Şii mezhe- Doğu’ya çevirdi. bi, Osmanlı Devleti sınırlarında da yankı bulmaSelim Han, saltanatının ilk iki yılını tahta raya başlamıştı. kip olabilecek kardeşlerini ve çocuklarını berSultan Selim Han, daha Trabzon Valisi iken, taraf etmekle geçirdi. Daha sonra Avrupa’daki Safevi Devleti’nin Hükümdarı Şah İsmail’in si- komşuları ile barış görüşmelerine girerek tüm yasi- dini faaliyetlerine yönelik tedbirler düşünü- dikkatini Kızılbaşlara ve Şah’a karşı topladı. Şah yordu. Şii devletinin ortadan kalkması ile Ana- İsmail’e kesin bir darbe indirmek niyetinde olan dolu’daki mezhep çatışmaların son bulacağını Sultan Selim, ilk seferini Safeviler üzerine yapöngörüyordu. mayı uygun buldu. II. Bayezid’in hükümdarlığının sonlarına doğŞah İsmail’e karşı sefere çıkmadan önce, onun ru şehzadeler arasında taht kavgası yaşandığı sı- bütün Anadolu’ya yayılmış olan, müritlerini ve rada, Batı Anadolu Kızılbaşları, Şahkulu Baba halifelerini tespit ettirip bir kısmını başka bölgeTekeli etrafında isyan ettiler. Antalya Kadısını lerde iskan ettirmek gibi tedbirlerle etkisiz hale öldürüp, Şehzade Korkut’un hazinesini yağmala- getirtti. Ordu içerisinde yakalanan Kılıç adındaki yıp, yollarının üzerindeki yerleri yakıp yıkarak İran casusu ile Şah İsmail’e bir mektup gönderdi. Kütahya’yı aldılar ve Bursa üzerine yürüdüler. Mektubunda Şah İsmail’i savaşa şu şekilde davet Şehzade Selim 24 Nisan 1512’de, babasını tah- ediyordu:
34
çaldıran 1516 “... sen ki, kötü yoldasın, İslam inançlarının Saffetini bozmuş bulunuyorsun. İslam’a saygısızlıkta ileri gitmektesin. Sen Müslümanlara karşı tiranlık ve baskı kapılarını aştın. Müslümanların memleketlerine saldırdın; şefkat ve utanmayı bir tarafa bırakarak zulümden sakınmadın, günahsız Müslümanları incittin… Bu durum karşısında ben, Allah’ın emirlerini yerine getirmek, zulüm görenlere yardım etmek için merasimlerde kullandığım ipekli Padişahlık elbiselerimi çıkardım. Zırhımı giyip, kılıcımı kuşandım. Atıma binerek Safer ayının başında Anadolu yakasına geçtim, sana doğru gelmekteyiz. Alınan asil karara göre, seninle savaşa girmiş bulunuyoruz…Sana bu mektubu yollayışımızın sebebi seni gerçek inanca çağırıştır. Peygamberin düşüncesine ve inancına uygun bir biçimde hareket ederek savaş başlamadan evvel sana Kur’an’ın sözlerine uymanı, kılıçtan önce teklif ediyoruz. İyilikle gerçek mezhebi kucakla, tam bir samimiyetle tövbe ve istiğfar et, doğru yola gel, gözlerini aç…”
Yavuz Selim Han ile Şah İsmail arasında mektuplaşmalar devam etti. Mektupların üslubu gittikçe sertleşiyordu. Osmanlı ordusu Doğu Anadolu üzerinde ilerlerken, Şah İsmail’in Diyarbakır sorumlusu Muhammed Han, Osmanlı ordusunun erzak sıkıntısına girmesi için geçiş güzergahını tamamen yakıp yağma ederek İran’a çekildi. Yavuz Sultan Selim önceden bu durumu öngörerek Trabzon limanına gemilerle erzak naklettirmişse de bu yeterli olmamıştır. Yaklaşık 2500 km yol kat eden orduda, yorgunluk ve isteksizlik baş göstermiş, ortalarda Safevi ordusunun bulunmaması da öne sürülerek geri dönülmek istenmiştir. Yeniçerilerin çadırlarını yaktıkları, çarıklarını harbilerin üzerine dikmek ve hatta Sultanın çadırına ok atmak suretiyle protestoda bulundukları bildirilir. Durumu kendisine ileten (çok değer verdiği) Karaman Valisi Hemdem Paşayı idam ettirmesi Padişahın kararlılığını göstermektedir. İki ordu 23 ağustos 1514’te Çaldıran Ovası’nda karşı karşıya geldi. Savaş çok şiddetli bir şekilde başladı. Şah’ın sağ kolu şiddetli bir süvari hücu-
muyla Osmanlının sol kolunu bozdu. Sol kolu idare eden Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa bu çarpışmada hayatını kaybetti. Bu bozgun, azapların topların önünden içeri alınamaması ve topların zamanında ateşlenememesi yüzünden meydana geldi. Ancak sağ kol kumandanı Hadım Sinan Paşa, tam zamanında topları ateşlemeyi başardı. Sayıları 200 civarında olan hafif toplar Şah’ın sol kuvvetlerini dağıttı. Şahın önemli Komutanlarından Ustacluoğlu (Ustacalu) Muhammed öldürüldü. Bu arada merkezdeki yeniçerilerin, Şah’ın galip gelen sağ koluna yoğun bir tüfek atışı başlatması ile Safeviler tarafında tam bir bozgun baş gösterdi. Osmanlı birlikleri, etkili kullanılan ateşli silahların üstünlüğü sayesinde Safeviler’e karşı büyük bir zafer kazanmış oldu. Savaş alanında yaralı halde görülen Şah İsmail’i yakalamak için harekete geçen Osmanlı Süvarisinin önüne çıkan ve kıyafetleri Şah İsmail’e çok benzeyen Ali Mirza’nın “Şah benim” diyerek süvariyi oyaladığı ve Şah İsmail’in bu sayede kaçabildiği nakledilir. Yavuz Sultan Selim’e getirilen Mirza Sultan idam edildi. Şah’ın otağı, bütün eşyalarıyla birlikte Osmanlının eline geçti. Yavuz’un ordusu Çaldıran’dan Tebriz’e yöneldi. Yavuz Sultan Selim şehre merasimle girdi. Camiler, tekrar Sünnilerin ibadetine açıldı ve Sultan Selim adına hutbe okundu. En az 700 zanaatkâr ailesi İstanbul’a götürüldü. Çaldıran Zaferi, Kızılbaş ilerlemesini geçici olarak durdurdu. Bölgedeki yerel hanedanlar ve aşiret reisleri 1516-1517 arasında Osmanlı hâkimiyetini tanıdılar. Bölgenin ilhakı ekonomik açıdan da önemlidir. Osmanlılar böylece Tebriz-Haleb ve TebrizBursa İpek Yolu’nun kontrolünü tamamen ele geçirdiler. Anadolu ve Haleb ticaret yollarının birleştikleri büyük ticaret merkezi Diyarbekir’in zaptı, Osmanlı hazinesine büyük bir gelir kaynağı oldu.
Kaynaklar: OsmanGazi’den Vahdettin’e Osmanlı Kronolojik Tarihi Derleyen: Ayhan Buz Neden Kitap Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600) Halil İnalcık Yapı Kredi Yayınları Alfabetik Sırayla Osmanlı Tarihi Tolga Uslubaş Venedik Yayınları Osmanlı İmparatorluğu Tarihi Micolae Jorga Yeditepe Yayınları Devlet-i Aliye Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar 1 Halil İnalcık Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Osmanlı Tarihi Joseph Von Hammer Kapı Yayınları http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c08/c080140.pdf
35
36
HAZIRLAYAN: ESEN ŞAFAK
Türk Tarihi Tarih sahnesine, M.Ö. 3 bin de Güney Sibirya’nın Abakan Bölgesi’nde çıkan Türklerin tarihi, efsanevi Çin yazılı metinlerinden ancak MÖ. 2250 lere dayandırılabiliyor. Uygurca bir metinden Türk adının “Kuvvet” ve “Güç” anlamına geldiği biliniyor. Türk gücü terimi günümüzde de kullanılıyor. Çin kaynaklarında “miğfer”, Divan-ı Lügat-it Türk’te; “kudret”, “Olgunluk Çağı”, anlamlarına da geldiği belirtiliyor. İlk defa MÖ 5. yy da Herodot’un, doğu kavimleri için kullandığı Tagita teriminin Türkleri ifade ettiği söyleniyor. M.Ö. 3. Yüzyılda, Türk sözcüğüne yakın ifadeler Çin kaynaklarında geçiyor. (T’ieh-lê, T’u-cüeh, Ting-ling) Bazı bilim adamları Türk adının 1. yüzyılda Romalı tarihçilerce, Azak’ın doğusunda yaşayan insanlar için Turcae, Tyrcae adı ile kayda geçirildiğini de düşünüyor. Kesin olansa; Türk (Türük, Török, Törk) kelimesinin, tek heceli olarak Altaylı kavimleri ifade etmek üzere, 420 yılında bir pers belgesinde kullanıldığıdır. Çin kaynaklarında Göktürkleri ifade etmek üzere 542 de Türk ismi kullanılmıştır. Resmi devlet adı olarak ilk defa 552 de Göktürk Devleti’nde kullanıldığı da herkes tarafından biliniyor. Yapılan arkeolojik çalışmalar neticesinde, Türklerin ana yurdu Altay ve Sayan dağlarının kuzeybatısı, Hazar Denizi’nin doğusu, Tanrı dağlarının kuzeyi Sibirya steplerinin güneyi olarak belirlenmiş.
Eski Türk Coğrafyası, Tundra (otsu bodur ağaçlar ), Tayga (Sibirya ormanları), Bozkır (stepler-ağaçsız otsu bitkiler ), çöl ve vaha alanları olarak sınıflandırılır. Sıcaklık bölgesel olarak farklılık göstermekle birlikte, fikir oluşturması için, Tundra da -73 derece, Tayga da -40 derece, Boz-
kırda -23 derece kış sıcaklık or t a la m a la r ı verilebilir. Yaz sıcaklık ortalaması 15-20 derece kabul edilebilir. Orta Asya’da yağış az, nem düşük ve oldukça kuraktır. Bu zor iklim koşullarında yaşamanın getirdiği kendine güven, güçlü irade, dayanıklılık, hızlı adaptasyon Türk milletinin başlıca özellikleridir. Türklerin içinde yaşadıkları bu coğrafya ve ağır iklim şartları, onların çoğunlukla bozkır kültürü olarak adlandırılan bir hayat tarzını benimsemelerine neden olmuştur. Bazı bilim adamları; iklim koşulları, kıtlıklar, çekirge istilaları, nüfus artışı gibi nedenlerle anayurtlarından uzak bölgelere göç etmeleri ve yazlık-kışlık alanlar arasında yaptıkları, periyodik yer değişiklikleri nedeniyle; Türkleri göçebe olarak nitelendirmişler ki bu yanlıştır. Bahaeddin Ögel, Ahmet Taşağıl, İ.Kafesoğlu gibi tarihçilere göre Türklerin kültürüne göçebelik değil, Bozkır Kültürü denilir. Türkler bu coğrafya da, hayvancılıkla uğraşmış, bir anlamda bölgenin yabani hayvanlarının yaptığını taklit ederek yaz ve kış için uygun iklimli bölgelere geçmiştir. Ancak konar-göçer bir hayat tarzını benimsememişler. Doğa herkese eşit davranır. Türkler bu basit kuralı, kadın-erkek eşitliği, Türklerde köleliğin ve kast sistemi gibi toplum sınıflarının olmaması (örnekleri çoğaltabiliriz), sosyal yaşamlarına da yansıtmışlardır Hayatın iklim şartları tarafından yönlendirildiği bu bölgelerde, Türkler doğaya saygı duymayı ve doğa ile uyum içinde yaşamayı benimsemişlerdir. İnsanı, tüm canlı ve cansız varlıkları doğanın bir parçası olarak görmüşlerdir. Gök Tanrı dini ve Tabiat Güçlerine inanma bu bakış açısını da yansıtır. Türklerin dini inançları, efsaneleri ve mitolojileri, doğa ile sosyal yaşantılarını bir bakıma birleştirir Samuel George Morton’un 1839 yılında yaptığı kafatası ölçüm yöntemiyle dünya ırklarını sınıflandırmıştır. Bu yönteme göre kafatasına üstten bakıldığında; geniş ve kısa görünüm oluyorsa ; brakisefal olarak adlandırılır. Bu sınıfa daha çok Türkler, Moğollar ve Andaman ve Nikobar adaları yerlileri girer. ( Kafatasına üstten bakıldı-
37
TÜRK’ler ğında uzun ve düz görünüm oluyorsa dolikosefal olarak adlandırılır ve tipik Avustralya yerlileri
Dolikosefa Mezosefal Brakisefal (Samuel George Morton’un örnek çizimi)
Aborjinler ve Güney Afrika yerlileri bu sınıfa girer. Kafatasına üstten bakıldığında neredeyse oval görünüm oluyorsa mezosefal denir ve tipik Avrupalı ve Çinlilerde görülür. Türklerin ilk dönem kültürlerinin gelişmesini görmek için Orta Asyadaki kültürleri kronolojik olarak incelememiz gerekir. 1- Anav Kültürü (MÖ 7000 – MÖ 5000) Orta Asya’nın en eski kültürü, Anav Kültürü’dür. Anav, Batı Türkistan’da Aşkabad’ın (Türkmenistan) yakınında bulunan küçük bir kenttir. Bu kültürün Türklerin ataları ile olan ilgisi tam olarak belirlenememiştir. Buna rağmen Türk toplumunun sanatında bu kültürden izler, benzerlikler olduğu ve kalıntılarda ele geçen kafataslarının brakisefal olduğunu belirtmek gerekir. Anav Kültürü, kimi Türk bilimciler tarafından Proto Türk (Ön Türkler, İlk Türkler) kültürü ile ilişkili olarak kabul edilir. Eldeki veriler ile Anav insanlarının kerpiç evlerde oturduğu, tarım ve hayvancılıkla geçindiği; kumaş dokumayı, toprak ve bakır eşya yapmayı bildiği, koyun, keçi, sığır, deve, köpek beslediği kabul edilmektedir.
