KUR’AN DÜNYASI Kur’ani Bilgi ve Fikir Platformu Aylık Dergi (Sayı: 1) 1
KÜNYE VE MÜELLİFİN: Genel Yayın Yönetmeni Ve Editör: Ömer Faruk KARATAŞ Yayın Kurulu: Ömer Faruk KARATAŞ Erhan KOÇ Ferhat ÖZBADEM İbrahim KARABACAKOĞLU Mustafa BÜYÜKSOY Tasarım: Şahin BODUR Web Site: http://kuraniyat.blogspot.com.tr/ Facebook adresi: https://www.facebook.com/pages/Kuran-D%C3%BCnyas%C4%B1Dergisi/1387393561501570
2
MUHTEVA Editör’den: Bismillah… 4-5 Baş Yazı: Kur’an Nedir? 6-26 Ömer Faruk KARATAŞ Kur’an-ı Kerimi Anlamada Kişilik Farklarının Etkisi 27-29 Zübeyir YETİK Mealin Anlam Karşılığı 30-34 Ayşe ŞENER Kur’anda Eyyub Kıssası ve Günümüze Yansıması 35-48 Recep OĞUZ Hastalıklarımızın Reçetesi (1) 49-57 Ferhat ÖZBADEM İmanı Tazelemek 58-65 Salih ÖZBEY Kalem Suresinde ‘Bahçe Sahipleri’ Kıssası 66-83 Erhan KOÇ Dijital Kur'an-Tefsir Kütüphanesi 84-92 Ksb (Kur’an Soru Bankası) 83-92 Ömer Faruk KARATAŞ KSB (Kur'an Soru Bankası) (1) 93-95 Ömer Faruk KARATAŞ İktibas: Kur’anın İlk Emri ‘Oku!’mu? 96-102 Dücane CÜNDİOĞLU Röportaj Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK ile 103-136 Şiir Köşesi Kur’ana Doğru… 137-139 Sizden Gelenler (Tebrikler, Teklifler, Tenkitler) 140-142
3
EDİTÖRDEN… Bismillah! Kur’anı bizlere inzal buyurarak içimizi-dışımızı nurlandıran, önümüze Rızasına muvafık olan istikameti çizen alemlerin Rabbi olan Allaha sonsuz-sınırsız hamd-ü senalar; Kur’anın eksiksiz-fazlasız lafzen aktarmanın yanında üsvetun hasene (33/Ahzab, 21) vasfı gereği anlama ve yaşama noktasında da aklımıza, ruhumuza, hayatımıza ilk elden taşıyan Resulullah(s.) efendimize salat-u selam olsun! Aline, ezvacına, ashabına, ahbab-u etbaına da… … Bir bozgunlar çağında yaşıyoruz. Özel hayatın mahremiyetinin muhtelif araç ve yöntemlerle yozlaştırıldığı, aile yuvasının sıcaklık ve güvenilirliğinin, sığınılacak bir kale, huzur ve mutluluğun en emin adresi olmasının gitgide aşındırılmaya çalışıldığı, yöntemli ve çeşitli tetikleyici unsurların full tame çalıştırıldığı, zihniyetimizin, muhakememizin, melekelerimizin ağır tahribata ve tahrifata uğrayıp bir nevi karmaşık bir çorbaya dönüştürüldüğü, önceliklerimizin birbirine karıştırıldığı, değerler dünyamızın yozlaştırıldığı, ahlakımızın fiyatlandırıldığı ve istismarlara açık hale getirilmeye çalışıldığı, gönül dünyamıza pisliklerin doluşturulduğu, can alıcı mefhumlarımızın içinin boşaltıldığı ve/veya bizim aleyhimize ve birilerinin lehine başka şeylerle doluşturulduğu, onursuzluk ve sahteliklerin mesleğe dönüştüğü, manevi ilgi ve alaka irtibatlarının koparılmaya ya da yanlış yerlere yönlendirilip bağlanmaya çalışıldığı, madde ve gücün mana ve vicdana hakim kılınmak için birilerinin durmak bilmediği, müslümanların dağılmaya, ben'ciliğe, bozguna yürüdüğü, muharrem değerlere ve ilahi yönlendirmelere uzak ve ilgisiz kalındığı, insanların kendinden ve temiz fıtratından muhtelif yöntemlerle uzaklaştırıldığı/uzaklaştırılmaya çalışıldığı; bunların ve sair olumsuzlukların birçok ahlaki sorunları netice verdiği dünyamızda adil, insani, vicdani bir düzenin dünya insanlarına reva görülmesi düşünülemez. Zaten beklemekle değil büyük emekler vermekle gayelere ulaşılır. Merhabalar! 4
Uzun süre devam etmesini dilediğimiz bir yolculuğa başlamanın heyecan ve mutluluğu içindeyiz. Hamdolsun Allaha! Alemlerin Rabbi olan Allahın bizlere tenezzül buyurup lütfettiği Kur’ana dair olabildiğince dengeli, tutarlı, faydalı ve haliyle sağlıklı bilgi ve fikirlerin siz değerli okuyucularımıza aktarılmaya çalışılacağı yoğunluklu bir çalışma sürecinin henüz başındayız. İdeolojik, siyasi şartlanma ve önyargılardan, sloganik, mitik ve ütopik hayal ürünlerinden uzak, ama olabildiğince farklı hayat standartlarındaki kardeşlerimize hitap edecek olan bir çalışma yapmaya gayret edeceğiz. Elbette hayallerimiz, umutlarımız ve heyecanlarımız olacak, yoksa bu işe girişmezdik. Ama ayakları yere basan, olması gerekenlere dair söz söylerken olanın farkındalığını da göz önünde bulundurmaya; belirli bir zemin üzerinden bilgi ve yorumlar geliştirmeye gayret edeceğiz. Elbette tenkitler olacak ve zaten olmalı ama duygusal, hamasi biçimde değil belirli bir ilmi ve ahlaki usul ve erkan üzerinden, basiret ve nezahet ölçüsünde yapılacak. Farklı ekollere dair farklı sesler olabileceği gibi bu seslerin fazla yükseltilmesini gerektiğinde saygıyla, kabul edilen doğruluğuna olan saygıya bağlayacağız ama sınırların aşılması durumunda tepkimizi de göstereceğiz. Meselelere dair yazı-yorumların hakemliğini kendi içimizde gerçekleştirmeye gayret edeceğiz… Dergimizin adına gelince bu hususta biraz kararsız kıldık. Bende hep derinlikli ve heyecanlandırıcı bir hayalin ifadesi olan ‘Kur’an Akademisi’ adını düşündük ama tamamen akademik bir yayın gibi durmasın dedik vazgeçtik; ayrıca yayınlanmamış çalışmalarımın seri adı olan ‘Kur’aniyat’ dedik yine vazgeçtik; ‘Kur’an Araştırmaları’ dedik ondan da vazgeçtik. ‘Kur’an Dünyası’, Kur’ani bir dünya hayali ve umudu adına dergi için daha uygun geldi ve bunda karar kıldık. Yazı teklifimize bizi kırmayıp müspet cevap veren ve önce Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK ve İslami yayıncılığın duayen isimlerinden olan Zübeyir YETİK üstatlarıma hürmetle, diğer genç arkadaşlarımıza da sevgiyle teşekkür eder, kendilerine bereketli ve huzurlu ömürler dilerim. Kapak tasarımını yapan Şahin BODUR arkadaşımıza da özellikle teşekkür ederiz.
5
KUR’AN NEDİR? Ömer Faruk KARATAŞ İmam-Hatip/Osmaniye theimam37@hotmail.com 0544 237 18 83 A. Giriş: ‘Taha! Bu Kur’anı sana sıkıntı çekesin diye inzal etmedik! Aksine sadece Allaha dair derin hürmet bilincinde olanlara hatırlatma olsun diye yeryüzünü ve semaları yaratan Allah, o Kur’anı peyderpey inzal etmiştir!’(20/Taha, 1-4) Kur’anı konuşmak, Kur’ani düşünmekle; hayatı, zamanı, insanları, varlıklar alemini, olay, durum, sorun/problemleri Kur’an bilgi ve bilinci zemininde anlamaya çalışmakla olur. Kur’an, üzerinden kariyer yapılacak, edebiyatı serdedilecek, servet ve şöhrete payanda edilecek, şov için kullanılacak bir malzeme değil; iç-dış kimlik ve karakterini inşa etmek, varlığını anlamlı ve değerli kılmak, ekseninde ve yörüngesinde bir görüş, tavır ve ahlak edinmek için inzal edilmiş, ne olup ne olmadığımızı ölçen ilahi bir rehberliktir! Varlık kılavuzunun bahtiyar muhataplarına… … Allah Teala, maddi-manevi imkan ve kabiliyetlerle eşref-i mahlukat olarak yaratıp varlık alemini de emir, hizmet ve istifadesine sunduğu insana birtakım sorumluluklar yüklemiş; indirdiği/ikram ettiği kitaplar ve seçip görevlendirdiği nebi-resulleriyle, yine sahip kıldığı akıl, muhakeme, idrak, fıtrat, fikir ve irade gibi nimetleriyle başta Allaha ve kendisine, sonra da en yakınından en uzağına tüm yaratılmışlara karşı görev ve sorumluluklarının bulunduğunu bildirmiş, imtihanın bir gereği olarak da tercihlerini hür iradesine bağlı kılarak teklif ve talimatlarıyla mükellef kılmıştır. Berisiyle-ötesiyle leh ve aleyhte ne varsa bilinmesi ve yapılması gerekenleri ulaştırmış; emir ve yasaklarını, hüküm ve tavsiyelerini, irşad ve talimatlarını, müjde ve
6
uyarılarını talim ve tarif buyurmuş olup indirdiği/ikram ettiği hitaplarıyla bireye ve topluma muhtaç olduğu ideal nizamı duyurmuş ve bu nizamın yaşanılabilir/uygulanabilir olduğunu da seçip görevlendirdiği elçileri vasıtasıyla göstermiştir. Maide, 3’te de razı olduğunu ve itmam ettiğini; ayrıca başka dinlerden razı olunmayacağını ve bu şekilde farklı yollara sapanların dünyada da ahrette de kaybettiği-kaybedeceğini bildirdiği(3/Al-i İmran, 85) nizamı olan İslam’ı kitaplar inzal ederek, peygamberler görevlendirerek tarih boyunca insanlara lütfetmiştir. İnsan fıtratına muvafık ve murabıt olan rehberliğinin (İlahi kitap, nebevi rehberlik ve bunun hayatın içinde uygulanabilirliğinin, İslam nizamının hayatlaşmasının) ilk insandan beri insanlığa kendine yeter nitelikte tek hayat nizamı olduğunu talim etmiş; tarih boyunca yaşanan müspet ya da menfi olaylar da bu hakikati sürekli teyit ve tasdike devam etmiştir; ila-kıyame-ve sonuçları bakımından diğer alemde de-devam edecektir… Ayetlerle hitap eden Resulullaha(s.) sahir/etkileyici(10/Yunus, 2), kahin/kehanette bulunan, mecnun/aklını yitirmiş(52/Tur, 29), ifk-ü kadim/eski uydurma(46/Ahkaf, 11), mu’allem/öğretilen(44/Duhan, 14) vs. dedikleri ya da peygamberliğe layık görmedikleri(43/Zuhruf, 31) gibi ayetlere de sihir(74/Müddessir, 24), kehanet(69/Hakka, 42), ifkun müftera/uydurulmuş katmerli yalan(34/Sebe, 43) esatiru’levvelin/öncekilerden aktarıla-gelen masallar(8/Enfal, 31) dedikleri; alaydan hakarete, psikolojik baskılardan en ağır işkencelere, dövülmelere-sövülmelere, en ağır iftira ve fitnelere, hapis, zincir ve sürgünlere, açlıklara, cinayetlere ve katliamlara, boykot ve su-i kastlere maruz kalındığı halde hayat-memat meselesi edinilmiş, feda edilebilmesi zor nice kayıplara, sabredilebilmesi zor en acı sıkıntı ve ıstıraplara karşı güç kaynağı olmuş, tavizsizlik ve kararlılıkta tarihin örneğini kolay göremediği destansı olayların gerçekleştirildiği zaman dilimi olan Asr-ı saadette bu gerçeklerin arkasındaki asli muharrik güç kaynağı idi Kur’an! Bu güç nasıl bir şeydi ki yola gelmesi neredeyse hayal olan nice ruhsuz ve vicdansızları, kemikleşmiş gelenekleriyle maruf kitleleri örnek alınmaya layık kimseler haline getirmiş, asırlar geçmesine rağmen dost-düşman tarafından takdir ve tebcil ettirebilmişti… Asırlar geçse de hala ruhları besleyen, gönülleri 7
coşturan, büyük ve zorlu hayırlara koşturan… Nice medeniyetlere ilham kaynağı olmuştu? Sadık ve rabıt mensuplarının hayatlarına hala yön veren, dünyanın her yerinde ilke ve hükümleri yaşatılmaya çalışılan, nice kanlara, canlara hayat olan ve olmaya devam eden, edecek olan şeydi? Bir ibadet kitabı mı? Evet, ama o kadar değil. İnanç kitabı mı? Evet, ama o kadar da değil. Bir tarih, bilim, şifre, kanun, edebiyat şaheseri, ideolojik prospektüs, siyasi manifesto, laboratuar ve deney kitabı mı? Biri mi, birkaçı mı, hepsi mi ve hatta dahası mı? Kur’ana dair bazı tarifler yapılmış olup bunu, ‘Allah tarafından Cibril vasıtasıyla Hz. Muhammed’e(s.) Arapça olarak vahy yoluyla, yani gizli-özel ve seri bir hal üzere indirilmiş, iki kapak arasında (Mushaf) cem’ edilmiş, tevatüren ilk orijinal haliyle bize kadar nakledilmiş, tilavetiyle ibadet olunan, kıyamete kadar muhafazasını Allahın deruhte ettiği(15/Hicr, 9), satırlarda ve sadırlarda yazılı ve kayıtlı, Fatiha’dan başlayıp Nas ile biten son ilahi Kitaptır’ şeklinde birkaç tarifi cem ederek efradını cami’, ağyarını mani’ şekilde özetleyebiliriz. Kur’an, aşağıda sıraladığımız farklı sıfatlardan ve muhteva olarak mevzu edilişinden hariç tutarsak, lafzen Kur’anda 70 defa(1) geçmekte; ayrıca yine ‘Okuma’ anlamında geçen kelime kökü Kur’anın(7/A’raf, 204; 16/Nahl, 98; 17/İsra, 45, 106; 26/Şu’ara, 199; 73/Muzzemmil, 20 (iki defa); 75/Kıyame, 18; 84/İnşikak, 21), daha önceki Kitapların(10/Yunus, 94), amel defterinin okunması(17/İsra, 14, 71; 69/Hakka, 19), hatta muhal bir okumanın(17/İsra, 93) ve hayatın Allah adına okunması(96/Alak, 1, 3) gibi anlamlarda kullanılmaktadır. 610, Ramazan ayının son on gününden birinde-ki Kadir gecesi olduğu aynı adlı sureyle sabittir-Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed’e inzal edilmeye başlayan, 12 yılı Mekke’de (Mekki, 86 sure ?) ve 10 yılı da Medine’de (Medeni, 28 sure ?) olmak üzere 114 sure ve 6236 ayetten oluşan toplamı yaklaşık 23 yılda tamamlanan Kur’an’ın etimolojik kökeni hakkında iki temel görüş mevcuttur. Bunlardan birine göre ‘Okumak’ anlamına gelen ‘k-r-e’ kökünden ‘fu’lan’ veznindendir, diğerine göre ise yine ‘Toplamak’ anlamına gelen ‘k-r8
n’ kökünden türediği ve ayrıca herhangi bir kökten türemeyip özel olarak verilmiş bir isim olduğu da söylenmiştir. Biçimsel olarak Kur’anı oluşturan ayetler bakımından bir sayfalık ayet(örn. 2/Bakara, 282) olduğu gibi tek kelimelik ayetler(örn. 55/Rahman, 64) de vardır. Ayetlerin surelere dağılımında da farklılık vardır ve sureler eşit uzunlukta olmayıp Bakara gibi 49 sayfalık ve 286 ayetlik sureler yanında Kevser gibi bir satırlık ve 3 ayetlik sureler de vardır… İlgili bilgiler aşağıda verileceği gibi ayrıca başka eserlere de havale ederek(2) Kur’anın kendisi hakkındaki sıfatları listeleyelim ve Kur’anın ne olduğunu öncelikle en sağlam referans olan kendisinden talim edelim: B. Kur’anda Kur’an: ‘Aceb(72/Cin, 1): Müspet anlamda garip, şaşırtıcı özelliklere ve güzelliklere, etkin bir dile, üsluba, nazma, belagat ve fesahata, muhteva ve makasıda sahip oluşuyla, verdiği bilgi, işaret ve haberleriyle şaşırtan. ‘Ahdullah(16/Nahl, 95): Allahın sağlam sözü. Allahın mükellef kıldığı kullarıyla yapmış olduğu ahdi, bu ahdin esas, ilke ve örneklerinin kaynağı. Ahsenu’l-hadis(39/Zumer, 23): Güzel değil en güzel söz; hikmet, belagat ve fesahat abidesi. ‘Aliy(43/Zuhruf, 4): Kaynağı ve kendisi yüce. ‘Arabiy(43/Zuhruf, 2): Açık-seçik Arabi dilde olan; hukmen(13/Ra’d, 37): Arabi hüküm; kur’anen(12/Yusuf, 2): Arabi bir Kur’an ya da okuyuş; lisanen(16/Nahl, 103): Arabi dilde; mubin(16/Nahl, 103): Açık ve açıklayıcı bir Arapça. Ayat(2/Bakara, 73): Allahın kendi Zatı, sıfatları, fiil ve yasaları, itikadi, ahlaki, ibadi… İlahi rehberlik/hidayet ve istikamet adına bilmemiz, anlayıp kavramamız, gereğine uygun bir duygu, düşünce, zihniyet, tavır/duruş ve hayat tarzı edinmemiz adına lazım-elzem talimatlar içeren, açık ve anlaşılır kılınmış yol-yordam göstergesi; beyyinat(12/Yusuf, 2): Delillerle dolu ayetler; llah(2/Bakara, 231): 9
Allahın ayetleri; l-Kitabi’l-mubin(12/Yusuf, 1): Açık ve anlaşılır Kitabın ayetleri; l-Kur’an(27/Neml, 1): Kur’anın ayetleri; mubeyyinat(24/Nur, 4, 34): İyice anlaşılır hale getirilmiş; rRahman(19/Meryem, 58): Rahmanın ayetleri. ‘Azim(15/Hicr, 87): Büyüklüğü, üstünlüğü dost-düşman itiraflarıyla sabit; kaynaklığı, mahiyeti, amaçları ve şanı itibariyle hayranlık uyandıran, çarpıcı. ‘Aziz(41/Fussilet, 41): Kaynağı, muhteva ve maksatlarıyla bağlantılı olarak kadr-u kıymeti, değeri büyük ve yüksek, alternatifsiz. Belağ li’n-nas(15/Hicr, 52): İnsanlar için duyurulması ve belletilmesi gereken ileti. Besair li’n-nas(7/A’raf, 203): İnsanın kalbini, zihnini, mantık ve muhakemesini açan, içinde bulunulan hayatın gerçeklerini direktifleriyle görmeyi, fark etmeyi sağlayan basiret kaynağı; min Rabb(7/A’raf, 203): Rab olan Allahın basiret nurları. Beşir-Nezir(41/Fussilet, 4): Müjde kaynağı. Allahın, rehberliğine muvafık olan kullarına müjdeler veren-muhalefet edenleri de feci uyarılarla korkutan. Buşra(27/Neml, 2): li’l-mu’minin(2/Bakara, 97) ve’l-muslimin(16/Nahl, 89) ve’l-muhsinin(46/Ahkaf, 12): İnananlar, teslim olanlar ve Allah bilinciyle güzel işler yapanlar için müjde. Beyan li’n-nas(3/Al-i İmran, 138): İnsanlar için elzem açıklama; maddi-manevi, dünyevi-uhrevi ihtiyaçlarının temini için olmazsa olmaz referans kaynağı. Beyyine(6/En’am, 157): Delil-dayanak. Aksi iddia edilemeyecek kadar doğru ve gerçek bilgiler, haberler ve mesajlar içeren, kanıtlanabilir hatta kanıta ihtiyaç hissettirmeyecek kadar açık-seçik hakikatler ihtiva eden, yanıltmaz ve pişman etmez açıklamalar; min Rabb(6/En’am, 57): Rab olan Allahtan gelen açıklamalar. Burhan(4/Nisa, 174): Hak ve hakikatın doğruluğu ve gerçekliği kesin, açık kanıtları; min Rabb(4/Nisa, 174): Rab olan Allaha ait kanıt. Fasl(86/İnfitar, 13): En nihai ve olması gereken söz, ayırıcı ve her şeyi yerli yerine koyan, ayırt edici sözü söyleyen. 10
Fazlullah(4/Nisa, 113): Allahın insanlara büyük lütfu. Furkan(25/Furkan, 1): Hakla batılı, iyiyle kötüyü, hayırla şerri, rüşd ile gayy’ı, düzgünle yamuğu, sağlamla çürüğü… farkındalığına sahip olmamız gereken tüm zıtları, farkları ayıran ve ayırmamızı sağlayan, açık-seçik hale getiren. Gayr-u zi ‘ıvec(39/Zümer, 28): Çapraşıklık, uyumsuzluk ve karışıklık içermeyen. Hablullah(3/Al-i İmran, 103): Allahın, kullarının hüsran çukurundan çıkıp saadet ve selamete çıkmalarını sağlayan kurtuluş tutamağı. Hakk(16/Nahl, 105): Anlam ve amaç kaynağı. Hak ve hakikatin, doğru ve gerçeğin ta kendisi; ilahiliği, çelişkisizliği ve özelliklerinin doğruluğu, gerçekliği açık olan; yörüngesinde olanlara va’dinin, muhalif olanlara da va’idinin gerçekleşeceğinde şüphe olmadığının yanıltmaz referansı. Hakim(36/Yasin, 2): Derin anlam, mesaj ve gayelerle yüklü. Hükmü sağlam ve bağlayıcı olan; derin, çarpıcı, hep tam isabet eden hikmetlerle dolu. İhtilaf edilen, ne olup ne olmadığı net olarak kestirilemeyen hususlarda fasl-ı hitab. Hayr-ı kesir(2/Bakara, 269): Çok hayır. Bizatihi hayr olan, hayra götüren; min Rabb(2/Bakara, 105): Rab olan Allahtan bir hayr ki hayrı benzersiz olan. Huccetun baliğa(6/En’am, 149): Sonuca ulaştıran sağlam kanıt, zirve delil. Huda(2/Bakara, 5): İnsanlar için temel kılavuz, başvuru kaynağı. Allahın, sonu huzur ve saadete çıkan yolunun, nizamının ve rızasının temel ölçütü, güvenilir kılavuzu; li-kavmin yukinun(45/Casiye, 20) ve li’l-muhsinin(31/Lokman, 3) ve li’l-mu’minin(27/Neml, 77) ve li’lmuttekin(2/Bakara, 2) ve li’n-nas(2/Bakara, 183) ve li uli’lelbab(40/Mu’min, 54): İnancını sağlamlaştırmak isteyenler, Allah bilinciyle güzel işler yapanlar, Allaha ve talimatlarına dair sorumluluk taşıyanlar, insanlar, kuvvetli akla sahip olanlar için yol gösterici. Hukm-u ‘arabiy(13/Ra’d, 37): Arapça hüküm ve karar. Olması gereken en doğru ve yanılmaz Arabi yargı. 11
‘İlm(13/Ra’d, 37): Gerçeği ve doğruyu gösteren bilgi. Mutlak ilmin sahibinin faydasız ve gereksiz olmayan, lazım-elzem bilgiler barındıran, hakiki anlamda Allaha ve gerçeklerine götüren farkındalık. el-Kavl(39/Zumer, 18): Sözün alası. l-fasl(86/İnfitar, 4): Her bir şeyi olması gerektiği gibi ayıran söz; resul-ü kerim(81/Tekvir, 19): Üstün ve değerli elçi Cebrail’in aktardığı söz; sakil(73/Muzzemmil, 5): Ağırlığı olan, sorumluluğu gerektiren değerli ve ciddi söz. Kayyım(18/Kehf, 2): Kıymetli, sapasağlam, dosdoğru ve etkisi büyük olan. Kelimet-u Rabb(6/En’am, 115): Rab olan Allahın sözü. Kitab(2/Bakara, 129): Allahın açık ve aydınlatıcı kitabı, yazılı ve elle tutulup okunur Kitap; ‘azizun laye’tihi’l-batılu min beyni yedeyhi ve la min halfih(41/Fussilet, 41-42): Hiçbir yerden asla batılın kendisine yaklaşamayacağı değerli Kitap; bi’l-hakk(3/Al-i İmran, 3): Belirli, yerinde ve gerekli anlam ve amaçlar taşıyan Kitap; fussilet ayatuh(41/Fussilet, 3): Ayetleri ayırt edilmiş Kitap; l-hakim(10/Yunus, 1): Hikmetli Kitap; lareybe fih(2/Bakara, 2): İlahiliğinde şüphe olmayan Kitap; llah(3/Al-i İmran, 23): Allahın Kitabı; llezi nezzele ‘ala resulih(4/Nisa, 136): Resulüne Allahın inzal ettiği Kitap; min ‘indillah(2/Bakara, 89): Allah katından olan Kitap; minallah(40/Mu’min, 2): Allahın Kitabı; mestur(17/İsra, 58): Satırlara dizilmiş Kitap; mubin(12/Yusuf, 1): Açık ve açıklayıcı Kitap; mufassal(6/En’am, 114): Anlatılanların iyice ayırt edildiği Kitap; muteşabihen mesaniy(39/Zümer, 23): Ayetleri ve muhtevası birbiriyle benzeşen, benzerli ifadeler içeren, benzerli ve çifterli ifadeye sahip olan, tekrarlanan, zıtları ardı ardına anlatarak her birini bariz hale getirip mukayese yoluyla daha iyi anlamayı sağlayan Kitap; tenzil min Rabbi’l-‘alemin(32/Secde, 2): Alemlerin Rabbinden inzal edilmiş Kitap; uhkimet ayatuh(11/Hud, 1): Ayetleri anlaşılır ve korunur kılınmış Kitap; Kütüb-ü kayyime(98/Beyyine, 3): Değerli belge ve yazılar ihtiva eden Kitap.
