ANİME İNCELEME SAYI 2 - KASIM
Hazırlayan Rafet Kaan Moral
Kapak Tasarımı Kerim Moral
Yazarlar Ahmet Ziya Sekendiz Bensu Cangüler Ercan Gürova Kerim Moral Kürşat Zaman Meltem Uzun Mert Yörük Mr. Joe Nagashima Iku Niğmet Kara Oğuz Aral Olca Karasoy Rafet Kaan Moral Talat Pamuk
www.anime-inceleme.com kaanmoral@gmail.com
Ahmet Ziya Sekendiz Olca Karasoy Rafet Kaan Moral
ANİME İNCELEME SAYI 2 - KASIM
İçindekiler Rafet Kaan Moral
Kerim Moral
3- Ekim Ayında Neler Oldu? 5- Watashi wa Olca! 6- Popülerliğini Kaybetmeyen bir Tür: Manga 7- Dosya Konusu 11- Slam Dunk Anime İncelemesi 13- Kültür Aşısı 19- Doğaya Karşı Sorumlu Olduğumuzu Hatırlatacak Animeler 21- Atari Salonu 25- Dragon Ball’ın Ana Karakteri Goku Kimdir? 27- Cosplay ve Rolün Yapışması 28- Cosplay’e Dışarıdan bir Bakış 30- Mr. Joe’den Masallar 31- Türkiye’de Anime ve Manga 32- Bir Yönetmenin Gözünden
Shingeki No Kyojin Temmuz 2018’de Dönüyor! Popülerliği tartışılmaz bir seviyeye ulaşan Shingeki no Kyojin veya diğer bilinen ismiyle Attack on Titan, 2018 yılının Temmuz ayında hayranlarının karşısına çıkacak. Şimdilik kaç bölüm olacağı belli değil lakin tahminler ikinci sezon gibi on iki bölüm olacağı yönünde. İkinci sezonda görev alan tüm personel ve seslendirme kadrosu üçüncü sezonda da yer alacak. Buna karşın animasyon direktörlüğü gibi önemli pozisyonlarda görev alan Ayumi Yamada’nın ismi üçüncü sezonda yer alacak personellerin arasında geçmiyor. Üçüncü sezon yayınlanmadan önce hafızanızı tazelemek için 13 Ocak 2018 tarihinde yayınlanacak olan ve ikinci sezonun özeti niteliğindeki anime filmini izleyebilirsiniz.
Hayao Miyazaki “Son” Anime Filmini Açıkladı Anime deyince akıllara gelen ilk stüdyolardan olan Studio Ghibli ve Ghibli deyince de hepimizin aklına gelen üstat Hayao Miyazaki final projesini açıkladı. Yaptığı açıklamalara göre hazırlanışı üç – dört yıl sürecek olan projesi Yazar Yoshino Genzaburo’nun 1937 yapımı aynı adlı eseri Kimitachi wa Dō Ikiru ka (Nasıl Yaşıyorusn?) olacak. Eserde Koperu adlı bir adam ile amcasının yaşamını konu alıyor ve hayatın içinden teması ile biraz doğaüstülüğü birleştiriyor. Miyazaki en son olarak 2013 yılındaki anime filmi Kaze Tachinu ile karşımıza çıkmıştı. Miyazaki’nin bu yeni filmi gerçekten son mu olacak tartışılır çünkü daha önce de birkaç kere emekli olduğunu açıklamış ve sahalara geri dönmüştü.
Ufukta Yeni Bir Free! Gözüktü Sevilen gençlik serisi Free!’nin resmi sitesinden yapılan duyuruya göre sevilen seri 2018’in yazında üçüncü sezonuyla tekrar merhaba diyecek. Sevilen serinin 2013 ve 2014 yıllarında 13+12 şeklinde iki sezonun yanında öncesini konu alan 2015 yapımı bir film ve Timeless Medley unvanını taşıyan özet niteliğinde iki filmi daha bulunuyor. Free!’nin takip ettiği bir mangası olmadığı için konusunun ne olacağı hakkında henüz resmi bir açıklama yok. Tahminen yine 12 – 13 bölümden oluşacak olan üçüncü sezon ikinci sezonun bıraktığı yerden Haruka ve arkadaşlarının macerasını devam ettirecek. Free!’nin ilk sezonu sitemizden 7.0 puan ve ikinci sezonu ise 7.5 puan aldı.
Gosho Aoyama’dan Dikkat Çekici Notlar 18 Ekim tarihinde Yayıncı Shogakukan tarafından yayınlanan, Dedective Conan’ın yaratıcısı Mangaka Gosho Aoyama’nın otuz yıllık çalışma hayatı şerefine, 30. Yıldönümü olarak piyasaya sürülen kitapta manga olmak üzere çeşitli eserlerin üretiminin hiç de dışarıdan göründüğü gibi kolay olmadığı yazıyor. Aoyama’nın verdiği bilgilere göre kendisi haftanın beş günü olmak üzere günlük tam yirmi saat çalışıyor. Ofisinde yatıp kalkan, yemeğini de orada yiyen Aoyama, 23:00 – 02:00 saatlerinde uyuyor. Öğlen vakti yarım saat kestirdiğini de söyleyen mangaka, eğer sıkışıksa onu da es geçtiğini belirtiyor. Disiplini, plan – projeyi asla elden bırakmayan Aoyama’nın çalışma takvimi için siz ne düşünüyorsunuz?
3
En Güçlü Kahraman Geliyor! Hepimiz zaten bekliyorduk ve beklediğimiz resmi açıklama geldi. One Punch Man’in ikinci sezonu nihayet resmiyet kazandı. 2018’in yaz dönemine planlanan anime serisinin ayrıca akıllı telefonlar için bir oyunu da gelecek. 2015 yılında yayınlanan 12 bölümlük ilk sezon yayınlandığı dönemde adeta ilgi patlaması yaratırken bizden de 9.0 gibi bir puan almıştı. One Punch Man’in kardeşi Mob Psycho 100’den ise şimdilik bir gelişme yok. 2016 yılında yayınlanan ve Saitama kadar sevilen Mob’un macerasının da çok geçmeden kesinlik kazanacağı aşikar. Lakin One Punch Man gibi Mob Psycho 100’de 2018’de mi çıkar? Tartışılır. Tahminen Mob sahneyi Saitama’dan 2019’da devralacak.
Netflix’ten bir Uyarlama Daha: Erased Orijinal adıyla Boku Dake ga Inai Machi olarak da bilinen ve 2016 yılında yayınlanan popüler animelerden birisi olan Erased, Netflix sayesinde live – action uyarlamaya kavuşuyor. Yeni uyarlama 15 Aralık 2017’de galasını yapacak ve yaklaşık 190 ülkede Netflix aracılığı ile gösterime girecek. Üstelik mangasının son bölümü, yani animede uyarlanmayan kısmı karşımıza çıkacak. Bir başka live – action uyarlama olan Itazura na Kiss’ten tanıyabileceğiniz Yuki Furukawa, Satoru karakterini ve yönetmen koltuğunda ise Ten Shimoyama bulunuyor. Netflix’in fiyasko olarak lanse edilen Death Note uyarlamasından sonra Erased’in özüne sadık kalarak uyarlama konusunda kendisi affettirecek gibi.
Yeni Trailer ile Ginyu Force’a Göz Atın Dünyadaki Dragon Ball sevgisinden herhalde bahsetmeye gerek yok.. 1986’dan beri devam eden ve popülerliğinden hiçbir şey kaybetmeyen Akira Toriyama’nın ölümsüz eseri, anime serisinin yanında farklı şekillerde de sevenlerinin karşısına çıkıyor. Bunlardan birisi de şüphesiz oyunları. Tüm platformlar için 26 Ocak 2018’de çıkması beklenen son oyunları Dragon Ball FighterZ’dan da gün geçtikçe yeni detaylar ve videolar gün yüzüne çıkıyor. Yayınlanan yeni videoda ise Kaptan Ginyu ve ekibinin de FighterZ’da tam kadro yer aldığını görebiliyoruz. FighterZ’nin en büyük özelliği, seleflerine göre 3D dövüş sistemini terk edip Marvel vs. Capcom oyunlarındakine benzer çoklu karakterleri 2D dövüş sistemine geçmesi.
Hollywood bir Animeye Daha mı El Atıyor? Pozitif eleştirilerle Marvel’in yüzünü güldüren Thor: Ragnarok’un yapımcısı ve yazarlarından Craig Kyle, Tokyo’da katıldığı Japan Content Showcase’de Hajime Segawa’nın Ga-Rei serisinin uyarlaması üzerine çalışmalara başladığını açıkladı. Lakin yaptığı “iki kızın yaşayanlar ve ölülerin kaderini çizeceğinin hikayesi” demesi daha çok Ga-Rei: Zero uyarlaması mı olacak sorusunu akıllara getiriyor. Zero, orijinal hikayenin öncesini konu alıyor ve orijinal hikayenin henüz bir anime uyarlaması bulunmamakta. Kyle, çıtayı yükselterek Ga-Rei’in bir sonraki Game of Thrones olma potansiyeline de sahip olduğunu söyledi. Uyarlama gerçekleşir mi, orijinaline ne kadar sadık kalınacak artık zaman gösterecek.
4
Animelerde Şiddet ve Cinsellik İnsanlar, kendileri güvende ise şiddeti seyretmeyi çok severler! Şiddet istemsizce de olsa hayatımızın her evresinde karşımıza farklı formlarda çıkabiliyor. Absürt şekilde de bundan zevkte alabiliyoruz. Üstelik bunu kanıtlamak için bilim adamı da olmaya gerek yok. Bakınız en çok izlenen videolara, filmlere veya internetten aranan kelimelere ya şiddet ya da cinsellikle ilgilidir. Bu da aslında şiddet ve cinselliğin yaşamlarımızın vazgeçemediğimiz bir parçası olduğu anlamına geliyor. Gerçek hayatta şiddetle ifade etmek isteyeceğimiz duygularımızı her zaman açığa çıkartamayız ve bu duygularımızı bir kitaptaki veya filmdeki şiddet uygulayan karakter ile özdeştirerek yansıma yapabiliriz. Belki de özellikle bu sebeple vahşet filmlerini her daim bir izleyici bulur. Sinemanın bir türü olan anime de şiddetten nasibini bolca almıştır tabi. Konumuz gereği ben sizlere animelerde ki şiddetten bahsedeceğim.
Animelerde özellikle korku, aksiyon ve bilimkurgu türlerinin ve alt türlerinin şiddeti barındırdığını görürüz. Şiddet en çok sanata yakışan bir unsurdur. Sion Sono gibi yönetmenlerin ellerinde şiddet, mucizevî şekilde bir güzelliğe kavuşur. Bu sebeple şiddeti kimin ne açıdan kullandığı da büyük önem taşır. Örneğin bir korku animesinin de sadece şiddet ve kan sahneleri ile tatmin olmaya çalışan izleyici kitlesi olduğu gibi şiddetin sanatsal boyutundan zevk almaya çalışan seyircileri de olacaktır. Daha iyi anlamanız için Quantin Tarantino filmlerini göz önüne getirebilirsiniz. Tarantino, şiddeti bir sanat aracı olarak görür ve bizler bir onun filmini izlerken filmde fışkıran kanlarda kanda ziyade sanat görürüz. Animeler seyircisine renkli hem de çok renkli bir dünyanın kapısını açar. Orada hiç bir şey durağan değildir ve bir sinema filminde ki gibi durağan sahnelere çok rastlanmaz. Özellikle aksiyon, korku ve bilim kurgu türlerinde. Bu türler bizleri sürekli tetikte tutması gereken yapımlar olduğu için şiddeti bolca kullanırlar çünkü şiddet seyirciyi ekrana kilitleyen yegane unsurların başında gelmektedir. ,
Şiddetten kastım sadece kan değil elbette. Her türlü şiddet! Mesela Old Boy. Sizi kaçırıp yıllar boyu süren bir tutsaklığa
hapsettiklerini düşünün. Bunu kimin neden yaptığını da bilmiyorsunuz üstelik. Tepkiniz ne olurdu? Bu şekilde hayatınızın sizden çalınması bir nevi şiddet değil mi? Mirai Nikki animesini düşünün. Yuno karakterinin bu denli sevilmesinin sebebi nedir? Hemen bir dipnot geçeyim; Yuno karakterini daha çok kadınlar sever çünkü özellikle aşık bir kadının kendisini Yuno ile özdeştirmesi mümkündür. Normalde katliamlar yapan minik bir kızın sevilmekten daha çok korkulması gereken bir karakter olması gerekirken Yuno karakterini benimser ve severiz. Bunun sebebi Yuno’nun aşkı için cinayetler işlemesidir ve tabi ki güçlü olması. İnsanlar kendileri güvende ise şiddeti severler. Bunun sebebi hepimizin içinden her gün karşılaştığımız durumlara karşı oluşan öfkedir. Lakin bu öfkeyi dışarıya yansıtmak başımıza bela açacağı için şiddeti kendimizi özleştirdiğimiz bir sinema karakteri ile dışa vurulduğunu görerek deşarj olabiliriz. Aslında geçmişten günümüze animelerde şiddet ve cinsellik üzerine yazdığım yüksek lisans tezim doğrultusunda bu yazıyı kaleme alacaktım lakin tezim Naussica ve Code Geass animeleri doğrultusunda hazırlandığı için genel bir “animelerde şiddet ve cinsellik” temalı bir yazı dizisi oluşturmaya karar verdim. Bu da siz okuyucular için bir başlangıç yazım olsun. Animelerden örnek ile “Animelerde Şiddet ve Cinsellik” konusundan önümüzde birkaç ay yazmaya devam edeceğim.