2- Kelteminar Kültürü MÖ 5000 – MÖ 3000) Türkmenistan-Kazakistan stepleri boyunca görülen kültürdür. Balık ağı ağırlıkları, olta kancaları ve zıpkınlar balıkçı bir ekonominin var olduğunu gösterir. Alageyik, karaca, at, eşek ve domuz gibi hayvanlar da tüketilmiştir. Koyun ve sığır Kelteminar kültüründe yoktur ancak son dönemlerine doğru dışarıdan alınmıştır. 3-Afanasyevo Kültürü (M.Ö.3000-M.Ö.1700) Türklerin en eski kültürü sayılan Afanasyevo kültürü; Sibirya’nın doğusunda yerleşik hayata geçişin ipuçlarını vermektedir. Avcı ve savaşçı olan Afanasyevo toplumu Cilalıtaş Devri karakteristiği taşır. Bu toplumun, koyun ve at gibi hayvanları besledikleri bilinmektedir. Yapılan kazılarda çeşitli bakır eşyalar, çakmak taşından yapılmış ok uçları, kemikten yapılmış iğneler, bakırdan spiral süslere, biz ve bıçaklara rastlanırsa da, metal kullanımı henüz deneme aşamasındadır.
4-Andronova kültürü (M.Ö.1700-M.Ö.1200) Altay-Tanrı dağları, Güney Sibirya ve Hazar denizinin doğusuna kadar olan bölgede oluşmuş Afanasyevo’ nun gelişmiş bir şekli olan kültürdür. Göçebe savaşçıların kültürünün de bu dönemde başladığı düşünülmektedir. Tunç Çağındaki
38
TÜRK’ler bu kültürde de hayvancılık önemlidir. Andronova toplulukları atı binek ve yük hayvanı olarak kullanmışlardır. Bakırın yanı sıra ilk defa tunçtan ve altından yapılmış eşyalar kullanılmaya başlanmıştır.
ve üzeri çadırla örtülü, dört tekerlekli arabalar kullanmışlardır. At, deve, sığır ve koyun beslemektedirler. En yaygın abideleri mezarlarıdır. Kurganlardaki buluntular arasında yüzük, bilezik, küpe gibi süs eşyalarına rastlanmaktadır. Kabzaları hayvan figürüyle süslenmiş hançerler, Orta Asya’daki İskit geleneğinin belirtisidir. Atlı-göçebe kültürü Orta Asya’ya tamamen yayılmıştır. Bu kültürün yayıldığı bölgelerde, kaya resimlerinde Türklerin atalarına ilişkin pek çok bilgi bulunmaktadır.
5-Karasuk kültürü (M.Ö.1200-M.Ö.700) Bu kültür, adını Yenisey ırmağının kollarından biri olan Karasuk nehrinden almıştır. Orta Asya uygarlığında demir, ilk olarak bu kültürde işlenmiştir. Karasuk kültürü insanları yünlü dokumayı ve keçeden çadır yapmayı öğrenmişler
6-Tagar kültürü (M.Ö.700-M.Ö.100) Abakan bölgesinde görülen kültür bu bölgedeki kültürlerin en genci ve en gelişmişidir. Saka (İskit) tipi kültürlerin oluşumunda önemlidir. Kalıntılardan çiftçiliğin gelişmediği ve hayvancılığın üst düzeyde olduğu bilinmektedir. Tagar kültürüne ait çok sayıda iki yüzü keskin hançerler, dövüş baltaları, uçluklu oklar, iğne, bilezik, küpe, tarak gibi eşyalar bulunmuştur. Mezarlardan çeşitli araçlar, at koşum takımları, keramikler çıkarılmıştır. Tagar Kültürü’ndekine benzer eserlere, Çin’den Karadeniz’in kuzeyine kadar olan çok geniş bir bölgede rastlanmaktadır.
Kaynaklar: Kök Tengri’nin Çocukları, Prof. Dr. Ahmet Taşağıl İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Prof. Dr. Bahaeddin Ögel Türk Milli Kültürü, Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu Türklerin Tarihi, Jean-Paul Raux Eski Türklerde Din ve Düşünce, Prof. Dr. Harun Güngör Crania Americana, Samuel George Morton İstanbul üniversitesi Türk Tarihi Ders Notları Orta Asyada Kurulan İlk Uygarlık Merkezleri, MEB Tarih Ders Notları Divan’ül Lügat-İt Türk, Kaşgarlı Mahmut
39
40
HAZIRLAYAN: AKCAN MİR
İlk Medeniyetler
SÜMERLER Sümerlerin kendi dönemlerinde yaşadıkları bölgeye Sümer, kendilerine Kenger derlerdi. Tarihin ilk büyük uygarlığını kuran Sümerler İ.Ö.4000 li yıllarda ortaya çıkıp 3200 lerde yazıya geçtiler. Yaşam alanları Mezopotamya Dicle ve Fırat nehirlerinin birleştiği yere yakındır. Sümerlerin kökeni bilim adamları arasında uzun bir zamandır tartışma konusu oldu. Bir kısmı Orta Asya’dan geldiklerini ve dillerinin UralAltay ailesine ait olduğunu iddia ederken bir kısmı ise nereden geldiklerinin belli olmadığını, dillerinin de yaşayan veya ölü hiç bir dile benzemediğini iddia ettiler. Son çalışmalar ilk tezi doğrular niteliktedir. Dillerinin bitişken ve sondan eklemeli olması Türk diline benzerlik gösstermektedir. Ancak, kesin bir hüküm vermek için henüz çalışmalar yeterli seviyede değildir. Özellikle Avrupalı bilim adamlarının, Sümer dilinin hiç bir dil ile bağlantısını görmek istememelerinin altında, tarihi Yunan medeniyetiyle başlatmak iddia ve eğilimleri olduğu düşünülür. Sümerler ilk zamanlarda şehir beylikleri ha-
Sümer Şehirleri
linde yaşadılar. Her şehirin kendi surları, tanrıları ve bey (kral) leri vardı. Dönemsel olarak bu şehirlerin birleştikleri tespit edilmiştir. Muazzam bir din öğretisine sahiptiler. Her şehrin tanrılarının isimleri farklı da olsa, işlevleri ve özellikleri benzerdi. Çok tanrıları olmalarına ragmen dört önemli tanrıları (Yer – Gök-Su- Hava Tanrıları) vardı. Zaman içinde diğer tanrılar kaybolsa da Gök Tanrısı İnanna kaybolmadı. Burası bir hareket noktası olarak alındığında; Sümerler ile Türkmenistan’daki Türkler arasında birçok ortak noktalar bulunur. Türkmenistan’ın Aşkabat şehri yakınlarında bulunan tarihi eserlerin, Mezopotamya’daki Sümer medeniyeti eserlerine çok benzemesi, iki tarafın ortak noktalarından biridir. Orhun abidelerinde kullanılan dil ile Sümler dilinin benzerlikleri de önemli bir hareket noktasıdır. Sümer yazısı, Mısır yazısının icat edilmesine de Önderlik ettiğine göre, bütün yazılar Asya’da doğmuştur diyebilir miyiz acaba? Araştırmacılar yedi bin yıl önce Asya’da tarımın olduğunu fakat matematığin olmadığını görüyorlar. Matematik ve Astronominin Sümerler ile başladığı kabul edilir. Fakat Sümerler’de sıfır yoktur. Sıfırı Hintliler bulmuştur. Sümerler matematiği (6) üzerine kurmuşlar (6-60-360036000) gibi bir ondalık system kullanmışlardır. Sümerler, Tevrat’da Şinar, Akadça’da Şumer, eski Mısır Yazıtlarında “Sngr”, Hititçe’de Şanhar olarak geçen bu halk, Akad yazıtlarındaki Şumer ifadesi sebebiyle S(Ş)ümerler olarak anılırlar. Oysa, Sümerler kendilerine Kenger diyorlardı. Bildiğimiz gibi kenger Türkçede boy, yer ve devlet anlamı taşır. Basra Körfezi’nin eski adı da Kenger Denizi’dir. Harzem, Harezm diye geçen ülke ve krallığın özgün adı Kenger’dir. Antik dönemlerden Moğol istilasına kadar varlığını sürdürmüştür. Anadoluya baktığımızda: Çankırı’nın 1925’ten önceki adı KENGERÜ’dür. KENGERİS ve KENGÜ Orhun Yazıtları’nda geçen yer adlarıdır. KANGAL köpeği Anadolu’ya KENGER (KANGAR)’den gelmiştir.
41
sümerler KENGER adı, Manas ve Oğuz destanlarında geçer. KENGER, Manisa-Kula’nın bir köyüdür. KENGER içinden süt çıkan, sakızı ve yemeği yapılan bir bitkidir. KENGER, en eski Türk boylarından biri olup Selçuklular, Azeriler KENGER kökenlidir. Farabi, KENGER’in antik kenti olan Otar’da doğmuştur. KENGER kelimesi, büyük olasılıkla Sumerce (!) Kİ (yer, ülke) ve ENGUR (Sümer kozmogoni evreni aoguran Kozmik deniz/rahim, Yaradan) kelimelerinden oluşur; (kir, çır, yir, şir, jer, şer, hir, çer) değişik Türk dillerinde “yer, yurt” anlamındadır ve TANRI YURDU demektir. Nitekim tarihin ilk yasalarını yapan Kenger Kağanı UR-ENGUR’un adı “Tanrı eri, Allanın askeri” demektir. Bazı Sümerologlar KENGER’i (Ki en gir) “Yüce Krallar Yurdu” olarak yorumlarlar. Sümerlerin Mezopotamya’da ilk kurduğu şehirlerden biri Keş’dir. Orta Asya’da Mogalistan’da Sümer(sömer) “Suber/Sumer”adında dağ vardır. Anlamı yüksek dağın zirvesidir. Sümerlilerin bulunan şehirler Nippur, Lagaş, Ur, Urup (Ur ve Urup Türkçe kelimelerdir) Türklerde biryerden başka yere gidildiğinde, eski yerleşimin adının yeni yerleşime de verildiği çok görülen bir durumdur. Bu durum çok açık olarak Sümerler’de de görülür. Sümerlerin Mezopotamya’da ilk kurdukları şehir “Kiş” adını Anadolu’da da buluyoruz. Örneğin, Bitlis’in Hizan ilçesinde Kiş köyü. Malatya’nın Kablı ilçesinde Kişli Köyü, Urfa’nın Bozova İlçesinde Kişkan Köyü gibi. Sümerlerin Ur/Uri şehrinin adını da hem Asya’da hem Anadolu’da buluyoruz. Adıyaman’da Urgöç, Hilvan’da Urgez, Ardahan’da Ur köyü önümüze çıkıyor. Ardahan’ın Kura nehri yanındaki Ur köyünün Uygur Türklerinin Urtigin soyundan gelenler tarafından kurulduğu, Uygur beylerine ‘Ur’ denildiği göz önüne alınırsa, ilgi daha net kurulabiliyor. Sümerce Akadca üzerinden çözüldüğü için Akadca ya önem verilmiştir. Edinilen bilgilere göre Sümerlerin dillerine göre bir yazı icat etmiş-
42
ler, bu yazıyı kil üzerine yazmışlar ve yazdıklarını saklayıp arşivler ve kütüphaneler yapmışlardı. Okullar açarak dil ve kültürlerinin devamını sağladılar. Sümerliler bu yazı tekniğini diğer milletlere vermeseydı bugün Orta Asya tarihi karanlık kalacaktı. Din, bilim, folklor ver her yönden kök Sümerlilere inmiştir. Sonradan gelen sami bir ırk olan Akadlar kendilerine ait dillerinin yanında Sümerlerin dilini de kullanmışlar. Dışarıdan gelen ve şehir merkezlerinin kenarına yerleşen güçler, Akadlarla birleşerek Sümerlerin yıkılışına zemin hazırladılar. Sü merler ya şa m la r ı n ı tarımla sağladılar. Kanallar açarak kurak topBuğdayın kutsallığı rakları sulayıp bataklıkları kuruttular. Ayrıca havuzlar yaparak kurak mevsim için suları topladılar. Buğday, arpa, sebze ve meyve yetiştirdiler. Buğday dan ekmek, arpadan
Şarap içip muhabbet eden kadınlar
bira yaptılar. Büyük bira fabrikaları kurdular. Burada ilginç olan ise bu fabrikaları kadınların işletmesi ve zamanla kadının kızına devrolmasıdır. Artan tahıllarını başka devletlere ihraç ediyorlardı. Hayvancılık yaptılar ve hayvanların her özelliğinden faydalandılar. Yünü eğirip dokuma yaptılar ve kumaş olarak kullandılar. Hem bıtkısel hem hayvansal yağlar ürettiler. Susamın yağını çıkarttılar. İhrac ettikleri mallar karşısında değerli taş, gümüş, altın alıp işliyor ve tekrar dışarı satıyorlardı.
