30.01.2019
2018’in En yi
Pop ART Andy Warhol
1
2
İçindekiler Bulutlarin uzerindeki sehir Artvin.................................. 06 Emil Nolde.......................... 10 Surrealist Steampunk........... 14 Edebiyyatin susturalamayan sesi...... 16 Ahmet Arif........................... 18 2018in ey iyi 10 kitabi.......... 22 Renklerin psikolojisi............. 26 Dünyaca ünlü sanatçılara ilham veren atışdırmalıklar.............. 28 Madem sevmeyecektin beni neden yaratdın?.. 30 İnsanları birleştiren müzikler yapıyoruz..................................... 32 Neler oluyor?............................... 34 Fotoğrafçılık................................. 36 Andy Warhol............................... 40 Frida Kahlo................................... 30 Vincent Van Gogh...................... 48 Salvador Dali................................ 52
3
Zamanı Sorgulatan Sergi 18:00 13 ARALIK 17 MART
Sergide Cao Fei, Nilbar Güreş ve Raqs Media Collective zaman algısının prangalarından kurtulmak amacıyla alternatif yollar üretiyor. Labirent niteliği taşıyan bu sergi nereye gittiğinizi kontrol ediyor, tıpkı zaman gibi. İzleyiciyi zamanı bir ölçü birimi olarak değil de bireylerin kendini anlamalarının bir yolu olarak değerlendirmeye çağıran “Zaman Değişmeli” sergisi, 17 Mart tarihine kadar Pera Müzesi’nde ziyaret edilebilir.
4
Evrenin Renginden İlhamlan: Cosmic Latte
11: 00 01 ŞUBAT 16 MART
Galeri Nev, Murat Morova’nın son dönem işlerinden oluşan “Cosmic Latte” isimli kişisel sergisine ev sahipliği yapıyor. Sergide yıllar içinde kendine özgü ikonografi geliştiren sanatçının kendi içinde bütünlüklü bir anlatıya sahip dizisi yer alıyor.
5
Bulutların üze
ARTV
Artvin, ili ikiye bölen Çoruh nehri, dik yamaçlı uzun vadileri, 3900 metreye kadar yükselen birbiri ardına sıralanmış yüksek dağları, balta girmemiş doğal ormanları, yüksek dağların doruklarında Krater gölleri, Karagülleri, yeşil yaylaları, fauna ve flora zenginliği, tarihi kilise, kale ve kemer köprüleri, geleneksel mimarisi ve festivalleri ile çeşitli turizm değerlerini içinde barındıran otantik bir turizm beldesidir.
6
erindeki şehir
VİN
Kaçkar ve Karçal dağlarında yapılan dağ tırmanışları, bölgenin değişik yörelerinde doğal güzellikler içinde bulunan trekking parkurlarında yapılan doğa yürüyüşleri, Çoruh Nehri ve Barhal çayında yapılmakta olan rafting, katamaran ve kano gibi akarsu sporları Artvin’in turizm çeşitliliğini zenginleştirmektedir. 4 ncü Dünya Akarsu Sporları Şampiyonası 1993 yılında Çoruh nehrinde yapılmıştır.
7
Coğrafya Artvin’in iklimi Karadeniz iklimidir. Kıyı kesimlerinde ılık ve yağışlı iklim tipi egemendir. Artvin merkezinin de ılık ve yağışlı bir iklim tipi vardır. İlin yüksek kesimleri diğer Karadeniz bölgesi illerinde de olduğu gibi kışları kar yağışlıdır. Ancak bütün yıl yağışlı ve serindir. Artvin’in genelinde görülen Karadeniz iklimi, Şavşat’ın, Ardanuç’un ve merkez ilçenin rakımı yüksek olduğu yerlerde kışları daha sert geçer.
Akarsular Çoruh Nehri ve Vadisi: 3225 m. rakımlı Mescit Dağları’ndan doğarak toplam 466 km. kat ettikten sonra Gürcistan sınırları içerisinde Karadeniz’e dökülmektedir. Nehir aynı zamanda dünyanın en hızlı akan nehirlerinden biridir. Yöre, her yıl dünyanın her tarafından gelen, rafting, kano ve nehir kayağı gibi akarsu sporlarını yapan yerli ve yabancı sporcuları ağırlamaktadır. Zengin flora ve faunaya sahip Çoruh Nehri Vadisi, aynı zamanda kuşların göç yolu üzerindedir. Nehrin çevresindeki bazı kayalıklarda nesli tükenmekte olan kızıl akbaba türü koloniler halinde yaşamaktadır. Ayrıca Çoruh Vadisi boyunca; boz ayı, çengel boynuzlu dağ keçisi, yaban domuzu, kurt, çakal, tilki, porsuk, sansar, su samuru, tavşan, keklik, yaban horozu, çulluk, yaban ördeği, üveyik, sarıasma, sarısandal, ardıç kuşu, güvercin, tahtalı kuşu ve çeşitli yaban hayvanı türleri bulunmaktadır. Bayburt’tan başlayıp İspir ve Yusufeli’ni takip ederek Artvin’e kadar uzanan ve yaklaşık 260 km. uzunluğundaki nehirde, 4 farklı etapta rafting yapılmaktadır. Zorluk dereceleri 1, 2, 3, 4, 5, 6’ya kadar çıkmaktadır. Profesyonel sporcuların tercih ettiği nehirde, 1993 yılında 4. Dünya Akarsu Şampiyonası yapılmıştır
Dağlar Kaçkar Sıradağları: Rize ve Hopa arasında yer alan, yıl boyunca gözlenebilen keskin buzulları, masmavi gölleri, yeşilin her tonuna sahip ormanları, coşkulu dereleri, binbir çeşit bitkileri ve hayvanları ile doğal bir park görünümünde olan Kaçkar Sıradağları’nın en yüksek tepeleri Altıparmak (3480 m.), Kavran (3932 m.) ve Verçenik’tir (3710 m.).Dağa yaz aylarında tırmanmak ne kadar kolay ise kış aylarında tırmanmak o kadar zordur. Kış aylarında kar, vadileri doldurur, yaylaları örter ve evler yok olur. Ayrıca, buzulların eğimi her zaman çığ düşmesine uygundur. Kaçkarlar; Doğu Karadeniz’de Rize – Hopa kıyılarına paralel olarak uzanır. Ağustos ve eylül ayları, yaz tırmanışları için en uygun zamandır. Kış tırmanışlarında ise şubat ve mart ayları en uygun zamandır. Kaçkar Dağları, genel olarak granit, siyenit, granodiorit ve andezit türü kayaçlardan oluşmuş, şiddetli akarsu ve buzulların aşındırması sonucunda da sert bir görünüm kazanmıştır.
8
GEZİLECEK YERLER Kaleler
Şavşat (Satlel) Kalesi: Şavşat ilçesi Söğütlü Mahallesi’nde bulunmaktadır. Bagratlı Krallığı zamanında inşa edilmiş Osmanlılar tarafından da kullanılmıştır. Günümüzde terkedilmiş olan kalenin sur duvarlarının büyük bir bölümü ayaktadır. Ardanuç (Gevhernik) Kalesi: Ardanuç ilçesi, Adakale Mahallesi’nde bulunan yapı, yöredeki en eski ve en önemli kalelerden birisidir. Kalenin ilk yapımına milattan önceki dönemlerde başlandığı bilinmektedir.
Cami ve Türbeler Artvin il ve ilçelerinin önemli camileri Ortacalar Merkez Camii (Arhavi ilçesi) Muratlı Camii (Borçka ilçesi), Esenköy Camii (Murgul ilçesi) Kocabey Camii (Şavşat ilçesi) Demirkent Camii (Yusufeli ilçesi), İskender Paşa Camii ve Türbeleri (Ardanuç İlçesi)’dir. İskenderpaşa Camii ve Türbeleri: Ardanuç ilçesi, Adakale mevkiinde bulunmaktadır.Osmanlı döneminde yapılmış, 1553 yılında tamir edilerek tekrar ibadete açılmıştır. Yanında Osmanlı dönemine ait Hatice Hanım, Ali Paşa ve Süleyman Paşa’ya ait türbeler bulunmaktadır.Yörenin ilk camisi olması açısından önem taşımakta olup günümüze sağlam olarak gelmiştir.
Köprüler Berta Köprüsü: Artvin-Şavşat yolu üzerinde bulunmaktadır. 1878 yılında Osmanlılarca yaptırılmış olup, döşeme uzunluğu 64 m’dir. Üç gözlü ve düz yollu köprüler sınıfına girmektedir. Yapı günümüze sağlam olarak ulaşmıştır. Ortacalar Çifte Köprü: Arhavi ilçesi Anlı ve Küçükköy yol ayırımında bulunmaktadır. Birbirine dik gelecek şekilde planlanan iki köprüden meydana gelmektedir. Her ikisi de gözlü ve yolu eğimli olan taş köprüler grubuna girmektedir. Günümüze sağlam olarak ulaşmışlardır.
Kara lahana Artvin’de vazeçilmez bir üründür. Yöresel çalgılar, tulum akordiyon,davul ve zurnadır.Saz Kıpçak Türkleri içinde vazgeçilmez bir çalgıdır. Artvin yöresinde Bar oyunları ve adı Artvin Barı olan fakat Atatürk’e ithafen adı Atabarı olarak değiştirilen halkoyunu, Artvin ile özdeşleşmiştir. Artvin ili’nin simgesi Boğa’dır. Her yıl Geleneksel Boğa Güreşleri Festivali yapılır, Kafkasör festivali bunların içinde en ünlüsüdür.
Yapmadan Dönmeyin... Borçka Karagöller ve Camili Havzasını gezmeden Çoruhta rafting, Kaçkarlarda trekking yapmadan, Kafkasör Yaylasında Boğa Güreşlerini İzlemeden, Puçuko yemeden, Dönmeyin...
Kültür Artvin’de Karadeniz ve Kafkas kültürü hakimdir. Kafkas kültürü Kıpçak Türklerinde ve kısmen Gürcülerde vardır, Karadeniz kültürü ise Laz, Hemşinli ve Gürcülerde vardır. Mısır unu yaygın kullanılır. Ayrıca kıyıda hamsinin her çeşidi tüketilir.
9
Emil Nolde (1867-1956)
Alman ressam ve grafik sanatçısı. Alman Dışavurumculuğu (Ekspresyonizm) içinde, ülkesinin özelliklerini taşıyan bir anlayış yaratmıştır.
Emil Hansen 7 Ağustos 1867’de Nolde’de doğdu, 15 Nisan 1956’da Seebüll’de öldü. Bir çiftçi ailesinin çocuğuydu. 1884-1888 arasında Flensburg’ da bir mobilya fabrikasında çıraklık yaptı. Sonra Karlsruhe’ye geçti. Burada da hem mobilya oymacısı olarak çalıştı, hem de Sanat ve El Sanatları Okulu’nda derslere devam etti. 1890’da Berlin’de mobilya tasa-rımcılığı yaptı. 1892-1898 arasında da St.Gallen’de bir endüstri tasarımı okulunda dersler verdi. Bir yıl kadar Münih’te Adolf Hoelzer’in (1853-1934) yanında çalıştı. 1906’da Berlin’e yerleşene değin Paris ve Kopenhag’da bulundu. Kısa bir süre Die Brücke’ye (Köprü Grubu) katıldı. Yalnız yaşama ve çalışma alışkanlığından ötürü bu işbirliği uzun sürmedi. 1913-1914 yıllarında Uzakdoğu’ya ve Polenezya’ya giden bir Alman araştırma grubuna katıldı. 1920’lerde Nasyonal Sosyalist Parti’nin ilk yandaşlarından oldu. Büyük Almanya düşüncesine katılıyordu, çünkü kendi de büyük bir Alman sanatı yaratmak amacındaydı. Ancak sonraları resim yapması yasaklanınca ve yapıtları yoz sanat olarak nitelenince, düş kırıklığına uğradı ve partiyle ilişkilerini kesti. Berlin’e gidip gelmesinin dışında yaşamının büyük bir bölümünü Baltık
10
kıyılarında Seebüll’de geçirdi. Nolde, yüzyılın başında gittiği Paris’te izlenimci (empresyonist) tekniklerden etkilenmesine karşın, kullandığı canlı renkler, sinirli fırça vuruşlarıyla, İzlenimciler’e ters düşen çalkantılı ve kargaşalı düzenlemeler yaratmıştır. Bu yaklaşımı onu dışavurumcu tekniklere yaklaştırmış, ayrıca E.Munch, J.Ensor ve Van Gogh’un yapıtlarına ilgi duymasına neden olmuştur. Nolde dindar bir kişiydi ve Hıristiyan inancına göre insanların doğuştan işlemeye eğilimli oldukları günahın yarattığı suçluluk duygusu altında eziliyordu. 1910’dan sonra yaptığı resimlerinde, onda bir tutkuya dönüşen bu duyguyu, figüre erotik ve şeytansı nitelikler yükleyerek yansıtmış, ayrıca uyumsuz canlı renklerle bu nitelikleri pekiştirmiştir. – Aynı dönemde yaptığı dinsel konulu resimlerinin bazılarında ruhsal yaşamın mutluluğunu, bazılarında ise dinle düştüğü çelişkiden kaynaklanan umutsuzluğunu ve endişelerini yansıtmıştır. Uzakdoğu’ya yaptığı gezide saf ve katışıksız inancın gücünü anlamış ve bundan sonra da seçkin bir yaşam sürmüştür. Bu değişimine koşut olarak manzara ve natürmortlara ağırlık vermiş, canlı renkleri kullanmayı sürdürmekle birlikte serinkanlı ve nesnel bir bakış açısı geliştirmiştir.
Ressam ve Grafik Sanatçı 11
Capp 201 12
padox 18 13
Sürrealist ve Steampunk Christian Schloe Bu tatil gününde bu sefer size harika bir illustrasyon sanatçısını tanıtacağız. Avusturyalı sanatçı Christian Schloe.