Olca Karasoy
Geçmişi yüzyıllar öncesine dayanan, modern anlamda ise 1900’lü yılların ortasından beri varoluşunu devam ettiren ve bugün de hala çok sevilen bir türden bahsediyoruz: Manga! Manga kısaca nedir? Japon stiliyle yapılmış çizgi romandır dersek yanlış olmaz. Bugün şöhreti ve yaygınlığı Japonya sınırlarını çoktan aşmıştır. Günümüzde manga o kadar büyümüştür ki bir “manga Endüstrisi”nden söz etmek mümkündür. Manga sadece belli bir yaş grubunun ilgi alanına mı girmektedir peki? Elbette hayır. Her yaştan ve kadın erkek demeden herkes manga takipçisi olabilir. Örneğin, üzerinde takım elbisesi olan bir işadamını manga okurken görmek şaşırtıcı olmayacaktır! Peki, bir manganın özellikleri nelerdir? Öncelikle mangayı manga yapan tabii ki içindeki çizimler ve grafiklerdir. Çizimler ilgi çekici değilse okumak da içinizden gelmez. Öyle ki, bir manganın ortaya çıkma sürecinde birçok insan aynı anda çalışır. Mesela arka planlarla bir kişi uğraşır, boyama ile bir kişi ve karakterlerle bir kişi gibi. Biçimsel özellikler yanında içerik de bir o kadar önemli. Etkileyici bir olay dizisi ve sürükleyici bir konu olmazsa olmazlardandır! Mangadaki gelişmeler mümkün oldukça “tahmin edilemez” olursa o kadar başarılıdır diyebiliriz. Sonuçta, ne olacağını kolaylıkla tahmin edebileceğiniz bir mangayı kim okumak ister ki? Mangaların bazıları komik, bazıları da oldukça duygusal ağırlıklıdır. Ayrıca karakterler de çok önemli bir yer tutarlar. İster ana karakter ister yan karakterler olsun, hikayeyi oluşturan ana unsur karakterdir. Genelde manga karakterleri son derece çekici, güzel/yakışıklı tiplerdir. Manga okuyan bir gence ebeveynlerin gösterdiği tepki bazen olumsuz olabilir. “Çizgi roman okuyacağına ödevini yap” tipik bir tepkidir mesela. Oysaki manga okumak boşuna harcanmış bir zaman değildir kesinlikle! Manga, eğlendirirken aynı zamanda eğitici olabilir. İyi vakit geçirmemizi sağlarken hayata bakışımızla ilgili katkıda bulunabilir. Bir doktorun, avukatın veya dedektifin neler yaptığını öğrenebiliriz mesela. Bir manga serisi çok başarılı olursa onu güzel bir gelecek bekliyor. Ne mi? Tabii ki “anime”ye dönüştürülmesi. Anime’ye de kısaca Japon tarzı animasyon diyebiliriz. Dünyaca ünlü animeleri hatırlamak yeterli olur sanırım: Pokemon, Dragonball, Sailor Moon ve daha niceleri... Manganın bir endüstriye dönüştüğünü söylemiştik. Manga, Japonya’da sosyal hayatta öyle önemli bir konumdadır ki örneğin “manga kafe”lerden bahsetmek bile mümkün. Bu kafelerde müşteriler belli bir ücret karşılığında istedikleri manga kitabını seçip okuyabiliyorlar mesela. Bu kafelere neredeyse bütün büyük şehirlerde rastlamak mümkün. Manga ile ilgili bir başka ilginç bilgi ise her sene Japonya’da manga etkinliklerinin düzenleniyor olması. On binlerce manga ve anime severin bir araya geldiği, çeşitli görsel işitsel şovların yapıldığı bu etkinlik yurt dışından bile ilgi görüyor. Son olarak manga ve onunla bağlantılı olarak anime deyince Japonya’da akla gelen en önemli merkezden bahsetmeden olmaz: Akihabara! Manga ve anime alışveriş çılgınlığının Mekke’si olarak bilinen bu yer türün popülerliğinin de devam etmesine katkı sağlıyor!
Ercan Gürova
6
Az biraz anime ile ilgilenenler Gonzo adını bilirler. 1992’den bu yana varlığını sürdüren stüdyo aslında orta halli bir anime stüdyosu. En azından Studio Ghibli veya Madhouse gibi devlerle karşılaştırırsak durum bu şekilde. Peki, Gonzo ismini saydığım diğer iki stüdyo gibi hafızalarımıza kazıyan nedir? Elbette anime dünyasına damga vuran klasikleri mevcut lakin hayal kırıklıklarının da sayısı azımsanmayacak derecede. Anime severlerin akıllarına girme metodunu incelemediğimizde Gonzo’nun dikkatleri üzerlerine çekmekte bir hayli başarılı olduğunu görüyoruz. Yapım aşamasındaki yenilikçi metotları, yeni dağıtım kanalları oluşturmaları, pazarlama teknikleri derken alışılmışın dışına çıkmak bir Gonzo klasiği halini almıştı. Gonzo’nun geçmişine dalacak olursak; Gonzo için 1992 yılında kurulan bir stüdyo dememe rağmen Gonzo aslında on yedi yaşında. Bunun sebebi, şu anki Gonzo’nun (resmi olarak Gonzo K.K.) bir GHD K.K.’nin (Gonzo Digimation Holding) bir parçası oluşu ve 2000 yılından önce kendi başına bir stüdyo değildi. Gonzo’nun kanında büyük oranda 1984’te kurulmuş bir Stüdyo olan Gainax kanı var çünkü kurucularından birçoğu oradan gelmeydi. ,
Aslında amaç yeni bir anime stüdyosu kurmak değildi. Eski Gainax çalışanları bir süreliğine kafalarını animeden uzaklaştırmak istemişlerdi ve stüdyo kurulduğunda (1992) dört sene animasyon üzerine herhangi bir çalışmada bulunmadı. Stüdyonun dikkati daha çok video oyunları vb. projeler üzerindeydi. Ama stüdyoda çalışmaya başlayanların yeni gençlerin anime üzerine hevesli oluşu ve içeriden olduğu gibi dışarıdan gelen animasyon baskıları ile stüdyo animeye yönelmeye başladı. Gonzo’nun anime serüveninin temellerini atan isimlerin başında Shouji Murahama geliyor. Bir süre kendi başına projelerine devam eden Murahama ile Gainax zamanında çalıştığı insanlar iletişime geçti ve tekrar onunla çalışmak istediklerini söylediler. Murahama yanına dahi olarak nitelendirilen Mahiro Maeda’yı, live-action film yönetmeni Shinji Higuchi’yi ve yazar Hiroshi Yamaguchi’yi yanına alarak oldukça yaratıcı bir takım oluşturdu. Özellikle Murahama ve Madeda’nın katkılarıyla Gonzo’yu anime stüdyosu olarak öne çıkardılar. Vahşice, maceraya düşkün ve kuralları hiçe sayan tavırları ile stüdyonun kısa zamanda üne kavuşmasını sağladı. Gonzo’yu farklı kılanın tam olarak ne olduğunu ,
sorarsanız ilk olarak akıllara yaptıkları dijital araştırmalar gelir. Üstelik bu araştırmalar öyle hevesle, farklı olalım, öne çıkalım şeklinde araştırmalar değil, tam tersine firmanın yapıtaşını oluşturacak cinstendi. Gonzo Animasyon Stüdyosu’nun ilk başkanı Murahama’nın vizyonu bu yöndeydi ve 3D animasyonlar üzerine yoğunlaşan alt stüdyo Digimation’u kurma sebepleri de buydu. Akabinde Alt stüdyo olan Digimation çok geçmeden de Gonzo’nun bünyesine resmi olarak dahil oldu. Buna 2D ve 3D’nin füzyonu da diyebiliriz. Elbette yaratıcı ekibin başı Maeda’nın da tüm hevesi bu yöndeydi , ve çeşitli yenilikler keşfetmek için can atıyordu. O zamanlar animasyonlarda 3D renderlardan yavaşça uzaklaşılan bir tablo çizilirken Gonzo ve ekibi dijital araçlara sanki bir çocuğun yeni bir oyuncağa kavuşması gibi adeta kucak açtılar. Denemelerinin birçoğunun günümüzde estetik açıdan yeteri kadar yıllanamasa da bir olgunun öncüsü olmak o olgunun mükemmel olacağı anlamına gelmez. Yani en güzelini siz yapmasanız da en güzelleri sizin sayesinde yapılmıştır. Dediğim gibi Gonzo’nun gerçekleştirdiği yenilikçi çalışmaların hepsi göze hoş gelmese de aralarında hayranlık derecesinde etkileyici, dijital olarak türdeşlerinden bambaşka animeler de yok değildi. Elle yapılmış çizimlerle 3D sanatının ustaca harmanlandığı, Monte Kristo Kontu’na farklı bir bakış açısı getiren Gankutsuou, görsel açıdan inanılmazdı. Detaya indikçe ufak kusurları ortaya çıkabilir lakin özellikle yayınlandığı dönem olan 2004 yılında devrim niteliğindeydi ve günümüzde hala özgünlüğünü korumaktadır. Gonzo sadece dijital yenilikler yapmakla kalmadı, dağıtım konusunda da sürekli farklı yollara başvurdu. Özellikle “online yayınlama” Gonzo’nun sık kullandığı bir yönetmdi. Gonzo’nun online anime yayınlamasının izi 2001 yılına kadar uzanıyor ve ilk yayınladıkları, aynı zamanda yayınlanan ilk online anime Zaion: I Wish You Were Here adlı animedir. Kabul, pek hatırlanan bir anime değil fakat türünün ilk örneği. Gonzo’nun özellikle batıda diğer stüdyolara nazaran daha çok tanınmasının sebebi de işte bu online yayınları. Özellikle Amerikan menşeli online video yayıncısı Crunchyroll üzerinden yayınladıkları Blassreiter ve Druaga gibi animeler ile batı dünyasının dikkatlerini üzerine çekti. Gonzo’nun takındığı bu tavır diğer anime stüdyoları arasında görülmemiş bir şeydi çünkü normalde bir anime yapımcın elinden çıktı mı tüm kararları yayıncı verirdi. Söz konusu Gonzo olunca yayın aşamasında da yarı ortak gibiydi. Gelgelelim Gonzo’nun sıra dışı tutumu, farklı çalışmalar ve deneyler üzerindeki agresif tutumları bedavaya gelmiyordu. Evet, Gonzo ilkler gerçekleştiriyordu ama girdikleri birçok deneme – yanılma yöntemi finansal olarak stüdyoyu zorluyordu. Gonzo’nun farklı çizim teknikleri, yayıncılık üzerine yaptıkları yeniliklerin yanında bir özellikleri de ekipte yetenekli insanları elinde tutamamasıdır. Gonzo’nun üst düzey isimlerinden Koji Kajita ve birkaç isim Gonzo’dan deyim yerindeyse kaçarcasına ayrılıp 2007 yılında David Production’u (Jojo serisi aklınıza gelebilir) kurdu. Kurucu isimlerden birçoğu da bu yönde ilerledi. Maeda boşa çıkıp herhangi bir stüdyoya bağımlı olmadan çalışmaya başladı. Murahama bile yeni denemelerine devam edebilmek için stüdyodan ayrılarak Çinli animasyon stüdyoları ile iş birliği yapmaya başladı. Tahmin edeceğiniz üzere, finansal krizin iyice patlak verdiği stüdyonun ağır topları gemisini terk etmeye başlayınca kimsenin kalmaya pek niyeti yoktu. Bir stüdyoda isimler elbette gelip geçicidir fakat normali bunun yıllara yayılarak gerçekleşmesidir. Gonzo’da ise sanki baraj patlamış da tüm su bir anda dağılmış gibi bir durum söz konusu. Stüdyo’nun önemli bir kolu olan dijital çizimler bölümü Q-Tec’e satıldı ki Q-Tec bu departmandan Graphinica’yı kurdu. Günümüzde de 3D animasyon deyince Graphinica akla gelen ilk departmanlardan ve birçok animede dokunuşları vardır. Üstelik 3 Ekim 2017’de start alan Juuni Taisen adında tamamen kendilerine ait ilk anime serisini de çıkardılar. ,
Gonzo’ya bağlı bir başka departmanı Studio 5’te bağımsızlığını ilan ederek Studio Gokumi’yi (Grup 5 demek – yine de kökenlerini unutmamışlar:) kurdular. Linbarrels of Iron ve Blassreiter gibi sevilen Gonzo animelerini üreten ekipse Hoods Entertainment’i oluşturdu ve Gonzo’nun fanlarına yönelik, Gonzo ruhunu anımsatan animeler üretmeye orada devam ediyorlar. Hatta Koreli alt departman GK Entertainment’ta bir fırsatını bularak Gonzo’yu terk etti. Bu yazdıklarım sadece animasyon tarafı. Bir de tamamen kapatılan veya satılan diğer bölümler var; oyun departmanı Gonzo Rosso gibi. Anlayacağınız Gonzo o kadar çok parçaya bölündü ki, yeniden Gonzo’yu inşa etmek yerine sil baştan kurmak daha kolay olur. Biraz da Gonzo animelerine değinelim. Eğer bir anime izleyicisiyseniz muhakkak favoriler listenizde en az bir tane Gonzo animesi vardır. Blassreiter ve Gankytsuou serilerinden bahsettik. Bunların dışında şüphesiz herkesin favorisi, birçoğumuzun animeye başlama sebebi Hellsing var. Hellsing dışında Basilisk, Samurai 7 ve Last Exile gibi animeleri neredeyse hepimiz biliriz. Bunun en büyük sebebi de bunların MTV Türkiye kanalında yayınlanmış olması. Belki fark etmişsinizdir, belki de şimdi fark ediyorsunuzdur; MTV Türkiye’de yayınlanan tüm animeler Gonzo animeleri idi. Sebebi de şüpesiz Gonzo’nun etkin dağıtım sistemiydi. Tabi bu kadar değil Gonzo animeleri. Gantz, Sunabouzu, Speed Grapher, Trinity Blood, Solty Rei, Origin: Spirits of the Past, NHK in Youkoso!, Pumpkin Scissors, Red Garden, Afro Samurai, Seirei no Moribito Seirei gibi animeler de Gonzo’nun gurur duyabileceği yapımlar. Tabi burada peş peşe yazınca iyi anime serileri çokmuş gibi gözüküyor. Öyle de fakat en az bu kadar (ve hatta daha fazla) başarısız projesi de ne yazık ki mevcut. Copihan, Blade and Soul, Shining Hearts serileri gibi ki birçoğu 2009 yılından sonrasına ait animeler.
