Notlardergi 4 sayı

Page 1

SAYI

.

4 EKİM-KASIM 2015

Ölüm Karşısında Yazarın Motivasyonu Tezer ÖZLÜ - Burası Bizi Öldürmek İsteyenlerin Ülkesi Bir Samimiyet Arayışı Olarak İntihar Albert CAMUS - Yaşam Ve İntihar Üzerine Yaklaşımlar Emrah SERBES - Bir “Tartışma”dan Kalan ( POLEMİK )


İÇİNDEKİLER BİR “TARTIŞMA”DAN KALAN

3

NOTLAR EDEBİYAT DERGİSİ

6 İYİ GÜNDE KÖTÜ GÜNDE SANATTA; BURASI BİZİ ÖLDÜRMEK İSTEYENLERİN ÜLKESİ

12

16

BİR SAMİMİYET ARAYIŞI OLARAK İNTİHAR

YAŞAM VE İNTİHAR ÜZERİNE YAKLAŞIMLAR

22 GÜN

24 -YILDIZ TORTUSU-

27 ŞİİR

4. sayımızda “Ölüm karşısında yazarın motivasyonu” dosya konusu ile karşınızdayız. Dosya konusu kapsamında Tezer Özlü, Nilgün Marmara, Sylvia Plath ve Albert Camus’ nun ölüm ve intihar karşısındaki tutumlarının eserlerinde nasıl karşılık bulduğunu inceledik. Bunun yanı sıra şiir ve öykülere yer verdik. Emrah Serbes’ in ölüm karşısındaki tutumu gibi güncel bir tartışma üzerinden dergimizin yaklaşımını belirlemeye çalıştık ve dosya konumuzdaki yazılarla bu yaklaşımımızı besledik. Önceki sayımızda sözünü verdiğimiz daha hacimli ve nitelikli bir dergi olma yolunda ilerlediğimizi düşünüyoruz. Bu açıdan eleştirilerinizi ve önerilerinizi beklediğimizi de belirtmiş olalım. Yayın Kurulu


POLEMİK

BİR “TARTIŞMA”DAN KALAN Umut DÖNER

Malum tartışmayı, dosya konumuzu içeren bir biçimde ele alacağız. Bu sayının dosya konusu “ölümler karşısında sanatçı motivasyonu” başlığıydı. Fakat biz aynı zamanda tersten bakarak “sanatın yaşam motivasyonunun, ölüm gerçekliği karşısında nasıl bir yeri olduğunu” da gözler önüne çıkarmaya çalıştık. Bu başlıkta gün ışığına kavuşan fikirlerin, ölümler karşısında sanatçı motivasyonunun ve beraberinde getirdiği başlıkların Emrah Serbes örneğinde nasıl bir karşılığı olduğunu göreceğiz. Mesele “karamsarlık, teslimiyet” ya da “iyimserlik, mutluluk” gibi ifadelere sığdırılmaya çalışıldığında, nasıl karşılığı olmayan laflardan ibaret oluyor, bunu ortaya koyacağız. Çocukların ölümü dolayısıyla yazarlığı bırakma söyleminden ve ardından gelen tepkilerden haberdarız. “Her gün çocukların öldüğü bu ülkede ne yazabilirim. Yazarlığı bırakıyorum.” açıklamasının ifade ettiği anlam ortada. Bu açıklamadan söz konusu ifadenin dışında, “piyasa edebiyatı karşıtlığı”, “piyasa edebiyatçılığının son bulması” gibi durumlar çıkaramayız. Yazarın piyasa edebiyatının karşısında olduğundan hiçbir şüphe duyulmasa da bu ifadeden bu anlamı çıkaramayız. Ardından yapılan ilk açıklamada ise yazarlığı bırakmadığı, daha fazla yazdığı ifade edilmişti. Somut olarak görüyoruz ki, yazarın Twitter’da yazmış olduğu yazı ile sonradan yaptığı açıklamalar birbirini destekler biçimde ya da yanlış anlaşılmayı ortadan kaldıracak şekilde okunamıyor. Bunun tabii neticesi olarak bir ayrım meydana geliyor. Tartışmanın derinine inmeden önce bunu saptamak doğru olacak. Baştan itibaren dillerden düşmeyen soruyu önümüze koyalım: “Sanatçı toplumsal bunalımlardan, ölümlerden yola çıkıp yazmayı bırakmalı mı, yoksa üretmek için daha çok saik mi aramalı?”

3

Kaçmak... Neyden kaçmak? Nereye kaçmak? Tartışma yaratan ilk yazı birinci seçeneği akıllara getirse de, yazısından çok daha derinlemesine söylemler verdiği açıklamalar, Emrah Serbes’in bu türden bir ayrımda “üretme” yolunda karar kıldığını gösteriyor. Elbette uzun beyanat verdiği açıklaması olmasaydı, 1. seçeneği ifade ettiği biçimde değerlendirebilir, bunun altyapısını bizde karşılık bulduğu biçimde ve edebiyattan kopmadan ortaya koyardık. Mevcut tartışmalar neticesinde başlıkların parlatılmasına aldanmadan sağlıklı bir sonuca varmak durumundayız. Bu memleketin mevcut problemlerinin, Emrah Serbes gibi, çağdaş meslektaşlarının birçoğundan üst düzey sorumluluk duyan bir ismi bunalıma sürüklediği bir gerçek.


Bu gerçekliği ifade ederken şunu da belirtelim: Türkiye’de muhalif bir yazarın, ilgili kişilere ilham kaynağı olan, eserleri ciddi heyecanlar yaratan bir yazarın, sinirlerinin altüst olması ne kadar olasıysa, söz konusu açıklamadan, kastedilen anlamın çıkmıyor olması o kadar muhtemeldir. Dolayısıyla tartışma yaratan ilk yazı ancak yazarın sinir bozukluğu neticesinde ortaya çıkabilecek bir ifadedir. Gel gelelim bu açıklamanın sinir bozukluğu neticesinde ortaya çıktığını yazar da beyan etmiştir. Bundan hareketle, meseleyi sadece basit magazin boyutuyla arkasından yazılar yazılacak, ayrımı her fırsatta derinleştirilecek bir problem haline getirmemek gerekir. Görüyoruz ki yazar yarattığı kendi ayrımını katiyen sonlandırmıştır. En azından yazarın kendisiyle uğraşmaktan ziyade; çocukların ölümlerine, savaşa, edebiyat piyasasına, sanat pratiğine kafayı takmak gerektiği bu dakikadan sonra idrak edilmelidir. Sanatçının içinde bulunduğu durum konusunda yürütülecek tartışmalara en iyi kaynak olabilecek dayanak da yazarın üretimleri olacaktır. Açıklamanın kalıcı bir düşüncenin tezahürü olmadığını düşünerek, yazarın kalben ve fiilen kalemine saik aramayı yedirmiş birisi olduğunu bilerek tartışmaların ne bağlamda yürütüldüğüne göz gezdirelim. Eleştiri mi? İnfaz mı? Üretimi belirlemenin, ürünü eleştiren yazılarla alakalı olduğunu ve gelişkin ürünler için gelişkin bir eleştiri birikiminin gerektiğini biliyoruz. Söz konusu bütünlük ilişkisini Notlar Dergisi’nin 3. sayısında daha ayrıntılı ele alma fırsatı bulmuştuk. Eleştirinin ve –haliyle- eserlerin problemlerinin belirgin olduğu bir ortamda, eleştiri gücünden yoksun olanların infaza ya da zeminsiz övgülere yönelmesi anlaşılamayacak bir şey olmamalı. Değil edebiyatla, fiilen içinde bulunduğu gazetecilikle ciddi problemler yaşayan Yeniakit gazetesinin “Eşcinsel destekçisi Emrah Serbes cemaat kanalında” başlıklı yazısını bir kenara koyarsak, en akıl almaz ithamlara Aydınlık gazetesindeki “kaçış serbes” başlıklı yazıda rastlıyoruz: “Toplum ve ülke eleştirisi artık kaçışın yol haritası olmuştur. Karamsarlık ve yenilgiye teslimiyet tam da bu noktada başlar…” Bu ifadelerin ardından Emrah Serbes’in “neo-liberalizm”le birlikte gelen yeni aydınlardan birisi olduğunu öğreniyoruz. Hem de “Halksız, yurtsuz, Kaf Dağı’nda yaşayan bir neo-liberal” olduğunu. Bütün bunları eleştiri birikimine en ufak katkısı olmayan bir yazıdan öğreniyoruz. Neyse ki özensiz, ithamdan öteye gitmeyen ve üzerine konuşmaya pek de müsaade etmeyen bir yazı olarak çıkıyor karşımıza. Aynı gazetenin bir başka yazarı ise, diğer yazıdan bihaber Emrah Serbes’in durumunu şöyle yorumluyor:

4

“Hiç kuşku yok ki edebiyatımız için büyük bir kayıp yok ortada ama Serbes’in simgelediği aydın takımı açısından, iki yıl öncesinin Gezi ruhunu düşündüğümüzde bile net bir gerileme ve teslim bayrağı var.” Bu edebiyat/edebiyatçı eleştirisi adı altında, infazı ve ithamı her fırsatta etiket gibi yapıştırmaya çalışan yazılara aynı yöntemle –yani yöntemsizlikle- yanıt vermek, “eleştiri” düzeyini sakat gördüğümüz noktaya çekmek olacaktır. Bu sebeple “kendin çal kendin oyna” tablosunu, karamsarlık efsanelerini, Emrah Serbes’in tartışmalı yazısından sonra yaptığı ilk açıklamayla sonlandırmak daha doğru bir tercih olur: “Türkiye’de savaş isteyenler kaybedecek, Türkiye’de kan isteyenler kaybedecek. Bunu kendi iktidarları uğruna kullananlar kaybedecek.” Bütün bu tartışmaların bir parçası olurken şunları mutlaka göz önünde bulundurup bir karara varmalıyız: Çocukların ölümü de, savaş da, edebiyat piyasası da bu memleketin edebiyatçılarına tesir eden başlıklardır. Bu problemlerden türeyecek tartışmalar, problemi çözmeye çalışmanın önüne geçmemelidir. “Piyasa ölçütlerine dayalı üretim” problemini de, geçmişten miras kalan karamsarlığı kabullenmeyi de yırtıp atacağımızı yine dergimizin 2. sayısının Polemik kısmında ifade etmiştik. Bunu yaparken edebiyatla olan bağlarımızı hiçbir zaman gevşetmeyeceğimizi, sanat pratiğinin önemini ortaya koyarak aktarmıştık. Dolayısıyla söz konusu infazları, düzlemi edebiyattan kaydırmaya yönelik yaklaşımları geçersiz buluyor, kabul etmiyoruz. Eleştirel olduğuna dair hiçbir şüphe duymayacağımız bir yazıda ise 12 Eylül’den beri süren aydın tükenişi ve liberalizmin aydına vuran denklemlerinden bahsediliyor. Bu saiklerle, çölde yalnız yürümek zorunda kalan, ya da düzene örgütlenen bir aydın söz konusu oluyor. Aydın tarihsel misyonuna bağlılığını yitirdiği için, kendisini sınırlı enerjisiyle etki yaratma kaygısına itiyor. Yazının içeriği doğrultusunda söz konusu ifadelere uyum gösterdiği düşünülen Emrah Serbes, kurtuluşa giden yolu aydınlatmaktan vazgeçen bir deniz fenerine benzetiliyor. Aydın-lümpen ilişkisi, etkileyiciliğin iflası, eserlerdeki lümpenlik gibi konulara değiniliyor; infaz çabası olmadan ve zeminsiz övgülere bulaşmadan. Eleştiri yazarı, “aydın” ile ilgili tarifini ve tespitini doğru bir zeminde ifade ediyor.


Fakat Emrah Serbes ile ilgili “aydınlatmayan deniz feneri” söylemi, bu tarifin her ne kadar tabii bir sonucu olabilse de bu örnekte somutlanamıyor. Çıkardığımız o ki, Emrah Serbes eserleriyle gözler önüne serecek ışığını. Eleştiri yazarı, yazıyı yazmış olduğunda tartışmalar bugünkü gibi demini almamıştı. Yazarın, Emrah Serbes’in samimiyetinden şüphe duymadığını belirttiğini de göz önünde bulundurursak, henüz Serbes’in ışığının söndüğünü, ya da aşina bir ifadeyle kırmızı vosvosa bindiğini söyleyemeyiz. Ölümlerden çok, sanatın sorunlarından çok, bu alanda sorumluluk hisseden insanlara kafayı takmış bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Bu uğraş gerektiren gerçekliklerden yalnızca bir tanesi. Kapsamlı bakıldığında bu gerçekliklere ve zorluklara doğru yön verebilmenin yolu; bu yaklaşımları geride bırakacak hatta silecek çabayı ve üretimi sergileyebilmekten, sanat pratiğini oluşturabilmekten geçiyor. Sadece saptamalarda bulunmayıp, edebiyat pratiğini azami düzeyde geliştirmeye çalışan bir dergi olarak bunun mümkün olduğunu düşünüyoruz.

5


DOSYA İYİ GÜNDE KÖTÜ GÜNDE SANATTA; BURASI BİZİ ÖLDÜRMEK İSTEYENLERİN ÜLKESİ

... İşte hürriyet-i hakikiyye: Ne muharib, ne harb ü istila; Ne tasallut, ne saltanat, ne şekaa, Ne şikayet, ne zulm ü istibdad Ben benim, sen de sen; ne rab, ne ibad! O zaman, ey kadid-i nahneha-kar, Şimdi “cenk, ihtilal, uhud, ızfar..” Diye saydıkların kalır mechul, Birer ucube, ya hikaye-i gul. (Tevfik Fikret) “Kimse “Hoşça kal!” demezdi sevdiğine, Kesin bir kelime kullanırdı: “Elveda!” Okuyun, bizi, şaşırın! Üzülün bizim zamanımızda yaşamadınız diye. Biz gece yatısına gelmiştik bu dünyaya. Sevdik, yıktık, yaşadık – ölüm saatimizde. Ama tepemizde sonsuz yıldızlar vardı, O yıldızların altında yarattık sizi. Hala hasretimiz ışır gözlerinizde, Sözlerinizde isyanımız söylenir. Geceye, çağlara saçtık çünkü Sönmüş hayatımızın kıvılcımlarını Sönmemek üzere bir daha.” (İlya Ehrenburg) “Tehlikelidir gazete okumak. Huzur veren ağaçlardan söz ederken, elektrikli daktilomun tuşuna her vuruşumda bir başka köy uçuyor havaya.” (Margaret Atwood)

Çağan SABANCI Fark edildiği üzere yukarıda ruhları, atmosferleri, duyumsama biçimleri birbirinden farklı olan dolayısıyla üreticileri açısından da yöntemsel bir ayrılığa işaret eden savaş-ölüm temalı şiirler yer almaktadır. Emrah Serbes’in yazarlığı bırakma, artık bu piyasaya ürün vermeme kararı alıp boksa başladığını duyurması üzerine okurların tanık olduğu zayıf ve kısa erimli bir tartışma yaşandı. Aslında yazarın başka bir şey söylediği ancak sosyal medyada fikir beyan etmenin güçlüklerinden dolayı yanlış anlaşıldığı, yazarın ve takipçilerinin bir bölümünün ortak görüşüdür. Biz elinizdeki sayımızda bu tartışmanın mevcut haliyle olmadığı ancak içerdiği bir tartışmaya, konuya değinmek istedik; ölümler, savaşlar karşısında sanatçının üretim motivasyonu... Bu motivasyonun nasıl sağlandığı ya da sağlanamadığı, bu kısa sosyal medya tartışmasının içerdiği ancak gerektiği gibi belirginleş(e)memiş bir konudur.