43
mü ze t anıt ım
HAZIRLAYAN: CEZMİNUR SUZAN KURT
TÜRK ve İSLAM ESERLERİ MÜZESİ
Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, 1984 yılında Avrupa Konseyi Yılın Müzesi Yarışması Jüri Özel Ödülü’nü, 1985 yılında da Avrupa Konseyi-Unesco tarafından çocuklara kültür mirasını sevdirme konusundaki çalışmalarından ötürü verilen ödülü almıştır.
İ
lk olarak 1914 yılında “Evkaf-ı İslamiye Müzesi” ( İslam vakıfları müzesi ) adı ile Mimar sinan’ın ustalık eseri olan Süleymaniye Cami’sinin külliye binasında hizmete başlamış. Cumhuriyetin ilanından sonra adı değişerek Türk ve İslam Eserleri müzesi olmuş. Müze 1983 Yılında Süleymaniye’den taşınıp bugünkü bulunduğu yer olan İbrahim paşa sarayına taşınmıştır.
44
El Yazmaları ve Hat Sanatı Bölümü 7. yüzyıldan 20. yüzyıla uzanan Türk ve İslâm Eserleri Müzesi yazma koleksiyonunun büyük bir bölümünü oluşturan Kur’an-ı Kerim’ler Müslümanlık’ın yayıldığı geniş coğrafi bölgelerden gelmektedir. Emevî, Abbasî, Mısır ve Suriye Tulunoğulları, Fatımî, Eyyubî, Memlûk, Moğol, Türkmen, Selçuk, Timurî, Safavî, Kaçar ve Anadolu Beylikleri ile Osmanlı hat sanatının yaratılarının bir arada izlenebildiği ender koleksiyonlardandır.
mü ze t anıt ım
Maden Sanatı Bölümü Büyük Selçuklu İmparatorluğu Dönemine ait, tarihli ender örnekler Anadolu Selçuklu döneminden havan, buhurdan, ibrik, ayna, dirhemlerle başlayan Türk ve İslâm Eserleri Müzesi Maden Sanatı Koleksiyonu, Cizre Ulu Camii kapı tokmakları ve İslâm maden sanatı alanında önemli bir yeri olan burç ve gezegen sembolleriyle bezeli
figürlü 14. yüzyıl şamdanlarıyla önemli bir koleksiyon oluşturmaktadır. 16. yüzyıldan başlayıp, 19. yüzyıla ulaşan Osmanlı maden sanatı örnekleri arasında ise gümüş, pirinç, tombak, murassa (değerli taşlarla süslü) sorguç, kandil, gülabdan, buhurdan, leğen/ ibrikler yer almaktadır.
45
mü ze t anıt ım Seramik ve Cam Bölümü 1908-14 yılları arasında yapılan kazılarda bulunmuş keramik eserlerin ağır bastığı bu koleksiyonda Samarra, Rakka, Tel Halep, Keşan kaynaklı olanlar başta gelmektedir. Böylece Erken-İslâm Dönemi keramik sanatının aşamalarını Türk ve İslâm Eserleri Müzesi koleksiyonunda izlemek mümkündür. Anadolu Selçuklu ve Beylikler Dönemine ait, mozaik, mihrap ve duvar çinisi örnekleri ile
46
Konya Kılıçaslan Sarayı alçı süslemeleri koleksiyonun bir başka önemli bölümünü oluşturmaktadır. Osmanlı çini ve keramik sanatı örnekleri, yakın dönem Kütahya ve Çanakkale seramikleri ile noktalanmaktadır. Cam koleksiyonu ise, 9. yüzyıl İslâm cam sanatı örnekleriyle başlayıp, 15. yüzyıl Memlûk kandillerini, Osmanlı Dönemi cam sanatı örneklerini kapsamaktadır.
mü ze t anıt ım Taş Sanatı Bölümü Emevî, Abbasî, Memlûk, Selçuklu, Osmanlı dönemlerine ait, kimi motifli kimi figürlü, ama hemen hepsi yazılı taş eserler Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde bir araya getirilmiştir. Selçuklu Dönemi taş sanatının ender ve seçkin örnekleri, av sahneleriyle, sphenks, griphon,
ejder gibi masal yaratıklarının yer aldığı figürlü mezar taşları, kûfî yazılı erken dönem taş eserler, Osmanlı hat sanatının bir uzantısı olan değişik üsluplarda yazılmış kitabeler gerek nitelik, gerek nicelik açısından önemlidir.
47
mü ze t anıt ım Ahşap Eserler Bölümü Bu koleksiyonun en önemli parçalarını 9.-10. yüzyıl Anadolu ahşap sanatının örnekleri oluşturmaktadır. Anadolu Selçukluları ve Beylikler Döneminden kalan ender parçaların yanı sıra, Osmanlı Döneminin sedef, fildişi, bağa
48
işlemeli ahşap eserleri, kakma sanatının eşsiz örnekleri, Kur’an cüzü muhafazaları, rahleler, çekmeceler bu zengin koleksiyonun i lgi çekici parçalarıdır.
mü ze t anıt ım Etnografya Bölümü Uzun yıllar boyunca toplanan etnografik parçalar, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nin İbrahim Paşa Sarayı’na nakliyle sergilenme olanağını bulmuştur. Müzenin en genç bölümü bu koleksiyonda, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden toplanmış
halı-kilim tezgâhları, dokumalar, yün boyama teknikleri, halk dokuma ve işleme sanatı örnekleri, yöresel zenginlikleri içinde kostümler, ev eşyaları, el sanatları, el sanatı aygıtları, göçer çadırları kendilerine özgü mekânlar içinde sergilenmektedir.
49
mü ze t anıt ım Kutsal Eserler Aslında müzede böyle bir bölüm ve sınıflandırma yok ama ben bu resimleri ayrıca bu şekilde yayınlamak istiyorum. Kabe Anahtarı, Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır’ı feth’inden sonra çeşitli islam ülkelerinden toplattığı kutsal emanetlerin çoğu Topkapı Sarayı Hırka-ı saadet dairesinde korunmakta ve
50
sergilenmektedir. Resimde görülen kabe anahtarı tek değildir. Topkapı sarayında resimdeki gibi 53 anahtar daha bulunuyor. Osmanlı devleti zamanında kapının kilidi ve anahtarı belli zamanlarda değiştirilirmiş. Gerçek kabe anahtarı Abbasi Halifesi El-Muntasır tarafından 1226 yılında yaptırılan bugün özel bir girişimcinin elinde bulundurduğu anahtardır.
m羹 ze t an覺t 覺m
51
HAZIRLAYAN: FERİDE ÖZMAT
Kültür Sanat
İZNİK ÇİNİLERİ
D
ünya sanat tarihi içinde çok önemli bir yeri olan Türk çini sanatının geçmişi 8. ve 9. yüzyıllara, Uygurlara kadar uzanmaktadır. Orta Asya’da gelişen seramik sanatının bir kolu olan çiniciliğin asıl köklü değişimi, Büyük Selçuklular’la başlayıp Anadolu Selçukluları’yla devam etmiş ve nihayetinde Osmanlıların elinden geçerek İznik’te başarılı bir senteze ve mükemmelliğe ulaşmıştır. Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde, bir zamanlar İznik’te “300 civarında çinicinin çalıştığını” belirtmekte, ancak bazı Batılı araştırmacılar nedense bu sayıyı çok abartılı bulmaktadır. Son yıllarda, İznik’te küçük bir bölgede yapılan kazı ve araştırmalar, 30 civarında çini fırını tespitine imkân vermiştir. Bu da Evliya Çelebi tarafından verilen sayının pek abartılmış olmadığını göstermektedir. Çini ve seramik sanatı, insanlık kültürünün en temel eserleri arasındadır. Türkçe anlamı ile “sır” (seramik sırı) sözcüğü, gizli olan, sihirli büyülü kavramları kapsayan tanımları ile çini ve
52
seramik sanatına da sihirli bir sanat tanımlamasını verebilir. Çünkü bu sanat en eski devirlerden gelip sonsuza kadar gidebilecek bir özelliği ortaya koymaktadır. Çinicilik sözcüğü, halk arasında, hem sırlı duvar kaplamaları hem de kap-kacak türünden ev eşyalarını tanımlamıştır. Bilimsel yayınlarda zamanla bu tanımlama değişmiş; kase, tabak, vazo gibi kap kacak türünden eşyalara seramik, duvar kaplamalarına ise çini adı verilmeye başlanmıştır. Kaynaklar çini ve seramik sanatının aslının sırlı tuğla olduğunu ve asıl sırlı çini ve seramiği prototiplerinin Mısır, Mezopotamya, Asur, Babil’de yapılmaya başladığını yazmaktadır. Tekniklerin çok çeşitlendiği Büyük Selçuklular döneminde, Yavuz Sultan Selim’in (I.Selim) İran seferinden getirmiş olduğu Çin üretimi seramik ürünlerin Osmanlı seramiği üzerindeki etkisi nedeniyle seramik “çini” adıyla anılmaya başlanmıştır. Büyük Selçuklular döneminde özellikle bazı-
iznik çinileri ları Kâşan kentinde başlayıp gelişmiş ve Anadolu Türk devrinde çoğalarak gelişimini sürdürmüş olan çeşitli tekniklerin varlığı bilinmektedir. Anadolu Selçukluları hiç kuşkusuz seramik sanatının oluşumunda, bulunduğu bölgenin kültür mirasından ve özellikle Büyük Selçuklular’a ait seramik tekniklerinden etkilenmiştir. Ancak 13.yüzyılda Anadolu’da yetişen kendine özgü Selçuklu mimarisi, başarılı bir sentezin ürünüdür. Çininin bir süsleme unsuru olarak sivil ve dini mimaride kullanımı yine bu dönemde başarıyla gerçekleştirilmiştir. Tekniklerin giderek geliştiği ve Anadolu Selçukluları’nda süreklilik kazanarak en güzel örneklerinin meydana getirildiği Türk çini ve seramik sanatı, Osmanlı döneminde en yüksek devrini yaşamıştır. Sırlı tuğladan, en son sır altı tekniğine kadar bütün özelliklerini, zaman zaman yanlış anlamalar olmuş olsa da, korumuş olan Osmanlı çini ve seramik sanatı, kendi özgün farklarını da geliştirmiştir. Bu özgün farklar gerek desenlerde ve gerekse kimliğini oluşturmuş olan türkuvaz ve mercan kırmızısı renklerdedir. Desenlerde yalnız bitkisel motifler değil, hem bitkisel ve hem de hayvan ve insan figürlerinin fantastik – hayal gücü ürünü olan özelliklerinde yaratıcı nitelikler bulunur. Ayrıca Osmanlı metal işçiliği ve sanatından yaratıcı aktarmalarla elde edilmiş olan bir kısım desen ve biçim özellikleri de Osmanlı çini ve seramik sanatı kimliğinin diğer özgün bir boyutudur. Osmanlı döneminde kap kacak formlar için “evani”, duvar kaplamaları için de “kaşi” terimi kullanılmaktadır. Farsça’da “Çin’e ait” demek olan ve daha sonraları dilimize yerleşen çini sözcüğü ise Osmanlı sarayının 15.yüzyıl Çin porselenlerine olan hayranlığından kaynaklanmaktadır. Osmanlı saraylarının ve anıt eserlerinin donanımında İznik’te üretilmiş olan çini ve seramik-
ler kullanılmış ve seramik sanatının en çok geliştiği dönemlerde yurt dışına ihraç edilmiş olan seramikler gene İznik’te üretilmiştir. İznik çinisinde ham madde olarak kullanılmış olan ve silis (erimiş kuartz camı), sudkostik, potas, kireç vb. bileşimlerin öğütülmesi ve eritilmesiyle elde edilen ‘frit’ maddesi, genellikle bu seramiklerin hammaddesidir. Seramik hamurundaki ‘frit’ için gerekli olan kuartz yörenin dere yataklarında bol miktarda bulunmaktadır. Kil ve kuartzı bağlayan malzeme ise feldispattır. 1980 li yılların kazı çalışmaları sonuçlarına göre İznik çini ve seramikleri maksimal olarak 1260 ˚C‘ta pişirildikleri açığa kavuşmuştur. Bu pişirme derecesi, porselene yakın bir anlam ifade etmektedir. İznik çinisinin en belirgin özelliği, yüksek oranda (% 85) kuvars içermesi ve kalın sırlı olmasıdır. Kuvars taşı, zaman geçse de hep aynı frekansı yaymakta ve sünger gibi suyu emip bırakabilmektedir. Bu nedenle yüzyıllarca dayanır; renkler kalın sır altında bozulmadan korunur. Fakat hem bu oranda kuvarsı işlemek zordur hem de özellikle mercan kırmızısının fırında patlama (dolayısıyla defolu üretim) olasılığı yüksektir. Bu nedenle zaman içinde daha düşük kuvars (%35) ve daha ince sırlı Kütahya çinisi ortaya çıkmıştır. Osmanlı çini ve seramikleri, son dönem gelişimlerinde İznik’ten İstanbul’a taşınmış ve giderek fabrikalaşmıştır. Son dönem üretimleri, bir taraftan geleneksel olan sanatı korumak istemekte, diğer taraftan Avrupa etkisini alarak çağdaş seramik ve porselen sanatı gelişimlerini hazırlamaktadır. Günümüzde geleneksel İznik çini ve seramikleri yeniden canlandırılmaya çalışılmaktadır. Bu amaçla en yüksek değerleriyle ve gelenekselliğini bozmadan gelişirken, paralel yürüyecek deneysel boyuttaki bir gelişimi de beraberinde sürdürebilir.