12
Kur’an(2/Bakara, 185): Kur’an. Son ilahi kelamın özel ismi; ‘arabiyy(12/Yusuf, 2): Arapça Kur’an; ‘azim(15/Hicr, 8): Büyük Kur’an; l-hakim(36/Yasin, 2): Hikmetli Kur’an; kerim(56/Vakı’a, 77): Değerli ve üstün olan ve kılan, değerinden ve gereğinden dolayı sürekli okunan Kur’an; li-yunzira men kane hayy ve yehikka’l-kavl ‘ale’lkafirin(36/Yasin, 69-70): Yaşayanları uyarmak ve söz de kafirler aleyhine tahakkuk etsin diye inzal edilen Kur’an; mecid(50/Kaf, 1): Şerefli olan ve öyle kılan Kur’an; mubin(15/Hicr, 1): Apaçık ve açıklayıcı olan Kur’an. Mev’iza(24/Nur, 34): Gerçek ve ciddi bir öğüt; li’l-mu’minin(11/Hud, 120) ve li’l-muttekin(2/Bakara, 66): Müminler; Allaha ve talimatlarına dair sorumluluk taşıyanlar için büyük ve ciddi bir öğüt; min Rabb(10/Yunus, 57): Rab olan Allahtan. Meysur(54/Kamer, 17): Anlaşılması kolaylaştırılmış olan. Mubarek li-yeddebberu ayatih(38/Sad, 29): Ayetleri düşünülmesi gereken, bereket ve değer kaynağı. Muheymin(5/Maide, 148): Sağlamlık ve doğruluk ölçüsü. Önceki kitaplar, inançlar, anlayış ve düşünceler üzerinde doğruluk ve kabul ölçüsü. Muhkem-Muteşabih(3/Al-i İmran, 7): Anlamı ve amacı, ne dediği ve ne demek istediği açık/belirli kılınmış ve net-Anlamı, ne dediği-ne demek istediği birbirine benzer özellikler taşıdığından net olmayan, tefekkür ve muhakemeye ihtiyaç duyuran ayetler. Munadi(3/Al-i İmran, 193): Yücelerden seslenen, Allaha ve gerçeklerine çağıran. Munzel bi’l-hakk(17/İsra, 105): Belirli bir anlam ve amaç için inzal edilmiş olan. Musaddık lima beyne yedeyh(2/Bakara, 41): Kendinden önceki semavi kitapların orijinal ve bozulmamış aksamını onaylayan, tasdik eden ve doğru kılan ölçü. Nebeun ‘azim(38/Sad, 67): Büyük haber. Haberleriyle, gerçekleriyle, muhteva ve maksatlarıyla en büyük, en mühim haber. Necm-i iza heva(53/Necm, 1): Göklerden inzal edilmiş yıldız. 13
Nezir(41/Fussilet, 4): Ciddi tehlikelere ve pişmanlıklara karşı bildirdiği hudutları/yasakları hatırlatarak ve maddi-manevi, dünyevi-uhrevi muhtemel veya mukadder cezalarla uyarıp korkutan. Ni’met(43/Zuhruf, 13): Sayısız nimetlerin hatırlatıcısı, uhrevi saadet ve selametlerin, bitimsiz güzelliklerin ve faydalanmaların kendine bağlı olduğu sermaye. Nur-u mubin(4/Nisa, 174): Açık bir aydınlık. Sahte değil hakiki ışık; kaynağı Allah olan ışık, yani ışığın ta kendisi. Rahmet(12/Yusuf, 111): Rahmet kaynağı. Ahkamıyla, buyruklarıyla hemhal olan ve yasaklarından uzak duranlar için Allahın en bariz rahmet kaynağı; li-kavmin yukinun(45/Casiye, 20) ve li’lmuhsinin(31/Lokman, 3) ve li’l-mu’minin(10/Yunus, 57) ve li’lmuslimin(16/Nahl, 89): İnancı sağlam olanlar, Allah bilinciyle güzel işler yapanlara, inananlar, teslimiyet gösterenler için bir rahmet. Ruh min emrina(42/Şura, 52): Emrimizden bir hayat kaynağı. Okuyan, anlayıp kavrayan, istikametinde yaşayanların hayatına anlam veren/hayat katan, can ve canlılık veren, heyecan ve dinamizm aşılayan. Suhuf: Kutsal sayfalar. merfu’a ve mukerreme ve mutahhara(80/Abese, 13-14): Yüce olan ve yücelten, değerli ve üstün kılınmış, tertemiz kılınmış, çelişkilere ve dış etkilere karşı korunmuş olan sayfalar. Şahid(11/Hud, 17): Tanık, ölçü. Olay ve durumların etraflı açıklamasını yapan, şahısların yaşamlarının esaslı an ve alanlarında yol gösteren ve ne olduğunun ölçüsünün tanığı olan, ölçüleri ve değerleriyle anlam veren; doğrunun, gerçeğin ve her türlü olması gerekenin temel ölçüsü; esaslı, zaruri ve hayati tercihlerde nelerin ne olduğunu ve ne olması gerektiğini niçini ve nasılıyla gösteren. Şifa’(17/İsra, 82): Şifa kaynağı. Bireysel ve toplumsal, ruhi-maddi levazımatı ve gerçekleri öğretip ölçülerini koyan, uygunluğu ölçüsünde maddi-manevi hastalıklara şifa olan; buyruklarıyla, talimat ve esaslarıyla ihtiyaç duyulan bilgi ve yönlendirmeleriyle huzur ve
14
emniyet aşılayan; lima fi’s-sudur(10/Yunus, 57): Gönüllerde olan hastalıklara şifa, ilaç. Tayyib mine’l-kavl(22/Hac, 24): Sözün en güzeli. Tertemiz ve arıduru olan, ona ve ondan yöneleni de öyle kılan. Tenzil min Rabbi’l-‘alemin(26/Şu’ara, 192): Alemlerin/tüm yaratılmış olanların Rabbinin/sahibinin ve Müdebbirinin bizlere tenezzül buyurarak inzali/ikramı. ‘Urvetu’l-vuska le’nfisam leha(2/Bakara, 256): Asla kopmayan sağlam tutamak, kurtuluş kulpu, metin mesnet. Vahy-i yuha(53/Necm, 4): Gizli ve süratli, özel bilgi, ilahi mesaj, Kur’anın mahiyeti. Zikr(15/Hicr, 9): Olmazsa olmaz meselelere dair ciddi hatırlatma. Allahın, unutulması hüsran ve felaket demek olan, hatırlanması/hatırda tutulması gerekli olan, anmaya değer bilgi, haber, talimat, müjde ve uyarılar içeren hüküm ve hikmet dolu İlahi işaretler. İnsanın içine-dışına, berisine-ötesine dair en ciddi hatırlatma; lhakim(3/Al-i İmran, 58): Hikmetli hatırlatma; llah(13/Ra’d, 28): Allahın hatırlatması; mahfuz(15/Hicr, 9): Korunmasını Allahın deruhte ettiği hatırlatma; li’l-‘alemin(38/Sad, 87) ve li’l-mu’minin(7/A’raf, 2) ve li’lmuttekin(69/Hakka, 48) ve limen yahşa(20/Taha, 3): Alemler, müminler, Allaha ve talimatlarına dair sorumluluk taşıyanlar, Allaha derin saygısı olanlar için hatırlatma; min Rabb(7/A’raf, 69): Rab olan Allahın hatırlatması; r-Rahman(21/Enbiya, 36): Çok merhametli olan Allahın hatırlatması; Tezkira(20/Taha, 3): Uyarı ve hatırlatma; fe-men şa’ettehaze ila Rabbihi sebil(76/İnsan, 29): Rabbine giden yolda olmak isteyenler için hatırlatma; Zi’z-zikr(38/Sad, 1): Şan-şeref kaynağı… (3) C. Kur’ana Muhatabiyet: Hayat kitabımız, temel rehberimiz, yoldaşımız, varoluş dayanağımız, doygunluk ve dinginlik reçetemiz, medeniyetimizin temel direği, yürüyüş metodumuz ve gaye kılavuzumuz… Lafız, mana ve maksat insicamının harikulade bütünleştiği ve muhtevasındaki mesaj ve talimatlarını aktarırken rahmet ve hikmeti de ihmal etmeyen 15
alternatifsiz kelam şaheseri… İnzaliyle asırların yönünü değiştirmiş inkılap mihrakı… Sağlam burhanlarıyla adalet, hikmet, denge, onur ve rahmet iksiri… Dibine/derinliğine inilmesi, ufkuna erişilmesi zor hakikatleri seslendiren, İlahi kabullerle içten bağlantılı hayatı anlamlı kılan, İlahi rehberliğe sevk eden, insanın iç-dış arayışlarına kafi cevaplar sunan, doğru-iyi-güzel-yararlı-gerçek olanlara kanalize eden, hikmetlerle, ulvi derslerle yüklü ilahi ikram… Karanlıkları aydınlatan, aydınlıkları da sürekli kılan en müessir lisan… Hakikatin esaslı fihristesi, nizam-ı alemin çizelgesi, Allahın hayata ve zamana, tarihe ve insana ilahi müdahalesi, sapasağlam bildirgesi… İlahi talim ve terbiye müfredatı… Hikmetin anlamlı ve değerli reçetesi… Hayatın ihyası için olmazsa olmaz referans… Ruhla bedenin, akılla kalbin hassas muvazenesi, muhteşem bir hayat dinamizmi ve felsefesi… Evrensel manada insanlığın iç-dış dünyalarını/enfus ve afakını, imkan ve kabiliyetlerini ıslah, imar ve inşa için; ilahi irşada davet için, hidayet, rahmet ve hikmet rehberi olarak indirilmiş; mana ve maksatlarının anlaşılıp hayata aktarılmak suretiyle çok boyutlu huzur ve emniyetler tattıran İlahi armağan. Hayatın, zamanın, tarihin muhatabı ve muarızı olan insanoğluna, kendini kendinden daha iyi bilen, düşünen ve seven mutlak bir otorite tarafından inzal/ikram edilmiş, sarıp kuşatan şifa reçetesi, kurtuluş vesilesi, kutsi teklif. Çok boyutlu muciz ve mu’ciz kelam… Kur’an, nüzulünden beri hakkında sayısız eserin yazıldığı, sürekli gündemde tutulmaya çalışılan, hayretamiz derinlikleri, boyutları ve incelikleri, dilsel, tarihsel, anlamsal, gai birçok boyutlarıyla te’vil ve tefsirlere yansıtılmış, muazzam bir müktesebata konu olmuş İlahi bir lütuf. Sadece Ulumu’l-Kur'an ve Usulu’t-Tefsir disiplinleriyle ilgili bütüncül veya müstakil eserlerle mahdut değil; devletlere yasa, eşkıyaya irşad, cühelaya ilim, üdebaya ilham, zalime ihtar, müminin ve müslimine hüccet ve hayat referansı olmuş rahmani bir ikram… Kur’an, dilsel, tarihsel veriler yardımıyla ve içinde yaşanılan şartlara ve aktüaliteye uygun olarak açık ve anlaşılır kılınmaya, hayata aktarılmaya, tevil, tefsir ve tatbik edilmeye çalışılmış ve çalışılan İlahi bir armağan. Ama şu da var ki her bir tevil ve tefsirin kendine has artıları, özellikleri ve önemi olsa da nihai noktada asla hiçbir tevil ve tefsir, ‘tevil ve tefsirlerin sonu ve tamamı’ olma, başka tefsir telifine gerek bıraktırmama gibi bir özelliğe sahip olamayacaktır. Çünkü Kur’anın en iyi ve çarpıcı müfessirlerinden biri de zamandır ve 16
değişen, dönüşen, her bir periyodunda farklı atmosferlere bürünen hayatta Kur’an sürekli bir şeyler söyleyecek, onun anlam ve yorum dünyası hayatın muhtelif an ve alanlarında yaşayan, yaşayacak olan insanlara farklı şekillerde yansıyacaktır. Öncekilerin üzerine bir şeyler eklenecek, kendine has usulü, ulumu ve fununu çerçevesinde hep insanlarla Kur’an arasındaki hemhaliyet bağı kurulmaya ve geliştirilmeye çalışılacak ve bu kıyamete dek böyle sürüp gidecektir… Kur’an, her şeyden önce Allahın kelamıdır. Yani bizzat kelamında hayatın farklı gerçeklik, durum ve meselelerinde bazen tabii varlıklar ve olaylar, bazen ameli bir hüküm, bazen tarihi bir kıssa vs. birçok farklı bağlamlarda isim, sıfat ve fiilleriyle kendisini talim ve tarif eden Allahın… Evet, Kur’ana muhatabiyet hususunda Allahın, kendi talim ve tarifleriyle bilinmesi ve ona bu minvalde yaklaşılması istifademizi daha da artıracaktır. Daha sonra yine bu anlamda önemi haiz olan ve ondan istifademizi olması gerektiği çizgide sağlamamızı tayin eden başka bir husus var ki o da Kur’anı, sahibi olan ve az önce isim, fiil ve sıfatları sıralandığı, yani Allahın tanıttığı gibi tanımak; Kur’an kendinde hangi isim ve sıfatlarla nasıl ortaya konuluyorsa öyle tanımaktır. Evet, Kur’anı, önce kendisini tanıttığı gibi tanımak; sürekli değişen, sabit kalmayan konjonktürel şartlarla bağlı/saplı olarak onu okumayı, anlamayı, hele de anlamlandırmayı bir kenara bırakmak gerek. Zeminsiz ve usulsüz bakış ve yaklaşımlarla ondan gerektiği gibi istifade edilemeyeceğini, aksi zannedilse de bu tür okuma ve anlamalarla Kur’andan sağlıklı olarak yararlanılamayacağını, sözde yol-yordamlarla Kur’anın anlam, muhteva ve makasıt dünyasına dair bir giriş yapılamayacağını bilmek gerekir… Ayrıca Kur’anın farklı biçimlerde, farklı yol ve yöntemlerle anlaşılmaya ve yorumlanmaya çalışıldığı, farklı usul arayışlarının denendiği bir ortamda birtakım ilke ve esaslar çerçevesinde onlardan elbette istifade etmeli ama birtakım zaruretlerden dolayı usul ve yaklaşım biçimleri geliştirilmeye çalışılacaksa eski-yeni elzem ilkelerin farkındalığında ve ölçüsünde, sağlam ve sağlıklı esaslar üzerinden oluşturulmalıdır. Ve özellikle de bilgi ve yöntemler, eski veya yeni olduğu için değil tahkik süzgecinden geçirilerek, Kur’anın kavramsal dünyasına, muhteva özelliğine, dilsel ve tarihsel
17
argümanların gerçekliğine uygunluğu göz önünde tutularak kabule layık görülmeli; söylenenlerin kabul veya reddi noktasında ihtiyatlı olunmalı ve değerlendirirken de kendine has ulum ve usul zemini üzerinden değerlendirilmeli… D. Okuma Biçimleri: Yeri gelmişken Kur’ana başlıca yaklaşım tarzlarından da bahsedelim. Kur’anı anlama ve yorumlama noktasında diğer bazı yaklaşımlar da söz konusu olmakla birlikte daha çok şu birkaç yolla anlaşılmaya ve yorumlanmaya çalışıldığını, hala doğal olarak çalışmaların bu sistemler üzerinden yapılmakta olduğunu görürüz: a. Analitik, yani Kur’anı en küçük parçalara ayırarak harflerden edatlara, kelimelere, ibarelere, cümlelere ve pasajlara giderek en ince ayrıntılarını açık hale getirmeye/çözümlemeye dayalı okuma tarzları. Literal, filolojik cüz’iyyata ve tarihsel argümanlarla zenginleştirmeye dayalı çalışmalar olup klasik yaklaşım ekseriyetle böyledir, bugün de en temel ve yaygın olan anlama, yorumlama ve okuma biçimlerinden biridir. b. Daha sonra kendi içinde temel-detay bütünlükler kurularak Kur’anın hangi konuyla ilgili ne dediğini ve konuyla ilgili bütünsel yaklaşımını tespit etmek için konulu tarzda okumalar ki geçmişte de benzer yaklaşımlar ve çalışmalar mevcutsa da daha yaygın ve sistematik olarak kullanımı sonraki dönemlere ait olup bugünkü Kur’an çalışmaları ekseriyet itibariyle bu özelliktedir. Bunda belirlenmiş konuya dair doğrudan-dolaylı ilgili ayetler ilk nüzul seyrine göre tespit edilir. O ayetlerle ilgili nüzul sebepleri ve ortam bilgileri verilir, diğer İslami ve duruma göre sosyal, psikolojik, felsefi, iktisadi, fenni, tarihi vs ilimlerle ilgili toplanan veriler karşılaştırmalı veya tamamlayıcı bir katkı olarak yararlanılıp bol bibliyografya eşliğinde bir sistematiğe kavuşturulur. Kavram ise ayrıca toplu lügat bilgileri, Kur’an bütünlüğündeki ve tefsirlerdeki yeri tespit edilir, benzer-müteradif-zıt kavramlar açıklanıp karşılaştırmalar yapılır…
18
c. Kur’anın birey ve toplumdaki etkisini açık ve anlaşılır hale getirmek ve Kur’ani inşanın bir süreç içerisinde gerçekleştiği ve bunun her zaman, zemin ve şartlarda söz konusu olabileceği, bireysel ve toplumsal hayatın Kur’anileşmesi/Kur’anla uyumlu hale gelmesi için elzem ve zaruri olduğu düşünülerek, önceden belirlenmiş ya da üzerinde çalışılarak tespit edilmiş ayet ve surelerin nüzul sırasına göre-bu arada siret ve cahiliye dönemi başta olmak üzere diğer ulum ve usul disiplinleri, ilgili görülen diğer ilimlerden de istifa ederekanlaşılıp yorumlanması amacına yönelik okumalar… Önce İzzet Derveze ile başlayıp bilahare yaygınlaşan ve örneği az olmayan meal, tefsiri meal ve tefsir yöntemlerinden birini oluşturur. Biçimsel yöntemler haricinde, ayrıca modern dönemlerde pozitivizmin ve onun doğal neticesi olan salt akılcılık, bilimcilik gibi hakim paradigma ve konjonktürel oluşumların etkisindeki zihinsel algılarla Kur’anın amaç ve mesajlarına yoğunlaşmaya; keza Kur’aniliği tartışmaya açık örnekler barındırmakla ve münker yaklaşımlarla beraber anlam ve yorumların daha bir yerine oturması, daha bir mantıki tutarlılık sergilemesi gibi bol artıları da havi semantik, tarihselci, modernist, edebi, rasyonel, realist, psikolojik, sosyolojik… Bilimsel, romantik okumalar, anlama ve yorumlamalar. Her birinin kendine has yöntem, çizgi ve uygulama biçimleri olup, kısmen önemli, değerli ve gerekli bilgi, yaklaşım ve yorumlar da barındıran ve ayrıca önceki 3 temel okuma-anlama-yorumlama yöntemlerinden biriyle sistematize edilen-ki konusal metod ağırlıklıdır-okuma, anlama ve yorumlama yöntemleri mevcuttur. Bu farklı okuma tarzlarının hangisi tercih edilirse edilsin şu hususlar asla göz ardı edilmemeli. Okumanın öncelikle şahsın kendi içindeki anlama ve algılama biçimine, ayrıca iç-dış ortam ve şartlara göre biçimlendiği gerçekliğinden hareketle farklı anlamaların vuku bulduğu/bulacağı ve yöntemden çok kişisel yaklaşımların da başat rol oynadığı/oynayacağı söz konusudur. Kur’ana muhatap olan kimselerin muhatabiyet noktasındaki niyet ve amacıyla oluşacak olan yaklaşım tarzlarının 19
sağlıklı ve Kur’ani mantık örgüsüyle bağlantılı ilmi ilkelerle de uyumlu olması gereklidir. Entelektüel fantezi, yüceltme ve tebcil yarışı, entelektüel yer edinme kaygısı, ses ve fonetik ayar provaları, orijinal ve bilinmeyen keşiflerle ‘Kur’an superman’liği, insanları x’lerden kurtarmak… gibi hayali ve apsürt niyetlerle okunduğu ve birilerince su-i istimale, nemalanma malzemesi edinilmeye açık hale getirildiği için sağlıklı ve sağlam bir temel üzerinden Kur’ana yaklaşmanın lüzumu gereği birtakım zaruri ilkelerden bahsedilmelidir. Kur’an, nüzülünden günümüze tarih boyunca hep hayatın içinde ve temel belirleyici özne olması için, farklı özellik ve boyutlarıyla sürekli gündemde tutulmaya ve bunun için de belirli esas ve ilkeleriyle, zamansal gereksinimlerle ortaya çıkmış kendine has ulum ve usul ölçüleri dahilinde ve istikametinde anlaşılmaya çalışılmıştır. İnsanların Kur’anla yeniden hayat bulması/hayatlanması, hayata Kur’ani değerlerin, ilke, esas ve prensiplerinin hakim kılınması için nice terler, nice kanlar akıtılmış, nice inci-mercanlar devşirilmiştir. Müktesebat olarak da muazzam, muhteşem ve gani bir menba’ oluşmuş, bu müktesebat adeta gürül gürül akan nehirlere, onlar da okyanuslara dönüşmüş… Doğudan, batıdan, güneyden, kuzeyden nice cins beyin ve yürekler Kur’anın derinliklerine dalıp hayretamiz esrarını sunarken, niceleri de kanlarını akıtarak veya başka ağır bedeller ödeyerek Allahın nizamı olan Kur’anı ve mesajlarını ulaşabildikleri her tarafa ulaştırmışlar, en uzak diyarlara Kur’anı ve Kur’ani nizam ve değerleri taşımışlardır. Sapmalar, yalpalamalar, inhiraflar, yanılgılar, zikzaklar olmuşsa da ve dahi olmaya devam edecek gibi görünse de tarih boyunca Kur’ana dair sadece ilmi, teorik ve kitabi anlamda değil, idari, siyasi, hukuki, iktisadi, fenni, psikolojik, sosyolojik, düşünsel, edebi, medeni, kültürel, sanatsal vs. hayatın her alanına dair etkin, verimli, çarpıcı, kuşatıcı, derinlikli ve geniş boyutlu çalışmalar eşliğinde kural ve kaideleri, usul ve esasları, ilim ve fenleriyle büyük ölçüde tespit edilmiştir. Yakın zamanlarda da tüm teknik-teknolojik, medyatik, siyasi, ideolojik vs. engellemelere, dayatmalara rağmen birçok badireler atlatılmış ve ‘İnsanlığın huzuru’ diye sözde alternatif olarak sunulan ideolojilerin ve doktrinlerin denenip fos çıktığı ve felaketler, acı, kan ve gözyaşları saçtığı da görülerek, birçok ağır bedeller ödenerek, 20
büyük mücadelelerden geçilerek önce Allahın yardımı ve sonra Kur’anın gönüllü çilekeş neferlerinin himmet ve gayretleriyle tekrar gündeme damgasını vurmaya başlamıştır. Gündemi oluşturmada ve belirlemede yoğun bir şekilde tekrar rağbete mazhar olmaya ve ‘temerküz merkezi’ olarak kabul edilmeye layık olduğu fark edilen Kur’ana insanların akın ettiği günümüzde, geçmiş dönemlerle kıyaslanamayacak kadar serbestiyetin ve hürriyetin olduğu bir ortamda gayret ve enerjimizi sarf etmeye devam etmeliyiz. Zira daha yapılacak çok şey var… Tüm il ve ilçelerde herkese açık Kur’an kültür merkezleri kurulmalı, herkese açık kütüphaneler oluşturulmalı, içerik olarak dopdolu, zengin bilgi ve fikir alternatifleri sunan yönlendirici TV’ler kurulmalı, yerine göre az-çok olsa da birikimli ve bilinçli rehberler yetiştirilip memleketin ve dünyanın dört bir tarafına gönderilmeli ve Kur’anın, insanlığın yüzünü güldürmede en ideal alternatif olduğu tüm dünyaya duyurulmalı… Bu sorumluluğa ve meşgale önceliklerine sahip olan Müslüman aydınların Kur’anı insanımıza ve toplumumuza sağlam bilgi ve bilinç esaslarıyla anlatmak, Kur’anla insan ve toplum adaptasyonunu sağlamak gibi bir sorumluluğu olduğunu; bunun için de Kur’anın: Kur’an, sahih sünnet, akl-ı selim, insanların psiko-sosyal yapıları ve buna dair gözlemler, ahlaklı ve ihlaslı istikamet, ciddiyet ve samimiyet, usullü, delilli ve tenkidi-tahkiki ilm-ü irfan, dengeli ve sağlam muhakeme, doğru ve gerçek tarihsel bilgiler, derinlikli tefekkürler ışığında anlaşılıp yorumlanması, bu elzemiyat doğrultusunda ilgili hakikatlerin pratik hayatla bağlantısı kurulması için bilinçli ve müessir bir dil ve üslupla anlatılması, sağlam bir usul altyapısı ve bilinciyle teorik ve pratiğin birleştirilmesi gerek. E. Kur’ana Sahih Yaklaşımın Parametreleri: Kur’anı anlamak söz konusu edildiğinde öncelikle Kur’anın Allah kelamı olduğunu, beşeri telif ve terkiplerden üslup, içerik, gayeler vs. birçok açıdan farklı olduğunu, ne gibi isim ve sıfatlarla tanıtıldığını, hangi konuyu veya meseleyi kendi konusal ve gayesel bütünlüğü içinde nasıl ele aldığını, hangi ortamlarda ve ne gibi sebeplere binaen inzal olduğunu vs. söz konusu etmek gerekir. Daha sonra ilk muhatabı, tebliğ, tebyin ve tavzih edicisi olan Resulullahın(s.) nasıl anladığını, anlattığını ve anlamaktan maksat olarak nasıl bir ahlak ve 21
hayat tarzı edindiğini ve nasıl yaşanılır kıldığını; inzaline ve inzal esbap ve gayelerine hayatlarının içinde bizzat şahit olan ashabın tefhim ve uygulamalarını ve sonraki zamanlara ait doğru anlam ve yorumun tarihsel seyrini değerlendirmeyi, zaman içinde doğal olarak oluşup gelişmiş kendine has ulumunu, usulünü tetkik etmeyi ve bu hususların gerekli kıldığı temel ve detay ilke ve esaslar manzumesini, sağlam ve güvenilir dilsel ve tarihsel argümanları sağlıklı biçimde kullanmayı da söz konusu etmek gerekir. Ve tabii ki Kur’ana öncelikle şahsi dünyasında muhatap olan ve bunun hakkını vermenin ilkelerini, sağlıklı, doğru ve etkin anlamayı sağlayacak olan bakış ve yaklaşımların vazgeçilmez prensiplerini, anlamın/anlamanın dilsel ve tarihsel imkanlarını göz önünde bulundurmayı da... Kur’anın anlamıyla kişisel olarak sağlıklı ve verimli bir diyalog kurmak için bazı levazımatı maddeler halinde sunmak gerekirse şunlar söylenebilir: . İstiaze bilinciyle okumak; zihnen, ruhen, aklen, hissen açık ve hazır bir halet-i ruhiye ile Kur’ana yaklaşmak; . Kur’an niçin indirilmişse onun için okumak; şahsi, mezhebi, grupsal düşünce, doktrin ve bakışları teyit etmek, alakalı-alakasız veri yetiştirmek için değil öncelikle Kur’anda bildirilen okuma amaç ve hedefleriyle ilgili ilke, esas ve prensipleri bakış metodu edinmek; şartlanmışlıktan ve önyargılardan uzak bir idrak ile okumaya, anlayıp kavramaya, derinlemesine tefekküre gayret etmek; . Parçacı değil bütüncül yaklaşım esas almak; kavramları, konuları önce Kur’andaki bütünlük/Kur’ani bütünlük içinde anlamaya gayret etmek; . Resulullahın(s.) sahih ve mütevatir sözlü, fiili ve tatbiki tevil ve tefsirlerini öncelemek ve anlayış, algılayış, kavrayış ve anlamlandırmalarımızın bunlara uygunluğunu test etmek, varsa aykırılıkları izale etmek; . Bizzat şahit, muhatap ve muarız oldukları muhtelif sebeplerle inzal edilen Kur’ana ve bunun hayata dönüşmüş örneği olan ve sürekli muhatap oldukları Resulullahın sünnetine vukufiyetiyle bilinen ashaba 22
dair tevil, tefsir ve tatbik örneklerinden istifade etmek; onlara yakın nesillerin tevil ve tefsirlerini sonraki dönemlere öncelemek ve ilk dönem alim, arif ve önderlerinin Kur’aniliğini tespit etmeye çalışmak; . Kur’ana ciddi ve samimi, içli ve duyarlı yaklaşmak; kendimizi doğrudan muhatap kabul ederek-her ne kadar doğrudan muhatabı değilse de üzerine alınarak- ‘Bana söylüyor’ farkındalığında olmak; . Kur’anı, hayatımızın ve hayatımızı oluşturan an ve alanlarımızın temel referansı ve merkezi değerler kaynağı olduğunu unutmamak, unutmamakla kalmayıp buna muvafık tavır ve duruşlara, söz ve icraatlara sahip olmaya çalışmak; Okumanın anlamak ve kavramak, bunun da uygulamak için olduğunu, hem zihniyet ve hem de hayat tarzı edinmek için inzal edildiğinin bilincinde olmak; . Üzerinde sindire sindire, hazmede hazmede içselleştirmeye çalışmak; . Periyodik dersler halinde programlı, düzenli ve toplu olarak sohbet halinde okumak; . Tarihsel, dilsel ve anlamsal ulum ve usul gerçekliğine uygun bir zeminde hareket etmek; özellikle de sünnet bilgi ve bilinciyle, Asr-ı Saadet döneminin öncesi, esnası ve sonrasındaki çok boyutlu gerçeklikler eşliğinde ve farkındalığında okumak; . Asla geçmiş yorumlardan uzak kalmamak; ‘Ne varsa hepsine eyvallah, bu işi onlar bilir, zaten ne gerekse söylemişler’ gibi asla doğru ve gerçekçi olmayan bir mantıkla toptan kabul etme taklitçiliğine ve kolaycılığına rağbet etmemek veya aksine ‘Onlar eskide kaldı, söylediklerinin şimdiye bir şey katması mümkün değil’ düşüncesiyle en az önceki kadar yanlış olan bir tavırla geçmişi tamamen süpürmenin de bizleri hatalarla ve tahriflerle karşı karşıya getireceğini, bunun gereksiz zaman sarfiyatına ve hatta tahmin bile edilemez risklere sürükleyeceğini bilip benimsemek; mümkünse tahkik ve analitik bakış süzgeci sürekli faal kılınarak okumak; eskilerin de insan olup orijinal ve harika çalışmalar ortaya koydukları gibi hatalı ve delilsiz-mesnetsiz yorumlar yapmış olabileceklerini, yanlış referanslardan ve/veya yanlış, eksik bilgilerden hareket etmiş olabileceklerini, referanslar doğru da olsa yanlış kullanmış 23
olabileceklerini, en nihayet onların da yaşadıkları çağın insanı olup Kur’anın her çağa söyleyeceklerinin olduğunu, daha kim bilir ne yaklaşım ve yöntemlerle hangi orijinalliklerini kimlerin elinden sunacağını unutmamak; . Metinle yorum arasını ayırmak ve bunun, mühim olmazsa olmaz çok temel bir husus olduğunu kabul edip yorumların sonuçta beşeri tevil ve tefsirler olduğunu bilmek; . Bilgileri, yorumları, okurken veya düşünürken zihne doğan çağrışımları, anlamcıkları, ince nükteleri not etmek, gerektiğinde bilenlerle müzakere edebilmek; . Kur’an ayetlerinin hayattaki farklı karşılıklarını ve izdüşümlerini görmeye, hayatın içinde(n) anlamaya ve Kur’anın nabzını hayatla beraber tutmaya gayret etmek; . İsrailiyyat, fezail ve mevzuat gibi riskli hususlarda dikkatli ve ihtiyatlı olmak; tamamen olmasa da bunlarla ve başka tahrif, sapma, yanılgı sebebi diğer referans, yaklaşım ve yorumlardan uzak durmak; . Gereksiz ayrıntılardan kaçınmak ve bunlarda boğulmamak; temeldetay/asli-fer’i, ehem-mühim, elzem-lazım fıkhına sahip olmak; temel mesaj, muhteva ve maksatlarını ayrıntılarla flu hale getirmemek; . Dinamik ve aktif bir bilinçle okuma-anlama-yaşama-açıklamayorumlama sürecinde Kur’an atmosferinde bir iç-dış haleti edinmeye ve bunu koruyup geliştirmeye çalışmak; . Modern dünyanın gerçekliklerine vakıf olmak ama asla duruşumuzu modern dünyanın değerleriyle, konjonktürel gereksinimleriyle belirleme hatasına düşmemek; gündemi geçmişin gücünden alınan birikimle bugünün, şimdinin farkındalığında Kur’anla belirlemeye çalışmak; . Sürekli ve canlı bir zihin-ruh eşliğinde okumaya gayret etmek… Bunlar ve sair metin içi-metin dışı ilke ve esaslarla sağlama alınmış bir ‘Vahy-akl-hayat’ birlikteliği ve insicamı kurmak. Zira birbirinin olmazsa olmaz mütemmimi, mahiyet ve işleyiş özelliği farklı da olsa kaynak ortaklığı gereği çelişik olması asla söz konusu edilemeyecek iki ayrı imkan kaynağı olan ve hayatla buluşturmak için olmazsa 24
olmaz iki değer olan vahy-akl beraberliğini sıkı tutmak. Vahiysiz akıl sarhoş ya da serseri, akılsız vahiy ise potansiyel ama değerlendirilemediği için fayda vermeyen, sahibine katkı-fayda sağlamayan, biri diğersiz düşünülemeyecek iki temel referans. Ve ikisinin sağlam bilgi ve yöntemlerle beraber işletilmediği bir hayat, müslümanca olamaz; o hayat, hayat da olmaz. Kur’anı hayatına rehber edinen; imanı, kulluğu, ahlakı, zihniyet ve hayat tarzını Kur’an rehberliğinde akort eden, Resulullahın ‘İnsanlar içinde ehlullah vardır. Bunlar Kur’an ehlidir ve Allah onları kendisi için seçmiştir’ diye doyumsuz bir tatla müjdelediği o bahtiyar Kur’an ehlinden kimseler olmak dileğiyle! Dipnotlar: 1. 2/Bakara, 185; 4/Nisa, 82; 5/Maide, 101; 6/En’am, 19; 7/A’raf, 204; 9/Tevbe, 111; 10/Yunus, 15, 37, 61; 12/Yusuf, 2, 3; 13/Ra’d, 31; 15/Hicr, 1, 87, 91, 98; 16/Nahl, 98; 17/İsra, 9, 41, 45, 46, 60, 78 (iki defa), 82, 88, 89, 106; 18/Kehf, 54; 20/Taha, 2, 113, 114; 25/Furkan, 30, 32; 27/Neml, 1, 6, 76, 92; 28/Kasas, 85; 30/Rum, 58; 34/Sebe, 31; 36/Yasin, 2, 69; 38/Sad, 1; 39/Zumer, 27, 28; 41/Fussilet, 3, 26, 44; 42/Şura, 7; 43/Zuhruf, 3, 31; 46/Ahkaf, 29; 47/Muhammed, 24; 50/Kaf, 1, 45; 54/Kamer, 17, 22, 32, 40; 55/Rahman, 2; 56/Vakı’a, 77; 59/Haşr, 21; 72/Cin, 1; 73/Muzzemmil, 4, 20; 76/İnsan, 23; 84/İnşikak, 21; 85/Buruc, 21 2. Kur’an Kur’anı Tanımlıyor, Muhammed ÇELİK, Şule yay./Kur’an Nedir, Ahmet Nedim SERİNSU, Şule yay./Kur’ana Göre Kur’an, Zülfikar DURMUŞ, Rağbet yay. ve diğer müstakil çalışma veya ansiklopedik maddeler 3. Karşılaştırma ve Kur’an pasajlarında yerini gösterme amacıyla bu yöntemi diğer bazı dipnotlarda da vereceğiz. Nüzul sıralı olarak Kur’an pasajlarında Kur’an: Vahiy: 73/Müzemmil, 5; 85/Buruc, 15-21; 53/Necm, 1-118; 75/Kıyame, 16-19; 25/Furkan, 32; 20/Taha, 114; 26/Şu’ara, 192-195, 210-212; 28/Kasas, 3032, 51; 17/İsra, 85; 10/Yunus, 15-16; 6/En’am, 91, 93; 40/Mu’min, 15; 42/Şura, 1-3, 51; 16/Nahl, 102-103; 69/Hakka, 44-47; 22/Hac, 52-54. Genel Olarak Kur’an ve Hz. Peygambere İndirilişi: 87/A’la, 6-8; 97/Kadr, 1-3; 7/A’raf, 1-3; 36/Yasin, 5-6, 69-70; 25/Furkan, 1-2, 4-6; 26/Şu’ara, 1-2; 27/Neml, 6; 17/İsra, 105-107; 10/Yunus, 15-16, 37-40; 11/Hud, 13-14; 15/Hicr, 87, 9; 6/En’am, 114, 155-157; 39/Zümer, 1-2, 41; 40/Mu’min, 1-2, 53; 42/Şura, 52-53, 7; 43/Zuhruf, 43-44; 45/Casiye, 1-2; 46/Ahkaf, 1-2, 10; 18/Kehf, 1-4; 16/Nahl, 89; 14/İbrahim, 1-2; 32/Secde, 1-3; 52/Tur, 33-34; 29/Ankebut, 47-49; 2/Bakara, 25
23-24, 97-98; 57/Hadid, 9; 13/Ra’d, 1; 55/Rahman, 1-2; 76/İnsan, 23. Kur’anın Kendinden Önceki Kitaplarla Bağlantısı: 87/A’la, 18-19; 7/A’raf, 157; 35/Fatır, 31; 26/Şu’ara, 196-197; 10/Yunus, 37; 12/Yusuf, 111; 41/Fussilet, 43; 46/Ahkaf, 10, 12; 29/Ankebut, 48; 3/Al-i İmran, 3-4; 5/Maide, 48. Kur’anın Nitelikleri: 68/Kalem, 52; 74Müddessir, 54-55; 85/Buruc, 25-28; 80/Abese, 13-16; 86/Tarık, 11-14; 54/Kamer, 17, 22, 32, 40; 38/Sad, 29, 67-68, 87-88; 7/A’raf, 203-204, 52; 25/Furkan, 32; 19/Meryem, 97; 20/Taha, 1-4, 113; 56/Vakı’a, 7582; 26/Şu’ara, 198-199; 27/Neml, 1-3, 76-77; 17/İsra, 81-82, 88-89, 9-10; 10/Yunus, 57-58; 11/Hud, 1-2; 12/Yusuf, 2; 6/En’am, 105, 55, 92; 31/Lokman, 1-3; 39/Zümer, 23, 28; 41/Fussilet, 1-5, 41-44; 42/Şura, 17; 43/Zuhruf, 1-3; 44/Duhan, 1-7, 58-59; 45/Casiye, 11, 20; 46/Ahkaf, 12; 18/Kehf, 1-4, 54; 14/İbrahim, 52; 21/Enbiya, 10, 50; 69/Hakka, 38-43, 48-52; 30/Rum, 58; 2/Bakara, 1-2; 3/Al-i İmran, 138, 7; 4/Nisa, 174, 82; 13/Ra’d, 37; 59/Haşr, 21; 24/Nur, 1, 34, 46; 22/Hac, 16; 9/Tevbe, 124-125. Nesh: 16/Nahl, 101; 2/Bakara, 106-108. bkz. Sistematik Kur’an Fihristi, İlhami GÜLER-Ömer ÖZSOY, Fecr yay. s. 207-211 ve 216-234.
26
KUR’AN-I KERİM’İ ANLAMADA KİŞİLİK FARKLARININ ETKİSİ Zübeyir YETİK Araştırmacı-Yazar 0532 364 85 03 Kur’an’ın anlaşılmasına ilişkin sözlerimi açıklığa kavuşturabilmek için, sanırım, birkaç noktaya daha işaret etmem gerekecek. ‘Vahy’ kavramına, vahyin çeşitlerine ve farklı veçhelerine… İlk belirtmem gereken nokta, Kur’an-ı Kerim’in bir ‘vahy mecmuası’ olduğudur. İkincisi ise, tüm yaratılmış-en azından bizim boyutumuzda yaratılmış-bulunan varlıkların da birer ‘vahy’ ürünü olduğu, haliyle de “bizim de içinde bulunduğumuz âlem"in dahi, yine bir “vahy mecmuası” durumunda olduğu gerçeği… Bizim yaşadığımız boyuttaki yaratmanın/yaratılmanın ‘ol!’ buyruğuna bağlı olduğunu, ‘kelam’ vasıtasıyla/vesilesiyle gerçekleştiğini hatırlarsak, âlemimizin özünün, ana özelliğinin ‘vahy’ olduğu, her şeyin ve her bir şeyin tamamıyla ‘vahy’den ve vahyin idrakinden, vahye ittibadan/bağlanımdan ibaret olduğu sonucuna varırız. Bu yaklaşım, bugün için dünyada genel kabul gören ‘enerji’ ve ‘enerji dönüşümü’, varoluşun enerji dönüşümüyle gerçekleştiği savına karşı/karşıt bir argümandır. Belki şu aşamada işaret etmek için erken olsa da açıklamalarımı belli bir temele oturtmak için belirtmeliyim ki, ‘enerji’ ve ‘enerji dönüşümü’ anlayışı, Vahdeti Vücut inancından-diyelim kiçıkarsanmamış olsa bile, onunla örtüşen bir savdır. Var etmenin Vahy/Kelam/Bilgi bağlamlı olduğuna ilişkin, benim de ileri sürdüğüm argüman ise doğrudan doğruya Nebevi inanca dayanmaktadır. Bu her iki yaklaşım da Ontoloji Bilimi çerçevesinde ve çevrelerinde kabul gören ve tartışma konusu yapılan görüşlerdir. (‘Enerji Dönüşümü’ ve ‘Bilgi Aktarımı’ bağlamında olarak) Varoluşun (yaratılışın) kökeni, özü, kendisi olan ‘vahy’ olgusunun “insan”ın algısıyla, yaşamıyla bağlantısına/ilişkisine baktığımızda “vahy”in çeşitlendiğini ve farklı veçhelere büründüğünü görürüz. Şöylece sıralamaya çalışayım:
27
1. ‘Beşer’in yaratılması… Bu, bizim âlemimizdeki diğer canlı ve cansız tüm varlıklar için de söz konusu olan ‘Tekvinî vahy’in ‘şey’e geçişimi/intikalidir. Çünkü yaratılmış olan bu “Beşer”in diğerlerinden ayrı bir özelliği yoktur. 2. ‘Beşer’in Yeryüzü halifeliği için hazırlanması… İsimler öğretilerek ve ruh üflenerek, Âdem kılınması… Bu, ‘Rahmanî Vahy’dir. 3. ‘Yasak Ağaç’tan tatması için Şeytan tarafından yönlendirilmesi… ‘Şeytanî Vahy’e muhatap olma olayı… 4. Bedenini fark edince çıplaklığını örtmek/gizlemek için Cennet yapraklarına yönelmesi… Akletme olayının gerçekleşmesi… Akletme yeteneğini hareket geçiren Cennet yapraklarının varlıkları ile yaptıkları çağrı, hatta yönlendirme… Buna da bir mevcudiyetin yol göstericilik yapması gerekçesine dayanarak ben ‘Telkinî Vahy’ diyorum. Kimilerinde ‘Aklî Vahy’ gibi bir düşünce uyanabilirse de, bu yanlış bir yorumlama olur. Çünkü ‘fısıldayan’ akıl değildir, Cennet yapraklarıdır. Akıl/insan kendisine fısıldanılan varlıktır. Âdem bu dört türlü ‘vahy’e muhatap olmuş olarak Yeryüzü’ne gönderilir. Yaratılmışların hepsi için söz konusu olan ‘Takvinî/Oluşturucu Vahy’i-ki bu, insanın ‘mevcudiyet’idir-bir yana tutarsak, geriye kalan üç ‘vahy’ türünden Rahmanî olan insanın ‘Fıtrat’ı, Şeytanî olan insanın ‘şehvet’i, Telkinî olan ise insanın ‘hayat’ı bağlamına oturtulabilir… ‘Rahmanî Vahy’in hedefinde ‘Kulluk/Allah Rızası’, çabasında Yeryüzü’nü ‘ıslah’ vardır… ‘Şeytanî Vahy’in hedefinde ‘Sarsılmaz egemenlik, kalıcılık, meleklerden olmak’, çabasının sonucunda Yeryüzü’nü ‘ifsad’ vardır. ‘Telkinî vahy’ ise, bir ‘âlet’ konumundadır ve kişinin diğer iki vahye olan uyumları ve bağlılıkları doğrultusunda biçimlenir; deyim yerindeyse ‘tarafsız’dır. Bu dört tür/veçhe/forum içindeki vahy/vahyler âdemoğullarına hitap ederek sürekli bir biçimde işlevleşirken, insan, Yeryüzü insanı yeni bir ‘Vahy’ olgusuyla karşılaşır: Teklifî, daha özgün bir adlandırmayla Nebevî Vahy ile… Kur’an-ı Kerim, işte, son Nebi’ye iletilmiş bulunan bu Vahy’in/vahiylerin mecmuasıdır.