Gonzo gibi sıkıntılar çekmese de artık eski benliğini kaybeden stüdyolar da yok değil. Örneğin şimdiki Madhouse veya Gainax’a baktığımızda şimdiki zamanla geçmiş zamandaki animelerin aynı olmadığını görebiliriz. Şahen benim anime izlememe vesile olan GunGrave, Trigun, Hajime no Ippo, Vampire Hunter, Captain Tsubasa gibi animelerin şimdiki Madhouse serilerinden tarz olarak uzaktan yakından alakası yok. Bu arada, Gonzo’nun bin bir parçayı ayrılmış olmasıyla varlığını sürdürmediğini sanmayın. Günümüzde hala eskisi kadar çok olmasa da Gonzo animeleri (yılda 2-3) çıkıyor ama günümüz eserlerini ister sevin ister sevmeyin, eskisi gibi içeriği geniş ve farklı değiller. Gelgelelim Gonzo’nun bu gidişatını sevenler, “bir standarda oturdu” diyenler az değil. 2000’li yılların sonuna doğru Gonzo altın devrini bitirdi ve hızlı bir finansal çöküşe geçti. Peki, bahsettik ama “tam” olarak bu aşamaya nasıl geldiler? Fanlarına göre Gonzo’nun getirdiği yeniliklerin değeri bilinemedi, eleştirmenlere göreyse tartışmaya açık projelerine fazla para pompaladılar. Sebebi her ne olursa olsun Gonzo atıldığı risklerden hep darbe aldı ve firmayı ayakta tutacak parayı bir türlü kazanamadı. Gonzo, maceraya atılmaya, yeni şeyler denemeyi seven bir stüdyoydu. Manga uyarlaması anime serilerinde bile ellerindeki kaynaktan saparak yeni şeyler denemekten çekinmezlerdi. Kimilerine göre bu orijinaline saygısızlıkken benim görüşüm saygı duyulması gerektiği yönünde çünkü kimsenin yapamadığını yapmak cesaret ister. Tabi sonuç da ortada… Gonzo, 2009 yılında krizin doruklarındayken ve Tokyo Menkul Kıymetler Borsası’ndan silinme tehlikesi yaşarken Saki adındaki anime serileri yayınlanıyordu. 15. Bölümden sonra ise stüdyo el değiştirmek zorunda kaldı ve Gonzo animeyi Picture Magic’e devretti. Bu olay Gonzo’nun gayri resmi olarak öldüğü an olarak tarihe geçti. Gonzo’dan geriye kalanlar alt firma olarak (anime geliştiren stüdyolara yardımcı) devam etmesine ancak yetiyordu. Sessizce, diğer stüdyolara yardımla geçen bir 2010 yılından sonra 2011 yılında hit animelerinden Last Exile’ın ikinci sezonu ile dönüş yaptılar fakat yeni seri eskisinin İllüzyonu olmaktan öteye geçemedi. 2012 ve 2013 yılları da kendi adlarına sessiz, yardımcı stüdyo olarak yoğun geçti. Neo – Gonzo olarak anılan yeni Gonzo’da hala ümitler tam olarak tükenmiş değil. Hiroshi Ikehata’nın ve emrine amade hevesli gençlerin stüdyo ile çalışmaya hevesli bakmaları, eksantrik yazar Koji Morimoto’nun Gonzo’nun 2017 yapımı 18if adlı animesinde seriyi denetlemesi ile yeniden bir kıvılcım çakmanın peşinde. Evet, Neo – Gonzo eski Gonzo değil ve bu saatten sonra da olması çok zor ama Neo – Gonzo olarak yapacakları doğru hamlelerle gelecekleri daha parlak bir hal alabilir.
Rafet Kaan Moral
Bir insanın hayatını spor, özellikle de basketbol ne kadar değiştirebilir? Hatta bir serserinin... Hiç düşündünüz mü? Daha lise hayatının başında ansızın bir “goril” tarafından değiştirilen Sakuragi Hanamichi’nin aklına da bu soru asla gelmezdi. Bu büyük komedi ve azim hikayesinde en iyi cevabı alacaksınız. Ama her şeyden önce “dahi”mizi tanıyalım. Sıradan bir liseli Japon'a göre uzun boylu, kızıl saçlı, kavgalardan dolayı inanılmaz dayanıklı vücudu olan, bitmek bilmeyen bir enerji ile dolu, kızlarla asla yıldızı barışmamış (ortaokulda elli kere reddedilmiş!) ve çete lideri olan bir liseli. Veya daha fazlası... Peki, bu geleceğin “basket dahisi” bu işe nasıl bulaştı? Tüm lise hayatını, hatta tüm yaşamını adayacağı ve şekillendireceği basketbolla nasıl tanıştı? Tüm Japonya’ya daha yeni yeni gelmiş olan basketbolu tanıyıp, sevdiren Sakuragi’nin macerası nasıl başladı? Her şey Sakuragi’nin liseye yeni başlamasıyla ve kızlarla yeni birs sayfa açmak için Haruko’ya açılması fakat trajik şekilde reddedilmesi, hemen ilk günden de Rukawa’yı düşman bellemesi ve yeni baş düşmanının(!) biricik Haruko-san’ın aşık olduğu basketbolla uğraştığını öğrenmesi ile hafiften başlar. Tabi daha sonra sevdiği kızla az da olsa arası açılır ve nefret eder basketboldan. Okul bahçesinde basketbol topunu bir “goril” in kafasına atması ve maç yapmasıyla asla içinden çıkamayacağı macerası asıl o zaman başlar. Bizleri ise asla bitmesini istemeyeceği büyük serüven...
Peki, spor temalı anime serilerinin ikonik serisi Slam Dunk neden bu kadar çok popüler hale geldi? İlk nedeni yayınlandığı tarihi ve o döneme göre mangaka’nın amacı, en iyi yanıtlardan biri. Yayınlandığı dönemlerde seride de olduğu gibi basketbol Japonya’da yeni yeni yayılmaya ve tanınmaya başlamıştır. Mangaka bu konuda büyük bir riske girerek basketbol tabanlı manga çizmesi ve türüne çeşitlilik katması Slam Dunk’un kült bir anime olmasına yol açmıştır. İkinci nedeni ise Sakuragi’nin macerasında ve yaşadığı büyük evrimde. Seri ilk başta serseri ve sıra dışı bir lise öğrencisinin hayatı gibi dursa da seyirci Sakuragi ile beraber birçok şeye tanık oluyor. Bir yandan basketbol ile ilgili kuralları, bilgileri, oyunun zorluğunu öğrenirken, diğer yandan önceden serseri ve kötü geçmişi olan birini sporun nasıl değiştirdiğini; herkesin güldüğü, önemsemediği, önyargıyla yaklaştığı birinin nasıl köklü değişerek zar zor girdiği takımın zamanla bel kemiği olduğunu; sporla bir insana azim, kararlılık, bir hedef, her şeye ve herkese karşı teni bir başlangıcı nasıl kazandırdığına şahit oluyor. Seyirciye de elbette empati yolu ile aynı duyguları yaşatıyor. Bir yandan karnına ağrılar girerek güldürüp, diğer yandan ağlayarak bazı hayat gerçeklerini en iyi şekilde gösteriyor seyirciye. O gerçekten bizler için bu konu da bir “tensai” yani dahi!
Üçüncü neden olarak ise döneminin teknik güzelliği. Çizimlerin büyük bölümü mangalarda olduğu gibi el çizimi olması ve hareketli sahnelerde bile kalitesinin düşmemesi, açılış-kapanış müzikleriyle ve en önemlisi de en iyi durumlara en iyi fon müziklerinin olduğu renkli ve canlı Ost listesi. Son ve en önemli neden ise rekabetin insanı bağlayan o heyecanı. Her maç, her yeni rakip asla temposu düşmeyen bir adrenalin ve heyecan yaşatıyor. Hem takımlar arasında olan hem de Sakuragi’nin Rukawa ile olanlar da... Ya da diğer değişle “Sakuragi vs Her şey” olan karşılaşmalarında desek daha doğru olur:) Her şeyiyle bu çılgın kızıl “dahi”nin komedi gibi macerası ile insanı hem basketbola hem de kendi hayatına en iyi şekilde bağlaması onu en iyiler arasında yer edinmesinin başlıca nedeni. Kendi hayatı derken gerçekten kendi hayatı çünkü aslında Sakuragi karakteri gerçekte bu olay gidişatının benzerini yaşamış (her ne kadar sonu aynı olmasa da) ve aynı isimle zamanında Japonya’da yaşamış birinin hayatından esinlenilmiştir. Her neyse... Her şey bir kenara böyle güzel ve komik bir seriyi izlemek için bir “dahi”den daha fazla ne olsun ki... Meltem Uzun
SLAM DUNK Mangaka: Takehiko Inoue Bölüm Sayısı: 101 Ova Sayısı: 4 Yayın Tarihi: 16 Ekim 1993 – 23 Mart 1996 Stüdyo: Toei Animation Yönetmen: Nobutaka Nishizawa
J. R. R. Tolkien ve eserleri edebiyat dünyasında ne ise Brandon Sanderson ve yarattığı “Cosmere” adındaki evren de benim açımdan o dur. Konu başlığımız olan Sissoylu Üçlemesine geçmeden önce yazardan ve bu evrenden de kısaca bir bahsetmek istiyorum. 1975 yılında Nebraska – Amerika’da doğan Sanderson, özellikle Sissoylu ve Fırtınaışığı Arşivi serileri ile nam salmıştır. İlk kitabı Elantris ile ismini duyuran yazar, bu kitapla en iyi epik fantastik roman ödülünü almaya hak kazanmıştır. Birgham Young Üniversitesinde yüksek lisans yapan yazar, yazarlığının yanında mezun olduğu üniversitede yılda birkaç kez yaratıcı yazarlık üzerine seminer vermektedir. Peki, Cosmere nedir? Bahsi geçen Elantris, Sissoylu ve Fırtınaışığı gibi kitapların ortak paylaştığı evrenin adıdır. Bu açıdan Cosmere’i Stephen King’in Kara Kule’sine benzetebilmemiz mümkün. Doğrudan bağlantılı . olmasa da ve kitapların ayrı hikayeleri bulunsa da küçük detaylar ve göndermeler aracılığı ile bu kitaplar birbirlerine bağlı, ayrı dünyalarda geçseler de aynı evreni paylaşmaktadırlar. Yazarın bu evreni yaratmaktaki amacı okuyucuyu tüm kitapları okumaya zorlamadan kendi tabiriyle epik bir evren yaratmaktı. Bu evrenin çıkış noktası ise Adonalsium adındaki varlıktır. Bu varlık on altı komplocu tarafından öldürülmüştür ve gücü on altıya bölünmüştür. Adonalsium’un olağanüstü gücü on altı cam kırığına çevrildikten sonra on altı komplocu evrende dağılarak kendi dünyalarını, kendi insanları ve farklı büyüleri ile yaratmıştır. Bu arada her cam kırığının farklı bir özelliği bulunmakla beraber bir de kullanıcısını felakete sürükleyen bir özelliğe de sahiptir. İşte Sissoylu serisi de bu yaratılan dünyalardan birisinde geçmektedir. Üçleme olan serinin ilki Son İmparatorluk, ikincisi Kuşatma ve üçüncü Çağların Kahramanı’dır. Üçleme bitmiş olup dilimize de çevrilmiştir. Üçlemenin üç yüz yıl sonrasını konu alan bir serisi daha bulunmaktadır. Ülkemizde Sissoylu 4 – Kanun Alaşımı adı ile şimdilik sadece ilk kitabı çevrilmiştir ve “Wax and Wayne” serisi olarak anılan bu serinin dört kitabı yayınlanmıştır. Son kitabı 2019 yılında yayınlanacaktır. Bir başka yazımda da bu üçlemeye ayrıntılı bir şekilde değineceğim.