KAYNAKÇA ALTUN Ara, “Osmanlı Sanatında Özel Bir Konu İznik”, Antik & Dekor, İstanbul 1999 ATASOY Nurhan - JUAN Raby, “İznik The Pottery of Ottoman”, London, 1989 ASLANAPA Oktay, “Anadolu’da Türk Çini ve Keramik Sanatı”, İstanbul, 1965 DEMİRİZ Yıldız, “Osmanlı Mimarisinde Süsleme, Erken Devir”, İstanbul, 1987 ÖNEY Gönül, “Türk Çini Sanatı”, İstanbul, 1976 SİLİVRİLİ Kerim, “DGSA Türk İslam Sanatı derslerinde tutulan notların derlemesi”, İstanbul, 1983
53
r öpor t aj Prof. Dr. Mualla Uydu Yücel
Tülin Kutluer, Emine Türkmen Orhon ve Betül Özer’in katılımıyla gerçekleştirdiğimiz İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mualla Uydu Yücel hocamızla güzel duyguların hakim olduğu, şeker tadında, samimi geçen röportajımızdan bizler çok büyük keyif aldık. Bölüm arkadaşlarımız ve okuyucularımız adına şükranlarımızı sunduk. Kendisine, ailesiyle birlikte sağlıklı, mutlu ve huzurlu bir ömür dileriz… - Sizi Tarih’e, Tarih okumaya yönelten nedir? - Tarih hocam vardı Mustafa İnan, yaşıyorsa Allah uzun ömürler versin, ölmüş ise de Allah rahmet eylesin o sevdirdi bana tarihi, bir de abim; kendisi Samsun Ülkü Ocakları Başkan Yardımcısıydı. Ülkü Ocaklarının düzenlediği gecelere katılırdık, milli duygularım orada başladı. Hocam tetikledi abimde ön ayak oldu diyebilirim. - Peki Tarih Bölümü dışında okumayı düşündüğünüz başka bir bölüm oldu mu? - Aslında ben Hukukçu olmak istiyordum hayalim hakim olmaktı. Hakim olmak istememde annemin etkisi çoktur. İki tane tercih yapmıştım. İlki Hukuk, İkincisi Tarihti. Hukuk olmazsa tarih olsun diye düşünmüştüm. İkinci tercihim geldi. Bir yıl okuduktan sonra tekrar sınava girdim bu sefer Diyarbakır Hukuk Fakültesi kazandım ama gitmedim. - Öğrencilik yıllarınızda hafızanıza kazınmış bir hatıranızı bizimle paylaşır mısınız? - Seçmeli ders olarak aldığım ‘Eski Anadolu Tarihi’ dersini onaylatmak için danışman hocam Doç. Dr. Mehmet Özsayit’in odasına girdim, kağıdı uzattım baktı ve kağıdı bana tekrar uzattı. İsmini göstererek: - Bak bakalım bunun yanında bir şey var mı? diye sordu. - Yok hocam Mehmet Özsayit yazıyor dedim . - ‘Hayır. Bunun yanında bir şey var. Çık dışarıya, ismimin yanına bak, bir şey var mı yok mu gel söyle dedi. Dışarıya çıkıp panoya baktım: Doçent Doktor yazıyor… Girdim içeriye - Var mıymış diye sordu: - Varmış, Doçent Doktor yazıyormuş dedim. - Şimdi yaz bakalım yanına dedi. Gün gelir sana da böyle yaparlarsa sen de benim gibi yapar hatırlatırsın diye tamamladı cümleyi.
54
r öpor t aj Ben de dönüp dedim ki: - Hocam o, eğer birinci sınıf öğrencisi ise mazur görürüm. - İlk kitabınız çıktığında neler hissetmiştiniz? - İlk kitabım “Türk- İslam Bütünleşmesi” çıktığında ben Kazakistan’da idim. Abdulkadir Hoca çıkarmıştı. Döndüğümde kitabı gördüğümde çok farklı şeyler hissettim. Bunu ben yazdım düşüncesi değişik ve güzel bir duygu. Makalelerinize, yaptığınız çalışmalara, sanki yavrunuz gibi bakıyorsunuz, nasıl daha iyi olabilir diye düşünüyorsunuz. - Hocam çok başarılı çalışmalar yaptığınızı biliyoruz yeni bir kitap projeniz var mıdır? - Var. Allah nasip ederse inşallah Kuman- Kıpçakları yazacağım. - İş ve aile yaşantınızdaki koşturmaca içerisinde dengeyi nasıl sağlıyorsunuz? - Bu dengeyi sağlamamı duaya bağlıyorum. Çok dua alıyorum. Ayrıca Dünyanın en şanslı insanlarından bir tanesi olduğumu düşünüyorum. Eşim benim için büyük bir Şans. Ben de eşim için öyle. Önümde durmayan, daima yanımda yer alan ve sürekli beni destekleyen bir eşim var. Tek isteği vardır benden “gittiğin yeri haber et”der. En önemlisi de evde bütün etiketlerimizden sıyrılıp hayatımıza öyle devam ediyor olmamız. Kendisi hiçbir zaman desteğini esirgemez. Tülin’cim Allah sana da böyle bir eş nasip etsin. - İ.Ü Tarih Bölümü Anabilim dalı Başkanı olarak bölümdeki öğrenciler ile aranızdaki ilişkileri nasıl değerlendiriyorsunuz? - İbrahim Kafeoğlu, Zeki Veli Togan’dan beri bu kürsü öğrenciye hep yakın olmuştur. İnsani ilişkiler noktasında verici olduğunu söyleyebilirim. Makamların gelip geçici olduğunu biliyoruz önemli olan da budur. Abdulkadir hoca döneminde de bu böyleydi. Bu koridorda ondan yardım istemeyen hiç kimseyi hatırlamıyorum. Bana da aynı şekilde. Bölümdeki arkadaşlarım, öğrencilerim gelip rahatlıkla bir derdini anlatabiliyor ve hiçbir şekilde kayıtsız kalamıyorum. - Sizce İlköğretimden itibaren verilen Tarih dersleri yeterli midir? Nasıl değerlendiriyorsunuz? - DSP yönetiminde M.E.B da bir düzenleme yapıldı ve o dönemde Tarih öğretmenleri Sosyal Bilgiler Öğretmenliği olarak değişime uğradı. Yeni nesillere tarihini öğretmenin faydalı olduğunu düşünmediler sanırım. Böyle de devam etti. Gelen hükümet de bunu düzeltmedi. O dönemde Abdulkadir hoca bir çok yerde yanlış yapıldığını dile getirdi. Bu milletin tarihi bu çocuklara öğretilmeli şeklinde. Ama siyasi iktidar neye karar veriyor ise ondan vazgeçmiyor. Uzun yıllar müfredatlarda birinci sınıflarda İslam öncesi anlatılıyor, ikinci ve üçüncü sınıflarda Osmanlı tarihi, son sınıfta ise Türkiye Cumhuriyeti ağırlıklı gidiyor. Tabi bu hükümette kim yazıyor bilmiyorum ama en son bundan birkaç yıl önce bildiğim kadarıyla Sosyal Bilgiler Öğretmenliğinin talim ve terbiye kurulunda yer alan arkadaşların tarihçi olmadığını biliyorum. Başka bölümlerden olan hocalar olduğunu biliyorum. Bazılarının Türk Dili ve Edebiyatı hocası olduğunu biliyorum. Ben ne kadar Türk Dili ve Edebiyat bölümünün ders kitaplarını hazırlayabilirim? Ne kadar faydalı olabilirim? Bu ne kadar etik olur? İşte burada, ilim adamlarımızdan kaynaklı da problem var. Ben bunu yapmam demiyor ve maddiyat devreye giriyor. Bu durumda, gelecek nesiller için kaygı yaratıyor. Benim oğlum geçen sene lise ikinci sınıftaydı. Selçukluyu biraz gördüler, Osmanlıya girmeye başladılar, müfredatlarını o yüzden çok iyi biliyorum. Ortaokulda da oğlum var ilgilendiğim için biliyorum çok az, yeterli değil İslam öncesi için bunu söyleyebilirim Osmanlı tarihi noktasında ise çok fazla. - Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesinde okuyan öğrencilerin geleceklerini, okudukları bölüm üzerinden şekillendirmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? - Eğitimde fırsat eşitliğinden yanayım. Eğer dünya açıköğretime doğru bir ilerleme kaydediyorsa, o noktada gerçekten isteyen, çalışan öğrenciye her türlü hakkın verilmesi taraftarıyım. Bu AUZEF olmuş, başka bir açıköğretim fakültesi olmuş hiç fark etmez. Ben buna asla bakmam. Mühim olan çalışmak, zaman ayırmak ve hak etmektir.
55
İŞ BANKASI TARİHİ
56
57
HAZIRLAYAN: AHMET KARAER
Tarihi Kurumlar Giriş T.C. İstanbul Üniversitesi’nde Tarih okuyan, facebook sayfalarına sığamayan, akademik bilgi dağarcığını, bir tarih dergisi platformuna taşıyarak paylaşma coşkusuyla yola çıkan tarih sevdalılarının, ilk sayısını Ağustos Ayında çıkaracağı dergide yer verilecek makalelerde, yıl dönümü Ağustos Ayına rastlayan, Türk tarihinin önemli olaylarına yer verilmesi kabul görmüştür. Öte yandan dergide yer alacak çalışmaların, üniversitelerin Tarih bölümlerinde lisans, yüksek lisans ve doktora kademelerinde yardımcı kaynak olarak yararlanılabilir nitelikte olmaları hedeflenmektedir. Bu bağlamda Türk İktisat Tarihi dalında çalışacak tarih öğrencilerinin yararlarına da sunulmak üzere, Türkiye Cumhuriyeti Tarihinin, İzmir İktisat Kongresinde alınan kararlar doğrultusunda hayata geçirilen ilk önemli iktisadi hamlelerinden olan, Türkiye İş Bankası’nın 26 Ağustos 1924 tarihinde Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün direktifiyle kuruluşu, bu makalenin konusudur; İş Bankası’nın Cumhuriyetin ilanından sadece 10 ay sonra ve Lozan Barış Antlaşması’nın (Lozan Sulh Muahedenamesi) yürürlüğe girdiği 6 Ağustos 1924 tarihinden 20 gün sonra kurulmasını zorunlu kılan ortamın ve koşulların algılanabilmesi için öncelikle Türkiye’de Cumhuriyet öncesi bankacılığın tarihçesini değerlendirmek elzemdir. Türkiye 26 Ağustos 1924 tarihine yaklaşırken, “Ya istiklal, ya ölüm!” ülküsüyle Anadolu’ya geçerek, Anadolu’daki bütün etnik unsurları ve farklı düşünceleri bu ortak hedefle TBMM çatısı altında bir araya getirmeyi başaran Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başlatılan milli mücadeleyi kazanmış, Lozan’dan başarıyla çıkmış, Cumhuriyeti ilan etmiştir. Ancak yeni kurulan Türkiye Cumhuriyet Devletinin önünde çözüm bekleyen ağır ekonomik sorunlar bulunmaktadır. 1911-1922 yılları arasında aralıksız 11 yıl süren yıkıcı savaşlarda, çoğu 15-35 yaş aralığındaki, aralarında Tanzimat Fermanı’ndan itibaren Osmanlı modernleşmesinin etkisiyle aydınlanmış, okur yazar, meslek sahibi gençlerin de olduğu bir insan zayiatıyla karşı karşıya kalınmış olması, yeni devleti, yaşlı, okuma yazması olmayan, geri kalmış, % 80’i kırsal
58
bölgede yaşayan bir nesille Cumhuriyeti kurmak zorunda bırakmıştır. Ülkede okuma yazma oranı erkeklerde % 7, kadınlarda % 04 tür. Lozan Antlaşması ile Osmanlı’dan ayrılan devletler arasında paylaştırılan Osmanlı borçlarının büyük bir bölümü Türkiye’ye kalmıştır. Osmanlı borçlarının ödenmesi, sermaye birikimi yaratarak ülkenin kalkındırılması ve bunların dış borç stokları artırılmadan yapılabilmesi için, * T.C. İstanbul Üniversitesi, AUZEF Tarih Bölümü 2. Sınıf Öğrencisi Türkiye İş Bankası A.Ş. Müfettişi, Müdürü (Emekli) memlekette ekonomik değerler üretilmeli, bunları tasarrufa dönüştürerek kaynak yaratılmalıydı. Oluşturulacak fonları, Osmanlı Devleti’nden kalan olumsuz ekonomik mirasın telafisi ve 11 yıl aralıksız süren savaşlarla yıpranmış, yorgun ülke ekonomisini diriltmek, ayağa kaldırmak için büyük bir kalkınma, sanayileşme hamlesinin finansmanına tahsis etmek gerekiyordu. Bu nedenle sağlanacak tasarrufları bünyesinde toplayabilecek, iş sahaları kuruluşlarına kaynak olarak aktarabilecek, milli ve uluslararası ticarete aracılık edebilecek, sanayileşme hareketine kendi kaynaklarıyla katılabilecek, bu harekete finansman sağlayabilecek milli bir kuruluşun, bir milli bankanın kurulması ihtiyacı şiddetle ortaya çıkmıştı. İncelemeler: 1. İş Bankası kurulana kadar Türkiye’de Bankacılığın Tarihsel Gelişmesi Türkiye’de bankacılığın tarihsel gelişmesi 7 dönemde incelenmektedir. Bunlar, Osmanlı dönemi (1847-1923), ulusal bankalar dönemi (19231932), kamu bankaları dönemi (1933-1944), özel bankalar dönemi (1945-1960), planlı dönem (1960- 1980), serbestleşme ve dışa açılma dönemi (1981-2001) ve yeniden yapılandırma dönemi (2002-2007) olarak sayılabilir. Bu yazının konusu gereği, ilk 2 dönem olan, Osmanlı dönemine (1847-1923) ve milli bankalar dönemine (19231932), İş Bankası’nın kuruluşu aşamasına kadar değinilecektir. 1.1. Osmanlı Döneminde Bankacılığın Gelişmesi Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk banka 1847 yılında kurulmuştur. İlk kağıt para 1840 yılında
iş bankası bütçe açıklarını kapatmak için çıkarılmıştır. Kaime adı verilen bu paranın miktarı o dönemlerde sürekli açık veren Osmanlı Hazinesi’nin kaynak ihtiyacının karşılanması amacıyla kısa sürede önemli oranda artırılmıştır. Sürekli dış ticaret açıkları verilmesinin de etkisiyle birkaç yıl içerisinde kaimelerin yabancı paralar karşısındaki değeri önemli düşüşler göstermiş, bu nedenle ithalatın finansmanı için dış piyasalardan kaynak bulunması zorlaşmıştır. Bu durum hükümeti kaimelerin dış değerinin korunması için çareler aramaya sevk etmiştir. 1845 yılında Galata bankerlerinin ileri gelenlerinden iki tanesi ile bir anlaşma yapılarak Osmanlı ithalatının, finansmanın sabit bir döviz kuru üzerinden bu bankerler tarafından dış mali piyasalara yazılacak poliçelerle finanse edilmesi uygulaması başlatılmıştır. Bu sözleşme 1847 yılında yenileneceği sırada bankerler hükümetten aynı işlevi yerine getirmek üzere bir banka kurmalarının kabulünü istemişler ve bu istek kabul edilmiştir. Bu şekilde kurulmuş olan İstanbul Bankası, faaliyetinin sona erdiği 1852 yılına kadar kaimelerin dış değerinin sabit kalması yönünde önemli katkılarda bulunmuştur. İstanbul Bankası’nın kısa faaliyet dönemi ve çok sınırlı kalan faaliyet alanı göz önüne alındığında, Osmanlı İmparatorluğu’nda bankacılığın 1856 yılında kurulan Osmanlı Bankası ile başladığı yaygın olarak kabul edilen bir görüştür. Osmanlı İmparatorluğu’nda özellikle 1839 Tanzimat Fermanı’ndan sonra Devletin harcamalarının gelirlerini aştığı bir döneme girilmesi ve Devletin kaynak ihtiyacının önce kaimelerin ihracı, sonra da toplanacak vergiler karşılık gösterilerek İstanbul’da faaliyet gösteren sarraf ve bankerlerden borç alınarak karşılanmaya çalışılmasının ardından, Kırım Savaşı’nın bitiminde yapılan 1856 Paris Barış Antlaşmasının, Osmanlı İmparatorluğu’nun dış borç alma olanaklarını arttırmış olması, Osmanlı Bankası’nın kurulmasındaki en önemli etkendir. Banka, dış borçların alınmasında dönemin Osmanlı Hükümeti ile yabancı sermaye sahipleri arasında aracılık etmek amacıyla İngiliz sermayesi ile kurulmuştur. 1863 yılında Fransız sermayesi, 1875’de de Avusturya sermayesi Bankaya ortak edilmiştir. Osmanlı Bankası’nı, Osmanlı imparatorluğunda faaliyet göstermiş diğer yabancı bankalardan ayıran en önemli özellik, Bankaya 1863