6


Sanat ‘Barış Güvercinin Leşini’ Kayıtsızların Önüne Atmalıdır Sanatın yaşam istencindeki özgün payı ölümlerin en alçak göründüğü zamanlarda da geçerli midir? Çocukların doğal afet-savaş artığı gibi kıyıya vurduğu, cesetlerinin anne koynunda, buzdolabında saklandığı zamanlarda sanatçı kendisine nasıl alan açacak ve insanla olan döngüsünü nasıl kuracaktır? Bu sanatı aşan ondan fazlasını gerektiren bir ikilemdir. Yani bu ikilemin kaynağı, nedeni belirli bir sanat yaklaşımını ya da sanattan fazlasına işaret eder. Dolayısıyla bu fazlalığın gerektirdiği bütünlüğü sanat alanında kalırken, ondaki bir tartışmayı değerlendirirken bile önsel olarak bulundurmak zorundayız. Çünkü ortada sanatın verebileceğinden daha büyük bir hesap vardır. Bu hesabın sanata düşen payını, bu büyüklüğü ya da bütünlüğü hesaba katarak saptayabiliriz. Sanatın vermesi gereken hesaba ve sanatın yukarıda belirttiğimiz yaşam istencindeki özgünlüğüne gelince öncelikli olarak şunu belirtmek mümkün; sanatçı zaten savaş dönemlerinin arasında savaşı, ölümü dayatan koşullarla savaşmalı, mücadele etmelidir. Savaş karşıtlığı yaparak değil, “bir yaşam provası” olarak zaten ölüme, savaşa yol açan, yani bir sonuç olan savaşa değil onu doğuran duygu-düşünce kütlesine saldırarak ve/veya bunun karşıtı bir ağırlık oluşturarak mücadele etmelidir. Dolayısıyla bizce tartışma, “ölümler karşısında sanatçının tavrı”nda kalarak sonuçlandırılamaz. Bu ise bizi sanatın kendisine, yapısal özelliklerine ilişkin bir tartışmaya zorunlu olarak götürür. Ama buna tanıdık bir tartışmayla somut olarak gitmek daha anlaşılır olmasını sağlayacaktır.

Burası Bizi Öldürmek İsteyenlerin Ülkesi ya da Evet, Bakılan Bakana Tabidir Edebiyatımızda memlekete küsmenin, ‘protesto’ ederek terk etmenin klasik bir tartışması olan ve içinden geçtiğimiz şu 13 yıllık ülke nesnelliği karşısında insani bir tepki olarak başvurulan Tezer Özlü’nün “burası bizim değil bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” * vazgeçişini hem edebiyatında hem de bir sanatçı olarak ortaya koyduğu yönteminde inceleyeceğiz. Konumuzla bağını kuran, öldürmek isteyenlerin bulunması değil, ölümden farksız olan bir yaşam gerçekliği karşısında sanatçının terk edişi, vazgeçmesidir. Yer darlığı nedeniyle konumuzla ve yaşamıyla en yakın ilişkiye sahip eseri ile edebiyatının genel nitelikleri üzerinden gideceğiz. 12 Mart edebiyatının nesnesi doğrudan; toplumsal yaşantıdaki gelişmeler, adaletsizlikler, şiddet ve küçük burjuva aileler, ilişkiler, onların küçük özlemleri olmuştur. Bunların Tezer Özlü’de doğrudan bulunduğunu söyleyemesek de parçası olduğu bu nesneye düzensiz, serbest, tutarsız bir eleştirellikle yaklaşmış, insani fakat çıkışsız direnişinin notlarını yazmıştır. Sonuçta ortaya çıkan “ömürlük” bir ölüm sürecidir. Şimdi “bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” terkedişini ortaya çıkaran özelliklere bakalım. *Tezer Özlü’ den Leyla Erbil’e Mektuplar, s. 48-49, YKY, 1996.

7


Ölüm ülkenin değil, Özlü’nün kendi gerçekliğidir. Elbette memlekette ölümler hatta katliamlar yaşanıyordu. Ancak Özlü’de gördüğümüz ölüm, sonradan yaşanan gelişmelerin ardından ortaya çıkmıyor. Mektuplarında ve çocukluğundan başlayarak tüm yaşamından bahsettiği Çocukluğun Soğuk Geceleri kitabında gördüğümüz kendisine yabancı, sahte, sevginin sıcaklığının eksik oluşu ve bunun yarattığı yalnızlık; aynı zamanda ülkeyle kurduğu ilişkinin gerçekliğidir. “Babamla annem arasında hiçbir sıcaklık, hiçbir sevgi yok gibi. Annem onu erkek olarak hiç sevmediğini her davranışıyla belli ediyor. Bütün küçük burjuvalar gibi sorumlulukların zorunluluğu ile bağlılar birbirlerine. Her sabah ve her gece öylesine sevgisiz ki. Eve gelen konuklar ne az ne de çok. Bunlar çoğunlukla görev ve vatanlarına düşkün karı kocalar. Konular hep aynı. Okul. Görev. Başarı.” (Çocukluğumun Soğuk Geceleri) Tezer Özlü yaşamı bulamadığı ve dayanamayıp kaçacağı bu büyüme ortamından kaçış ve protesto olarak dinsiz, ahlaksız bir ölümü düşlüyor. Ancak “bakılan bakana tabidir” den ötesini, nasılını kurcalamak gerek. Bu düşünce, his Tezer Özlü için münferit, öznel olmaktan şöyle çıkıyor; “Birbirini sevmeyen,sevişmeyen anne babalar. Tanrısıyla evlenen rahibeler. Kanımıza işletilen vatan,vatan,vatan... Öğrendiklerimi unutacağım. Okulun önünden bir daha geçmeyeceğim. Çıkmaz sokağa ve öğretmen ana babaya da dönmek istemiyorum. Benimle evlenmek isteyen,ağabeyimin arkadaşlarından biri var. Seviyor beni. Eve dönmemek için ona gideceğim. Yalnız geceler de biter. Çocukluğun soğuk geceleri de biter.” Tezer Özlü’nün kısa ömründe çocukluğundan itibaren tüm uğraşı, içine doğduğu soğukluktan kurtulmaktır. Sıcaklığı arar ve tanımadığı erkeklerin elini tutar. Gerçi onun için kadın-erkek yoktur, sıcaklık-soğukluk vardır. Bir ömür bu sıcaklığın ikmali ile geçecek ve bunlar deliliğin hanesine yazılacaktır. Tezer Özlü’nün ölüm hep aklındadır. Bunun nedeni hayatının her döneminde yaşam konusunda tam hissetmemesidir. Ölüme duyulan istek çoğunlukla yaşama duyulan ihtiyaçtan başlar, yaşamı bilmemekten, arzulamamaktan değil. Işte; “Konser bitiyor. Çıkar çıkmaz bir sigara yakıyorum. Beni bekleyen bir büyük kent, bu kentin sabaha kadar açık kahveleri, barları, Yunan müziği çalan meyhanaleri var. Süren, akan yaşamın içinde bulunmak ne büyük bir coşku! Hele bu coşkuyu karşılayan, bu coşkuya bulvarları, kahveleri, insanlarıyla yanıt veren bir kentte olmak. Çoğu kez insan yaşamı, yaşanmış coşkuların anısı ile de geçer. Ama yaşamın bazı kesitlerinde bu coşku gece ve gündüz somut olarak kavrar benliğimizi. Bir şarkıyla. Bir resimle. Uzayan bir bulvarla. Sevilen, teni okşanan insanlar. Yaprakları hışırdayan bir ağaçla.” Yaşamı bu kadar sahici yerlerinden yakalayıp da içinde olmamak... Bunun iki meyili vardır; daha fazlasını istemek ya da olandan da vazgeçmek. “Onunla yeniden buluştuğumuzda bir başka erkekten gebeydim. Çocuğu aldırdığım gün, bana kırmızı karanfiller getirdi. Sabaha dek elimi tuttu. Demek onun için büyük bir sevgiyim. Böylesi bir sevgiye gereksinme duyuyor muyum? Hayır. Yalnızca bir erkeğe gereksinim duyuyorum. Üç dört yaşımdan beri bir erkeğe gereksinme duyuyorum, ama sonunda salt bir boşluk. Bir anda karamsarlığa düşüyor, mutsuzlukla baş başa kalyorum. Sevişme yolculuğu, coşkusu, ölüm isteğiyle bitiyor. Bunun için ondan kaçmalıyım. Ama ailemle de kalamam ki.” “Neden bunalımları çözümleyemiyoruz? Neden dost olmadan, erkek-kadın, karı-koca olmaya çabalıyoruz? Yirmi yaşlarının başındaki insanlar böyle mi olmalı?” Bu köklü itirazlarla birlikte; “düşünce ve davranışlarım küçük burjuva özgürlüklerinin sıkıcı sınırlarını yıkmaktan öte bir anlam taşımaz” diyor. Ötesi olmayınca yıkma yıkıma; çıkışsızlığa, buhrana dönüşüyor. Küçük burjuva yaşamın kadın-erkek ilişkilerine sığmayan bir anlayış, aşmayı,yıkmayı tamamlayacak bir düzleme ya da bütünlüğe kavuşmadığında bir çığlığa, trajediye ya da yalnızlığa dönüşüyor. Hiçbir yerde, hiçbir kimsede ya da hiçbir duyguda kalınamıyor. Tezer Özlü’de belirgin olmanın, birlikte olmanın huzurunu, stabilliğini göremememizin nedeni bu niteliğinden kaynaklanıyor. Örnek olsun; “Hans Peter’i çok seviyorum. Benim gerçekten ilk sevdiğim,tüm çocukluk özlemlerim içinde sevgiyi verebildiğim, alabildiğim bir insan, ilk insan. Son insan. Ama insanın kendisi kadar duygulu bir insanla bir sevgiyi bölüşmesi, birbirine sevgiyi aktarması ve o insanla bir arada yaşaması o kadar güzel ama o kadar zor ki. Erden’in(Kıral) bana telefon ettiği acaba gene bir araya gelsek mi diye konuştuğumuz gece(ki Hans Peter evde yoktu,ben de telefonu söylemedim)... Erden’in yanında güçlü oluyorum, Hans Peter’in yanında duygulu... Aslında kendimi düşünsem yaşamım boyunca ilk kez bu denli rahat koşullarda yaşıyorum,üstelik çok sevdiğim bir insanla birlikteyim. Ama yaşam karşı çıkmak değil mi?” Bugün karşı çıkılan dün karşı çıkarken samimi olarak arzulanan, istenendi. Karamsarlık, yalnızlık, ölüm sanat için oldukça önemli olan yoğun durumlardır. Tartıştığımız durum, bu olumsuz duyguların ya da temaların lanet etmeye, boş vermeye düşüp bundan faydalanamamasıdır. Tezer Özlü öğrendiği her şeyi unutmak, sürekli bir vazgeçiş istiyor. Oysa yaşadığı ikilemler, çelişkiler onu tiksindiren sahtelikler karşısında önsel bir bütüncül bakış, tek tek duyguların taşıdığı yükü, onu ortaya çıkaran süreci daha sarsıcı bir biçimde ortaya koyabilir.

8


Bunu yaptığı yerler de var; “Oysa bizim artık sevgililerimiz var. Delikanlılar. Pantolonları, ayakkabıları şık, yeni yeni çıkan sakallarını tıraş eden, kokular süren, Avrupa kazaklar giyen sevgililerimiz var. Onlar çamur yığınları içinde değil, Nişantaş, Şişli, Topağacı gibi zengin semtlerde, büyük görkemli apartmanlarda oturuyorlar... Bu denli çözümsüz, dış olgulara bağımlı bir yaşamın içinde her gün kafasından ve gövdesinden bir şeyler yitirmeye esir. Her gün gelişen, her gün büyüyen, tüm çağlara varan bir bağımsızlığın, nesnelere dayanmayan bir özgürlüğün mutluluğuna hiç varmayacak. Anadili bile gelişmemiş. Düşünceleri, insan varoluşunun gerçeğini kavramaya yeterli değil.” Tezer Özlü’nün bu kadar güçlü ve derin konuştuğu başka bir yer bizce yoktur. Bu güçlülük, derinlik mutlu olmayı getirmiyor ortada duranı daha çarpıcı görmeyi sağlıyor. Dolayısıyla tekrar belirmekte fayda var; önerdiğimiz iyimser, mutlu olmak için değil içinde bulunulan dünyayı, ortamı, ilişkileri daha derin, sarsıcı hatta kahredici bir biçimde anlayabilmek içindir. Anlamaya ve çağrıştırmaya yönelik olmadan hiçbir his, duygu metinde kurulamaz.O halde ölümler içinde sanatçının motivasyonu, üretememe krizi hakkında tartışırken düşünmemiz, sormamız gereken bu derinliği, güçlülüğü, anlama ve hissetme kapasitesini yükselten, yükseltecek sanatçi pratiği nasıl olması gerektiğidir. Bu pratiğin tartışılması yetenek olgusuna ilişkin bir süreci de ifade edecektir.

Ölümü Bilim Yenecektir Ancak Yaşam İstencinde Sanat Bilimin Önündedir

Duygularımız, düşüncelerimizi keskinleştirirken düşüncelerimiz de duygularımızı arıtır.”