28
İnsan nasıl ki, yine bir Vahy/Telkinî Vahy mecmuası olan Yaryüzü’ne (Gökler, Yer ve bu ikisi arasındakilere) yönelişi sırasında ya Rahmanî veya Şeytanî vahyin yönlendirmesi doğrultusunda hareket edip, hayatı bu anlayışla algılayıp yaşıyorsa, yine bir ‘Vahy/Teklifî Vahy mecmuası’ olan Kur’an-ı Kerim’e de öylece Rahmanî veya Şeytanî vahyin yönlendirmesi doğrultusunda yaklaşır. Ve, kendi Kur’an’ını okumuş olur… İnsanların yaşına, başına, bilgisine, görgüsüne, şu ya da bu özelliğine göre Kur’an’ı anlaması konusuna gelince… Bu özellikler Rahmanî veya Şeytanî vahyin değil, ‘Telkinî vahy’in kazandırdığı kişilik farklarıdır. Telkinî Vahy ise, belirttiğimiz üzere Rahmanî veya Şeytanî olup olmama bağlamında ‘nötr’dür. Bu özellikler hem Rahmanî hem de Şeytanî vahyin yönlendirdiği kimselerde bulunur. Ve Telkinî Vahyin yapılandırdığı bu özelliklerin Nebevî Vahyi anlamadaki, kavramadaki farklılıkları konumuz değildir. Çünkü bu fark oluşturan özellikler hem Rahmanî hem de Şeytanî Vahyin yönlendirmesinde olan kimselerin hepsinde vardır. Şeytanî Vahyin özellikleri üzerinde ayrıca durmak, belki de, konunun daha açıklığa kavuşması için çok yararlı olabilirdi. Hatta belki de bunda zorunluluk bile görülebilir. Şu var ki, yazı içinde birer cümle ile de olsa değinilen Rahmanî Vahyin ve Şeytan Vahyin hedefleri ve çabaları, bir de ontolojik iki görüşe ilişkin olarak sözünü ettiğim ‘enerji dönüşümü’ ve ‘bilgi aktarımı’ vurgusu hatırlanırsa, bu zaruret de aslında ortadan kalkmış olur diye düşünüyorum… Bununla birlikte, inşallah, şu yorgunluğu üzerimden atıp da biraz toparlanabilirsem o konuyu da ayrıca ele almaya çalışacağım… Ele alınacak konular birikti birikmesine de, dua buyurun da Rabbim muhtaç olduğum afiyeti bana lütfetsin… Selam, sevgi, dua…
29
MEALİN ANLAM KARŞILIĞI Ayşe ŞENER ‘Ünvansız’/İstanbul 0539 424 98 83 Meali anlamak için yola çıkmadan önce çeviri kelimesinin tam olarak ne anlama geldiği üzerinde durmalıyız. Çeviri (tercüme); kaynak dilde yazılmış olan bir metnin amaç dilin metnine çevrilmesidir. Çeviride bir yandan kaynak metnin çözümlemesine gidilirken, bir yandan da ortaya çıkan anlamı amaç dilde karşılayan en uygun metin oluşturulur. Bir metnin içinden anlamı zedelemeden çekebilmek ve o anlamın kaynak dildeki etkisini benzeriyle amaç dilde yeniden oluşturabilmek o çevirinin olgunluğunu gösterir. Ancak bir çevirinin mükemmelliğini zorlayan nedenler vardır. Sözgelimi dillerin yapısal farklılığı ile toplumların tarihsel zeminlerinin; sosyal yapılarının, dünya görüşlerinin, kültürlerinin ve edebi zevklerinin farklılığı gibi konuların çeviriyi zorlayan konulardan bazıları olduğu bilinir. Özellikle kaynak dilin karşılığı olan kültürün belirgin şekilde öne çıkmış olması, her hangi bir kavramın diğer dilde karşılık bulamaması, o kültüre özgü deyişler, o dile ait biçimsel farklılıklar, dil oyunları, uyak-ses yapıları, o topluma has anlayışlar ve hatta mizah anlayışına varıncaya dek karşılaşılacak birçok durum her çeviride yaşanabilen zorluklardır/müşkül taraflardır. Üstelik bir de çevrilmesi düşünülen metin kendine özgü ve edebi üstünlüğü olan bir metinse çevirinin daha da zorlaşacağı takdir edilmelidir. Öte yandan zorluklarına rağmen çeviri gerçeği evrensel yazıtların (yapıt/yazı/eser/kitap) olmazsa olmazıdır. İnsanlığın kazanımı olacak değerde anlamlar taşımaları ve mesajlarının evrenselliği nedeniyle, çeviriyi elzem kılmada başı çekenler en çok söz konusu evrensel yapıtlardır. Çeviri tarihinin özellikle (evrensel mesaj içeren) dini metinlerin başka kültürlere aktarılma ihtiyacı ile başladığı da bilinen bir gerçektir. Bir çeviride aktarılacak olan asıl şey anlamdır ve anlamın eşdeğerliliği esastır. Fakat bu eşdeğerliliğin gerçekleştirilebilmesi için metnin biçimi ve anlamı taşımadaki işlevi göz ardı edilmemelidir. Her ne kadar gereken bütün çaba harcanmış olsa da, çevrilmiş olan hiçbir ilahi metin için ideal anlamda eşdeğerlik söz konusu olamaz. İşte bu 30
nedenle çeviri kelimesi ifade etmiş olduğu kesinlik nedeniyle tercih edilmemiş ve onun yerine meal kelimesi daha uygun bulunmuştur. Bir yanda anlamın yegâne sahibi olan Allah vardır, diğer yanda da anlamı kalbi kalıbınca sahiplenmeye ve dilini onun yüksekliğince döndürmeye çalışan insan vardır. Aradaki uzak yüceliğin karşısında yapılmakta olana-edeben-çeviri değil, meal(yakın çeviri) denmiştir. Şüphesiz meal insanın anlama yaklaşma, bunu yaparak ta Allah’a yakınlaşma çabasıdır. Bir meal; sınırlı kavrayışıyla insanın, sınırsız anlam karşısında kaldığı hayranlıkla varabildiği yere kapanması olarak değerlendirilebilir. Bütün bu ulaşılmazlığa rağmen Anlamın Yüce Efendisi (olan Allah), ilahi anlatımını insani anlayış çizgisine yakın bir göğe çekmiştir. Bu gerçeği; mesajı insana hitaben göndermiş olmasından, okumasını istediği ilk öznenin anlayış seviyesi itibariyle toplumunun en üst seviyesinde bulunan zihne sahip bir insan olmasından da anlarız. Yani Allah, anlamı kendinden çok aşağıya/aşağı seviyeye tenzil ettirmiştir. İnsan ise onu anlayarak kendinden çok yükseğe çıkacaktır. Kur’an Meali konusuna gelince, elimizde gönderildiği orijinal dilinde yazılmış esas/kaynak metin vardır. Bu orijinal metin dildaşları üzerinde bütün etkisini göstermiş bir metindir. Aynı zamanda bu metin evrensel bir misyona sahiptir. Bu misyonun bütün dünya insanlarına ulaştırılması gerekmektedir. Bu da onun bütün dünya dillerine çevrilmesi ile mümkün olur. Bu orijinal ve kutsal metnin dildaş muhatapları üzerinde uyandırmış olduğu etkinin aynısını/benzerini, çevrilen dildeki muhatapları üzerinde de uyandırması beklenir. Bu anlam kıyısında var olan etkiyi karşı dile taşıyacak köprü; erek/amaç dildir. Erek dilden en güzel biçim ve anlamda köprü inşa edecek olan da çevirmendir. Bu oldukça iddialı bir amaç olsa ve ne kadar zor da olsa gerçekleştirilmesi gereken bir iddiadır. Kuran kendine özgü kavram dünyası olan bir kitaptır. Var olan kavramlarda ya köklü bir devrim (haklı bir yıkım ve yeniden yapım) ya da var olanın çok daha güzeline, ‘en’ine ulaşma adına ıslah/düzeltme yapıp onlara yeni anlamlar yükler ve kendine özgü bir düşünce sistemi oluşturur. İnsanı ve hayatı değişimin ve dönüşümün temel ölçeklerinden kavrar/en temel parametrelerden (değişkenlerinden) kavrar ve ona kendi hayatına Allah’ın katından bakmayı öğretir. İnsan kitapla birlikte hayata üst’ünden bakmayı 31
öğrenir ve olumsuzlukların farkına vararak, hayatı kitaptaki kadar güzelleştirmeye öykünür. Böylesine büyük bir iddiası olan ilahi kitabın meali de (yakın çevirisi de) diğer kitapların çevirilerinden daha zor olacaktır. Büyük edebi eserlerin orijinalinden alınan has lezzetin çevirilerinden hiçbir zaman alınamadığını düşündüğümüzde, İlahi Kitabın mealinin de aslı kadar göksel/duru/yüksek bir tat vermeyeceği sonucuna varabiliriz. Fakat bir insan o hakikate yüreğini vermek istedikten sonra, hangi dilden ve kültürden olursa olsun, bazen kitapla aynı dili konuşanların bile ulaşamadığı kadar, anlamın ta kendisine varan bir gönül dili yakalayabilir. Kuran edebi zevki hayli yüksek bir topluma iniyorken, onların bu zevkini benzersiz bir hayranlığa cezp edecek şekilde; aynı dilde fakat kendine özgü-apayrı bir üslupla iner. Hatta gerçekliğini inkâr edenlere bir benzerini oluşturmaları konusunda meydan okur. Meydan okumayı da; mesajın eşdeğerini oluşturabilmeleri için eşit malzemeler sunarcasına bazı surelerin başlarına alfabelerinden harfleri dizerek yapar. Fakat benzeri kendi dilinde bile oluşturulamamış bu ilahi metin, anlamın parçacıkları olan harflerin sırrından öte bir güç olarak; o parçacıkları olağanüstü bir ahenkle kelimelere ve hakikati dillendiren cümlelere dönüştüren bir İlah’ın kitabıdır. Aynı dilde bile bir benzeri oluşturulamayacak ilahi metnin, farklı bir dile çevirisinin daha zor olacağı da ortadadır. Henüz bir dil ayrılığı söz konusu değilken, ‘anlam’ın kendisi ile anlamın anlaşılma şekli arasında dahi fark olabiliyorken, o anlamın farklı bir dile, kültür ve anlayışa aktarılması durumunda ortaya çıkan anlaşılma şekli doğal olarak daha farklı olacaktır. Bu konuda peygamber(sav)’in çevresini saran anlam arayışçısı arkadaşlarının dillerinden düşürmedikleri sözü delil getirebiliriz. Onların olgunlukla takip ettikleri bir sıra vardı ve sıranın sonunda akıllarını kalpleriyle noktalayarak şöyle derlerdi; ‘Allah daha iyi bilir…’ Bu cümlenin anlamı; Rabbin dediğinden yola çıktık, peygamber’e danıştık, akıl yürüttük, bütün bunların ışığında varabildiğimiz en son anlam/hakikat budur. Her ne kadar bizim anlayabildiğimiz bu ise de, asıl anlam; asıl doğru/hakikatin kendisi Allah katındadır, diyebiliriz. Bu cümle insan zihninin kapasitesini sonuna kadar kullanıp, son raddede Allah’a teslim olmasını ifade eder. Anlam/hakikat hiç bir zaman tam olarak ulaşılamayacak bir yücelikten gönderilmesinden/gelmesinden kaynaklanan gizemini korur. Bu gizem 32
bizim çaresizliğimizi/aczimizi yüzümüze vuran ve bizi durduran bir güç olmaktan öte, gücümüzün ardından iterek bizi destekleyen/ gücümüze güç katan kutsal bir itkidir. Hakikat/anlam bu ulaşılmazlıkla hiçbir zaman cazibesini kaybetmez. Hakikat ulaştıkça kaybolan bir ufuk çizgisidir. Saklandığı kadar aşikâr, aşikâr olduğu kadar da gizemli haliyle insanı peşine düşüren ve bilmediği yükseklere çağırandır. Kitabın satırları o ufka çekilen çizgiler gibidir. Kitap bu nedenle çağlarca okunan, anlaşılmaya çalışılan ve dolayısıyla meallerinin yazıldığı bir kitaptır. Bütün bu cümlelerle çevirinin mümkün olmadığını değil, söz konusu ilahi metin için mükemmel bir çevirinin/iyi bir meal yazmanın zorluklarını dile getirmiş oluruz. Bütün bu açıklamalar meallere bakış açımızın sağlıklı olması adına yapılan açıklamalardır. Meal okurlarına gelince, ilahi anlama gönül vermiş her insan dil ayrılıklarından kaynaklanan kimi uzaklıkları, mesajı anlamada göstereceği duyarlılık ve samimiyetle aşabilir. Bu kitabın evrensel bir kitap olduğuna inananlar, mesajının da herkesçe anlaşılabilecek bir mesaj olduğunu kabul etmelidirler. Anlaşılması için mealler oluşturulan yüce kitabın, en çok da anlaşılma arzusuyla ona yürek verenlere kendini; yüce anlamını/mesajını vereceğine hiç kuşkumuz yoktur. Nihayetinde her insan kendi zihninin izin verdiği son basamağa çıkar ve o basamak o insanın en üst basamağı olur. Samimi bir anlam arayışı ile meal okumak, insanı o mealin anlama yakın çeviri olması noktasından alır ve anlamın kendisine ulaştırır. Miraç; yükseliş merdiveninde gelinen son nokta; ‘yay aralığının’ veya kalan bir adımın başlangıcı olan noktadır. Herkesin Yüce Allah’ın yanına varan son adımı kendi yürüyüş gücüyle alakalıdır. Son adıma götürecek olan şey; samimiyetle hakikati aramaktır. Meal yetkin bir çabanın; adımın göstergesidir. Meal okumak ise bu yetkinliğin yanı sıra kendi zihinsel çabasını da ortaya koyarak hakikate doğru yola koyulmaktır. Mesajı anlayabilmede samimiyetin önemi kitabın kendisinde anlatılan bir olayla örtüşür. Abese suresinde; görme engelli bir insanın peygamber Muhammed’e(sav) mesajı kendisine anlatması için koşarak/iştiyakla/içten gelen samimi bir çaba ile gelmesinden söz edilir. O sırada peygamberin yanında, koşarak gelen o kişi ile aynı ortamı paylaşmaya katlanamayacak olan statü sahipleri bulunmaktadır. Peygamber(as) bu durumdan rahatsız olur ve 33
rahatsızlığını ister istemez yüzüne yansıtır. Yüz ifadesinden anlaşılan bu olumsuz tablo ise Yüce Allah tarafından yadırganır/kınanır ve Yüce Allah Abese suresindeki o bölümde ‘içten gelen samimi bir çaba ile mesajı öğrenmeye koşan’a karşı göstermiş olduğu tavrının doğru olmadığını, mesajı anlatma gayretini en çok o samimiyetin hak ettiğini açıklar. Bu tarihi olaya dayanarak her ne kadar dil ve kültür ayrılığı bir engel olarak karşımıza çıksa da, hem reel çabalarımızla, hem de mesajı anlamaya olan iştiyakımızla bu engelleri aşabilecek gücü elde ederek asıl anlama/anlamın hakikatine/anlamın aslına erişebileceğimizi söyleyebiliriz. Reel çabalarımız neler olabilir dediğimiz zaman; öncelikle bu konuda gösterilmiş olan bütün değerli gayretleri saygı ile karşılamamız ve bu sancılarla doğmuş bütün eserlerden gücümüz oranında yararlanmamız gerektiği söylenebilir. Ülkemizde bu konuda yazılmış olan çok sayıda meal ve ‘bilgi ve yorumlarla etraflıca açıklama/geniş açıklama’ anlamına gelen tefsirler mevcuttur. Dilimize ve anlayışımıza kazandırılmış olan bütün bu eserlerin içinden kavrayışımızı ve anlayışımızı en iyi karşılayanıyla yola çıkabiliriz. Bu yola çıkmada gösterilebilecek en gerçekçi çaba anlamlı bir yola çıkıyor olduğumuzun heyecanıyla bir mealin önüne oturmak ve ilahi satırların arasında hakikati aramaktır. O herkesin aradığı ve belki de insanın hayat öyküsünün tek konusu olan hakikati başka pek çok şeyde ve yerde de arayabiliriz ve onu her nerede olursa olsun bulmak için yaşamak anlamlıdır. Ancak onu bu satırlarda; yani gerçekten olduğu yerde/tam olarak bulunduğu yerde aramak doğru sonuçlar verecek yerinde bir çabadır. Hakikat herhalde en çok ve yoğunlukla kendi evindedir. Fatiha; büyük kapı hakikate açılır. Hakikatli bir hayat yaşanır bu ev-ren-de. Çıkış kapısı ise Nas’tır. Sonrası yukarıya doğru, bilindikçe bilinmeyen, masmavi bir derinlik…
KUR’AN’DA YANSIMASI
EYYÜB
(a.s.)
KISSASI
ve
GÜNÜMÜZE
Recep OĞUZ 34
Eğitim Koordinatörü (TDV)/Ankara recepuguz@yahoo.com ُ َُّوب إِ ْذ نَادَى َربَّهُ أَنِّي َم َّس ِن َي ال َّش ْيط ب َو َع َذاب ٍ ْان ِبنُص َ َو ْاذ ُكرْ َع ْب َدنَا أَي ٌار ٌد َو َش َراب ِ َارْ ُكضْ بِ ِرجْ لِكَ هَ َذا ُم ْغتَ َس ٌل ب ب ِ َو َو َه ْبنَا لَهُ أَ ْهلَهُ َو ِم ْثلَهُم َّم َعهُ ْم َرحْ َمةً ِّمنَّا َو ِذ ْك َرى ِِلُوْ لِي ْاِلَ ْلبَا ْ َض ْغثًا فَاضْ ِرب بِّ ِه َو ََل تَحْ ن ٌصابِرًا نِ ْع َم ْال َع ْب ُد إِنَّهُ أَ َّواب َ َو ُخ ْذ ِبيَ ِد َ ُث إِنَّا َو َج ْدنَاه ِ ك ‘Kulumuz Eyyüb’ü de an (hatırla)! Hani o Rabbine şöyle nida etmişti: ‘Bana şeytan bir bitkinlik ve azap (işkence) ile dokundu.’ ‘Ayağınla (yere) vur: işte bu buz gibi yıkanma ve içme suyun!’ (dedik). Katımızdan bir rahmet olarak ve ülü’l-elbab için bir ders olsun diye, Biz ona ailesini ve onlarla beraber bir benzerini daha verdik. ‘Eline bir tutam al ve onunla vur ve yeminini bozma!’ Doğrusu biz onu sabırlı bulduk. O ne güzel bir kul ve doğrusu o evvabdır(38/Sad, 41-44) َ َُّوب إِ ْذنَادَى َربَّهُ أَ ِّني َم َّسنِ َي الضُّ رُّ َوأ َنت أَرْ َح ُم الرَّا ِح ِمين َ َوأَي ُ فَا ْستَ َج ْبنَا لَهُ فَ َك َش ْفنَا َما بِ ِه ِمن َض ٍّر َوآتَ ْينَاهُ أَ ْهلَه َُو ِم ْثلَهُم َّم َعهُ ْم َرحْ َمةً ِّم ْن ِعن ِدنَا َو ِذ ْك َرى لِ ْل َعابِ ِدين ‘Eyyübü de (an)! Hani o Rabbine şöyle nida etmişti: Bana sıkıntı (hastalık) dokundu ve Sen merhametlilerin en merhametlisisin. Böylece Biz onun duasına icabet ettik de, hemen sıkıntısını kaldırdık. Kendisine, katımızdan bir rahmet ve ibadet edenlere bir öğüt olsun diye, ailesini ve bir o kadarını daha verdik(21/Enbiya, 83-84) A. Kısaca Eyyub’un(as.) Hayatı: Kur’an, Eyyüb’ün(as.) adını dört kez zikreder: 4/Nisa, 163; 6/En’am, 84; 21/Enbiya, 83 ve 38/Sad, 41. Dört defa anılmasının hikmetlerinden hiç birisine şahsen muttali değiliz. Ancak şu tevafuk gayet calib-i dikkattir: Bu dört yerin hepsinde, Eyyüb(as.) ile beraber Davud(as.) ve Süleyman(as.) isimleri de geçmektedir. Sadece 4/Nisa, 163. ayette Süleyman(as.) ve Davud(as.) isimleri Eyyüb’den(as.) önce zikrediliyor. Diğer üç yerde ise, önce Davud(as.) sonra Süleyman(as.) ve daha sonra da Eyyüb(as.) zikrediliyor. Bununla ilgili tefsirlerde gözümüze bir bilgi çarpmadı. Bizim ilk aklımıza gelen; tüm insanlar, 35
Davud(as.) ve Süleyman(as.) ile Eyyüb(as.) arasındadır. Ya varlık içindedir, ya yokluk! Hangisi olursa olsun, varlığa Süleyman (as.) gibi şükretmeli, yokluğa Eyyüb(as.) gibi sabretmeli. Eyyüb(as.) hakkında uzun uzun anlatılan ve rivayet edilen bilgiler olsa da, bunların kahir-i ekserisi israiliyyat olup Tevrat’tan alınmıştır. Tevrat ise, Eyyüb’ü(as.) bir peygambere yakışmayan bir üslupla ele alır. Bu da, ilgili kısmın tamamen tahrif edilmiş olduğunu gösterir. Bu konuyu en güzel ifade edenlerden birisi de, şüphesiz üstad Said Havva(1935-1989)’dır. O şöyle der: ‘Tefsir alimleri bu konuda çok söz söylemişler ve Eyyüb’ün (as.) imtihanı (hastalığı) konusunda rabbani alimlerin reddettiği nice mübalağalarda bulunmuşlardır. Böyle durumlarda doğru olan duruş; nassı (Kur’an ve sahih sünneti) aşmamak, genel kaideler çerçevesinde olayı anlamaya gayret etmek ve bu makamda sadece Efendimizden(as.) gelen rivayetleri ifade etmektir.’1 Eyyüb’ün(as.) soyu ile ilgili çelişkili rivayetleri de bir kenara bırakıp yolumuza devam edelim. En’am 84. ayete istinaden Eyyüb’ün (as.) Hz. İbrahim soyundan geldiği öne sürülmüşse de aynı ayet, Hz. Nuh’un soyundan olma ihtimalini de içermektedir. Hangisi olursa olsun, Kur’an’daki kıssasından almamız gereken ders ve öğüdü etkilememektedir. Bu yüzden, sahih olmayan rivayetleri burada serdetmemeye çalışacağız. İbni Kesir (701/1301-774/1373), bu konunun uzmanlarından olduğu için, sadece onun Eyyüb’ün (as.) soyunu İbrahim oğlu İshak(as.) oğlu Iys sülalesinden olmasını tercih ettiğini belirtelim.2 Tevrat, Eyyüb’ü(as.) büyük bir peygamber gördüğünden, en önemli surelerden birisini ona tahsis etmiştir ve adını da Eyyüb (Job) koymuştur. Şöyle başlar: ‘There was a man in the land of Uz, whose name was Job; and that man was blameless and upright, one who feared God, and turned away from evil.”3
1
El-Esâs Fi’t Tefsir – Said Havva, 6. Baskı, Daru’s Selam, Kahire 1424 – 2003, cilt: 8, sayfa: 4800 (Arapça) 2 Kasasu’l Enbiyâ – İbni Kesir, Daru’l Marife, 11. Baskı, Beyrut 1427 – 2006, sayfa: 281 3 The Bible, CollinsBible, İngiltere 1971, 2. Baskı, Sayfa: 440 36
Alimlerin ortak görüşüne göre, Eyyüb(as.) başlangıçta mal, mülk, çocuk ve eş yönünden geniş olduğu, bir sebeple ağır bir imtihana tabi tutulduğu rivayet edilir. Kur’anda kıssasının geçtiği ayetlerin delaletinden bu anlaşılmaktadır. Geçirdiği ağır hastalık yanında tüm mal, mülk ve çocuklarını kaybettiği anlaşılır. Sonunda ellerini açıp çok nazik bir şekilde ima yoluyla şifa talep eder. Duası kabul olur ve ayağını vurduğu yerden fışkıran şifalı sudan içer ve aynı su ile yıkanır. Derhal tüm hastalıklarından şifa bulur. Bununla da kalmaz, Allah ona malını, mülkünü, çocuklarını ve eş(ler)ini fazlasıyla iade eder. İslami literatürde Eyyub(as.), başına gelen bütün musibetlere rağmen şikayet etmeyen sabır timsali olarak bilinen bir peygamberdir.”4 ‘Eyyüb(as.) hakkındaki sahih rivayetler çok az olduğundan, aşağıda zikretmeyi uygun gördük: ‘Rivayete göre, Allah tüm bunların ardından üzerine altın çekirge yağdırır. Bu altın çekirgeleri toplamaya başlayan Eyyüb’e(as.) Rabbimiz sorar: ‘Ey Eyyüb! Verdiğim nimetler yetmedi mi? Doymadın mı?’ Eyyüb’ün(as.) cevabı da manidardır: ‘Ya Rabbi! Rahmetine kim doyabilir ki?!’ 5 Bu hadisi, Ahmed el-Benna’nın (v. 1378/1958) el-Fethu’r Rabbani ismiyle yeniden düzenlediği İmam Ahmed’in Müsned’inde de bulabilirsiniz.6 ‘İbni Hacer Askalani (773/1372-852/1449) yukarıdaki rivayetin akabinde şöyle der: ‘Buhari’nin(194/810-256/869) şartlarına göre, Eyyüb(as.) hakkında bunun dışında bir rivayet olmadığından, Sahihi’nde başka bir rivayeti yoktur. Eyyüb(as.) hakkında bu rivayet dışındaki en sağlam rivayet ise, İbni Ebi Hatim ve İbni Cüreyc’in Hz. Enes(ra.)’ten rivayet ettiği, İbni Hibban ve Hakim’in sahih gördüğü şu rivayettir: ‘Eyyüb(as.) yakalandığı hastalıkta 13 sene kaldı. Uzak-yakın herkes ondan uzaklaşmışken, sadece iki kardeşi ona yakın durdu. Sabah ve akşam uğruyorlardı. Bir gün birisi diğerine şöyle dedi: Eyyüb büyük bir günah işlemiş olmalı. Aksi halde Allah bu belayı ondan çoktan kaldırırdı. 4
Kur’an Yolu – Heyet, DİB, Ankara 2003, cilt: 3, sayfa: 589 Buhari 279, 3391, 7493 6 el-Fethu’r Rabbani – Ahmed el-Bennâ es-Saâti, Beytü’l Efkari’d Devliyye, Lübnan 2005, Cilt: 1, Sayfa: 229, Hadis No: 866 ve Cilt: 3, Sayfa: 3687Hadis No: 10357, 10358 (Müsned-i Ahmed) 5
37
Diğeri bu sözü Eyyüb’e(as.) aktardı. Bunu duyan Eyyüb(as.) çok üzüldü ve işte o zaman o meşhur duasını yaptı. Duasının ardından eşi ile ihtiyacı için çıktı. Eşi herhangi bir sebepten geride kaldı. Allah, Eyyüb’e(as.) ayağını yere vurmasını söyledi. Fışkıran sudan içti ve yıkandı. Sağlıklı bir biçimde geri döndü. Eşi bile onu tanıyamadı. Bu yüzden eşi ona Eyyüb’ü görüp görmediğini sordu. ‘Ben oyum!’ dedi Eyyüb(as.). Eyyüb’ün(as.) iki harmanı vardı: buğday ve arpa. Allah buğday harmanını altınla, arpa harmanını gümüşle doldurdu.’7 Bu iki rivayet dışında, Eyyüb(as.) hakkında sahih olduğu iddia edilen bir rivayete rastlamadık. Soğuk Su: Eyyüb’ün(as.) şifa bulması için iki unsur esas kılınmıştır: dua ve soğuk su! Nitekim soğuk su da, duasının neticesi olan ilacıdır. Peki, soğuk su nasıl ilaç olabiliyor? Önce suyun öneminden bahsetmemiz uygun olacak ama bunu zaten herkes biliyor. Kur’an’da en çok geçen kelimelerden birisi de sudur(‘ma’). Örneklerde-özellikle yeniden diriliş konusunda-en çok kullanılan argümanlardan birisi sudur. ‘Suyun önemi, canlılığı ve şifa oluşu konusunda-belki de-gelmiş geçmiş en güzel eseri yazan Japon bilim adamı Dr. Masaru Emoto, meşhur bestseller eseri The Hidden Messages in Water (Sudaki Gizli Mesajlar)’da şöyle der: ‘Bu nedenle, çalışmama başlamadan önce, zaten bir tekniğe sahiptim. Geçmişte sağlık danışmanlığı yaptığım günlerde, 10.000 kişi üzerinden su ile tedavi ve sağlığı koruma tecrübem vardı. Bu yüzden suya özel bir yaklaşımım oldu. Bu kitabı düzenleyip hazırlarken, çok derin etkiye sahip duygularım oldu.”8 ‘Su üzerine bilimsel birçok veri sunulabilir. Ancak amacımız bu değil. Soğuk su konusunda ise, çok da fazla bilgi olduğu söylenemez. Biz Kur’an’ın sürekli dikkat çektiği bu hakikate gelelim:
7
Fethu’l Bâri – İbni Hacer Askalani, Beytü’l Efkâri’d Devliyye, Lübnan 2004, Cilt: 2, Sayfa: 1560 8 The Hidden Messages in Water – Dr. Masaru Emoto, 17. Baskı, HADO Kyoikusha, Japonya 2003, sayfa: 141 (Japonca – İngilizce) 38
‘Tıbbı Nebevi konusunda en güzel eser kabul edilen İbni Kayyim elCevziyye’nin (691/1292-751/1350) muhalled eseri et-Tıbbu’n Nebevi adlı eserine kulak verelim: ‘Peygamber(as.) soğuk su ile karıştırılmış bal içerdi.’9 ‘Bunda, ancak uzman doktorların bilebildiği sağlığı koruyucu bir özellik vardır. Ardından bunun faydalarını uzun uzun sıraladıktan sonra şöyle der: ‘İçeceğe gelince, hem tatlı hem de soğuk olduğu zaman, beden için en faydalı ve sağlığı koruyucu en güzel şeydir.’10 Daha sonra müellif, uzun uzun soğuk suyun faydalarını saymaya devam eder. Soğuk suyun hem içmede hem de yıkanmada ne kadar faydalı olduğu ehlince malumdur. Dr. Aidin Salih Hanımefendi, abdestin sağlık açısından faydalarını sıralarken, şu ifadeye yer verir: ‘Abdest, yükselen tansiyonu düşürür, baş ağrısını hafifletir, uyuklamayı, yorgunluğu ve öfkeyi giderir. Soğuk su kullanmak, abdestin ve guslün faydalarını artırır.’11 2005 yılının başında yakalandığım bronşektazi (akciğer kanseri denebilir) hastalığının tedavisi için gitmediğim hastane ve doktor kalmadı. Ortak söyledikleri, ‘bu hastalığın tedavisi yok’ sözü idi. Yurt dışında da aynı sözleri uzman doktorlardan işitince, çaresiz dua ve tevekkülden başka çözüm bulamadım. Ancak doktorların ölmek üzere olduğumu söylediği günlerde, Dr. Aidin hanımla tanıştım ve üç haftada tamamen iyileştim. Tedavi içinde, her gün sabah akşam olmak üzere iki defa serin su ile duş almak da vardı. Ondan önce de Süreyya Paşa Hastanesinde tedavi görürken, kesinlikle sıcak su ile duş almamam konusunda uyarılmıştım. Akciğerlerimin kanama sürecinde de sürekli hemşireler ağzıma buz koyarak kanamayı durdurmaya çalışıyorlardı. Tüm bunlar, soğuk su içme ve soğuk su ile yıkanmanın tıbbi faydalarının göstergeleri idi.
9
Sahih-i Buhari – İmam Buhari 5614 Et-Tıbbu’n Nebevi – İbni Kayyim el-Cevziyye, Daru’l Kitabi’l Arabi, Beyrut 1427 – 2006, sayfa: 113-114 11 Gerçek Tıp – Dr. Aidin Salih, İstanbul 2007, Sayfa: 116 10
39
Daha da derine inersek Kur’an ve hadislerde soğuk su daima olumlu manada kullanılmıştır, sıcak ve kaynar su ise, hep azap ve olumsuz manada kullanılmıştır. Mesela Kur’an’da soğuk su için şu ayetlere bakılabilir: 21/Enbiya, 69; 24/Nur, 43; 38/Sad, 42 ve 56/Vakıa 44; 78/Nebe, 24 Mesela şu hadise kulak verelim: ج َوا ْلبَ َرد َ س ْل َخطَايَا ِ اللَّهُ َّم ا ْغ ِ َوالثَّ ْل12ي بِا ْل َما ِء ‘Allahım! Günahlarımı su, kar ve dolu ile yıka!’ Peygamberimizin(as.) en sık okuduğu ve namazlarının da en başına koyduğu bu duada da soğuk su dikkat çekmektedir. Günahlarımızın bile soğuk su ile yıkanmasını talep etmektedir. Bu boş, anlamsız veya içinde dünyayı ilgilendirecek bir mefhum bulunmayan bir dua olamaz. Dua, namaz, abdest, zekat, hac, oruç gibi ibadetlerin bile maddi olarak incelenmesi, nice ilmi hakikatleri ortaya çıkaracaktır. Aslında soğuk su ve tıp ilişkisi, ciddi bir araştırma gerektiren bir konu. Biz sadece daha önceden öğrendiklerimizi ve tecrübelerimizi yazdık. Eğer bu konuyu biraz araştırma şansımız olsaydı, elbette bu konu kendi başına müstakil uzun bir araştırma konusu olurdu. Biz ise, böyle bir meselenin bir uzmanı tarafından araştırılıp yazılması taraftarıyız. Hastalık: İnsanın başına gelenler çoğunlukla, hatta neredeyse tümü kendi yaptıkları yüzünden olsa da, bazen imtihan amaçlı da olabilir. Bu iki hakikati şu ayetler ne güzel de ifade eder: ّ َك ِم ْن َح َسنَ ٍة فَ ِمن َك ِمن َسيِّئَ ٍة فَ ِمن نَّ ْف ِسك َ َصاب َ َصاب َ َللاِ َو َما أ َ ََّما أ ‘Sana gelen iyi şeyler Allah katındandır. Başına gelen kötü şeyler de kendi yaptıkların yüzündendir!’(4/Nisa, 79) للا ِ ّ قُلْ ُك ًّل ِّم ْن ِعن ِد ‘De ki: Hepsi Allah katındandır!’(4/Nisa 78) Bir ceza sebebiyle değilse, başa gelen hastalık ve sıkıntılar, o kişinin imtihan ile derecesini yükseltmek içindir. Bu yüzden Peygamber (as.) şöyle buyurur: 12
Buhari ve Müslim 40
ثُ َّم ْاْلَ ْمثَ ُل فَ ْاْلَ ْمثَ ُل، س بَ ََل ًء ْاْلَ ْنبِيَا ُء َ َأ ِ ش ُّد النَّا ‘İnsanların en şiddetli imtihana tutulanı peygamberlerdir. Sonra onlara en yakın olanlar ve sonra onlara en yakın olanlar...’ َّ ت يَا َرسُو َل ُ ع َْن مُصْ َعب بْن َسعْ د ع َْن أَبيه قَا َل قُ ْل ال ْاِلَ ْنبِيَا ُء ثُ َّم ْاِلَ ْمثَ ُل َ َاس أَ َش ُّد بَ ََل ًء ق ِ َّللاِ أَيُّ الن ٌب ِدينِ ِه فَإ ِ ْن َكانَ ِدينُهُ ص ُْلبًا ا ْشتَ َّد بَ ََل ُؤهُ َوإِ ْن َكانَ فِي ِدينِ ِه ِرقَّة ِ فَ ْاِلَ ْمثَ ُل فَيُ ْبتَلَى ال َّر ُج ُل َعلَى َح َس ٌض َما َعلَ ْي ِه َخ ِطيئَة ِ ا ْبتُلِ َي َعلَى َح َس ِ ْب ِدينِ ِه فَ َما يَ ْب َر ُح ْالبَ ََل ُء بِ ْال َع ْب ِد َحتَّى يَ ْت ُر َكهُ َي ْم ِشي َعلَى ْاِلَر ‘Mus’ab bin Sa’d(ra.) babasından rivayet etti. Dedim ki: ‘Ya Resulallah! İnsanların en şiddetli imtihana tutulanı kimdir?’ Buyurdular: ‘Peygamberlerdir! Sonra en yakınındakiler, sonra onlara en yakın olanlar! Kişi dinine göre imtihan olur; dini sağlamsa, imtihanı da çetin olur, dininde zayıflık varsa, ona göre imtihan olur. İmtihan kişiden ayrılmaz. Ta ki yeryüzünde tertemiz dolaşacak duruma gelince bırakır.’13 İnsanın başına gelebilecek en kötü şey hastalıktır. Eyyüb’ün(as.) başına gelen hastalık elbette bir imtihan içindi. Ancak bazı alimlerimiz de ona bir kulp uydurmuşlar ve bir hatasının sonucu bu hastalığın başına geldiğini kitaplarına kadar dercetmişler. Üstelik Kurtubi (1200lerin başları ?-671/1273) gibi büyük bir alimin buna bulaşması gerçekten esef vericidir. Üstelik bu sebebi, Eyyüb’ün (as.) bir çıkarı için zalim bir krala meyli14 olarak göstermesi daha da üzücü. Hatta daha da kötüsü, Eyyüb’ün(as.) eşini dövmeye yemin etmesindeki sebebi, şeytanın ona gelerek eşinin bir fuhşiyat işlediğini, bu yüzden tutuklanıp saçının tıraş edildiğini söylemesi ve Eyyüb’ün (as.) de buna inandığını 15 aktarması nasıl izah ve tevil edilir bilemiyorum. Bu yüzden M. Emin Şınkıti (1325/1908-1393/1976) tüm bunların
13
Tirmizi 2398 El-Câmi li-Ahkâmi’l Kur’an – Kurtubi, Daru İhyâi Türasi’l Arabi, Beyrut 1422 – 2002, Cüz 11, Sayfa: 221 15 El-Câmi li-Ahkâmi’l Kur’an – Kurtubi, Daru İhyâi Türasi’l Arabi, Beyrut 1422 – 2002, Cüz 11, Sayfa: 222 14
41
israiliyat olduğunu belirtmektedir.16
ve
bir
peygambere
yaraşmayacağını
Sabır: Eyyüb’ün(as.) halini Rabbine arz etmesi sabırsızlık veya şikayet olarak görülebilir mi? Aslında sıkıntıyı insanlara arz etmeye sabırsızlık, yaratıcıya arz etmeye tazarru denir. Kurtubi bu konuyu gayet nefis izah eder ve şöyle der: ‘Alimler şöyle demişlerdir: ‘Bana bir sıkıntı dokundu!’ sözü, sızlanma değildir. Çünkü Allah-u Teala ardından ‘Doğrusu Biz onu sabırlı bulduk!’ buyuruyor. Bilakis bu onun duası idi. Çünkü sızlanma Hakka değil, halka şikayet kabilinden olur. Dua da rıza-ı Bari’ye ters düşmez.’17 Eşini Dövmek: Kıssanın en can alıcı noktalarından birisi de, Eyyüb’ün(as.) eşini dövmesi meselesidir. Özellikle günümüz modern toplumu için en püf noktalardan birisidir. Şimdi bu olayda birkaç önemli nokta var. Önce bunları irdeleyelim: ‘Eyyüb’ün (as.) eşinin suçuna en küçük bir işaret yok.’ Tefsirlerde birçok çelişkili sebep yazılmakta, ancak hepsinin israiliyat olduğu da müsellem. Peki, buradaki ders nedir? Buradaki püf nokta, bir kadının sopa cezasına çarptırılacak kadar büyük bir hata yapmış olması bile, o hatanın teşhirini meşru göstermiyor. Yani aile içindeki en büyük sorunlar bile asla dışarı yansıtılmaz. Hata her neyse telafi edilir, ceza uygulanır ama asla o hata dışarı sızdırılmaz. Rabbimiz de bu hatanın ne olduğuna dair en küçük bir işaret vermiyor. Buna rağmen birçok müfessirimizin bu hatayı ortaya çıkarmaya çalışması gerçekten de garipsenecek bir durum. Bunun nedenini ancak şu iyi niyetli düşünce ile çözebiliriz. Kur’an’ın bahsettiği her olayı detaylı bir biçimde çözüp, Kur’anın tam olarak anlaşılmasını sağlamak ve böylece Kur’andan azami istifadeye katkıda bulunmak.