Anlaşması ile para basma ayrıcalığının tanınmış olmasıdır. Kaimelerin değerinde meydana gelen düşüşler ve bu para üzerinde yapılan spekülasyonlar, 1860’lı yılların başında hükümeti kaimeleri piyasadan çekmek için önlemler almaya yöneltmiştir. 1863 yılında, Osmanlı Bankası ile hem kaimelerin piyasadan çekilmesi hem de döviz kurlarında istikrarın sağlanması ve Devletin kısa vadeli kredi ihtiyacının karşılanması amacıyla bir anlaşma yapılmıştır. Osmanlı Bankası’na yine aynı dönemde Batı Avrupa ülkelerinde kurulmasına başlanan merkez bankalarının yetkilerinin tanınmasının, bankanın bu işleri gerçekleştirmesine yardımcı olacağı düşüncesi, para basma ayrıcalığının verilmesinin en önemli nedenidir. Kaime ihracının başarısızlıkla sonuçlanmış olması, Osmanlı Bankası’nın çıkardığı kağıt paranın halk tarafından benimsenmesini engellemiştir. Bu nedenle Osmanlı Bankası ekonominin likidite ve kredi hacminin belirlenmesinde etkin bir rol oynayamamıştır (AKGÜÇ, Öztin 1989, Türkiye Bankaları s. 115). 1863’de yapılan anlaşma ile Osmanlı Devleti, tüm gelirlerini Osmanlı Bankası’na yatırmayı, tüm ödemelerini bu banka aracılığı ile yapmayı, iç ve dış borçlanmaları ile ilgili tahvilleri bu banka aracılığı ile çıkarmayı, her yıl bütçesinin bir örneğini Bankaya vermeyi ve olağanüstü durumlar dışında bütçede yer alan harcamaların üstünde harcama yapmamayı kabul etmiştir. Bankaya devlet bütçesini denetleme yetkisi verilmiştir. Tüm bunların karşılığında Banka, hükümete teminat karşılığı kısa vadeli avans vermekle yükümlü tutulmuştur (Akgüç 1989, a.g.e. s. 115). Osmanlı Bankası yanında İmparatorluğun yıkılmasına kadar kurulan diğer yabancı sermayeli bankaların ana faaliyet alanı Osmanlı Hazinesi için iç ve dış borç bulunması ve bunların ödenmesi ile ilgili işlerle uğraşmak olmuştur. Bu nedenle Osmanlı dönemi bankacılığı için “borçlanma bankacılığı” nitelendirmesi yapılmıştır (ARTUN, Tuncay 1983, Türkiye’de Bankacılık, İstanbul, 2. Basım, Tekin Yayınları s. 22). Osmanlı Devleti’nin 1875 yılında borçlarını ödeyemez duruma düşmesinin ardından, 1881 yılında Düyun-u Umumiye’nin kurulması ve İmparatorluğun dış borçların idaresinin bu kuruluşa devredilmesiyle, borçlanma bankacılığında yeni bir döneme girilmiştir. Osmanlı gelir kay-
59
iş bankası naklarının uluslararası bir kuruluşun denetimine geçmesi, Avrupa’lı sermayedarlara yeterli güvence sağladığından, özellikle 1881’den sonra İmparatorluk’ta bir çok yabancı banka kurulmuştur (Akgüç 1989, a.g.e. s. 11). Bu bankaların temel işlevi Osmanlı hükümetlerinin yaptığı iç ve dış borçlanmalardan ve döviz işlemlerinden spekülatif kazançlar sağlamak ve imparatorlukta yatırım yapan yabancı sermaye kuruluşlarını kredilendirmek olmuştur. 1856-1923 yılları arasında kurulan bankalarda yabancı sermayeli bankalar çoğunlukta olmakla birlikte, 1908 yılında 2. Meşrutiyetin ilanı ve milliyetçilik eğilimlerinin artması ile birlikte ulusal sermayeyle pek çoğu yerel ve tek şubeden oluşan bankanın kurulması süreci başlamıştır. Bu süreç 1914 yılında 1. Dünya Savaşının çıkışıyla hızlanmıştır. “Ulusal bankacılık hareketinin ortaya çıkmasındaki temel neden, ülke içinde birikmekte olan sermayeyi ulusal ticareti geliştirmek amacıyla kullanmaktır. Kurulan ulusal bankaların kredi uğraşları daha çok ticari kredi, esnaf kredisi, tarımsal kredi, emlak kredisi ve tüketim kredisi biçiminde olmuştur.” (Artun 1983, a.g.e., s. 39.). Bu bankaların pek çoğunun kurucuları, Avrupa’ya hammadde ihraç eden veya bu ülkelerden sanayi ürünü ithal eden tüccar ve çiftçilerdir (Akgüç 1989, a.g.e., s. 15.). 1863 yılında, çiftçilere uygun koşullarda tarımsal kredi verilmesi amacıyla memleket sandıkları kurulmuştur. Memleket sandıklarının sermayesi başlangıçta imece usulüyle, ardından da köylünün mal varlığı ile orantılı olarak sandığa buğday vermesiyle sağlanmaya çalışılmıştır. Zaman içinde bu sermayenin toplanmasında güçlükler yaşanmaya başlanması ve kredilerin verilmesinde çeşitli yolsuzlukların yapılması nedeniyle bu kuruluşun “Menafi Sandıkları” adıyla yeniden düzenlenmesine karar verilmiştir. Menafi sandıklarının sermayesi, aşar vergisine menafi hissesi adı verilen bir artış yapılarak oluşturulmuştur. Kısa bir süre sonra bu sandıklarda toplanan kaynakların kullanımı ile ilgili olarak da şüpheler belirmesi üzerine, 1888 yılında tarımsal kredilendirmeyi devlet denetimine alacak olan Ziraat Bankası, ilk devlet bankası sıfatıyla, kurulmuş, Ziraat Bankası’nın sermayesi, menafi sandıklarının alacakları bu bankaya devredilerek oluşturulmuştur.
60
“Siyasal iktidarın izlediği ulusal ekonomi politikası ulusal bankaların kuruluşuna elverişli bir ortam yaratmasına karşın, bu dönemde yerli sermaye ile kurulan bankaların büyük bir bölümü uzun ömürlü olamamış, güçlü yabancı bankaların kredi piyasasına egemen olmalarına karşı koyamayarak, onlarla rekabet edemeyerek faaliyetlerine son vermek zorunda kalmışlardır.” (Akgüç 1989, a.g.e., s. 15). “Denilebilir ki İstiklal Savaşı ve Cumhuriyet’in ilanıyla biten bu dönem, bir tecrübe dönemi olmuştur. Bu dönemde milli bankacılığın önemi ve devlet teşvikinin zorunlu olduğu anlaşılmıştır.” (ZARAKOLU, H.Avni, 1973, Cumhuriyet’in 50. Yılında Memleketimizde Bankacılık, Ankara, Türkiye Bankalar Birliği Yayını, No. 61, s. 16). 1.2. Ulusal Bankalar Dönemi (1923-1932) Cumhuriyetin kurulduğu 1923 yılına gelindiğinde, Türkiye ekonomisi, “Osmanlı Devleti tarafından kurulan birkaç askeri fabrika, imtiyazlı yabancı şirketler tarafından demiryolu, madencilik alanlarında yapılan yatırımlar, İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerde oturan halkın su, elektrik, havagazı, telefon, taşıt ihtiyacını gidermek maksadıyla kurulan işletmeler bir tarafa bırakılacak olursa, büyük ölçüde idame ekonomilerinden meydana gelmektedir. Özellikle tarım sektöründe kuru üzüm, kuru incir, fındık, pamuk gibi ihraç ürünleri yetiştiren işletmeler hariç, esas itibariyle kendi ihtiyacı için üretimde bulunan, ancak kendisi tarafından üretilmeyen mahdut malları piyasada satın alabilmek, cep harçlığı sağlamak maksadiyle yetiştirdiği mahsulün bir kısmını piyasaya arz eden veya kısmen piyasa için ürün yetiştiren köylü işletmeleri hakimdir. Bu işletmelerde üretim tekniği geridir, sermaye ihtiyacı asgari seviyededir.” (Zarakolu, 1973, a.g.e., s.28-29). Bu yapının değişmesi için yoğun çaba gösteren dönem hükümetleri, ekonomik kalkınmanın hızlandırılmasında bankacılık sektörünün taşıdığı önemin bilinci içinde ulusal bankacılığın geliştirilmesi için çeşitli girişimlerde bulunmuşlardır. Hükümet ve toplumun tarım, ticaret ve sanayi kesimlerinin önde gelenlerinin katılımıyla 1923 yılında yapılan İzmir İktisat Kongresi’nde, ekonomik gelişme için ulusal bankacılığın Kongre’de ifade edilen görüşlere göre “Özel kesimin olanakları henüz güçlü bankalar kurulma-
iş bankası Sanayi Grubu’nun İktisadi Esasları kapsamında yer alan “Sanayi Bankaları” alt başlığında, “Erbab-ı sanayie kredi yapmak için behemahal bir sanayi bankasının tesisi” ilkesi kabul edilmiştir. İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararların kuşkusuz bağlayıcı bir niteliği yoktu. Ancak Lozan Konferansı’na katılan Türk Heyetinin müzakerelerden çekilmesinden sonra toplanan kongre, sembolik olmanın ötesinde bir anlama sahiptir. Kongreye katılan grupların oluşumu, ağırlıkları, 2. İzmir İktisat Kongresi: 17 Şubat-4 Mart beklenti ve istemleri ile kongrede kabul edilen ilkeler, Cumhuriyet rejiminin kabul ettiği sistem, 1923 uygulanacak iktisat politikaları ve başta banka1923-1929 döneminde Cumhuriyet Yönetilar olmak olmak üzere kurumsal yapılanmalar mi, Osmanlı’dan devralınan olumsuz ekonomik konularına ışık tutmakta, özellikle ilk 10 yıllık miras, ülkenin işgalinden kaynaklanan ağır ma- uygulama konusunda bir tür “kilometre taşı” ya liyetin yanı sıra kurtuluş Savaşının kaçınılmaz da “dönemeç” rolüne sahip gözükmektedir. Niolarak yol açtığı iktisadi tıkanıklıklar ve Lozan tekim bankacılık alanındaki gelişmeleri ve İş Antlaşması’nın getirdiği bazı önemli kısıtlamalar Bankası’nın kuruluş ve faaliyetlerini, 1920’li yılaltında, piyasa ekonomisini oluşturmak doğrul- lardaki iktisadi koşulları dikkate alarak yorumtusunda ılımlı devlet düzenleyiciliği ve müda- larken kongrenin yol göstericiliğini gözden ırak haleciliği ilkesini benimsemiş ve uygulamaya tutmamak gerekir (KOCABAŞOĞLU, U., SAK, koymuştur. Cumhuriyet yönetiminin uyguladığı G., SÖNMEZ, S., ERKAL F., GÖKMEN, Ö., SEiktisat politikasına ve kurumsal düzenlemelere, KER, N.,ULUTEKİN, M. 2001, Türkiye İş Bankaözellikle İş Bankası’nın içinde kurulduğu ban- sı Tarihi, Ankara, Türkiye İş Bankası Yayınları kacılık sektöründeki yapılanmalara ışık tutması s.22-25). için İzmir İktisat Kongresi bir dönemeç olarak yorumlanabilir. 3. İş Bankası’nın kuruluş öyküleri Kongrede kabul edilen ilkeler arasında gerek Tarihçinin geçmişi anlatırken başvurduğu tüccar, gerekse sanayi gruplarının önerileri yer kaynaklar arasında geçmişteki olay ve olgulara almıştır. Tüccar grubunun esasları içinde yer alan “Bankalar” başlığı altında 5 madde sıralanmak- ilişkin somut bulguların (belgeler) yanı sıra kişisel gözlemler, anlatılar ve öyküler az ya da çok bir tadır. Bunlar arasında; yer tutar. Özellikle belgelere yansımayan, tarihin • “münasip bir isim altında bir ticaret ana aktörlerinin kişisel niyet, düşünce ve çabalarını bankası teşkili” (1.madde); anlama ve anlamlandırmada anlatı ve öykülere • “çıkarılacak hisse senedatının Türkiye te- başvurmak kaçınılmaz olur (KOCABAŞOĞLU, basına ve Türk anonim ve sair şirketlere tahsisi” U., 2001, a.g.e., s. 4). (3.madde); İş Bankası’nın kuruluşuna ilişkin en renkli • “Hükümetin dahi bankaya bir sermaye öyküler, “bir banka kurma fikrinin kimden çıkkoyarak hissedarlığına iştiraki ve ancak Hükümet tığı ve kuruluş semayesinin nereden bulunduğu aldığı bu hisseleri talep vukuunda ihraç ile halka etrafında odaklanır. Çünkü Türklerin bir banka satarak yavaş yavaş alakasının kat’ı” (4.madde) kurup işletebileceği konusundaki kuşkulara karönerileri yer almaktadır. Kurulacak ana ban- şın, ulusal bir bankanın kaçınılmazlığına herkes kanın “milli” nitelik taşıyacağı vurgulanmış; inanmaktadır. devletin banka sermayesine iştiraki öngörülürSermayenin kuruluş için gerekli kısmının neken, talep olması durumunda hisse senetlerini reden bulunduğu konusunda görüş birliği vardır. tamamen elinden çıkararak sahip olduğu payı Kurtuluş Savaşı sırasında Hindistan alt kıtasıntasfiye etmesi öngörülmüştür. daki Müslümanlarca Mustafa Kemal’e gönderilen
sı için yeterli değildir. Bankaların kurulmasında devletin katkısı olmalıdır.” (Akgüç 1989, a.g.e., s. 19). Kongre’ye katılan tüccarlar bir ana ticaret bankasının kurulmasını önermişler ve Türkiye İş Bankası bu öneriler doğrultusunda 1924 yılında özel sektör bankası olarak kurulmuştur (TÜRKİYE BANKALAR BİRLİĞİ Yayın Yılı : 2008 Yayın No : 262 Sayfa Sayısı : 271 50. Yılında Türkiye Bankalar Birliği ve Türkiye’de Bankacılık Sistemi “1958-2007”, s 1-3).