Asıl üçlemedki olaylar Scadrial adlı bir dünyada, son imparatorun hüküm sürdüğü bir dünyada geçiyor. Kitabın geçtiği olayların bin yıl öncesinde daha sonradan Lord Hükümdar adını alacak adam ilahi bir güç elde ederek tam olarak ne olduğu açıklanmayan ve “zifir” olarak adlandırılan kötü bir gücü alt etmiştir. Akabinde elde ettiği güçle dünyayı yeniden şekillendirmiş ve yarattığı bu dünya, barındırdığı canlılarla beraber Son İmparatorluk adını almıştır. Lord Hükümdar’ın sarayı Kredik Shaw’ın da bulunduğu ve imparatorluğun başkenti olan şehrin adı Luthadel’dir. Lor Hükümdar’ın bizzat soyundan gelen soyluların çoğu bu şehirde ve refah içinde yaşarken köylü – işçi sınıfı halk olan Skaa’lar ise fakirlik ile boğuşmaktadır. Ayrıca Lord Hükümdar birazdan ayrıntılı bahsedeceğim Allomansi yeteneklerini soylulara bahşetmiştir ve Allomansiyi neden göstererek soylu ile skaa .evliliğini katı bir şekilde yasaklamıştır. Lakin genetik olarak kuşaktan kuşağa aktarılan Allomansi de giderek zayıflamış ve her soyluda gözükmemeye başlamıştır. Allomansi yeteneklerinin hepsine sahip olanlara Sissoylu denirken bir tanesine sahip olana Siskan denmiştir ve ilk zamanlar Sissoylu sayısı siskanlardan çok daha fazlayken kitabın başladığı zaman diliminde durum tam tersidir. Skaa halkı dönem dönem Lord Hükümdar’a karşı isyan etmiş olsa da her seferinde ezici bir şekilde karşılığını alarak alaşağı edilmiştirler.
Allomansi’ye detaylıca bakacak olursak; buna bir çeşit büyü yeteneği diyebiliriz. On altı adet (dikkat ettiyseniz yine on altı üzerinden gidiyoruz) metal türünün hepsini yakabilenlere Sissoylu, bir tanesini yakabilenlere ise Siskan dendiğine biraz önce değindim. Nedir bu on altı metal dediğimiz şey? Aslında bildiğiniz demir, kalay, altın, bakır, kalay gibi alaşımlardır. Yakmak dediğimiz olay ise Sissoylu veya Siskan’ın bu metal türünden biraz yutarak rezervlerini doldurması ve o metalin bahşettiği gücü kullanmasıdır. Örneğin çelik içip yaktığınızda yakındaki metalleri itebilir (tabi yakanın ağırlığından fazla olmamak kaydı ile), lehim yakarak fiziksel gücünüzü arttırabilir, demir içerseniz metalleri çekebilirsiniz gibi. Sissoylular tüm metalleri yakabiliyorken Siskan’lar artık şanslarına hangi yetenek ile doğmuşlarsa onu yakabiliyorlardır. Ve tıpkı uyuşturucuda olduğu gibi fazla kullanımda bağımlılık etkisi yaratabilir. Sonuçta hangimiz sürekli daha güçlü kalmak istemeyiz ki? Allomansi’nin yanında Ferusimya adında bir büyü türü daha vardır. Ferusimya, Allomansi’ye göre pek yaygın değildir ve üçlemede bahsi geçen Terris halkı tarafından kullanılmaktadır. Bu büyü türünde bir çeşit değiş – tokuş söz konusudur. Örneğin bir Ferusimya’cı fiziksel gücünü arttırmak istiyorsa bir müddet zayıflatılmış olarak gezmelidir. Daha da açarsak; kişi bir hafta güçten düşmüş bir şekilde bir deri bir kemik gezerse daha sonra istediği bir zamanda kullanmak üzere güç depolayabilir. Depolanan güç ne kadar zayıf kalındığına bağlıdır. Akabinde kişi dediğim gibi depolarına erişerek nasıl zayıf gezdiyse normal halinden kat ve kat güçlü özelliklere kavuşabilir. Bir başka örnek verecek olursam; kişi ne kadar hasta yatarsa ileride yaralarını o kadar iyileştirebilir. Dediğim gibi Ferusimya’da bir ver – al söz konusudur.
Serinin geçtiği evrenden, kendi dünyasını geçmişinden, şimdiki halinden ve büyülerinden bahsettim. Peki, olay döngüsü nedir? Bize ön planda neyi anlatıyor? Orijinal dilinde 2006 yılında, dilimize ise 2014 yılında çevrilen ilk kitap, Son İmparatorluk’ta olayların fitili Kelsier adındaki yarı skaa’nın bir Sissoylu olduğunu keşfetmesi ve Lord Hükümdar’ın en acımasız esir kampı olan Hathsin Çukuru’ndan kaçması ile ateşleniyor. Luthadel’e dönen Kelsier, eski hırsızlık çetesini yeniden bir araya getirir çünkü kafasında yeni bir görev vardır: Lord Hükümdar’ı tahttan indirmek. Üstelik bunu eski isyanlardaki gibi sadece kaba güç ile değil, Hükümdar’ın otoritesini sarsarak ve ekonomisine saldırarak yapmayı planlamaktadır. Tanıştırıldığımız bir diğer ana karakterin adı ise Vin’dir. Kitabın başında küçük bir hırsızlık çetesinin Siskan’ı olarak görev yapan sessiz – sedasız, çelimsiz ve varlığı ile yokluğu fark edilmeyen birisi olarak tanıtılsa da sayfalar ilerledikçe Kelsier’in de rehberliği ile kendisinin sadece bir Siskan değil, bir Sissoylu olduğunu fark eder ve Kelsier’in çetesine katılır. Kelsier ile bir yandan diğer Allomansi güçleri üzerine çalışırken bir yandan da çete için gözcülük, casusluk ve soyluları gözetleme gibi görevlerde bulunur. Çetenin beyni Kelsier ise kalbi de Vin’dir. Bu ikili dışında ekipte Allomansi yeteneği olmayan ve organizatörlük görevi üstlenen, finansal durumu gözleyen Üstat Dockson, bir Terris’li, yani Ferusimya yeteneği olan Sazed, insanları teskin edebilen Breeze, fiziksel yeteneklerini arttırabilen iri yarı Hammond, Sissoylu ve Siskan’ların tespitini zorlaştırabilen Clubs ve Clubs’un yeğeni Yorlatek (Kelsier söylenmesi zor diye ona Dikiz takma adını takmıştır ama son kitapta çevirmen orijinali olan Spook’u kullanmayı tercih etmiştir) gibi isimler vardır. Hiçbiri Lord Hükümdar’ı tahtından etme planına inanmamaktadır ama inandıkları bir şey varsa o da Hathsin Firari’si Kelsierdir. Despot bir adamın yönettiği orta çağ benzeri büyüyle ve farklı kendi orijinal ırkları ile (standart elf – ork vb. yerine Kandra, Koloss gibi) bir avuç farklı kişiliğin kafa kaldırışı inanılmaz bir akıcılık ile anlatılıyor seride. Kitaplar bir hayli kalın (üç kitabın toplamı 1.770 sayfa) ve yazıları normal bir kitaptan daha küçük. Buna karşın emin olun bir kez okumaya başladınız mı ne zaman sonuna geldiğinizi anlamıyorsunuz bile. Yani en önemli şey olan hikaye anlatımı / akıcılık mükemmel. Kitap dışında serinin oyun uyarlaması da söz konusuydu lakin 24 Temmuz 2017 tarihinde yapılan bir açıklamaya göre proje iptal edilmiş. Film haklarına ise DMG Entertainment sahip ve ne zaman çıkacağı belli olmasa da ilk kitabın filmin çekilmesi söz konusu. Benim tavsiyem ise oyunuymuş, filmiymiş boş verin ve fantastik edebiyata ilgi duyup da bu seriyi hala okumadıysanız okuyun. Emin olun hala okumadıysanız çok şey kaybediyorsunuz demektir. Bir başka kitap yazısında görüşmek üzere. Rafet Kaan Moral
BKM DTL: Türkiye’nin İlk (ve Şimdilik Tek) Doğaçlama Tiyatro Ligi Merhaba… İlk yazı, yeni heyecan… Bundan sonra, ayda bir kez, bu satırların okuyucuları ile buluşmanın heyecanı ve keyfi ile birlikte karşınızdayım. Bu satırlarda, kimi zaman klasik, kimi zaman modern tiyatro biçimlerini ve tiyatronun büyülü dünyasına izini bırakmış olan ustaları konuşuyor olacağız. Sözü fazla uzatmadan, ilk “merhaba” faslımızı geride bırakıp, bu yazının konusu olan BKM DTL’ye ve modern doğaçlama tiyatroya odaklanalım. Bir Spor Biçimi Olarak Modern Doğaçlama Tiyatro Önceleri Viola Spolin başta olmak üzere, birçok tiyatro kuramcısının, klasik tiyatro provalarında bir oyuncu yetiştirme yöntemi olarak kullandığı doğaçlama tiyatro, 1960’lı yıllardan itibaren bir gösteri biçimine dönüşmeye ve şuanda sahip olduğu popülaritesinin temellerini atmaya başladı. Augusto Boal’in forum tiyatrosuna kattığı yeni soluk, Del Close’nin Harold formatı ile birlikte uzun biçim* modern doğaçlama tiyatroyu yaygınlaştırması, Compass Players ve ardından Second City’nin kurulması, Saturday Night Live ile gece programlarında doğaçlama performanslara yer verilmesi, “Whose Line Is It Anyway?” adı ile yayınlanan programlar (ülkemizde bir dönem “Anında Görüntü Show” adıyla da bir örneği yayınlanmış olan “tamamı doğaçlama tiyatro üzerine kurulu” bir televizyon programı) derken, geride kalan yaklaşık 60 yıllık süreçte, hala beklenilen noktaya gelememiş olsa da, modern doğaçlama tiyatro, stand-up ve klasik tiyatro gibi sahne sanatlarına güçlü bir alternatif olarak kendi seyirci kitlesini yakalamaya başladı. Avrupa’da Almanya, İngiltere ve İspanya’nın, Dünya’da ise Kanada ve ABD’nin öncülük ettiği bu macerayı detaylarıyla incelediğimizde, Loose Moose tiyatrosunun kurucusu Keith Johnstone’ın İngiltere’den ABD’ye geçişinin ayrı bir önemi olduğunu farkederiz. Zira, üstat Johnstone, ABD’de izlediği ilk Amerikan Güreşi gösterilerinden birinin sonunda, “Bu sporu izleyen ve güreşçilerin taraftarı olan seyircinin tutkusunu, bir şekilde tiyatro sahnesine aktarmanın bir yolu olsa…” diyerek başladığı düşünce yolculuğunun sonucunda, bizleri “Tiyatro Sporu” adını verdiği ve ülkemizde de en yaygın şekilde bilinen modern doğaçlama tiyatro biçimi ile tanıştıracaktı.
Özetle anlatmak gerekirse, Tiyatro Sporu bir grup tiyatro oyuncusunun, iki (ya da daha fazla sayıda) takıma ayrılarak, kuralları formatın kendisinden, konuları ise seyirciden gelen oyunlar sahneleyerek, birbirleriyle yarışması ve bu yarışmanın sonunda da, diğer tüm spor karşılaşmalarında olduğu gibi bir galip ve bir mağlubun belirlenmesi ya da karşılaşmanın berabere bitmesi şeklinde sonuçlanan ve skorun da, sahneye yine yönelimleri ile müdahale etmekte olan seyircilerin alkışları ile belirlendiği bir modern doğaçlama tiyatro biçimidir (ki türün canlı bir örneğini izlemek isteyenler için, Mizahiyet Teorisi ekibinin oyunlarını şiddetle tavsiye edebilirim).
*: Uzun Biçim(Long-Form): Kısa biçimin aksine, bir parçanın minimum 15 dakika sürdüğü, hatta kimi zaman 2 saati dahi bulabildiği, skeç mantığından uzaklaşarak, daha teatral bir biçime dönüşen modern doğaçlama tiyatro formatlarına verilen genel isim. (İlgilenen olması halinde, bir başka yazımızda tamamen uzun biçim modern doğaçlama tiyatro üzerine de eğilebiliriz…)
BKM DTL: Sadece bir gösteri değil, aynı zamanda bir okul ve festival… Tiyatro Sporu formatı, dünyanın birçok yerinde, kendine has farklı kuralları bulunan ligler ile seyirci karşısına çıkarken, ülkemizde ise bu yöndeki en güçlü ilk atılım, eğlence sektörünün önde gelen isimlerinden olan BKM ile atılmış oldu. Moderatörlüğünü Dilek Çelebi’nin, jüriliğini Osmantan Erkır’ın, yorumcu ve analistliğini ise bendeniz Talat Pamuk’un gerçekleştirdiği, kısa adıyla BKM DTL, uzun adıyla BKM Mutfak Doğaçlama Tiyatro Ligi, 3 sezondur seyircisi ile buluşmaya devam ediyor. BKM’nin eski adıyla BKM Mutfak, yeni adıyla ise BKM Mutfak Çarşı olarak bilinen bar sahnesi, 2015 – 2016 sezonunda, 8 takımın katılımı ile ilk tiyatro sezonunu gerçekleştirdi. Azot, Bizbize, Karyola, Mizahiyet Teorisi, Theatre VNS, Totem, Yaka Paça ve YOTA olarak bilinen ve her biri kendi ayrı performans takvimleri olan bu 8 ekibin katıldığı ilk sezon, Azot ekibinin şampiyonluğu ile sona erdi. 2016 – 2017 sezonunda ise, Bizbize ve YOTA ekipleri ligden ayrılmış olsalar da, mevcut 6 ekibe katılan 10 ekip ile birlikte, 8’er takımın bulunduğu 2’şer grup üzerinden, her bir ekibin 4 maç yaptığı karşılaşmalar sonucunda, toplam 16 takım arasında gerçekleşen turnuvanın şampiyonu Geçici Tiyatro ekibi oldu.