16
Edvâü’l Beyan – M. Emin Şınkıti, Daru’l Kütübi’l Ilmiyye, Beyrut 1424 – 2003, 1. Baskı, Sayfa: 889 17 El-Câmi li-Ahkâmi’l Kur’an – Kurtubi, Daru İhyâi Türasi’l Arabi, Beyrut 1422 – 2002, Cüz 11, Sayfa: 223 42
Belki de müfessirlerimizin niyeti budur. Ancak biz yine de bu yolu yanlış görüyoruz. Çünkü faydasız görüyoruz. ‘Eyyüb’ün (a.s.) yeminini kesinlikle yerine getirmesini bizzat Rabbimiz öğütlüyor.’ Yemin, İslam’da Allah adına olduğundan, boş yere bozulamaz. Bu yüzden, Eyyüb(as.) sonradan 100 sopa için ettiği yeminden pişmanlık ْ َ‘ ) َو ََل تَحْ نYeminini bozma!’ duymuş olmalı ki, Rabbimiz ona yine de ( ث buyuruyor. Ayrıca burada, eşe verilen cezadan geri adım atılmaması da vurgulanıyor. Çünkü her kadın, kocasını güçlü görmek ister. İki de bir sözünden geri adım atan kocayı, eşi bir zaman sonra ciddiye almamaya başlar. Kur’an açıkça ‘Eşleriniz nüşuz (aşırı geçimsizlik) ettiği zaman üçüncü aşamada onunla dövün!’ dediği halde ısrarla eş dövmenin İslam’da olmadığını tekrarlayıp duran modernistlere bu ayeti göstermek gerek. Çünkü iyi hal gösterip durumunu düzelten Eyyüb’ün(as.) eşi bile sopadan kurtulamıyor. Sadece cezada iyi hali göz önüne alınarak uyarlama yapılıyor. Tabi, İslam’a göre, kadın (eş) dövmenin de bir adabı ve kuralı var! İyi hal… Eyyüb’ün(as.) eşinin sonraki iyi hali göz önüne alınarak cezası düşürülüyor ama affedilmiyor. İyi hal, her durumda göz önünde bulundurulmalı. Mesela Sudan’da başkent Hartum’un el-Kısmü’ş-Şarki baş kadısı ile bir sohbetimizde ilginç şeyler anlatmıştı. Şöyle demişti: ‘Biz, bir mahkum içeri alınırken, hakkında genel bir form doldururuz. Ezberindeki ayet sayısı ve hadisleri bile tescilleriz. Hapiste her yeni ezberlediği ayet, onun cezasından düşülür. Hafızlığını tamamladığında ise, cezası her ne olursa olsun, affolur ve hapisten çıkar!’ İşte bu iyi halin itibara alınmasına en güzel örnektir. ‘Bu olay, cezadan maksadın, insanlara acı çektirmek değil, düzeni ve asayişi korumak, haksızlıkları engellemek olduğunu; uygulamada suçlunun özel durumunun, iyi halinin göz önüne alınması gerektiğinin hatırlatılması bakımından da önem taşımaktadır.’18 18
Kur’an Yolu – Heyet, DİB, Ankara 2003, Cilt: 2, Sayfa: 511 43
‘Allah, Eyyüb’e(as.) şifa verip sıhhat ve afiyete kavuşturunca, eşinin olağan üstü hizmetine karşılık dövme cezasının hafifletilme fetvasını bizzat Allah veriyor. Bu fetvaya göre 100 tane buğday sapı bir tutam yapılıp onunla bir defa vuruluyor. Böylece yemin de yerine gelmiş oluyor, ceza da uygulanmış oluyor. Bu uygulama daha sonraları Allah’tan korkanlar (muttakiler) için bir çıkış kaynağı oluşturuyor.’19 Evvab: Eyyüb’ün(as.) duasına yeniden bir göz atalım: ‘Doğrusu bana sıkıntı dokundu. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin!’(21/Enbiya, 83) ‘Doğrusu bana şeytan bitkinlik ve azap (işkence) ile dokundu.’(38/Sad, 41)
Eğer, biz bu duayı Kur’anda görmeseydik, kendimizce basit, somut, ruhsuz ve tatsız bir dua tasavvur edecektik. Mesela ‘Ya Rabbi! Amansız bir hastalığa yakalandığımı görüyorsun. Her ne kadar dert de derman da Senden olsa da, bana verdiğin bu derdin dermanını da ver!’ diye düşünebilirdik. Ancak Eyyüb’ün(as.) duasında direkt bir talep bile yok. Bilakis ima var. Çünkü peygamberlerin belaların kendilerinden kaldırılması hususunda duaları ekseriyetle ima yoluyla olmuştur. Allah’tan lütuf ve ihsan talebinde ise imaya gerek yoktur. Açık beyanda bulunmak edeptir. Nitekim Zekeriya’nın(as.) gizlice ‘Ne olur, bana lutf-u kereminden bir yardımcı oğul ihsan eyle!’ niyazı buna güzel bir misaldir.’20 Belki de, tüm bu güçlü ve yakini imandan dolayı adı Eyyüb oldu. Bu gerçek adı mıdır yoksa bu imtihandaki başarısından dolayı lakabı mıdır bilemiyoruz. Kuşeyri (v.465) şöyle der: ‘Varlıkta, darlıkta, genişlikte, sıkıntıda velhasıl her halükarda sürekli Allah’a yöneldiği (‘iyab’) için, ona Eyyûb (çok iyab eden) denildi.’21 Peygamberlerin(asm.) bu mübarek duaları hakkında şu notu da akılda tutmalı: 19
el-Fethu’r Rabbani – Ahmed el-Bennâ es-Saâti, Beytü’l Efkari’d Devliyye, Lübnan 2005, Cilt: 3, Sayfa: 3688 (Arapça) 20 Hakkın Daveti – Prof. Ömer Çelik, Erkam Yayınları, İstanbul (2013?), Cilt 3, Sayfa: 385 21 Letâifü’l İşârât – Kuşeyri, Daru’l Kütübi’l Ilmiyye, 1. Baskı, Beyrut 1420 – 2000, 2/300 44
Kur’an ile ebedileştirilen peygamber dualarının bizzat Allah tarafından öğretilmiş vahiy olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü ilk insan ve peygamber Adem’in(as.) duası bizzat Allah tarafından öğretilmiş vahiydir. ‘Adem, Rabbinden bazı kelimeler öğrendi de tevbesi kabul edildi. Şüphesiz O, tevbeleri çok kabul eden ve çok merhamet edendir!’(2/Bakara 37). Diğer peygamberin dualarının da böyle vahiy olması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim bu konuda İsmail Hakkı Bursevi şöyle der: ‘İmtihan süresi sona erip bela makamında tam fena meydana gelince (fena fi’l-bela gerçekleşince), beka mertebesine ulaşabilmesi için Allah ona bu duayı ilham etti.’22 Yine bu duada dikkat çeken hususlardan birisi de, hastalığını ( )الضُّ ُّر sıkıntı diye isimlendirmesidir. Bu kelimeyi meftuh (üstünlü) okuduğumuz zaman, her türlü zarar manasına gelir. Halbuki ayetteki gibi mazmum (ötreli) okuduğumuz zaman, daha çok cana gelen hastalık, sıkıntı, bitkinlik gibi zarar olur. Ruhu’l-Beyan’da da böyle izah edilmiştir.23 Gayret: Eyyüb(as.) duasında Rabbimizden dolaylı olarak hastalığı için şifa istediğinde, duası kabul buyrulmuştur. Ancak, ayet-i kerimelerde bu kabulün tezahürü oldukça ilginçtir. Yani Rabbimiz o kuluna, anında şifa verip vücudunu sıhhate kavuşturma yoluyla bir mucize göstermemiştir. Bilakis, neredeyse hareket etmekten aciz bu müzmin hasta peygamberine hastalığının tedavisinin ve şifanın yolunu göstermiştir. İşte asıl mucize de burada meydana gelmektedir. Çünkü kıyamete dek geçerli bir sağlık prensibi gösterilmiştir. Ayette ısrar vurgulanan kelime (ض ْ )ار ُك ْ emir fiilidir. ( : ركض الخيل ‘ )ضربت اِلرض بحوافرهاAt, toynakları ile yere vurdu’ 24 şeklinde bir mana verilmiştir. Aynı şekilde Rağıb el-İsfahani de meşhur Müfredat
22
Ruhu’l Beyân – İsmail Hakkı Bursevi, Eser Neşriyat, İstanbul 1389, cilt: 5 / sayfa: 513 23 Ruhu’l Beyân – İsmail Hakkı Bursevi, Eser Neşriyat, İstanbul 1389, cilt: 5 / sayfa: 513 24 El-Mu’ecemü’l Vasit – Heyet, 5. Baskı, Mektebetü’ş Şürûku’d Devliyye – Mısır,1432 – 2011, sayfa: 383 45
adlı eserinin ilgili yerinde binekli olmayan yayalar için ‘yere basmak25 manasını vermiştir. Günümüzün modern sözlükçülerinden Arif Erkan, el-Beyan adlı kamusunda bu kelimeye ‘ayakla vurmak, tepmek’ 26 manasını vermiştir. Aynı şekilde Kadir Güneş, sözlüğünde ‘ayağıyla vurmak’ 27 manasını vermiştir. Keza Serdar Mutçalı da eserinde ‘koşmak, acele etmek’28 manası vermiştir. Dr. Rohi Baalbaki ise ‘to run, race; to jog’ 29 yani ‘koşmak, yarışmak, koşuşturmak’ manası vermiştir. Cevheri’nin Muhtaru’s-Sıhah nam eserini atlamak ne mümkün! ( تحريك الرجل وبابه نصر: ‘ )الركضayağı hareket ettirmek’, yine o şöyle der: (‘ )ركضه البعير إذا ضربه برجلهAyağıyla bir şeye vurduğunda da ‘onu tepti’ denir’. 30 Son olarak İbn-i Manzur’un devasa eseri Lisanü’lArab’a bakalım: ( وركض اِلرض والثوب ضربهما برجله والركض مشي اإلنسان ‘ )برجليه معاYeri ve elbiseyi ayağıyla vurdu ve rakz insanın iki ayağıyla beraber yürümesi’31 Özetle; bu kelime, asıl anlam olarak, atı mahmuzlamak için ayaklarla yanlarına hafifçe vurmak kökünden alınmıştır. Bu yüzden, Türkçede ‘tabana kuvvet kaçtı’ deyimi gibi kaçmak manasına Kur’a’da kullanılmıştır. َفَلَ َّما أَ َحسُّوا بَأْ َسنَا إِ َذا هُم ِّم ْنهَا يَرْ ُكضُون َََل تَرْ ُكضُوا َوارْ ِجعُوا إِلَى َما أ ُ ْت ِر ْفتُ ْم فِي ِه َو َم َسا ِكنِ ُك ْم لَ َعلَّ ُك ْمتُسْأَلُون ‘Be’simizi (azabımızı) hissettikleri vakit, hemen oradan üzengi tepiyorlardı (kaçıyorlardı). Tepinmeyin, bilakis dönün o içinde debelendiğiniz lükse ve yurtlarınıza ki, onlardan sorguya çekileceksiniz!’(21/Enbiya, 12-13) 25
El-Müfredât – Râğıb el-İsfahâni, 4. Baskı, Dâru’l Ma’rife – Beyrut, 1426 – 2005, sayfa: 208 26 El-Beyân – Arif Erkan, Huzur Yayınevi, İstanbul – 2013, sayfa: 630 27 Arapça Türkçe Sözlük – Kadir Güneş, Mektep Yayınları, İstanbul 2010, sayfa: 496 28 Arapça Türkçe Sözlük – Serdar Mutçalı, Dağarcık Yayınları, İstanbul 1995, sayfa: 340 29 Al-Mawrid – Dr. Rohi Baalbaki, 19. Baskı, Daru’l Ilmi Lil-Melâyin, Beyrut 2005, Sayfa: 594 30 Muhtâru’s Sıhâh –Cevheri, Mektebetü Lübnan, Lübnan 1999, sayfa: 223-224 31 Lisânü’l Arab – Cevheri, Müessesetü’l A’lemi, 1. Baskı, Beyrut 1426 – 2005, Cilt: 1, sayfa: 1570 46
Asıl meramımıza gelirsek; takatten düşmüş amansız müzmin bir hastalıkla kıvranan büyük bir peygamberin duasını bile Rabbimiz kabul ederken, ona yine de şifa bulması için bir gayret sarf etmesini emretmektedir. Bu da ayağı ile yere yani toprağa vurmasıdır. Günümüzde tabi yollarla tedaviler varken, işin kolayına kaçıp kestirmeden bir hap, iğne veya şurup ile tedaviyi tercih edenlerin nasıl bir yanlışa saptıklarını gösterir. Günümüz tıbbı için bu kıssada çok önemli ipuçları vardır. Mesela günümüzde bitkisel/herbal tedavi, oruç tedavisi, bal, çörek otu, sadaka (infak), Kur’an tilaveti, me’sur dualar, refleksoloji, beyin gücü merkezli (meditasyon türü) tedavi yöntemler gibi alternatif yöntemler mevcutken, yine de kestirme ilaçları tercih etmek, bu Kur’ani kıssanın ruhuna terstir. Bu alternatif tedavi türlerinden orucun etkisi en hızlı, en garanti, en harika ve en mükemmel olanıdır. En mükemmeldir, çünkü aynı anda tüm hastalıkları yan etkisiz ve tamamen tedavi eder. DERSLER: Sad suresindeki kıssa biterken ‘Ülü’l-Elbab için bunda ciddi bir öğüt vardır!’ buyruluyor. Elbab, lübb kelimesinin çoğulu… Lübb ise, öz demek. Ülü’l-Elbab ise, ‘meselenin özünü kavrama kabiliyeti olanlar’ demek. İlginçtir ki Eyyüb(as.) kıssasından önce, Sad suresi bize Davud ve Süleyman(asm.) kıssasını anlatır. Süleyman(as.) gücün ve zenginliğin (ve gereği olan şükrün) timsalidir. Eyyüb(as.) ise fakirliğin ve hastalığın (ve gereği olan sabrın) timsalidir. İki kıssa da bitince, aynı cümle ile son bulur: ‘Ülü’l Elbab için bunda bir öğüt vardır!’. Sad suresinin ilk ayeti ise; ‘Sâd. Öğüt içeren şu Kur’ana and olsun!’. Öğüt içeren ve kendisine yemin edilen bu surenin iki can alıcı kıssası. Bu kıssadaki mesajları da ancak meselenin özünü kavrayabilen akıllı kimseler alabilir.32 Merhum Şınkıti (1325/1908-1393/1976) tefsirinde ‘ülü’l-elbab ile abidin kelimeleri arasında irtibat kurarken, gerçek akıllıların ancak hayatlarına Rablerine ibadete adayanlar olduğunu bildirmektedir. Hatta bir kişinin malını en akıllı birisine vasiyet etmesi durumunda, 32
El-Esâs Fi’t Tefsir – Said Havva, 6. Baskı, Daru’s Selam, Kahire 1424 – 2003, cilt: 8, sayfa: 4784 (Arapça) 47
ibadetle meşgul olan birisine verilmesi durumunda bu vasiyetin yerine geleceğini ifade etmiştir.33 Ancak asıl soru şudur: Neden Sad suresindeki kıssanın sonu ülü’l elbab ile Enbiya suresindeki kıssanın sonu abidin ile bitmektedir? Bundaki hikmetler nelerdir? Bu konuda tefsirlerde bir şey bulamadık. Varsa da, mutlaka gözümüzden kaçmıştır! Bizim ilk aklımıza gelen hikmet ise şudur: Enbiya suresinde icabet, sıkıntı, sena, keşif, şifa ve rahmet vardır. Abidler için de, sabırla ibadete devam etmeleri durumunda, sonunda dualarına hızlı icabet, keşif, gönül hastalıklarına ve her türlü dertlerine şifa ve daimi bir rahmete gark olma vardır. Ülü’l-elbab ile son bulan Sad suresindeki kıssada ise ayağı yere vurma, soğuk su, şeytan, yemin, hibe, yorgunluk ve acı gibi tabirler vardır. Bu yüzden akıllı insanlar için şu dersler vardır: Allah’tan bir şey talep ederken, onun için gayret etme ve gücünü sonuna kadar kullanma, soğuk suyun sağlık ve tedavi ile alakası (tıp), şeytanın sağlık üzerinde etkisi (psikoloji), yeminin gücü ve bağlayıcılığı, karşılıksız verme (hibe), yorgunluk ve elemin ibadete olumsuz etkileri (stres) gibi akla hitap eden konular. Kur’an kıssaları, sıradan kıssalar olmayıp hem gerçek bir bilgi içermesi bakımından önemlidir hem de ibret ve ders almaya yönelik araştırmalara zemin oluşturması bakımından önemlidir. Eyyüb’ün(as.) kıssasında başında şükür, ortasında sabır ve sonunda yeniden şükür olması onu oldukça önemli kılmaktadır.
33
Edvâü’l Beyan – M. Emin Şınkıti, Daru’l Kütübi’l Ilmiyye, Beyrut 1424 – 2003, 1. Baskı, Sayfa: 888 (Arapça) 48
HASTALIKLARIMIZIN REÇETESİ-1 Ferhat ÖZBADEM Yazar/Adıyaman entelekt@hotmail.com Kur’ansızlık hastalığı ve ayrılığa düşme hastalığı… Müslümanların duçar olduğu hastalıkların en başında gelenlerinden biri de Kur’ansızlıktır. Allah’ın ipi olan Kur’an’dan kopmuş olmaktır. Diğer bir hastalık ise Müslümanların parçalanmış olmasıdır. Ayrılıklar yaşamasıdır. İşte bu hastalıklardan kurtulmak için okuyalım: ‘Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın! Dağılıp ayrılmayın! Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın! Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar.’(3/Al-i İmran, 103) Değerli kardeşim! Allah’ın ipi Kur’an’dır! Kur’an’a sımsıkı sarılan kişi dalalete düşmez. Bir Müslümanın en öncelikli meseleleri nelerdir dersen eğer, öncelikle sağlam bir imana sahip olması gerekir. Sağlam bir imanın nasıl olacağı Kur’an’dan ve sahih sünnetten öğrenilmelidir. Ondan sonra en büyük sorumluluğu Kur’an’ı okuyup, anlayıp, yaşamaktır. Kur’an’a sarılmak demek; Kur’an’ı Arapçası ile birlikte Arapça, meali ve tefsirinden okumak sureti ile anlamak ve üzerinde tefekkür ettikten sonra yaşamaktır. Müslümanlar birlik olmak zorundadır! Müslümanların dağılması ve ayrılıklar yaşaması sadece İslam düşmanlarını sevindirir. Müslümanlar birlik olurlarsa dünyadaki bütün zulüm ve haksızlıkları ortadan kaldıracak güce kavuşurlar. Bugün yeryüzündeki zulümlerin bu kadar fazla olması, toplumlarda ahlakın bu kadar fazla yozlaşması ve dünyanın bu kadar kirlenmesinin ana sebeplerinin başında 49
Müslümanların zayıf olması, bir otoritelerinin olmaması ve birlik olmamasıdır. Müslümanların birlik olması ve birbirlerini sevmesi imanlarının gereğidir. Allah’ın bize lütfettiği İslam kardeşliğinin kıymetini bilmemiz gerekir. Emperyalistler farklı sebepler ve tuzaklar ile İslam ümmeti arasına nifak tohumları ekmişlerdir. Müslümanları parça parça etmişlerdir. Gerek ırkçılık gerekse mezhep taasubu üzerinden ümmeti parçalara ayırmışlardır. Bu ayrım ve ayrılıkların merkezinde İslam düşmanlarının tuzakları olduğunu unutmamamız gerekir. Allah (cc) bizleri kardeş kılmak sureti ile ayrım ve ayrılıklara sebep olan bütün gerekçeleri ortadan kaldırmamız gerektiğini beyan etmiştir. Allah’ın bizim birlik olmamızı istemesi ve kardeş kılması bizim için büyük bir nimettir. Bu nimetin kıymetini bilmemiz gerekir. Bir ateş çukurunun kenarında olan insanların ayetler ile uyarılıp rahmet bulmalarının istenmesi Allah’ın rahmetidir. Irkçılık ateş çukurudur. Mezhep taasubu ateş çukurudur. Sekularizm ateş çukurudur. İnsanı ve toplumu yönetmeye aday ve hüküm çıkaran bütün beşeri izm ve ideolojiler ateş çukurudur. Bu ateş çukurlarından uzak durmak gerekir. Allah’ın ayetlerine göre inanıp yaşandığı zaman bu ateş çukurlarından uzak durulur. Kafirleri sırdaş edinme hastalığı Müslümanların hastalıklarından biri de müminler dışında kalan kafir, müşrik, zalimlerin sırdaş edinilmesidir. Bu hastalıktan kurtulmak için okuyalım: ‘Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp anlıyorsanız, ayetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz.’(3/Al-i İmran, 118) Kıymetli kardeşim! 50
İman edenler, iman edenler dışında hiç kimseyi sırdaş edinemezler. İslam düşmanları; emperyalistler, Siyonistler, Yahudiler, Hıristiyanlar, müşrikler, sekülerler Müslümanlara zarar vermekten geri durmazlar. Her fırsatta Müslümanlara zulmeder ve zarar verirler. Zalimlik ederler. İslam düşmanları daima Müslümanların sıkıntıya düşmesini isterler. Müslümanların daima baskı ve zulüm altında olmasını isterler. Darbeler yapmak sureti ile Müslümanların sıkıntıya düşmesine sebep olurlar. Bazen 28 Şubat türü darbeler yapıp Müslüman halkın inanç ve değerlerini ortadan kaldırmaya çalışırlar. Bazen Mısır’da Müslüman kardeşler iktidarını Sisi gibi alçaklar eli ile darbe yaparak, yıkarak, yakarak meşru Müslüman Cumhurbaşkanlarını ve binlerce Müslümanı zindana atarlar. Binlerce Müslümanı şehid ederler. Bazen Afganistan’ı işgal ederler. Bazen Irak’ta bir milyon insanın ölmesine sebep olacak işgaller yaparlar… Bu zalim ve tuğyan ehli kafirlerin ellerinden gelen bu kadardır. Eğer ellerinden gelse yeryüzünde tek bir Müslümanın yaşamasına müsaade etmezler. Müslümanların yeryüzünde tek gün yüzü görmemesi için ellerinden geleni yaparlar. Müminleri bırakıp kafirleri dost/veli edinme hastalığı: Müslümanların içinde bir virüs gibi dolaşan hastalıklardan biri de müminleri bırakıp kafirleri dost/veli edinmektir. Bu hastalıktan kurtulmak için okuyalım: ‘Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin; (bunu yaparak) Allah'a, aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?!’(4/Nisa, 144) Muhterem kardeşim! Sakın ama sakın kafirleri dost/veli edinme! Sakın ama sakın müşrikleri dost/veli edinme! Sakın ama sakın Yahudileri dost/veli edinme! Sakın ama sakın Hıristiyanları dost/veli edinme! Sakın ama sakın sekülerleri dost/veli edinme!
51
Sakın ama sakın Emperyalistleri dost/veli edinme! Sakın ama askın Siyonistleri dost/veli edinme! Sakın ama sakın Kapitalistleri dost/veli edinme! Sakın ama sakın Allah’ın ayetlerini inkar edenleri dost/veli edinme! Sakın ama sakın vahdeti vücutçuları dost/veli edinme! Sakın ama sakın Kur’an’dan sonra yeni vahiy geldiği söyleyenleri dost/veli edinme! Sakın ama sakın başka kişi ve kitapları Kur’an’ın önüne alanları dost/veli edinme! Sakın ama sakın zalimler dost/veli edinme! Sakın ama sakın tağutları dost/veli edinme! Sakın ama sakın dini afyonlaştıranları dost/veli edinme! Sakın ama sakın Kur’an’ın anayasa olmasını istemeyenleri dost/veli edinme! Sakın ama sakın İslam topraklarını işgal edenleri dost/veli edinme! Sakın ama sakın Müslümanları katleden Budistleri dost/veli edinme! Sakın ama sakın İslam düşmanlarını dost/veli edinme! Eğer bunları kendine dost/veli edinirsen bu dünyada zillet, ahirette ise azabı hak edersin. Cihaddan uzak durma hastalığı: Acilen onulması gereken hastalıklardan biri de Allah, Resulullah ve müminler dışında birilerini sırdaş edinme ve cihaddan uzak durma/kaçma/önemsememe hastalığıdır. Bu hastalıktan kurtulmak için okuyalım: ‘Yoksa Allah, sizden cihad edip Allah, peygamber ve müminlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız?! Allah yaptıklarınızdan haberdardır!’(9/Tevbe, 16) Mübarek kardeşim! Unutma Allah(cc) yaptığın her işten haberdardır!
52
Kalbindeki niyeti dahi Allah(cc) bilir! Sakın müminler dışında kimseyi sırdaş edinme! Cihad edenler ile etmeyenler birbirinden ayrılmadan insanların hesabı kapanmayacaktır! İman ettiğini söylüyorsan imanını ispatlaman gerekir! Mal ile, can ile, imkanların ile İslamın hakim olması için çalışmak ile, cihad etmek ile mükellefsin! İman edenler ile iman etmeyenlerin durumu renk olarak siyah ile beyaza benzer. İman edenler beyazdır. İman etmeyenler siyahtır. Cihad Allah rızası için yapılan her meşru işin adıdır. Kendini Allah’ın dini olan İslama adamaktır. Kur’an’ın hakim olması için kendini İslama vakfetmektir. Sahih sünnetin bütün toplumda yaşanması için bütün imkanları ile fedakarlık etmektir. Cihadın zirvesi, İslamın hakim olması için zalim ve tuğyan ehli olan güçler ile mücadele etmek savaşmaktır. İman edip Allah’ı, Resulünü ve müminleri sırdaş edinenler, Allah yolunda cihad edenler Allah’ın izni cennete gidecekleridir. İslam kardeşliğini tam yaşayamama hastalığı: Müminler arasındaki hastalıklardan biri de kamil manada İslam kardeşliğini ihya edememeleridir. İslam kardeşlik hukukuna riayet etmeme hastalığıdır. Bu hastalıktan kurtulmak için okuyalım. ‘Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulupdüzeltin ve Allah'tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz.’(49/Hucurat, 10) Can kardeşim! İnsanlar arasındaki en sağlam bağ iman bağıdır. İslam kardeşliği imanımızın gereğidir. Müminleri Allah(cc) kardeş kılmıştır. Kardeşler birbirini sevmek zorundadırlar. Kardeşler zor zamanda kardeşinin yanında olmak zorundadırlar.
53
Kardeşler kardeşlerine yardım etmek zorundadırlar. Kardeşler kardeşlerine dua etmek zorundadırlar. Kardeşler kardeşlerinin cennetine vesile olmalıdırlar. Kardeşler kardeşinin hatasını düzeltmek zorundadırlar. Kardeşler kardeşlerinin ateşe düşmemesi için özel çaba göstermek zorundadırlar. Kardeşler kardeşlerini gıyabında savunmak zorundadırlar. Kardeşler kardeşlerin gıybetini yapmamalıdır. Kardeşler kardeşlere iftira atmamalıdır. Kardeşler kardeşlerinin emanetine ihanet etmemelidir. Kardeşler kardeşlere vefalı olmak zorundadır. Kardeşler kardeşlere yalan söylememelidir. Kardeşler kardeşlerini aldatmamalıdır. Kardeşler kardeşlerini zalimlere teslim etmemelidir. Kardeşler kardeşlerine haset etmemelidir. Kardeşler kardeşlerine zulmetmemelidir. İslam kardeşlik hukukunun bir kısım kurallarını belirleyen hadis-i şeriflere kulak verdiğimizde kardeşler olarak nelere dikkat etmemiz gerektiği ve nasıl davranmamız gerektiğini daha iyi anlarız. Peygamber efendimiz Hz. Muhammed(s) şöyle buyuruyor: ‘Sizden biriniz kendisi için sevdiğini mümin kardeşi için sevmedikçe gerçek mümin olamaz.’(Buhari) ‘Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, onu tahkir etmez. Üç defa kalbine işaret ederek ‘Takva şuradadır.’ Dedi ve ekledi: Müslüman kardeşini hakir görmesi kişiye kötülük olarak yeter. Her Müslüman’ın namusu, kanı, malı ve onuru Müslüman’a haramdır.’(Müslim) ‘Kim Müslüman’ı bir sıkıntıdan kurtarırsa bu sebeple Allah da onu kıyamet günü sıkıntılarının birinden kurtarır. Kim bir Müslüman’ı(n kusurunu) örterse, Allah da Kıyamet günü onu(n kusurunu) örter…’(Buhari) ‘Müslüman’ın, din kardeşine üç günden fazla dargın durması helal değildir.’(Müslim) 54
‘Müminler birbirini sevmede, birbirlerine karşı sevgi ve merhamet göstermede tek bir beden gibidir. O bedenin bir organı acı çektiği zaman, bedenin diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateş çekerler.’(İbn Hanbel) ‘Müminler dargın olan kardeşlerini barıştırmak ile mükelleftirler. Bu Allah’ın emridir. İki kardeş arasındaki dargınlığı ortadan kaldırmak müminlerin vasfıdır. İki farklı Müslüman grup arasındaki dargınlığı ortadan kaldırmak müminlerin ve İslami yapıların vasfıdır. Son zamanların moda haline gelen Müslümanlar arasında darılma ve küsme olayı çağımızın adı konulmamış en büyük hastalıklarından biridir. Bizler İslam kardeşlik hukukuna göre kardeşlerimize davranışlarımızı şekillendirir isek aslında böyle bir sorun kalmayacaktır. Okumadığımızdan, ayetlere ve sahih hadislere göre hukukumuzu belirlemediğimizden, kapitalist algılar ile nefsimize göre hareket edip bencil davrandığımız için Müslümanlar arasında dargınlık ve küskünlükler artmaktadır. Darılan ve küsen Müslümanları barıştırmak diğer Müslümanların sorumluluğudur. Bu tercih konusu olan bir lüks değildir: Mecburiyettir, memuriyettir… Müslümanlar arasındaki dargınlıkları izale edecek, küskünlükleri sona erdirecek çalışmalar yapmak gerekiyor. Bireyler arasındaki dargınlıkların ortadan kaldırılması için Müslüman bireyler kendileri bir şeyler yapabileceği gibi, cemaatler/yapılar/dernekler kendi bünyelerinde sırf bu iş ile uğraşacak bir komisyon kurabilirler. Farklı Müslüman çevreler arasındaki dargınlıkları ortadan kaldırmak içinde özel bir dernek veya bütün camiaların katkı sağlayacağı bir komisyon kurulabilir. Nihayetinde bu bizim sorumluluğumuzdur. Cennete yatırımımızdır. Kardeşlerimizin arasını düzeltmemizi Allah(cc) istiyor. Bu konuda tevile gitmenin, mazeret üretmenin bir mantığı yoktur. Kardeşlerimizin arasını düzeltmek zorundayız ve bir yerden başlamak zorundayız. Bu yazı bunun vesile olsun inşallah. Su-i zan, Tecessüs ve Gıybet hastalığı: 55
Müminlerin maneviyatını ve kardeşlik hukukunu sarsan hastalıklar olarak su-i zanda bulunma, tecessüs etme/ayıpları araştırma ve gıybet hastalıklarını sayabiliriz. Bu amansız hastalıklar her geçen gün artmakta olup acilen önlem alınması gereken hastalıklardır. Bu hastalıklardan kurtulmak için okuyalım: ‘Ey iman edenler! Zannın birçoğundan kaçının! Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın)! Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin)! Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi?! İşte, bundan tiksindiniz! Allah'tan korkup-sakının! Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, çok esirgeyendir.’(49/Hucurat, 12) Aziz kardeşim! Zannın kötü olanı su-i zandır. Su-i zan, kişiyi veya topluluğu töhmet altında bırakacak, vakıa hakkında olumsuz düşünme/yaklaşma, kötüye yönelik bir bakış açısıdır. İnsanlar ve topluluklar hakkında iyiye yönelik zanda bulunma da bir beis yoktur. Kardeşlerimiz hakkında düşünürken kesinlikle pozitif ve iyi yönde düşünmeliyiz. Hakkında tam ve kesin bilgi sahibi olmadığımız konularda kesinlikle görüntüye/görünüşe aldanarak kardeşlerimizi zan/töhmet altında bırakacak şekilde tespitler yapmamalıyız. Olaylara ve kişilere negatif bakma hastalığından kurtulmalıyız. Su-i zan/kötü zan kardeşler arasındaki muhabbete zeval getirir. Su-i zan insana vebal yükler. Su-i zan fitneye sebep olur. Su-i zan psikolojik bir saplantıdır. Su-i zan insanlar arasındaki güveni zedeler. Su-i zan insanın şevkini kırar. Su-i zan manevi olarak insanı zayıflatır. Su-i zan insanın kalbini karartır. İşte bu ve benzeri zararlarından dolayı kesinlikle su-i zandan sakınmak gerekir. 56
Su-i zanda bulunan kardeşlerimizi de uyarmalıyız. İnsanlar farkında olmadan su-i zanda bulunabiliyorlar. Onları uyarmak kardeşlik vazifemizdir. Su-i zannın/kötü zannın olmadığı yerde hüsn-ü zan/güzel zan olur. Yukarıdaki ayet-i kerimenin tefsiri mahiyetinde olan Peygamber efendimizin(s) şu hadis-i şerifi konuyu anlamamızda önemli bir yer tutmaktadır. ‘Zandan sakının! Zira zan sözün en yalan olanıdır. İnsanların özel hallerini araştırmayın! Konuşmalarını dinlemeye çalışmayın! Birbirinizin alış-verişini kızıştırmayın! Birbirinize haset etmeyin! Birbirinize kin beslemeyin! Birbirinize sırt çevirmeyin! Ey Allah’ın kulları! Kardeşler olun!’(Buhari) Müminler kardeşlerine su-i zanda bulunmamalı, hüsnü zanda bulunmalı. Müminler müminlerin özel hallerini araştırmamalı. Hata ve kusurlarını araştırmamalıdır. Alış verişte kızıştırma yapmamalıdır. Müminler müminlere haset etmemelidir. Müminler birbirlerine kin beslememelidir. Müminler birbirine sırt çevirmemelidir. Müminler hakkı ile kardeş olmalıdır.