E
n bilinen eseri aşağıdaki kalbinde yangın olan kadın “Portrait of a Heart”. Sanatçı sürrealizm tarzında eserler yapıyor ve çoğu ciddi anlamda çok iyi. Genelde mavi, ay, kuşlar, balıklar, yıldızlar üzerine ağırlık vermiş. Aynı zamanda steampunk etkilde de görüyoruz. Çalışmalarını Dreamer, Wonderland, In Bloom, Deep Waters, Guardian, Journey diye bölümlere ayırmış. Şimdi sizi İllustrasyonlarıyla baş başa bırakayım.
14
15
Edebiyatın susturulamayan sesi
Ö
yle bir çağda yaşıyoruz ki içi boş sevgi sözcükleri, sahte duygular ve yapmacık insanların moda olduğu kadar, yüzeysel fikirleri dile getirip bunları popülizm üzerinden satmak da bir o kadar moda. Sürekli fazla gerçekçi ve kalıpçı olmanın dayatıldığı, mantıklarından gözlerinin önündeki şeyleri göremeyen insanların olduğu bu dönemde, edebiyat en büyük kurtuluş yolu olması gerekirken, insanlar için havada kalmış, geçici duygulardan ibaret, gereksiz bir olaymış gibi gösterilip, sesi kesilmeye çalışılır. Ya da tam tersi herkes şiir okur, herkes bilir iyi kitapları, bir roman nasıl olmalı, popüler kültüre nasıl satılmalı, kaliteli edebiyat nedir? Fakat, şimdi bahsedeceğim şey bunlara rağmen, neden edebiyata, kurgu dünyasına her şeyden çok ihtiyacımız var? Yazın dünyasında kendini bulmuş, edebiyatın çok boyutluluğunun ve ruhun en temel ihtiyacı olduğunun farkına varmış insanlar, yani, yazarın da dediği gibi “Olduğu yerden başka her yerde yaşamak isteyenler…” kalplerini edebi dünyada bırakanlar bilir ki, edebiyatın sonu yok, bir okyanus gibi. Bizlere verilmiş bir armağan. Birisinin beynine girmek, kalbini hissetmek, onu anlamak, en zayıf ve en mucizevi yanlarını keşfetmek… Eğer bunların farkında değilseniz, hiçbir kurguya körü körüne bağlanmamışsınız demektir.
16
Bazı insanlar çok gezenler çok okuyanlardan daha iyi bilir derler. Elbette çok gezmek insanın vizyonunu geliştiren en büyük araçlardan biridir, fakat bu cümle kalpleri kelimelerle dolu insanların, onların bir hakikatten ve bilgelikten çok daha fazlası olduğuna inananların, gülmesine sebep olur. Çünkü oraya gitmiş bir insan yeni yerler görüp tecrübe edinmek, orayı beğenmek ve güzel anılar yaşamaktan öteye geçemezken, okumuş insan oraya bakmaz, orayı görür. Kısacası orayı tüm hücreleriyle hisseder. Hatırladığı, yaşadığı somut şeylerdense oranın ona hissettirdikleridir. Okuduğunuzda o insanın bin yıl önce, belkide şu an varolmayan yerlerde yaşadıklarını görürsünüz. Nazım Hikmet’in “Ceviz Ağacı” şiirini okumadıysanız, Gülhane Parkı’nı ne kadar gezerseniz gezin, Nazım Hikmet’in size hissettirdiği şeyleri hissedemezsiniz. Gezerken edindiğiniz şeyler beyninizi doyururken, ruhunuzun açlığını kelimelerden başka hiçbir şey gideremez. Üstelik edebiyatın olduğu toplumlarda hala umut vardır derler. Eğer gerçek bir edebiyatınız varsa, bu cümle sizde beklenti yaratabilir. İngiliz şair Percy Shelley “Şiir her şeyi
sevgiye dönüştürür. En güzel olanın güzelliğini yüceltir, en çok bozulmuşa bir güzellik katar, onun gizli simyası, ölümden hayata akan zehirli suları altına dönüştürür.” derken yanılmıyordu.
Acıya, hoş bir trajik yan katarak onu ilgi çekici sunar insanlara edebiyat. En acılı toplumların, kaliteli edebiyatlarının olmasının nedeni de budur. En gelişmemiş toplumlarınsa önce yazarlarının, edebiyatçıların dillerini kesip, parmaklıklar ardında edebiyatını savunmasından asla utanmayışının nedeni, yine budur. İnsan mutsuz olduğu yanılsamasına kapılmamalı hemen. Belki de Aslı Erdoğan’ın dediği gibi “Kimileri için yüreğinin şiirini bulmanın tek yolu, cehenneme alevlerle yaklaşmaktır.” Yüreğimizdeki kelimeleri bulamadığımızdandır belki de bu mutsuzluğumuz, bu nefretimiz dünyaya. Acıya ya da mutluluğa kulak vermeyip, kendimizi her şeyden üstün sanmamızın nedeni hiç okumadığımızdandır belki de, anlamaya çalışmayıp, kurgu dünyasına ait küçücük bir şey gördük mü burun kıvırmamızdandır. Ama bitmeyeceğini ve sürekli yeni bir şeyler keşfedeceğini bilmektir edebiyat ve her zaman içinde umut da barındırır ve ne olursa olsun sesi susturulamaz, en çaresizler için bile.
“Rakamlar zengin edebilir, hatta mutlu bile edebilir ama bizi kelimeler kurtaracak.”
(Mütevazı Bir İntikam, Bahadır Cüneyt Yalçın)
Jean Paul Sartre’ın Kaleminden Edebiyat Nedir Sorusuna 12 Anlamlı Cevap 1. “Yazmayı düşünen bütün gençlere şu ilke sorusunu sormaz mıyız hep; ‘Söylenecek bir şeyiniz var mı?’ Bunun anlamı şudur; Başkalarına aktarılacak kadar değerli bir şeyiniz var mı?…” 2. “İnsan, bazı şeyler söylemeyi seçtiği için değil, onları belli bir biçimde söylemeyi seçtiği için yazardır…” 3. “Yazma işinde, gerçek okumayı olanaksız kılan, gizli bir yarı-okuma vardır. Sözcükler kalemin ucunda biçimlendiğinde yazar da onları görür elbet…” 4. “Yazınsal nesnede okuyucunun öznelliğinden başka bir şey yoktur. Raskolnikov’un bekleyişi, ona ödünç verdiğim, kendi bekleyişimdir…” 5. “Yazar, kalemiyle toplumun çıkarlarına hizmet etmeyi seçmiş olsa bile , üretmez, tüketir…”
duraksar…” 9. “Demek ki insanın kendisi için yazması diye bir şey yoktur; böyle bir şey tam bir bozgun olurdu; insan duygulanımlarını kağıt üstüne dökmekle onlara güçlükle cansız bir uzantı sağlayabilir belki…” 10. “Yaratıcı edim, bir yapıtın ortaya çıkışındaki eksik ve soyut bir andan başka bir şey değildir…” 11. “Yazarın asıl ereği sessizlik olsa da kendisi bunu hiçbir zaman tadamamıştır; onun sessizliği özneldir ve dilden sonra gelir…” 12. “Hiç kuşkusuz yazar ona yol gösterir; ama yalnızca yol gösterir, koyduğu işaret kazıklarının arası boştur, bu boşlukları doldurmak gerekir…”
6. “Sanatsal yaratışın belli başlı dürtülerinden biri, hiç kuşkusuz, dünyaya oranla daha önemli olduğumuzu duyma gereksinimidir…” 7. “Yazınsal nesne, ancak devinim içinde var olan garip bir topaçtır. Bu nesneyi ortaya çıkarabilmek için okuma adını verdiğimiz somut bir edim gereklidir ve topaç, bu okuma sürdüğünce vardır…” 8. “İnsan kendini, başkalarını beklediği gibi beklemez; yazar, geleceğin daha oluşmadığını, bu geleceği kendisinin kurması gerektiğini bildiği için
17
Bıyıklı Babamın Sabah Kahvaltılarımıza Konuk Ettiği Şair:
Ahmed Arif Haberin var mı taş duvar, demir kapı, kör pencere, yastığım, ranzam, zincirim uğruna ölümlere gidip geldiğim, zulamdaki mahzun resim, haberin var mı?
Babam Hasan Atay Anısına 21 Nisan 1927 tarihine geldiğimizde, Diyarbakır’da hayata gözlerini açan, asıl adı Ahmet Hamdi Önal olan, bizimse daha sonra kendisini Ahmed Arif olarak tanıyacağımız şair yeryüzündedir. Ahmed Arif dedesini çok sever, mahlas olarak kullandığı Arif soyadı dedesinin adıdır. Babasının görev yaptığı coğrafyada Arapça çok yaygın ve babalara en küçük erkek çocuk ismiyle hitap edilirmiş Babasına ‘‘Ebu Ahmed’’ yani Ahmet’in babası şeklinde hitap etmelerinden, mahlas olarak kullandığı Ahmed ismi bu şekilde doğmuş olabilir. Bir kitaba sığdırdığı söyleyeceği az sözü mü vardı, yoksa söylenecek her şeyi bir kitaba mı sığdırdığının
18
ayrımını yapmak zordur. Her zaman yaptığımız gibi bu paragrafta, şöyle böyle şu işleri yaptığı sıralamasını bekleyebilirsiniz. Lakin yapmayacağım kendisi belli gazetelerde düzeltmenlik ve teknik sekreterlik yapmıştır fakat mesleği şairdir. Daha sonra aşık, eş, baba olmuştur. Uy Havar şiirindeki kendi dizeleriyle, ‘‘Ve ben şairim. Namus işçisiyim yani Yürek işçisi. Korkusuz, pazarlıksız, kül elenmemiş Ne salkım bir bakış Resmin çekeyim, Ne kınsız bir rüzgar Mısra dökeyim.’’
‘‘Vurun ulan, Vurun, Ben kolay ölmem. Ocakta küllenmiş közüm, Karnımda sözüm var Haldan bilene, Babam gözlerini verdi Urfa önünde Üç de kardaşını Üç nazlı selvi, Ömrüne doymamış üç dağ parçası. Burçlardan, tepelerden, minarelerden Kirve, hısım, dağların çocukları Fransız Kuşatmasına karşı koyanda’’ 1951 yılının Ekim ayında geldiğimizde siyasi av zamanı, Ahmed Arif Anayasanın 141. Ve 142. maddesine aykırı siyasi görüş ve eylemler bahanesiyle tutuklanır. Günlerce işkence görür, Sansaryan’da 128 gün kalır, ruhen ve fiziken hastalanır. Hastaneye kaldırılır. Dava ne kadar sürer biliyor musunuz? 38 ay… Davadan 2 yıl
ceza 8 ay kamu gözetim kararı çıkar. Ahmed Arif fazlasıyla yattığı cezaevinden tahliye edilir. Ekim 1954.. Sonrasında ne işine dönebilmiştir ne de eğitimini tamamlayabilmiştir. Fotokopi, kömür dağıtımı derken 1956 yılından itibaren Medeniyet, Öncü, Halkçı gibi gazetelerde teknik sekreterlik düzeltmenlik yaparak hayatını kazanmıştır. Yaşadığı zor zamanları pek konuşmaz kendisi.. Acı zamanlarını da kendi içinde saklar. Kendisinden çokça bahsettiği ender zaman ya da tek zaman Refik Durbaş’la yaptığı söyleşidir. Söyleşi de bu yaşadıklarından belki de ilk defa bahsetmiştir kendisi. Bu söyleşi Kalbim Dinamit Kuyusu adıyla kitaplaşmıştır. Aslında herkesin ağızdan ağıza, elden ele yaydığı şiirleri ezbere bilinen, fakat deyim yerindeyse yeraltı şairi olarak kalan Ahmed Arif ’in Hasretinden Prangalar Eskittim kitabı, Bilgi Yayınevi’nden Kasım 1968’de bir yumruk gibi iner yeryüzüne. Kimsenin bilmediği ise bu yolcuğun tek kitapta kalacağıdır. Sizce yolculuk kısa mıdır? ‘‘Maviye Maviye çalar gözlerin’’ Yukarıdaki iki dizeyi on yıldan daha fazla beklettiği söyleyen şair için kısa mıdır? Sonrası ortaya çıkan ‘‘Ay Karanlık’’ şiiri nasıldır bir bilseniz? Lakin bilebilirsiniz hemen okuyun. Bilgi Yayınevi 1 baskı, Cem Yayınevi 43 baskı, Everest Yayınları 57 baskı, Metis Yayınlarının 14 baskıyla toplamda 115 baskıya ulaşan yolculuk kısa mıdır?
“
Maviye, Maviye çalar gözlerin, Yangın mavisine. Rüzgarda asi, Körsem, Senden gayrısına yoksam, Bozuksam, Can benim, düş benim, Ellere nesi? Hadi gel, Ay karanlık...