(B.Brecht)

Sanatın diğer disiplinlere göre daha akışkan, şekilsiz olması, onu tarih boyunca yeni, iyi olana, güzele, ufukta görüneni istemede, bunun için odaklandırmada, üretmede,çalışmada daha avantajlı kılmıştır. Tarihte geriye doğru gittiğimizde sanatın insanlığın yeniyi şekillendirmesinde öncü olduğu örnekleri görebiliriz. Jules Verne’nin insanın uzay macerası henüz başlamadan insan zihninin bir bölümünün dikkatini yönlendirmiş, buna dair bir istek, yoğunlaşmaya hazır ortam oluşturmuştur. Yine 1895 tarihli Herbert George Wells’in Zaman Makinası romanı... (Hayal gücü diyerek geçmeyelim çünkü bunun tam tersi gibi görünen bilgi; önce ilgi ve ardından odaklanmanın sonucu olarak ortaya çıkan bir sonuçtur. Yani hayal gücü bilgiye götürür.) Avrupanın toplumsal kurtuluş mücadeleleriyle alt üst olduğu yılların arifesinde ve içinde ütopik çalışmaları hatırlayalım. Burada eserler değil, sanat ve sanatçı pratiği konumuz açısından daha önemlidir. Sonuç olarak buraya kadar söylediklerimiz bir temmenni değil sanatın maddi pratiğidir ve örneklerin ortak özelliğinin bize söylediği; sanatın geleceğe dair bir şey olduğudur. Gelecek duygusu ve düşüncesi ise içerdiği ne olursa olsun ölümden çok yaşama yakındır. Dolayısıyla sanat kesinlikle erken dönemde tarif edildiği gibi bireyde başlayıp biten ve tek boyutlu bir duygu sarmalına indirgenmemelidir. Bu sarmal, duyguya götüren düşünce kanallarının bir bütünden yani toplumsal bir ‘yükün’ bireyin kendi özel deneyimi ve dönüştürme yeteneğiyle yeniden üretilmiş-farklılaşmış ve o yükün belli noktaları öne çıkarılmış olarak ortaya konması olarak değerlendirilmelidir. Daha açık bir deyişle “bence beğeniyle düşün kolay kolay birbirinden ayrılacak şeyler değil. Bayağı bir beğeniye sahip bir kafadan iyi bir düşüncenin çıkacağını pek sanmam... Beğeni konusu sürekli bir araştırmayı gerektirir. Çünkü bütün doğayı ve yaşamı kapsayacaktır... Sanat yaşamdan bir seçimdir. Sartre’ın söylediği üzere varoluşunu sağlamaya kalkmaktır. Bu da sürekli bir çabayı gerektirir. Çünkü sürekli bir oluşum ile karşı karşıya geliyor.” * Söylediğimiz gibi yaşamdan sürekli, zengin ve aşma perspektifiyle beslenen bir sanat pratiği. Bunun için somut bir öneri olarak şunu verebiliriz; dünya edebiyatını kuramsal bir biçimde takip eden ve önce günümüz sanatının çeperlerinde, onu belirleyen yeni maddi-pratik gerçekliklere odaklanan bir yayıncılığımızın olması gerektiği. Taklit için değil, “düşünümselliği” sağlayabilmek, insanlığın kaydettiği (ne kadarsa artık o) gelişimi, zenginliği farketmek ve aşmak için. Bu tekrara, taklide düşmeyi doğurmaz, yokluğu doğurur. * Melih Cevdet Anday, Sanatçılarla Konuşmalar, Haz. Kemal Özer, Çağdaş Yayınları.

9


Yani sanat ve sanatçı kendini alabildiğince açmalı, zengin kaynaklardan(mevcut paradigma, tüm alanlarda yaşanan gelişmeler) faydalanarak kendi özgün becerilerini, başka alanların yapamayacağı ataklığı, ortaya çıkan yeni pratiklerle yine diğer alanların yapamayacağı esneklikte ilişkiye geçerek sanat için evrensel bir motivasyon faaliyeti oluşturmalıdır. Ayrıca bu durum bir motavisyon kaynağı olmasının ötesinde onun zaten bulundurması gereken ayrıksı özelliğidir. Yine bir alıntı; “haber bir kabuk,gerçeğin bir gölgesidir. Ropörtaj ise gerçeğin derinliğine varmaktır. Le Monde ve Guardian gibi büyük gazeteler ropörtaj ve yayımcılardan kuruludur. Haberler, ajanslardan akar, ropörtajcılar ve yorumcular bu haberlerden önemli bulduklarını açarlar, derinleştirirler. Sanatçı da gerçeklikle bu tür bir ilişkiye girer.” Bu alıntıdaki haberi, gerçeği sanat için tüm disiplinlerdeki yenilikler, gelişmeler olarak düşünebiliriz. Sanatçı sadece gerçeği deşifre etmelidir demiyoruz, bundan faydalanmalı, yarattığı çağrışım ve dolayımları kullanmalıdır diyoruz. Yani sanatçı yansıtıcı değil biçimlendirici oluşunu bilinçli olarak yerine getirmelidir. Dolayısıyla yetenek de sürekliliğe, yoğunlaşmaya dayanmadan ilhamla ikame edilen, sürdürülen ve ortaya çıkan bir özellik değildir. Anday’ın vurgusunda olduğu gibi arayan, bilinçli bir sürekli çabada kendisini gerçekleştirebilen pratiktir. Bu sanatçı tavrının ön koşulu ise kendi yazgısını insanlığın gelişim yazgısına bağlamasıdır. Böylece sanatçının doğar doğmaz kendisinde bulunan bir ayrıcalığı ve buna dayanan bir sanat yoktur. Sanatçının özgünlüğü; ayrıcalıklı, kendinde başlayıp kendinde biten, ilişkisiz oluşu değil mevcut birikim ve dış dünya ile kurduğu soyutlamanın ve odaklanmanın pratiğinin diğer alanlardan farklı olarak süreçli ve kaygan bir zeminde serbest çağrışımlarla ilerlemesidir. Sanatçının özel oluşu bu niteliğinden kaynaklanıyor. Bu bakımdan sanatçı nesnesiyle bir iktisatçı, sosyolog, mühendis veya tarihçiye göre daha özgür, çağrışımlarla dolu bir ilişki kurar. Sanatçılarımız sanatın bu avantajlı karakteristik özelliğini bilinçli bir biçimde işletmelidir. Sanatı korumak isteyenlerin sanatla diğer disiplinler arasına çektiği kalın çizgiler bu nedenle yapısal olarak en fazla sanata uygunsuzdur. Bu çizgilerin ömrü tarih, bilim, ekonomi ve siyasetteki ömürlerine göre sanatta daha kısadır.

10


Dolayısıyla sorun ölümler karşısında sanatçının üretememesiyle başlamamaktadır. Bunu önceleyen dönemde sanatın kabaca hayatla kurduğu ilişkinin güçsüzlüğünden başlamaktadır. Aksi halde sanatın en çok insanlığın ağır koşullar altında bulunduğu zamanlarda başyapıtlar çıkarması gerçeğini nasıl açıklayacağız? Buna yol açan durum sanatın tarihsellik ve yaşamla kurduğu ilişkinin gelişkinliğidir. Sanatçının hayat karşısında gerilim, baskı içinde olması yaratıcılığı için büyük bir enerji, yoğunlaşma sağlamıştır çoğunlukla. Sonuç olarak önerdiğimiz yaklaşım “sanat hep iyiden, güzelden bahsetsin” değildir. Kötüyü, onu ortaya çıkaran süreç ve nedenlerini farkederek yakalaması yani çizgileri daha belirgin, gelişkin bir kötü oluşturabilmesi amacıyla ve bunu ortaya koyabilmesini sağlayacak motivasyon için gerekli olduğunu düşünüyoruz. Gerilen, çatışan, yoğunlaşan ve büyük enerjiler çıkaran bir pratik için... Sanatın bu özelliklerinin, sanat üreticisinin eser aşamasında değil ancak dünyaya bakış aşamasında tarihselci olması gerektiğinin vurgulanmasının ölümle olan ilişkisine dair bir ek daha; böylelikle sanatçı kendisini bir akışın içindeki etkin özne olarak görerek güçlü bir yaşam motivasyonuna dolayısıyla savunusuna kavuşması sağlanacaktır. Ölümün, bu akışı durduramayan kötülükler, yanlış toplumsal koşulların sonucu olarak görülmesidir. Bunun bilincinde olan sanatçı (örn. Nazım Hikmet,Bertolt Brecht) ölümün insanlık karşısındaki o ezelebed gibi görünen mutlakiyetini ve muktedirliğini elinden alabilecektir. Ölüm olgusunun karşısında kendisini de içine yerleştirmiş bir tarih olgusunun çıkarılması, sanatçının hem mevcudun zorlanması, aşılmasında hem de yıkımlar karşısında onlara yaşamı bir sesle, cümleyle, renkle ya da performansla üretme ve savunma soluğu sağlayabilmektedir. Varolmanın cesur hoşluğu. General, ne kullanışlı bir yaratık şu insan. Uçabilir icabında, öldürebilir de. Ama bir kusuru var işte: Düşünebilir.

(B.Brecht)

11


DOSYA BİR SAMİMİYET ARAYIŞI OLARAK İNTİHAR ‘’Üç kişilik samimi topluluk, siyah saçlı, gözlerini kısarak bakan, çok konuşmayan.’’ Sylvia Plath

Ender ÖLMEZ İntihar bir samimiyet arayışıdır.

Bu çok iddialı bir cümle olsa da “bir samimiyet arayışı’’ olarak nitelendirdiğim intiharın sahiplenmemiz gereken(*) bir olgu olduğunu düşünüyorum (iflas ettiği için intihar eden iş adamlarını kastetmiyorum gayet tabii). Çünkü intihar, gerçekleştiği anda var olan yaşama bir başkaldırıyı barındırmaktadır. Bir başkaldırıyı barındırması temelli bir toplumsal argümanı içermekle birlikte mevcut yaşamsal koşullarla çok fazla bağlantılıdır. Bünyede yaratılan çöküntünün katlanılamaz olması, paralel bir karşıtlık ilişkisi yani var olma ile özdeşlik kuramayan kişinin mevcut durumunun had safhada bir uzlaşmazlık yaratmasıdır diyebiliriz. Kabullenememenin getirdiği anlamsızlığı, çok basit olarak bir nedensellik bağlamında çevre ve uyum ilişkisiyle ele alabiliriz. Hükümetler ve güç sahibi kimseler kendi vatandaşlarını daha fazla rant için öldürebiliyor. Kendi yaşadığımız toplumu düşünürsek, özellikle son süreçte distopik bir kurguyu aratmıyor. Edebiyatçı bu toplumda yaşıyor, bunları görüyor. Burada yaşamayı daha fazla kaldıramıyor. Stefan Zweig’in karısıyla beraber gerçekleştirmiş olduğu iradi ölüm bu başkaldırışa bir örnek teşkil edebilir. Hitler’in yarattığı bir nevi insanlık dramı, samimiyetin esas temsilini çiğnemiş, var olan tüm güzelliklere bir saldırı ve yıkım sürecini başlatmıştır. Bunu daha fazla kaldıramayan Stefan Zweig, karısı Lotte ile beraber intihar etmiştir. Fakat bu yazıda iki şair üzerinde duracağız. Bunlardan ilki Türk edebiyatı şairlerinden Didem Madak, diğeri ise Amerikan edebiyatı şairlerinden Sylvia Plath. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesinde katılmış olduğum ‘’Didem Madak Şiiri Hayattan Kurtarmak’’ konu başlıklı sempozyumda Didem Madak’ın geçmiş röportajlarından birinde “Nasıl şiir yazıyorsunuz?” sorusuna verdiği cevabın “Yazmak için çoğu kez yalnız kalmayı bekliyorum. Bazen geç saatlere kadar kalamıyorum. Yalnız kaldığımda yazmaya başlıyorum. Önce ağır ağır başlıyorum, sonra hızlanıyorum.

Kalemin açılması adını verdiğim bu ana gelince, durmadan yazıyorum. Yazarken ağlıyorum. Söylemem gereken her şeyi söylemeliymişim gibi, beş dakika sonra ölecekmişim gibi oluyor,’’ olduğu anlatılmıştı. Aynı zamanda avukat olan şair Didem Madak, 2011 yılında kanserden öldü. Fakat intihar meyili ve bunu daha önce denemiş olduğu biliniyor. Burada anlatacağımız edebiyatçıların eserlerinden yola çıkacağız. Öncelikle Didem Madak’ın eserlerinden yola çıkıyoruz. Şiirlerinde çokça çocukluk ve oyun oynamak üzerinde durduğunu görüyoruz. Bunun yanında Z raporlarının yarattığı bıkkınlığı da… Her şeyin statikleştiği kabaca modern dünya diye adlandırdığımız yapı içerisinde, sahte ilişkiler gergefinde yer bulamayan ve röportajında dediği gibi yalnız kaldığı zamanlarda bunları bir oyuna çeviren Didem Madak, acılı banka kuyruklarını anlatıyor.