61
iş bankası paranın harcanmayan kısmı İş Bankası’nın ilk kuruluş sermayesini oluşturmuştur. Atatürk’ün Riyaset-i Cumhur Umumi Katibi Hasan Rıza Soyak anlatıyor: “… Açtığı çetin mücadeleye yardım maksadıyla Hindistan’dan şahsına yekunu takriben 500-600 bin lira kadar tutan bir para gönderilmişti. O bu paranın 500.000 lirasını Büyük Taarruz’dan önce Maliye’nin karşılayamadığı bazı hususi masraflar için Batı Cephesi Komutanlığı emrine vermişti. Zaferden sonra, 500.000 liranın 380.000 lirası İcra Vekilleri Heyeti kararıyla kendisine iade olunmuştu. Atatürk bu paranın memleket hesabına en hayırlı, en faydalı şekilde nerede ve nasıl kullanılabileceğini düşünüyordu; bu sırada kendisine bir milli bankanın kurulması zaruretinden bahsedilmiştir. Binaenaleyh derhal kararını verdi; elindeki paranın 250.000 lirasını temel sermaye olarak bu işe tahsis etti (SOYAK Hasan Rıza, 1973, Atatürk’ten Hatıralar II, İstanbul, Yapı Kredi Bankası Yayınları, s 684). Öte yandan bankanın kuruluş sermayesi içinde önemli bir yer Hint Müslümanlarından gelen para konusunda sorulan bir soruyu, bankanın kuruluşunda 1. Derecede sorumluluk yüklenmiş ve 9 yıl genel müdürlüğünü yapmış Celal Bayar da 1982 yılında şöyle cevaplandırmıştır: “Ben onu esasında bilmem. Fakat Hint Müslümanları Milli Mücadele’de Atatürk’ün şahsına para göndermişlerdi. Bu paralar ordumuza sarf edilmişti. Belki bu para da o paralardandır. Ama ben böyle bir şeyi araştırmaya lüzum görmedim. Böyle bir şeyi Atatürk’ün aleyhinde olanlar da yaymak isterler. Fakat bildiğim çok önemli bir konu vardır: Atatürk bu paradan aldığı temettüyü hiçbir zaman şahsına kullanmamıştır. Hep üzerine hisse senedi istemiştir. Temettüyü hisse senedine çevirmiştir. Bu para böylece çoğalıp yükselmiştir. Onunla Dil ve Tarih Kurumu’nu kurmuştur.” (CÜCEOĞLU İbrahim, İlk Genel Müdürümüz Bayar’ın 100. Yaşında Bize Anlattıkları, İş Dergisi, Sayı 187 Mayıs 1982, s. 3). Paranın kaynağına ilişkin görüş birliği olmasına karşın, miktarı ve ne kadarının nerede kullanıldığı konusunda anlatılanlar değişiklik gösteriyor. Celal Bayar hakkındaki çalışmalarıyla tanınan tarihçi Cemal Kutay’a göre ise olay şuydu: “Milli Mücadelenin buhranlı günlerinde Hint
62
Müslümanları 500.000 lira toplamışlar, bunun 250.000 lirasını Türk Ordusu’na, 250.000 lirasını Mustafa Kemal Paşa’nın şahsına göndermişlerdi. Büyük Taarruz öncesi gelen bu parayı Başkumandan Mustafa Kemal Paşa olduğu gibi Maliye’ye vermişti. Zafer sonrası kendisine bu para iade edilmiş, o da bir Türk bankası olmadığı için Osmanlı Bankası’na yatırmıştı.” (KUTAY Cemal, Türkiye İş Bankası nasıl kuruldu?, 22 Ağustos 1994 tarihli Gözlem’den aktaran İş Dergisi, Sayı 187, Mayıs 1982 s. 12-17). Mustafa Kemal’in kayınpederi Uşşakizade Muammer Bey’in 4. Çocuğu Vecihe (İlmen) Hanım, kendisinin İş Bankası’nın kurulması ile ilgili konuşmaların 1988 yılında hayattaki tek şahidi olduğunu hatırlatarak şunları anlatmıştır: “Atatürk İzmir’deki evimizin selamlık kısmında özel odasında çalışırdı. Bakanlarla Atatürk sık sık çalışma odasında görüşürdü. Celal (Bayar) Bey de sık çağırdığı bakanlarındandı. Gene böyle bir gün, Celal Bey önce Atatürk ile, onun çalışma odasında görüştü, sonra da bizim yanımıza geldi. Biz, Latife ablam, ben ve babam selamlık bölümünde oturuyorduk. Bu sözünü ettiğim bina şimdi Özel Türk Koleji olarak faaliyette bulunmaktadır... Evet, bu binada babam ile Celal Bey arasında Atatürk’ün 250 bin lirasının nasıl değerlendirilmesi gerektiği üzerinde konuşuldu. Babam ihracat ve ithalatın yabancılar tarafından yapıldığını hatırlatarak bu işleri yapacak bir Türk şirketinin kurdurulmasını önerdi. Celal Bey de bankacılık işlerinin de yabancılar elinde olduğunu hatırlatarak, bir banka kurulmasının yararlı olacağını söyledi. Sonunda da görüş birliğine vardılar. Bugün gibi aklımda, güzel bir akşamüstü idi. Daha sonra Atatürk de çalışma odasından çıkıp yanımıza geldi.” (“Bankamızın Kurucuları: Uşşakizade Muammer Bey”, İş Dergisi, Sayı 265 Kasım 1988, s. 20). Celal Bayar 1984 yılında, 60. Kuruluş yıldönümü dolayısıyla İş Bankası Genel Müdürlüğü’nü ziyaretinde videoya kaydedilen söyleşisinde şunları anlatır: “… Atatürk’ün kayınpederi Muammer Bey (Uşakizade)…Atatürk’e, ‘Bu parayı işletelim’ demiş. Atatürk de ‘Bizim Celal’e git, onunla konuş, ben bu işleri bilmem’ demiş… Muammer Bey geldi bana… Bunun üzerine ben, muhitimiz için, kendimizin bir bankası olmasını, halkımı-
iş bankası zın rahat edeceği, iki taraf da birbirini anlar vaziyette bir banka kurulmasını elzem gördüm. Ve Muammer Bey’e ‘İhracat şirketi de lazımdır ama bu iş daha mühimdir’ dedim. Hem de ferdi olarak, Gazi’nin isminin bu ticaret içerisinde bulunmasının bana hoş görünmediğini belirttim.” (İş Dergisi, Sayı 240, Ekim 1986 s.1-2). Kitaplarında ve çeşitli makalelerinde aşağı yukarı aynı öyküyü anlatan Cemal Kutay, 1939 yılında yayımlanan Celal Bayar adlı kitabının 1.cildinde şöyle yazar: “Sene 924, ay Mayıs… Cumhuriyet henüz 1 yaşındadır. Bir gün Atatürk, İmar ve İskan Vekaletinde vazifesine devam eden Celal Bayar’ı çağırtıyor. Ve Doyçe Oryentbank’ın eski memuruna yeni bir fikrinden bahsediyor: ‘Bir milli banka kurmak!’. Bu o zaman için ancak Atatürk’ten beklenen bir fikirdir. Ve ancak Atatürk’ten geldiği zamandır ki ciddiye alınabilir. Aynı ay içinde Çankaya’da toplanan bir İcra Vekilleri Heyeti toplantısında ‘vatanı kurtaracak ve yükseltecek tedbirlerin başında olarak halkın doğrudan doğruya itibar ve itimadından doğup meydana gelen tam manasıyla modern ve milli bir banka kurmak…’ kararını bildiriyor ve müesseseye İş Bankası adını veriyor” (KUTAY Cemal, Celal Bayar, I. Cilt, İstanbul 1939, s. 25). Bu kıssalardan çıkan hisse şöylece özetlenebilir: Mustafa Kemal’in elinde milli mücadeleden kalan bir miktar para bulunmaktadır. O zamanki kayınpederinin teşviki ile bu birikimi değerlendirmek ister; eski bankacı ve yeni Mübadele ve İmar İskan Vekili Mahmut Celal Bey’in uyarı ve önerisiyle bir banka kurulmasına karar verilir (KOCABAŞOĞLU, U., 2001, a.g.e., s. 9). Karar bir kez verildikten sonra sıra uygulamaya gelmiştir. 1924 yılının Mayıs ya da Temmuz ayındaki bir Bakanlar Kurulu toplantısında karar kesinleşir. Söz konusu toplantının Temmuz ayı başında yapılmış olması olasılığı vardır. Çünkü Celal Bayar’ın bu olayı anlatırken “sıcak bir yaz akşamıydı” diye hatırlamasının yanı sıra, basında bu konudaki ilk haber 8 Temmuz 1924 tarihinde Hakimiyet-i Milliye’de yer alır. Haberde “Celal Bey tarafından tesisi birkaç günden beri mevzubahis olan İş Bankası’nın nizamname-i esasisinin hazırlandığı duyuruluyor ve aynı gün kuruluş için hükümete resmi başvurunun yapılacağı belirtiliyordu (Celal Bayar, İş Dergisi, Sayı
259, Mayıs 1988 s. 9; Hakimiyet-i Milliye 8 Temmuz 1924). Ulusal bir bankanın kurulması kararından sonra olaylar hızlı gelişmiş, bankanın adı, ana statüsü, kurucuları, yönetim kurulu ve faaliyete geçeceği bina saptanmıştır (KOCABAŞOĞLU, U., 2001, a.g.e., s. 11). Bir anonim şirket olarak kurulan İş Bankası’nın ana sözleşmesinin hazırlanması görevi, bankanın kurucuları arasında yer alan ve o sırada Ticaret Vekilliği görevini yürüten Trabzon Mebusu Hasan Hüsnü (Saka) Bey’e, müdir-i umumilik görevi Celal Bey’e verilmiştir. İş bölümü çok tutarlıdır; çünkü şirket esas sözleşmesini hazırlama konusunda Darülfünun Hukuk Fakültesi ve Mekteb-i Mülkiye İlm-i İktisat dersi doçenti olan Hasan Bey daha uygun bir isimken, bankayı fiilen kurmak ve yönetmek konusunda eski bankacı Celal Bey en doğru seçimdir. Bununla birlikte Hasan (Saka) Bey banka için uzun yıllar “bir müşavir gibi” çalışmıştır. Bu arada Siirt mebusu ve Hakimiyet-i Milliye gazetesi başyazarı Mahmut (Soydan) Bey kurucular listesine katılacak ve “meclis-i idare” başkanlığına getirilerek 1936 yılındaki ölümüne kadar bu görevi yürütecektir (KOCABAŞOĞLU, U., 2001, a.g.e., s. 15). Gemlik Reji İdaresi, Ziraat Bankası ve Deutsche Orient Bank Bursa şubelerinde çalışmış, Orient Bank’ta başmemur olmuş, İktisat vekilliği yapmış ve o sırada Mübadele, İmar ve İskan vekilliği görevini yürüten Mahmut Celalettin (Bayar) Bey’in bankayı kurmak ve yönetmek üzere seçilmiş olduğunu biliyoruz. Ancak bu göreve getirilişinin de öyküsünü kendisinden dinleyelim: “Kapısından içeri girerken Atatürk bana, ‘Gel bakalım, bir banka kursak nasıl olur? dedi… ’Bu iş sana heyecan verir mi? Sever misin bu işi? dedi. Evet severim, bu iş bana heyecan verir, dedim. Atatürk bu kez bana yeniden sordu. ‘Sen şimdi bu işi üzerine alıyor musun? dedi. Evet alıyorum, dedim. ‘O zaman vekilliği de, icab ederse mebusluğu da bırakacaksın’ dedi. Tabii, vekillikle banka müdürlüğü bir arada yürümez dedim. Benim bu feragatimi görünce Atatürk duygulandı, gözlerinden yaş geldi. Çok mütehassis oldu. Ben şimdi bunun manasını daha da açabilirim. Bu zamanda birbirlerinin gözünü ‘Sen olmayacaksın vekil ben olacağım’ diye çıkarıyorlarsa; o zaman da öyleydi. Ama ben o zaman vekilliği
63
iş bankası de bırakırım, icap ediyorsa mebusluğu da bırakırım demiştim; bu işin olması için. Atatürk bu cevabımdan sonra ‘O halde bu iş oldu.’ dedi ve şu vecizeyi kullandı: ‘Zeka, dikkat ve iffet! Her şey için muvaffakiyet amilidir. Merak etme muvaffak olacaksın’ dedi.” (KOCABAŞOĞLU, U., 2001, a.g.e., s. 15). Adı konan, ana sözleşmesi hazırlanan, genel müdürü tayin edilen bankanın yönetim kurulunun, o günkü ifadesiyle “meclis-i idaresinin” oluşturulmasına sıra gelmişti. Yönetim Kurulunun nasıl belirlendiği konusunda da ilginç bir öykü var. Celal Bayar anlatıyor: “Hissedarlara gelince; hissedarlar meclis-i idaresi için Atatürk bana, 15 kişi gerek, kimleri uygun görüyorsun? dedi. Bense 30 isim yazayım, dedim. Yani empoze ediyormuşum gibi olmasın diye. İşte o isimlere, gazetede yazı yazanlar, iktisadi meseleleri yazanlar filan, onları da ilave ettim. Aldı baktı ve ‘Bu ukalaları neden başına istiyorsun?’ dedi. ‘Ver bana listeyi, bu işi başaracaksan sen başaracaksın, batıracaksan sen batıracaksın.’ dedi. Sonra bankacılıktan anlayıp anlamamasına göre değil, şahsi münasebetlerde güvendiği, ahlaklı, yakın arkadaşlarına şu talimatı verdi: ‘Celal Bey ne derse onu yapacaksınız. Öyle edepsizlik istemem. Karışmayacaksınız işine.’ Onlar da bana yalnız yardımcı olurlardı, karışmazlardı işime.” (İş Dergisi, Sayı 240,Ekim 1986, s.4-5). 4. İş bankası’nın “İŞ”i Bankanın isim babasının kim olduğu konusunda, Celal Bayar, 1986 Yılında İş Bankası Genel Müdürlüğü’nde banda kaydedilen konuşmasında, “İş Bankası ismi benim değil, Hasan Saka buldu.” demektedir ( İş Dergisi, sayı 240, s 3). Cemal Kutay ise, Celal Bayar’ın ağzından olayı şöyle anlatmaktadır: “Nitekim ertesi günü Çankaya’da kayınpederi Muammer Bey’in yanında Celal Bey’e bir isim üzerinde arzusunu soruyor ve cevap beklemeden şöyle diyor: Siz bu kurulacak banka ile bakir sahalarda faaliyet gösterecek, iş yapacaksınız. O halde her şeyi ile Türk olacak bu bankaya Türkiye İş Bankası ismine ne dersiniz?” O sahneyi Celal Bey şöyle anlatır: “Bir isim de ben düşünmüştüm, fakat itiraf edeyim, gaye