57
İMANI TAZELEME Salih ÖZBEY Araştırmacı-Yazar/Adıyaman ozbeysalih@qmail.com Yüce Allah(cc), Kur’an-ı Kerim de şöyle buyuruyor: ب الَّ ِذى ُ ب الَّ ِذى نَ َّز َل َعلَى َر ُ يَآاَ ُّي َها الَّ ِذينَ اَ َمنُوا اَ ِمنُوا بِاهللِ َو َر ِ سو ِل ِه َوا ْل ِكتَا ِ سولِ ِه َوا ْل ِكتَا ضَلَالً بَ ِعيدًا ُ اَ ْن َز َل ِمنْ قَ ْب ُل َو َمنْ يَ ْكفُ ْر بِاهللِ َو َملَئِ َكتِ ِه َو ُكتُبِ ِه َو ُر َ ض َّل َ سلِ ِه َوا ْليَ ْو ِم ْاالَ ِخ ِر فَقَ ْد ‘Ey iman edenler! Allah'a, elçisine, elçisine indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba iman edin! Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve ahiret gününü inkar ederse, şüphesiz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır.’ (4/Nisa, 136) Ayetin Nüzûlü ve Açıklaması: Kelbi der ki: Abdullah ibn Selam, Ka'b'ın iki oğlu Esed ve Useyd, Sa'lebe ibn Kays, Abdullah ibn Selam'ın kız kardeşinin oğlu Selâm ile yine onun kardeşinin oğlu Seleme, Yamin ibn Yamin ve iman eden bir grup kitap ehli hakkında nazil olmuştur. Bunlar: ‘Ey Allah'ın Resulü, biz sana, kitabına, Musa'ya, Tevrat'a, Uzeyr'e iman ederiz, bunlar dışındaki Resulü ve kitapları ise inkar ederiz!’ demişler de Allah Teala bu ayet-i kerimeyi indirmiş.’ 1 Kur'an, bu ve bir önceki ayetle çok önemli bir konuyu açıklıyor: Dinde inanılması gereken hususların hepsi bir bütünlük arz eder; onu parçalayıp bir kısmına inanmak, diğer bir kısmını tanımamak veya beğenmemek, tamamını tanımamak ve beğenmemek hükmünü taşır. Yahudi ve Hıristiyanlar da Allah'a ve kendi peygamberlerine inanırlar, o halde onlar da Müslümanlar gibi Allah'ı bilen ve imân eden mü'minlerdir, denilebilir mi? Ayetin açık anlatımı bunu reddeder. Çünkü Yahudiler hem Musa'dan sonra gelen birçok peygamberlere, indirilen kitaplara ve başta İsa Peygamber ile Muhammed Peygamber 58
(a.s) inanmazlar. Hem âhiret hakkında kesinlik ifade eden bir inançları
yoktur. Cennet'in Aden denilen bölgede, yani dünyada bulunduğunu iddia edenleri de olmuştur. Hıristiyanlar da hem İsa'yı Allah'ın oğlu sayar, hem son Peygambere ve Kur'an'a inanmazlar. Bu tarz bir inanç, dini bütünlüğünden uzaklaştırıp bölmektedir. Kur'ân'da böylesine bir imanın değer taşımadığı hatırlatılıyor; nelere inanmanın gerektiği beş madde halinde özetleniyor. Bunlardan birini reddetmek tümünü reddetme anlamına gelir, hükmünü koyuyor: 1. Allah'a inanmak, 2. Meleklerine inanmak, 3. İndirdiği kitaplara inanmak, 4. Gönderdiği peygamberlere inanmak, 5. Ahiret gününe inanmak… Bu beşi imân çerçevesinde bir bütünlük içindedir, birini veya birkaçını kabul etmemek tamamını reddetmek hüküm ve anlamını taşır. Diğer âyetler ve ilgili hadîsler “kadere imânı” bir altıncısı olarak buna bağlarlar.2 Son Peygambere ve son Kitab'a imân edenlerin aşırı tutucu ve tekelci olmadıkları en az yüze yakın âyet ve hadisle açıklanmış ve tarih boyunca Müslümanların bu doğrultudaki inancında bir sapma görülmemiştir. Muhammed(a.s.) Ümmeti, bugüne kadar gönderilen bütün peygamberlere ve kitaplara inanırlar ve saygı duyarlar. Son din ile dinlerin, son kitap ile kitapların, son Nebi ile peygamberlerin tekamül edip son noktasına eriştiğini söyler, fakat hiçbirini inkâr etmezler. Yahudi ve Hıristiyanlara gelince: Kutsal Kitaplarda hâlâ kalıntılarına rastlanan açık belgelere ve verilen müjdelere rağmen, aşırı tutucu ve tekelcidirler. Ne bütün dinlere inanır, ne de bütün peygamberleri ve kitapları kabul ederler. Bu yüzden hak dinler arasında derin bir uçurum meydana getirmişler ve kan dökülmesine yol açacak kadar mutaassıp davranmışlardır. İslam Dini, açılan bu uçurumu kapamak için en küçük bir açıklık vermemiş, ciddi bir diyalog kurulması için
59
her zaman bütün dinlere karşı mü'minlerin duyduğu sevgi ve saygı bağlarını uzatmakta tereddüt etmemiştir. Beş Esas Konumuzu oluşturan âyetle, imânın beş esası belirtiliyor. Altıncı esas olan ‘Kadere İmân’, az önce de belirttiğimiz gibi, diğer âyet ve hadîslerle açıklanmıştır. Aslında Allah'a dosdoğru imân diğer beş şeye imânı gerektiriyor. O halde Allah'a imân bu dört, ya da beş esası içine alıyor ve bunlardan her biri bir bakıma Allah'a imânın ölçüsünü belirliyor. 1. Varlık aleminde gözle görebildiğimiz her şeydeki mutlak düzen, denge ve matematiksel plân ve program Allah'ın varlığının ve birliğinin açıklayıcı belgeleri olarak bulunuyor. Eserden müessire, sanattan sanatkâra geçişi vurguluyor; hiçbir şeyin başıboş ve gelişigüzel yaratılmadığını sergiliyor. Görebildiğimiz maddî bütün eşyanın, kendiliğinden çok plânlı, dengeli, şuurlu ve hesaplı bir düzeni meydana getirmesi düşünülemez. Çünkü şuursuz maddenin kendinde bulunmayan özellikleri başkasında sağlaması aklın ve mantığın reddettiği bir neticedir. Aksi halde yaratıcı varsayılan maddenin kendiliğinden-ölçü ve oran kabul etmeyecek- üstün varlıkları yarattığı iddiası ortaya çıkar ki bu hiçbir zaman mümkün değildir. Görünürde en karmaşık fakat en üstün vasıfta yaratılan insanı, herhalde ondan daha üstün bir kudret ve zekânın yaratması gerekmez mi? İnsan beynini ve ondaki sayısız özellikleri hafıza gücünü düşünecek olursak, karşımıza öyle bir kudret çıkar ki o, maddenin ötesinde insan beyninin bütün özelliklerini en mükemmel ve sınırsız biçimde, kıyas kabul etmeyecek bir yücelik ve anlamda kendinde taşıdığı muhakkaktır. Çünkü ortada büyük bir plân varsa mutlaka bir planlayıcı vardır. Bir düzen ve mükemmel uygulanan bir program varsa, mutlaka bir programlayıcı vardır. Bunun aksi düşünülemez. 2. Meleklere iman, itikatta değişmeyen ikinci esastır. Çünkü meleklere inanmayan bir kimse peygamberlere gönderilen ilâhî vahye de inanmıyor demektir. Sonuç bu olunca, zincirleme diğer esasları da 60
kökünden yıkar. Amellerin yazılmasından tutun, kabir sualine kadar her şey alt-üst olur ve böylece sorumluluk kalkar. Ahiret kavramı yön verici müeyyide olmaktan çıkar, bir fantezi olarak kalır. 3. Kitaplara imân, meleklerle peygamberlere imânı da içerir. Onu reddetmek, diğer esasları temelinden yıkar. Çünkü her esas bir diğerini tamamlayıcı mahiyettedir. 4. Peygamberlere iman, diğer inanç esaslarını da beraberinde taşır. Beşer aklı, hayat düzenini, âhiret kavramını anlamaya yeterli değildir. Allah ile insan arasındaki irtibatın ölçüsünü, Allah'a giden yolun özelliğini, ibâdetin ölçü ve anlamını, ölüm, kabir ve âhiret safhalarını ancak peygamberlerin talimiyle öğrenebiliriz. Peygamberlik müessesesini reddetmek, diğer esasları kökünden yıkar ve mefluç duruma getirir. 5. Ahirete iman; düzenli, disiplinli, şuurlu ve feyizli bir hayat sürmenin plânı, sorumluluk duygusunun anahtarıdır. Dünya hayatından amacın ne olduğunu, insan ruhunun neye namzet bulunduğunu ancak âhirete inanmakla anlayabiliriz. Erdemlilik, iyilikseverlik, yardımlaşma, kardeşlik, sevgi, saygı ve benzeri iyi vasıflar âhirete imândan kaynaklanır, diğer esaslarla birleşip bütünleşir. Bu bütünü reddetmek insanı çok uzak bir sapıtmayla sapıtır. 3 Sonuç olarak; ‘Ey iman edenler!’ şeklinde başlayan bu ayet anlaşıldığı gibi bütün müminler hakkında nazil olmuştur. Ayetin manası, ey tasdik edenler, bu tasdikiniz üzerine devam edin, sebat edin; hem Kur'an'ı hem de diğer peygamberlere indirilen bütün kitapları tasdik edin demektir.4 َّ سو َل َّ سو ُل َّللاِ َو َكيْفَ نُ َج ِّد ُد إِي َمانَنَا ُ سلَّ َم َج ِّددُوا إِي َمانَ ُك ْم قِي َل يَا َر ُ قَا َل َر َ صلَّى اللَّهم َعلَ ْي ِه َو َ َِّللا َّ قَا َل أَ ْكثِ ُروا ِمنْ قَ ْو ِل َال إِلَهَ إِ َّال َُّللا Ebu Hureyre(r.a)’dan, Allah Resulü(a.s.) şöyle buyurdu: ‘İmanınızı yenileyin!’ Denildi ki: ‘Ey Allah’ın Resulü! İmanımızı nasıl yenileyelim?!’ ‘La ilahe illallah'ı çokça söyleyin!’ buyurdu.5 61
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması: Ebu Hüreyre(r.a.)’nin rivayet ettiğine göre, Allah Resulü (a.s.) şöyle buyurmuştur: ‘Rabbiniz(c.c.) şöyle buyurdu: Şayet kullarım bana ibadet etmiş olsalardı, gece onları yağmurla sular, gündüz güneşi üzerlerine doğdurur ve gök gürültüsü sesini onlara asla işittirmezdim.’ Allah Resulü(a.s.) şöyle buyurdu: ‘Allah hakkında hüsn-ü zan beslemek, Allah’a kulluğu güzel yapma kapsamındadır.’ Yine O(a.s.) bir keresinde şöyle buyurdu: ‘İmanınızı yenileyin!’ Denildi ki: ‘Ey Allah’ın Resulü! İmanımızı nasıl yenileyelim?’ ‘Lâ ilahe illallah'ı çokça söyleyin!’ buyurdu.6 İman, Allah’a kalpten intisap ve bağlılıktan ibarettir; bizi Yaradanımıza bağlayan en güçlü bağdır. Küfür, inkâr veya şirk ise bu sağlam bağın kopması veya koparılmasıdır. İman, kalbin amelidir. Kalpte meydana gelir ve kalbi nuruyla aydınlatır. Küfür ise, kalpte inancın ve tasdikin olmaması hâlidir. Cenab-ı Hakk’ın, zamanın ve mekânın çarkları içinde yuvarlanıp giden müminleri ‘imana’ çağırması ne kadar manidardır: İmanın yenilenmesi bir emirdir. Nisa suresi 136. ayette şöyle buyrulur: ‘Ey İman edenler! Allaha iman edin.’ Hem de iman edenlere emir. Yani imanınızı taklitten tahkiki imana çıkarın, imanınızı yenileyin, imanın hadsiz mertebesinde terakki edin,.. manaları vardır. Hucurat suresi 14. ayette: ‘Bedevîler ‘İnandık’ dediler. De ki: Siz iman etmediniz ama 'İslâm olduk' deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi.’ buyrulur. Demek imanı dem ve damarlara karıştırmak, tekrar ederek, meleke haline getirmek; akıl, kalb, ruh gibi letaife sirayet ettirmek gerekir. İmanımızı her zaman taze tutmamız gerektiğini emreden yukarıdaki hadis-i şerifi tefsir eden Bediüzzaman, ‘Hem şahsı, hem de çevresi her zaman değişen’ insanın, her zaman imanını yenilemeye de ihtiyaç duyduğunu kaydeder. 62
‘İnsanın her bir ferdinin manen çok ‘fertleri’ vardır. Yani her bir insan, ömrünün seneleri adedince, hatta günleri adedince, hatta saatleri adedince birer ‘farklı fert’ sayılmaktadır. Çünkü insanın hayatı zamana tabi olduğu için, o tek fert bir model hükmüne geçmekte ve her gün bir diğer fert şeklini giymektedir. Şahsın değişmesi, bir derece cesede bakıyor. Her dakikada vücudumuzda otuz milyon hücre ölüyor, yerine yenileri geliyor. Altı ayda beyin hücreleri hariç tamamen değişiyoruz. Altı senede bir defa beyin hücreleri de dahil tamamen değişiyoruz. Her sene fotoğraf çektirsek, yan yana koysak, ne kadar değiştiğimizi fark edeceğiz. Ruh değişmediği için kendimizi aynı zannediyoruz. Madem ceset devamlı yenileniyor, o zaman cesetten gidenleri imanla göndermek gibi, yeni gelen zerre ve hücreleri de imanın nurlarıyla nurlandırmak lazım. İnsan zaman altına girdiği için ömrünün saatleri, günleri, seneleri adedince ayrı fertler hükmüne geçtiğinden, her bir ferdi iman nuruyla nurlandırmak gerekiyor. Hem içinde bulunduğumuz mekanlar da devamlı değişiyor. Mekandaki haller, manalar, eşyalar insana tesir ettiği için, manen bizim için karanlık olan o mekanı imanın nuruyla, tevhid nazarıyla ziyalandırmak icap ediyor. Hem misal aleminde her mekan ayrı bir mahiyette, imanla muamele edilince, Misal Aleminde ampul yanmış gibi o alem aydınlanıyor. İçine girdiğimiz her mekan nur istiyor. Demek ‘La ilahe İllallah’ hem kelime hem mana olarak bir lamba gibi oluyor. Üstelik insanın cismi ve ruhu böyle her zaman yenilendiği gibi, içinde yaşadığı âlem de her zaman değişmekte ve yenilenmektedir. Her gün veya her saat bir âlem gitmekte, bir başkası gelmektedir. Yani insan her saat farklı bir âlemi ve farklı tecellileri yaşamaktadır. İnsanın bunun için bir saati bir saatine uymamaktadır. Az önce etrafına gülücükler dağıtan insan, bir de bakmışsınız sinir krizine girivermiştir. Hiç ummadığınız kişilerin bir gün bir cinayet işlediğini duyarsınız. Önce inanmazsınız, çünkü adam belki tavuk bile kesmemiştir; sizin bildiğiniz budur. Oysa maalesef haber doğru çıkar. Çünkü insanın 63
yaşadığı şahsî âlemi ve sosyal âlemi her vakit değişmekte, insanı yeni girdaplara sokmakta veya hayatına olumlu veya olumsuz yeni cilveler taşımaktadır. Bu cilveler, girdaplar, girinti ve çıkıntılar, öfkeler, dargınlıklar, uçarılıklar, düşüncesizlikler ve fevrî hareketlerse insanı her zaman halden hale çevirmektedirler. Ayrıca insanda nefis, heva, vehim ve şeytan az-çok her insanda hükmetmekte; çok vakit insanın imanını rencide etmek için gafletinden istifade etmekte ve bu gafletiyle ona pek çok hile, şüphe ve vesvese vererek iman nurunu kaplamaktadır. Onun için, her gün, her saat, hatta her vakit, imanı cilalamaya ihtiyaç vardır. Her zaman ‘Lâ ilâhe illallah!’ kelimesiyle imanını taze tutan, Allaha bağlılığını yenileyen, Yaradan’ı ile irtibatını tecdit eden kimseler, bütün bu farklı boyutlardaki olumsuz veya olumlu tavırlar ve haller karşısında, daima akıllı hareket etme kabiliyetlerini korurlar. Çünkü tazelenmek suretiyle ulaşılan her yeni iman; her yeni âlemin, her yeni girdabın, her yeni krizin, her yeni olumsuzluğun ve her yeni tersliğin anahtarı hükmüne geçer, her yeni hayata yeni bir nur getirir. Bu iman nuru her tersliğin ışığı ve her girdabın aydınlığı hüviyetinde tecelli eder. 7 Demek, her saat imanını tecdid edenler ve Allah’a olan bağlılığını diliyle ve kalbiyle taze tutanlar, şeytanın bu görünmez girdaplarından ve fark edilmez şerlerinden kendilerini-Allah’ın izni ve inayetiylekorumuş olurlar. Çünkü değişen ceset, alem ve mekan daima tazelenen bir imanı gerekli kılıyor. Akıp giden zaman, ne kadar kötü olursa olsun; imanını tazeleme bilinci içinde yaşayanlar zamanın kötülüğünden ve şerlerindeninşallah-zarar görmeyecekleri gibi, insanlara da iyi örnek teşkil edeceklerdir. Dipnotlar: 1. el-Vahidi, age. s. 128; İbnu’l-Cevzi, age. 11, 223; es-Suyuti, ed-Durru'1Mensur, 11, 716; Bedreddin ÇETİNER, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/280. 2. Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1510-1511 64
3. a.g.e. ve aynı yer 4. Vehbe Zuhayli, et-Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 3/277-280. 5. Müsned , 2/359; et-Terğib ve’t- Terhib, 2/415 6. Müsned, 2: 359; el-Münziri, et-Terğib ve't-Terhib, 2: 415; Hâkim, elMüstedrek, 4: 256; el-Heysemi, Mecmeu'z-Zevaid, 1: 52 7. Said Nursi, Mektubat, s. 319, Mektubat, 26
65
68/KALEM SURESİNDE ‘BAHÇE SAHİPLERİ’ KISSASI Erhan KOÇ Mavera Tesettür Giyim Sahibi/Haber Editörü fikribeyan@hotmail.com Kur’an kıssaları genelde araştırmacılar tarafından tarihsel, evrensel veya mitolojik olarak değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Bazıları ise kıssaları salt bilimsel veya arkeolojik bulgular için malzeme konusu yapmıştır. Halbuki Kur’an, tarihsel bir veri vermekle birlikte asıl amacı müminlerin kıssalardan ders/ibret almalarını sağlamaktır. Kur’an kıssaları Mekke’de zor şartlarda imanları sınanan müminlerin gönüllerini ferahlatıyor ve tarih yasalarını öğretiyordu. Modern çağda da aynı şekilde Müslümanların kıssalardan bir hareket ve davet fıkhı çıkarma zorunluluğu vardır. Kıssanın iniş arka planı: Kur'an ayetlerinde, bahçe sahiplerinin kimlikleri hakkında bilgi verilmemektedir. Buna mukabil tefsirlerde çeşitli isimler verilmekte ise de kesinlik bulunmadığı, zannın galip olduğu bu rivayetler üstünde durmayacağız. Arabistan yarımadasının da tarım arazilerinin bulunduğu, kıssada adı geçen meyvelerin yetiştirildiği, Taif, Medine, Yemen tarafları olma ihtimalinin yüksek olduğu, dolayısıyla kıssa kahramanlarının bu bölge insanları ya da bu bölgelerin bir kısmında tarım arazisi bulunan, Mekkeliler olduğu intibaını uyandırmaktadır. Bununla birlikte Kur'anda anlatılan bahçe sahiplerinin, Arabistan bölgesinde, Kur'an nazil olmadan evvel yaşamış bazı toplumlar içerisindeki kişiler olabileceği de düşünülmelidir. Arabistan yarımadası topraklarındaki tarım arazilerinin kısıtlı ve belli bölgelerde olduğu göz önüne alındığında bahçe sahiplerinin, cahiliye Arap toplumunun hinterlandı içerisinde olduğu aşikar olacaktır. Belki de bu isimler cahiliye Arap toplumunca bilinmesine binaen Allah bu isimleri tasrih etmemiştir denilebilir. Kıssalarda anlatılan kişilerin 66
kimliklerinin verilmemesi; bizi bu kıssanın yaşanılmamış, tarihi bir kıssa olmadığı fikrine götürmemelidir. Kıssaları analiz ettiğimizde kişilerin isimlerinin önemli olmadığı görülecektir. Çünkü yaratılıştan itibaren tarımın insan hayatının büyük bir bölümünü kapsadığı düşünüldüğünde; tarımla uğraşan ve ‘bahçe sahipleri’ kıssalarındaki kişiliklere benzeyen sayısız insan hem Arabistan yarımadasında ve hem de bu dünya üzerinden geçmiştir, kıyamete kadar da benzer şekilde sayısız insan gelip geçecektir. O halde mühim olan kişilerin isimleri, kimlikleri değil, onların Kur'anda anlatılan, İslam açısından müspet veya menfi davranışlarıdır. Bu davranışları gösteren; zamanın her hangi bir kesitindeki kişilerden, emsal olması açısından yeterli görülerek ‘bahçe sahipleri’ kıssalarındaki kişilikler anlatılmıştır. Kur'an'ın hedefi kişilerin bireysel olarak ululaştırılması veya alçaltılarak yokluk hükmüne alınması değil; anlatılan şahıslar nezdinde davranışlarının olumlu ve olumsuz yanlarının sergilenerek; ideal olan veya olmayan davranışların örnek gösterilerek bu davranışlardan olumlu sonuçlar çıkarılarak ibret alınmasıdır. Burada zikri gereken bir husus da şudur ki: Kur’anın nüzul sürecinde anlatılan ilk kıssa bu suredeki ‘bahçe sahibi’ kıssasıdır(68/Kalem, 1732). Yemen kökenli bu kıssa, ‘paylaşma ahlakı’ üzerine inşa edilir. Bir nevi bu kıssa üzerinden ‘Ey muhatap! Sakın Allah yokmuş gibi davranma!’ mesajı verilir. Bahçe ve Sahiplerinin İmtihanı: ‘Biz o müşrikleri, tıpkı bahçe sahiplerini sınadığımız gibi sınayacağız. O bahçe sahipleri, (fakir-fukaraya hakkını vermemek için) sabahın ilk ışıklarıyla birlikte bahçelerindeki ürünleri devşirecekleri hususunda söz birliği etmişler, ‘İnşallah (Allah izin verirse)’ demeye gerek görmemişlerdi.(17-18) Kur'an, müşriklere bildikleri bir olayı hatırlatarak onları uyarmaktadır. Çünkü müşrik liderler ve onların ardından gidenler de, mal düşkünü kimselerdi. Bunlar, yoksulu düşünmez, onlarla birlikte 67
bulunmaya tenezzül bile etmezlerdi. Bu açıdan, bahçe sahiplerinin karakteriyle müşriklerin karakterleri arasında büyük bir benzerlik vardır. Rabbimiz diyor ki, biz Kureyşlilerce durumları bilinen bahçe sahiplerini sınadığımız gibi Mekke kafirlerini de Resulullah’ın dua etmesi üzerine açlık ve kıtlıkla imtihan edip sınadık. Bu bahçe sahipleri sabah vakti erkenden bahçelerinin mahsullerini devşireceklerine yemin etmişlerdi. Böylelikle fakirler durumu bilip daha önce aldıklarını almaya gelmesin istemişlerdi. Bu yolla mahsulün ve ekinin tamamını kendilerine saklamaya çalışmışlardı. Bunu söylediklerinde de ‘inşallah’ dememişlerdi, yani onlar yemin edip inşallah, diyerek işi Allah’ın iradesi şartına bağlayarak ‘istisna’ yapmamışlardı. Çünkü onlar bu işi kesinlikle yapacaklarından emin idiler. Ayrıca ekinin tamamını toplayacaklarını, yoksullara paylarını yahut da babalarının vaktiyle yoksullara verdiği kısmı istisna etmeksizin bunu yapacaklarını söylemişlerdi. Maksat, durumlarının ve iç yüzlerinin ortaya çıkarılması için Mekkelilerin ve tüm zamanlardaki mütreflerin, baronların, sermaye sınıfının, yoksulun hakkını gözetmeyen, Allah’ı hatırından çıkaran, Allahsız bir hayat düzeni kuran insanların sınanmasıdır. Allah’ın üzerlerinde ki nimetlerine şükredip, Allah’ın kendilerine müjdeci ve uyarıcı olmak üzere göndermiş olduğu Allah Resulüne iman mı edeceklerdi, yoksa onu yalanlayarak risaletini kabul etmeyip Allah’ın üzerlerindeki bitimsiz hakkını inkar mı edeceklerdi? Böylelikle bahçe sahipleri cezalandırıldığı gibi, kendileri de layık oldukları cezaya çarptırılacaklardı. İşte Yüce Allah’ın şu buyruğunda haber verdiği husus budur. ‘Onlar uyurlarken hemen onu Rabbin tarafından dört bir yanından bir bela sardı da kapkara kesiliverdi.’ Yani o bahçeyi Allah tarafından gelen bir ateş çepeçevre kuşattı ve onu yaktı. Yani o bahçeye semavi bir afet gelip isabet etti ve simsiyah bir gece gibi kapkara kesiliverdi. Bahçe kurudu, yeşilliği kayboldu, ondan geriye hiçbir şey kalmadı, kalamadı. 17’nci ayetteki ‘onlar’ zamiri, öncelikle Kureyşin lider takımı olan 68
müşriklere, ‘bahçe sahipleri’ ibaresi de rivayetlerde belirtilen kimselere işaret etse de ayetin mana ve maksadı bunlarla sınırlı değildir. Güç ve servet sahibi olup onu kullanmaktan sorumlu olan herkes, ayetin anlam sahasına girmektedir. Çünkü ‘Bahçe sahipleri’ örneği ile hem bireysel mülkün idaresine, hem de toplumsal bir göreve işaret edilmektedir. Eğer toplumdaki varlıklı kimseler, yoksulları gözetip onların haklarını vermezlerse, sosyal bir günah işlemiş olurlar. Şu halde, insanlara yönelik müjde ve uyarılar, onların davranışlarıyla bağlantılı verilerdir. Bunlarda cezanın, terbiye edici, ödülün de teşvik edici rolü vardır. Ayetteki Cennet sözcüğü, gizlemek, saklamak, örtmek, kararmak ve deli olmak gibi anlamlara gelen ‘c-nn’ kökünden türemiştir. Cennet sözcüğü filolojide, ‘bitki ve ağaçları ile toprağı örten bahçe’, İslami terminolojide ise ‘ölümden veya kıyametin kopmasından sonra müminlerin sonsuz mutluluk içinde yaşayacakları yer’ anlamına gelir. İstisna nedir?: ‘İstisna’nın en güzel tarifi, Cenab-ı Allah tarafından Kehf suresindeki ayetlerde yapılamaktadır. ‘Hiçbir şey için ‘Bunu yarın yapacağım!’ deme! Ancak Allah dilerse (yapacağım de)!’(18/Kehf, 23-24) Resule, onun şahsında tüm muhataplara hitap eden Allah, insanların yapacakları bir şey için, o yapacaklarının Allah'ın izni ve onun nimetleri sayesinde olduğunu unutmamaları; dolayısı ile bu yapacakları işlerin neticelerinden dolayı gururlanıp böbürlenerek, Allah'a aykırı tutumlara girmemelerini öğütlemektedir. Onun için Müslümanlar bir işe niyet ettiklerinde inanç olarak kabul etmiş oldukları halde, sözsel olarak da; ‘İnşallah/Allah dilerse’ ve ‘Maşallah/Allah ne dilerse’ diyerek istisnada bulunmayı alışkanlık olarak edinmişlerdir. Bu, onların Allah'ı yaratıcı ve tüm nimetleri bağışlayıcı ve her işte müsaade edici olarak mutlak iradeye inanmalarının bir gereğidir. Kalem suresindeki bahçe sahipleri istisna etmeden mahsulü toplayacaklarını, yani ertesi gün Allah'tan herhangi bir kaza, bela, hastalık vs. gibi çeşitli engeller olmayacağı teminatı almış gibi hareket
69
etmektedirler. Oysa Allah her şeyi en iyi bilen ve takdir edendir. Yarın ne olacağını kimse bilemez, yarın veya hemen sonra ne olacağını Allah'a havale etmek onun kazasına rıza göstermek lazımdır. Nitekim bir ayette de ‘Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini de bilemez. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.(31/Lokman,34) Bunun yanı sıra Allah'ın kendilerine verdiği bol mahsulden fakirlere vermemek gibi bir isyan içerisindedirler. ‘Sakın bugün hiçbir yoksul bahçeye girip yanınıza sokulmasın’ diye. Güçleri yettiği halde, onları yardımdan mahrum etmek niyet ve azmi ile erkenden yola düştüler.(68/Kalem,24–25) Yani bahçe sahipleri Allah'a karşı iki isyanda bulunmaktadırlar. a- Ertesi sabah hasadı mutlaka yapmak kararı ile Allah'ın bahçe ve kendileri hakkında verebileceği diğer ihtimalleri göz ardı ederek ‘istisna’ etmemek; yarın ne olacağını bilmek gibi, Allah'a ait bir vasfı kendi üzerlerine alarak bahçenin hasadını mutlaka toplayacaklarını kendi kendilerine garanti ederek Allah'a heva ve heveslerini ortak koşmaksuretiyle… b- Mahsullerinden ihtiyaç sahibine vermemek; Allah'ın kendilerine bahşettiği bol nimetlerden yoksula verilme emrine karşı gelmek ve bu şekilde de Allah'ın emrine isyana niyet suretiyle... Bahçe sahiplerinin ertesi güne ait niyetleri ile ilgili konuşmaları bittiğinde Allah onların niyetlerinden dönmeyeceklerini bildiğinden bahçelerine belayı indirmiştir bile. ‘Fakat onlar daha uykudayken Rabbinin katından kuşatıcı bir afet bahçeyi sarıverdi de Bahçe kapkara kesildi’(ayet: 19– 20)
Bundan sonraki nedamet bölümü diğer bahçe sahibinin nedameti gibidir. Her iki kıssadaki inkarcı bahçe sahipleri musibete uğradıklarında, kendi ağızları ile yaptıkları isyankar fiili ikrar ederler ve derhal Allah'a halisane dua etmeye başlarlar. ‘Ah, diyordu, keşke ben Rabbime hiçbir ortak/şerik koşmamış olsaydım!’(ayet: 42) Rabbimizin yüceliğini seslendiririz! Doğrusu biz (kendi kendimize) yazık etmişiz dediler.’(ayet: 29) Malından sarf etme, fakire ihtiyaç sahibine verme: Kur'an-ı Kerimde, Mekki surelerde Allah, gerek geçmiş resul kıssalarını gerek cahiliye dönemi insanlarının Vahy'e ve resullere karşı durumlarını anlatırken toplumların ileri gelenleri olarak adlandırılan 70
zengin ve şımarık, yönetici sınıfın, resullere ve Vahy'e en çok ve şiddetli tarzda karşı koyduklarını belirtmektedir. Bu insanları en çok kızdıran işlerden birisi de fakire, ihtiyaç sahibine kendi mallarından vererek onları korumaları isteğidir. ‘Çardaklı ve çardaksız (üzüm) bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurmaları, ekinleri, birbirine benzerbenzemez biçimde zeytin ve narları yaratan O'dur. Her biri meyve verdiği zaman meyvesinden yiyin. Devşirilip toplandığı gün de hakkını verin!’(6/Enam, 141) İçinizden faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler, bağışlasınlar, feragat göstersinler. Allah'ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız?! Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.’(24/Nur,22) Oysa müşrikler, Allah bir rahmet tattırdığında, azarak bu rahmetin kendi özellikleri–akıl, servet, mal, oğul, kabile–sebebiyle kazandıklarını ileri sürerek, bundan dolayı, heva ve heveslerini Allah'a ortak koşmaya, O'nun emirleri ile mücadele etmeye başlarlar. ‘Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden hayra sarf ediniz!’ denildiğinde, kafirler müminlere dediler ki: Allah'ın dilediği takdirde doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız?! Siz gerçekten apaçık bir sapıklık içindesiniz!’(36/Yasin,47) Allah insanlara çeşitli rızıklar vermiş, onların bir kısmını bir kısmına servet, mal ve evlat sayısı bakımından üstün kılmıştır. Ancak bu üstünlükte, rızkı bol verilenlerin darlıkta olanları görmesi, malından vermesi gerekmektedir. Bu, bu rızkın Allah'tan olduğuna inancın bir gereğidir. Çünkü rızkı kimine bol veren Allah, o verdiğinkinden de başkasına verilmesini emretmektedir. ‘Allah kiminize kiminizden daha bol rızık verdi. Bol rızık verilenler rızıklarını ellerinin altındakilere verip de bu hususta kendilerini onlara eşit kılmazlar. Durum böyle iken Allah'ın nimetini inkar mı ediyorlar?’(16/Nahl, 71) Dikkat edilirse Allah, bol rızıklardan verilmediğinde ‘Allah'ın nimetini inkar mı ediyorlar?’ diyerek, malından vermeyenlerin bilerek ve isteyerek bunu yapıyorlarsa kafir olacaklarını belirtmektedir. ‘Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belalı bir günde Rabbimizden (O'nun azabına uğramaktan) korkarız (derler)’(76/İnsan,810)
71
Allah'ın verdiklerinden vermede olması gereken ölçü: Allah'ın bahçe sahiplerinden isteği olan daha doğru bir ifade ile zengin olanın malından ihtiyaç sahiplerine verme emrinde, Allah'ın istediği verme ölçüsü nedir? Bu miktar öyle yüksek oranlarda mı ki bu zengin insanlar bundan kaçınmaktadırlar? Cevabı: ‘Harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar’(25/Furkan, 67) ‘Eli sıkı olma! Büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini ve pişmanlığını çeker durursun’(17/İsra,29) Allah varlıklı insanlardan cimrilik derecesinde olmayan miktarda mallarından vermelerini istemektedir. Yani vermenin miktarı, varlıklı insan ile Allah arasındaki kullukta, takvanın miktarına bırakılmıştır. Sınır büsbütün eli açık olup israf derecesinde olmayıp orta ve makul biryoldur. Burada verme ölçüsünde bir tespit daha yapılmaktadır. Cahiliye toplumunda bazı müşrikler kendilerinin Allah'tan daha ‘Kerim’ yani cömert olduklarını göstermek dolayısıyla Allah'a heva ve heveslerini ortak koşmak için bütün mallarını dağıtarak ertesi güne yoksul olarak çıkarlardı. İşte Allah böyle bir verme olayını ‘saçıp savurma’ olarak değerlendirmekte, böyle yapanların insanlara gösteriş için bunu yaptıklarını, şeytana uyduklarını bildirerek onları kınamaktadır. ‘Ey iman edenler! Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi başa kakmak ve incitmek suretiyle yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın! Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak bir kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah, kâfirleri doğru yola iletmez!’(2/Bakara, 264) ‘Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver! Gereksiz yere de saçıp savurma! Zira böylesine saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdırlar. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür’(17/İsra,26-27) Allah, bahçe sahiplerinin mallarından gönülleri elverdiği kadar, Allah'a ne kadar çok yakınlaşmak istiyorlarsa o kadarını ihtiyaç sahiplerine vermelerini, bu miktarın hiçbir zaman kendilerini zor duruma düşürecek oranda olmamasını ve gösteriş için yapılmamasını istemekte, dengeli ve makul bir infak teşvikinde bulunmaktadır. Bahçenin imhası: 72
‘Halbuki onlar uyurlarken, hemen Rabbinden dolaşıcı bir bela onu sardı da, böylece simsiyah kesiliverdi’(ayet: 19-20) Onlar uykudayken ve haberleri bile yokken oluyor bu iş. Kendileri güya bu işe etkinlerdi? Kendilerine güveniyorlardı. Güya kendi kendilerine bozabileceklerdi o bahçeyi. Sabahleyin biz bu işi yapacağız diyor ve istisna da yapmıyorlar yani ‘İnşallah’ demiyorlardı. Allah’ı diskalifiye ederek kendilerini bu işe kadir zannediyorlardı. Bakın uykudayken, hiçbir şeyden haberleri bile yok iken gönderdiği bir bela ile Allah ne yaptı o bahçeye? Hasan-ı Basri, ‘O bahçenin hayrı kesildi. Böylece onda fayda namına hiçbir şey kalmadı’ anlamını vermiştir. Ayrıca sabah vakti de geceden ayrılıp kesildiği için ‘sarim’ diye adlandırılır. Buna göre mana: ‘O bağ-bahçe kurudu da yeşillik namına hiçbir şey kalmadı…’ şeklinde olur. Ümitle ve kendinden emin şekilde bahçeye Çıkmaları: ‘İşte sabaha karşı birbirlerini çağırdılar, ‘devşirecekseniz, erkence mahsulünüzü devşirmeye çıkın…’ diye’(ayet: 21-22) Dikkat ettiğimiz zaman burada ‘Haydi harsınıza, heydi yetiştirdiğiniz bahçeye’ diyorlardı. Neden böyle diyorlardı? Yani sanki o bağı kendileri yetiştirmiş, sanki o bahçe kendi ekimleri, kendi kültürleriymiş gibi, haydi harsınıza diyor ve burada da yine o bahçenin gerçek sahibini, gerçek yetiştiricisini diskalifiye ediyorlardı. Yine dikkat ettiğimiz zaman ‘ila harsiküm’ demiyorlar da ‘ala harsiküm’ diyorlar. Yani ‘ala’ ile olunca sanki böyle onun üstüne abanacaklar, kimseye kaptırmayacaklar. Aralarında fısıldaşmaları ve fakir gelir diye çekinceleri: ‘Bugün orada, hiçbir düşkün kimse yanımıza sokulması” diye gizli konuşarak yürüyorlardı’(ayet: 23-24) Gece yarısında hızlıca hareket ettiler. Gizlice, fısıltı halinde birbirlerine bir şeyler demeye çalışıyorlardı. Aman kimse duymasın çabasıyla böyle yapıyorlardı. Bakın birbirlerine dedikleri de şuydu: ‘Aman ha! Sakın ha! Yavaş konuşun, sessiz olun, hızlıca ve erkenden hareket edin ki bugün üzerinize bir miskin sokulmasın! Sakın bir miskin duyup ta yanınıza gelip de sizden bir şey dilenmesin! Kimseciklerin haberi olmadan bu işi bitirip ürünümüzü evimize katalım!’ 73
Daha önceleri babaları bu bağın bozumu esnasında yolda, belde fakir-fukaraya bolca dağıtarak bu fakir kimseleri alıştırmış olduğu için gizli davranmaya çalışıyorlardı. Mağrurca Bahçeye Girmeleri ‘Yoksullara yardım etmeye güçleri yeterken böyle konuşarak erkendengittiler.’(ayet:25) Buradaki ‘Hard’ kelimesinin birkaç manası vardır: 1-Hard, güç kudret demektir. Yani sadece gitmeye güçleri yeterek yola çıktılar. 2-Hard, tesis etmek, bir şeyler organize etmek, bir şeyler ortaya koymak demektir. Yani bunu yaptılar, bunu becerdiler. Neyi? Ya bu erkenden yola koyulabilmeyi becerdiler ya da istedikleri biçimde fakirleri diskalifiye etme işini becerdiler. 3-Hard, o bağın veya bahçenin adıydı. 4-Hard, intikam ve gazap demektir. O miskinlere, fakirlere karşı bunu becermişlerdi. 5-Engel olmak demektir ki işte ancak bunu becerebildiler. Yani bu kadarına, güçleri var adamların, hiç güçleri yok değil tabi. Bu kadarını organizeye güç veriyor Allah insanlara. Yola çıktılar: Şaşırıp Kalmaları Nihayet bahçeyi gördüklerinde: ‘Herhalde yolumuzu şaşırmış olacağız; belki de biz yoksun bırakıldık’ dediler’(ayet: 26-27) Bahçelerine varıp o kül yığınını gördüklerinde bahçenin karşısında duraladılar, şaşırdılar, afalladılar ve dediler ki: ‘Galiba biz yanlış geldik! Galiba biz yanlış geldik! Herhalde biz başka bahçeye geldik!’ Yutkunuyorlar ve gerçeği fark edip ‘Yooo!’ diyorlar, ‘Biz mahrum edilmişiz! Biz engellenmişiz! Miskine engel olacakken bizim elimizden alınmış! Fakir-fukarayı diskalifiye edecekken biz diskalifiye edilmişiz! Birilerini atlatacağız derken biz atlatılmışız!’ ‘Eyvah biz kaybedenlerden olmuşuz!” dediler. Biraz önce kendilerini her şeye kadir gören insanların şimdi elleri böğründe nasıl bahçenin kenarında büzüştüklerini, nasıl yıkılıp perişan olduklarını düşünün. Aynı şekilde oğulları,malları,servetleri,soyları ile şımaran Mekke kodamanlarının da sonu bahçe sahibi gibi olmasın yoksa. O gün
74
gelmeden önce yetimlerin yoksulların haklarını gözetin ey Müşrikler! … Evsat Kelimesi: ‘Ortancaları: Ben size Allah’ı anmanız gerekmez mi? dememiş miydim?!’ dedi!(ayet: 28) ‘Evsatuhum’ ifadesi en adil ve en üstün olanları…’ demektir. ‘Vasat’ kelimesi de ‘Ummeten vasatan’(2/Bakara, 143) ayetinde geçer. Yani burada içlerinde daha bir dengeli olanı, yani bu işi daha dengeli/vasat düşünenleridemektir. Çünkü biz biliyoruz ki vasat adil, dengeli demektir, denge, muvazene unsuru demektir. İşte içlerinden en dengeli davrananları, en makul düşüneni dedi ki: ‘Ben size tesbih edin!’ demedim mi?! Ben size ‘Sübhanallah/Allah yüceler yücesidir!’ deyin!’ demedim mi?! Ben size ‘İstisna’ edin/İnşallah!’ deyin!’ demedim mi?! Allah’ı unutmayın, gelin fakirfukaranın hakkını da ayıralım demedim mi?!’ Bu ayetten çıkardığımız ders; birilerini uyarıp, sonra da uyardığımız insanların uyarının tersine hareket ettiklerinde onlarla tavırca beraber olursak, unutmayalım ve kesinlikle bilelim ki onların başına gelecek bela aynen bizim başımıza da gelecektir. Bakın ayetten anladığımız kadarıyla, en dengeli olanı, daha bir Müslüman düşüneni ötekilerini uyarmış ama onlardan ayrılmamış. Uyarının tersine hareket ettikleri halde onlarla o konuda birlikteliğini sürdürmüş hiçbir şekilde tavır ve yaşam tarzını ayırmamıştı. Bu yüzden de onların başına gelenin aynısı onun da başına gelmiştir. Allah onu diğerlerinden ayırmamıştır. Demek ki sadece uyarmak yetmiyor! Günahlarını İtirafları: ‘Rabbimizi tenzih ederiz; doğrusu biz yazık etmişiz!’ dediler’(ayet: 29) Ne diyor ayet? Ayet, dolaylı bir anlatımla surenin geldiği dönem toplumuna diyor ki: ‘Kureyş! Aklınız başınıza gelsin! Şimdi de şu anki muhataplara yani sizlere, bizlere… Ey dünya müstekbirleri aklınız başınıza gelsin! Ey Muhammed ümmeti aklınız başınıza gelsin! Bakın ondan sonra: ‘Ya Rabbi seni tesbih ederiz! Biz zalimlerden olduk. Biz yapmamamız gereken şeyi yaparak, olmamamız gereken yerde bulunarak, kendimizi sana kulluk ortamından çıkararak, hayat 75
programımız konusunda seni diskalifiye ederek, hayatımız konusunda kendimizi etkin ve yetkin zannederek, senin arzularını görmezden gelerek kendi kendimize zulmedenlerden olduk!’ dediler ve hemen yaptıklarından pişman oldular. İyi ki ölmeden önce pişman oldular, iş işten geçmeden akılları başlarına geldi. Kendi zalimliklerini, düşüncesiz yeminlerini, istisnayı yani inşallah demeyi unutmalarını, fakir-fukarayı diskalifiye etmelerini anladılar, bu zulmü itiraf ettiler, bununla da kalmayıp, feryat etmediler, isyana kalkmadılar, kendilerini dağıtmadılar, kendilerini yerden yere vurmadılar, kahrolmadılar, helak olmadılar da hemen: Birbirlerini (yaptıkları yüzünden) kınayıp suçlamaları: ‘Birbirlerini yermeye başladılar’(ayet: 30) Birbirlerini yermeye başladılar, levm’leştirler, kınadılar birbirlerini. Ama aralarındaki bu levm’leşme şöyle değildi: ‘Hep senden oldu! Vay sen şöyle demiştin! Ben böyle demiştim! Bütün suç senindi! Öyle değil. Tam tersine şöyle yaptılar. ‘Sen şöyle dedin, ben keşke onu dinlemeseydim. Bak ben şöyle dedim, sizi kandırmışım keşke yapmasaydım’. Herkes birbirini kötüledi, kendi kendini yargılayıp sorguladı ve pişmanlıklarını ortaya koydular. ‘Yazık etmişiz kendi kendimize, derin bir gafletin kurbanı olmuşuz!’ dediler. Nihayet: ‘Sonra şöyle dediler: ‘Yazıklar olsun bize; doğrusu azgınlık edenlerdik’(ayet: 31) ‘Eyvah bize! Vah bize! Yazıklar olsun bize! Meğer biz tağutluk etmişiz! Meğer biz hayat programımızı kendimiz çizmeye kalkmışız! Biz hayata kendimizin etkin olduğunuz zannetmişiz! Ne yapacağımızı kendimiz belirlemeye kalkmışız’ Hayatımızı Allah’a sormamışız! Allah’ı diskalifiye ederek, Allah’ın ayetlerini görmezden gelerek ne yapacağımız, nasıl hareket edeceğimiz konusunda kendimiz karar vermeye kalkmışız! Malımızı-mülkümüzü, bahçemizi kendimizin zannederek onunla ilişkimizi kendi kendimize belirlemeye kalmışız! Vallahi korkunç! Hayat programımızı kendimiz belirlemeye kalkmışız ve bu yüzden de tağutluk yapmışız!’ diyorlar. Ya biz?! Bizim hayat programımızı kim belirliyor?! Acaba kendi bilgilerimizi, kendi anlayışlarımızı, kendi heva ve heveslerimizi 76
Allah’ın kitabının ve Resulü’nün sünnetinin önüne mi geçiriyoruz?! Acaba biz de hayatta kendimizi etkin mi zannediyoruz?! Yani adamlar durumu anlayınca Allah’a döndüler, Allah’a yalvarıyorlar. Bakın, diyorlar ki: Allah’a yönelmeleri: ‘Belki Rabbimiz bize bundan daha iyisini verir; doğrusu artık, Rabbimizden dilemekteyiz.’(ayet: 32) ‘Bizim bütün rağbetimiz, tüm yönelişimiz, arzımız, duamız, ibadetimiz, kulluğumuz sadece Allah’adır!’ dediler. ‘Biz O’na dua edip halimizi arz ediyoruz, elbette Rabbimiz bu yüzden aldığı bahçenin yerine ondan çok daha iyisini, güzelini bize verecektir’ diyorlar. Öyleyse biz de O’na rağbet edelim, biz de O’na yönelelim, biz de O’na yalvaralım, Biz de kulluğumuzu halisane bir şekilde O’na yapalım. O bize, bizden aldığının daha hayırlısını verir, unutmayalım. Ahiret Azabı Daha Müthiştir: ‘İşte böyledir azap! Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür; ah bir bilselerdi!’(ayet: 33) Bu ayette, nankörlüğün cezası belirtilir. Bu ayette yer alan Azap kelimesi, ‘men etmek, acı ve ceza vermek’ gibi anlamlar taşıyan ‘a-zb’ kökünden türemiş şeklidir. Nefse ağır gelen, beden ve ruha acı veren her şey genelde bu kelimeyle ifade edilir. Ayrıca, günahkârlara dünya ve ahirette verilen cezaya da azap denir. Ahiret kelimesi de ‘son, sonraki veya sonuncu’ gibi anlamlara gelen ahr kökünden türemiş şeklidir. ‘Ahiret’ kavramı, İslami terminolojide en geniş anlamıyla ‘ölümden sonra gelen ve ebedi olan hayat alanı’nı ifade etmek için kullanılır. Bu yüzden, ‘dünya hayatının ardından gelen, ondan daha devamlı ve değerli olan hayata’ ahiret denir. Saadet ve ebediyet için mal yığıp yoksulları doyurmaktan ve infaktan kaçınmak, dünyada azap görmeye, ahirette de cehenneme girmeye neden olur. Ahiret azabı, dünya azabından daha büyüktür. Çünkü ahiret azabı geçici değil süreklidir. Bir kez başa geldi mi artık uyanmanın faydası yoktur. Demek ki Yüce Allah’ın dünyada nankör kimselere bela vermesinin hikmeti, bilmeye ve anlamaya yatkın olan insanları uyarıp onları daha büyük tehlikelerden ve azaptan korumaktır.