12


Polyanna’ya mektuplar gönderiyor, Pulbiber Mahallesi’ni inşa edip domates çorbası pişiriyor. Metroların can sıkan kasvetine göndermeler yapıyor. İstanbul’un yanık kablo kokan damarlarından akarak oyun arkadaşlarının yanına gidiyor. Her yer reklam afişi ve şirketlerle doluyken Kara Sevda A.Ş.’yi kuruyor. Didem Madak’ın intihar meyili bir samimiyet arayışıdır. Elektrik kokusu, düz yapılar ve parasızlıktan yaşayamayanların ülkesinde, çorba yaparak herkese annelik yapmak isteyen bir insanın arayışıdır. Bir annenin sıcak çorbası bu yoksunluk halinde çoğu kişiye iyi gelecektir çünkü. Didem Madak itiraf eder gibi, kâğıtlarla dertleşir gibi şiirler yazıyor. Yazarken ağlaması ve öleceğini hissetmesi bir umutsuzluktan öte geliyor olabilir. Babasının yaşattığı garip hisler ve annesine olan özlemi, şiirlerinde karamsarlık, karmaşa ve sitem halinde çokça yer buluyor: ‘’Babam çıkarılmış adam bütün fotoğraflardan’’ ‘’Geçmişini mi yok ettin kızım Diye soran bir babadan kurtuluşumu kutluyorum’’

“Şiirlerim ütüsüz ve buruşuk gezdirdiğim ruhumun diyeti bence; Bu yüzden hepsi benden parçalarla dolu. Bu yüzden biraz ‘kadınsı’, durup dururken bağıran şiirler.” Ya da bir şiirinde bu durum şöyle yer alıyor: ‘’Asaletim de sizin olsun baylar, rezaletim de! Beni bir sütyen lastiğiyle asın İnanın kendimin ‘yokluğunda çok kitap okudum’” Maddi belirleyiciliğin bu kadar fazla olduğu yaşamda, çocukluğuna dönüp oynadığı oyunlara kaldığı yerden devam etme arayışıdır intihar. Maddiyata tamamen dışsal çocukluğun arayışıdır. Çocuk olmaya bir nevi şiirlerinde devam ediyor. Aynı zamanda anne olan bir çocuk… Didem Madak, kızına annelik yapmayı seviyor, annesini özlemeyi de. Anne bu noktada modern dünyadan soyutlanıyor. “Anne” başlı başına bu samimiyetsizlikle şefkat ve çorba üzerinden bir karşıtlık içine giriyor. Bunaltıcı olan bir başka şey ise paskalya yumurtası gibi süslü olan kadınların yarattığı his oluyor. Bu hayatın içinden çıkma istemi; yaşanılan bu sahteliğin ve tekdüzeleşmenin içinde aranılan samimiyetin olmayışı oluyor, kaybolmak istiyor:

‘’Babama söyle o gelmesin maviş anne’’ Annesine yazmış olduğu bir şiirden veya: “Neşeli bir şehre benzerdi senin sesin. Bazen ölmek istiyorum Beni yeniden doğurman için İri, ekşi bir vişne tanesi gibi.” Derken o bir anlık karmaşa, bizim için de hayat buluyor. Kimileri anne figürü üzerinden, kimileri baba figürü üzerinden, hayıflanma veya özlem ile birlikte Madak’la aynılıklar kurabiliyor (Bu aynı zamanda şiirlerin belli bir toplumsallığa içsel olduğu anlamına da gelir). Yazın hayatı, meslek hayatı, ev hayatı derken envai çeşit iş ile cebelleşmenin yarattığı his, oyun isteğinden ve çocukluk özleminden ziyade düşünsel bir karmaşanın içinde, şiirde biraz da mizahi bir dille yer buluyor: ‘’Acaip bir atmosfer yarattım Tuzluk, kapatılmış kahve falı, ütü suyu, ceza kanunu’’ Şiir Didem Madak için bir sığınak oluyor, yıllarca denenmiş bir vasiyet… Didem Madak şiirlerini bir kanguru gibi karnında taşıyor. Bütün bunların yanında yaşadığı ülkede kadın olmanın ne kadar hasar yarattığı da bize anlatmaya çalıştıklarıyla belirgin bir hal alıyor. Bir röportajında yine şu şekilde aktarıyor:

13

“İnsan kaybolmayı ister mi? Ben işte istedim bayım. Uzaklara gittim Uzaklar sana gelmez, sen uzaklara gidersin Uzaklar seni ister, bak uzaklar da aşktan anlar bayım!” Dilini bile bilmediği yerlerde yaşamaya mecbur kalanların dünyasında yaşamak katlanılmaz oluyor: ’’En üst kattan düşüyorum her gün Esmer bir işçi gibi dilini bilmediğim bir dünyaya’’ Bu aynı zamanda bir çaresizliğin resmidir. ‘’Yukarıdan aşağı, yedi harfli battal boy bir intiharı denedim Hiçbir bulmacayı tamamlayamadım.’’ Didem Madak intihar ederek ölmedi. İntihar fikrine sahipti ve daha önce denemiş olduğu biliniyor. Şiirlerinde de bu durumu seziyoruz. 2011 yılında kolon kanserine yenik düşüyor. İntihar ederek ölmemesi bir şeyi değiştirmez çünkü; ölümün bir edebiyatçı için ya da herhangi bir birey için tercih haline gelmesi, insanlığın içinde bulunduğu krizin bünyede yarattığı çöküntü esas değindiğimiz yer.


Didem Madak’ın ardından Sylvia Plath’a geçiyoruz. Sylvia Plath’ın oğlu Nicholas’ın intiharının ardından(Müjde Bilir’in anlattıklarından biliyoruz) Didem Madak yazdığı şiiri bir gece yarısı bir şeye çok kızıp, yırtıp çöpe atıyor. Çevresinde duran Zeynep’in hatırladığı tek dize ise:

Az önce değindiğimiz başat erkek figürünü içten içe benimsemesi, kendisi için bir bunalım kaynağıdır. Ted Hughes ile olan ilişkisi ve yaşamış olduğu hayal kırıklığı da yine bu konuyla ilişkilendirilebilir. Ölümün bu kadar istenilen olması, toplumsal yıkımın kendi iç yıkımıyla birleşmesiyle ortaya çıkar. ‘’Sylvia uyan! Nicholas sütünü içmedi!’’ oluyor. Ebediyetin, var olmanın, uyumlu sosyal varlıklara dönüşmenin çirkinliğine karşı; ebediyet üzerinden, Yayınevinin Sırça Fanus kitabının arka kapağında yazmış “Yıllar” adlı şiirinde tanrıyla bir karşılaştırma içine olduğu ve satışları üç ile çarpacak ‘’Sylvia Plath; Amergirer. Ebediyete yeğdir ölüm. ikan edebiyatının melankolik prensesi’’ söyleminin ticari bir kafayla yazıldığını düşünüyorum fakat konumuz bu ‘’Ah Tanrım, kof zifirinde değil. Ben senin gibi değilim Üstümüz başımız yıldız, pırıltılı aptal konfeti Sylvia Plath’ın melankoliyi ne bir amaç ne de şiir için bir Ebediyet sıkar beni araç olarak seçtiğini düşünmüyorum. Bu içinde bulunHiç istemedim ki’’ duğu toplumun ve yaşadığı her türlü duygusal ilişkinin samimi bir insanda yarattığı kırıklıktır. Nilgün Marma“O God, I am not like you ra’nın yapmış olduğu “Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı In your vacuous black, Bağlamında Analizi” adlı inceleme bize daha derinlikli Stars stuck all over, bright stupid confetti. bir bakış sunuyor. Bu konuda, yukarıda Didem Madak‘ı Eternity bores me, anlatırken değindiğimiz kabullenemeyiş ve toplumsal I never wanted it.” acıyla bütünleşmenin bir benzerini Sylvia’da da görüyoruz. Nilgün Marmara’nın da incelemiş olduğu özellikle Ölüm önsel bir kabulleniş haline gelmiştir artık. Ateş39, Babacığım, Lady Lazarus (Fever 103°, Daddy, Lady Lazarus) şiirlerinde kendi dünyasını toplumsal Burada Sylvia Plath’ın gizdökümcü şairliği, önemli olaylarla, Hitler’in toplama kamplarından Hiroşima’nın bir nokta; çünkü yaşanılan yıkımların yanında, gizlilbombalanışına kadar çekilen çileyi özgünce, kendi acısıyla iğin yarattığı rahatlama, kendini ifşa etmenin yarattığı birleştirdiğini görüyoruz. Bu toplumsal bütünleşmenin rahatsızlık bir temel oluşturuyor. Gizdökümcülüğün dışında, Plath’ın başat bir erkek figürünü benimsediğini bir başka katkısı da yaşanılan rahatsızlığın sözcüklerle görüyoruz. Babasız büyümesi buna yol açmış olabilir. tekrarlanıyor olması oluyor. Erkekleri, babasını, kocasını faşist ordulara benzetir: “Yaşanılan bu yenilgi sayesinde kişisel hayat kişisel‘’Her kadın faşistlere tapar likten uzak dahiyane bir sanat eserine dönüşüyor’’ Suratına inen çizmeye, bir hayvanın hayvanca (N.Marmara) Hayvanca kalbine‘’ Sylvia egemen dehşetin gerçekliğini tasdik eder“Every woman adores a Fascist, ken, kendini işkence çeken insanlarla özdeşleştirir. The boot in the face, the brute Sözcükleri ve ölümü aynı şekilde sever; bunlar onun Brute heart of a brute like you.” sığınakları halindedir. Şeklinde devam eden babacığım şiirinin son cümlesi, kapıyı sertçe çarpma durumunu anımsatıyor: ‘’Babacığım, babacığım Seni piç kurusu yettin artık.’’ “Daddy, daddy You bastard, I’m through.”

‘’İşte beni doğurarak getirdiğin Krallık bu Anne, anne ama kaşlarımı istediğim kadar çatayım Yanımdakini ele vermeyeceğim” “And this is the kingdom you bore me to, Mother, mother. But no frown of mine Will betray the company I keep.”

14


(Yanında duran ve ele vermeyeceği şey ölümdür.) Alvarez, Sylvia Plath’ın ölümünü ve şiirlerini incelerken ’’Asla tamamen günışığına çıkarılamayacak bir deneyimler birikimi içinde güvendedirler. Eserlerini ayırt edici kılan bu. Sanki sadece göz ucuyla görebildiği bir şey tarafından sürekli tehdit edilmiştir,’’ diye anlatır. Sylvia Plath’ın yıllarca biriktirdiği kırıklıklar, modern dünyada yaşanılan yapaylık, birinci ağızdan günlüklerinde aktarılıyor. Bu bir belge niteliğindedir. Bu yapaylığa dayanamamanın günbegün ölüme yaklaştığını kronolojik bir sırayla aktarıyor bizlere. Bütün bunların üstüne Ted Hughes’le yaşadığı son büyük kırıklık, kendini tamamen adadığı evliliğinin yerine büyük bir boşluk bırakıyor. Böylece tutunduğu son şey de parçalanıyor. Defalarca denemiş olduğu intihar, bir fikir olarak bu sefer, kesin surette beliriyor. Sylvia Plath intiharından bir hafta önce Alvarez’i çağırıyor. Alvarez’in bu görüşmeye dair izlenimleri:

Onun asıl alanı şiir olmuş ve her zaman bunu hissetmiştir. Hatta bir anlatımında, Sylvia Plath roman ve şiir karşılaştırmasını şöyle yapıyor

‘’Farklı görünüyordu, saçını toplamamıştı. Beline doğru bir çadır gibi inen saçı, soluk yüzüne ve sıska bedenine tuhaf bir kasvet veriyordu. Sanki mezhebinin ayinlerinden soğumuş bir rahibeydi. Karşımda yürürken saçından güçlü, keskin bir koku yayılıyordu, hayvan kokusu gibi…’’

‘’Romanın kapısı da şiirin kapısı gibi kapanır ama onun kadar hızlı değil; o kadar manikçe ve itiraz edilemez bir kesinlikle değil.’’ Plath normalin içinde devinmeye devam edebilirdi ama bunu yapmadı. Ölümü de, yaptığı şiir tanımına, kullandığı sözcük sertliğine benzer bir kesinlikte oldu. Kadınlara türlü eşitsizliği dayatan toplumla uzlaşmayı reddetmesi, Oedipus olduğuna göndermelerde bulunması, uyumlu sosyal varlıkların çirkinliği, kısa süren evliliğindeki kendini adamışlığına karşın yaşadığı hayal kırıklığı, sürekli kirlenişin karamsarlıkla farkında olması ve yaşanılan samimiyet krizi Sylvia Plath’ı ölüme sürüklemiştir.

Bir editör ve Alvarez arasında geçen konuşmayı Alvarez aktarıyor: ‘’O ay daha büyük bir haftalık derginin editörüyle görüştüm. Bana son günlerde Sylvia’yı görüp görmediğimi sordu. “Hayır. Neden sordun?” “Hiç, Merak ettim. Bize bazı şiirler gönderdi de çok tuhaflar.” “Beğendin mi?” “Hayır,” diye cevap verdi . “Bana göre fazla uç noktada şiirler, hepsini geri yolladım ama durumu kötü gibi, bence yardıma ihtiyacı var.”

‘’Ölmek, Her şey gibi, bir sanattır, Bu konuda yoktur üstüme.’’

Burada insanların bencilliğini görüyoruz. Diğer insanların bilinçlerini ve iç dünyalarını kolayca reddedip, kendi hallerinde rahatlık ve düşüncesizlik içinde nasıl yaşadıklarını görüyoruz. Bunun Sylvia Plath için ne kadar dayanılmaz olduğunu otobiyografik romanı Sırça Fanus’u okuyarak anlayabiliriz. Yukarıdaki diyalogun birçok benzeri farklı kişi isimleriyle Plath’ın kaleminden resmedilmiştir. Bunların yanında Sırça Fanus romanı çok fazla değerlendirmeye tabi tutulsa da başarılı ve ya başarısız değil gizdökümcülüğün uç noktalarında yazılmış bir otobiyografik romandır. Sylvia Plath’a dair roman yazınından ziyade, şiir üzerinde durmamız gerekiyor diye düşünüyorum.

15

* Herhangi bir yanlış anlamaya mahal vermemek adına şunu söylemeliyim ki intihar bir put değildir. Burada değindiğimiz insanların, nedenlerindeki haklılığı sahiplenmekle alakalı. Başka bir deyişle, insanları intihara sürükleyen toplumsal yaralar bizim için de bir yıkım olmaktadır, yahut bireysel sürüklenişler samimi insanların yaşadığı krizlerin bir anlamda yersiz olmadığını göstermektedir. Örneğin; m.ö. yaşamış bir kabile anlamsızca bir ağaç kütüğüne tapmakta ve onun için ayinler düzenlemektedir. Bir gün kazara kabilenin ayini sırasında bir talihsizlik oluyor ve kütük uçurumdan aşağı düşüyor. Sonra taptıkları kütüğün arkasından kabilece uçurumdan atlıyorlar. Bu şekil bir intiharın yukarıdaki yazıyla herhangi bir ilgisi yoktur.” **Şiir çevirileri Yusuf Eradam’ın Ariel ve Seçme Şiirler adlı kitabından alınmıştır.