“
Eğitimine Siverek’te başlayarak Urfa’da devam etmiş, Afyon Lisesi’ni yatılı okumuştur. Henüz 16 yaşındayken dergilerde şiirleri yayınlanmaya başlamıştır. Seçme Şiirler Demeti adlı dergide yayımlanan şiirleri için telif ücreti bile almaktaydı. Kendi söylemiyle babası 5 lira gönderirken dergiden 10 lira alıyordu. İsmi Neyzen Tevfik’le yan yanaydı. Bu durumda Ahmed Arif ’in muhtemelen manevi olarak doyumu daha yüksekti. 1947 yılında askerliğini tamamlayarak Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe bölümüne girmiştir. Daha 21 yaşındayken 1948 yılında Atilla İlhan’ın düzenlemesini yaptığı, Varlık dergisinin çıkardığı, 40-50 şairle birlikte Şiirler-1948 Antolojisinde yer alır. 1948 de Dışişleri Bakanlığı’nın açtığı sınavı kazandığı halde işe alınmayan Ahmed Arif, Danıştay’a başvurur ve kazanır. Bir nevi zorunlulukla Merkez Bankası’nda bir iş verilir. Artık bir yandan çalışırken bir yandan da okumaktadır. Şiirleri üniversitede elden ele, ezberlenerek ağızdan ağız yayılmaktadır. Tabii Otuzüç Kurşun adlı şiiri de.. Otuzüç Kurşun şiir nedeniyle Ahmed Arif çok dayak yer, çok işkence görür mahpusluklarda kalır. 19501951 yılı yediği dayaktan öldü diye bir kenara atıldıktan sonra, Salim Şengil’e gider ve şiiri verir. Ahmed Arif “Basın yasağı var, başımıza iş açar” dese de “Sen nene lazım” diyen Salim Şengil parça parça yayımlar şiiri, “Seçilmiş Hikâyeler” dergisinde.
19
‘‘Dört yanım puşt zulası, Dost yüzlü, Dost gülücüklü Cıgaramdan yanar. Alnım öperler, Suskun, hayın, çıyansı. Dört yanım puşt zulası, Dönerim dönerim çıkmaz. En leylim gecede ölesim tutmuş, Etme gel, Ay karanlık’’ Tabi ülkenin siyasi çalkantılı zamanları da devam etmektedir. Hiç Yayınlanmamış Mektup ve Fotoğraflarla Hamdi Gezmiş’in Anılarının yer aldığı ‘‘Abim Deniz’’ kitabında yer alan bir bölüm var. Deniz Gezmiş tutuklu olduğu dönemde, babasına yazdığı mektupta bahseder Ahmed Arif ’ten. Baba (…) Sen eskiden şiirden hoşlanırdın bilmiyorum şimdi de hoşlanıyor musun? Ahmed Arif adlı bir şair var. Hasretinden prangalar eskittim” diye de bir kitap çıkardı bilgi yayınevinden. Onu alıp oku çok hoşuna gidecek. Bak sana ondan bir parça yazıyım. Akşam erken iner mahpushaneye / Ejderha olsan kar etmez / Ne kavgada ustalığın / Ne de çatal yürek civan oluşun / Kar etmez, inceden içine dolan / Alıp götüren hasrete Bayağı önemli bir sanatçı gördüğün gibi. (…) 80’li yılların sonunda, fonda müziklerle Ahmed Arif ’in kendisine ait 13 şiirini okuduğu, kitabıyla aynı ismi taşıyan şiir kaseti bizi karşılar. Kaset büyük bir ilgiyle 100.000 adet satar. O ilgiyle karşılayanlardan biri de benim bıyıklı babam, canım babamdır. 90’ların sonu babamın gençlik yılları benim lise zamanlarım ve babam yeryüzünden ayrılmamışken. Sabahları uyandıktan sonra, babama anneme, mutfağa, kahvaltıya, aileye götürürken ayaklarım, Ahmed Arif ’in sesi karşılardı beni.. Babama takıldığım zamanlar az değildi. Baba güne ağır mı başlıyoruz sabah sabah Ahmed Arif mi dinleyeceğiz diye. Kaset dönmediği zaman ise hissedilen eksiklikle hemen basardım kasetin dönmesi için tuşa. Sonra tabi Ahmed Arif ’in ‘‘Yangınlar kahpe fakları korku
20
çığlıkları’’ sesi.. Bu ses sizi içinize, özlediğinize, öfkenize, sevdiğinize istediğiniz tüm yolculuklara çıkarabilir. Ahmed Arif ’in şiirini soluksuz okursunuz ya da okurken sanki gözlerinizi boğazınızdan midenize doğru yutkunursunuz. Gelecek diğer dizeyi kestiremez, sizi nasıl etkileyeceğini bilemezsiniz? Pek de sağ çıkılmaz Ahmed Arif şiirinden. ‘‘Seni bulmuşam sonra. Seni, kaburgamın altın parçası. Seni, dişlerinde elma kokusu Bir daha hangi ana doğurur bizi?’’ Ahmed Arif ’i Deniz Gezmiş babasına tanıtmış, şiir kitabını da babası eşyalarıyla birlikte teslim almıştır. Babam beni Ahmed Arif ’le tanıştırdı, 2018 Temmuz’u sonrası kasetini ve kitabını ben aldım. Arada kaç nesil var.. Bir oğuldan babaya.. Bir babadan kıza.. Aklım bütün duyularım kulağım oluyor bazı zamanlar.. Bu zamanlar bıyıklı babamı özlediğim zamanlar.. Okuduğu dizeleri duyuyorum gözlerimi kapatıp..
Sus! Kimseler duymasın. ..........
Uy havar! Muhammed, İsa aşkına, Yattığın ranza aşkına, Deeey, dağları un eder Ferhadın gürzü! Benim de boş yanım hançer yalımı Ve zulamda kan – ter içinde asi, He desem, koparacak dizginlerini Yediveren gül kardeşi bir arzu Oy sevmişem ben seni… İki insanı, bıyıklı babam ve namus işçisi şairi, saygı ve büyük bir özlemle anarken, Uy Havar’ı dinliyor ve yolculuğumu babama yapıyorum. Sizin dinlendiğiniz hangisi, yolculuğunuz neresi?
21
2018’in En İyi 10 Kitabı The Times Book Review editörleri bu yılın en iyi kurgu ve kurgu dışı kitaplarını seçti. 2018’in en iyi on kitabının yer aldığı liste. ASYMMETRY Lisa Halliday Asymmetry sarsıcı bir finalle birbirlerine bağlanan, görünüşte alakasız iki bölümden oluşuyor. “Folly” isimli birinci bölüm bir aşkın hikâyesi. 20’li yaşlarının ortasında gelecek vadeden bir editör ve yazar olan Alice ile Philip Roth’un kısmen örnek alındığı yaşlı, dahi romancı Ezra Blazer arasındaki ilişkiyi anlatıyor. “Madness” adlı ikinci kısımda ise Heathrow’da gözaltına alınan Irak asıllı Amerikan ekonomist Amar Jaafari’nin hikâyesi anlatılıyor. Halliday’in dili oldukça duru ve yalın, neredeyse W.G. Sebald tarzı bir muhabirlik yazımı kıvamında. Yazarın ilk romanı olan bu kitap, yıllar boyu birçok kitap yayımlamış bir yazar tarafından yazılmış hissi veriyor ve aynı anda saldırgan bir roman à clef, bir düşünce romanı ve politik bir üst kurgu olmayı başarıyor.
THE GREAT BELIEVERS Rebecca Makai Makai’nin 80’lerin ortasında Chicago’da ve 2015’te Paris’teki terör saldırılarının gerçekleştiği dönemde geçen oldukça etkileyici bu romanı, anlam veremediğimiz kayıplarımızın etkilerini ve bunların üstesinden gelme biçimlerimizi incelemek için AIDS salgınını ve bir annenin kendinden uzaklaşmış kızını arayışını konu alıyor. Betimlediği, çoğu eşcinsel erkeklerden oluşan bir arkadaş grubu, salgının ilk yıllarının korku ile trajedilerini yansıtıyor ve bunların yıllar süren etkilerinin izini sürüyor. Kitap duygusallaşmadan empati kurabilen bir roman olarak The Booker Prize ve National Book Award yarışmacıları arasındaki yerini fazlasıyla hak ediyor.
22
THE PERFECT NANNY Leila Slimani Bu sinir bozucu, eğitici (ve Goncourt Prize kazananı) öykünün başında sevgili dadının baktığı iki çocuğu öldürdüğünü öğreniyoruz; ancak yazarın, bir anne ve onun çocuklarına bakması için tuttuğu kişiyle arasındaki özel ilişkiye dair yakın analizi bu alışılmadık ev içi polisiye romanı daha da dikkat çekici kılıyor. Slimani, çarpıcı karakter çözümlemeleri yapıyor ve ebeveynlerin dadılara yönelik yasaklı arzuları, ırksal ve sınıfsal gerilimler gibi güç temalara da ışık tutuyor. Bu büyüleyici sapkınlıktaki romanda kesin olan tek bir şey var: Yalnızlık sizi deliye döndürebilir. THERE THERE Tommy Orange Orange’ın bu ilk eseri, kimlik ve alternatifleri ile şehir hayatı, yoksulluk ve zamanın bakış açısıyla filtrelenmiş bir mit üzerine tutkulu bir düşünme ürünü diye tanımlanabilir. Kitabın çoğu kısa bölümü Kaliforniya, Oakland’da yaşayan, bir Kızılderili toplantısı için yolculuk eden birbirlerine bağlı sayılabilecek bir grup Kızılderili üzerinden anlatılıyor. Bu grup Chaucer’daki gibi mabetlerine doğru ilerleyen hacılar gibi, ya da Faulkner’ın As I Lay Dying eserindeki gibi yolları aşan geniş bir aile gibi. Bu roman onların saf, havada süzülen güzellik anlarının en sıradan olana karşı gelmesini ve “şimdi ve burada”nın keskin görüşlü bir versiyonunun yanına bir zamansızlık hissinin yerleştirilmesini sağlayan başıboş bir gezginlik hikâyesi.
FREDERICK DOUGLAS David W. Blight Anıtsal biri hakkında anıtsal bir eser. Karizmatik Douglas tabiri caizse Abraham Lincoln’un vicdan sesiydi, ve Blight’ın detaylı sinematik biyografisi bu konuda hayat boyu süren bir çalışmanın ürünü. Douglass kendisi, kölelikten 19. yüzyılın en büyük isimlerinden birine dönüşmesini anlatan üç otobiyografi yazmıştı, ancak Blight’ın eseri Douglass’ın yapamadığı ya da yapmadığı kadar toplumsal ve özel hayata ilişkin detaylar sunarak diğerlerinden daha zengin biçimde karşımıza çıkıyor. Sonuç ise yıllar boyu belirleyici niteliğini kaybetmeyecek başarılı bir tasvir oluyor.
23
EDUCATED Tara Westover Westover’ın bu sıra dışı anı yazısı bir cesaret ve kendini buluş göstergesi. Kendisi, insanlardan uzakta yaşayan ve hayatta kalabilmek için yaşayan bir ailenin yedi çocuğunun en küçüğü olarak Idaho’da büyümüş, öyle ki doğum belgesi bile olmamış ve liseye kadar okula gitmemiş. Toplumun geri kalanına dahil olmak kolay olmamış: Evde, okumak, İncil’i ve Mormon Kitabı’nı okumak anlamına gelirmiş ve çocukluğunun çoğu lisanssız bir ebe olan annesi ve bir hurdalığı yürüten babasına yardım etmekle geçmiş. Yetiştirilişini ve buna karşı zaferini -Cambrigde’de tarih üzerine Ph.D kazanıyor- tekrar hatırlarken Westover büyük riskler alıyor ve aile üyelerini yabancılaştırıyor. Ödülü ise öğrenmeye karşı bastırılamayan bir açlığın kanıtı olan bir kitap. AMERICAN PRISON Shane Bauer
SMALL FRY
Bauer, 2014’te özel bir hapishane olan Winn Correctional Center’da gizlice gardiyan olarak çalışmak için Louisina’ya taşındı. Yalanı fark edilene kadar orada dört ay çalışabildi ancak bu süre ona National Magazine Ödülü’nü ve Washington’daki yetkililerle özel hapishaneler hakkında konuşma şansı kazandıran Mother Jones ifşa yazısını yazması için fazlasıyla yeterli oldu. Bauer bu kitapla, yazdığı o makaleyi, görmezden gelmenin imkânsız olduğu kapsamlı bir analize dönüştürüyor. Bu kitap -İç Savaş’tan sonra Güney hapishanelerindeki mahkumların esir iş gücü olarak şirketlere çalıştırıldığı hükümlü kiralama sistemi gibi- tarihsel öncülerden milyon dolarlık bir endüstrinin her yanına hakim olan şiddet, ihmal ve yetersizliğe kadar her türlü vahşeti göz önüne seren titiz bir katalog niteliğinde
Lisa Brennan-Jobs Birbirinden oldukça farklı iki dünya arasında mekik dokuyarak büyümüş: değişken ve yoksul bir sanatçı olan annesinin bohem ve gezginci dünyası ile gittikçe artan servetiyle merhametsiz babası Steve Jobs’ın lüks dünyası. En küçük detayları da dikkatlice katarak Palo Alto’daki çocukluğunun rahatsız edici doğasını tekrar yaratıyor. Bu anı yazısı tekinsiz bir içtenliğin eseri, istisnai bir edebi duyarlılığın öncüsü. Yine de en nihayetinde kitaba çarpıcılığını veren Jobs’ı akıllara durgunluk veren duygusal ihmal ve istismar davranışlarına eğilimli biri olarak tasvir edişi oluyor.