Geçen sezondan 7 takımın yoluna devam ettiği, lige katılan 9 yeni takım ile birlikte yeniden 16 takıma ev sahipliği yapan 2017 – 2018 sezonu ilk hafta karşılaşmaları geride kalırken, ilk haftanın galibi ve 2 puanın sahibi “Sahne Kadının!” ekibi oldu. Diğer 15 ekibin ismine baktığımızda ise, modern doğaçlama tiyatro sahnelerine aşina olan ya da ilk adımını atan ekipler karşımıza çıkıyor: 2016 – 2017 sezonunda da ligde bulunan Geçici Tiyatro, Palas Pandıras, Sahne Kadının!, Sellektör, Theatre VNS, Tiyatro Avare ve Yerli Yersiz ekiplerine, başta İstanbul Baro Tiyatrosu’nun doğaçlama tiyatro ayağı Cübbesizler olmak üzere, Çotanak, 9.15 Doğaçlama, Duygusal Muşta, Fütursuz Doğaçlama, Sahte Okey, Sert Ünsüzler, Tiyatro Vira ve Zamilavka isimli ekipler dahil oluyor.
28 hafta boyunca devam edecek olan 2017 – 2018 sezonu karşılaşmalarında, gecenin birincisinin 2 puan, ikinci ve üçüncüsünün 1’er puan alarak lig tablosundaki nihai yerlerini bulacakları heyecan fırtınası, BKM Mutfak Çarşı sahnesinde Mayıs ayının sonuna kadar devam ediyor ve ekipler de seyircilerini bekliyor olacak. Bu sezon moderatör koltuğunda izleyeceğimiz isim yeni yetenek Ayhan Karaver olsa da, beş haftada bir gerçekleşecek olan All-Star maçlarında Dilek Çelebi, Osmantan Erkır ve Talat Pamuk üçlüsü, geçtiğimiz sezonlardan alışık olduğumuz görevlerini yeniden alıyor olacaklar. İstanbul’un en fazla modern doğaçlama tiyatro ekibini birarada bulabileceğiniz bu sahne performansı, ara değerlendirmelerinin bilgiye doyuruculuğu ile bir okulu, ekiplerin birbirleri arasında yaşattıkları ve seyircilerine de yansıttıkları pozitif enerji ve diyalogları ile de bir festivali çağrıştıyor. Sonuç olarak, ister adı geçen takımlardan birinin taraftarı olun, isterseniz de modern doğaçlama tiyatroya ilgi duyun, seyirciler arasındaki yerinizi aldığınızda, 2 saatlik bir kahkaha tufanı ile birlikte modern doğaçlama tiyatronun interaktifliğine yakışan bir ambiyans sizi bekliyor olacak. İlk Veda… Böylelikle ilk yazımızın da sonuna geldik, umarım bu yolculuk benim için olduğu kadar, sizin için de keyifli geçmiştir. Bir şekilde beğenilerinizi ya da eleştirilerinizi bana ulaştırabilirseniz, hem köşenin bundan sonraki rotasına doğrudan katkıda bulunmuş, hem de bana bundan sonraki yazılar için motivasyon sağlamış ve güç vermiş olursunuz. Talat Pamuk
Teknolojinin gelişmesi, her gün bir yenisi yükselen binalar nedeniyle şehirde adım atacak yeşil alan kalmamasından hepimiz muzdaripiz. Ağaca, doğaya, temiz havaya hasret olduğumuz modern zaman yaşantısında sizleri koltuğunuzdan kalkmadan yeşilin içine sürükleyecek animeleri izlemeye davet ediyorum. Doğa ile iç içe olduğu kadar çevreye verdiğimiz zararları da odaklanan bu animeler, hava kirliliği, buzulların erimesi, doğal kaynakların tükenmesi gibi sorunları benzersiz bir şekilde ele alıyor. Günümüzün önemli bir sorunu olan çevresel sorunları işleyen animelere gelin birlikte bir göz atalım. Chikyuu Shoujo Arjuna Yayınlanma Tarihi: Kış 2001 Yapım Şirketi: Satelight Arjuna sıkıntılı bir yaşamı olan sıradan bir lise öğrencisidir. Tüm yaşadıklarının üzerine bir motosiklet kazası sonucunda ölünce işler daha da karmaşık hale gelir. O dünyanın kaderini etkileyecek ve mahvedebilecek potansiyele sahip Raaja denilen bakterilerinin dünyaya nasıl zarar vereceğini göstermek zorundadır. Miyori no Mori ( Miyori’s Forest) Yayınlanma Tarihi: 25 Ağustos 2007 Yapım Şirketi: Nippon Animasyon Miyori’nin ormanı, Stüdyo Ghibli’nin filmlerini anımsatan ve doğanın tüm renklerini kendinde barındıran bir animedir. Büyük bir kısmı ormanın yakınında yer alan bir kasabada geçmektedir. Bu ormanda çok fazla gizemli ruh yaşadığı söylenmektedir. Ormanda yaşayan bu ruhların yavaş yavaş kendilerini Miyori’ye göstermeleriyle hikaye şekillenmeye başlar. Ormanın korunmasında büyük rol oynayan Miyori ,vahşi doğanın bir baraj projesi için insafsızca katledilmesini önleyebilecek midir? Miyori’nin Ormanı, insanların hayvanlara ve doğal yaşama karşı olan vurdumduymazlığı derin bir şekilde işliyor. Shangri-La Yayınlanma Tarihi: İlkbahar 2009 Yapım Şirketi: Gonzo Animede geçen ütopya şehri Atlus, Japon toplumundan ayrılmış, küresel ısınma ve depremlerin etkileriyle tahrip olmuştur. Atlus hükümeti şehrin kapılarını sıkıya sıkıya kapalı tutmakta ve dışarıdan gelecek kimseyi ütopik yaşam alanlarına kabul etmemektedir. Tüm bunlara rağmen cesur karakter Kuniko kapıları açmayı planlamaktadır ve halkı vaat edilmiş topraklara gitmek için yönlendirecektir Wonderful Days (Sky Blue) Yayınlanma Tarihi: 17 Temmuz 2003 Yapım Şirketi: Gainax Çevre kirliliği nedeniyle ekosistem bozulduğunda nelerin olacağına dair önemli mesajlar vermektedir. Dünyadaki kirliliği bir enerji kaynağı olarak kullanan Ecoban adlı şehirde güçlü kesim olan elitlerin ve hayatta kalmaya çalışan insanların arasındaki fark açılırken, doğal kaynakları kendi zevkleri için kullanan insanların, dünyayı misafirperver olmayan bir yere dönüştürdüğü de vurgulanmaktadır
Giniro no Kami no Agito ( Origin: Spirits of the Past) Yayınlanma Tarihi: 7 Ocak 2006 Yapım Şirketi: Gonzo Dünya artık insanlığın çoğunu yok eden, doğal yaşamı tümüyle değiştiren başarısız bir DNA deneyinden sonra eskisi gibi değildir. Az sayıdaki kalanlar, bu ölümcül çevrede hayatta kalma mücadelesi vermeye ve tehditkar bir ormanla ateşkes yapmaya çalışmaktadırlar. Genç bir köylü Agito’nun ormanda gizemli bir kızla tanışmasıyla içinde bulundukları durum bambaşka bir hal alacaktır. Jyu Oh Sei (Planet of the Beast King ) Yayınlanma Tarihi: Bahar 2006 Yapım Şirketi: Bones Kardeş olan Thor ve Rai Klein, ailelerinin öldürülmesinden sonra Chimaera gezegenine gönderilmişlerdir. Kardeşlerin bir anda kendilerini bulduklarını bu garip gezegende et yiyen bitkilerle az sayıda insan yaşamaktadır. Kardeşler gezegenden ayrılmaya hak kazanmak için chimaera’nın vahşi doğasında hayatta kalmalı aynı zamanda buradaki ‘’yüzük’’ denilen ittifakı yenmek zorundadırlar. , Kaze No Tani No Nausica Yayınlanma Tarihi: 11 Mart 1984 Yapım Şirketi: Studio Ghibli Nausicaä bir köyde yaşamını sürdüren bir prensestir. Köy halkı yenilebilir teknoloji kullandıkları için ekolojik olarak bilge bir yapıya sahiptirler. Ne yazık ki bu huzurlu ortam ve doğanın hassas dengesi Tolmekian ordusunun işgaliyle tehlikeye girecektir. Miyazakinin hikaye anlatımının parlaklığıyla doğa ananın kutsallığına, insanların yaptığı kötü muamelenin herkese taihsizlik getireceği kurgulanmıştır. Buradaki Tolmekian ordusu bugünkü askeri sanayi kompleksine, üçüncü dünya ülkelerine ve doğal kaynaklara inanılmaz derecede zarar veren şirketlere benzetilmektedir.
Mirai Shounen Conan Yayınlanma Tarihi: Bahar 1978 Yapım Şirketi: Nippon Animation Oldukça tehlikeli silahlar kullanılarak neredeyse insanlığın yarısı yok edildi ve bu silahlar kıtaların birbirinden ayrılıp dünyanın ekseninin değişmesine neden oldu. Yapımın baş kahramanı Conan, tüm hayatını ıssız bir adada geçirerek balık tutma, dalış, dövüş gibi yetenekler geliştirmiştir. Anime Conan’ın genç bir kız olan Lana ile tanışmasından sonra şeytani güçlerle savaşmak için adanın dışına çıkmasını konu almaktadır.
Heisei Tanuki Gassen Ponpoko (Pom Poko) Yayınlanma Tarihi: 13 Haziran 1994 Yapım Şirketi: Studio Ghibli Pom Poko, bir grup Japon rakun köpekleri arasında geçen tuhaf ama eğlenceli bir animedir. Bu canlı türünün yaşam alanı bir inşaat firması yüzünden tehdit altında olduğu için anime, hayvanların doğal yaşam alanlarının korunmasının önüne insanların kar güden amaçlarının geçemeyeceğini vurgulamaktadır.
Doraemon Movie 28: Nobita to Midori no Kyojin Den Yayınlanma Tarihi: 17 Mart 2008 Yapım Şirketi: Shin Ei Animation İnsanlığın Dünyadaki yeşil yaşama zarar vermesine öfkelenen, yeşil gezegenden Dünya’ya inen bir grup uzaylı dünyayı işgal edip insanlara Dünya’ya verdikleri zarar için sıkı bir ders vermeye kararlıdır. Doreamon, Nobita , Kibo ve yeni üç arkadaşının görevi Dünya’yı kurtarmaktır.
Bensu Cangüler
Hep PC veya konsol normal oyunlardan bahsedildi, yazıldı – çizildi. Peki, oyunlarla arası o kadar iyi olmayanlar için ne yapıldı? Oyun oynamayı molada vakit geçirmek için gören, oyalanma aracı olarak tercih edenler? İşte bu yüzden ben bu yazıda Facebook üzerinden oynanabilen hem eğlenceli hem de kafa çalıştırıcı küçük ama sevimli bir oyun olan Diggy’s Adventure’dan bahsedeceğim!
Bol bulmacalı oyunumuzda geminiz, eski arkadaşınız Linda ile görüşmeye giderken Mısır’a yakın Luksor açıklarında batar. Karakterimiz Diggy’nin arkadaşları Profesör ve Robot Rusty eşlik etmektedir. Başlarına gelenler yetmezmiş gibi Diggy’nin babası da kayıptır ve onu da bıraktığı ipuçları ile bulmamız gerekecektir. Lakin pek çok şey göründüğü gibi değildir. Mısır kumları birçok sır saklıyor ve eski tanrılar onları tekrar gün yüzüne çıkarmaya karar vermişlerdir Yakında unutulmuş tapınaklar, lanetli mezarlar ve antik hazineler arasında dolaşacak; bilmeceleri çözerek çevrenizdeki gizemleri aydınlatacaksınızdır. Tüm bunları yaparken kampınızı da bir sığınak haline getirmeyi unutmayın sakın. Diggy's Adventure, Facebook'un bir yığın sıradan oyunlarından biri gibi gelebilir. Ancak özellikle macera oyunu tutkunlarının sevebileceği türden bir yapım. Pixel Federation tarafından yapılan; Bratislava Slovakya'dan çıkan yapım 15 Mayıs 2012 tarihinde piyasaya sürüldü. Şu an altı yüz bine yakın oyuncusu var. Ben oyunu sanırım Facebook’a geldikten bir yıl sonra keşfettim. Oyun, karakterin isminden de (Diggy – Dig) anlaşılacağı üzere kazmak üzerine kurulu. Girdiğimiz haritalarda çeşitli karoları kazıp gizemli eşyalar ve hazineler toplayıp, yanında da bol bol bulmaca çözüyoruz. Haritalarımızda, çeşitli ülkelerin Tanrı ve Tanrıçalarından aldığımız görevlerle ilerliyoruz. İlk durağımız Mısır, Eh, haliyle Mısır Tanrılarının egolarıyla uğraş veriyoruz. Ana görevlerin dışında yan görevler de mevcut. Bir de güncel olarak yayınlanan bol hazineli etkinlikler var. Envanter çantamızı tıka basa sınırsız doldurabiliyoruz. Oyunun en güzel yanlarından biri enerji barımızın kapasitesini artırabilmemiz ve dolum saniyesini düşürebilmek. Çadırımızın içini kazarak satın aldığım eşyalardan yerleştiriyoruz. Bu eşyaların iki özelliği var. Biri enerji barını yükseltiyor; diğeri saniyeyi düşürüyor ki bu sayede enerjimiz çabuk doluyor.