77
Bahçe sahipleri kıssası örneğiyle, insanın kendisini dünyacı/seküler değerlere esir olmaktan kurtarması, irade ve imana dayalı eylemlerle takva değerine ulaşması hedeflenmiştir. ‘Bahçe sahipleri’ kıssasında Sünnetullah: Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinin açıkladığı ‘Sünnetullah’ı, Kur’an kıssalarında, Peygamberlerin yaşantılarında, onların kavimleriyle mücadelelerinde ve onların başlarına gelen hadiselerde, geçmiş milletlerin haberlerinde, hak ve batıl taraftarlarının mücadelelerinde görürüz. Bu ayetleri saymaya kalksak, onların ahkam (hükümle ilgili) ayetlerden çok olduğuna rastlarız. Bu neyin işaretidir? İnanıyoruz ki mana ve tatbikatıyla ‘Sünnetullah’ın zikrinin geçtiği ayetlerin çokluğu, kendilerine mahsus ibadet tarzını bilmek üzerlerine vacip olduğu gibi, alemdeki ‘Sünnetullah’ı bilmenin önemine ve onun müminler tarafından anlaşılmasının gereğine de kesin bir işarettir. Çünkü Allah(c.c.) ancak zikri lazım gelen ve insanların bilmeye ihtiyaçlarının olduğu şeyleri Kur’anda zikreder. Bu sebeple işaret edeceğimiz ayetlerde Allah’ın sünnetleri (değişmez kanun ve adetleri) hakkında ibretle düşünmeye, öğüt almaya ve tefekküre davet eder niteliktedir. Nitekim bu ayetlerde, toplumsal karakterdeki Sünnetullahları anlamanın gereğine açık davetler, işaretler vardır. ‘Allah’ın öteden beri süregelen kanunudur bu. Allah’ın kanununda/uygulamalarında herhangi bir değişme bulamazsın’(48/Feth,23) Kıssalar bağlamında kıssalar şu ayet: ‘Elbette onların hayat hikayelerinde akıl sahipleri için ibret vardır!’(12/Yusuf, 111) düşünmeye; şu ayet de öğüt ve ibret almaya örnektir: ‘Sizden önce de (Allah’ın kanunlaştırdığı) nice olaylar gelip geçti. Yeryüzünde ibretle dolaşın da yalanlayıcıların sonunun nasıl olduğunu (ve olacağını) görün!’ (3/Al-i İmran, 137) Bahçe kıssasında Sünnetullah kanunları
78
İmtihan/ibtilaKanunu: Kafir Milletlerin denenmesi: Allah’ın kafir milletleri eziyet ve sıkıntılarla denemesi, onlar hakkında sürekli bir kanundur. Belki bu deneme (imtihan) küfür ve inatlarından vazgeçmelerini sağlar da Rabb’lerine dönüverirler. Bu da olmazsa, onları sıkıntılarla, harp ve darplarla sınar. Sıkıntıların, onları böyle bir sınava çekmesi gibi, belki bu sınama da onarlı tövbeye sevk eder. ‘Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek onun halkı yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka onları dayanılmaz bir zorluk (yoksulluk) ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz. Sonra kötülüğün yerini iyilikle değiştirdik, öyle ki onlar, çoğaldılar ve ‘Atalarımıza da (bazen) şiddetli sıkıntılar (bazen de) refah ve genişlikler dokunmuştu’ dediler. Bunun üzerine, biz de onları kendileri hiç şuurunda değilken apansız kıskıvrak yakalayıverdik.’(7/A’raf, 94-95) Yani peygamberlerini yalanlayan milletler hakkında Allah’ın kanunu (Sünnetullah), canlarına, bedenlerine, rızık ve mallarına verdiği zayiatla onları cezalandırmasıdır. Allah(c.c.) bunu yapıyor ki, kendisine boyun eğsinler. Çünkü şiddetli bir belanın, yaratıcılarına yöneltmesi tabiidir. Böylece O’na boyun eğer rahmet ve affını isterler. Bunu da yapmayınca Allah onları denemek için verdiği rahatlık ve bollukla cezalandırır. Bu sebeple Allah azze ve celle (Sonra değiştirip…) buyuruyor. Yani, şükredip, tövbe ve inkiyatla Rablerine dönsünler diye onların sıkıntı durumlarını rahatlığa, hastalıklarını sıhhat ve afiyete, fakirliklerini de zenginliğe çevirdik (değiştirdik). Bunu da yapmadılar (çoğaldılar) yani öyle ki mal ve çocukları çoğaldı da atalarımıza da darlık ve sevinç dokunmuştu dediler. Allah azze ve celle buyuruyor ki şu ile bu ile imtihan eyledik onları. Yani sıkıntılar, harp ve darplarla denedik ki boyun eğip inkiyatla Allah’a dönsünler. Ne bu ne öteki, hiç aşırılıklardan vazgeçmediler. Üstelik bize sıkıntı ve darlık, sonra da geçmişte babalarımıza gelen genişlik ve rahatlık dokundu. Demek ki bazen sıkıntı, bazen da rahatlık zamanın bir kanunudur. Din ve amelimizden ötürü bize Allah’tan bir azap söz 79
konusu değildir dediler. Böylece Allah’ın haklarındaki emrini almadılar, ibret ve öğüt almadılar. Her iki halde de haklarındaki imtihanı anlamaya yanaşmadılar. Neticede azabı hak ettiler. Allah Teala, ‘hiç farkında olmadıkları bir sırada ansızın yakaladık!’ buyuruyor. Yani, onları ansızın, işin farkında değillerken azapla yakaladık. Tıpkı bahçe sahiplerinin verilen nimetlere karşı gösterdikleri şımarıklık sonucu bahçelerinin hiç beklemedikleri bir zamanda ve de biçimde ansızın yanıp küle çevrildiği, hak ile yeksan edildiğigibi… Nimetlere karşı şımarıklık kanunu: Hakkı ret ve tekzibe koşmak mütreflerin adetlerindendir: Lezzet ve şehvetlere daldıklarından ve nimete karşı yanlış tercihlerinin vermiş olduğu şımarıklıktan ötürü mütrefler adetleri gereği herkesten önce Allah’ın peygamberlerini yalanlamaya ve onların getirdikleri Hakk’ı reddetmeye koşarlar. Bunu yaparken de mal ve çocuklarının çokluğuna, güç ve makamlarının rahatlığına, taraflarının kalabalık oluşuna ve insanlar arasındaki prestijlerine dayanırlar. Ve bunu meziyet olarak öne sürerler. Allah Teala şöyle buyurmaktadır: ‘Biz hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdikse, mutlaka oranın refah içinde şımaran önde gelenleri: ‘Gerçekten biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi tanımıyoruz!’ demişlerdir ve ‘Biz mallar ve evlatlar bakımından daha çoğunluktayız ve bir azaba uğratılacak da değiliz!’ de demişlerdir. De ki: ‘Şüphesiz benim Rabbim rızkı dilediğine genişletir, yayar ve kısar da. Ancak insanların çoğu bilmiyorlar’(34/Sebe, 34-36) Bu ayet-i kerime, mütreflerle uygunluk arz eden bir adeti ve onların, Allah’ın peygamberlerini yalanlama ve Rablerinden getirdiklerini reddetme konusundaki tutum ve konumlarını ortaya koymaktadır. Allah hiçbir kente peygamber göndermemiştir ki lider durumundaki makam ve servet sahibi mütrefler onları yalanlamasın.(Tefsir-i İbn-i Kesir) Bir de ayette geçtiği üzere ‘Biz sizin gönderildiğiniz şeyi inkar 80
ediyoruz!’ dediler. Peygamberleri yalanlama sözünün, başkaları da aynı şeyi yapmakla beraber mütreflere (şımarık varlıklılar) nispet edilmesinin sebebi şudur: Çünkü zenginler, bu sözü söyleme konusunda öncü konumundadırlar. Görmüyor musun Allah Teala müstekbir azgınlara şu sözü söyleyen ezilmişlerden bahsederken şöyle buyurur. ‘Siz olmasaydınız, elbette biz inanan insanlar olurduk’(34/Sebe, 31) (Tefsir-i Razi) Nimetlerle şımaranların cezaları: Nimetin azdırıp şımarttığı, peygamberleri yalanlayan ve Allah’a daveti reddeden mütrefler hakkındaki Sünnetullah, Allah’ın onları helak etmesi ve ahiret azabını tattıracağı gibi dünyevi azaba çarptırması şeklinde cereyan etmiştir. Nitekim şu ayet-i kerime de bu gerçeği ifade etmektedir: ‘Biz, zulmeden ülkelerden nicesini kırıp geçirdik ve bunun ardından bir başka kavmi meydana getirdik. Bizim zorlu azabımızı hissettikleri zaman oradan büyük bir hızla uzaklaşıp kaçıyorlardı. ‘Uzaklaşıp kaçmayın! İçinde şımarıp azdığınız refaha ve yurtlarınıza dönün! Çünkü sorguya çekileceksiniz’ ‘Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz zalimmişiz!’ dediler. Onların bu yakınmaları, biz onları biçilmiş ekin, sönmüş ocak durumuna getirinceye kadar son bulmadı.(21/Enbiya, 1115)
Bu ayetlerin tefsirinde şöyle denilmiştir: ‘Nimetin azdırıp şımarttığı bu zalim ve mütref milletler Rablerinden kendilerine gelen halkı reddederek hem kendilerine hem de başkalarına zulmettiler. Böylece azabı hak ettiler. Azabın inmeye başladığı esnada kendilerine alaycı bir edayla şöyle denilir: ‘Kaçmayın! Faydalandığınız nimetinize, sevincinize, yaşantınıza ve temiz evlerinize dönün!’ İmam Kurtubi, ‘İçinde şımartıldığınız nimetlere ve yurtlarınıza dönün!’ ayetinin tefsirinde ‘Sizi azdıran nimetlerinize dönün!’ demiştir. Razi Tefsiri’nde ise ‘Sizi azdıran yaşantınıza ve göz kamaştıran eski durumunuza dönün!’ demiştir. 81
Bahçe sahipleri kıssasından çıkan dersler: - Dünya bir imtihan yurdudur. - Mülk sahibi olan ve çiftçilikle uğraşanların ürünlerinde fakirlerin de hakkı vardır. - Allah yokmuş gibi düşünmek ve seküler bir anlayışla hayat yaşamak gafletin en büyüğüdür. - İnsanın gücü, tedbiri ve görüşü zayıftır. - Hakka dönmek, batılda ayak diretmekten daha hayırlıdır. - Sadık müminlerin sözlerini dinlemek, güzel söze uymak, istişare etmek isabetli kararlar vermeyi sağlar. - Her işte Allah hatırlamak, tenzih etmek, tesbih etmek ve onun emirleri/yasakları istikametinde bir hayat yaşanmalı. - Kötü bir plan üzere bir araya gelenlerin üçüncüsü şeytandır. - İnsan çok tartışmacı bir varlıktır. Hangi olay olursa olsun birbirini kınama yerine özeleştiri yapmalı ve ders çıkarmalıdır. - Günahını itiraf etmek en erdemli bir iştir. - Hatadan çabucak dönüp, Allah’a samimi ve ihlaslı bir şekilde tövbe etmek gerekir. Akabinde Allah’tan daha iyi bir sonuç için dua edilmeli. - Allah sınırı aşanlara dünyada azap verir. Ahiret azabı ise dünya azabından çok daha şiddetlidir. -Allah’ın sünnetini, yasa ve uygulamalarını, hatalarımızı en aza indirmek için Kitaptan fıkhetmek çok mühimdir. Sonuç: Kureyşlilere içinde yaşadıkları ortamdan alınma pratik bir deneyim, aralarında yaygın olarak anlatılan bir kıssa örnek olarak sunuluyor. Böylece yüce Allah'ın geçmiş müşriklere ilişkin yasası ile şimdiki toplumlara ilişkin yasası birbirine bağlanıyor ve pratik hayatlarına en yakın olan bir üslupla kalplerine dokunuluyor. Aynı zamanda müminlere, müşriklerin-özellikle Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinsahip bulundukları geniş imkanların, servetin ve nimetin Allah 82
tarafından kendilerine bir sınav aracı olarak verildiği hatırlatılıyor. Bu sınavın bir akıbetinin olacağı hatırlatılıyor. Yine insanların yoklukla sınandığı gibi nimetle sınanmalarının da bir ilahi yasanın muhtelif tecellilerinden olduğu belirtiliyor. Ellerindeki nimetlerden dolayı şımaran, iyiliğe engel olan, sahip bulundukları mal-mülkle övünenlere gelince işte bu kıssa da onların akıbetleri şiddetli bir üslupla anlatılıyor: ‘Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi.’ Allah'tan korkan, onun azabından sakınanlara gelince, onlar için Rableri katında nimet cennetleri vardır! Kıssada, bir musibetin bin nasihatten hayırlı olduğunu görüyoruz. Zira kimi zaman hiçbir öğüt ve uyarının fayda etmediği insan, zoru gördüğünde yola gelir. Böylece cebre ve kahra maruz kalması, onun gidişatını değiştirmesine sebep olur. Dolayısıyla uğradıkları azap, Bahçe Sahipleri’nin düşünce, tutum ve davranışları üzerinde pozitif bir etki meydana getiriyor ki Kur’an, dünya azabının yoldan çıkanların yeniden doğru yola dönmelerini sağlayacak bir unsur olabileceğini belirtir. Faydalanılan Kaynaklar: Vehbe Zuhayli, Tefsirul-Münir, Risale yayınları Kurtubi, el-Camiu li-Ahkamil Kur’an, Buruç yayınları Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir, Huzur yayınları İbn Kesir, Tefsir’ul Kur’an’il-Azim, Polen yayınları İzzet Derveze, et-Tefsirul-Hadis, ekin yayınları Seyyid Kutup, Fi Zilal-il Kur’an, Dünya yayıncılık Ali Küçük, Besairu’l-Kuran, Kişisel yayınlar Fahrettin Yıldız Tefsiri Cengiz Duman, Kurankıssaları.tr.gg Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, yayıncılık - Mustafa İslamoğlu, Hayat kitabı Kuran, Düşün yayıncılık -
İhtar
83
DİJİTAL KUR’AN-TEFSİR KÜTÜPHANESİ Ömer Faruk KARATAŞ 14 küsur asırdır sadece müminlerin değil gayr-i müslimlerin de gündemden düşmeyen hatta hala birçoklarının gündemini az-çok, etkin-zayıf, yanlış-doğru, kalıcı-geçici de olsa belirleyip yönlendiren; yine asırlardır muhtelif coğrafyalarda sayısız sürekli araştırmaincelemelere konu edilen, konu ve tarz olarak dahi sayısız telife rağmen hala bakir, orijinal ve hayret verici incelik ve özellikleri, nükte ve hikmetleri ortaya çıkan Kur’an, teknik-teknolojik imkanların da yardımıyla daha bir yoğun, derinlikli, ciddi eserlere ve muhtelif çalışmalara konu olabiliyor ve üstelik daha yaygın bir kitlenin okuması mümkün hale geliyor. Gerek İslam aleminde gerek Batıda ve gerekse dünyanın dört bir tarafında ‘Kur’ana dönüş, Kur’ani yapılanma, Kur’ani zihniyet, Kur’ani insan ve toplum inşası’ diye farklı başlıklar altında adlandırılabilecek plan-projelere; kurumsal, sanatsal, ilmi ve düşünsel çalışmalara imza atılmakta ve bu yoğunluğunu, etkinliğini ve derinliğini artırır şekilde devam etmektedir. Teknik-teknolojik imkanlarla bunlara ilaveten oluşturulan internet ortamındaki irili-ufaklı web sitelerinin, onbinlerce indirilebilir dosyanın kolayca ve rahatlıkla ulaşılabilir oluşu da bu çalışmaları
84
süratli ve ekonomik olarak tetikleyen, kolaylaştıran bir unsurdur. Resmi veya gayr-ı resmi oluşturulmuş öyle web siteleri mevcut ki kütüphaneler dolusu eserlere bir tıklamayla ulaşılabiliyor ve okunabiliyor, araştırma-inceleme noktasında geniş referanslar olarak kullanabiliyorsunuz. Sayısını kestirmek zor olsa da Kur’an ve tefsir alanında ciddi bazı web sitelerini tanıtmak suretiyle bu muazzam imkana dikkatleri çekmek amacıyla kaleme aldığımız bu kısa yazıdan istifade etmenizi; ilmen, irfanen, hayaten Kur’anla yoğrulmanızı diler, klasik-modern ilim mirasımızdan azami istifade etmenizi tavsiye ederiz: www.altafsir.com Bilindiği kadarıyla en geniş kapsamlı Kur’an-Tefsir sitesi olup Ürdün Kraliyet Enstitüsü İslam Düşüncesi Merkezi, Amman/ÜRDÜN tandanslı bir web sitesidir. Arapça bilenler için hazine değerinde olan bu sitenin Muhteviyatı: 1. El-Kur’an vet-Tecvid: Asım’ın Hafs rivayeti, Nafi’nin Kalun ve Verş Rivayeti. 2. Tefasir/Tefsirler: Temel/Sufi-İş’ari/Selefi/Müyessera/İsna-Aşeriyye Şiası/Zeydiyye/İbahiyye/Modern/Muhtasar Tefsirler ana başlıkları altında 80 küsur civarında önemli klasik-modern tefsirler kayıtlı olup sure, ayet tercihi üzerinden bir tıklamayla rahatlıkla okunabilmektedir. 3. ‘İlmu’l-Kıraat/Kıraat İlmi: Bu bölümde Kıraat-ı Aşerenin, imamları ve ravileriyle birlikte tüm okuyuşları kayıtlıdır. Ayrıca Kaideler kısmıyla tercih edilecek harfler ve kelimeler için E’l-Kelimat bölümü mevcuttur. 4. ‘Ulumu’l-Kur’an/Kur’an İlimleri: Kur’an ilimlerinden Esbabu’nNüzul (İniş sebepleri)/İ’rabu’l-Kur’an (Kur’an grameri)/Mevazi’u’lKur’an (Kur’anın konuları)/Ahkamu’l-Kur’an (Kur’an hükümleri)/Fedailu’l-Kur’an(Kur’anın üstünlükleri)/Nasih ve’lMensuh (Hükmü kaldıran-kaldırılan ayetler) ilimleriyle ilgili ansiklopedik bilgiler mevcuttur.
85
5. Kütüb-ü Muteferrika: Bu bölümde yine ağırlıklı olarak Kur’an ve tefsire dair klasik-modern 20 küsur önemli eser kayıtlıdır. 6. Teracim/Tercümeler: Bu kısımda 25 dilde Kur’an çevirisi mevcut olup bu diller şunlardır: Türkçe, Farsça, Urduca, Endonezya dilinde, Rusça, Malayca, Hintçe, Bengalce, Bosna dilinde, Yunanca, Fince, Azerice, Özbekçe, İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, İtalyanca, Portekizce, Çince, Japonca, Dutch (Hollandalıların dili), Romanca, Tai dilinde, Tamil dilinde, Korece. 7. Bahs ve Feharis/Konular: Konuların Kur’anda, Tefsirlerde, Kelimelerde ve Köklerde arama imkanı mevcuttur. 8. Kıraat-ı Nadire/Nadir Okumalar: Bu kısımda 10 Kıraat dışında kalan 4 farklı kıratla ilgili okunuşlar mevcuttur. Ayrıca E’l-Kelimat butonundan kelime arama imkanı da vardır. 9. E’l-Ayatu’l-Müteşabihat: Bu kısımda Kur’anın metin içi dilsel, anlamsal özellikleri ve inceliklerine dair detaylı bilgiler mevcuttur. Ayrıca Günlük Kur’an okuma pasajları, Mobil Kur’an, Müftüye sor, Müfessire sor, Forum vb. pratik faydalar ve ihtiyaçlar için değişik butonlar da mevcut. … http://www.alwaraq.net Çok geniş klasik-modern İslami kaynaklar yanında sair birçok alana dair önemli çalışmaların mevcut olduğu ciddi bir site. Bu özellikleri yanında haber ve güncel makalelerin de yer aldığı diğer bir site: http://www.almeshkat.com/ http://ar.islamway.net/ … http://www.islamport.com E’l-Akaid ve Ulumu’l-Kur’an ve’l-Hadis/Akaid, Kur’an ve Hadis İlimleri ana başlığı altında akide, tefasir/tefsirler, ulumu’l-Kur’an, kutub-u mutunu’l-Hadis/hadis metinleri, şuruhu’l-Hadis/Hadis şerhleri, eczau’l-hadis/hadis bölümleri, kutubu’t-tahric/tahric (kaynak tespitleri), kutubu’l-Elbani/Elbani kitalığı, mustalahu’l-hadis/Hadis ıstılahları, kurubu’l-‘ılel ve’s-sualat/illetler ve sorular, kutubu’ssira/siyer kitapları, teracim ve’t-tabakat/bibliyografya ve tabakalar, 86
ahlak ve’r-rakaik/ahlak ve incelikler; Ulumu’l-Fıkhu’l-İslami ana başlığı altında fıkh-u ‘am/genel fıkıh, fıkhu’l-Hanefi ve’l-Maliki ve’şŞafi ve’l-Hanbeli/Hanefi, Maliki, Şafi ve Hanbeli fıkhı, usulu’lfıkh/fıkıh usulü, siyasetu’ş-şer’iyyetu ve’l-kaza/İslam siyaseti ve yargısı ve fetava/fetvalar; ‘Ulumu’l-Uhra/Diğer İlimler ana başlığı altında ise ulumu’l-lugate’l-‘arabiyye/arap dili ilimleri, kutubu’ledeb/edebiyat kitaplığı, kutubu’t-tarih/tarih kitaplığı, kutubu’lbuldan/ülkelere dair kitaplar, kutubu’l-ensab/soy kitaplığı, kutub-u İbn Teymiyye/İbn Teymiyye kitaplığı, kutub-u İbnu’l-Kayyım/İbn Kayyım kitaplığı, kutub-u Ebi’d-Dunya/ İbn Ebi’d-Dunya kitaplığı, feharisu’l-kutub/fihrist kitapları, kutub-u ‘amme/genel kitaplar ve me’acimu’l-lugat/lugat sözlükleri yan başlıkları ile birçok kitaba erişilebilir. Ayrıca en geniş İslam kaynakları programlarından biri (belki de en genişi) olan e’l-Mektebetu’ş-Şamile’nin indirilebildiği bir site. … http://corpus.quran.com/ Leeds Üniversitesi Dil Araştırma Grubu, Leeds, United Kingdom, ENGLAND . Harfi harfine çeviri: Harf/edat ve kelimelerin karşılıkları. . Kur’an sözlüğü: Gösterilen harfler üzerinden Kur’anın tüm kök kelimelerini görmek ve kök harfi seçtiğinizde Kur’andaki tüm versiyonlarını, hangi türev kaç defa kullanıldığı detayıyla birlikte önünüze seriliyor. . Fiil uyumu, edatlar, morfolojik arama imkanı. . İngilizce çeviri. . Sözdizimsel ağaç: Bağımlı grafikler ve gramer. . Kavramların ontolojisi/yapısı: Genel bakış, kavramların haritası ve konu dizini mevcuttur. . Belgeleme: 1. Fonetik transkripsiyon, durak işaretleri ve ayet işaretleri 2. Morfoloji 3. Bağımlı grafikler, sözdizimsel işaretler ve öbek etiketleri.