DOSYA YAŞAM VE İNTİHAR ÜZERİNE YAKLAŞIMLAR Okan KARATAŞ

“Çeyrek yüzyıl daha ilerleyip 1880’lerdeki Nietzche’nin yanına varacak olursak, modern hayata dair çok farklı yargılar,bağlılık ve umutlarla; ama gelgelelim ki şaşırtıcı ölçüde benzer bir ses ve duyguyla karşılaşacağız. Marx gibi Nietzche’ye göre de modern tarihin akımları ironik ve diyalektik bir nitelik taşıyordu.” ( Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, M. Berman, s. 36, İletişim,2014.) Albert Camus’ ya gelince 1942 yılında yayımladığı Sisifos Söyleni’ nde, kendi felsefi birikimini, modern tarihin akımlarını belirleyen bu ironik ve diyalektik niteliği yadsımakla ve yadsıdığı zeminin üzerine inşa etmekle açıklıyordu. Bu zeminin üzerini, inşa ettiği felsefi mirasın karakteristiğini belirleyen “us”, “usdışı(absürd)”, “uyumsuz”, “başkaldırı” gibi bazı kavramlarla dolduruyordu. Akıllara şu soru gelebilir. Camus’ nun, intihar eylemi karşısındaki tutumunun, edebi ürünle olan ilişkisini açımlamaya çalışan bir yazının, yazarın felsefi mirasıyla ne derdi olabilir?Camus’ nun intihar eylemi karşısındaki yaklaşımının, kendi düşünce sisteminin ana ekseninde, önemli derecede yer tuttuğunu ve yaşamsal ögelerle birbirine bağlı olduğunu belirtebiliriz. ”Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır; intihar.” Sözüyle yazarın da bizi haklı çıkarmış olduğunu söylemek abes kaçmayacaktır. Aynı niteliğin, edebi ürünle ilişkisini açıklamaya çalışmadan önce, felsefe alanındaki mühim bulduğumuz bu yaklaşımı incelemeye çalışalım.

Uyumsuz Felsefe* ve İntihar Bir uyarı yaparak giriş yapalım. Tartışmaya eğilirken Sisifos Söyleni’ nde tercih edilen kavram setlerini kullanacağız. Bunun yanında, meseleyi çözümleyebilme ve anlamlandırma çabasının gereğince yer yer farklı kavramlara ve tanımlamalara da başvuracağız. Öyleyse başlayabiliriz. Camus’ ya göre, bilinçli veya bilinçsiz öznenin, dünyayla ve tek tek insanlarla olan münasebetinden gerçek bir bilgi edinmesinin mümkünatı bulunmamaktadır. Bir bütün olarak toplumun ve toplumsal ilişkilerin sonucunda ancak ve ancak kimi anlamlandırmalar, duyumsamalar yapılabilecektir. “... her türlü gerçek bilginin olanaksız olduğu duygusu açığa vuruyor. Yalnızca görüşlerin dökümü yapılabilir, yalnızca iklim duyurula-

bilir.” Böylece tanımlama gereği özneleri aşıp kapsayan bir nesnelliğin mevcudiyet kazanması olanaksız hale geliyor. Nesnellik yadsınırken öznelliğe doğru bir yöneliş kendini gösteriyor. Bir adım daha ileri gidersek elle tutulur veriler belirmeye başlayacak. Yazar, “Bu dünya gerçekte usa uygun değil, onun hakkında bütün söyleyebileceğimiz bu.” derken iki kategori kendini belli eder. Us (bilinç), var olan dünya ile varlık-bilimsel nedenlerden ötürü “uyumsuz” hale gelerek farklı kutuplara itilmiştir. Böylelikle us, insanın dünya(toplumun ve toplumsal ilişkilerin bütünü) ile ilişkisinin sonucu olarak değil,kendiliğinden mevcut ayrı bir kategori durumuna gelmiştir. Karşıt kesimlemesinde ise dünya. Bu kategorik ayrımdan sonra yapılacak çözümlemeler ise usun tanımsız özerkliği ile dünya arasındaki uzlaşmazlığa tahkim edilecektir. Usdışı, insan ile dünyanın münasebetlerinin sonucu olacak, us düzleminde, bu kavrayışa erişmek ise bizi uyumsuza doğru götürecektir. “Bu uyumsuz mantığı sonuna kadar götürerek bu çarpışmanın tam bir umut yokluğunu (bunun umutsuzlukla hiç bir ilgisi yok), sürekli yadsımayı (bunu vazgeçişle karıştırmamalı) ve bilinçli yetinmezliği (gençlik kaygısına benzetilemez bu) gerektirdiğini onaylamak zorundayım.” Tarifi yapılan uyumsuz mantığın kendi içinde ikili niteliğe sahip olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, bilinçli bir şekilde öznenin etkinliğini sınrlandırmayı ve nesneciliği doğururken ikincisi, diyalektik sürecin yadsınmasını ve geçmiş, bugün, gelecek üçleminin arasındaki ilişkinin koparılmasını esas alıyor. Böylece bu ikili niteliğin birbirini dengelediğini, birbirleriyle olan münasebetleri ile birlikte çözümlendiğinde anlam kazanacağını belirtelim. Burada bir parantez açabiliriz. Örneğin uyumsuz felsefe, kendini var ettiği nesnelliğe , yani krizlerin yoğunlaşarak üst üste çakıştığı II. Dünya Savaşı dönemine, dışsal ve yabancıdır. Kendinden önceki düşünsel birikimin yazarda yarattığı “düşünümselliğin”

16


kayda değer bir yanı yoktur. Bu yaklaşımdan yola çıkarsak uyumsuz felsefe, kimi noktalarda başvurduğu, etkilendiği Platon, Aristotales ve Nietzche gibi düşünürlerle arasındaki ilişki süreklilikten çok kopuşa yönelir. Bu kopuşla birlikte ilk başta kendinden önceki düşünsel mirası yadsımayı seçer, fakat bu mirasın devrettiği bazı nitelikleri de sürdürmeye devam eder. Yine “uyumsuz insan” için hangi tarihsel kesitte ve özgül toplumsal bağlamda yaşadığının özel bir anlamı kalmamıştır. Usdışı, uyumsuz bir dünyada yaşadığı için Fransa, Almanya veya dünyanın başka bir ülkesinin vatandaşı olmanın elzem bir tarafı bulunmamaktadır.Parantezi kapatabiliriz.

leceğini, biricik ve korkunç geleceğini fark eder,ona atılır. İntihar uyumsuzu kendince çözer. Onu da aynı ölüme sürükler.” Camus’ ya göre intihar, dünyanın uyumsuz niteliğini ve gelecek kaygılarını ölümle çözerken başkaldırı, gelecek kaygılarıyla ilişiğini keserek yaşamsal ögeleri sınırlandırır. Hayat ancak bu şekilde daha iyi yaşanabilir. İntiharın karşıt kesimlenmesinde yer alan başkaldırı, ironik ve diyalektik niteliğin sebeplerini ortadan kaldırır. Bu açıdan başkaldırı intiharla yan yana gelir. Şimdi bir bütünleme yapabiliriz.

Buraya kadar yaşamın uyumsuz olduğunu ve bir öz aramanın anlamsız olacağını öngören tezi açmaya çalıştık.Bu noktadan sonra ise insanla dünya arasındaki uyumsuzun ve hiçliğin, us düzleminde kavranmasıyla hayatın daha iyi yaşanacağını öngören tezi incelemeye çabalayacağız. Şimdi intihar eyleminin uyumsuz felsefesindeki konumunu, “başkaldırı” kavramıyla bütünleyerek belirlemeye çalışacağız. “İnsanın kendi kendisi için sürekli biçimde varoluşu, hazıroluşudur.İsteme değildir, umutsuzdur. Yalnızca ezici bir yazgının kesinliğidir, bu başkaldırı, kendisine eşlik etmesi beklenen boyun eğişten de uzaktır.” Tariflenen başkaldırı, kavranan uyumsuz dünyanın ve hiçliğin bilince çıkarılmasıyla sonuçlanır.Artık dünyada hangi değişim ya da inkişaf yaşanırsa yaşansın uyumsuz bir yaşam gerçeği değişmez ve mukadderdir. Fakat intihar bu gerçeği ölümle çözerken başkaldırı bu gerçeğe bağlılık duyar.“İntihar, sıçrama gibi en son noktasına götürülmüş kabullenmedir. Her şey tükenmiştir, insan temel tarihine geri döner. Ge-

Camus’ nun verdiği yanıt iki aşamayı kapsıyor. İlk aşama, yazının başında belirttiğimiz uyumsuz felsefenin varlıksal zemininin, modern tarihin akımlarını belirleyen ironik ve diyalektik niteliği yadsımakla beraber ortaya çıkmasıdır. Verilen yanıt, çözümsüzlüğün kabullenilişi anlamına geliyor. İkinci aşama ise bu çözümsüzlüğün “boyun eğiş” ve intiharı değil, görece bir “başkaldırı” yı beraberinde getirerek dünya karşısında hep mağlubiyet alacak uyumsuz insanın edilgen tutumuyla sonuçlanır. Verilen yanıt, çözümsüzlüğün çözüm haline gelmesi oluyor.

1718

Ortaya çıkan düşünsel talonun edebi ürünle ilişkisi kurulduğunda toplumsal karşılıklarını bulacağı için aklımıza takılan sorular büyük ölçüde ortadan kalkacaktır.


Üç Edebi Yapıt: Yabancı, Martin Eden ve Satranç Yapılacak değerlendirmeler, edebi metinde içerikle biçimin birbirinden ayrılamayacağını bilerek fakat konumuz gereği ağırlık noktasını içeriğe yükleyerek temellendirilecektir. Bu uyarıyla birlikte konumuza geçebiliriz. Yabancı romanıda Sisifos Söyleni gibi 1942 yılında yayımlanmış bir yapıt, fakat aralarındaki tek benzerlik bu değil. Camus, Sisifos Söyleni’ nde sınırlarını çizdiği, varlıksal zeminini oluşturduğu düşünsel birikimi; Yabancı romanının içeriğinde ve kurgulanışında işleyerek toplumsal hayatdaki somutlanışlarının en gelişkin örneklerini veriyor. Bu minvalde Camus’ nun yazınsallığında 1942 yılını doruk noktası olarak yorumlamak yanlış olmayacaktır. Yabancı romanını incelediğimizde başkarakter Meursault’ nun hayata bakışının ve karşısında aldığı konumlanışının edebi metnin genel seyrini belirlediğini görürüz. Öyleyse bu vargıya göre hareket etmek bizim daha tutarlı bir yol izlememizi sağlayacaktır.

Buradaki hayatımı hiç beğenmiyor da değilim,” diye karşılık verdim.‘’ Patronun onu Paris’ e, iş seyahatine göndermek istemesi üzerine yaşanan bu diyalog, metindeki yer-zaman algısının nereye oturduğunu anlamak için verimli. Meursault’ nun Cezayir’ de veyahut başka bir ülke ve toplumda yaşamasının hayatı üzerinde belirleyiciliği sınırlıdır. Hangi toplumda yaşarsa yaşasın yine aynı insan olacaktır. Bu yüzden metinde Cezayir hakkında kayda değer bir özellik bulunmamaktadır. Eserde zaman mefhumunun bellirli bir aralığı ifade etmediğini ancak kimi ipuçları barındırdığını belirtebiliriz. Bu durumun Meursault ile ilişkisini kurduğumuzda takriben benzer verilere ulaşacağız. Onun için yaşadığı dönemin kendi alacağı tutum ve davranışlar üzerindeki etkisi sınırlıdır. Çünkü boş bir usa sahiptir. Fakat şunun altını çizmekte fayda var. Kurgudaki yer ve zamanın ön plana çıkmaması kusur olarak görülmemeli, yazarın bıraktığı bilinçli boşluklar olarak değerlendirilmelidir. Şimdi verilen üç alıntı doğrutusunda bir çıkarım yapabiliriz:

Meursault’ nun Marie ile olan ilişkisi dikkat çekici bir örnek: “ Akşam Marie beni görmeye geldi, kendisiyle evlenmek isteyip istemediği- Yapılan alıntılar, insanın mi sordu. ‘Bence bir, ama toplumsal ilişkilerle bağını istersen evleniriz,’ dedim. ” dışsal bir zemine oturtsa Başkarakterin çevresindeki da okurun alışkın olmadığı insanlarla olan bağı edilcevaplar ve argümanlar gen bir niteliğe sahip, fakat taşıdığı için okurda kimi bu edilgen niteliğin duyaykırılıklara, çelişkilere gusuzlukla ilgisi yoktur. Bu nihayetinde de sorguniteliğin nedeni, Marie’ nin Meursault’ yla ilişkisi olmasına lamalara sebep olmaktadır. Metinle okur arasında bu rağmen onun üzerinde belirleyiciliğinin ve etkisinin çok bakımdan verimli bir bağın oluştuğunu söyleyebiliriz. sınırlı bir seviyede olmasına ilişkindir. Raymond ile olan bağı da bu duruma benzerdir. “ Arkadaşı olmuşum ol- İlk bölümdeki verilen ilişkilenme biçiminin ardından mamışım, bence birdi,” kurgunun boğumlandığı, dügümlendiği bunun yanı sıra ilişkilenme biçiminin değişmeye başladığı, daha Meursault, insanlarla bağını edilgen bir tutumla kurar. çelişkili ama canlı ve dinamik bir yapıya kavuştuğu Aynı yaklaşımıyla bağlantılı, konumuzu daha da der- bölüme geçebiliriz. Meursault’ nun bir fellahı anidinleştirecek bir alıntıya geçebiliriz. ‘’ “Hayatınızda bir en vurması ve öldürmesiyle başlayan süreç mahdeğişiklik hoşunuza gitmez mi?”diye sordu. “İnsan hayatını keme salonlarıyla devam eder. Fakat Meursault adam hiç değiştirmez ki. Zaten herkesin hayatı birbirinin aynıdır. öldürmek suçunun yanında başka bir suçla daha

18


yargılanmaktadır. “ Evet, bu adamı anasını bir cani yüreğiyle gömmüş olmakla suçlandırıyorum!” Bunun sebebi onun fellaha ilk kurşunu sıkmasından sonra ve öldüğünü anladıktan sonra dört el ateş etmesidir. Meursault bunu bir anlam dahilinde yapmazken savcı, ahlaki değerlere sahip birisinin yapmaması gerektiğini söyleyerek bu olayı canilik olarak değerlendirir. “ Sayın jüri üyeleri! Bu adam, anası öldükten bir gün sonra deniz banyoları yapıyor, ahlak dışı bir ilişkiye giriyor ve güldürücü bir filme gidip gönül eğlendiriyor. Sizlere söyleyeceklerim bundan ibaret!” Meursault, bilincinde hiç bir ahlak kuralı barındırmadığından savcının yaptığı suçlamalara anlam verememektedir. Böylece ahlak değerleri ve savcının yargıları eleştirilmeye başlanır. Mahkemenin bir yıl sonunda verdiği karar ise idam cezasıyla sonuçlanır. Savcının suçlamaları onaylandığı için Meursault, aynı eleştirileri adalet kurumuna ve mahkeme heyetine yöneltir. Çünkü Meursault, bir adamı öldürmenin yanında, annesinin cenazesinin ardından ağlamadığı ve sonraki gün yaptığı davranışlar için de yargılanır. Mahkeme heyetince de tasdiklenir. Bu bölüme dair de bir tespit yapabiliriz: - Bir önceki bölümde, başkarakterin hayatı açısından herhangi bir döneme ve topluma ait verinin elzem bir yanı yokken bu bölümde, belirli bir tarihsel kesite ve ülkeye ait adalet kurumu eleştirilir, edilgen tutum görece değişir. Beraberinde canlılğı ve kısıtlı bir etkenliği getirir. Başkarakterin toplumsal ilişkiler karşısında çelişkilenmesi hayata dair kaygılarının belirmesiyle sonlanır. Okur açısından bu çelişkiler, yaşama ilişkin bazı sorgulamaları da beraberinde getirir. Bu bakımdan metin, okurla gerçekliği arasında nisbeten daha içsel bir zemine oturur. Kurgudaki son merhaleyi şöyle ifade edebiliriz. Çelişkili sürecin devam etmesi, sonrasında bir sıçrayışı beraberinde getirmesi, ilişkilenme biçiminin tekrar değişimi ve bozuluşu, nihayetinde çözümlenişle sonlanmasıdır. Son bölüme geçebiliriz. Meursault, idam cezası aldıktan sonra etkilenen ve etkileyen konumlanışı daha da belirginleşir. Yaşamına dair düşünmeye ve geleceğiyle ilgili kaygılar duymaya başlayarak mahkeme kararına karşı itiraz eder. Kendi ölümü hakkında fikir yürütmeye çalışır. Bu süreçte itiraz bir umut kapısı haline gelir.