Diggy'de şu an için 5 ana bölge var. Bunlar; Mısır, İskandinavya, Çin, Atlantis ve Yeni çıkan Yunanistan bölgeleri. Her bölgede o ülkenin Tanrıları ve her Tanrının ayrı ayrı bölgelerinin haritaları var. Verilen görevleri yapmak için o mağara senin bu çayır benim dolaşıyoruz. Kolay ve zorlu bulmacalarımız oyunun zorluğunu dengeliyor. Tabelalardan edindiğimiz ipuçları sayesinde bu işin üstesinden de gelebiliyoruz. Doğru taşı doğru yere koymak, gizemli yolları bulmak, sorulara doğru yanıtı vermek, doğru notaları bulmak, rakamları girmek, kolları doğru sıralamada indirmek gibi bulmacalar var.
Envanter sistemimize geçecek olursak; birikimlerimiz bize deneyim, para, enerji, yüzük, yol, su “ehemmm!!” gibi hediyelerle geri dönüyor. Çantamız, hediye kutumuz, günlük, şehir, başarılar ve defineler, mağaza, mağara, harita, panteon, ekipmanınızın gücünü gösteren soru işaretli çadır ve ses ayarı var. Oyunun mağazasından "Ekstralar" kısmından alacağınız her özellik size büyük kolaylık sağlayacaktır. Onları almak için bir takım elementlere ihtiyacınız olacak. Enerji veren yiyecek üreten bir dükkan, demir ve bronz üreten demircimiz var. Birde kazmanızı, çizmenizi, balyozunuzu ve kaskınızı güçlendirmeniz için de bir dükkanımız mevcut. Gerekli ekipmanlarla Diggy'i daha iyi duruma getirip bonus şansınızı katlayabiliriz. Arkadaşlarınızın kampına gidip enerji yayan 5 tanrı çocuklarından günlük enerjinizi almayı unutmayın. Kampa 5 ila 8 arasında değişen kapasiteye göre yel değirmeni koyabilirsiniz. Arkadaşlarınızdan gelen bu yel değirmenleri bize yüklü bir enerji veriyor. Oyunda gece ve gündüz özelliğini de bulunuyor. Bu sayede enerji barınızı gece uyurken dolma süresini hızlandırarak vakit kaybı olmuyor. Kayaları iteklerken tek tek mi itekliyorsun? Kolayı var mağazadaki ekstralardan edineceğiniz "Golem" bu işi bitiriyor. Kayayı sonsuz bir uca iteleyebiliyoruz. Bunu keşfettiğimde dünyalar benim olmuştu. Hızlı yürümüyorsunuz ama hızlanmak mı istiyorsunuz? Çare envanter çantamızdaki hız iksirlerinde gizli :)
Oyunda keşfedebileceğimiz o kadar çok özellik var ki ben bile kullanma kılavuzuna ihtiyaç duyuyorum. Diggy's Adventure fanlarından bilgi alışverişi yapmakta fayda var. "Diggy Türkiye" sitesi bunlardan yalnızca biri. Oyunun Türkçe dili seçeneği de var. Bu oyun için çeviri yapanların neredeyse çoğu Türk oyucular. Kendilerine de buradan teşekkürlerimi sunuyorum ;) Tanrıların ve Tanrıçaların egolarına katlanabilirseniz size bu oyunu öneriyorum. İster kendinize ait bir hesaptan, Google'dan veya Facebook'tan giriş yapıp oynayabilirsiniz. Hem pratik olan hem de macera oyunları açlığımızı az da olsa dindiren Diggy's Adventure oyununa herkesi beklerim ;) Niğmet Kara
Bizde çok meşhur bir söz vardır; “her işin elinden gelebileceğini söyleyen adamın elinden hiçbir şey gelmez” diye. Bir oyun dergisinin editörü veya serbest yazarı olmak envai çeşit oyunla iç içe olmanızı gerektirse de, bu, yukarıdaki önermeyi yalanlayan bir durum yaratmıyor, olsa olsa destekliyor. Bu yüzdendir ki şimdiye kadar LEVEL’da okuduğunuz hemen tüm anime oyunlarını veya görsel romanları benden veya Ertuğrul’dan değil, Kaan veya Olca’nın kaleminden okudunuz…
yabancı bir oyuncu olarak, Chaos;Head’de olan biteni bilmiyor olmanın cezasını çok çektim, özellikle de oyunun ilk saatlerinde.
Hal böyleyken, Kaan’dan misafir yazar olma teklifi gelince ve üzerine iki kelam edeceğimiz oyunun da benim çokça deneyim etmediğim görsel roman türünde olmasına karar verilince, bir hoş oldum, buzlu çayımı tazeledim, teklifi havada kaptım. Aynı zamanda bu yazıyı bir inceleme yazısı gibi yazmak yerine, bir kişisel deneyim gibi yazmak daha doğru geldi, iyi mi ettim bilmiyorum.
Japonca bilmiyorsanız doğal olarak ilk oyunu oynayamayacağınızı düşünürsek, aynısını size de öneriyorum, tercihen Chaos;Child’a başlamadan önce…
Chaos;Child, Chiyomaru Shikura’nın yarattığı ve Mutsumi Sasaki’nin can verdiği Science Adventure serisinin dördüncü ana oyunu ve serinin ilk oyunu olan, asla batı dünyasına gelmemiş Chaos;Head’in devamı sayılabilecek nitelikte. Bunu söylemek zorundayım zira ben türe ,
Chaos;Child’ın tüm bu bitmek bilmeyen monologlarının, yavaşlığının ve üç dünya savaşı görmüş edasıyla ilerleyen, hiç aceleye gelmemiş hikayesinin içinde bir şeyleri kaçırdığım, olayı tam olarak ibrak edemediğim hissi peşimi bırakmayınca, döndüm ve Chaos;Head’de ne olmuş bitmiş, en baştan okudum.
Hikayeye giriş Zamanı hızlıca geri saralım. Shibuya, Tokyo. Şehri saniyeler içinde neredeyse dümdüz eden, geride 4000 ölü ve 30000 yaralı bırakan korkunç bir deprem. Parçalanmış aileler, yanıp kül olmuş umutlar, hastalıklı bir dünyaya uyanan ve travma sonrası stres bozukluğu yüzünden hayatı zindana dönen çocuklar. Yeniden inşa edilen Shibuya, devam eden ama sanki bir yere varmayacakmış gibi gözüken, tadı tuzu kalmamış hayatlar.
Oyun tüm bu olaylardan altı yıl sonra geçiyor, evet, Shibuya yeniden inşa edilmiş, depremi yaşayan çocuklar büyümüş ve şehir artık eskiden olduğundan farklı. Daha fazla kamera, daha yüksek ama daha güvenli binalar, devam eden travma sonrası stres bozukluğu vakaları ve Chaos;Head’de işlenenlere paralel ilerleyen, birbirinden korkunç “New Generation” cinayetleri. New Generation? Oyun, kafayı “daha çok izlenen bir yayıncı” olmakla bozan, ailesiyle köprüleri atan ve odasını nadiren terk eden bir tipin, yayın sırasında yaşadığı acayip durum ile başlıyor. Evet, bu beyhude arkadaşımız gecenin 23:30’unda kapısını tıklatan şeyin ne olduğunu merak ediyor etmesine ama ister korku deyin isterseniz uyuşukluk, koltuğundan kalkmakta hayli tereddüt ediyor. Olayın buradan sonrasında kendisinin aslen bir halüsinasyon gördüğünü ve yayında kaşar peyniri diye kestiği şeyin de aslında kendi kolu olduğunu fark ediyoruz. İzleyiciler çıldırıyor elbette, derin bir şok içindeki insanlardan gelen mesajların biri diğerini kovalıyor ve onun dehşete kapılmış yüzü daha fazla dayanamayıp klavyesine düştüğünde, giriş bölümünü geride bırakıyoruz… Diğer taraftan bu, kısa sürede tekrarlanacak birbirinden korkunç ölümler için sadece bir başlangıç. Oyun yapı anlamında genel geçer görsel roman mekaniklerine sahip, kronolojik olarak da LEVEL’da Kaan’dan okuduğunuz Steins;Gate’ten hemen önceki yere konumlanıyor. 2014 yılında Japonya’da piyasaya çıkan oyunun PQube aracılığı ile batı dünyasına ulaşması, hikayedeki eksikleri tamamlamak adına kesinlikle iyi haber!
Chaos;Child’da ana karakterimiz genç yaşına rağmen retro oyunlar söz konusu olduğunda gerçek bir databank olan Takuru Miyashiro. Kendisini hikayeye çeken şey de biraz önce anlattığımız, yayıncının kamera karşısındaki korkunç ölümü ve Takuru’nun obsesifçe bu konuya odaklanmasından başkası değil. Chaos;Child birbirinden farklı yönlere sapabilen bir roman, ancak hikayenin bu taraflarını görmeniz için hayli uzunca olan ana hikayeyi bitirmeniz gerekiyor. Bunu yaptığınızda ve oyuna yeniden başladığınızda hikayenin belli noktalarında sizi farklı yönlere götürecek olaylar ,
cereyan ediyor ve siz de bunları tetikleyerek dört farklı yöne sapabiliyorsunuz. Bunları kaçırmak istemeyeceğinize eminim, diğer taraftan gördüklerim, bu sonların tamamını görmeniz için gerçek bir Science Adventure veya görsel roman tutkunu olmanız gerekliliğine beni ikna etmeye yeterli. Öldüren yavaşlık Hemen ilk eleştirimi yapayım, oyundaki çizimlerin sayısını son derece yetersiz buldum ve bazen 3-4 dakika boyunca aynı arka planda akıp giden yazıları okumaktan da kimi zaman fenalık geçirdim. Oyundaki çizimler son derece başarılı olmasına rağmen tüm sahneleri canlandırma konusunda yapımcı hayli tembel davranmış. Diğer konu ise, oyunun görsel roman tutkunları için bile hayli ağdalı bir hikayeye ve yavaşlığa sahip olması. Oyun akmıyor, hikayeden küçük parçaları ortaya çıkartmak bile dakikalar sürüyor ve bazen her şeyi bırakıp yeni bir chapter’a geçmek için tüm konuşmaları geçmek isterken buluyorsunuz kendinizi. Bir görsel romanda böyle bir şapşallık yapma hakkınız da olmadığından, bu sizi oyundan uzaklaştırıyor. Diğer konu, tüm o dedektiflik sevdası, giderek dallanıp budaklanan cinayetler, bağlantılar içinde bile Takuru Miyashiro iyi yazılmış bir karakter değil. Oyunda karşınıza çıkacak bazı karakterlerin hakkı yenmiş ve Takuru arkadan itilerek başrole yazılmış gibi hissediyorsunuz. Bir de, oyun tüm bu “sonraki diyalog” başlıkları arasında size elbette bazı seçenekler de sunuyor ve siz bir halüsinasyonu “hülyalandırmak” veya “kabusa çevirmek” arasında gidip gelirken, ufak tefek dokunuşlar ile hikayeye yön verebiliyorsunuz. Son sözler Chaos;Child hikaye anlamında kesinlikle zayıf bir oyun değil, sevdiğiniz oyun türü ne olursa olsun aksini düşüneceğinizi sanmıyorum. Diğer taraftan oyun bu hikayeyi satmak konusunda kesinlikle başarısız ve saatlerce sabretmeyecekseniz, ağzınızda hoş bir tat bırakıp kenara kaldırılan bir diğer yapım olmaması için hiçbir sebep yok. Kürşat Zaman
Goku, üvey büyükbabası Gohan tarafından vahşi doğanın içinde, dağların, tepelerin arasında bir uzay kapsülünün içinde bulunur. Büyükbabası onu bulduğunda Goku son derece saldırgan ve agresiftir. Üstüne bir de maymun gibi kuyruğu vardır! Daha sonraları belki de tüm Dragon Ball serisinde kimsenin pek üstünde durmadığı fakat serinin dünyasının başına gelen en iyi olay gerçekleşir; Goku bir tepeden düşüp kafasını çarpar ve ufak yaşında hafızasını da kaybeder. O olaydan sonra büyükbabası ile çok iyi anlaşır, onu çok sever ve mutlu yaşamları başlar. Daha sonra Gohan bildiğimiz kadarı ile yaşlılıktan vefat eder ve Goku ona yadigâr kalan dört yıldızlı Ejder Topu ile küçük kulübemsi evinde yaşamaya başlar. Bu sırada yaklaşık 12 yaşlarındadır. Odun toplar, balık avlar, hoplar zıplar, göle girer ve hayatı böyle devam eder. Henüz hiç insan içine dahi çıkmamıştır ve ilk arkadaşı onu ziyarete gelir: Bulma. Bulma ejder toplarının peşindedir çünkü onların kendisine bir dilek hakkı vereceğini duymuştur. Bulma, Goku’nun tanıştığı ilk kızdır. Hatta onu görünce ilk başta cin sanar –böyle saftır işte-, daha sonra ise “Hmm anlıyorum! Büyükbabam bana kızlardan söz etmişti!” gibi bir tepki verir. Goku ve Bulma iyi arkadaş olurlar ve büyük Dragon Ball evreninin kapılarını açacak maceralarına başlarlar. Bu sırada Goku; Usta Roshi, Krilin, Yamcha, Puar, Oolong, Tienshin-han gibi birçok dost ve birçok düşman ile tanışır. Ay ışığında dev bir gorile dönüşebildiği ortaya çıkar. Ünlü ana saldırısı Kamehameha dalgasını öğrenir. Bütün bu zaman boyunca Goku her zamanki saf, nefretten uzak kişiliğini korumuştur. Onu en sinirli hallerinde her zaman arkadaşlarına zarar gördüğünde görürüz. Daha sonra Goku 23. Tenkaichi turnuvasından 3 yıl önce Dünya’nın gözcüsü Kami’nin yanına eğitime gider ve 3 yıl onu görmeyiz. Geri döndüğünde ise artık genç bir delikanlı olmuştur, boyu Bulma’yı bile geçmiştir. Aynı turnuvada gelecekteki eşi Chi Chi ile ikinci kez tanışır. Chi chi “küçükken benimle evleneceğine söz vermiştin!” der, tabiri caizse Goku’yu bırakmaz ve evlenirler. Bu evlilikten Gohan isimli bir çocukları olur. Ama Goku içinde hala kendi çocukluğunu korur. Dragon Ball Super’in bir bölümünde “Ben nasıl öpüşülür bilmem ki?” lafının üzerine Vegeta’dan “Ama senin çocuğun var!?” gibi bir tepki bile alır. Z serisinin başında ise geçmişinden tek kalan akrabası, abisi Raditz ile tanışır ve Saiyan ırkından bir uzaylı olduğunu öğrenir. Saiyanlar savaşçı ırklardır, Goku’nun savaşma sevdası da buradan gelir fakat küçükken ki hafıza kaybı sebebi ile artık vahşi değildir. Goku ilk kez dünyayı abisinden ,
abisinden kurtarmak için canını feda eder fakat Raditz’in daha tehlikeli yoldaşları Vegeta ve Nappa adında iki Saiyan’ın bir sene içinde dünyaya varacağını öğrenir. Arkadaşlarından onu Ejder Topları ile bir sene sonra diriltmelerini ister çünkü bir sene diğer tarafta, Kuzey Evreninden sorumlu Kaio ile eğitim yapacağını söyler.