64
ile adı bu kadar tam ve aydınlık ifade edecek isim hatırıma gelmemişti, ama içimden bir ses hedefi tek kelimeye sıkıştıracak buluşun o büyük adamdan geleceğini söylüyordu. Nitekim öyle oldu (KUTAY C. Türkiye İş Bankası nasıl kuruldu? S.14). Ulus Gazetesi’nin 15. Yıl ekinde ve Falih Rıfkı Atay tarafından kaleme alınan, Türkiye İş Bankası: 26 Ağustos 1924, Kuruluşu, Çalışmaları, Eserleri adlı broşürde de bankanın adının bizzat büyük kurtarıcı tarafından konulduğu belirtilir. 1958-1959 yıllarında İstanbul Tepebaşı şubesi müdürü olan Mustafa Kemal Sayıl da kendisiyle yapılan sözlü tarih görüşmesinde, bir gün Hasan Saka’nın kendisini ziyarete geldiğini, “hasbeltesadüf” eski başbakanlardan tarih Ord.Prof. Dr.Şemsettin Günaltay’ın da şubeye uğradığını ve bu iki eski başbakanla sohbet etme imkanı bulduğunu ve İş Bankası’nın isim babasının Hasan Saka olduğunu bizzat Hasan Saka’nın ağzından dinlediğini anlatır. Bu anlatılanlardan çıkan sonuç, İş Bankası adının ilk kez Hasan Saka tarafından önerildiği, Mustafa Kemal’in de bu adı benimseyerek onayladığı şeklinde olabilir. Bankanın kuruluş aşamasında büyük emeği geçen Hasan Hüsnü (Saka) Bey’in bu adı önermiş olması ayrıca çok olası görünmektedir. Çünkü ekonomik konularda bilgili ve tecrübeli olan ve Lozan görüşmelerinde Türkiye’yi temsil eden Hasan Hüsnü Bey, bir anonim şirket şeklinde örgütlenecek bankanın ilk ana sözleşmesini hazırlayan kişi olduğu gibi, ileride İtibar-ı Milli Bankası’yla birleşme konusunda da önemli görevler üstlenecektir (KOCABAŞOĞLU, U., SAK, G., SÖNMEZ, S., ERKAL F., GÖKMEN, Ö., SEKER, N.,ULUTEKİN, M. (2001), Türkiye İş Bankası Tarihi, Ankara, Türkiye İş Bankası Yayınları). 2001 yılında yukarıdaki paragrafı alıntıladığımız eserin yayımlanmasından 3 yıl sonra, Haziran 2004 ayında, İş Bankası Maslak Şubesi müdürü olan bu satırların yazarı, 1958-1959 yıllarının İstanbul Tepebaşı şubesi müdürü Mustafa Kemal Sayıl tarafından ziyaret edilmiş ve 16 Şubat 2015 tarihinde aramızdan ayrılmış olan rahmetli büyüğümüz, yazarı olduğu, “Bir İş Bankalı’nın Öyküsü” adlı, 753 sayfalık kitabı imzalayarak tarafımıza armağan etmiştir. Söz konusu eserde bu husus şöyle anlatılmaktadır: “Yine Şemsettin Günaltay ile bir gün Ban-
iş bankası kada sağdan soldan konuşurken bana, “Müdür İş Bankasının adı nereden geliyor biliyor musun? diye sordu. “Beyefendi, biz Bankanın adının Atatürk tarafından verildiğini biliriz.” dedim. Ş.Günaltay’ın politikacılıktan başka bir diğer yönü de tarih müderrisi, tarih profesörü oluşuydu. Ayrıca Atatürk’ün kurduğu kurumlardan Türk Tarih Kurumuna da başkanlık yaptığını hatırlıyordum. Dedi ki, “Yanlış, yanlış. Tarih, gerçekleri araştırıp bulmalı, hele yaşayanlar gerçekleri yaşadıkları sırada telaffuz etmelidirler. İş Bankası’nın adını Atatürk değil, hemşehriniz Hasan Saka koymuştur. İş Bankasının kurulmasına karar verilip, kuruluş hazırlıklarının hukuksal ve mali yönleri Atatürk tarafından, hazırlanmak üzere zamanın Ticaret Vekili Hasan Saka’ya verilince, o verilen görevi hızla ikmal etmiş ve hazırladığı esas mukavele ile diğer yasal belgeleri bir rapor halinde Atatürk’e takdim etmişti. Bir gece Çankaya’da Atatürk’ün huzurunda kalabalık bir masada, konu kurulmasına karar verilen bankaya gelince, Atatürk, “Bu bankanın adı ne olmalıdır?” sorusunu ortaya atıyor. Bunun üzerine bankanın kuruluş hazırlıklarıyla görevlendirilmiş olan Hasan Saka, ne de olsa masadaki diğer şahıslara nazaran konuyla ilgili daha bir bilgili durumdaydı ve “Paşam, bu banka ana mukavelesinde görülen işlerle meşgul olacağına göre bunun ismi zaten belirlenmiş durumdadır.” diyor. Bunun üzerine Atatürk, “Hasan Bey ne olacaktır?” diye soruyor. Hasan Saka da “Efendim, madem ki her türlü işle uğraşacaktır, öyleyse adının İş Bankası olması en tabii ve uygun isimdir ve bu ismin tescil edilmesi yerinde olur.” diyor. Atatürk bundan çok memnun kalıyor. “Çok doğru, çok doğru.” diyor ve teklifi tasdik ediyor. Mustafa Kemal Sayıl şöyle devam ediyor: “Ben kısa bir süre sonra Hasan Saka’yı Park Otel’in bahçe girişindeki pastanede yalnız otururken görünce yanına gitmiştim. Trabzon mebusu olduğundan, ailemin yaşlıları ile de arkadaşlığı olduğundan tanışırdık. Oturmamı söyledi. Hal hatır faslı geçtikten sonra “Beyefendi, bir vesileyle Sayın Şemsettin Günaltay bankaya geldi. İş Bankası adının tarafınızca teklif edilerek Atatürk tarafından kabul gördüğünü söylediler. Tabii bu tarihi bir olay. Açıklığa kavuşması isabetli olur.” dedim. Güldü. “Şemsettin Günaltay’ın anlattıkları doğrudur. İsim benim teklifim üzerine Atatürk
tarafından beğenilmiş ve bankaya İş Bankası adı verilmiştir dedi.” (SAYIL Mustafa Kemal, 2004, Bir İş Bankalı’nın Öyküsü, s.141-142”). Cumhuriyet döneminin ilk milli bankası olan İş Bankası, Atatürk’ün direktifleriyle İzmir Birinci İktisat Kongresi’nde alınan kararlar doğrultusunda 26 Ağustos 1924 tarihinde kuruldu. İş Bankası Celal Bayar’ın umum müdürlüğünde iki şube ve 37 personel ile faaliyete geçti. Nominal sermayesi 1 milyon TL’ydi. Bu sermayenin fiilen ödenen 250 bin TL’lik bölümü ise bizzat Atatürk tarafından karşılanmıştı. 5. Kuruluştan Sonrası: Bu makalenin boyutları İş Bankası tarihinin ancak kuruluş safhasının anlatılmasına yetmektedir. Cumhuriyetle yaşıt 91 yıllık İş Bankası tarihini anlatmak için, Türkiye’de bankacılığın tarihsel gelişmesinin, ulusal bankalar döneminin (1923-1932), İş Bankası’nın kurulduğu 1924 tarihinden sonrasını ve kamu bankaları (1933-1944), özel bankalar (1945-1960), planlı dönem (19601980), serbestleşme ve dışa açılma (1981-2001) ve yeniden yapılandırma (2002-2007) dönemlerinin ve bu dönemlerde İş Bankası’nın faaliyetlerinin, Bankayla ilgili gelişmelerin irdelenmesi gerekir ki, bu faaliyet birden çok makalenin konusunu oluşturur, hepsi bir araya gelince de oldukça kapsamlı bir kitap yayımlanabilir. Bu nedenle bu makalenin anlam bütünlüğünü kaybetmemek adına kuruluştan sonrasına sadece çok önemli gördüğümüz satır başlarına değinilerek, kuruluştan sonra bugüne kadar olup bitenlerin çok kısa bir özeti verilmeye çalışılacaktır. İş Bankası, İktisat Kongresi’nin ticaret grubunun bir “ticaret ana bankası kurulması” talebine uygun olarak özel sermayeli bir ticaret bankası olarak kurulmuş olmasın karşın, “Nizamname-i Esasi’sinin 2. Maddesinde, bankanın amaçları arasında, • tüm banka işlemlerini yapmak, • tarımsal ve sınai faaliyetler ile madencilik ve bayındırlık faaliyetlerinde bulunmak, • çeşitli eşyanın, araç ve gereçlerin üretimi veya temini için şirketler kurmak, bu alanda faaliyette bulunan şirketlere iştirak etmek, kuruluşlarla ortaklaşa veya bu kuruluşlar ad ve hesabına, çeşitli sınai ve ticari faaliyetleri gerek kendi ad
65
iş bankası ve hesabına, gerekse yerli ve yabancı kuruluşlarla ortaklaşa veya bu kuruluşlar ad ve hesabına üstlenmek ve uygulamak görevleri yer almaktadır. 2. maddede ayrıca belirtilen faaliyet alanlarının kısıtlayıcı olmadığı da hükme bağlanmıştır. 2. maddenin bir bölümü kuruluştan hemen sonra genişletilmiş; sigortacılık, taşımacılık, ihracat, turizm ve enerji üretimi ile dağıtımı da faaliyet alanı içine alınmıştır. Her ne kadar belirlenen alanlarda faaliyette bulunma zorunluluğu bulunmasa da, bu nizamname-i esasiyle bankaya iktisadi hayatın her sektörüne sermaye aktarma, hatta kurup işletme görevi verildiği görülmektedir. İş Bankası, kuruluşundan bugüne değin ana ticaret bankası olma misyonu yanında bir kalkınma ve yatırım bankası olarak da iş görmüştür ve görmektedir. İş Bankası 91 yılda, 300 dolayında şirkete, ya sermaye katkısıyla iştirak etmiş, ya da bizzat kurup işleterek memleket ekonomisine kazandırmıştır. Bunların en önemlisi, bugün dünyanın en büyük cam üreticilerinden biri olan Şişe Cam’dır. Sermayesinin tamamı İş Bankası Grubuna aittir. Türkiye’de tasarruf bilinci İş Bankası’nın Kumbara uygulamasıyla başlamıştır. Banka, Türkiye Sınai Kalkınma Bankası, Sınaî Yatırım ve Kredi Bankası gibi yatırım bankalarının kuruluşunda sermaye katılımıyla görev üstlenmiştir. İş Bankası, ileri teknolojiyi bankacılıkla tanıştıran kurum olmuştur. Kuruluşundan bugüne gelen “ilklerin bankası” olma özelliğini, elektronik
bankacılığın gelişimi ekseninde sürdürmüş, 1982 tarihinde çevrim dışı olarak hayata geçirilen ilk Bankamatikler, 1987 tarihinden itibaren elektronik bankacılığın tüm imkânlarını ülkenin dört bir köşesine yaygınlaştırmaya başlamıştır. İlk on line real time bankacılık İş Bankası yazılımcılarının eseridir. 1980 öncesi Mavi Çek’le “banka garantili çek” sistemini başlatarak günlük ödemelerde çek kullanımını yaygınlaştıran İş Bankası, 1990’ların başında da “Mavihat” telefon bankacılığı, internet bankacılığı, interaktif bankacılık uygulamalarını başlatan ilk banka olmuştur. Toplam aktifleri ve geniş mevduat tabanıyla Türkiye’nin en büyük özel bankası olan İş Bankası iştirakleriyle birlikte, müşteri odaklı, yenilikçi ve çağdaş yaklaşımıyla kurulduğu günden bu yana ülkenin en değerli ve güvenilir kurumlarından biri olmayı başarmıştır. “Türkiye’nin Bankası” tanımıyla özdeşleşen “İş Bankası” Türk halkının en güvendiği kurumlar sıralamasında her zaman ilk sıralarda yerini almaktadır. Sonuç: Türkiye İş Bankası Tarihi – Kuruluş başlıklı makalemizde son sözü, İş Bankası’nın kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e ve İş Bankası’nın 91. kuruluş yıl dönümünü kutlamaya hazırlandığı şu günlerde İş Bankası’nın dünyada ve Türkiye’de bulunduğu yerin en somut göstergesi olan rakamsal verilere bırakmak uygun olacaktır.