87
. Gramer: 1. İsimler: Cinsiyet, sıfatlar, iyelik, şart isimleri, sayılar 2. Fiiller: Fiil formları, ‘kane’ ve kardeşleri, dilek ve emir kipleri, emir fiilleri 3. Deyimler ve Cümleleri: Edat öbekleri, bağlaçlar, alt hükümler, koşullar 4. Zarf İfadeler 5. Parçacıklar, Seslenme ve istisna harfleri vs. . Mesaj panosu, Kaynaklar ve önemli Linkler vs. … www.iqna.ir İran Quran News Agency/İran Yeni Kur’an Haberleri Ajansı adıyla İran’da ve Dünya’daki Kur’an merkezli faaliyetlerle ilgili haber veren bir site olup İran’da 2005’te o zamanki Cumhurbaşkanı Hatemi ve diğer önemli yetkililerin de katılım programıyla açılmış. … tefsir.errahman.de Türkçe telif ve tercüme 26 tefsirin ve ayrıca muhtelif birkaç önemli eserin okunabildiği; transkripsiyon hataları olmakla beraber Türkçe konuşan herkesin tefsir adına çok istifade edebilecekleri bir site. … www.hasenat.com Kur’an Araştırma Programı. Kelime meali, geniş kapsamlı Kur’an Fihristi (Recep AYKAN, Pınar yay.), Sureler bilgisi (isimleri, ayet sayısı, vahy yeri, mesajları, ana konuları vs. ), not defteri vs. kolay okunuşlu ve kullanışlı bir program olup sitesindeki linkten bedava indirilebilir. … www.kurananahtari.com Kur’an kelimelerinin hem kök hem de türevlerinin kısa ve özlü anlamlarıyla kayıtlı olduğu; seçme metinlerin ve Kur’an Arapçasının yer aldığı ve ayrıca her bir dersin sesli ve görüntülü olarak izlenebildiği bir site olup Kur’ana dair yeterli dilsel argümanların bulunduğu önemli bir referans kaynağı niteliğinde. … www.darulkitap.com 88
Diğer İslami ilimlerin yanında birçok telif-tercüme metodik, konulu ve kavramsal Kur’an araştırma-inceleme çalışmalarının; birçok tefsir ve mealin, fihristin yüklendiği faydalı bir site. Fakat erişim engellenmiştir. … www.kurandan.com Özlü ve özgün açıklamalı bir Kur’an Sözlüğü, iki farklı fihrist mevcuttur. … www.kuran-ikerim.org Prof. Dr. Şadi EREN hocanın, -tam metin olarak 4 cilt halinde muhtasar olarak tercüme de ettiği-görsel ve yazılı olarak Kadı Beydavi’nin Envaru’t-Tenzil tefsiri üzerinden yaptığı dersler (metin kısmı henüz tamamlanmamıştır), Fihrist, Kur’ana dair birçok ilmi makale, sorular-cevaplar kısmı, sesli-görüntülü tecvid ve talim (Hafız İlhan TOK) vs. materyallerin bulunduğu önemli bir site. … www.kuranasorunca.com Ayet meallerinin altında ayetle, ayette geçen konu veya kavramlarla ilgili muhtemel sorulara dair Kur’anın diğer ilgili ayetlerin listesi çıkmakta ve bu sayede konu veya kavramların Kur’ani açılımı sağlanmış olmaktadır. Ayetler arası münasebet/Tenasubu’l-ayat ilmi açısından değerlendirilebilecek kullanışlı, pratik bir site. … www.kuranelifbasi.com Elif-ba’dan tecvit kaidelerine görsel açıdan iyi hazırlanmış, sesligörüntülü olarak Kur’anı yeni öğrenen çocuklar, gençler ve hatta yaşlılar için yeterli bir site. Hayrat Vakfına ait. … www.kurandersi.com Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR’ın, başkanı olduğu Süleymaniye Vakfı bünyesinde yıllardır yapmış olduğu Kur’an sohbetlerinin, ayetlerle güncel anlama ve algılarına dair daha çok tenkidi 89
açıklamalarının mevcut olduğu, ayrıca vakfın sitesinde Kur’ana dair araştırma-inceleme mahsulü birçok makalenin okunabildiği bir site. Ayrıca aynı vakfa bağlı site için bkz. www.kuranformu.com vs. … www.kuranianlamaplatformu.com Türkiye çapında İslami ve özel birçok vakıf ve dernekle ortaklaşa düzenledikleri, birçok önemli kanaat önderinin de katıldığı ödüllü Kur’an meali bilgi yarışmalarıyla ülkemizde Kur’ana dönüş adına önemli katkıları olan ve Halit MOLLAOĞLU’nun başkanlığını yürüttüğü kuruluşun resmi sitesi. … www.kuranihayat.com Mustafa İSLAMOĞLU hocanın başyazarlığını yaptığı, ilahiyat fakültelerimizin seçkin tefsir veya sair İslami ilimler mütehassısı akademisyenlerin ve araştırmacıların özgün ve özlü makalelerinin olduğu, 2 ayda bir yayınlanan aynı adlı derginin sitesi. Önemli, ciddi, derinlikli, kapsamlı, detaylı ve değerli çalışmaların bol olduğu bir site. … www.istekuran.com Hakkı YILMAZ’ın 12 c.lik Tebyinu’l-Kur’an tefsirinin kayıtlı olduğu, ayrıca sair yazılarının okunabildiği, konuşmalarının izlenebildiği-dinlenebildiği bir site. … www.kuranplatformu.org Türkçe ve yabancı dilde mealler yanında Kur’an kelimelerinin kök harflerini, bunların türev-biçimlerini, adetlerini ve Kur’andaki yerlerini gösteren bir site olup ilgili araştırma yapacak olanlar için vazgeçilmez bir referans. corpusquran.com gibi bir Web mu’cemi. … www.kuranneslidergisi.com Aynı adlı derginin sitesi olup, birbirinden güzel makalelerin, aktüalite yorumlarının ve kavram çalışmalarının olduğu, canlı, dinamik ve faydalı bir site. 90
… www.kuranmeali.com Muhammed Esed’in The Message of the Quran’ın Türkçe tercemesi, Yusuf Ali ve Muhammed Pickthall’ın İngilizce meali hariç 30’a yakın Türkçe telif mealin ayet ve sure karşılaştırmalı olarak okunabildiği, ayrıca mu’cem, kelime meali ve konu fihristinin bulunduğu, kelime, ayet ve sure arama-taramalarının yapılabildiği oldukça kullanışlı bir site. … www.tefsirdersi.com Davetçi alim Mustafa İSLAMOĞLU Hocanın Fatiha’dan Nas’a yıllardır sürdürdüğü ve Hıtamuhu Misk programıyla sonlandırdığı görüntülü tefsir derslerinin tamamının kayıtlı olduğu, ayrıca Esmau’lHüsna, Cuma Hutbeleri ve Asya-Der Sohbetlerinin de mevcut olduğu Kur’an aşıklarının bigane kalamayacakları bir site. Ayrıca Kur’ana giriş olarak nitelendirilebilecek Kur’ana ve surelere dair derli-toplu kıymetli bilgileri ihtiva eden Surelerin Kimliği adlı eserinin kaydedildiği site için bkz. www.surelerinkimligi.com … www.belgeler.com 10’larca temel bilim başlıkları altında çok geniş kapsamlı çalışmaların, belgelerin bulunduğu bu sitede Kur’ana dair metodolojik, kavramsal-konusal ciddi doktora, lisans ve yüksek lisans tezleri mevcut olup Kur’an-Tefsir çalışmalarında önemli bir referans kaynağı. Kapatılmıştır. … www.isam.org.tr Türkiyenin medar-ı iftiharlarından olan, çaplı ve ciddi çalışmalar yapan bu merkezin resmi sitesinde diğer ulum-u islamiyyeye dair olanların yanında Kur’an ve tefsire dair yüzlerce araştırma-inceleme mahsulü makale mevcuttur. … www.islamiarastirmalar.com 91
İslami akademyanın, ciddi ürünleri bulunan, bilgi ve fikir yoğunluğu bakımından üstdüzey makale çalışmalarının mevcut olduğu çaplı bir site. Tam bir ustalar resitali. … www.divandergisi.com Çok seçkin akademisyenlerin, yine üstdüzey makalelerinin yer aldığı, Bilim ve Sanat Vakfı tandanslı olarak multidisipliner bir bakış ve muhakemeyle yayın yapan, yılda iki defa çıkarılan ve akademik dile aşina olanlar için doyurucu nitelikte bir site. … www.bilgivehikmet.com Ülkemizin derinlikli ve çaplı akademisyen ve yazarların bir dönem çıkardıkları aynı adlı dergide çıkan yazıların kayıtlı olduğu site. … www.kitapyurdu.com Türkiyenin en geniş kapsamlı kitap alışveriş sitesi. Kategoriler bölümüne ve oradan da İslam ana başlığı altındaki Kur’an İncelemeleri ve Tefsir-Meal kısmında binlerce eser olup, ayrıca İç Sayfalar’dan da kitabın ilk 10 sayfalık kısmının-ki istisnalar olsa da genelde fihrist ve önsözü kapsıyor-okuyarak az da olsa kitap hakkında fikir edinilebilen, kitapkurtlarının yurdu olan bir site. Bu anlamda ayrıca www.kitappinari.com da zikredilebilir. Ayrıca bu alanda www.kidap.com veya www.idefix.com vb. … www.haksozokulu.com Hak Söz Dergisindeki Kur’ana dair orijinal, teknik, sistematik, aktüel, metodolojik, kavramsal, konusal vs. birçok değerli ve ufuk açıcı kitap gibi makalelerin bulunduğu geniş kapsamlı bir site. … www.nidadergisi.com Merhum M. Sait ÇEKMEGİL’in oluşturduğu ve fikir babalığını yaptığı ama birçok değerli ilim ve fikir adamının temsil ettiği ve
92
Malatya Ekolü de denilen grubun yıllardır çıkarmış olduğu, ıslah ve tecdit düşünceli yazıların yer aldığı önemli bir bilgi ve fikir sitesi. … İlahiyat Fakültelerinin Fakülte Dergisi kısmında tüm sayılarına ve muhteviyatındaki birçok makaleye de ulaşmak mümkün olduğu gibi genel veya özel, kişisel veya kurumsal birçok web siteleri mevcut olup hepsini aktarmak mümkün değil. Ayrıca en geniş video mahzeni www.youtube.com ’da bu alanda da sayısız izleme seçenekleri mevcut. KSB/KUR’AN SORU BANKASI 1 Ömer Faruk KARATAŞ Kur’anı tanımamız, Kur’anla tanışmamız lazım… Kur’ana dönüş, Kur’anla buluşma/bilişme/tanışma adına faydalı olacağına inanarak bir katkıda bulunmak adına birtakım sorular hazırladık. Örnek olarak aşağıda bulunan ve Kur’ani bilgi ve bilincimizi ölçmeye ve geliştirmeye yönelik bu soruları bir okuyalım. Bunları Kur’an bütünlüğünde cevaplamaya yoğunlaşarak kavramsal ve konusal bilgisel ve bilinçsel zemine dair eksiklerimizi tamamlamaya çalışalım. İnşallah, olabildiğince yabancılaştığımız Kur’ana yaklaşmamızda, Kur’anla imanımızı, kulluğumuzu ve ahlakımızı, hayat nizamımızı sağlam ve güvenli bir şekilde tamir, tashih ve tesis etmemizde bir katkısı olur. Aşağıdaki soruların kat be kat daha fazlası, daha sistematik veya farklı formatlarda olanları hazırlanabilir, daha da geliştirilebilir. Önemine binaen şimdilik böyle bir liste oluşturmaya çalıştık. 1. Soru: a. Kur’an ne demektir? b. Niçin, nasıl, ne zaman inmiştir? c. Nerede inmiştir/inmeye başlamıştır? d. Hangi özelliklere (isim ve sıfatlara) sahiptir? 2. Soru: 93
a. Kur’ana kimler muhataptır? b. Nüzul dönemindeki ilk muhataplar: müminler, kafirler, münafıklar, müşrikler, ehl-i kitap vs. Kur’ana niçin ve nasıl yaklaşmışlar? c. Kur’andan kimler, nasıl faydalanabilir? 3. Soru: a. Kur’anın temel ve detay konuları/muhtevası nedir? b. Kur’anın temel hatlarıyla mesaj ve maksatları nelerdir? c. Kur’anın temel ilke ve esasları, prensipleri, evet-hayırları nelerdir? 4. Soru: a. Kur’an ayetleri/ayet pasajları ve sureleri arasında münasebetler kurmanın ölçüleri, yöntemleri ve sınırları nelerdir? b. Meal-tefsir ya da tefsirlerde hangi ayetler arasında nasıl münasebetler kurulmuştur? 5. Soru: a. Resulullah’ın Kur’anla ilgili görevleri nelerdir? b. Tefsir metotları, doğrudan ve dolaylı olarak Resulullahın hadis külliyatındaki örnek tefsirleri? c. Muhataplarına Kur’anı hangi yöntemlerle ve nasıl ulaştırmıştır? d. Hadislerin ve sünnetin Kur’anla ilgili konumu ve önemi nedir? e. Kur’anla hadislerin ve nebevi uygulamaların mana ve hüküm olarak bağlantıları nedir? 6. Soru: a. Ashab-ı kiramın Kur’ana dair tevil ve tefsir örnekleri? b. Anlayış ve uygulamada yaklaşımları nasıl olmuştur ve özellik olarak nasıl tasnif edilebilir? c. Kur’ana vukufiyetiyle temayüz edenler kimler ve onların Kur’ana hizmetleri nasıl olmuştur? d. Nasıl okudular, anladılar ve yaşadılar? e. Tefsir literatüründe sonraki dönemlere nasıl ve ne kadar etkileri olmuş ve tefsirlerde ne kadar yer bulabilmiştir? 7. Soru: a. Mekki ve Medeni ayetler-sureler hangileridir? 94
b. Ayet ve surelerin hangi özellikleriyle nüzul dönemleri tespit edilmiştir/edilebilir? c. Muhteva ve özellik açısından Mekki-Medeni ayet ve surelerin ayırıcı özellikleri nelerdir? d. Nüzul sürecine göre ayetleri ve sureleri liste halinde gösterebilir misiniz? 8. Soru: a. Cahiliye dönemi adetleri, inançları, kültürleri, psikolojik, edebi, hitabi, hukuki, siyasi, tarihi, ticari, ekonomik vs. yapısı ne şekildedir? b. Bir bütün olarak Kur’an, onlarda nasıl bir değişim ve dönüşüm gerçekleştirmiştir? 9. Soru: a. Oryantalistlerin Kur’anla ilgili iddiaları nelerdir? b. Gramer hatası var iddiasına konu olan ayetler hangileridir ve nasıl cevap verilmiştir? c. Oryantalistlerle ilk nüzul dönemi muhaliflerin benzer iddiaları nelerdir? 10. Soru: a. Ashabı takip eden nesilleri ve dönemleri hakkında kuş bakışı neler söylenebilir? b. Tefsir ekollerinin oluşumunda erken dönem çalışmalarının özellikleri ve önemi hakkında neler söylenebilir? c. Erken dönem tefsir faaliyetlerinde ekol olarak hangi sebeplere ve referanslara istinaden ne tür farklılıklar söz konusudur? d. Sonraki dönemlere etkileri nasıl olmuştur? (devam edecek…)
95
PROJE TEKLİFLERİ 1 KUR’AN TV Ömer Faruk KARATAŞ Alternatif bir Tv program çizelgesi: 00.00-02.00: Tefsirul-Kur’an: Tüm tefsir usulü ve ulumul-Kur’an disiplinlerinden istifade ile/tarihsel ve dilsel materyallerle eski-yeni yöntem ve yaklaşımları, anlam ve yorumları, araştırma-incelemeleri dikkate alan hikemi, edebi ve aktüel, konulu tarzda tefsir; 00.00-03.00: Kitabiyat/Kur’an Kitaplığı: Başta Kur’an-Tefsir olmak üzere diğer İslami ilimler ve hatta diğer edebi, fenni, felsefi, ekonomik, sosyal bilimlerle ilgili eski-yeni, yerli-yabancı eserlerin alan, içerik ve özelikleriyle tanıtıldığı bir program. Tanıtım ve takip; 03.00-03.30: İslam Hakkında: Kur’anla, Resulullahla, İslamla ilgili yerli-yabancı tespitler ve değerlendirmeleri; slayt biçimde sunum; 03.40-05.00: Siret-i Nebi: Resulullahın hayatının aşama aşama tüm sağlam tarihsel bilgiler değerlendirilerek anlatımı; 05.00-06.00: Mealli Hatm-i şerif; 06.00-07.00: Sabah Haberleri: Gerçekçi, objektif, iyi-doğru-güzelyararlı olana yönlendirici, müslümanca dürüst haberler; 07.00-08.00: Röportajlarla Kur’an: Halkımızın Kur’an bilgi ve bilinç düzeyi; genel değerlendiriş ve çözümler; 08.00-10.00: Sünnet Metodolojisi: Metodolojik, doğru tarihsel bilgiler ve aktüel gerçeklerle anlatımı ve uygulanış bilgileri; 96
10.00-11.30: Hadis ve Yorum; Bir hadisin ayetlerle, sair hadis ve sünnet verileriyle, sahabe anlayış ve uygulayışı/hayatus-sahabe, tarihsel-aktüel bilgi ve örneklerle belirli bir usul üzerinden anlatımı; 11.30-12.00: Kitabiyat/Kur’an Kitaplığı: Başta Kur’an-Tefsir olmak üzere diğer İslami ilimler hatta diğer edebi, fenni, felsefi, ekonomik, sosyal bilimlerle ilgili eski-yeni, yerli-yabancı eserlerin alan, içerik ve özellikleriyle ilgili tanıtıldığı program. Tanıtım ve takip; 12.00-13.00: Eğlendirici, öğretici, yönlendirici ve ahlaki mesajlar veren çocuk programları; animasyon, çizgi film ya da benzeri programlar; 13.00-14.30: İlim, fikir, sanat ve devlet adamlarıyla Kur’anla ilgili kısa söyleşiler; 14.30-16.00: Yerli-yabancı ama içeriği, mesaj ve gayesi meşru, etkili ve yönlendirici dizi veya sinema; 16.00-16.30: Kıraat-ı Kur’an: Meşhur ve usta karilerden okuyuşlar; 16.30-18.00: Uygulamalı, delilli, güncel yaklaşımlı ve öğretici Pratik İlmihal/fıkhul-islam; 18.00-19.00: Tarih Şuuru: Kapsamlı, doğru bilgi ve şuur uyandırıcı yorumlarla objektif, ilmi ve fikri tarih; 19.00-19.30: Akşam Haberleri; 19.30-21.00: Yarışma Programı: Kur’an-Sünnet: İslam ağırlıklı ama diğer alanlarla da bağlantılı faydalı, kaliteli, iyi hazırlanmış genel kültür soruları; 21.00-23.00: Kur’an Platformu: İlim ve fikir adamlarıyla olaylar, meseleler ve çözümleri üzerine Kur’an eksenli tartışma programı; 23.00-23.30: Aforizmalar; yerli-yabancı konulu çarpıcı sözler ve mümkünse değerlendirmesi; 23.40-24.00: Günün özeti ve yarının program listesi, içeriği; (Not: 4 Farklı proje teklifinin bir dahaki sayısında: Kur’an Kursları Örnek Müfredatı ve Ders Materyalleri)
97
İKTİBAS: KUR’ANIN İLK EMRİ ‘OKU!’ MU? Dücane CÜNDİOĞLU/Felsefeci, Yazar Kur’an-ı Kerim'in evvelemirde sözlü kültüre sahip bir topluma, 1400 küsur yıl öncesi Arap toplumuna hitaben nâzil olduğunu, bu nedenle de Kur’an'ın kelime hazinesinin sözlü kültürün normları çerçevesinde şekillendiğini ihmal eden, Kur’an'ın esas itibariyle sözlü metin olduğunun farkına var(a)mayan bir zihniyetin, hiç tereddüt etmeksizin Kur’an'ın hikmet ve tebligâtını anlamakta başarısız olacağını söyleyebiliriz. Çünkü bu zihniyet, Kur’an kelimelerini Kur’an'ın nâzil olduğu dönemdeki anlamlarına değil, sonradan kazandıkları anlamlara istinaden yorumlamaya kalkışacak, dolayısıyla bir kelimenin sözlü kültür çerçevesinde taşıdığı anlamdan ziyade, yazılı kültüre geçtikten sonraki anlamına itibar etmek hatasını işleyecektir. Nitekim bu zaaftan kaynaklanan hatalara dâir Kur’an çevirilerinden ve tefsir kitaplarından çeşitli misaller vermek mümkündür. Kur’an âlimlerinin ekseriyeti, Peygamber efendimize ilk nâzil olan ayet öbeğinin, Mushaf'ta 96. sırada yer alan Alak Sûresi'nin ilk beş ayeti olduğu kanaatindedir. Bu ayet öbeğinin ilk cümlesi, Türkçe Kur’an çevirilerinin çoğunda şu şekilde ifade edilmiştir: Rabbinin adıyla oku! Bu ayette geçen bâ edatının (bi-ismi) işlevini farklı bir biçimde değerlendiren kimseler, mezkur ayete şu şekilde anlam vermektedirler: Rabbinin adına oku! (Burada Türkçe'deki “Kanun nâmına” deyişini hatırlayınız.) 98
Bâ edatının bu cümledeki rolünün önemini teslim etmekle birlikte biz şimdilik bu hususu bir kenara bırakıp cümlenin anlamını belirleyen ‘oku’ (ikrâ) emrinin delâletini bahis mevzûu edeceğiz. Öyle ya, Kur’an'ın ilk inen ayetinde geçen ‘oku’ emrine muhatab olan kimseler, yerine getirmekle mükellef oldukları bu eylemi nasıl tanımlıyorlar, bu emri nasıl anlıyorlar? Yaygın kanaati şu şekilde özetleyebiliriz: Bu ayet, öncelikli olarak Peygamber Efendimize hitab ediyor ve kendisinden Kur’an okuması isteniyor. Nitekim Efendimizin Hira mağarasında Cebrail'den vahyi telakkî ettiğine ve kendisinin “Ben okuma bilmem” dediğine dâir rivayetler mevcuttur. Binaenaleyh 4. ayetteki “Kalemle öğretti” ifadesi de dikkate alınırsa okuma-yazma bilmenin faydaları anlaşılır. Kezâ Kalem Sûresi'nin ilk ayetinde okuma-yazma araçlarına verilen değer açıkça belirtilmektedir. Bütün müslümanlar okuma-yazma öğrenmeli, okumaya çok önem vermelidirler. [Bu noktadan sonra, okuma-yazma araçları ve okumayazmanın önemi hakkında nakledilecek rivayetlerin, sarfedilecek sözlerin miktarını varın siz hesaplayın.] Bu minvaldeki görüşleri temsilen şu alıntıyı yapmakla yetiniyorum: Okuyup yazmaya dair olan beş ayetin inişini kaplayan bütün şartlar, Peygamber'in tuttuğu yol, bilginin, İslâm'ın beş esası arasında yer alması gerektiğini göstermektedir. Okuma, bilginin aracı olarak emredilmiştir. Şu halde bu beş esas arasına şehadet kelimesi'nden sonra, bilgi edinmek için yetiştirici ve öğretici Allah adına okuyup yazma da eklenmelidir. (Nevzat Ayasbeyoğlu, İslâmiyet'in Eğitimimize Getirdiği Değerler ve Kur’an-ı Kerim'in Eğitim ile İlgili Ayetlerinin Tahlili, sh. 68-69, İstanbul, 1991) Kitab kelimesini bugünkü anlamıyla kitab (yazılı metin), Kalem kelimesini de kezâ bugünkü anlamıyla kalem olarak anlayan bir kültür muhitinin mensupları, hiç kuşku yok ki okumak denince de hemen yazılı bir metni okumaktan söz edildiğini düşüneceklerdir. Yazılı kültürün hâkim olduğu bir toplumda kitap, kalem, defter, kırtas (kağıt) gibi okuma-yazma araçları öne çıkıp ezber (hıfz) ve yineleme (tekrar) ikinci plana itilirken, sözlü kültürlerde tam aksi bir eğilimin olması tabiidir. Binaenaleyh bu tür sözcüklerin yazılı kültüre geçildikten sonra kazandıkları mânânın Kur’an'daki emsâlleri için de geçerli olduğunu düşünmek fevkâlede yanıltıcı olacaktır. İşte şu kitap ki onda hiçbir şüphe yoktur. (Bakara: 2) 99
Bu ayeti okuyan bir kimsenin aklına ister istemez mushaf gelmekte ve o da bu sözcükle elindeki yazılı metnin kastedildiğini sanmaktadır. Oysa bu ayet nâzil olduğunda, müslümanların ellerinde bugünkü gibi bir Kitab bulunmuyordu. [Zâlike (şu) ism-i işaretiyle ilgili teviller hatırlanmalıdır: Niçin bu değil de şu? Bu-ara-da Mushaf'ın yazılı metnin (yazılan/okunan metnin), buna mukabil Kur’an'ın ise sözlü metnin (söylenen/dinlenen metnin) ismi olduğu, birinin “mektub ve mebsûr”, diğerinin ise “meşfuh ve mesmû” bulunduğu unutulmamalıdır.] Oku emri için de aynı itiraz geçerlidir; hem Hz. Peygamber okumayazma bilmiyordu, hem de önünde okuması gereken yazılı bir metin bulunmuyordu. Bu emrin Kur’an'ın ilk inen ayetinde yer aldığı kabul edildiği takdirde, Hz. Peygamber neyi nasıl okuyacaktı? Arapça'da kıraat (okuma) kelimesi, bugün olduğu gibi kişinin kendi başına gerçekleştirdiği bir eylemin adı (=read) değil, üçüncü kişilere yönelik bir eylemin adıdır. Kitab'ı (metni) okumak, onu üçüncü kişilere okumaktır. Fiil lâzım (=pasif) değil, müteaddi (=aktif) karakterdedir. Nitekim Türkçe'de “şarkı okumak”, “meydan okumak”, “canına okumak” deyişlerindeki okumak gibi, Kur’an Arapçasında da okumak fiili, farklı bir okuma türüne işaret eder. Kur’an okunduğunda (A‘raf: 204) susulur ve dinlenilir. Çünkü Kur’an söylenilen ve dinlenilen bir metindir; dolayısıyla oku emri (ikra), yazılı bir metni okumak anlamına gelmez, herhangibir kitabı okumak anlamına ise hiç gelmez. [Burada kadîm Arapların ikrâ selâmî alâ fulânin (selâmımı filana oku=götür/ilet/bildir) şeklindeki sözü hatırlanmalıdır.] Kitap okumayı, okuma-yazma öğrenmeyi, ilim-irfan sahibi olmayı teşvik etmek maksadıyla Kur’an kelimelerinin orijinal anlamlarını bozmak, Kur’an'ın anlam dünyasını değiştirmek yerine bu zengin dünyaya nasıl dahil olabileceğimizin hesabını yapmak, hem dünyamız, hem de ahiretimiz için daha isabetli ve daha hayırlı bir tercih değil midir? *** Kur’an-ı Kerim 23 küsur yıllık bir zaman diliminde peyderpey nâzil oldu. İlk önce, yeryüzünün belli bir bölgesinde (Hicaz'da) yaşayan insanlara,
100
Peygamber Efendimiz'in zamanında ve onun yaşadığı topraklarda yaşayan insanlara hitab etti; büyük ölçüde okuma-yazma bilmeyen ümmî insanlara. İşte bu nedenle Kur’an'ın nâzil olduğu toplum, bir yazısız toplum (without writing society) idi, okuma-yazma bilmeyenler topluluğu anlamında değil, okuma-yazma'nın gerekli kıldığı alışkanlıklara ve kavramlara sahip olmayanların yaşadıkları bir dünya anlamında bir yazısız toplum idi. Kur’an böyle bir topluluk içerisinde yaşayan bir zâta, Ümmî Nebî'ye (s.a) nâzil oldu ve o da aldığı vahyi çevresindeki insanlara (başkalarına) okudu/duyurdu. Kur’an'ın Türkçe çevirilerinde “Yaratan Rabbinin adıyla/adına oku” (Alak: 1) şeklinde yer alan ayet, yaygın kanaate göre Kur’an'ın ilk inen ayeti olduğundan, burada cevaplanması lâzım gelen bazı sualler vardır: Hz. Peygamber okuma-yazma biliyor muydu? Hz. Peygamber'den okuması istenen şey neydi? Peygamber Efendimizin okuma yazma bilmediği, genel kabul görmüş bir kanaattir ve zâten sıfatlarından biri de ümmî'dir. Bu kelimenin çoğulu (ümmiyyûn), Kur’an'da bazen “Ehl-i Kitab olmayanlar/Araplar” (msl. 3: 20), bazen “Kitab'ı bilmeyenler/Kitab'ın içindekilerden cahil olanlar” (msl. 2: 78), bazen de “Yahudi olmayan” (İbranice goyim, İngilizce centile) mânâsında (msl. 3: 75, 62: 2) geçer ki bu sonuncusu, Yunanca'daki barbar, Arapça'daki acem kelimesinin eşanlamlısıdır. Bu kelime Hz. Peygamber'e nisbet edildiğinde (en-nebiyy'ul-ümmî) hangi anlama gelir? Elmalılı Hamdi Yazır şöyle cevap veriyor: a) Anasından doğduğu hâl üzere kalmış, fıtratı bozulmamış. b) Araplara mensup olan kişi, ki Araplar hesap-kitap bilmezlerdi. c) Umm'ul-Kurâ'ya mensup/Mekkeli. Bu üç nisbetin üçünde de ümmî kelimesi, “okuyup-yazmakla uğraşmamış” mânâsında bir vasıftır. (Hak Dini Kur’an Dili, IV/2297) İkrâ kelimesinin kök anlamının yanısıra, bu açıklamalar da gösteriyor ki Ümmî Nebî'den istenen yazılı bir metni okuması değildi, üstelik ortada böyle bir yazılı metin de yoktu. İngilizce çevirilerde Alâk: 1 ayetine verilen bazı karşılıklara bir bakalım: • Read! (George Sale, Marmaduke Pickthall, Muhammed Esed) • Recite! (Arberry)
101
• Proclaim! (or Read!) (Yusuf Ali: İqraa my mean ‘read’, or ‘recite or rehearse’, or ‘proclaim aloud’). Mütercimlerin read yerine recite veya proclaim kelimelerini seçmeleri, hiç kuşku yok ki Kur’an'ın orijinalinde bulunan “ilan etmek, inşâd etmek, ezbere okumak, tekrarlamak, dile getirmek, duyurmak” şeklindeki vurguyu gösterebilmek endişesine matuftur. Çünkü buradaki okuma, bir yazılı metni okuma anlamına gelmemektedir. Ancak Muhammed Esed, bu sözlü okuma edimine işaret etmekle birlikte kelimeyi bilhassa read ile çevirmektedir. Gerekçesi de şudur: Sözlü okuma; yani şiir ve şarkı okumada olduğu gibi meşfuhen (dudak vasıtasıyla ve ezbere) okuma, zihinde bir önhazırlık yapmayı, ezberlemeyi, anlayarak veya anlamadan dil ile söylemeyi gerektirir. Oysa yazılı bir metni okumak böyle değildir. O dışarıdan alınan bir şeyi yüksek sesle olsun ya da olmasın, ama anlamak niyetiyle bilinçli olarak zihne nakşetmeyi ifade eder. Hz. Peygamber'in yazılı bir metne muhatab olmadığı ve yazılı bir metni de okumadığı anlaşıldığına göre, Kur’an kendisine nâzil olduğunda, onu insanlara meşfûhen (sözlü olarak) okumuş/duyurmuş, muhatabları da Kur’an'ı mesmûen (yine sözlü olarak) telakki ve tefehhüm etmişlerdir. Nitekim Kur’an ayetleri bu konuda gayet sarihtir: • Kur’an okunduğunda onu dinleyin (7: 204) • Kendisine ayetlerimiz okunduğunda, sanki hiç işitmemiş gibi... (31: 7) • Bu Kur’an'ı dinlemeyin... (41: 26) • Rasûl'e indirileni işittiklerinde... (5: 83), vs. Bu durumda ‘oku’ (ikrâ) emrinin nesnesi olarak akla Hz. Peygamber'e nâzil olan Kur’an gelmektedir ki zaten bu kelimenin anlamı da okunan'dır. Bu takdirde ayet, “(Sana indirileni, insanlara) Rabbinin adıyla oku/duyur!” şeklinde Türkçe'ye çevrilebilir ve böylelikle Kelâmullah'a Kur’an (=Okunan) adının verilmiş olmasının bir sebebine de işaret edilmiş olur. Fiilin nesnesini tayin bakımından umumî kanaat böyle olmakla birlikte, biz farklı bir yorumun kapısını aralamanın da mümkün olduğunu düşünüyoruz. Sözgelimi şu ayetlerin grameri üzerinde biraz duralım: • “Rabbi'nin azîm ismini tesbih et!” (Vâkıâ: 74, 96; Hâkka: 52) • “Rabbinin yüce ismini tesbih et!” (A‘lâ: 1) 102
• “Rabbinin ismini zikret!” (Müzzemmil: 8; İnsan: 25; A‘lâ: 14) • “Rabbinin ismi yüce, çok yüce!” (Rahman: 78) Rabbin isminin zikr, tesbih ve tebrik (takdis) edilmesiyle alâkalı bu kullanımlar, acaba ikrâ bi-ismi rabbike formuyla birlikte düşünülebilir mi? Acaba ayetteki ikrâ emri, Rabbin ismi terkibini kendisine nesne olarak alabilir mi? Cenab-ı Allah, Peygamber Efendimize ilk inzâl eylediği bu ayette, ondan ismini ilan ve inşâd (zikr u tesbih) etmesini istiyor olabilir mi? Hiç kuşkusuz ki bu sualler, bir yazıyla geçiştirilemeyecek denli mufassal cevaplara muhtaç. Bu nedenle biz şimdilik bu meseleyi ehline havale edip burada, Tevrat'ta geçen bir ibareyi nazar-ı dikkatlere sunalım: יהוה בשם ויקרא Ve İbrahim Rabb'in ismini çağırdı. (Tekvin, 12: 8 ve 13: 4) Arapça'ya deâ bi-ismi'r-Rabb, İngilizce'ye called on the name of the Lord şeklinde çevrilen bu ibarenin aslı (İbranicesi) kârâ bâşem yahve'dir. (Yahve rabb, bâşem bi-ismi demektir. Kârâ ise (ikrâ'nın) geçmiş zaman kipidir.) Sizin anlayacağınız, aşılacak çok tepe var ve fakat henüz talib yok!