Vegeta ile Nappa’nın da hakkından Kuzey Kaio’dan öğrendiği Kaio-ken tekniğinin yardımı ile gelir. Kaio-ken bizim seride ilk gördüğümüz power-up tekniğidir ve kişinin gücünü 10, 20 kat artırabilme yetisine sahiptir. Bu sırada da Goku elbette düşmanlarına kızgındır, ciddidir fakat hala da saf, bir bakıma aptaldır. Vegeta’nın yaralı bir biçimde kaçmasına, ölmemesine izin verir. Onunla teke tek bir kez daha dövüşmek istediğini söyler. Goku’yu ilk kez delirmiş gibi gördüğümüz, belki de içinde bir nebze kötülük duygusu taşıyan hali galaksinin kötü imparatoru lakabını almış Frieza ile dövüşürken, en iyi dostu Krilin öldüğünde olmuştur. Anime tarihinin en unutulmaz sahnelerinden biridir.
Evet, Goku; saiyan efsanelerine konu olan altın saçlı Süper Saiyan’a dönüşmüştür. Onu, oğluna şu sözleri söylerken sadece bu anda duyarız: “Aklımı kaçırmadan önce git buradan!”. Namek gezegeninin patlaması ile Goku uzayda Yardrat isimli bir halk ile tanışır ve onlardan “Anlık Işınlanma” isimli bir tekniği öğrenir. Zaman gelir, zaman geçer. Goku birçok düşmanla daha karşılaşır. Cell patlayıp dünyayı yok etmek üzereyken onu ölüler diyarına ışınlar ve orada patlamasıyla tekrar can verir. Bu ikinci kez ölüşüdür, artık dünyanın Ejder Topları ile canlandırılamaz. O ölüyken ikinci oğlu Goten doğar. Goku, Goten ile ilk defa bir günlüğüne dünyayı ziyaret etmek için izin aldığında tanışır, bu tanışma tıpkı Goku’dan beklendiği gibi sıcak ve cana yakındır. Süper Saiyan da kesmez artık. Süper Saiyan 2 ve Süper Saiyan 3 gibi yetenekler kazanır. Ama bunların etkisini açıkçası Goku’da fazla görmeyiz, artık öfkelenmesine gerek duymaz, sadece dönüşmeye başlar. Dünyayı kötü Majin Buu’dan kurtardıktan sonra Z serisi sona erer. Super serisinde Goku artık ilahi varlıklarla; Melekler ve Yıkım Tanrılarıyla tanışır. Kendi evreninin yıkım tanrısı ile dövüşebilmek için ilk önce beş Saiyanın gücü ile Süper Saiyan God (Süper Saiyan Tanrı) olur. Daha sonra bu formu Süper Saiyan formu ile birleştirip Süper Saiyan Blue (Mavi)’yi keşfeder. Goku o kadar güçlenmiştir ki artık enerjisi normal insanlar tarafından hissedilemez bile. Ama hiç evrenin en güçlüsü olmamıştır. Yıkım Tanrısı Beerus ve meleği Whis kendisinden kat kat daha güçlü kalmıştır her zaman. Üstüne tüm 12 evren arasındaki “Güç Turnuvası” ile diğer evrenlerden ve kendisinden güçlü savaşçılarla tanışmaya devam etmiştir. Yazı yazılan tarih itibariyle yavaş yavaş “Aşırı İçgüdü” tekniğinde ustalaşmaya başlamıştır. Öyle ki; vücudunun her parçası saldırılara kendi başına tepki vermeye başlar. Ama Goku bizim Goku’dur, saflığını kaybetmez hiçbir zaman. Tüm tanrıların başı olan çocuk görünümlü Zen-oh-sama’yı kucaklayıp tokalaşmaya cesaret edebilen tek kişidir. Çocuk, torun, hiç fark etmez, büyük ihtimalle her ne kadar biz büyümeye hatta artık bazılarımız için yaşlanmaya devam etsek de, Goku her zaman bir sonraki nesil için neşeli, sakar ve cana yakın olmaya devam edecektir. Kerim Moral
-Komutan Logar! -Efendim canım. -Anime inceleme yaklaşıyor efendim. -Kimsin senn! Çık dışarı çık! Ne diyorum ben? Ah pardon, bu bir cosplay yazısı olacaktı. Cosplayin yan etkilerinden biri de bu sanırım: ‘Rolün Yapışması’. Buna yazının ilerleyen bölümünde değineceğim, isterseniz gelin tanışalım. Ben Mert, 27 yaşındayım. Cosplay hobisi hayatımın bir parçası oldu diyebilirim. Çünkü bu hobiyi sergilemek belki bir gününüzü alsa da, plan aşamasından hazırlık aşamasına, bu aşamadan kostümün üretimine ondan da kostümünüzü giyeceğiniz güne kadar uzanan bir maraton. Tabi üretim kısmını atlayıp kostümü satın da alabilirsiniz o size kalmış ama yaratıcılığınız ve el beceriniz gelişmiş ise bu aşama sonunda çıkan sonuç sizi oldukça mutlu eden ve içinizde “Ben yaptım ben!” hissi uyandıran bir sonuç olacak. Hem çarşı pazar gezmeyen, bali koklamayan, evlayı bükmeyene bu alemde kız vermiyorlarmış benden söylemesi:)
Şimdiye kadar bahsettiklerim işin kostüm kısmıydı. Peki cosplay’de sizi en çok çeken şey ne diye soracak olursanız “play” kısmı yani karakteri yaşama kısmı derim. Üniversite zamanında tiyatroyla uğraştığım için bu bana oldukça tanıdık ve ilgi çekici gelmişti hatta beni cosplaye başlatan bu iki hobinin bu noktadaki benzerliği. “Role play” yapmak için seçtiğiniz karakteri sevmek gerekiyor. Karakteri tanımadan, evrenine hakim olmadan yapacağınız cosplay hep bir yerlerde yarım kalacaktır. Role bürünürseniz hem sahnede başarılı olma şansınız artar hem de gün içinde daha çok eğlenirsiniz. Sahne demişken alt kültür etkinlikleri ve oyun fuarlarında cosplay yarışmaları da yapılmakta ve dereceye girenlere para ödülü başta olmak üzere çeşitli ödüller veriliyor. Biraz önce bahsetmiş olduğum kız verme esprisi buraya dayanıyor aslında. Bu yarışmalarda ödül almak için iddialı bir sahne şovu hazırlamalı ve kostümünüzün büyük çoğunluğu size ait olmalı.
Bir diğer konu ise yüz benzerliği. Cosplay yaparken dikkat etmemiz gereken hususların başında geliyor. Karaktere ne kadar çok benzersek yapacağımız sahne gösterisi de aynı oranda etkili olacaktır. İyi bir sahne gösterisi için öncelikle karaktere bürünmemiz gerekiyor; karakterin sesini taklit etmek, repliklerine çalışmak, jest ve mimiklerine dikkat etmek bunların başlıcası. Gösterimizin senaryosu ise olayın en önemli kısmı, yaptıklarımızın havada kalmaması için kesinlikle bir sonuca bağlanması gerekiyor. Son olarak da sahneye uygun bir müzik seçimi de yaptık mı, ohh miss:) Mert Yörük
Cosplay hakkında birçok şey birçok mecrada yazıldı, çizildi ve anlatıldı. Peki, bu cosplay’cilerin resimlerini kimler çekiyor? Sıradan kostümlü resimlere birazcık büyü ekleyerek kimler gerçek kılıyor? Bu soruların cevabını almak için Sayın OĞUZ ARAL’ın kapısını çaldık ve kendisi bizleri kırmayarak sorularımızı tek tek cevapladı. Fazla uzatmadan, işte Sayın Aral ile kısa ama hoş sohbetimiz. -Merhaba Oğzuz Bey. Öncelikle bize iraz kendinizden bahseder misiniz? -Merhabalar. 1973’te İstanbul’da doğdum. Küçük yaştan beri çizim ve illüstrasyon ile uğraşıyorum. 2003 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik bölümünden mezun oldum. İllüstratör olarak çalışıyorum. Mimar Sinan Üniversitesi’nde analog fotoğrafçılık eğitimi almamıza rağmen, dijital fotoğrafçılığa 2007 yılında başladım. -Cosplay resimleri çekmeye ne zaman başladınız? Bu işi amatör olarak mı yoksa profesyonel olarak mı yapıyorsunuz? Hiç kendiniz de cosplay yapmayı düşündünüz mü? -2015 yılında Cosplay fotoğrafları çekmeye başladım. Asıl işim illüstratörlük olmasına rağmen moda, figür ve Cosplay fotoğrafçılığına karşı büyük bir tutkum var. Cosplay fotoğrafçılığı benim çok ciddiye aldığım ve gelecekte büyük planlarım olan bir konu. Kendim Cosplay yapmayı düşündüm ama Cosplay fotoğrafçılığı ile daha fazla ilgileniyorum. -Cosplay ile ilgili olarak gelecek planlarınız nedir? Maddi açıdan tatmin ediyor mu?
-Gelecekte daha aktif bir şekilde bu işe devam etmeyi istiyorum, bu konuda güzel hayallerim var. Cosplay ve 3D printing konusunu birleştirerek ilginç atölye çalışmalarını gerçekleştirmek istiyoruz. Parasal tatmin çok hayati bir konu elbette. Bir kişinin bu konudaki başarısı, sunduğu değerlerin zenginliği ve bunları ne kadar etkin pazarladığı ile yakından ilgili bence. Ayrıca insanlarla da iletişimin çok açık ve iyi olması gerekiyor. -Türkiye’de sizce cosplay işi hangi aşamada? Yurt dışına göre cosplay örneklerini nasıl buluyorsunuz? -Bence ülkemizde herkesin bir şey üretmeye ve yaratmaya ihtiyacı var. Ben bu açıdan genç arkadaşların Cosplay çalışmalarını her zaman desteklerim. Bu konudaki azim ve tutkularını çok takdir ediyorum. Ülkemizdeki Cosplay çalışmalarını yurtdışı ile kıyasladığım zaman, gerçekten çok başarılı işler ortaya çıkarttığımızı düşünüyorum. Bu konuda biraz daha para harcanırsa ve deneyimler geliştirilirse çok daha yaratıcı ve harika işler çıkacağına inancım tam. -Cosplay dışında başka hangi kategorilerde fotoğraf çekiyorsunuz? Hangisi daha zevkli? -Cosplay dışında, moda ve insan fotoğrafçılığı en sevdiğim konular. Karakter çeşitlemesi ve renkli tarzı nedeniyle şu sıralar en zevk alarak çektiklerim Cosplay’ciler.
-Biraz fotoğraf sürecinden bahseder misiniz? Kullandığınız belirli bir yöntem var mı? Resimleri genelde ne ile çekiyorsunuz? Çekilen fotoğraflar hangi aşamadan geçiyor? -Fotoğrafçılıkta ışığı yönetmek çok önemli bir süreç. Fotoğraflarımı Nikon D3200 DSLR makinemle çekiyorum. DSLR makineler fotoğrafçılık ile ilgili maksimum kontrolü sağlıyor. Fotoğrafları RAW olarak, yani ham data halinde çekmek bana maksimum düzenleme yapma fırsatı veriyor. Fotoğraflarımı çektikten sonra, bilgisayara alıp dijital olarak düzeltmeler yapmaya başlıyorum. Daha sonra, eğer özel efekt verilecek ise, bilgisayarda çoklu görüntü birleştirme (compositing) işlemi ile tamamlıyorum. Sonra eğer talep edilirse print alıyorum. -Cosplay fotoğrafçılığının zor yönleri neler? İçinize sinmeyen, “keşke böyle yapmasaydım” dediğiniz anlar oldu mu? -Fotoğrafçılık pahalı bir meslek. En keskin ve ideal fotoğraflar için daha iyi makine, lensler ve ışıklar almalısınız. Cosplay, moda ve insan fotoğrafçılığında insan ilişkileri ve iletişim kurma becerileri çok önemli ve geliştirilmesi gereken beceriler. Bu işin teknik kısmının detayları bir yana, insanlar ile kurduğunuz bağ ve iletişim size çok şey öğretiyor. İşin görünen tarafında profesyonel olmaktan çok, zihinsel olarak da profesyonel olmanız gerektiğinizi far ediyorsunuz ve bunu öğrenmek çok ilginç. Yani, insanlara karşı sabırlı, anlayışlı ve pozitif olmayı öğreniyorsunuz.