24
WASHINGTON BLACK Esi Edugyan Empati ve hayal gücünün bu üstün eseri, aynı zamanda Kanada’nın prestijli Giller Ödülü’nün de sahibi bu kitap köleliğin azalan günlerinde İngiliz sömürgesindeki Barbados’ta bir şeker plantasyonunda başlıyor. Bu akıl almaz caniliğin bağlamında bize yeni bir dünya ihtimali için göz kırpıyor: insanların sıcak hava balonu ile gökyüzüne gittiği, okyanusun gizemli derinliklerine daldığı ve Kuzey Kutbu’nu yürüyerek geçtiği bir dünya. En önemlisi, bu dünyada beyaz bir köle sahibinin kardeşi ile genç bir siyahi köle koparılamaz bir bağ kurabiliyor. İnce zekası ve etkili diliyle Edugyan mükemmel bir keşif ve arayış öyküsü ortaya çıkarıyor. HOW TO CHANGE YOUR MIND Michael Pollan Gıda etiği üzerine yazdığı eseriyle bilinen Pollan, okuyucunun gözü önünde LSD kullanmasını gerektiren, şimdiye kadarki en kişisel kitabını piyasaya sürüyor. Zihin açıcıların tarihi ve bilimini araştırarak şimdi ölümcül hastaların korkularını azaltmaktan bağımlılıkla mücadeleye birçok faydası olduğuna inanılan bu uyuşturulara karşı toplumun artan, azalan ve sonra tekrar artan ilgisini anlatıyor. Psikedelik deneyimin spiritüelliğini ve mistikliğini incelediği bölümle kitap en üst seviyesine çıkıyor. Zihnimizin egoyu kontrol eden kısmı küçüldükçe kendimizle ilgili ne öğrenebiliriz? Bizi bir çocuğun gözlerinden dünyaya bağlayan, beynin bu daha eski ve ilkel bölümü nedir? Bu kitap Pollan’ı, bilinçli varlıklar olarak varoluşumuzdan en iyi şekilde nasıl yararlanabileceğimizi merak etmeye iten bir yolculuk.
25
Renklerin Psikolojisi SARI Zengin ve Zeki Sarı Sarı güneş ışığının ve altının rengidir; varlığı, yaşamı, zekayı, arzuları ve ruhsal gelişimi simgeler... Büyük yaratıcıların, idealistlerin ve bilim adamlarının genellikle favori rengi sarıdır. Sarının insan psikolojisi üzerindeki pozitif etkileri bilinmektedir; sarı güneşin rengidir ve onu simgeler, güneşin parlaklığı ve kişinin yaşamının parlaklığı arasında güçlü bir bağ kurar. Sarı, kişilerin öz güvenlerini doğru orantıda etkilediği gibi, yazı ve sıcağı anımsatan, insanlara mutluluk veren bir renktir. Parlaklığıyla dikkat çekici olduğu kadar, sarı, geçiciliğin de simge rengidir. Bu yüzden dünyadaki taksilerin ortak rengi sarıdır. Pozitif etkileri çoğunlukta olmasına rağmen, koyu sarı kıskançlığın ve ihanetin rengi olarak’da bilinir. KIRMIZI Cesur, Enerjik, Tutkulu Kırmızı Aşkın, öfkenin, arzunun ve tehlikenin simge rengidir. Kırmızı çok sevilen, çok dikkat çeken ve çok sık kullanılan bir renktir. İnsan psikolojisi üzerinde canlandırıcı, heyecan verici ve kışkırtıcı bir etkisi vardır.Bazı çalışmalar, kırmızı rengin yoğun olduğu ortamlarda insan vücudundaki enerjinin %10’unun harekete geçtiğini savunur. Kırmızı, mutluluğu temsil eder ve iştah açar. Bu yüzden gıda firmalarının oldukça sık kullandıkları bir renktir. Kırmızı renk kan basıncını yani tansiyonu
26
etkiler, ayrıca uyarı ve tehlike işareti olarak da kullanılır. Pembe renk ise ortama ve kişilere çocuksu bir hava katar, özellikle kız çocuklarının ortak rengidir. Şirinliği ve uyumu simgeler, insanları neşelendirir ve rahatlatır. MAVİ Nazik, Dingin ve Huzurlu Mavi Mavi, gökyüzü ve denizin simge rengidir ve onlar gibi insan psikolojisi üzerinde rahatlatıcı bir etkiye sahiptir. Mavinin değişik tonları farklı etkiler yaratır; koyu maviler örneğin çivit ve gece mavisi yatıştırıcı, açık mavi huzur vericidir, duygusallığı ve duyarlılığı ortaya çıkarabilir. Mavi inceliğin ve nezaketin rengidir. Yaratıcılığı, hayalciliği, ciddiyeti, güvenilirliği ve idealizmi beraberinde getirir. Bulunduğunuz ortamın mavi renkte olması size soğukkanlılık, olgunluk ve pozitif atmosfer getirir.
MOR Seçilmişlerin Rengi Mistik Mor Mor, renk spektrumunun 7. ve son rengidir, bu yüzden özel bir renktir ve genellikle farklı ve bireysel bir stili yansıtır. Kendine güvenin ve egonun rengi olan mor, tarih boyunca ihtişam ve lüksün son basamağı olarak kullanılmıştır. Morun kullanımı mistik bir yücelik getirir ve metafizik gücü simgeleştirir. Astrolojinin ve alternatif bilimlerin temsili rengidir. Konsantrasyonu arttırır ve böylece meditasyon için de uygun bir ortam sağlar. Eflatun seçilmiş ve mükemmelliyetçi bir renktir, seçilmişler içindir. Zeka düzeyinizi arttırır. Tarih, yüksek sınıfların, saray mensuplarının daima morla bezendiklerini kaydeder. Nevrotik duyguları açığa çıkardığından, bilinçaltında insanları korkuttuğu saptanmıştır. YEŞİL Doğanın ve Baharın Rengi Yeşil Eski çağlardan beri bir çok sosyal grubun, baharı, doğadaki hareketleri ve bereketi simgelemek için kullandıkları simge renktir. Yeşilin insanlar üzerindeki etkisi tartışılmazdır. Doğanın verdiği güven, huzur ve yaratıcılığı insanlara yansıtır. Ev dekorasyonu sırasında kumaşlı eşyalarda, duvarlarda veya herhangi bir şekilde kullanılan yeşil renk ve tonları, sizin doğaya ve canlı çiçeklere olan ihtiyacınızı tatmin edebilir. Yeşilin yarattığı sükunet duygusu ise okullarda ve kütüphanelerin duvarlarında bu rengin seçilmesinde büyük rol oynar. Ayrıca yeşil, umudun, barışın ve özgürlüğün rengidir, bu yüzden de bir çok ulusun bayrağında yer alır. Açık yeşilin ferahlatıcı ve steril duygusu yaratan bir etkisi vardır, bu yüzden hastanelerin duvarlarında veya temizlik ürünlerinin ambalajlarında sıkça kullanılır. Yeşil, sarı ile karıştırıldığında, dostça ve davetkar bir hava yaratırken, mavi ile karıştırıldığında ise ferahlık ve serinlik duygusunu perçinler.
Turuncu, güneşin renklerinden biridir ve enerjiyle doludur. Turuncu yeniden doğuşun ve yeni başlangıçların simge rengidir. Maddi olmayan ancak manevi zenginliği temsil eder. İçinde barındırdığı enerjiyi insanlara yansıtır ve paranoya ve depresyon gibi psikolojik bozuklukların tedavisinde kullanılabilir. Duvarınızdaki turuncu renk size güneşi hissettirir, sıcak bir ortam yaratır ve içinizi enerjiyle dolduran bir terapi halini alır. SİYAH Siyah renk, kişinin hayatında oldukça etkilidir. Siyah yanlızlığın, gizemin ve dengenin rengidir. Siyah uç bir renktir ve marjinaldir. Gücü, özgüveni, disiplini ve kudreti simgeler. Bunun yanısıra, siyah özellikle ölümün ve matemin rengidir, tarih boyunca ölüm korkusunu simgelemiştir. Bunların yanısıra siyahın kullanılmasının insan üzerinde olumlu etkileri de vardır, bunlardan biri arka fonda kullanılan siyah regin konsantrasyonu arttırmasıdır.
TURUNCU Turuncuyla Yeniden Doğun Turuncu bir günbatımının ışığında yenilenin!
27
Dünyaca Ünlü Sanatçılara İlham Veren Atıştırmalıklar Atıştırmalık bir şeyler yemek, hepimizin vazgeçemediği huylardan biri. Öğrendiğimize göre, dünyaca ünlü sanatçılar da söz konusu atıştırmalıklar olduğunda bizden farklı görünmüyor. Yaratıcılık ve üretim motivasyonunu arttırdığı düşünülen besinler arasında kahveden ıspanağa, meyveli jöleden muza kadar pek çok yiyecek bulunuyor. Öyle ki aralarında sütlaç bile var! Bizler de sanat tarihine mâl olmuş sanatçılara ilham veren, Pablo Picasso’dan Georgia O’Keeffe’ye kadar altı ünlü sanatçının en sevdiği atıştırmalıkları sizler için derledik.
Agnes Martin
Martin Scorsese’tan İkinci Bob Dylan Belgeseli Netflix yeni bir konser belgeselinin haberini verdi. Bob Dylan’ın ünlü Rolling Thunder Revue turnesi, Martin Scorsese yönetmenliğinde film olacak. 19751976 yılları arasında gerçekleşen turnede Bob Dylan’a Joan Baez, T-Bone Burnett, Mick Ronson gibi müzisyenler eşlik etmişti. Yayımlanma tarihi henüz belli olmasa da Netflix filmi “biraz belgesel, biraz konser filmi, biraz ateşli bir rüya” diye tanımlıyor. Martin Scorsese, 2006 yılında Dylan belgeseli No Direction Home’un yönetmenliğini yapmıştı. Geçtiğimiz Kasım ayında ise Suspiria’nın ve Call Me By Your Name’in yönetmeni Luca Guadagnino, Dylan’ın Blood On the Tracks albümünü bir filme dönüştürmeyi planladığını söyledi.
Kullandığı renk ve çizgileri olabildiğince minimum seviyede tutan Agnes Martin’in günlük hayatından ilham aldığını söylemek yanlış olmaz. Martin’in düzenli ve sade beslenme alışkanlığı eserlerine de ilham vermiş görünüyor. 1960’ların ortasında ani bir kararla New York’tan ayrılan Agnes Martin, Meksika’da bir çöle yerleşip burada edindiği basit bir beslenme alışkanlığıyla çalışmaları için gereken enerji ve zihin açıklığını uzun saatler koruyabilmiştir. Beslenme düzeni belirli zaman aralıklarına göre değişim gösteren Martin, bir kış boyunca yalnızca ceviz, kaşar peyniri ve bahçesinde yetiştirdiği domateslerle beslenirken, ilkbaharda ise portakal suyu ve ananastan oluşan jöle ile perhizine devam etmiştir. Sanat taciri Arne Glimcher, Agnes Martin’i her ziyaret edişinde stüdyosunda gördüğü kahve ve muzdan bahseder. Düzenli beslenme alışkanlığına rağmen kahve ve muzdan vazgeçemeyen Agnes Martin bu ikilinin en sevdiği atıştırmalıklar olduğunu söylerken, çalışmaları esnasında enerji depolamak için de onlardan sık sık yararlanmıştır.
Georgia O’Keeffe Georgia O’Keeffe, sanat alanında gösterdiği birçok başarının yanı sıra tadı damaklarda kalan yemekleriyle de anılıyor. İlk olarak sanatçının ailesi ve sevenlerinin bildiği bu sır bugün ise tüm dünyaya yayılmış durumda. Robyn Lea tarafından yazılan ve 2014’te basılan Dinner with Georgia O’Keeffe: Recipes, Art and Landscape isimli kitapta da O’Keeffe’nin sağlıklı tariflerine rastlamak mümkün. Eşi Alfred Stieglitz’in restoran dahi açmayı teklif ettiği O’Keeffe’nin yemekleri sebze ağırlıklı ve sağlıklı tariflerden oluşuyor. Organik ve yerel yiyeceklerle beslenmenin öncülerinden olan sanatçı, Abiquiú’daki bahçesinden topladığı sebze ve meyvelerle perhiz türü yiyecekler yaparken bu şekilde beslenmenin çalışmalarını daha güçlü ve başarılı kıldığını ise sıklıkla vurgular.
28
Pablo Picasso Ünlü kübist ressam Pablo Picasso’nun dizginlenemeyen bir iştahı vardır. 1930’lara gelindiğinde 50’li yaşlarında olan Picasso, bir tür hastalık hastası olduğu için hâlihazırda devam eden diyetinde bilerek kısıtlamaya gider. Hastalıklarının artmasıyla başarısız olmaktan korkan sanatçı, birgün çok sınırlı yiyeceklerden oluşan Akdeniz diyetine başlamaya karar verir. Ana öğün ve atıştırmalıkları balık, sebze, üzüm ve sütlaçtan oluşan Akdeniz diyetinde, yiyecekler yalnızca maden suyu ya da sütle yıkanmak zorundadır. ldukça sınırlı olan yiyecek O listesine rağmen Picasso’nun yemeğe ve sanata olan düşkünlüğü tüm yoğunluğuyla devam eder. Sanatçının aşıklarından Fernande Olivier, yedi yıllık ilişkilerinde Picasso’nun kimi yemeklerin başından sonuna kadar tek bir söz dahi söylemediğinden bahseder. Arkadaşlarının yemek davetlerinde bile diyeti üzerine konuşulan Picasso’ya enerji verdiği bilinen en sevdiği yiyecek ıspanaklı sufle ise doktorunun önerdiği ve hazırlaması en kolay besinler arasında ilk sırada gelmektedir.
David Lynch Kült ressam ve film yapımcısı David Lynch’in mutluluk ve huzur dolu yaşamı, hakkında çıkan haberlere göre düzenli olarak yaptığı transandantal meditasyona bağlanıyor. Sağlıklı bir beslenme alışkanlığına sahip olan David Lynch’e
göre yaratıcılığını besleyen en önemli etken, bünyesine depoladığı şekerleme ve kahveden geliyor. Sürreal senaryoları ve hayal gücü yüksek yapımlarıyla bilinen Lynch, ilham kaynağını Tween Peaks adlı televizyon serisinde de açıkça dile getiriyor. (Hatırlarsanız, dizinin baş karakteri Dale Cooper da bir kafein bağımlısıydı.) okuzuncu sınıftan bu yana D kafeine olan tutkusuyla bilinen Lynch, Huffington Post’a yazdığı makalesinde de bu konuyu ele alıyor. Arkadaşı Toby’nin ressam olan babasından etkilenen yapımcı, yetişkin olmanın ressam olmakla ilişkilendirildiği bir haberin ardından kendisinin de bir ressam olmak istediğini anlatır. Ressamların çokça kahve içtiğini bilen ve yaratıcılığın kafeinle geldiğine inan Lynch, bir günde içtiği yedi fincan kahveyle yanında tükettiği şekerlemelerin ilham kaynağı olduğundan bahsediyor. Senaryolarında da aynı taktiği uygulayan sanatçının elde ettiği başarıları düşündüğümüzde, söylediklerinin doğruluk payı oldukça yüksek görünüyor.