Gazi Mustafa Kemal’in 26 Ağustos 1924 tarihindeki banka açılışı için gönderdiği yazı: “Bu müesseseyi muvaffak kılmanızı temenni ederim. Böylelikle milli vasıflarınıza bir yenisini ekleyeceksiniz. Çalışmalarınızı dikkat ve hassasiyetle takip edeceğim. Endişe etmeyiniz; zekâ, dikkat, iffet en büyük âmilinizdir.”
66
iş bankası 26 Ağustos 1926 Gazi Mustafa Kemal 26.08.1924’te Atatürk’ün, akşam sohbeti esnasında Türkiye İş Bankası İdare Meclisi üyelerine söyledikleri: “Sermayenin azlığına bakarak cesaretiniz kırılmasın! Böyle kurumlar için en kuvvetli sermaye, zekâ, dikkat, iffettir; teknik ve metodik çalışmasını bilmektir. Bu inançla işe sarılınız, mutlaka başarırsınız! ...Bu işte başarı kazanmayı, eğer şahsî bir onur meselesinden daha ileri, millî bir gurur, millî bir onur meselesi yaparsanız çalışmak için, amacınıza ulaşmak ve daha yükselmek için muhtaç olduğunuz ateşi, enerjiyi bol bol yüreklerinizde bulacaksınız!” (Cumhuriyet Gazetesi 27.8.1934). Türkiye İş Bankası’nın 10. kuruluş yıldönümünde (26 Ağustos 1936) söyledikleri: “İş Bankası kurumu, Cumhuriyet tarihinde ekonomi bakımından başlı başına yer alacaktır. Bu kurum, çok küçük bir servetin bile ekonomik hayatta birey yararlarına adanmayıp, ulus yararlarına adanmasından çıkabilecek olan büyük sonuçları, az bir zamanda ve en çok yepyeni bir devlet kuruluşunun türlü inkılâp güçlükleri içinde dünyayı saran bir şekilde uygulayarak göstermiştir.” http://www.atam.gov.tr/ataturkun-soylev-ve-demecleri/is-bankasi-hakkinda
“Dünyanın en saygın ekonomi ve finans yayınları arasında yer alan The Banker tarafından hazırlanan “Dünyanın En Büyük 1000 Bankası” listesi açıklandı. Türkiye İş Bankası, bu yılki listede 96’ıncı sıraya yükselerek en büyük 100 banka arasına giren ilk ve tek Türk bankası oldu. The Banker dergisinin Temmuz 2015 sayısında yayımladığı listede, son yıllarda olduğu gibi bu yıl da Türk bankaları arasında en üst sırada yer alan İş Bankası, ana sermaye düzeyi ile pek çok Avrupa bankasını da geride bıraktı ve Türkiye’nin en büyük bankası olarak 96’ıncı sıradan listeye girdi.” (http://www.haberturk. com/ekonomi/haberin-var-mi/haber/1102664-isbankasi-dunyada-ilk-100deki-tek-turk-bankasi ; http://www.thebanker.com/Top-1000-WorldBanks ). “Türkiye İş Bankası’ndan yapılan, KAP’a bildirilen açıklamaya göre, bankanın toplam nakdi kredileri 2014 yılı sonuna göre yüzde 12,3 artışla yılın ilk yarısında 175,1 milyar TL’ye ulaştı. Özkaynak büyüklüğü 28,8 milyar TL seviyesinde gerçekleşen İş Bankası’nın ilk 6 aylık net dönem karı 1 milyar 820 milyon TL oldu. Açıklamada görüşlerine yer verilen İş Bankası
Genel Müdürü Adnan Bali, “İş Bankası yılın 2. çeyreğinde de sorunsuz ve istikrarlı büyüme politikasını başarıyla uygulamış ve aktif büyüklüğünü 268,3 milyar TL’ye yükselterek Türkiye’nin en büyük özel bankası olmaya devam etmiştir” ifadesini kullandı. Saygın ekonomi yayınları arasında yer alan The Banker dergisinin ana sermaye büyüklüğüne göre yaptığı “Dünyanın En Büyük 1000 Bankası” sıralamasında İş Bankası’nın birçok Avrupa ve Türk bankasını geride bırakarak 96. sırada yer aldığını hatırlatan Bali, güçlü sermaye yapısı ve karlılıkla bu yıl da Türk bankaları arasındaki güçlü ve öncü konumlarını sürdüreceklerini dile getirdi. Bali, “Cumhuriyet’ten bir yıl sonra kurulmuş bir müessese olarak 91. kuruluş yıl dönümünü kutlamaya hazırlanan İş Bankası, çalışanlarından, müşterilerinden ve hissedarlarından aldığı güçle, sürdürülebilir büyüme politikasından ödün vermeksizin sektörüne öncülük etmeye ve ülkemize değer katmaya devam edecektir” değerlendirmesinde bulundu.” (http:// www.finansgundem.com/bankacilik/is-bankasi2015-2-ceyrek-net-karini-acikladi-698485. htm#ixzz3hmPRfSs6).
67
Uzun ve meşakkatli bu yolda sizler sayesinde ilk adımımızı atmış bulunmaktayız. Her zaman birlikte daha güçlü güçlü adımlarla ilerlemeye devam edeceğiz, hepimize hayırlı olsun. İlk sayımızı tamamlamış bulunuyoruz. Şimdi biraz dinlenme zamanı. Arkamıza yaslanmanın zamanıdır artık. 68
çaylar yönetimden :)
Osmanlı Türkçesi
ABD tarihinde yabancı dilde yapılan tek anlaşma
69
Osmanlı Türkçesi
70
Osmanlı Türkçesi
30 Ağustos Bazı zaferler ve müdâfaalar vardır ki bi-zâtihi ehemmiyetlidir, ve bir millet için başlı başına bir kıymet teşkîl ederler. Bazı vak’alar da vardır ki bilhâssa istikbâl üzerine olan tesiri itibariyle tarih sahîfesinde unutulması imkânı olmayan bir iz bırakırlar. 30 Ağustos her iki itibarla da mühim bir tarihtir. Dünyanın en kuvvetli milletleri tarafından himaye görerek Ankara önüne kadar gelen müstevlî ordu ‘’ 30 ’’ Ağustos’da en kat’î darbeyi yemiş ve âdetâ nefretten kuduran Anadolu’nun azametli dağları düşman sürülerini ezmiş ve yutmuştu. Zâlim istilâcıların kalbine havâle edilen bu öldürücü darbe yaşayan bir milletin azametli bir hamlesinin eseri, pek yüksek bir askerî dehânın mahsûlüdür. Böyle olduğu içindir ki netîcesi bir tarafa bırakılsa bile bi-zâtihî bu zafer büyük bir eserdir. Bazıları bunu bir mucize telakkî ederler. Evvelden yapılan hesap ile bunun takdîri imkânı olmadığını söylediler. Bazıları ise ‘’ mucize ‘’ sözünü manasız gördüler. Evvelden düşünülmüş, hatve hatve emniyetle tatbîk edilmiş bir planın netîcesi olarak kabûl eylediler. Eğer İstiklâl Harbi’nde irâde kudreti, tazyîk altında ezilmeye mahkûm kılınan bir milletin hamlesi hesaba katılmazsa bütün o harb bu zafer bir mucizedir. Çünki Türk milletinin ecnebi tazyîkiyle evvelden tahmini imkansız olacak suret de artan iradi kuvveti, bilhassa ordunun başında bulunan dehânın kudretidir ki bütün maddi müşkülâtı yenmiş ve bu emsalsiz zaferi yaratmıştır. Eğer bunlar hesab edilirse ortada mucize ve tesadüf denilecek bir şey yokdur. Türk ordusunun hasmına çok fâik olan ordusu ve büyük kumandanın dehâsı bu zaferi vücûda getirmiştir. Yalnız insan kudreti, ne bir milletin göstereceği manevi hamleyi, ne bir dâhinin istikbalde yapabileceği eseri bir riyâz-ı dustur halde tesbit edilebilir. Bunun içindir ki hariçden görenler onu bir mucize addederler. Zaferin büyük kumandanı ise evvelden hazırlanmış bir planın tatbîkinden başka birşey görmemiştir. Zaten büyük âdâmın alelade insandan farkı kuvvetini takdîr eylemesi , istikbâli ibda’ edebileceğini vuzuhla bilmesidir . Büyük âdâm içün çok şuurlu ve tabii olan bu hareket alelade insan içün fevkalâde bir eser, bir mucize olur. (30 Ağustos ) günü tarihinde millî kudretin büyük dehânın en azametli bir eserine işaret olarak kalacaktır. Fakat bu kadar değildir. Bu zafer Türk milletine büsbütün yeni bir istikbal açmıştır, o zaferle yalnız istiklâli kurtarmadık, istikbalde çok kuvvetli bir mefkûre ile yürüyebilmek imkânını da bulduk. 30 Ağustos zaferini milli kudret yarattı, fakat zafer de milli kuvveti artırdı. Onun içindir ki bugün medeniî mefkûremize doğru süratle yürüyebiliyoruz. Büyük cidâlimizde Anadolu’ nun bağrında doğan büyük hamle ve azimli ruh, böyle her sene tazelenerek, kuvvetlenerek asırlarca devam edecek, vatan için ölen mukaddes şehitlerle istiklâli kurtaran büyük Türkler’in hatıraları ve destanları gençlik için ebedi bir düstûr olarak yaşayacaktır. 30 Ağustos zaferi ile yeni Türkiye tesis etti. Her sahada yaratmakta olduğumuz büyük inkılâbın temelleri beş sene evvel ordumuzun Akdeniz’e doğru yıldırım gibi aktığı günlerde atıldı. Belki yarın bir mudakkik bu büyük zaferin şark âlemindeki tesirini de bize anlatabilecektir. Çünkü o tarih diğer mazlûm milletler için de bir bayram oldu.Tahsisde bu iştirâkın onların irâdey-i kudretini de artırmadığını artırmayacağını kim iddiâ edebilir ?
71