Fakat ardından görüşmeyi kabul etmediği Papaz’ ın görüşe zorla girmesiyle hayatın anlamı olup olmadığı üzerine sıkıcı bir konuşma yapmak zorunda kalır. Bu konuşmadan uyuşma çıkmayacağını bilen Meursault, Papaz’ ın ısrarlı biçimde üstüne gelmesi sonucunda sinir krizi geçirir. Ve sıçrayış gerçekleşerek bilincindeki her şey netleşir. “ Yaşadığımdan emindim ve gelmekte olan ölümden emindim. Evet, bundan başka bir şeyim yoktu benim. Ama, hiç değilse bu gerçeğe, onun bana sahip olduğu kadar sahiptim.” Metnin sonunda Meursault’ nun dünya ile arasındaki tek gerçek bağ ölümdür. Bildiği ve anlamlandırdığı tek şey. Dirim ise usdışı ve anlamsız.

Yazar, metinde bireyin yaşamsal ögelerini sınırlayarak iç ve dış çelişkileri anlamsız kılar. Böylece okuru edilgen tutum almaya çağırır.

Yabancı romanı için son çıkarım: - Başkarakterin çelişkili süreci bir düşünsel sıçramayla tekrar edilgen halini alır, “başkaldırı” yla sonlanır. Ölüm mahkumu genç bir adam gelecek kaygılarından kurtulur ve dünya karşısında hep mağlubiyet alacak uyumsuz insanın edilgen tutumuyla ölüme yaklaşan ama intihara uzak duran bir “erinç”e ulaşır. Yazar, metinde bireyin yaşamsal ögelerini sınırlayarak iç ve dış çelişkileri anlamsız kılar. Böylece okuru edilgen tutum almaya çağırır. Martin Eden ve Satranç yapıtlarına yönelik yapılacak değerlendirmeler, Yabancı romanında incelediğimiz yaklaşımlara, alternatif yaklaşımlar sunma ve üretme gayretini kapsayacak. Bu yüzden alternatif yaklaşımların alıntılarla açıklanması yerine iki edebi yapıttaki izdüşümlerini yakalamayı merkezine alarak maddeler halinde açımlayacağız.

19


Yabancı’ dan daha eski bir esere 1909’ da yayıml- oluşur. Satranç eserinde bu durum, toplumsal karşı kesimlenmenin birey üzerinde kurduğu baskı sonucu bilinçte zoanmış Martin Eden’ e geçebiliriz: runlu bir düşünsel sıçramayı tabi kılmasıyla sonlanır. Hitler yönetimi kimi çıkrar ilişkileri üzerinden Dr. B. yi tutuklar ve - Eserde Martin Eden’ nin yabancılaşma süreci belirli bir dizgeye sahiptir. Bireysel bir ilişkilenme( Gestapo’ nun onun üzerinde uyguladığı baskı zorunlu bir yabancılaşmayı beraberinde getirir. Metindeki bu sürecin Martin’ in Ruth’ un bilinç düzeyine denklenme istenci) toplumsal ilişkilenmeye( Martin’ in edebi- nedeni, özel bir kriz dönemi olan II. Dünya Savaşı’ nın yazarın üzerinde etkisinden kaynaklanmaktadır. yattaki üretim ilişkilerinin ve hayat koşullarının zorluğuyla karşılaşması) dönüşür. Sonra aynı - Eserde üstü kapalı bir anlatım ve simgesellik vardır. Czentoplumsal ilişkilenme tekrar bireysel bir ilişkilentovic; köylü, kültürsüz, zekası ağır aksak çalışan ve Napolymeye( Martin’e yoksulluk çekerken gelmeyen ün ve paranın anlamını yitirmesi, topluma ve kendine on’ a benzetilen bir karakter olarak faşizmi simgeler. Satranç müsabakası üzerinden düşünsel ve pratik bir mücadele anyabancılaşması sonucunda Ruth’a olan sevgisini latılır. Dr. B. nin Czentovic’ i ilk oyunda yenmesiyle düşünyitirmesi) tamamlanır. Nihai sonuç olarak da sel bir hakllığın( hümanist düşüncenin) kazanması, arintihar eylemi( Martin’in Ruth’ un bilinç sevidından ikinci oyunda yenilmesiyle düşünsel anlamda haklı yesine denklenme arayışının düşünsel sıçrayışla olanın pratik karşılığını bulamaması( sinir krizinin sınırına daha çelişkili bir bilince ulaşması, bu çelişkinin gelmesi ve mücadeleyi oyunun sonlarına doğru bırakması) canlılığının farklı bir motivasyona ulaşamayarak düşünsel yıkımı getirir. var olan toplumsal ilişkilerle bağını koparması) gerçekleşir. Yabancı romanındaki yabancılaş- Satranç yapıtı, toplumsal ilişkilerle simgesellik üzerinden ma sürecine göre Martin Eden romanı okurun sıkı bir bağ kurarken ve metinle II. Dünya Savaşı’ nın ilişkisi gerçekliğine çok daha içsel bir zemin taşımakmühim bir yere sahipken Yabancı romanında bu ilişkileri tadır. Romanda yabancılaşmanın sınırları net bir görünüme sahipken Yabancı romanında bu sınırlar göremeyiz. Fakat Satranç eseriyle aynı yıl yayımlanmış Yabancı romanının veri aldığı uyumsuz evrenin II. Dünya daha siliktir. Savaşı dönemine düşmesi tesadüf olarak geçiştirilemez. - Martin Eden romanındaki gerçeklik ve kurgu - Eserin önemli bir niteliği, eşi Lotte ve Zweig’ ın Brezilya’ da arasındaki gerilimler doğal bir dengeye sahipken Yabancı romanındaki aynı gerilimler dışsal zemine sürgünde yalnızlık ve karamsarlığa kapılmasının sonucunda birlikte intihar etmesinin metinle ilişkilenmesindedir. Bu iloturan suni bir denge içindedir. Bu anlamda Martin Eden romanında çok daha canlı ve dinamik işkilenme metne asıl anlamını vererek bir canlılık katmıştır. Yapıt, verilen bu dört maddeyle birlikte düşünüldüğünde bir yapı varken, Yabancı romanında edilgen ve durağan bir yapı vardır. Bu gerilimli durumu, Jack gerçeklik-kurgu ilişkisi daha doğru bir zemine oturacaktır. London’ ın hayatının belirli bir kesitinden metnin oldukça etkilenmesinden ve otobiyografik özellikler taşımasıyla somutlayabiliriz. Bütünlük Arayışı - Martin Eden romanında intihara yönelen süreç bireyin iç çelişkilerini, karamsarlıklarını , yalnızlıklarını betimler ve ölümle taçlandırıp bu ironik durumdan kurtulur. Anlamlandırarak farklı bir motivasyona ve bütünlüğe yönelmez. Yabancı romanındaki ortaya çıkan ironik durum ise içinde sınırlı bir çelişkiyi barındırıken anlamlamlandırma ve motivasyona yönelir, fakat bu ironik durumu ortadan kaldırarak yaşamsal ögeleri kısıtlar.

Konusu intihar olan bir yazının yaşamla ilişkilenmemesi olanaksız. Bizde bu zorunlukluk gereği yazarların ve metinlerin intihar ve yaşam karşısında nasıl ilişkilendikleri üzerinden tartışmaya çalıştık. Yapılan vurgu, intihar eyleminin kendisini savunmayı değil ama bu düzlemin ortaya çıkardığı ironik ve çelişkili durumun metindeki canlılığı üzerine eğildi. Tam tersinden intiharın karşısında yanıt vermeyi seçen Camus’ nun edilgen ve nesneci felsefesinin edebi ürünle olan bağıyla birlikte eleştirilmesi, bütünlüklü bir yaklaşımı yermek uğraşı taşımadı. Bu iki eleştiriyi bir Şimdiyse Yabancı romanıyla çağdaş, aynı yıl potada eritebilmek adına yapıldı. Şimdi bu yaklaşım ete yayımlanmış bir uzun öykü olan Satranç’ ı kemiğe büründürülürken örneklemelere başvurmayacağız, karşılaştırmalar ve tespitler ile ele alabiliriz: dört yapıtda üstüne eğildiğimiz meseleye nasıl yaklaşmamız gerektiğini metin-yazar-okur bağlamında açımlamaya - Martin Eden romanında yabancılaşma ve bireyin çalışacağız: toplumsal ilişkilerle yaşadığı çelişki, Satranç eserine oranla daha yavaş bir şekilde bilince varmasıyla

20


- Metinlerde kendini somutlayan ironik ve diyalektik nitelik, okur üzerinde kırıcı, parçalayıcı ve sorgulatıcı bir işlevi karşılamaktadır. İntihar ise bu işlevin son kertesi şeklinde “şok” etkisi yaratır ve metinde vurguyu artırır. Bu yüzden okur -aynı zamanda bir okur olarak yazar-, farklı kaynaklara başvurarak parçalayıcı ve bütünleyici yaklaşımları sürekli deneme, zorlama uğraşını vermelidir. Bu tutum bir okurun en doğru kabul ettiği yaklaşım içinde geçerli olurken tariflenen ilişki düşünsel bir paslanmayı engelleyecektir. Yazar ise ironik ve çelişkili olan yabancılaşmayı metinde, intihar eylemi dışındaki farklı motivasyon kaynaklarına aralayarak üstü örtük bir yönlendirmeyle okurun yorumlamasına bırakmalıdır.

belirtilen verimli ve canlı metin kurgusu ya da temayüller daha düşük bir profile sahip olacaktır. Okur, bahsini açtığımız özel krizli uğrakların “çarpan etkisi” niteliğini göz ardı etmeyerek metni değerlendirmeli, yazar ise bu niteliğe yönelik bilinçli boşluklarla okuru metne dahil etmelidir.

- Metnin belirli bir tarihsel kesite özgü toplumsal bağlamla olan ilişkisi, metine ait verileri de beraberinde getirerek okurun metinle ve yazarla ilişkisini kuvvetlendirici bir etki yapacaktır. Bu bakımdan okurun, metinlerin ortaya çıktığı döneme ve toplumsallığa yönelik belirli bir bilgilenme sürecinden geçmesi gereklidir. Okur, bu bilgilenme sürecini hangi düzeye getirirse metinle doğru ilişki kurmasının zemini o kadar artacaktır. Ayrıca okurun intiharın toplumsal ve tarihsel kökenleri üzerine de bir bilgilenme - Camus’ nun verdiği felsefi yanıtla bireyi intihar ey- süreci sağlayacaktır. lemine götüren sebepler arasında kimi benzerlikler bulunmaktadır. İntihar eylemi, bireyin toplumla Şimdi sunulacak olan zemin birçok alt başlığı beraberinde olan ilişkisindeki ironik ve diyalektik niteliği ölümle getirecektir. Fakat bu yazının sınırlarını oldukça aşacaktır. birlikte sorunu yeryüzünden alıp giderken Camus’ Bu yüzden kullandığımız yöntemin ne olduğunu belirtmenun verdiği felsefi yanıt, bu ironik ve diyalekkle yetineceğiz. tik niteliği yeryüzündeyken ortadan kaldırmaya çalışır. Fakat bu çaba, metnin daha etken bir yapıya - Bir bütün olarak toplumsal formasyonun yazarı belirleykavuşması yerine edilgen bir yapıya ulaşmasıyla en nesnellikle ve yazarın bilinçli eylemiyle ilişkilendiği sonlanır. Bu açıdan okurun motivasyonu, toplum- bağlamın metinle olan bağı, bunun sonucunda metinin la kendi arasındaki ironik ve diyelektik niteliği üretimi ve yeniden üretimi ile okurun metine dahil olması. yadsımayı getirmemelidir.Tam tersine bu nitelikle Bu şekilde yapılan bir yöntem bize daha gelişkin ve ortak beraber bireyin yaşadığı yabancılaşma, toplumu bu bir zemin sunacaktır. yabancılaşmaya denkleme uğraşına dönmelidir. - Metinde toplumsal veya bireysel ilişkilenme biçimleri birbirinden bağımsız düşünülen, aralarında gel-git manevrası olmayan iki ayrı kategori olarak kavranmamalıdır. Birbirlerine olan ağırlık noktaları veya temayüller kimi gelgitlerle denklenmeli, kurgunun içerdiği bireysel ve toplumsal unsurlar daha sağlıklı bir zemine oturtulmalıdır. Böylelikle metindeki kurgusallık, bir yandan bireyin etkinliğini sınırlamazken diğer yandan toplumsal ilişkilerle olan bağını askıya almayarak intihar eylemine varan eğilimi sınırlayacaktır. Okurun metini yeniden üretim sürecinde, yazarın yaklaşımı ne olursa olsun, böyle bir önsellikle hareket ederse daha doğru çıkarımlara ulaşacaktır. - Ekonomik, siyasal, toplumsal vb. krizlerin üst üste geldiği özel uğraklar, bir çarpan etkisi yaparak edebi ürün ve yazar üzerinde olumlu veya olumsuz anlamda baskı yaratır. Oluşan baskı ortamı, toplumsal ve bireysel çelişkileri arttıran verimli ve canlı bir metin kurgusu ortaya çıkarırken sıçrayışlı bir potansiyel taşıdığı için intihar eylemi veya aşkın bireyselliğe kadar varan temayülleri de barındırır. Bu özel uğraklara oranla daha az krizli dönemlerde

*Camus, Sisifos Söyleni’ nde işlediği felsefeye bir adlandırmada bulunmamıştır. Uyumsuz felsefe adı, metinde bulunan yaklaşımın karşılık bulması amacıyla kullanılmıştır. “Uyumsuz Felsefe ve İntihar” bölümündeki alıntılar: Camus,A. (1997). Sisifos Söyleni (T.Yücel, Çev.) İstanbul: Can. “Üç Edebi Yapıt: Yabancı - Martin Eden ve Satranç” bölümündeki alıntılar: Camus,A. (2003). Yabancı (V.Günyol, Çev.) İstanbul: Can.