Andy Warhol Ready-made olarak adlandırdığı eserlerinde seri üretim ürünlerini referans alan Andy Warhol’un gıda sektöründen esinlendiği Campbell çorba kutularıyla da biliniyor. Ancak dünyaca ünlü çorba kutuları ve hazır gıdalardan oluşan diğer yiyecek ürünleri, Warhol için yalnızca bir referans ol-
makla kalmayıp aynı zamanda beslenme alışkanlığını oluşturan temel öğünler hâline de gelir. Uyguladığı perhizlerde de bu kuralı gözeten sanatçı yemek yapmayı, protein pişirirken kendisiyle dalga geçmenin bir yolu olarak tanımlar. Öte yandan dünya üzerinde en sevdiği yiyecek şeker olan Warhol’un tatlı türündeki atıştırmalıkları da bugün bile kulağa ilginç geliyor. Bunlardan biri olan özgün kek tarifi ise iki dilim beyaz ekmeğin arasına yerleştirilen koca bir parça sütlü çikolatadan oluşuyor. Çabuk hazırlanabilen ve şekerli olan tüm yiyecekleri ana öğünü hâline getiren Warhol, atıştırmalık bir şeyler istediğinde ise sıklıkla jöleli sandviç yapar.
Beatrice Wood Dünyaca ünlü seramik heykelleriyle tanınan Beatrice Wood, başarısının ardındaki sırrı “erkekler, sanat kitapları ve çikolata” olarak tanımlar. eme alışkanlıklarıyla ilgili Y sınırlı bir bilgi olsa da Beatrice Wood’un çikolataya olan düşkünlüğü kanıtlanmış görünüyor. Beatrice Wood Center for the Arts’ın yöneticisi Kevin Wallace kendisiyle yapılan röportajda Wood’un stüdyosundaki dolabın arkasında Hershey’s marka çikolata kapları bulunduğundan bahseder ve Wood’un çalıştığı her günün gecesinde Hershey’s’in ürettiği çikolatalarından yediğini anlatır.
29
‘’Madem Sevmeyecektin Beni Neden Yarattın?’’ 2012 yapımı Wadjda filmiyle öne çıkan Suudi Arabistanlı yönetmen Haifaa Al-Mansour, Frankenstein’ın yazarı Mary Shelley’nin yaratıcı kişiliğini, gotik dünyasını oldukça başarılı bir atmosferle yansıtan son filmiyle karşımızda. Filmin başrollerinde Elle Fanning, Douglas Booth, Stephen Dillane, Bel Powley bulunuyor.
Bilimsel gelişmelere paralel olarak insanın aklını kullanma yetisinin ve egosunun katlanarak arttığı oldukça despot bir yüzyıl yaşanmıştı. Bu dönemde aklın egemenliği, insana ve doğaya ait her şeyi baştan yaratmakta, neredeyse kesin bir gözle baktığı yargılama gücüyle hemen her şeyi bir sisteme oturtmaktaydı. Böylesi bir akıl, yani karanlıkları açığa çıkaran güç daha sonra ‘’Aydınlanma Çağı’’ olarak anılacaktı ve onun etkisinde gerçekleşen sözde özgürleştirici düşünceler adına kanlar dökülecek; Fransız Devrimi gibi bir dönem rasyonel sayılacaktı. klın ve bilginin bu denli değerli sayıldığı bir A dönemde bile kadınların ikinci cins olarak görülmesine karşı gelen ilk feministlerden Mary Wollstonecraft, bebeğini dünyaya getirdikten sonra hayatını kaybeder. O bebek daha sonra tüm dünyanın Frankenstein romanı ile anacağı Mary Shelley’dir. Ancak annesinin ismini taşıyan Mary’nin yaşam öyküsü, onu Frankenstein’ı yazdırmaya iten sebepler, başka bir kitaba konu olacak kadar önemlidir. Nitekim Dorothy ve
30
Thomas Hoobler, The Monsters adını verdikleri kitapta bu süreci ve Mary’nin kişiliğini anlatırlar. Aydınlanma ve akabinde ilerleyen bilimsel düşünceyle birlikte, özellikle 19. yüzyılın ilk başlarından itibaren insanlığın bilinmeyene gitme arzusu artmıştır. Ve bilinmeyene ulaşmak, çoğu zaman saf hakikate hizmet etmekten çok kariyer ve hızlı şöhret güdüsüyle insanları harekete geçirerek, onları narsistleştiriyor, gittikçe tanrılaştırıyordu. Tanrılaşan insan, büyüyor ve büyüdükçe egemenleşiyordu. Bilgisini, bilgisinden gelen gücünü sevgiden yana kullanmıyordu. Mary, bu aydınlık etrafında kendini karanlığa atıyor, mezarlıklarda kitap yazıyor, ay ışığından, harabelerden romantik anlar çıkarıyor ve dönemin parlaklığına tezat düşerek korkudan besleniyordu. Böylesi gotik hislerle dönemin genç ateist şairi Percy Bysshe Shelley’e aşık olmuştu.
‘’Ey yaratan, ben mi istedim, çamurumdan beni, insanı yoğur diye? Ben mi yakardım sana karanlıktan beni çıkart diye?’’ Frankenstein, John Milton’un Kayıp Cennet’inden bu alıntıyla başlamaktadır. Filmde de sık sık bu eserin atmosferini hissediyoruz. Bilindiği gibi Milton, bu şiirinde Tanrı’ya isyan eden şeytanı anlatmaktadır. Mary’nin kitabında ise Dr. Frankenstein’ın yaratığının kendi yaratıcısına isyanını görürüz. Filmde özellikle bu yaratıcı kavramına iki türlü odaklanılıyor. Birincisi, dönemin de ruhu olduğu gibi, insanın kendini diğer tüm varlıklardan üstün görme anlayışıyla Tanrı konumuna oturmasıdır. Bu bağlamda da Mary’nin etrafındaki insanlardan gördüğü acımasızlıklar; Percy’nin sadakatsizlikleri, ondan olma çocuğunu kaybetmesi, bencil davranışlara sahip üvey kardeşi ve diğer tüm bu sevgisizlikler tanrılaşan insanın yeryüzündeki temsilcileridir. İkincisi ise kadının yaratıcılığıdır ki bu ilk yaratıcı düşüncesine, eril Tanrı’ya karşıt olarak konumlandırılmıştır. Öyle ki yeryüzündeki egemen Tanrı (dönemsel açıdan bakarsak ataerkil düzen) yazarının kendisi olduğu kitabı Mary’nin yazdığına inanmamakta, eserini yayınlatmak için kocası Percy’nin onayını istemektedir. Çünkü Mary’nin kitabında Dr. Frankenstein’ın yaratığı çirkindir ve ölü bedenlerin parçalarından oluşmaktadır. Çünkü onun da tıpkı Mary gibi bir ismi yoktur. Ve çünkü o da yaratıcısına ‘’Madem sevmeyecektin, beni neden yarattın?’’ demiştir. İnsanlığın tüm karanlık yönleri, tüm kibirleri, her şeyi etten ve
kemikten gören nesnel anlayışı bir yaratıkta vücut bulmuştur. Frankenstein özelinde Mary canlı olmanın, hayatta olmanın ne olduğunu sorgular. Kim canavardır ve onu canavar yapan nedir? Mary, alışılagelmiş Tanrı söylemine karşı soru sorup, kendi bebeği ve hatta yaratığı üzerinden yaratıcılık kavramını düşünür. Hem yazarlığıyla hem anneliğiyle o da bir başka Tanrı’dır aslında. Mansour’un yönetimiyle bu film, Mary’nin kitabının sorduğu sorulara birkaç ekleme yapıyor. Filmin çıkarımına göre bilim: insanlığa, doğaya hizmet etmektedir ve gereklidir. Ancak, gerçek bilgi insan ya da başka bir varlığı yüceltmez ya da aşağı görmez, bilginin küçüğü büyüğü yoktur, o da tıpkı evrendeki her şey gibi çok önemlidir. Bilimin şahlanarak ilerlediği 21. yüzyılda çekilen bu biyografi filminin böylesi çıkarımlar yapması oldukça yerinde. S onuç olarak bu film, bilimkurgu ve gotik edebiyatın en önemli eserlerinden Frankenstein’ın yazarının hayatını başarılı bir şekilde perdeye yansıtıyor. Böyle bir romanın nasıl ortaya çıktığını anlamak için keyifli bir seyir sunuyor. Ne de olsa her yaratı, yaratıcısından izler taşır.
31
P
arçaları için The Guardian’ın “Hüzünlü soul ve slow-motion funk tınılarının buluştuğu egzotik bir Tarantino filmi soundtrack’i gibi” benzetmesi yaptığı, herhangi bir tarzın boyunduruğuna girmeden kendilerine özgü müzikler icra eden Teksaslı grup Khruangbin ile 8-9-10 Şubat’ta gerçekleşecek Salon İKSV konseri öncesinde konuştuk.
“İnsanları Birleştiren Müzikler Yapmaktan Keyif Alıyoruz”
2018’in başlarında yeni albümleri Con Todo El Mundo (Dünyalar Kadar) ile yeniden dünya sahnelerini ziyaret eden Khruangbin ile yaptıkları müzik ve ilhamlarından yeni albümleri ve onun için hazırladıkları içeriklere, yolda olmaktan yeni şeyler keşfetmeye, moda ile ilişkilerinden gelecek İstanbul konserlerine kadar pek çok şey konuştuk. İstanbullu dinleyicilerinin onları 2016 yılında Salon’da tanıdığı, bas gitarda Laura Lee’nin, gitarda Mark Speer’in ve bateride Donald Johnson’ın bulunduğu üçlü, 2019 turneleri kapsamında ikinci kez İstanbul’da olacak. Khruangbin deyince aklımıza birçok şey geliyor, müziğiniz dünyanın her yerinden etkiler taşıyor. Özellikle Thai müziğiyle doğrudan ilişkili. İran pop’u, Lübnan, Latin, Afro Beat, Güney Doğu Asya, Zouk, Çin funk’ı, Afgan müziği ve daha nicelerini sayabiliriz. Fakat herhangi bir şarkınızı duyduğumuzda, onun bir Khruangbin şarkısı olduğunu hemen anlıyoruz. Müziğinizin kendine has bir tarzı var. Sizce bunu nasıl yorumlamalıyız?
Vintage kıyafetler, takımlar, parıltılar, etnik figürler, kovboy botları ve peruklar… Modayla ilişkiniz nasıl?
Laura: Birçok ilham kaynağımız var. Bunlardan biri de Türk müziği. Türk müziğinden çokça esinleniyoruz ve bundan keyif alıyoruz. Çünkü Türkiye, özellikle İstanbul; iki dünyayı birbirinden ayırıyor. Ama aynı zamanda bir bakıma reçine gibi, iki dünyayı da birbirine bağlıyor. Khruangbin olarak da bahsettiğimiz dünyaya dair bir şeyler yapıyoruz.
Laura: Bence moda, sahne performanslarımızda büyük bir role sahip. Çünkü karakterlerimizi gösteriyor, en azından benim için öyle. Mark: Sen giyinmeyi seviyorsun! Laura: Evet, giyinmeyi seviyorum! Bir de dünyada birçok güzel kıyafet var, ben de bu kıyafetleri giyerek sayıca çok insana gösterebilme imkânını seviyorum. Çünkü bu kıyafetler birer modern sanat formu. Birçok yetenekli genç sanatçı, günümüzde sıra dışı moda örnekleri veriyor. Ben de bunun bir parçası olmayı seviyorum. Bence konu sahnede giyinmek olduğunda hepimizin kendi estetik duruşu var.
32
2018’in başında, son albümünüz Con Tado El Mundo piyasaya çıktı. Yaratım süreci nasıldı? Önceki albümünüz The Universe Smiles Upon You’ya kıyasla sizler için neler farklıydı? Mark: Aslında yaratım süreci aynıydı. Şarkılarımızı oluşturmaya önce ritim bularak başlıyoruz. En çok zamanımızı alan bölüm şarkının altyapısını oluşturmak oluyor. Ardından süreç daha hızlı bir şekilde ilerliyor. Altyapının üzerine gitarları ekleyip aranje ediyoruz yani ritmi arttırıyoruz ya da düşürüyoruz. Bundan sonra ilk defa bir araya gelerek şarkıyı öğrenip çalıyoruz. Zaten bu da çoğu zaman sizlerin dinlediği versiyonu oluyor. Ayrıca Instagram hesabınızda birçok yetenekli genç sanatçının işlerini paylaşıyorsunuz. Laura: Evet, bence Khruangbin dünyanın dört bir yanındaki müzisyenlerden ilham alıyor, buna müzik videolarımızdaki giyim tarzımız da dâhil. Konserlerimizdeki içerikler ile de diğer çağdaşlara sesleniyoruz.
33
NELER OLUYOR? Game of Thrones’un 8. Sezonunun Yayımlanma Tarihi Belli Oldu! Game of Thrones’un sekizinci ve aynı zamanda final sezonunun prömiyer tarihi belli oldu. HBO tarafından yayımlanan dizinin prömiyeri 14 Nisan’da yapılacak. 2011 yılından itibaren izleyicileri ekrana bağlayan ve George R. R. Martin’in Buz ve Ateşin Şarkısı adlı kitabından uyarlanan fantastik diziden ayrıca yeni bir fragman da paylaşıldı. Fragmanda Arya Stark, Sansa Stark ve Jon Snow’u Winterfell’in aile mahzen mezarında bilinmeyen buz tehditiyle karşılaşmaya hazırlanırken görüyoruz.