-Peki cosplay’cilerle aranız nasıl? Size karşı tutumları nasıl? Poz verirken siz mi ayarlıyorsunuz yoksa tamamen doğaçlama mı? -Cosplay’ci arkadaşlar ile deneyimlerimin çok olumlu olduğunu söyleyebilirim. Eğer karakterin kendine ait bir pozu varsa, önce o duruşları yapmalarını rica ediyorum, daha sonra ben aklıma gelen fikirlere göre onları yönlendiriyorum. Doğaçlama diyemem, çünkü figürün fotoğrafta daha iyi görünmesini sağlayan pozlar var. Fotoğrafçının bu pozları bilmesi ve modeli ona göre yönlendirmesi gerekiyor. -En son hangi etkinliğe gittiniz ve ortamı nasıl buldunuz? -En son olarak Caddebostan Kültür Merkezi’nde yapılan Comikon’a gittim. Başlangıç için güzel olduğunu düşünüyorum. Yurtdışında yapılan aktiviteler ile kıyaslanamaz elbette. Ama zamanla, daha fazla destek ve katılımla daha büyük etkinlikler göreceğimizi düşünüyorum. Bu tarz etkinliklerde, işin biraz fotoğraf ve video tarafının da düşünülmesi gerektiğini düşünüyorum. Daha iyi ışık sağlanmalı ve çekim için fon oluşturabilecek alanlar ayrılmalı bence. -İleriki projeleriniz neler? Sizi bir daha nerede çekim yaparken görebiliriz? -Cosplay ve kostüm üretimi alanında çalışan kişilere yönelik, 3D printing temalı atölye çalışmaları düzenlemek istiyoruz. Geek Festival Avrasya’ya geleceğim, beni orada fotoğraf çekerken görebilirsiniz. -Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkürler Oğuz Bey. Geek Festival Avrasya’da görüşmek üzere.
Antik bir Oyun Sanatı Üzerine! Merhabalar! Harikulade bir derginin dijital platformdaki ilk sayısıyla ilk defa birlikteyiz! Böyle bir dergiye elbette anime veya oyunlar üzerine yazmak en uygundur diye düşündüm durdum. Ama ne anime ile ne de oyunlarla ilgili pek bir bilgim olmadığından çok sevdiğim ve milattan önce üç binli yıllara kadar izi sürülebilen bir oyundan bahsedeceğim: Tavla! Evet, sevgili dostlar yanlış okumadınız. Tavla üzerine kısa ama bilgilendirici bir yazıyla az da olsa vaktinizi çalacağım;) Şimdi, tavla ile ilgili çoğunuzun bilmediği bazı garip bilgileri paylaşacağım sizlerle. Hilesiz bir zarda olay diye adlandıracağım kaç yüz vardır? 1-2-3-4-5-6. Altı farklı yüzü vardır ve şayet zarlar hilesiz ise her birinin gelme olasılığı 1/6’dır. Yani zarı altı milyon defa rastgele atsanız her sayı yaklaşık bir milyon defa gelecektir. Gelelim iki zara. Birbirine benzeyen, hilesiz – hurdasız iki zarımız var. Avucumuza aldıktan sonra bir güzel karıştırıyor ve sallıyoruz. Toplam kaç olay vardır? Mesela 1-1 bir olaydır. 5-6 da bir olaydır. Çok zor değil aslında ve yanıt 36 da değil! Çünkü sevgili okurlar, zarlar birbirinden ayırt edilemiyor. Bu ne demek? 1-2 ile 21 arasında bir fark yok demek. Siz 1-2 attığınızda karşınızdaki rakibiniz size kalkıp da “Kör müsün be? 1-2 değil, 2-1 attın!” gibi bir laf demiyor:) Ha, eğer zarların birisi mavi birisi yeşil olsaydı işte o zaman 1-2 ile 2-1 farklı olurdu. Veya zarları teker teker, birinci zar ile ikinci zar diye atsaydık. Böyle bir durumda 6x6 eşittir 36 diye bir olay olurdu. Fakat dediğim gibi, zarların birbirinden farkı yok ve her ikisini de iyice salladıktan sonra atıyoruz. Peki yanıt ne? Yanıt kesinlikle 12 de değil. Yanıtı 12 bulanın doğru cevabı bulmadan tavla oynamamasını şiddetle tavsiye ederim! İkinci soru, her bir olayın olasılığı kaçtır? Dikkat! Her olayın olasılığı aynı olmayabilir. Zarlar elbette hilesiz olduğundan 1-2 ile 4-6’nın olasılıkları aynıdır. Bunun gibi 1-1 ve 2-2’nin de olasılıkları aynıdır. Amaaa, 1-2 ile 1-1’in olasılıkları aynı olmayabilir. Tavlanın bir hayli popüler olduğu ve yenenin tavlayı yenilenin kolunun altına sıkıştırdığı ülkemizde iyi bir tavla oyuncusu olmak için bu olasılıkları bilmek elzemdir! Şimdi bu adam ne anlattı? Kiminiz anladı, kiminizinse kafası çorba oldu:) Kimse bilmez ama tavla satranç gibidir. Bazı olasılıkları bilemeseniz bile öngördüğünüzde rakibinizi alt etme ihtimaliniz yüksek olur. Derler ya: “Hadi kemik’” Zar atmak tavlanın kilit noktası ise olasılıkları önceden hesaplayıp pulları ona göre oynatmak da işin gizli kilididir. Vakit ayırıp okuduğunuz için teşekkür ederim. Bir sonraki sayıda belki daha basit, belki daha da karmaşık bir yazıyla görüşmek üzere! Mr. Joe’dan hepinize sevgilerle!
Mr. Joe
Geçen ay 7-8 Ekimde gerçekleştirilen ve Türkiye’de ilk defa düzenlenen Japon Manga-Anime festivali olan Comikon İstanbul eğlence içinde bitti. Ben de konuşmacı olarak katıldığım Comikon İstanbul etkinliğinin Japonya’daki etkinlikler gibi kaliteli geçtiğini ve bütün misafirlerin mutlu olduğunu düşünüyorum. Umarım sonraki Comikon İstanbul daha müthiş ve mükemmel olacak ve başta bütün Türkiye olmak üzere Osmanlı devrindeki İstanbul gibi Balkanlar ile Orta Doğu’dan bütün manga ve anime severler İstanbul’a gelecek. Comikon İstanbul’un özelliği Japon Manga-Anime’yi sadece göstermek değildi. Daha derin, yani manga veya anime nedir, nasıl üretilir ve kimler izler diye söyleşilerin yapılması, Golden Tamago (Altın Yumurta) Ödülü vasıtasıyla Türk mangakaların yetişmesi gibi önemli etkinlikler vardı. Öyleyse Comikon İstanbul beş sene, om sene hatta yirmi beş seneye kadar devam edebilirse ileride sadece Japon değil, “Türk Manga-Anime”nin bulunacağını da hayal edebiliriz.
Manga-Anime, Japonya’nın dışında sevenleri sayesinde evrensel bir kültür oldu. Ama ne kadar evrensel olsa da Manga-Anime’nin hikâyelerinin çoğu Japonlar tarafından kuruluyor. Elbette Manga’nin kökeninin Comic veya Cartoon ve Anime’nin kökeninin de Animation olduğunu düşünürsek “Japon Manga-Anime”nin Comik, Cartoon ve Animation’nun Japon versiyonu olduğu belli. Ama Manga-Anime’yi tercih edenlerin bütün dünyaya yayıldığına bakarsak, MangaAnime’nin evrensel özelliğin olduğu ortadadır. Bence MangaAnime en azından bir film çeşidi olan “Western”a benziyor. “Western” Amerika’da çekilen cowboy filmi olarak bilindiği halde İkinci Cihan Harbi’nden sonra başta Japonya olmak üzere Avrupa’da da çeşitli cowboy filmleri çekildi. Bunlardan en meşhur olanlardan birisi olan İyi, Kötü ve Çirkin İtalya’da çekilen “Western” tarzı cowboy filmi olmasına rağmen hikâye olarak Amerika geçiyor ve ve İtalya kültürünün etkisi gözlemlenebiliyor. “Western” filmleri sadece Amerika’nın değildi. Dünyada da üretilen filmin çeşidiydi. “Japon Manga-Anime” Türkler tarafından üretilirse daha zengin içerikli manga ve anime’ler olacaktır. Ben Türk-perver bir Japon olarak, Türklerin günlük hayatını, tarihini, bilim kurgusunu, polisiyesini ve aşkını Manga-Anime eserlerinde görmeyi istiyorum. Ondan sonra Japonya’da da yayınlanmalıdır ve bu hiç de imkânsız değil. İtalyalı “Western” dünyaya ait oldu. Biz Comikon İstanbul’da temelleri attık. Comikon İstanbul’da Türk Manga-Anime seven birçok genç bir araya geldi ve gördük ki “Türk Manga-Anime”nin oluşum ihtimali gayet yüksek. Nagashima Iku
Anime ve Manga Uyarlaması Live-Action Filmler Neden Güzel Olmaz?
Anime-Manga uyarlaması Live action filmler neden güzel olmaz sorusunun net bir cevabı var aslında. Bunu bir anım ile anlatayım: Çok eskiden, 90’ların başlarında haftalık televizyon programlarını ve içeriğini yazan dergiler yayınlanırdı. Bu dergilerden birinde Kemal Sunal’ın Varyemez adlı filminin yayınlanacağı duyuruluyordu. Dergi editörü filmle ilgili bilgi vermekten de geri durmamıştı. Bilgi şöyleydi: “Bu film, Varyemez Amca (Duck Tales) adlı çizgi filmden uyarlanmıştır.” Daha 13 yaşındaydım ve dehşete düşmüştüm! Nasıl olabilirdi ki bu? Kemal Sunal’a gaga mı takmışlardı? Nasıl yani? Gergin bir bekleyişin ardından neyse ki filmin Varyemez Amca ile bir alakası olmadığını gördüm ve rahatladım.
İşte bir manga ya da animeyi, live action yapmak Kemal Sunal’a gaga takmaya benziyor. Anime üzerinden gidelim: Animeler bildik filmler değildirler. Hikâye akışları, kamera hareketleri klasik anlayıştan farklıdır. Animelerden bir sahne hayal edelim: Mesela Tsubasa topun başında bir süre rakiplerini süzüyor sonra da tüm gücü ile kaleye doğru vuruyor. Topun kaleyi bulması zaten yaklaşık 5 dakika sürecek. O cepte. Top giderken zaman yavaşlamıştır. Bu anlamda bildik sinema zamanından çıkarız. Gol olması çok önemli olduğu için tribünlerdeki seyirciler son derece heyecanlıdır. Donup kalmışlardır. Sadece ana karakterlerin gözleri oynamaktadır. Tsubasa topa vururken yerden 10 metre havalanmıştır. Arkadaşları topa doğru koşup olası bir duruma müdahale etmek yerine baka kalmışlardır. Aynı şekilde rakip oyuncular da oldukları yerde sanki uzaylı görmüş gibi öylece kalmışlardır. Evet bildik bir anime sahnesi. Peki bu heyecan verici ve gergin sahneyi gerçek oyuncularla birebir sinemaya uyarlarsanız ne olur? Cevap veriyorum: Komedi olur! Animeler ile sinema filmlerinin anlatım kodları birbirinden farklıdır. Bu nedenle yeni bir dil oluşturmadan animeleri sinemaya uyarlamak çok güçtür. Uyarlama sorununda karakterlerin dış görünüşlerinin de etkisi var. Gerçek hayatta Code Geass’daki gibi uzun bacaklı karakterler bulunmuyor. Karakterlerin gözlerindeki parlamaları, saçlarının dalgalanışını görsel efekt kullanmadan yapamazsınız. Bunu yaptığınızda da yine komediye düşme tehlikesi ile yüz yüze gelirsiniz. Bir başka sorun da imkansız kamera hareketleriydi. Sinemada 3D grafiklerin kullanılmaya başlanması ile animelerde gördüğümüz ve normal şartlarda yapılamayacak farklı kamera hareketleri gerektiren görüntüler sağlanmaya başladı. Buna en güzel örneklerden biri, anime uyarlaması olmasa da, Matrix Revolutions filminde Neo ve Smith’in yağmurda dövüştüğü sahnelerdir. Doğal olmayan yağmur damlaları ve kamera hareketleri filme çok güzel yedirilmiştir. Ancak bunun içerisinde Matrix gerçekliğinde animelerde gördüğümüz futbolcunun yirmi metre yukarı zıplaması gibi hareketler gerçekleştirebiliyor oluşunun çok büyük ,
etkisi var. Bu arada Wachowski Kardeşlerin anime tutkunu olduklarını hatırlatmama gerek yok sanırım. Sonuç olarak adam akıllı bir uyarlama yapmanın zorluğu açıkça ortada. Belki de anime sadece anime olarak kalmalı. Ahmet Ziya Sekendiz