21


HİKAYE Volkan Recep YETİM

GÜN

Osman Avni Doğan, o sabah evden apar topar çıkarken anahtarını mutfakta, masanın üzerinde unuttuğunun farkında değildi. Dün sabah fırından aldığı iki ekmekten biri tezgahın üzerinde ağır ağır bayatlamaya koyulmuşken, Osman Avni’nin elleri bu duruma müdahale etmek istercesine ekmeği sertçe kavradı, ortasına yakın bir yerden ikiye böldü, sırayla iki yarımı da açtı ve içlerine kaşar-salam doldurdu. Birini paketleyip çantasına koyarken diğerini de ağzına sokuşturmaya başladı Osman Avni. Tıkandı. Su içti. Öksürdü. Gözlerinden yaşlar geldi, burnu sızladı boğazındaki acıdan. Sırtını tezgaha dayadı önce, derin bir nefes aldı, sonra da bir sandalye çekip ona bıraktı kendini. Dinlendi. Arkasına dönüp yarım ekmeğini aldı eline ve ısırmaya başladı yeniden, yavaşça. Sanki işe geç kaldığını unutmuştu. Kim bilir, belki de umursamıyordu; bu konuda onun da aklı karışıktı. Şu an tek meselesi karnının açlığıydı, çünkü dün sabahtan beri ağzına bir lokma koymamıştı. Neden mi? Bilmiyoruz. O da bilmiyor. Canı istemedi diyelim biz en iyisi. *** Yalnız yaşardı Osman Avni Doğan. Türkü dinlemeyi sever, eli boş oldukça kitap okur, mutfak işlerinden büyük zevk alırdı. Kitabı az okumasına ve mutfak işlerini çok yapmasına rağmen bir duvar boyu kitaplığı ama avuç içi kadar bir mutfağı vardı. Fakat bu durum canını sıkmazdı. Böyle şeylere takılmazdı Osman Avni. Çok değişik zamanlarda çok değişik şeylere takıldığı olur fakat böyle şeyleri umursamazdı. Nasıl şeyleri mi? İnanın bilmiyorum. Çünkü o da bilmiyor. Mesela, bir bağlaması olsun isterdi Osman Avni. Ama perdesiz. Erkan Oğur’u çok sevmesiydi bunun biricik sebebi de. Bir keresinde gittiği bir kitapçıda görmüştü onu, konuşmak istemiş ama konuşamamıştı. Kalınca bir kitap vardı Oğur’un elinde, demek ki sağlam okuyucu, demişti Osman Avni, alt dudağını büzüp başını aşağı yukarı sallayarak hafifçe, vay be, dercesine. Sonra tüm gün aptal aptal sırıtmıştı Erkan Oğur’u gördüğü için. Bu olay onu çok mutlu etmişti. O günün gecesinde de uyuyana kadar türkü dinledi. Zaten erken uyurdu ya Osman Avni, o gece daha da erken uyudu. On bir falandı, bacağını soğuk duvara dayayıp yumdu gözlerini, yastığın altındaki elleri kim olduğu bellisiz bir kadının göğüslerini avuçlarcasına sıktı çarşafı, sonra bıraktı. Ellerinin beceriksizliği bir yana, uyumuştu Osman Avni. Dalıvermişti annesinin ‘’yarı ölüm’’ dediği uyku deryasına. *** Başını elinin üstünden kaldırınca yanıbaşında duran küçük bir parça ekmek gördü Osman Avni Doğan. İdrak edemedi önce neler olduğunu. Neden yatağında değildi, neredeydi, günlerden neydi… Sonra fırlayıverdi sandalyeden, uyuyakalmıştı. İşe de geç kalmıştı işte, lanet olsun. Ayakkabılarını eline geçirdiği gibi kendini dışarı attı. Çantasını almıştı ama anahtarı masanın üzerinde kalmıştı. Fark etmedi. Durakta otobüsü bekledi, bekledi, bekledi Osman Avni. Gelmedi otobüs. O da dolmuşa bindi mecburen. Dolmuş da otobüs de iş yerinin önünden geçiyordu sonuçta. Hem dolmuş daha hızlıydı, ki zaten kendisi de geç

22


kalmıştı. Cüzdanından bozuklukları çıkardı, saydı, uzattı önündeki yolcuya, bir iş yerim, dedi, taktı sonra kulaklığını ve Özay Gönlüm dinlemeye başladı: Ah bir ataş ver cigaramı yakayım, Sen sallan gel ben boyuna bakayım. Dolmuş Osman Avni’nin iş yerine yaklaşadururken aynı türkü bir başka yerde, ülkenin öbür ucundaki bir evin mutfağında yükseliyordu emektar bir radyodan. Bu mutfak büyüktü. Aile de genişti. Ailenin gelini de Osman Avni’nin üniversite aşkı, ilk ve tek sevgilisiydi; tabii bir zamanlar. *** Şöyle olmuştu her şey: Osman Avni Doğan’ın adı nasıl olmuşsa yanlış yazılmıştı sınav sonuç kağıdına, Osman Hamdi Doğan yazmışlardı ve bu kötü hissettirmişti Osman Avni’ye. Çünkü zaten silik, sus pus bir öğrenciydi, varlığıyla yokluğu birdi okul denen yaşam alanında. Gitti, düzelttirdi hemen yanlışı. O hiçlik haliyle dikilirken hocanın kapısının önünde, bu kız geçmişti işte önünden. Osman Avni kokusuna vurulmuştu. Daha doğrusu hep böyle dedi kıza, ben senin kokunu takip ettim günler boyunca ilk duyduğum andan beri, dedi. Belki de yalan söyledi, bunu bilmiyoruz fakat kurduğu cümle fazlasıyla devrikti, bundan kesinlikle eminiz. Ama o günlerde ‘’tavlamıştı’’ işte kızı, allem edip kallem edip bağlamıştı kendine. Ne yazık ki çabuk çözüldü bağları, çok hızlı oldu her şey ve çok kısa sürdü; karşılaşıp, tanışıp bir araya gelmeleri, bir arada kalmaları ve ilk kavgalarıyla birlikte ayrılık günü de dahil olmak üzere üç hafta. Evet, üç kısa hafta. Yani hepi topu yirmi bir gün. Bir gün kız aniden kayboldu. Okulu bıraktığını duydu Osman Avni, işte ilk sigarasını o gün yaktı. Kızın evlendiğini öğrendi az sonra da. İlk rakısını da o vakit içti. Bir yıl kadar sonra da karşılaşıverdiler bir markette, şarküteri reyonunun önünde. Kız tanımazdan geldi Osman Avni’yi, Osman Avni de bir şey yapmadı bu sefer. Ateşi küle durmuştu anlaşılan. *** Ama işte bugün, işe geç kaldığı, dolmuşa otobüsten çok ücret verdiği için içten içe huzursuz olduğu, anahtarını mutfaktaki masanın üzerinde unuttuğu ve bunu hiç fark etmediği bugün, Osman Avni hatırlayıverdi kızı. Özay Gönlüm yarine seslendikçe hatıralar üşüştü beynine onun da. Kısa sürmüş, fakat yoğunlaştırılmış bir ilişkinin hatıraları. Biliyorum, yoğunlaştırılmış kelimesi gitmedi buraya. Ama Osman Avni böyle kurdu cümlesini kafasında, birebir bu kelimelerle. Elden ne gelir kağıda aktarmaktan başka? Ha, bir de, kız elbette hatırlamadı bizimkini türküyü dinlerken. Üç tane çocuğu, kömür madeninde çalışan bir kocası, yatalak bir babası ve annesi vardı zaten yanında, beyninde, gönlünde; kısacası ömründe. Bir de hatıralara kim yer verecekti hınca hınç dolu bu yerde? O gün çalıştı Osman Avni. Ama önce patronundan azar işitti uzun uzun. Adam bağırdıkça türkünün sesi daha da yükseliyordu kafasının içinde. Bir yandan da karnının açlığı rahat vermiyordu zaten. Yine de dinlemeye çalıştı patronunu, kapattı türküyü meçhul bir düğmeden, susturdu karnını, peki efendim, dedi her şeye –ama her şeyeadamın ağzından çıkan. Sonra tıpış tıpış masasına geçti, oturdu ve çalıştı. Öğle molasına bile çıkmadı, yarım ekmeğini tırtıkladı oturduğu yerden. Sadece karşısındaki bilgisayara baktı, onunla uğraştı. Bir takım kağıtlara bir şeyler çizdi, karaladı, yeni baştan çizdi. Saatler sonra da birileri gelip mesainin bittiğini söyledi Osman Avni’ye. Kalktı koltuğundan, gerindi. Başı döner gibi oldu biraz. Öyle olunca yeniden oturdu koltuğuna, biraz dinlendi. Ağzının koktuğunu fark etti. Ofisin boş halini seyretti. Bilgisayarı kapattı. Masanın üstündeki kağıtları derleyip topladı, bir kısmını çantasına koydu. Her şeyi hallettiğinden emin olunca da çıktı ofisten, bir yerde bir şeyler mi yesem, diye geçirdi içinden. İlk önce mantıklı geldiyse de bu fikir, vazgeçti sonra. Canı makarna çekiyordu ne zamandır, şöyle bol salçalı bir makarna ve yanına da buz gibi ayran. Eve gidip onu yapmaya karar verdi. Osman Avni Doğan, o sabah evden apar topar çıkarken anahtarını mutfakta, masanın üzerinde unuttuğunun hala farkında değildi. Bir dolu şey gelip geçmişti aklından gün boyu ilk (ve tek) sevgilisinden salçalı makarnaya kadar. Ama anahtarı bir an olsun düşünmemişti. Durağa doğru yürümeye başladı. Kirli havayı içine çekti. Karşıdan gelen otobüsü gördü ve sevindi. Hatta gülümsedi. Kendisi durağa önce varmasına rağmen otobüsün kapısının yanında durup arkasından gelen bir iki yaşlıya yol verdi; bu onun vicdani görevini bugünlük de yaptığı anlamına geliyordu. Arkalarından da o bindi. Akbilini bastı, ‘’tam bilet’’ melodisini duydu, arkaya doğru ilerleyip boş bulduğu bir alanda dikilmeye başladı. O sırada, arkasındaki koltuklarda oturan iki adam sabahki maden göçüğünü konuşuyordu.