Yeni Michael Jackson Belgeseli Sundance Film Festivali’nde İki seriden oluşan, toplamda 233 dakika süren yeni Michael Jackson belgeseli Leaving Neverland’in ilk gösterimi Sundance Film Festivali’nde gerçekleşecek. Film, 90’larda Micheal Jackson tarafından cinsel tacize uğradığını iddia eden iki erkeğin röportajları üzerine şekilleniyor. O zamanlar 7 ve 10 yaşlarında, şimdi ise otuzlarında olan James Safechuck ve Wade Robson, Micheal Jackson ile birçok kez davalık olmuş ve davalar düşmüştü. Leaving Neverland’in yönetmenliğini The Paedophile Hunter, Three Days of Terror: The Charlie Hebdo Attacks gibi serilerle tanınan Dan Reed üstleniyor. Belgesel Sundance gösteriminden sonra HBO ve İngiltere’deki Channel 4 kanallarında gösterilecek. Televizyon gösteriminin bahar aylarında yapılması bekleniyor.
La Casa De Papel’in Yaratıcısından Yeni Dizi: The Pier İki senedir bizi İspanya tarihinin en büyük soygununa kitleyen La Casa De Papel’in yaratıcısı Álex Pina’nın yeni dizisi The Pier, 19 Ocak’ta BluTV’de izleyiciyle buluşuyor. Gizemlerle dolu polisiye dizisi ünlü mimar Alexandra’nın, kocası Oscar’ın ölüm haberini almasıyla başlıyor. Gizemli ölümün arkasında ise Oscar’ın aslında iki yaşamı olduğu ortaya çıkıyor. Oscar’ın 15 yıllık eşi Alexandra ve aşk yaşadığı Veronica’nın karşı karşıya gelmesi tüm dengeleri değiştiriyor. Dizide Oscar karakterini La Casa De Papel’in profesörü Álvaro Morte, Alexandra karakterini Verónica Sánchez, Veronica karakterini ise Irene Arcos canlandırıyor.
34
Stranger Things’in Üçüncü Sezon Tarihi Belli Oldu Netflix’in ABD yapımı bilimkurgu dizisi Stranger Things’in üçüncü sezonunun yayın tarihi belli oldu. Yeni sezon afişi de yayımlanan dizinin tarih duyurusu bir video ile açıklandı. Yapımcılığını Ross ve Matt Duffer kardeşlerin üstlendiği, başrollerini Winona Ryder, David Harbour, Finn Wolfhard, Millie Bobby Brown, Gaten Matarazzo, Caleb McLaughlin, Natalia Dyer ve Charlie Heaton’ın paylaştığı dizinin yeni bölümleri 4 Temmuz 2019 tarihi itibariyle izlenebilecek. “Bir yaz her şeyi değiştirebilir” sloganı ile yayınlanan afiş ve video seyircilere yeni sezon ile ilgili ipuçları veriyor.
Pantone 2019 Yılının Rengini Tanıttı Pantone, dijital teknoloji ve sosyal medyanın günlük hayata hücumuna bir tepki olarak samimiyet ve iletişime olanak sağlayan özgün ve sürükleyici bir tecrübe arayışında olduğunu belirtiyor. ‘‘Doğa ile iç içe olan sosyal ve cesur renk’’ PANTONE 16-1546 Living Coral, neşeli aktiviteleri karşılıyor ve cesaretlendiriyor. Tabiatımızdan gelen iyimserliğin ve mutluluğun peşinde olma hâlini sembolize eden renk, isteklerimizi ve şen ifadelerimizi somutlaştırıyor.
Yönetmenliğini Oscar ödüllü Susanne Bier’in, senaristliğini ise Eric Heisserer’in üstlendiği, 21 Aralık’ta tüm dünya ile aynı anda yayında olacak Netflix filmi Bird Box’tan ikinci fragman geldi. Gizemli bir güç dünya nüfusunun büyük bir kısmının yok eder. Aşkı, umudu ve hayata yeniden başlama fırsatını yakalayan Malorie için işler yolunda gitmez. Hayatta kalmak için bir nehir boyunca kaçmak zorunda kalan Malorie’nin, bunu gözleri kapalı bir halde ve iki çocukla beraber yapması gerekir. Bird Box gerilim filminin oyuncu kadrosunda Trevante Rhodes, Sarah Paulson, John Malkovich ve Oscar ödüllü Sandra Bullock yer alıyor.
35
Fotoğrafçılık Nedir? Türleri ve Alanları Nelerdir? Fotoğrafçılık aslında çok derin anlamlar çıkarabileceğimiz bir sanat türüdür. Fotoğrafçılık nedir? sorusu için verebileceğimiz en güzel yanıt; kişinin gördüğü bileşenleri kendi altyapısal desteği sayesinde belirli tekniklerle görsel sanata dönüştürmesidir. Daha teknik bir ifade ile Fotoğrafçılık, fotoğraf makinesi kullanarak ışığı hassas bir yüzey üzerine kaydederek görüntü oluşturmaya denir. Estetik yönü dikkate alındığında bir sanat olarak kabul edilir. Dijital çağ ifadeleriyle anlatmak istersek, bir elektronik görüntü sensöründe fotoğraf, her bir piksele elektrik yüklenmesi ve elektronik olarak bu fotoğrafın işlenmesi sonucu oluşur. Fotoğraf makinesi görüntüyü oluşturan cihazdır. Bunun yanısıra fotoğraf filmi ya da elektronik sensör algılayıcı ortamdır.
Fotoğrafçılıkta Odak Uzaklığı Nedir? Fotoğrafçılıkta odak uzaklığı nedir? Odak uzaklığı, objektife dışarıdan gelip belirli bir merkezde toplanan ışığın, bu toplanma noktasıyla algılayıcı düzlem yani sensör arasındaki mesafeye denir. Odak uzaklığı mm cinsinden ifade edilir. Kullanılan lenslerin üzerinde gördüğümüz ifadeler o lensin odak uzaklığını mm cinsinden ifade eder. Bu aşamada belirtilen odak mesafelerine göre lens çeşitlerinin belirlendiğini söyleyebiliriz. Odak uzaklığının değişmesiyle beraber vizörden bakıldığında görülen alan daralır ya da genişler. Görüş açısına göre yorumlarsak odak uzaklığı, manzara fotoğrafları gibi daha geniş alanların fotoğrafını çekmek istediğimizde daha düşük mm ya da daha uzaktaki objeleri çekmek istediğimizde daha yüksek mm ifadeleri kullanmamızı gerektirecektir. Bir başka deyişle eğer geniş bir alanı fotoğraflamak istiyorsak daha düşük mm’ye sahip geniş açı objektifler ya da uzaktaki bir alanın fotoğrafı çekilmek isteniyorsa daha büyük mm’ye sahip zoom objektifleri kullanmalıyız.
36
Hangi Odak Uzaklığı, Hangi Lens Çeşidini İfade Eder? Objektifleri bir kenara bırakırsak insanlar çıplak gözle baktığında kaç mm görüş açısıyla dünyayı izler. Ya da insan gözünün odak uzaklığı kaç mm bir objektife denk gelmektedir. Yapılan araştırmalara göre insan gözü 43mm odak uzaklığına sahip bir lensin görüş açısıyla dünyayı izler.
Odak uzaklığına göre objektifler üçe ayrılır. Yukarıda belirttiğimiz gibi 35mm mesafesi baz alındığında, 35-50mm aralığındaki lenslere standart lensler ifadesini kullanabiliriz. Buna göre 35mm altındaki lensler geniş açı lensleri ifade ederken, 50mm üstündeki lensler zoom lensler olarak adlandırılır.
Buradan yola çıkarak lens çeşitleri de mm cinsinden kategorilendirilir ve insan gözüne en yakın olabilecek objektif türlerine standart lensler denir. Hatta bu durumda hemen aklınıza kit lensler gelebilir. Kapsadığı alan açısından standart ölçülere göre tasarlanmıştır.
35 – 50mm arası standart lensler için bakınız : Prime Lens Nedir, Avantajları Nelerdir?
Bir ekleme yapmamız gerekirse ve bu duruma bir de sensör boyutunu eklersek yukarıda bahsettiğimiz 43mm insan gözü görüş açısı biraz aşağı yuvarlanmış ve full frame sensör için standart kabul edilen 35mm ile 50mm aralığına göre belirlenmektedir. Objektiflerin sınıflandırmasını odak uzaklığına göre yaptığımızda 35mm altındakiler ve 50mm üstündekiler gibi bir sonuç çıkmaktadır.
Odak uzaklığına göre lensler kaça ayrılır?
35mm altındaki geniş açı lensler için bakınız : Geniş Açı Lens Nedir? 50mm üstündeki zoom lensler için bakınız : Zoom Lens Nedir, Avantajları Nelerdir? Fotoğraf çekme aşamasına gelindiğinde konuya göre kullanılacak objektif ve odak mesafesi değişecektir. Eğer fotoğrafın konusu manzara, iç mekan gibi geniş açı gerektiren bir durumsa geniş açı lensler kullanılmalıdır. Sokak ve an fotoğrafları için standart prime ve zoom lensler. Vahşi yaşam, spor ve aksiyon gerektiren fotoğrafçılık için ise 50mm üstündeki zoom ve telefoto zoom objektifler tercih edilmektedir.
37
Fotoğraf çekimi esnasında farklı üç temel faktör fotoğrafın oluşumunu sağlar. Bu faktörler Enstantene, Diyafram ve ISO değeridir. Enstantene ve diyaframa önceki yazılarımızda değinmiştik.
ISO Nedir?
ISO ise digital makinalarımızda bulunan sensörlerin, ışığa olan duyarlılık derecesi olarak adlandırılır. ISO, International Standards of Organisations (Uluslararası Standartlık Örgütü)’ün kısaltmasıdır. Analog makina dönemlerde ise ASA, American Standarts Association (Amerikan Standartlar Enstitüsü) veya DIN,
38
Deutsches Institut für Normung (Alman Standartlar Enstitüsü) kısaltmasıyla karşımıza çıkmaktadır. ASA ve DIN için filmlerin ışığa duyarlılık derecesi diyebiliriz. Gördüğünüz üzere her üç tanımda aynı şeyi ifade etmekte olup, ASA ve DIN’ de günümüzde yerini ISO’ya bırakmıştır. Diğer bir ifade ile teknolojik gelişmeyle birlikte daha önce filmlerde yakalanmaya çalışılan ışık artık sensörlerün ısınarak ortam ışığının arttırılmasıyla makineler üzerinde yakalanmaktadır. ISO bize yetersiz ışık ortamlarında diyafram ve estanteneyi destekleyerek fotoğraf çeke-
bilme olanağı sağlar. Analog makina dönemlerinde her bir ISO değeri için yanınızda farklı bir film taşımanız gerekirdi. Digital makinelerde ise makinamızın üzerinden çok kolay bir şekilde istediğimiz ISO değerini ayarlayabilmekteyiz. ISO her ne kadar yetersiz ışık ortamlarında bize fotoğraf çekme olanağı versede ISO değeri yükseldikçe fotoğraflarda noise (gürültü) de artmaktadır. Bu nedenle ISO değerini yeterli ışık ortamlarında en düşük seviyede kullanmalıyız.
Fotoğraf Çekmeye Yeni Başlayanlar için 5 Önemli Kural
1
. Konuya Yaklaşın! Eğer çektiğiniz fotoğrafları yeterince iyi bulmuyorsanız demek ki konuya oldukça yakın değilsiniz. Fotoğraf çekmeye yeni başladığınızda bakış açınız oturana kadar, kadrajınız, konunun bütünlüğü, fotoğraf karesindeki öğeler dağınıklık gösterebilir. Çekmeyi düşündüğünüz fotoğraf karesinde odakladığınız ya da sizin için konuyu oluşturan objeye veya canlıya biraz daha yaklaşmanız durumunda; çerçeveyi esas konuyla doldurmuş olursunuz ve fotoğrafınıza doğal olarak zenginlik katmış olursunuz. Her iki türlü denemeler yapıp, fotoğraflarınızı karşılaştırın. Konuya yakın olmanızın farkını göreceksiniz.
2
. Her gün Fotoğraf Çekin! Bunu çoğu kişiden duymuşsunuzdur. Evet profesyoneller ya da uzun süre fotoğraf çekmiş olan kişiler yanlış söylemiyorlar. Fotoğrafçılığınızı geliştirmenin en iyi yolu her gün fotoğraf çekmekten ve teknik bilgilerinizi geliştirmekten geçiyor. Fotoğraf çekmekten, shutter harcamaktan çekinmeyin! Bol Bol fotoğraf çekin, zamanınızı daha çok vizörün arkasında geçirin. Böylelikle hem bakış açınızı zenginleştirmiş olacak hem de fotoğraf stilinizi de doğal olarak belirlemiş olacaksınız.
elbette okuyarak geçirmenizde fayda bulunmaktadır. Başka fotoğraflardan ilham almak, nasıl çekildiklerine bakmak ve bu süre içerisinde ilgili teknikleri deneyerek kendi stilinizi yarattıktan sonra gerek duyduğunuz ekipman zaten kendini size söyleyecektir.