23


HİKAYE -yıldız tortusuMerve TAVUSKARLI Her şeyin bir izahı olmalıydı bu hayatta. Anneannemin kavanoz dibi gözlüklerinden öğrendim bunu. Onun dizlerine örttüğü kalın, örgü battaniyeden ve sobada tüten masallardan da çok şey öğrendim ben. Dedemin tütün kokan, sararmış parmak uçları vardı. Nasırlaşmış, sert ama ne hikâyelere dokunmuş parmak uçlarıydı onlar. Annemin de sandıklarda sakladığı, naftalinli gecelikleri vardı, beyaz ve çiçekli… Öyle masum öyle dokunulmamış duruyorlardı ki kendimi kirli hissederdim baktıkça. Arada sırada da giyerdim, ayaklarımın kaybolmasını izlerdim, etek uçlarında… Ben en çok, babamın rakı sofralarında demlenen, muhabbetinden öğrenmeyi sevdim birçok şeyi. Hem bir dost samimiyeti hem de baba merhametiyle bütünleştirdiği, o efsunlu ses tınısı ve konuşmanın en can alıcı yerinde durulup, sigarasını sardığı o dillere destan dalgınlık… Tüm gece uykuma inat, yarenlik etmemin muazzam sebepleriydi hepsi. Annem kahvaltı sofralarına âşıktı. Yüreğinde tatlandırdığı reçeller yapardı hep. Karanfil kokulu meşrubatlar, yumurtalı ekmekler… Babam ekmeklerin kızarmış yerlerini ayırır, zeytinlere sinir olurdu her sabah istisnasız. Babam sabahları sevmezdi, huysuzluğunun paçalarından aktığını bir tek ben görebilirdim. Onun huysuzluğunu da bir tek ben kucaklardım. Kendimi ona benzettiğimden ya da benzetmek istediğimden. Babamla en çok, yıldızların açık seçik görüldüğü, lacivert gecelerde bulurduk kendimizi. Küçük balkonumuzda ve ağaçlara karşı. Gökyüzüne sevdalıydık, özellikle babam. Yıldızları, gezegenleri göğe ait her şeyi avcunun içi gibi bilirdi hem de yaşadığı sokaklardan daha net. Hem de herkesin bilmediği, en ufak şeyleri bile. Ben de onun gibiydim, yıldız haritaları ile büyümüştüm. Gecenin tüm evrene örttüğü siyah perdeyle, içimizdeki perdelerin birer birer kalktığını söylemişti bir kez, babam. Hiç unutmam. Ben de sevdiğim bir delikanlıya söylemiştim bu sözü, bir ceviz ağacının gölgesinde otururken, sonra içimi gömmüştüm aynı ceviz ağacına. Aylarca toprağına kulak dayayıp, içimi dinlemek istemiştim. İçim bir ceviz ağacının köklerinde kalmıştı. Hala orada mı bilinmez. Bazen, odalardan bağrışma sesleri gelirdi bizim evde. Özellikle pazar günleri ve öğle vakti... Öğlenleri sevmezdim ve babamı tanıyamazdım, bazı öğlenler. Böyle zamanlar anneannemin dizleri sığındığım tek liman olurdu. Kendi nefesimi bile duymak istemezdim. Dedem ‘evlilik demir bir leblebi’ derdi, derin derin iç çekerek. Ben leblebi de sevmezdim. Güneşin kendini hissettirmekten hiç çekinmediği günlerin gecelerinde, kâbuslar görürdüm. Tüm kâbuslarım, bu evde geçerdi. Ev ben ve çocukluğum. Kendi çocukluğunu büyüten bir kadın, hatta kendi çocukluğunu elinden tutarak gezdiren, uyutan ve çocukluğunu, yıllar sonraki haliyle göklerden emziren bir kadın olarak görürdüm kendimi. İşte kadındım ve uyandıktan sonra ninesinin papatya çayından içen genç kız. Hepsi bendim. Yutkundum ve kadehte kalmış son şarap damlasını dudaklarıma götürdüm. O sırada, sabah ezanı boşlukta yankılanıyordu. Yatağımın en ucunda oturuyor ve nereden geldiklerini, kime ait olduklarını, en önemlisi nasıl var olduklarını bilmediğim gölgelere bir şeyler anlatıyordum, sersem gibiydim. Nerede olduğumu algılayamıyordum. Kaç saat bilmiyorum fakat bir süre böyle oturdum. Gözlerim, yanımda ışığı durmadan yanıp sönen, telefona takıldı. Elime aldım ve açtım. Ana ekranda, on beş tane mesaj geldiği yazıyordu. Hepsine tek tek göz gezdirdim. Bunlar, doğum günü mesajlarıydı. ‘İyi ki doğdun’ ile başlayan ‘nice seneler’ ile biten kalıplaşmış şeyler. Yalnız şunu fark ettim ki bunlar bana gelmişti ve bugün benim doğum günümdü. Bir mesajda okuduğuma göre, yirmi yedinci yaşıma girmiştim. Oysaki ben kendimi hala, ninemin papatya çaylarıyla biten kâbuslardan uyanmış gibi hissediyordum. Sanki birileri zamanı durdurmuş ve beni on yıl sonrasına fırlatmış gibi. Sanki zaman yokmuş yâda bir yerlerde asılı kalmış gibi. Telefonu bıraktım. Fal taşı gibi açılmış gözlerimi etrafa çevirdim. Ne annemin ekmek kokularını ne babamın geceden kalma anasonunu ne dedemin açtığı ajansın sesini ne de ninemin şişlerinin tıkırtısını duyabiliyordum. Yapayalnız mıydım? Peki, ne zamandan beri? Evi bir çırpıda dolaştım. Kitaplar, plaklar, kıyafetler ve bana ait birçok şey vardı. Kurulmuş bir hayatın ortasında, eğreti duruyordum. Bir Doors plağı seçtim. Babam kertenkele kralı çok severdi. Müziğin eşliğinde parmak uçlarımda gezdim. Mutfakta ne

24


annemin reçellerinden vardı ne de ninemin işlediği dantellerden. Dolapta hazır birkaç atıştırmalık, lavaboda ise bir sürü bulaşık kendini sergiliyordu, gururla. Bu sırada gözüm, duvarda asılı duran takvime takıldı ve kitlendi öylece. 28 Eylül 2015 Pazar gözüm iki saniye içinde, hemen yanındaki saate kaydı. Saat tam 12.00 pazar günü ve öğle vaktiydi. Kulaklarım bir tilki gibi dikildi aniden. Odalardan bağrışma seslerini duymak istedim, sindim bir köşeye lakin çıt yok. Derin bir sessizlik hâkim ve bu bana kabul etmek istemediğim bir acı veriyor. Oysaki babamın ve annemin tartışmaları duyulmalıydı ve dedem elindeki tesbihi daha hızlı çekmeli, ninem de saçlarımla oynamalıydı. Derin derin iç çekmeliydik. Bu evde yalnız olduğumu, başıma tuhaf bir şeyler geldiğini ve hayatın benim müdahalem olmadan, beni buralara kadar getirdiğini kabul etmek istemiyordum. Kendimi on yıl öncesinde bıraktım ve şu an aynada gördüğüm fiziksel görüntüme alışık olduğumu hissetsem de yaşayacağım hayata yabancıyım. Fakat her şeye rağmen rahatsızlık veren bir sakinlik ile kaplıyım. Ne yapacağımı bilmeden, boş boş evin büyün odalarını dolaştım. Ayaklarımı sürte sürte, bir yerlerde bir iz aradım. Bana tüm bu boşluğu anlatacak ya da beni bu kâbustan uyandıracak küçük bir iz. Bu kadar kitabı okuduğuma, bu kadar plağı dinleyip, bu kadar şarabı içtiğime hayretle, salona döndüm. Doors bitmişti. Bir Zeki Müren plağı koydum ve ellerim başım arasında ne yapabilirim diye beynimin duvarlarını kırarcasına düşündüm. Anneannem, her şeyin bir izahı vardır derdi bu hayatta ama bunun bir izahı yoktu işte. Albümleri aradım taradım, tüm fotoğraflara baktım. On yedi yaşımdan, yirmi yedi yaşıma kadar ki sürede, mükemmele yakın bir hayat yaşadığım anlaşılıyordu fotoğraflardan. Üniversiten mezun olmuş, bir yayınevinde çalışıyormuşum. Birçok partiye katılıp dans etmiş, farklı tarzlarda arkadaşlar edinmiş, oldukça eğlenmişim. Gördüğüm şeyler karşısında en çok şaşırdığım nokta, tüm bunların hepsini, büyük bir anlayışla karşılıyor olmam. Elimde olmadan, benim dışımda bir anlayış. Sadece bir kafa karışıklığı, bir boşluk ve gariplik hissediyorum. Tüm dinlediğim masallara bile bir açıklama getiren ninemi arıyorum. Küçüklükten beri tuhaf biriydim, babam gibi. Zaten o evde bir tek biz olağan dışı sayılırdık. Şimdi onları özlüyorum. Neredeler? Yaşıyorlar mı? On sene öncesinde mi kaldılar? Ayrı zamanlarda olmamız mümkün mü? Sorulardan yorulan beynimin, büzüştüğünü hissediyorum. Yatak odamda ötüp duran telefonu kapattığım gibi kendimi kapı dışarı ediyorum. Dışarı çıktığımda, beni kocaman kalabalık bir cadde karşılıyor beni. Kaldığım yer, geride bıraktığım evimden çok farklı. Birçok şeyin yabancı olduğu bu uzun cadde de insanların anlamsız bir o kadar da soğuk yüzlerine baka baka ilerlerken, ayaklarım ezberlenmiş bir şekilde, beni sokaklardan içeri sokuyordu. Ayaklarıma engel olmadım, onların çekiştirdiği dar bir sokakta ilerlerken, kahvehaneden bozma bir yerin önünde durma ihtiyacı hissettim. İçeriden iyi kahveyle karışık, koyu sohbet kokusu geliyordu. Kapıyı açıp, içeri girdim. Geniş bir bahçe ve enteresan tiplerde insanlarla doluydu. Köşede bir masayı gözüme kestirdim. Birileri bana doğru el sallıyor, selam veriyordu. Sanırım burası, sık geldiğim bir yerdi. Aldırmadan oturdum. Oturmamla, kırk yaşlarında bir ağabeyin bana doğru gelmesi arasındaki, sadece iki saniyelik zaman diliminde, nefesim kesildi. Kır saçlı ağabey, samimi bir şekilde: “ Oo Feza, görünmüyorsun kızım nerelerdesin?” dedi. İçimden “Adım Feza bu bildiğim en iyi şey” dedim. Omzuma dokunarak, “Hadi iyi ki doğdun, bugün her şey benden akşam da ıslatırız.” Dedi. Fazlasıyla kısık sesle, “Demek bu kadar samimiyiz” dedim. Ben kendi kendime mırıldanırken, kır saçlı ağabey gitmiş ve elinde bir zarfla, dönmüştü.” Bak bu sana gelmiş. Fakat seni bulamamışlar. İkinci adres olarak kayıtlı olduğum için de bana getirdiler. Sanırım baya önemli bir mektup.” Dedi ve zarfı elime tutuşturup bir türkü mırıldanarak, işine döndü. Ben Feza, bu önemli mektup ve istemediğim halde az önce gelen kahvem, başbaşayız. Zarfın dışın kimin yazdığı ve nerden geldiğiyle ilgili hiçbir şey yok. Sadece benim adım ve adresim var. Ne tuhaf bir gün… Mektubu tam on dakika evirdim çevirdim, kahvemi içip etrafı izledim. Bir iki insanın selamına karşılık verdim. Halen hatırladığım bir şey yoktu. Her şey ama her şey sanırım normal akışındaydı ruhum dışında. Mektubu açtım ve okumaya karar verdim. Daktilo yazısı ile yazılmıştı. “Biricik kızım, gökyüzüm, ruh ikizim” diye başlıyordu. On saniyeliğine her yer kapkaranlık oldu sanki. Bunlar bana, babamın seslenişiydi, irkildim ve okumaya devam ettim merakla. “Büyük bir kafa karışıklığıyla, bu mektubu açtığını ve hiçbir şeye anlam verememiş bir ifadeyle okuduğunu tahmin ediyorum. Derin bir nefes al ve sakin ol, her şeyi anlatacağım. Öncelikle sana bu mektubu tam on yıl öncesinden yazıyorum. Hatta şu an, lacivert bir gecenin sonunda, gene bana yarenlik ettiğin bir sofradayız. Sen ne yaptığımı sormadan, anlamlı anlamlı bakıyorsun, bense sana bunu yazıyorum. Tahminen sen bunu okuduğunda, biz hayatta olmayacağız. Ne annen ne ben ne de çok sevdiğin ninen ve deden… Bilirsin, sen ve ben gelecekle ilgili tahminlerimizde oldukça iyiyizdir. Güzel kızım, birbirimize ne kadar benzediğimizin ve diğer insanlardan ne kadar farklı olduğumuzun farkındasın, küçük yaşına rağmen biliyorum ve bunun bir sebebi var bu farklılığın. İçinde olduğun durumun da sebebi bu… Biz bu gezegene, bir yıldız tortusu olarak düştük. Normal insanlar gibi bir kan pıhtısından

25


değil, bir yıldız tortusundan oluştuk. İçimizi açıp baksalar, derimizin altına ulaşsalar, koca bir gökyüzü göreceklerdi. Hiç hastalanmadık, göremediler. Sabahları ve öğlenleri hiç sevmedik. Kendimizi geceye ait hissettik hep. İşte böyle gökyüzüm. İster inan, ister inanma, ister masallardan bir tanesi de. Sen ve ben gibi yıldız tortusundan doğmuş her insan, bunları yaşar ve yirmi yedi yaşına geldiğinde aynı senin gibi bir rüyadan uyanma haliyle, büyük bir boşluğa düşer. Yakın geçmişle ilgili, hiçbir şey hatırlamaz. Kimileri çıldırır. Kimileri ise benim sana yaptığım gibi bilgilendirilir. Sen de bu mektubu okuduğunda, yirmi yedinci yaş gününde olacaksın ve o günün sonunda lacivert bir gece doğacak, gördüğün tüm lacivertlerden daha koyu… Senin yeniden doğuşun gerçekleşecek ve kendi sonsuzluğunu kazanacaksın. Bir gün öldüğünde, insan bedeninden kurtulup ait olduğun yerde göklerde parıldayacaksın kızım. Şimdi geceyi bekle, seni çok seven ve göklerde bekleyen baban.” Geceyi bekledim. Geniş balkonda, caddeye karşı… Lacivert gece, tüm ihtişamıyla doğdu ve ben acizliğimle küçücük kaldım. Her şey gözlerimin önünden geçerken, ilk defa içimdeki gökyüzünü hissettim. Avuçlarımı parıldayan tüm yıldızların hâkimiyetine bıraktım. Lacivert gece tüm ihtişamıyla doğdu ve dudaklarım, babamın küçükken bana söylediği şiiri mırıldanarak kapandı: “Öyle ki yüzüm avuçlarınız için yaratılmış, Bir izahı olmalı bunun. Sesinizden göç eden kuşların, kalbime doğru bir yol çizdiğinin de İzahı olmalı… Ben sizi en çok uyurken sevdim, Bunu da açıklamalı bize yüce tanrı. Yani eğer göklerden düştüysek Ölü bir yıldız kadar mesudum emin olun!”

26


Mert SONER

Kendimi kumlu zamanlara gömdüm Mızraklar ve gözümden seken tanrılar vardı Nehirlerimiz taşardı görürdük, Koca yelkenler kalkar koca gölgeler yapardı Elimizden sırf düş gelmezdi Babam bir diken yutardı O diken hep içine kalırdı Ben görmesinler için nehre ağlardım Annem o dalgadan su çekerdi Sık boğaz bizi doyururdu. Saçları kumral örgüden kızım tabutları sorardı Sıcaktan daha beter korkardık. Cennet diye ninniler söylerdi annesi Bütün bir insanlık uyurduk. Oğlum bana hiç benzemezdi o yıllar Kılıçlarımızı cebimize saplardık.

İri esmer adamlar -ki daha sigara bulunmamışİs içinde bütün, tek ateşte yanardık. Evveli var ben daha toyken Çıplak bilekli kadınlar hep esmerken Bütün bütün kadınlar da esmerdi Güneş vakti ateşi ne yapacaktık Birkaç yüzyıl geçti ama Açık denizde akıntı Hep fikrimin tersineydi. En önde birimiz duracaktı Ben durdum. Kızımın saçını son ördüm Karım ninni söylüyordu Yalnız pîrimiz duyacaktı Ben duydum. Ömrüm huzura yalnız ölümleydi Oğlum da artık bana benziyordu Sonumda birimiz ölecekti, Ben öldüm.

27

dünyadan ‘bi sigara uyanışı’ geçtim.


facebook.com/notlardergisi twitter.com/derginotlar1 derginotlar@gmail.com

Notlar Edebiyat Dergisi, Fikir Kulüpleri Federasyonu bünyesinde faaliyet göstermektedir.

Notlar Edebiyat Dergisi, Fikir Kulüpleri Federasyonu bünyesinde faaliyet göstermektedir.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.