5
. Kullanım Kılavuzunu Okuyun! Emin olun aradığınız çoğu bilgiyi internetiniz olmasa bile fotoğraf makinesi ile gelen kullanım kılavuzunda bulabilirsiniz. DSLR makinenizi kullandıkça hangi butonun hangi işe yaradığını kullanım kılavuzundan öğrendikçe makineye daha fazla hakim olacak ve en azından artık makineden çok fotoğraf çekmeye odaklanabileceksiniz. Fotoğraf terimleri aynı olsa bile her makine farklı olduğundan kamera değişimlerinde bile kullanıcı kitapçığını bir kenara atmayın. Günümüz teknolojisinde pdf olarak akıllı telefon veya tabletinize yükleyip, yanınızda her yere götürebileceğinizi unutmayın! Bu kurallara eklemek istedikleriniz varsa yorumlarınızda belirtebilir. Böylelikle bilgilerinizin yeni fotoğraf çekmeye başlayanlara aktarılmasını sağlayabilirsiniz. Unutmayın fotoğraf sizin bakış açınızdır. Bakış açınızı ise öğrenerek ve bol bol fotoğraf çekerek geliştirebilirsiniz.
3
. Mutlaka Işığı Görün! Fotoğraf makinenizi elinize aldığınızda mutlaka ışığın nerden geldiğine bakın. Bu kimi zaman doğal ışık tabir ettiğimiz güneş ışığından kaynaklanabilir, kimi zaman da yapay olarak bir lambadan yansıyabilir. Işığın çekmek istediğiniz fotoğrafa nasıl yansıdığına bakın. Hangi alanlar ön plana çıkıyor ya da hangi alanlarda gölgeler oluşuyor. Böylelikle oldukça basit ve sıradan olabilecek bir fotoğrafı bile ışığı farklı kullanarak sıradışı hale getirebilirsiniz.
4
. Ekipman Almayın, Bol Bol Okuyun! Dijital SLR fotoğraf makineleriyle gelen kit lenslerin önemi fotoğraf çekmeye başladığınız bu ilk zamanlarda sizlere yardımcı olmaktır. Bu yüzden bu ilk zamanlarınızı ekipman alarak değil. Bol bol fotoğraf çekerek, denemeler yaparak ve
39
Andy Warhol 1928-1987
P
op art İngiltere’de 1954-1957 yılları arasında ortaya çıkan, 1959’e doğru da A.B.D’nde yaygınlık kazanan bir sanat hareketini belirtmek için kullanılan bir terimdir. İngilizce Popular Art’ın (halk sanatı, popüler sanat) kısaltılmış biçiminden türetilmiştir. İngiliz-Amerikan kökenli olan Pop Art hareketi gerçek anlamda birkaç sanatçının çalışmasından doğmuştur. Soyut sanattaki geleneksel akımları yadsıyan bazı ressamlar, çalışmalarını katıldıkları pek çok sergi aracılığı ile geniş kitlelere sunma olanağı buldular. Bu sanatçılar, çağdaş dünyayı olumlu bir bakış açısından yakalayıp kavramaya ve doğrudan doğruya kitle haberleşme araçlarından esinlenmeye çalıştılar. Bu sergilerden ilki olan ve 1955’te Institute of Contemporary Art’ta düzenlenen İnsan, Makine ve Hareket sergisidir.
40
1954-1957 41
19
Bir yandan da gerek malzeme, gerek konu itibariyle gündelik hayatın kültürel verilerini kullanan bu sanatçılar ‘Neo-Dada’ olarak tanımlanmışlardır. Pop Sanat’ın genel olarak Dadaizm ile ilişkilendirilmesi, Marcel Duchamp’ın tepkisini çekmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişen ekonominin etkisiyle varlığını göstermeye başlayan tüketim kültürü ve zihniyetini gözler önüne seren ve bu anlamda ‘Amerikalı’ bir içeriğe sahip olan Pop Sanat, uluslar arası sanat ortamında Amerikan varlığının güçlü şekilde hissedilmesine neden olmuştur.
Soyut sanattaki geleneksel akımları yadsıyan bazı ressamlar, çalışmalarını katıldıkları pek çok sergi aracılığı ile geniş kitlelere sunma olanağı buldular. Bu sanatçılar, çağdaş dünyayı olumlu bir bakış açısından yakalayıp kavramaya ve doğrudan doğruya kitle haberleşme araçlarından esinlenmeye çalıştılar. Bu sergilerden ilki olan ve 1955’te Institute of Contemporary Art’ta düzenlenen İnsan, Makine ve Hareket sergisidir. Richard Hamilton ve Eduardo Paolozzi yapıtlarında “teknik gelişmenin, kurgu bilime özgü istek ve düşleri en sonunda nasıl yakalayıp giderdiğini” algılanabilir kılmaya çalışmışlardı.
42
54
19 A.B.D’in resim tarihinde Robert Rauschenberg ve Jasper Johns’un yapıtları, soyut anlatımcılıktan Pop Art’a geçişi sağlar. Rauschenberg, resmin sanata ve yaşama bağlı olduğunu, her ikisinin de imal edilemeyeceğine inanır ve bunları birbirinden ayıran boşlukta bir şeyler yapmaya çalıştığını söyler. Böyle söylemekle de kendi benimsediği yolu tanımlar ve “Pop” yaratıdan doğacak bütün anlam belirsizliklerinin nerede yer alacağını (sanat ve yaşam arasındaki boşluk) belirtir.
York’ta ”Amerikan Sahnesi” için çalışan Roy Lichtenstein, Andy Warhol, Tom Wesselmann, James Rosenquist ve Class Oldenburg gibi A.B.D. Pop Art sanatının öncüleri, her şeye karşın türdeş bir sanat hareketi oluşturmayı başaramadılar. Hepsi de dikkatleri, açıkça normal zamanda kimsenin ilgisini çekmeyen, hatta küçümsenen şeylere çekmeye çalışıyorlardı.
Daha çok grafik sanatlara ya da reklam kompozisyonlarına özgü tekniklere başvuran ve New
57 Fransa’da Yves Klein, Arman, Christo, Tinguely, Spoerri, Martial Raysse gibi, ürünleri geleneksel olarak soyut çalışan sanatçıların yapıtlarına karşı olan bazı ressamlar “yeni-gerçekçiler” olarak adlandırıldılar. Son derece
ilginç olan ama uzun süre Pop Art içinde ele alınan bu hareketin, Pop Art’tan farklı olduğunu ve sanat ile gerçeklik arasındaki bağıntıları apayrı biçimde ele aldığını belirtmek gerekir.
43
Düşlerimi Ya Da Kâbuslarımı Değil Kendi Gerçekliğimi Resmediyorum
Dört kız çocuğu bulunan bir ailenin üçüncü kız çocuğuydu. 6 Temmuz 1907 yılında Mexico City’nin güneyindeki Coyoacan’da dünyaya geldi. Ama o, doğum günü tarihini Meksika Devrimi’nin gerçekleştiği 7 Temmuz 1910 olarak kabul etti.
44
Hem içine kapanık hem de hareketli bir çocukluk geçiren Frida Kahlo, hayatının belirleyicilerinden biri olan fiziksel acıyla 6 yaşında tanıştı. Çocuk felcine yakalandı. Dokuz ay odasından çıkamadı. “Her şey sağ bacağımın aşağısındaki kasta meydana gelen korkunç bir ağrıyla başladı.” diye hatırlıyordu. Karşı cinsin giysilerine bürünmek ve çift cinsiyetli (androjen) görünüm, 1920’lerin sonlarında Meksika’da daha az olmakla birlikte rağbet görüyordu ama yine de geniş kesimler tarafından isyankar cinselliğin göstergesi sayılıyordu. 1922 yılında dönemin önemli okullarından biri olan Ulusal Hazırlık Okulu’nun sınavını kazandı. Frida, okulda sosyalizmi savunan, köklere dönüş anlamına gelen Cachuchas adında gruba üye oldu. Bu grupta bulunan Alejandro Gómez Arias, Frida’nın ilk aşkı oldu. Alejandro eğitim için Avrupa’ya gittiğinde Frida Kahlo ona mektuplar yazar. Bu mektuplar Frida Kahlo Müzesi’nde yani Mavi Ev’de sergilenmektedir. 17 Eylül 1925 tarihi hem bu aşkın hem de Frida Kahlo’nun hayatının dönüm noktası olmuştu. Bindikleri otobüs, tren ile çarpışır. Alejandro, trenin çelik çubuklarından birinin, Frida’nın leğen kemiği hizasında, bir taraftan girip diğer tarafından çıktığını anlatmıştır. Doktorlar, tekrar yürüyebileceğinden, hatta yaşayabileceğinden bile şüpheliydiler. Onu parça parça bir araya getirmeleri gerekiyordu ve Frida Kahlo 32 ameliyat oldu. 5 Aralık 1925’te şöyle demişti: “Başıma gelen en iyi şey acı çekmeye alışmaya başlamam.” Ailesi ona tahtadan yeni karyola yapar, annesi yatağının tavanına bir de ayna asar. Frida Kahlo için parçalanmış bedeni ile yüzleşmek kolay olmaz ama zamanla alışır. Bu dönemde “Aslında pek önem vermeksizin resim yapmaya başladım.” diyerek resim yapmaya başlayan Frida Kahlo, ilk tablosunu Alejandro için yapar. Kırmızı kadife elbise içinde, abartılı uzun parmaklı eliyle sanki birinin elini tutmak ister gibi… Kazada Alejandro’da yanındadır, fakat ona bir şey olmaz. Alejandro biraz da ailesinin etkisiyle Frida’dan uzaklaşır, Meksika dışına gider.
45
1927’nin sonlarına doğru Frida Kahlo sağlıklı hale gelir. 1928 yılının başlarında, Kübalı komünist devrimci Julio Antonio Mella’nın arkadaş grubuna katılır. Mella’nın arkadaşı olan Tina Modotti ile olan dostluğu sayesinde Komünist Parti’ye katılır ve burada Diego Rivera ile tanışır. Frida’nın günlüğüne yazdığı şu sözler sevgisinin büyüklüğünü gösterir: “Başlangıç Diego, Çocuğum Diego, Yapıcı Diego, Ressam Diego, Babam Diego, Oğlum Diego, Sevgilim Diego, Kocam Diego, Dostum Diego, Anam Diego, Ben Diego, Evren Diego.” 1927’nin sonlarına doğru Frida Kahlo sağlıklı hale gelir. 1928 yılının başlarında, Kübalı komünist devrimci Julio Antonio Mella’nın arkadaş grubuna katılır. Mella’nın arkadaşı olan Tina Modotti ile olan dostluğu sayesinde Komünist Parti’ye katılır ve burada Diego Rivera ile tanışır. Frida’nın günlüğüne yazdığı şu sözler sevgisinin büyüklüğünü gösterir: “Başlangıç Diego, Çocuğum Diego, Yapıcı Diego, Ressam Diego, Babam Diego, Oğlum Diego, Sevgilim Diego, Kocam Diego, Dostum Diego, Anam Diego, Ben Diego, Evren Diego.”
Adeta fotoğraf gibi tasvir ettiği resmi, evliliklerinin portresidir. Yukarıdaki kuşun ağzındaki kurdelede “Burada bizi görüyorsunuz. Ben Frida Kahlo, benim sevgili eşim Diego Rivera. Bu portreyi arkadaşımız Albert Bender için 1931 yılının Nisan ayında Kaliforniya’nın güzel şehri San Francisco’da yaptım.” yazar. 1932 yılında birlikte Detroit’e giderler. Kahlo hamileydi, ancak 4 Temmuz 1932’de çocuğunu kaybeder. Henry Ford Hastanesi’nde zorlu günler geçirir. Bu resmi o günlerden. Bebeğini kaybettiği için gözleri yaşlı ve yatak kan gölüne dönmüştür. Karnında 6 tane kurdele tutar. Birisi bebektir, pembe renkli olan insan vücududur, onunla bebeğin ana rahmine düşmesini tasvir eder, eflatun orkide hastanedeyken Diego getirdiği için duygusallığı vurgular. Kemiğe benzeyen figür ise onun hasarlı omurgası olabilir. Evliliklerinde Rivera’nın sadakatsizliği Frida’yı derinden etkiliyordu. Diego’nun Frida’nın kardeşi Cristina ile olan ilişkisi Frida için adeta bir yıkımdı. Frida Kahlo bu olaydan sonra erkeklerle de, kadınlarla da birçok ilişki yaşadı. En
önemli ilişkisi sürgündeki Rus devrimci Lev Troçki ile olandı. Kahlo ona ihtiyar adam adını takmıştı. 1938’de Frida Kahlo’nun ilk kişisel sergisi New York Julian Levy Gallery’de açıldı. Artık tanınmaya, sanat çevrelerinde adı sadece Diego Rivera’nın eşi değil, Frida Kahlo olarak anılmaya başlamıştır. Frida’nın Troçki’ye armağan verdiği farklı otoportrelerinden birisi. Diğer resimlerindeki yerel giysiler yerine burjuva tarzı kadın giysileri içinde, dişiliğini vurgular biçimde tasvir etmiş kendisini. Bir elinde çiçek, diğerinde ise “Bu resmi 7 Kasım 1937’de bütün sevgimle Lev Troçki’ye adıyorum. Frida Kahlo, San Ángel, Meksika” yazan bir kağıt bulunur. Frida Kahlo’yu sürrealist olarak değerlendirseler de, o kendisini bir sürrealist olarak görmedi. Fakat, Suyun Bana Verdiği ve Yaralı Geyik gibi çalışmaları sürrealist etkiler taşıyan resimleridir. 1939 yılının sonunda Diego Rivera ile Frida Kahlo’nun evliliği son bulmuştur. Bu yıllar 1939-1940 yılları Kahlo için oldukça verimli geçen bir dönemdir. Artık yalnızlığına çok sevdiği hayvanları ortak eder. Bu yıllarındaki otoportrelerinde maymunlar, kediler Kahlo’ya eşlik etmektedir. 1954’te Frida Kahlo’nun günlüğünün son sayfalarında karmakarışık bir şekilde çizilmiş olan tuhaf, kanatlı kadın figürleri ve gökyüzüne yükselmiş olan siyah
bir melek, büyük bir olasılıkla ölüm meleği yer alır. Günlüğündeki son sözleri şöyledir: “Umarım çıkış neşeyle doludur ve umarım bir daha asla dönmem. Frida.” Bu sözler, Frida Kahlo intihar mı etti gibi tartışmalara neden olsa da 13 Temmuz Salı günü gerçekleşen ölümünün sebebi kayıtlara akciğer embolisi olarak geçmiştir.
46
Diego ile ayrılığın acısı öyle büyüktü ki, Frida’nın elinde bu acıyı hafifletmenin tek bir yolu vardı; resim. Frida, “Two Fridas” adlı tablosunda, o dönem yaşadığı ikilemi, öfkeyi aynen ortaya koymuştu. Tabloda yer alan iki kadın, Frida’nın iki halini sembolize ediyordu. Sağdaki kadın daha geleneksel bir kıyafet içindeydi ve elinde Diego’nun çocukluk resmini tutuyordu. Soldaki kadın daha Avrupai bir kıyafete sahipti. Kadınlar birbirine kalpten bağlıydı. Soldaki kadın elindeki makas ile kalbinin kanamasını durdurmaya çalışıyordu ama elbisesi kana bulanmıştı bile. El ele tutuşmuş, oturdukları yerden bizlere bakan bu kadınların tek dostu, yine kendileriydi.
Kurbağa sevgilim, Diego’m… Bana dünyanın en büyük acısını yaşattın sen. Gün be gün öldüm seni sevmeye başladığım ilk andan itibaren. *Çıkış yolunun güzel olacağını ve asla geri dönmeyeceğimi umarım. *Beni anlamadın demeyeceğim. Beni anladın. Zaten en dayanılmaz acı buydu. Sen beni anladın. Anladığın halde canımı yaktın. *Ben aşkın, acının ve devrimin kadınıyım. *İçimde kırk kadın, Kırkı da yabancı. Kırkı da öteki… *Beni anlamadın demeyeceğim. Beni anladın. Zaten en dayanılmaz acı buydu. Sen beni anladın. Anladığın halde canımı yaktın. *Kendimi hem kendim için yaşayabilecek denli güçlü ve iç zenginliğine sahip hissedi-
yorum, hem de değil bir davranışın, en ufak bir düşüncenin bile paralayabileceği kadar dayanıksızım. *Diego, gerçek, öyle büyük ki, ne konuşmak ne uyumak ne dinlemek ne sevmek istiyorum… *Kendi portremi resmediyorum çünkü çoğunlukla yalnızım, çünkü en iyi tanıdığım insanım. ”İyileşmek mi?” dedi Frida. ”Ama ben hasta değilim ki. Kırık döküğüm. Aynı şey değil, anlıyor musunuz?” *Kendi kaprisi dışında hiçbir yasa tanımayan bir despotun yönettiği ülkemden kaçmaktaydım. *Büyüyünce, insanın kendini
nasıl yalnız hissettiğini göreceksin. *İlk aşk kedi gibi sessizce yanaştı. Onun gelişini ne gördüm ne de duydum. Aşk yavaş yavaş içime yayıldı. *Her şey insandan dışarıya taşmıyor mu, kan, gözyaşı, bulutlar, hatta yaşamın ta kendisi… *İlk aşk kedi gibi sessizce yanaştı. Onun gelişini ne gördüm, ne de duydum. *Bu bitmek bilmez bir can çekişmeden ibaret olan yaşamımla ilgili olarak şunları söyleyebilirim: *Ben uçmak isteyip de uçamayan bir kuş gibiydim.
47
Vincent Van Gogh 1853 - 1890
İnsanları sevmekten daha sanatsal bir şey olmadığını düşünüyorum.
48
Eğer içinde sana “boyayamazsın” diyen bir ses duyarsan, ne olursa olsun boya! İçindeki sesin sustuğunu göreceksin. Vincent Van Gogh, 30 Mart 1853 tarihinde, Hollanda’nın güneyindeki Brabant bölgesinde, Groot-Zundert köyünde dünyaya geldi. Ailesinde bankacı, büyük tüccar, tablo satıcısı gibi zengin kişilerin bulunmasına rağmen babası bir köy papazıydı. 12 yaşında iken komşu kasabanın okuluna gönderilen Vincent, kafasının her şeyi gayet yavaş kavraması yüzünden eğitim ve öğrenim işini yüzüstü bıraktı. Babası onu 16 yaşındayken, önce La Haye’deki, sonra Brüksel’deki «Goupil» galerilerine resim satış memuru olarak yerleştirdi. 1873’te, Goupil Galerisi’nin Londra şubesine atandı. Burada kiracı olarak kaldığı evin kızı Ursula Loyer ile, 1875’te evlenmek istedi. Teklifinin reddedilmesi üzerine ilk ruhi bunalımını geçirdi. Londra’dan kaçtı, Goupil Galerisi’nin Paris şubesine geçti. Fakat burada da barınamadı. Müşterilerle, kurum yöneticileriyle anlaşmazlıklar çıkarıyordu. İşinden ayrılıp evine döndü. Ne yapmak istediğini bilmiyordu, işsiz güçsüz avare avare dolaşıyor bu arada resim galeri ve müzelerini dolaşıyor, resimler yapıyordu. Çeşitli memleketleri dolaştı. Lisan öğretmenliği rahip yardımcılığı, kitap satıcılığı yaptı; ilahiyat dersleri aldı. Madenlerde papazlık yaptı, sefalet içinde yüzdü. Van Gogh’un Borinage madenlerindeki işçilere yardım için çırpınışı, katlandığı mahrumiyetler, karşılaştığı güçlükler
kendisine hem deli, hem veli şöhretini kazandırdı. Köylüler ve maden işçileri ona çağdaş bir İsa gözüyle bakıyorlardı. Kendisi hasta, fakirdi ve sadakayla yaşıyordu. Kardeşi Theo buraya gelip ölmek üzere olan Van Gogh’u kurtardı, Brüksel’e götürdü. Ama, ruhi dengesi büsbütün bozulmuş, harap olmuştu. Korkunç gerçeklerle teması, Tanrı inancını kaybettirmişti. Brüksel’de ressam Ridden van Rappart ile tanıştı; ondan dersler aldı, anatomi ve perspektif öğrendi. Theo, onun resim kabiliyetini sezmişti, paraca yardım ediyordu. Etten Şehri’ne yerleşmiş olan ailesinin yanına dönünce Kate adındaki dul kuzenine aşık oldu. Kadın, Van Gogh’un evlenme teklifini reddetti. 1883’e kadar La Haye’de kaldı. Akrabası olan ünlü ressam Mauve’dan resim dersleri aldı. İlk yağlı boya resimlerini 1881-1883’te yaptı. Bir süre Christine adında bir fahişe ile yaşadı. Sonra ailesinin yanına döndü komşularından Margot Begemann adında bir kadınla sevişmeye başladı. Ailesi evlenmelerine razı olmayınca Margot intihara teşebbüs etti. Bu olay Van Gogh’un hayatını büsbütün altüst etti. Babası 1885’te ölünce, kardeşi Theo’nun da etkisiyle 1886’da Paris’e gitti. Pariste yaşayan kardeşi Theo, onu evine aldı, barındırdı, baktı. Eline her türlü resim malzemesini verdi. Vincent Van Gogh, Ressam
Cormon’un atölyesine yazıldı. Burada Toulouse – Lautrec ile empresyonist ressamlarla tanıştı. İçinde, bir türlü dile getiremediği coşkun bir insanlık sevgisi, sonsuz bir merhamet hissi vardı ki, bunları kelimelerin yardımı olmadan boyalarla anlatmak zorundaydı. Pissarro, Degas, Seurat, Signac ve Gauguin‘le Tamborin Barı’nda ve tablocu Baba Tanguy’nin dükkanında tanıştı. Bir ara «Noktacı-Pointillist» resim tekniğini benimsedi. Paris’te kaldığı bir yıl içinde 200’den fazla resim yapmıştı. 1888’de, Lautrec‘in aklına uyarak, güney Fransa’da, daima güneşli ve yazın çok sıcak olan Arles Kasabası’na gitti. Akdeniz’in laciverdi onu büyüledi. Gauguin, ona misafir geldi. Van Gogh resmi o kadar seviyordu ki, boyayı tüpten doğruca tuval üzerine sıkıyor, parmağıyla eziyordu. Bazen hırsını alamıyor, boya yiyor; yemeklere renk versin diye boya katıyordu! Yaz sıcaklarında, tarlalarda güneş altında çalışmak sinirlerini büsbütün harap etti. 1888’da bir gece (23 Aralık), küstah tavırlar takınan Gauguin‘in gırtlağını ustura ile kesmeye kalkıştı. Bereket, Gauguin güçlü kuvvetli bir ressamdı. Van Gogh hırsını alamayınca kızdı kendi kulağını kesti ve şehrin genelevinde tanıdığı bir kıza götürüp verdi.
49
Resmimi hay v sonra hayalim
Vincent va
50
yal ediyorum ve mi boyuyorum.
an Gogh
51
“Yamyamlık, kesinlikle bir sevgi işaretidir.” Salvador Dali 11 Mayıs 1904’de Figueras’ın (İspanya’nın Kuzeyinde Pirienelere yakın bir kasaba) bir köyünde doğdu. 6 yaşındayken menenjitten ölen erkek kardeşinden 3 sene sonra dünyaya gelmişti. 1973 de şöyle yazacaktı: ‘Doğar doğmaz tapınılan bir ölünün ayak izlerinden yürümeye başladım. Beni severken hala onu seviyorlardı aslında. Belki de benden çok onu.. Babamın sevgisinin bu sınırları yaşamımın ilk günlerinde itibaren çok büyük bir yara oldu benim için.’ Ona koydukları isim; ölmüş kardeşinin ismiyle aynıydı: Salvador. Ressam bu kardeşine ikiz kadar benziyordu. Anne babasının yatak odasında Velazquez’in Çarmıhta İsa resmiyle birlikte asılı olan kardeşinin resminin yaşayan bir aynasıydı. Böylece Salvador Dali bir küçük despota dönüştü. Ailesinin dikkatini çekmek için yaptığı histeri krizleri, teatral hareketler alışılagelmiş şeylerdi. Uzun süre, onu fetheden kızkardeşi Ana Maria’nın doğumu bile onu düzeltmeye yetmedi. Aksine zaman geçtikçe farklılığını ifade etme isteği daha dayanılmaz hale geliyordu. Hasta çocuk; 10 yaşında yaptığı ilk self-portresinin ismiy-
52
di. Bir süre sonra ilk resim kursuna başladı. Öğretmeni Juan Núñez iyi bir ressamdı; ondan karakalem çalışmayı öğrendi. Daha sonra Catalan (İspanyanın Kuzey doğusunda yaşayan Catalanca adında farklı bir dil konuşan insanlara verilen isim) empresyonist ve realistlerini tanıdı. Daha sonra Kübizm ve Juan Gris‘i keşfetti. 20’li yılların başında Madrid San Fernando Akademisine başladı. Ancak anarşist hareketleri nedeniyle okuldan atıldı ve bir süre Girona’da tutuklu kaldı. (1923) Daha sonra tekrar okula kabul edilse bile 1926’da tamamen atıldı. Bunu takip eden yıl Paris’te Picasso’yla tanıştı. 10 yıl sonra Londra’da Stefan Zweig onu Sigmund Freud’a tanıttı. 1923’te Madrid’de Luis Bunuel ve Garcia Lorca ile tanıştı. Dali böylece değişti. Görünümüyle de. Başlangıçta ki uzun saçları; ağzından hiç düşmeyen piposu daha sonra kısacık biryantinli saçlı spor kıyafetli asık suratlı birine dönüştü. Günlük yaşamı; entelektüel bir söylemin ve lüks bir yaşamın çevresinde dönüyordu. Bunuel’le ‘Bir Endülüs Köpeği’ filmini sahneye konmasına yardımcı oldu. Ama Bunuel’i dinsizlikle suçlayarak ikinci bir filmden uzak
durdu. Buna karşın Garcia Lorca’yla çok yakın bir arkadaşlığı oldu. 1925-36 yılları arasında uyumlu bir dostlukları oldu. Kadınlar pek ilgisini çekmiyordu. Onlar sadece erotik fantezileri için gerekliydiler. Dali’nin fikrini değiştiren olay 1926’da Gala’yla tanışmasıyla gerçekleşti. Gala; bir Rus avukatın kızı ve sürrealist şair Paul Eduard’ın eşiydi. Onu ilk defa Cadaquez’de Akdeniz’in Catalan kıyısında Hotel Miramar’ın karşı terasında gördüğünde eşiyle beraberdi. Ertesi gün saat 11’de plajda buluşmak üzere sözleştiler. Dali bu olayı tamamen sembolik bir biçimde hazırlamaya karar verdi. Soyundu. Elbiselerini, göğüs uçlarını, kıllarını, göbek deliğini ve esmerleşen tenini gösterecek şekilde kesti, katladı. Boynuna inci bir kolye, kulağına bir kırmızı bir sardunya taktı. Traş olurken yaralanmasından esinlenerek kendi kanını süründü. Bunu balık kuyruğu, keçi gübresi ve yağla karıştırdı. Ama pencereden Gala’yı, özellikle de çıplak bronzlaşmış sırtını görünce, bu ölümcül ritüele son vererek üzerindeki partallığı ve bu vebalı tutkuyu soyunmaya karar verdi.
53
54
güzel sanatlar
Sanat Atölyeri
15 Eylül’ de
Tel: 0216 326 55 62 Mail: kraftguzelsanatlar@gmail.com www.kraftguzelsanatlar.com kraftguzelsanatlar.blogspot.com
55
56