Röportaj: Şeyma GÜNDOĞAN (Kur’an Dünyası Dergisi) Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK Beş N bir K çerçevesinde Kur’an ve tefsiri özetleyebilir misiniz? Beş N Bir K özellikle medya alanında doğru düzgün biçimde haber yapılması ve namusluca kamu idrakine sunulmasıyla ilgili meşhur bir kuraldır. Beş N, “Ne”, “Nerede”, “Niçin”, “Ne zaman” ve “Nasıl” 103
sorularını, Bir K ise “Kim” sorusunu karşılar. Bu kural medya ve habercilikten daha genel çerçevede araştırmaya konu olan herhangi bir mesele hakkında cevabı aranan belli başlı sorular ve sorunların çözümüne dair ciddi ipuçları sunar. İmdi, vahyin zihnimizdeki boş bir alana inmediği hususunda şüphe bulunmadığına, nüzûlün miladi yedinci yüzyılda Arap yarımadasına, Arapların diliyle ve onların tanıklık ettiği tarihsel, toplumsal ve kültürel bir zeminde gerçekleştiği müsellem olduğuna göre ayetlerdeki ilk manayı ortaya koymak ve aynı zamanda o manadan üretilecek mesajları günümüz dünyasına taşımak için, tefsir ve te’vil faaliyetine Beş N Bir K kuralına benzer sorularla başlamak ve bu sorulara mümkün mertebe olgun cevaplar bulmaya çalışmak zorunludur. Aksi takdirde, iyi niyetli de olsa Kur’an’ı çarpıtmak, akla seza te’villerle onu konuşturmak gibi bir durum kaçınılmaz olur ki günümüzde sayısız örneğine şahit olunan vakıa da maalesef budur. Bu meseleyi şimdilik paranteze alıp, insanlarla ilk buluşması bizzat ve doğrudan muhatap kitleye söz ya da şifahi bir hitap şeklinde gerçekleşen ve bu buluşmayla itikâdî, amelî, ahlâkî düzeylerde çok köklü bir değişim gerçekleştiren ilahi vahyin bilahare yazılı bir metne dönüşmesi, “İyi mi oldu?” diye sormak gerekir. Nüzûl döneminden sonraya yazılı bir metin bırakmak gibi bir ilahi muradın bulunmadığına dair birçok karine var; fakat bu karineleri Kur’an tarihiyle ilgili bir söyleşide ele almak gerekir. Yukarıdaki soru, “Allah’ın muradı insanlara bildik anlamda bir kitap bırakmak mıydı yoksa Hz. Peygamber’e gönderdiği vahyin rehberliğinde müslümanca bir hayat pratiği oluşturmak mıydı?” diye de sorulabilir. İlahi maksat ve murad acaba Kur’an metninin satır aralarında mı yoksa İslam ve müslümanlık denilen tecrübenin tarihin akışı içerisinde yaşanması ve mümkün olduğunca en üst seviyeye taşınmasında mı saklıdır? Bana öyle geliyor ki Allah’ın muradı Kur’an metninin satır aralarında değil, tarihin akışı içerisinde ortaya çıkacak ve bilfiil tecrübeyle somutlaşacak şahitlikte olmalıdır. Bunun ilahi kelamdaki karşılığı, Hac suresi 78. ayetteki ifadeyle, “Rasul size şahit/örnek olsun, siz de insanlara şahit/örnek olasınız” (li-yekûne’r-rasûlü şehîden aleyküm ve tekûnû şühedâe ale’n-nâs) buyrulmasıdır. Şahitlikten maksat, insanlık, adamlık, ahlaklılık neymiş, en güzel biçimde temsil suretiyle cümle âleme göstermek olsa gerektir. Her 104
zaman dediğim gibi, biz müslümanların bu konuda bilgi eksiğinin bulunduğu ve bu eksikliği gidermek için de habire Kur’an, meal, tefsir okumaya ihtiyaç duyulduğu inancında değilim. Özellikle faziletler ve reziletler konusunda mevcut bilgimizle edip eylesek, cümle âleme numune-i imtisal olmamız işten bile değildir. Ama madem ille de tefsir deniliyor, o zaman bu işi de namusuyla yapmak gerekiyor. Bir mütekellim tarafından muhataba söylenen her söz gibi ilahi kelam da ancak bir bağlam içinde anlam kazanır. Gerçi ayetler bağlamsız olarak da anlamlı olarak algılanır; fakat bunlar çoğunlukla mütekellimin kastından öte, okuyucunun kendi zihninde kurgulayıp doğru olduğuna inandığı anlamlardır. Bağlam derken asıl kastımız, metin içinden ziyade, metin dışındaki tarihî bağlamdır. H. P. Rickmann’ın da belirttiği gibi bağlam, bir düşüncenin kendinden önceki ve sonraki düşünceye uygunluğu, o düşüncelere bağlı olarak anlamın belirmesi, bir dil biriminin, bir bütün içindeki konumu, bir sözün nerede ve nasıl bir ortamda söylendiği, içinde ortaya çıkıp onun sayesinde anlaşılabildiği gibi birbiriyle ilişkili ifadeler ağıdır. Bu açıdan bakıldığında yirmi üç yıllık bir metin dışı bağlamı bulunan Kur’an vahyinde kast-ı mütekellimi salt metin üzerinden lafız-mana ilişkisini çözümlemek suretiyle tespit etmek pek mümkün olmasa gerektir. Kasd-ı mütekellim dilsel ve metinsel söz öbeklerinden ziyade tarihsel, toplumsal ve kültürel bağlamda saklıdır. Kaldı ki dil Bronislaw Malinowski’nin dediği gibi salt fikir ve düşünceleri iletme aracı değil, toplumsal etkinliğin çok önemli bir birimidir. Dildeki bir kelime kendisini çevreleyen bu etkinlikten ve içinde yer aldığı bağlamdan koparıldığı anda boş ve anlamsız hâle gelir. Kelimeler boşlukta durmadığından, kelam ile olgusal durum arasında çok sıkı bir bağ vardır. Dilsel ifade birimleri salt kendi içlerinde anlam barındırmazlar, aksine onlar bir durum bağlamında anlam kazanırlar. Modern dönem İslam dünyasında Emin el-Hûlî ve Nasr Hâmid Ebû Zeyd gibi isimler bir metni doğru anlama ve yorumlama hususunda bağlamın son derece önemli olduğu meselesine hayli kafa yormuşlardır. Özellikle Ebû Zeyd’in sosyo-kültürel, dış/hâricî, iç/dâhilî, dilsel/lisânî ve yorumsal olmak üzere beş ayrı bağlam kategorisinden söz etmesi, Beş N Bir K kuralının tefsire tatbik şekli hakkında da fikir verir niteliktedir. Sosyo-kültürel bağlam ortak kültüre karşılık gelir ve bu kültürde iletişim dil üzerinden gerçekleşir. 105
Fakat doğru düzgün bir iletişim için dil kurallarını bilmek yeterli değildir. Bu konuda alıcı ve vericinin müşterek bir toplumsal vasatı paylaşmaları, ortak bir kültürel yapı içinde bulunmaları gerekir. Emîn el-Hûlî sosyo-kültürel bağlamla ilgili olarak Arapların maddi ve manevi hayatlarındaki her şeyin Arabî Kur’an’ın anlaşılmasında zorunlu bir araç olduğundan söz eder. Ona göre Arapların maddi hayat evrenini oluşturan dağlar, taşlar, çöller, ovalar, topraklar, bitkiler, ağaçlar gibi nesneler hakkında sağlıklı ve yeterli bilgi sahibi olmak gerekir. Aynı şekilde Arapların tarihî geçmişleri, kökleri, aile ve kabile düzenleri, yönetim biçimleri, inanç tarzları, kültürel ürünleri gibi beşerî hayatın bütün alanlarını içeren manevi dünya hakkında da etraflı bilgi ve donanım gerekir. Dış bağlam diyalog bağlamı olup iki taraf arasındaki ilişkileri ifade eder. Ulûmu’l-Kur’ân’ın Esbâb-ı nüzûl ve Mekkî-Medenî bahisleri dış bağlam kategorisinde değerlendirilir. İç bağlam ise Kur’an metninde siyak-sibak ilişkileri, ayetler ve sureler arasındaki münasebetlere karşılık gelir. Ayetlerde farklı muhataplara farklı ifade ve üsluplar kullanılması da bu kapsamda değerlendirilebilir. Dilsel bağlam nazım teorisi kapsamında ele alınan sözdizimi ilişkileridir. Yorumsal bağlam ise bahsi geçen diğer bağlamları dikkate almayı gerektiren müevvil/yorumcu bağlamıdır. Ebû Zeyd’e göre Kur’an öncelikle inzal edildiği dönemin genel dinî, fikrî, kültürel, içtimai, siyasî ve iktisadî yapısı dâhilinde incelenmeli, daha sonra onun her bir pasajı, inzal edildiği tarihsel şartlar dâhilinde, yani nass-olgu ilişkisi içerisinde değerlendirilmelidir. Kur’an bütün bu bağlam düzeylerinden soyutlanmış ve koparılmış bir metin olarak yorumlandığında, kelimenin tam manasıyla ideolojik biçimde yorumlanmış, nassa şiddet uygulanmış olur. Kaldı ki Kur’an metnindeki makâl (söylenen söz) bağlamsız olarak çok kaypak ve kaygandır. Bu yüzden de yanlış anlamalara, hatta istismarlara açıktır. Ayetlerdeki mananın tam ve eksiksiz biçimde tespiti için “makâl” üzerinde dilbilimsel analizler yapmak yeterli olmaz; çünkü bu analizlerle elde edilen mana yarım-buçuk bir mana olur. Bu sebeple, mana tespitinde makâl kadar da makâm ve muktezay-ı hâle yoğunlaşılmalıdır. Bunun içindir ki Şâtıbî Kur’an’ı anlayıp kavramak isteyen kişi için sebeb-i nüzûl ve muktezay-ı hâl bilgisinin vazgeçilmez olduğunu 106
söylemiştir. Özellikle Meânî ilmindeki belli başlı konuların odağında hitap, mütekellim ve muhatapla ilgili muktezay-ı hâli bilme meselesi yer alır. Çünkü bir sözün anlamı iki farklı duruma, iki farklı muhataba ve diğer faktörlere göre değişebilir. Bir soru ifadesi yerine göre takrir, yerine göre tevbih manası içerebilir. Emir kipindeki bir lafız da mübah kılma, tehdit etme, aciz bırakma gibi manaları ifade için kullanılabilir. İşte asıl mana ve maksadı belirleyen bu karineler belirlenmediğinde kelamdaki asıl mana kısmen veya tamamen kaybolabilir. Bu yüzden kelamın sevkine yol açan sebebin çok iyi bilinmesi gerekir. Fakat şu da bir gerçek ki her bir ayetin spesifik bir nüzul sebebi mevcut değildir; mevcut olsa bile bunun bilgisi bize intikal etmemiştir. Bu rivayetler çoğunlukla ayetin inzal edildiği dönemde ya da ondan önce sorulmuş soruların değil, rivayeti aktaran kişinin içinde bulunduğu duruma ait soruların cevabını verir niteliktedir. Nüzûl çağı ile rivayetlerin derlenip yazıya geçirildiği çağ arasındaki tarihî mesafe, esbâb-ı nüzûl rivayetlerini yeni bir kalıba sokmaya imkân verecek kadar uzun bir mesafedir. Bu itibarla senetleri ne kadar sıkı ve sağlam olursa olsun esbâb-ı nüzûl rivayetlerindeki bilgilerle yetinmemek gerekir. Unutmamak gerekir ki yanlış okumalar ve yanlış anlamalar, yanlış sonuçlar doğurur. Kur’an’ı kendi nüzul bağlamından soyutlayarak salt lafzın delaletlerinden hareketle anlamaya çalışmak, bile bile yanlış yapmayı göze almak olur. Klasik dönemlerde müfessirler özellikle fıkhî hüküm istihracında ayetleri nüzul bağlamından soyutlayarak yorumlamışlardır; ancak bu yorumları el-ibretü bi-umûmi’l-lafz lâ bihusûsi’s-sebeb, yani “sebebin hususiliğine değil, lafzın umumiliğine itibar edilir” kaidesinden hareketle mümkün mertebe namusuyla yapmaya çalışmışlardır. Bu kaidenin tatbiki ayetlerin özel nüzul sebeplerini bilmeyi ve bu bilgi ışığında genel hükümler üretmeyi gerektirir. Bununla birlikte, özel bir hadise üzerine nazil olan ayetlerden genel hükümler çıkarma hususunda kimi zaman, “Bu ayetten böyle bir hüküm nasıl çıkar?” dedirtecek türden izahların mevcudiyeti de bilinmektedir. Mesela Fahreddîn er-Râzî, yâ benî âdeme hitabıyla başlayan A’râf 7/31. ayeti namazda setr-i avretin vücûbuna delil gösterme hususunda, “Bu ayet Ka’be’yi çıplak halde tavaftan men etmek için nazil olmadı mı?” tarzında bir soru sormuş ve bu soruyu, “Biz usûl-i fıkıhta, sebebin hususiliğine değil, lafzın
107
umûmîliğine itibar edileceğini açıklamıştık” diye cevaplamıştır. Kurtubî de ayeti aynı mantıkla yorumlamış ve aynı hükmü çıkarmıştır. Kur’an ayetlerinin kelâmî kabulleri gerekçelendirmeye matuf olarak yorumlanması fıkıh geleneğinden çok daha vahim sonuçlar doğurmuş, bu alanda iş çığırından çıkmıştır. O kadar ki müşriklerin bâtıl inanç ve iddialarını çürütmeye yönelik birçok ayet kader-kaza, insanın fiilleri gibi teknik kelâmî meseleler bağlamında delil olarak kullanılmıştır. Sözgelimi, müşriklerin putlar hakkındaki temelsiz inançlarını nefy konusuyla ilgili Saffât suresi 96. ayetteki vallâhu haleqaküm vemâ ta’melûn ifadesi, nüzul döneminden sonraki asırlarda ortaya çıkan ef’âl-i ibâd tartışmasıyla ilişkilendirilmiştir. Ayetleri bu tür kelâmî meselelerle ilişkilendirmeyi çok seven Fahreddîn er-Râzî bile bu ayetin insan fiillerinin yaratılmasıyla değil, putlara tapınma konusuyla ilgili olduğunu, dolayısıyla ef’âl-i ibâd meselesinde bu ayete atıf yapmaktan vazgeçilmesi gerektiğini söylemiştir. Fıkıh ve kelam geleneğinde Kur’an’ı semerelendirmek(!) gayesiyle metin dışı bağlam bilinçli olarak göz ardı edildikçe hükümlerle ilgili istidlaller ve istinbatlar da keyfî ve gelişigüzel bir karakter kazanmaya başlamıştır. Mesela, fıkıh terminolojisinde şekil bakımından hukuka uygun bir işlemi vasıta kılarak yasaklanmış bir sonuca ulaşmak amacıyla yapılan muamele anlamındaki hilenin/hiyelin (hile-i şer) meşruiyeti konusunda, Hz. Eyyûb’un karısına yüz değnek vurmaya yemin etmesinden sonra Allah’ın ona yüz adetten oluşan bir demet sapla vurması hâlinde yemininin gereğini yapmış olacağını bildiren Sâd suresi 44. ayetle istidlalde bulunulmuştur. Bu minvaldeki istidlallere dayandırılan “hiyel”in (kanuna karşı hile) caiz kabul edilmesi Yahudilerin cumartesi günü balıkçılığına benzer bir uygulamanın İslam fıkhında kendine yer bulması sonucunu doğurmuştur. Bu sonuç aynı zamanda fıkhî hükümlerle ilgili uygulamalarda ahlâkî boyutun ihmal edilip daha çok şekil şartlarına titizlenmenin yaygın hâle gelmesinde de etkili olmuştur. Kur’an’ın nüzûl şartları dikkate alınmadığı takdirde, dilbilimin sağladığı imkânlar çerçevesinde ayetlere birbirinden farklı, hatta birbirine zıt anlamlar verebilmenin yolu açılır, tek bir ifadenin onlarca sayıda manaya aynı anda işaret etmesi gibi bir durumla karşı karşıya kalınır. Bir örnek vermek gerekirse, emir kipindeki bir lafzın makama ve muktezay-ı hâle göre değişen vücub, nedb, ibaha, irşad, izin, tedip, 108
ikram, tehdit, ikaz, alay, taciz, tahkir, tesviye, tekzib, tefviz, taaccüb gibi otuz civarında anlamı vardır. Eğer bu lafzın makam, bağlam ya da kullanım çerçevesi dikkate alınmaz, emrin kim tarafından kime, ne zaman, ne maksatla tevcih edildiği göz önünde bulundurulmazsa, onca anlam arasında doğru bir tercihte bulunmak için dilsel veriler yeterli olmaz. Beş N, Bir K kuralı ve tefsir meselesine dönersek, bu kuralı tefsire uygulama şekliyle ilgili olarak Fatiha suresinin sonundaki ğayri’lmağdûbi aleyhim ve-le’d-dâllîn ayetinde kimlerin kastedildiği meselesi az çok fikir verecek bir örnek olarak ele alınabilir. Bilindiği gibi hemen bütün tefsir kitaplarında mağdûb aleyhim “Yahudiler”, dâllîn “Hıristiyanlar” olarak izah edilmekte ve hemen her müslümanın bildiği bu izahın muteber hadis kaynaklarında Hz. Peygamber’den menkul olduğu görülmektedir. Bilindiği üzere Buhârî ve Müslim gibi isimler tarafından nakledilen hadisler söz konusu olduğunda, Sünnî müslümanlar bu izahın doğruluğundan pek kuşkulanmadıkları gibi, zihinlerinde Hz. Peygamber bu izahı ne zaman, nerede yapmış veya söz konusu izah kim tarafından aktarılmış gibi istifhamlar oluşturma ihtiyacı da duymazlar. Oysa meseleye Beş N Bir K çerçevesinde bakıldığında, ğayri’l-mağdûbi aleyhim ve-le’d-dâllîn (gazaba uğrayanlar ve sapkınlar) ayetini Yahudiler ve Hıristiyanlarla özdeşleştirmenin pek isabetli olmadığı ortaya çıkar. Şöyle ki Fatiha suresinin erken Mekke döneminde nazil olduğu -ki bize göre bu sure ilk nazil olan Kur’an vahyidir- herkes tarafından bilinen ve kabul edilen bir husustur. Bu dönem itibariyle Kur’an’ın gündeminde Yahudiler ve Hıristiyanlar yoktur. Ehl-i kitaba atıfta bulunan birkaç ayette ise ya Nahl suresi 43. ayette olduğu gibi, müşriklerin Hz. Peygamber’in nübüvvet ve risaletini yalanmalarıyla ilgili olarak bir beşerin peygamber olarak gönderildiği gerçeğini teyit meyanında Yahudiler referans gösterilir ya da Müddessir suresi 31. ayette olduğu gibi, dolaylı olarak Ehl-i kitap ile müslümanlar arasında ortak paydalar bulunduğuna işaret edilir. Mekke döneminin son zamanlarında nazil olduğu kabul edilen Ankebût suresi 46. ayette ise, “Ehl-i kitapla en iyi şekilde mücadele edin” tavsiyesine yer verilir. Bütün bu ayetlerden anlaşılacağı gibi, Mekke döneminde Ehl-i kitap hasımlar zümresi olarak nitelendirilmemekte, hele hele ilk yıllarda nazil olan ayetlerde müşriklere dahi ılımlı denebilecek bir üslupla 109
hitap edilmekte, bu bağlamda “kâfirler, zalimler” yerine “ashâb-ı şimâl”, “ashâb-ı meş’emeh” gibi yumuşak ve genel denebilecek nitelemelerde bulunulduğu dikkati çekmektedir. Dolayısıyla Mekke döneminin daha başında nazil olan Fatiha suresinde Yahudiler ve Hıristiyanlar hakkında mağdûb aleyhim ve dâllîn şeklinde bir ifade kullanılması muktezay-ı hâle uygun görünmemektedir. Bu durumda Hz. Peygamber’e nispet edilen izahın özellikle tarihî bağlam ve muktezây-ı hâl açısından irdelenmesi gerekmektedir. İlgili kaynaklara göz atıldığında Hz. Peygamber’in mağdûb aleyhim lafzını “Yahudiler”, dâllîn lafzını “Hıristiyanlar” diye izah ettiğini belirten hadisin Adî b. Hâtim’den nakledildiği görülür. Hadisin bazı varyantlarında Adî b. Hâtim’in Hz. Peygamber’e bu lafızlarla kimlerin kastedildiği yönünde bir soru sorduğu, Hz. Peygamber’in de bu soruya “Yahudiler ve Hıristiyanlar” diye cevap verdiği belirtilir. Sahabe biyografilerine dair eserlerdeki bilgilere göre İslam’ı kabulünden önce mutaassıp bir Hıristiyan ve sıkı bir İslam düşmanı olan Adî b. Hâtim hicretin yedinci veya dokuzuncu yılında, yani Kur’an’ın nüzul sürecinin son yıllarında İslam’ı kabul etmiştir. Üstelik bir heyetle birlikte Medine’ye geldiğinde Hz. Peygamber ona üç defa müslüman olmasını teklif etmiş, o da her seferinde “Benim dinim var” diyerek bu teklifi geri çevirmiştir. Hz. Peygamber, “Ben senin dinini senden daha iyi bilirim” diyerek Adî’nin Hıristiyanlık ile Sâbiîlik karışımı bir inanç sistemi olan Rekûsîliğe mensup olduğunu söyleyince Adî b. Hâtim hayret etmiş, derken Hz. Peygamber’le bu görüşmesi neticesinde İslam inancını benimsemiştir. Muhtemelen eski din ve inancından ayrılmama konusundaki ısrarından dolayı bazı müsteşrikler Adî b. Hâtim’in kendi ülkesini kati surette kaybetme tehlikesi karşısında Müslüman olduğundan söz etmişlerdir. Bu iddia tartışmaya açık olmakla birlikte ilgili rivayetler Adî’nin İslam’ı bir çırpıda benimsemediğini göstermektedir. Bu açıdan bakıldığında Hz. Peygamber’in Adî b. Hâtim’in Fatiha suresindeki ğayri’l-mağdûbi aleyhim ve’leddâllîn ifadesiyle ilgili sorusuna “Yahudiler ve Hıristiyanlar” şeklinde bir izahta bulunması tebliğ stratejisi açısından manidar olsa gerektir. Bütün bunlar bir tarafa, Âdî b. Hâtim hicretin yedinci veya dokuzuncu yılında müslüman olduğuna göre Hz. Peygamber bu açıklamayı Fatiha suresinin nüzulünden yıllar sonra yapmıştır. Bu sebeple, Hz. 110
Peygamber’in Allah’ın gazabına uğrayanlar ve dalalette olanlarla ilgili açıklaması ayetteki asıl mana ve maksadı ifade etmekten öte bir alt küme/zümre olarak Yahudiler ve Hıristiyanların da bu ayetin kapsamına girdiğine işaret etmekten ibarettir. Evet, Bakara 2/61, Mâide 5/60, A’râf 7/152. ayetlerde Yahudilerin ilahi gazaba uğradıklarından, Mâide 5/77. ayette ise Hıristiyanların doğru yoldan sapıp dalâlete savrulduklarından söz edilmiştir. Ancak başka ayetlerde de ilahi vahyi inkâr eden (Bakara 2/90), bir mümini kasıtlı olarak öldüren (Nisâ 4/93), kâfirlere karşı savaşta cepheden kaçan (Enfal 8/16), iman ettikten sonra Allah’ı inkâra yönelen (Nahl 16/106) kimselerin de Allah’ın gazabına uğradıkları/uğrayacakları bildirilmiştir. Bütün bunların yanında şunu da belirtmek gerekir ki Hz. Peygamber’in ğayri’l-mağdûbi aleyhim ve’leddâllîn ifadesini Yahudiler ve Hıristiyanlar diye açıklaması, nüzul döneminde müslümanlar ile bilhassa Yahudiler arasında köprülerin atıldığı bir döneme rastlar. Ulûmu’l-Kur’ân (Kur’an İlimleri) ile ilgili klasik literatürün Kur’an’ı sağlıklı anlamada yeterliliğinden söz edilebilir mi? Bu konuda yeterlilikten söz etmek pek mümkün değildir. Her şeyden önce Ulûmu’l-Kur’an eserlerindeki muhteva Kur’an’ı anlama ve yorumlama ihtiyacını karşılama sâikiyle oluşturulmuş gibi görünmemektedir. Mesela, Suyûtî el-İtkân adlı eserini Kur’an ilimleriyle ilgili bütün konuları içeren müstakil bir eser bulunmadığından hareketle böyle bir eser kaleme almayı düşündüğünü söylemiş ve daha sonra bu eseri Mecmau’l-Bahreyn ve Matlau’l-Bedreyn adlı büyük tefsirine mukaddime olmak üzere telif etmeye yönelmiştir. Bir tefsir mukaddimesi olarak düşünüldüğünde, el-İtkân’ın en azından Suyûtî’ye mahsus bir Kur’an’ı anlama ve yorumlama usulü olarak değerlendirilmesi mümkündür. Ancak eserin seksen konu başlığından oluşan muhtevasına bakıldığında bunun müstakil bir usûl eseri olmaktan ziyade, Kur’an ve tefsir tarihiyle ilgili cem, tertip, istinsah gibi konulardan tabakâtü’l-müfessirîn gibi bahislere, resmü’l-mushaf, kıraatler, tecvid ve tilavet adabı gibi konulardan Kur’an’da sure, ayet, kelime ve harf sayıları gibi teknik bilgilere kadar çok farklı meselelere yer verildiği görülür. Bütün bu meseleler arasında Esbâb-ı nüzul, Mekkî-Medenî, Müşkilü’l-Kur’ân, Garîbü’l-Kur’ân, Mübhemâtü’l-Kur’ân ve Kur’an’da edebî sanatlar 111
gibi konuların usule dair bilgiler içerdiği kuşkusuzdur. Ancak sonuçta eserin genel yapısı sistematik bir usûlden ziyade Kur’an’la doğrudan ve dolaylı ilgisi bulunan dağınık bilgileri muhtevi bir ansiklopedi tarzındadır. Eserin Sakıp Yıldız ve Hüseyin Avni Yıldız’a ait olan sorunlu çevirisinin Kur’an İlimleri Ansiklopedisi ismini taşıması da isabetli olmuştur. Suyûtî’nin el-İtkân’ı yazarken çok istifade ettiği Zerkeşî’nin elBurhân adlı eseri için de benzer tespitlerde bulunulabilir. Gerçi Zerkeşî el-Burhân’ı, hadis alanında telif edilenler gibi Ulûmu’lKur’an sahasında da kapsamlı bir eser yazılmamış olmasından hareketle böyle bir eser ortaya koymayı ve alandaki boşluğu doldurmayı hedeflediğine dikkate çekmiş olsa da sonuçta bu eserin muhtevasında da resmü’l-mushaf, âdâb-ı tilâveti’l-kur’ân, i’câzü’lKur’ân gibi usulle doğrudan ilgisi olmayan birçok bahis mevcuttur. Bununla birlikte Kur’an’ın dil ve üslup özellikleri ile Kur’an’daki harf ve edatların işlevleriyle ilgili bölümlerin özellikle nahvî-edebî tefsir açısından son derece faydalı bilgiler içerdiği kuşkusuzdur. Bilebildiğimiz kadarıyla klasik dönemlere ait olan ve müstakil bir tefsir usûlü iddiası taşıyan tek eser Osmanlı âlimi Muhyiddîn elKâfiyecî’ye aittir. Kâfiyecî küçük çaplı bir risale hacmindeki et-Teysîr fî Kavâidi İlmi’t-Tefsîr adlı eserini, hocası Molla Fenârî’nin Aynu’lA’yân adlı Fatiha suresinin mukaddimesinde, “Tefsir sistematik bir ilmî disiplin değil, dağınık bilgilerden ibarettir. Bu yüzden tefsirde küllî kaidelerden ve müstakil bir usûlden bahsedilemez” şeklindeki görüşlerini bir tür tenkit ve aynı zamanda tefsirin kendine mahsus kaideleriyle müstakil bir ilmî disiplin olduğu iddiasını ispat maksadıyla telif etmiştir ki müellifin, “Ben tefsir ilimlerine dair müstakil eser yazan ilk kişiyim” şeklindeki ifade ve iddiasını da bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Kâfiyecî bu iddiasıyla önceki eserlerin hiç birinde tefsir ve Kur’an ilimleriyle ilgili meselelerin tefsirin müstakil bir ilim dalı olduğunu ve bu ilmin kendine has ilkeler ve meselelerinin bulunduğunu ortaya koymak amacıyla ele alınmadığına, bu amaçla yazılan eserin ilk eserin et-Teysîr olduğuna işaret etmiştir. Tefsiri “Allah’ın yüce kelamına ilişkin hallerin, murada delalet itibariyle, beşer gücü nispetinde bahis konusu edildiği ilimdir” şeklinde tanımlayan Kâfiyecî bu ilmin birtakım usûl ve esaslarının 112
bulunduğundan söz etmiştir. Ona göre “ilm-i tefsir” terkibi kimi zaman bu ilme has kurallara (kavâid-i mahsûsa) karşılık gelir. “Kaideler ve Meselelere Dair” şeklindeki ana başlık altında tefsirin kendine özgü ilke ve meselelerinin bulunması itibariyle müstakil bir ilim olma keyfiyetini ispatlamaya çalışan Kâfiyecî muhkemmüteşabih bağlamında birtakım ilkelerden söz etmiş olsa da, bu ilkelerin mezhepten mezhebe farklılık arz ettiği, hatta bir mezhebin muhkem kabul ettiğini diğer bir mezhebin müteşabih kategorisinde değerlendirdiği bilinmektedir. Dolayısıyla bu konuda ortaya konulan ilkeler ancak mezhebî kabuller dâhilinde ilke olma özelliğine sahiptir ve bu yönüyle de gerek doğruluk gerek uygulanabilirlik noktasında genel geçer nitelikte değildir. Oysa klasik fıkıh usûlü böyle değildir. Bunun içindir ki Kâdî Abdülcebbâr gibi Mu’tezilî âlimin fıkıh usulüyle ilgili el-Umed adlı eseri aynı mezhebe mensup Ebü’l-Hüseyn el-Basrî’nin el-Mu’temed’ine, bu eser de sıkı bir Sünnî-Eş’arî olan Fahreddîn er-Râzî’nin el-Mahsûl’üne kaynaklık etmiştir. Sonuç olarak, Kâfiyecî’nin bir-iki külli kaide ekseninde tefsirle ilgili müstakil usûl ihtiyacını karşılaması ve tefsir/te’vil konusundaki yöntem boşluğunu doldurması mümkün olmamıştır. Kaldı ki ona göre tefsir ilmi hadisle iç içe geçmiş bir ilmidir. Diğer bir ifadeyle, tefsir tıpkı hadis gibi Hz. Peygamber ve sahabeden mervidir. Bu merviyyatın kabulü güvenilirlik noktasında akıl, zabt, müslüman olmak ve adillik vasfı taşımak gibi ravi ile ilgili birtakım şartlara bağlıdır. Öte yandan, ravi tarafından nakledilen tefsir rivayeti isnatlı/senetli olmalı, ayrıca tefsir rivayeti tıpkı hadis öğretim ve öğreniminde olduğu gibi kıraat, icazet ve vicâde gibi yollarla nakledilmelidir. Modern dönemde Hâlid Abdurrahmân el-Akk gibi bazı müellifler de Usûlü’t-Tefsîr ve Kavâiduh gibi isimler taşıyan eserler kaleme almışlar ve fakat bu eserlerin ismine mütenasip bir usûl ortaya koymamışlardır. Akk, “Arapça konuşma ve yazma açısından nahiv ilmi ne ifade ediyorsa, tefsir usulü ilmi de tefsir açıdan onu ifade eder” demekle birlikte, muhteva itibariyle fıkıh usulündeki bazı elfaz bahislerine özel başlıklar açması dışında klasik Ulûmu’l-Kur’an edebiyatından pek farklı bir şey ortaya koymamış, koyamamıştır. İsmail Cerrahoğlu gibi bazı hocalarımız tarafından telif edilen “Tefsir Usûlü” adlı kitaplar ise gerçek manada bir usûl olmaktan çok, Kur’an 113
tarihi, Kur’an ilimleri ve tefsir tarihi gibi üç ayrı konunun özet hâlinde sunumundan ibarettir. Tefsirle ilgili müstakil bir usûl eseri her şeyden önce tarihsel eleştiri yöntemi ve metin kritiği gibi konuları içermesi, bunun yanında Kur’an’ın nazil olduğu tarihsel, toplumsal ve kültürel yapının kodlarını sistematik biçimde gözler önüne sermesi gerekir. Çünkü Kur’an’daki ifadeler tümüyle metin dışı bağlamlara sahip olup ayetlerdeki ilk/aslî anlamlar bu bağlamlarda saklıdır. Bu sebeple, tefsir usulünün metin çözümlemesiyle ilgili meselelerden çok daha kapsamlı ve komplike bir yapıya sahip olması zorunludur. Oysa fıkıh usulünde böyle bir zorunluluk yoktur; çünkü fıkıhçılar için Kur’an bir referans metnidir, bu yüzden de fıkhî meselelerle ilgili yeni hüküm ihtiyacı elfaz bahisleri ekseninde metin çözümlenmesiyle karşılanabilir. Sözün özü, tefsir sahasında yetkin ve yeterli bir usûl eseri henüz yazılmamıştır. Böyle bir eser yazmak veya yazılan eserle usûl ihtiyacını tam manasıyla karşılamak ne kadar mümkündür, doğrusu pek bilmiyorum; ama en azından böyle bir ihtiyaç bulunduğundan eminim. Kaleme almayı düşünmekle birlikte sonunu getireceğimden pek emin olmadığım tefsir çalışması bağlamında bir usûl projesi de ortaya koymayı düşünüyorum. Klasik Ulûmu’l-Kur’ân bahislerinden bir kısmını da içerecek olmakla birlikte bu projenin en azından benim nazarımda özgün olacağı kanaatini taşıyorum.
Günümüzde Kur’an’ı anlama ve yorumlama konusunda yeni yöntemlerden söz edilmektedir. Bu bağlamda hermenötik ve semantik diye ifade edilen yöntemlerin Kur’an’a uygulanabilirliği hususunda neler söylersiniz? Öncelikle belirtmeliyim ki hermenötik müstakil bir anlamayorumlama yöntemine karşılık gelen bir kavram değildir. Başka bir anlatımla, hermenötik kendi içinde türdeşliğe sahip olmayan bir şemsiye kavram niteliğindedir. Ayrıca Batı dünyasında hermenötik tartışmalarının sadece teoloji ve kutsal metinlerin nasıl anlaşılacağı ve yorumlanacağı meselesiyle değil, sanat, felsefe ve bilhassa sosyal bilimlerle ilgili olduğu bilinmektedir. Öte yandan Batı dünyasında Martin Heidegger, Gadamer, Habermas, Apel, Emilio Betti, Hirsch, 114
Rudolf Bultmann gibi isimlerin hermenötik yaklaşımlarını aynı kefeye koymak pek mümkün değildir. Sözgelimi, Emilio Betti ve Hirsch gibi isimler yorum faaliyetinde nesnelliğin imkân dâhilinde bulunduğunu savunurken, Gadamer gibi bazı isimler insanın kendi geçmişi ile bugünü arasında elde ettiği tüm birikimi yorum faaliyetine dâhil ettiğinden nesnel anlam ve nesnel yorumun ham hayalden ibaret olduğunda ısrar eder. Hermenötiğin ilgi alanının metnin anlamına yoğunlaşmak, amacının da nesnel yoruma ulaşmak olduğu hususunda Hirsch ile Betti’nin hemfikir olduğu söylenebilir. Buna mukabil Betti ile Gadamer arasındaki tartışma hermenötik alanındaki çağdaş yaklaşımların iki kampa ayrıldığı bir tartışma olarak kabul edilir; bir tarafta metin ve yazara odaklanan Hirsch ve Betti’nin yaklaşımı, diğer tarafta Gadamer’in yaklaşımı vardır. Gadamerci çizgide insanın herhangi bir şeyi anlamaya çalışması, anladığı şeyden kendini büsbütün soyutlamış bir zihinsel faaliyet değil, bilakis anlamaya çalıştığı şeyle birlikte şekillenip evrilen öznenin içinde bulunduğu bir süreçtir. Çünkü insan aklı ve/veya yorumcu zamandan, mekândan ve şartlardan bağımsız olarak değil, zamanın, mekânın ve şartların içerisinde bir varoluşa sahiptir. Fazlur Rahman İslam ve Çağdaşlık adlı eserinin giriş kısmında iki hareketli tefsir metodolojisini anlatırken Betti ile Gadamer’in bu iki farklı yaklaşımını değerlendirir ve nesnelliğin imkânına inanan Betti’nin daha isabetli bir görüş sahibi olduğunu belirtir. Günümüz Türkiye’sinde Fazlur Rahman ve tarihselcilik fikrine karşı çıkan araştırmacıların Gadamer merakları da işte buradan gelmektedir. Bu mesele bir tarafa, Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanmasıyla ilgili çağdaş tartışmalar ve çalışmalarda sık sık kendisine atıfta bulunulduğuna tanık olduğumuz hermenötik kavramı genellikle postmodern keyfilik ve lakaytlıkla irtibatlandırılmakta ve kimi zaman da rol/işlev olarak Batı’daki Protestanlığın manipülasyon aygıtına indirgenmektedir. Buradan hareketle de Batı dünyasında Hıristiyanlık ve kutsal metinlerin başına gelenlerin bir benzerinin İslam ve Kur’an’ın da başına gelebileceğine dair endişeler dillendirilmektedir. Batı dünyasındaki birçok farklı hermenötik yaklaşımı belli bir eğilimle özdeşleştirmek ve bir çırpıda reddetmek ya bu konudaki cehaletten veya peşin hükümlülükten olsa gerektir. Oysa hermenötik 115
tartışmalar hem çok geniş yelpazeli hem de İslam geleneğindeki muadillerini tespit açısından dikkate değer niteliktedir. Mesela, Rudolf Bultmann’ın teolojik hermenötik çerçevesinde ortaya koyduğu çalışmalar, özellikle Yeni Ahit ve/veya İnciller’i mitik dilden arındırma ve bu dile çağdaş müminin varoluşsal bağ kurabileceği bir yapı kazandırma çabası çok önemlidir. Bultmann’a göre Tanrı’nın gökyüzünde olduğunu bildiren İncil ifadeleri mitolojik karakterlidir. Bizim bugün bu ifadeden anlamamız gereken, Tanrı’nın nesneler dünyasının ötesinde, aşkın bir varlık olduğu mesajıdır. Ancak mitolojik dil ve düşünce aşkınlık gibi soyut bir kavramı ancak gökyüzü, uzay ve yükseklik gibi somut bir tasvirle formüle edebilmektedir. Bu sebeple, Tanrı’ya mekân izafe eden bu ifadelerin literal anlamlarıyla kabul edilmemesi, dolayısıyla İncillerdeki mitolojik dil ve üslubun varoluşsal bir düzlemde yorumlanması gerekir. Bultmann’ın demitolojizasyon yönteminin bir benzeri İslam tefsir ve kelam tarihinde özellikle haberi sıfatlarla ilgili ayetlere de tatbik edilmiştir. Mesela, Ahmed b. Hanbel ve Ebû Saîd ed-Dârimî gibi Ehl-i hadis âlimleri En’âm suresi 18, Secde suresi 5, Meâric suresi 3-4, Mülk suresi 16. ayetteki men fi’s-semâ ifadesi ile bazı hadislerden hareketle Allah’ın gökte olduğunu savunmuş ve O’nun her yerde hazır ve nazır olduğundan söz edenleri Cehmîlik ve zındıklıkla suçlamışlardır. Buna karşılık Fahreddîn er-Râzî gibi Sünnî müfessirler bu ayetten hareketle Allah’ın gökte olduğundan söz edilmesini Müşebbihe inancı olarak değerlendirmiş ve bu bağlamda Allah’a mekân izafesinin asla mümkün olmadığını söylemiştir. Ayetteki men fi’s-semâ ifadesinin zahirî manaya hamledilemeyeceğini söyleyen Râzî’ye göre bu ifade Allah’ın gökte bulunduğuna değil, bilakis O’nun kudret ve saltanatına delalet etmektedir. Sema kelimesi burada Allah’ın mülk ve saltanatını yüceltmek için zikredilmiştir. Râzî’nin bu yorumunun Bultmann’ın “Tanrı gökyüzündedir” şeklindeki İncil ifadesine ilişkin yorumundan hemen hiçbir farkı yoktur. Bizce tek fark Bultmann’ın söz konusu ifadeyi mitolojik diye nitelendirmesi, Râzî’nin ise böyle bir nitelemeyi dile getirmemesidir. Ancak belirtmek gerekir ki Râzî men fi’s-semâ ifadesini zahirî manaya hamletmenin Mücessime inancı olduğunu söylemekle bir bakıma ayetteki zahirî mananın da mitolojik olduğuna işaret etmiştir. Aslına 116
bakılırsa bu ayet tam da Râzî’nin Mücessime ile ilişkilendirdiği inanca işaret etmekte, çünkü Hz. Peygamber, sahabe ve tâbiundan gelen birçok rivayet Allah’ın bildik anlamda gökyüzünde olduğu inancını pekiştirmektedir. Kur’an öncelikle ve özellikle ilk hitap çevresindeki insanların dil, kültür ve algı düzeylerine uygun konuştuğuna göre söz konusu ayetteki tasvirin mitolojik bir tasvir olduğu, ancak geç dönem müslümanların böyle bir tasviri itikadi ve kelami açıdan problemli görüp tev’il, yani demitolojize ettiği açıktır. Batı dünyasında daha gerilere gittiğimizde Spinoza’nın kutsal metinlerin dil dizgesiyle ilgili tespit ve değerlendirmeleri de dikkate değer niteliktedir. Mesela, Kur’an’da ve diğer kutsal kitaplarda hârikulâde hadiseler gibi anlatılan olayların aslında kendi doğal süreçlerinde olup bittiği konusunda Spinoza’nın görüşleri ufuk açıcı niteliktedir. Söz konusu olayların kutsal kitaplarda doğrudan ilâhî kudrete atfedilerek doğa yasalarının işleyiş düzenini kırıcı biçimde gerçekleştiğini düşündürecek bir ifade kalıbıyla tasvir edilişinin temel nedeni, Spinoza’ya göre kutsal kitapların nesneler ve olayları doğal nedenlerine dayanarak açıklama gibi bir işlevinin bulunmaması, buna karşılık beşerî anlayış ve kavrayış düzeyini göz önünde tutarak insanlar üzerinde derin etkiler bırakacak şeyleri anlatması ve bunu yaparken de insanlarda daha çok hayret/hayranlık uyandıracak, aynı zamanda ilahî kudrete saygı fikrini aşılayacak bir üslup kullanmasıdır. Gerçekte bildik anlamda bir mucizeden ya da insanın idrak ve kavrama sınırlarını aşan bir iş ve eserden ne ilahi fiillerdeki anlam ve gayeyi ne de Tanrı’ya ve tabiata ait herhangi bir niteliği sahici bir biçimde anlayıp kavrama imkânı vardır. Bilakis her şeyin Tanrı tarafından belirlenip düzenlendiği ve tabiatta olup biten her şeyin öz itibariyle ilahi iradeden neşet ettiği, keza tabiattaki her oluş ve bozuluşun da temelde Tanrı’nın ezelî ve ebedî yasalarına bağlı olduğu bilinince şöyle bir neticeye ulaşılır: Doğal nesneler ve bunların ilk nedenlerine ne düzeyde bağlı olduklarını ne kadar iyi anlar ve bilirsek, Tanrı’yı ve O’nun iradesini de o kadar iyi anlar ve tanırız. Bu nedenle, anlama yetimizi göz önünde tuttuğumuzda, açık seçik tanıyıp bildiğimiz işleri/eserleri mucizelere göre çok daha haklı olarak Tanrı’nın işleri/fiilleri olarak adlandırabiliriz ve dolayısıyla bunları henüz künhüne vâkıf olamadığımız öteki işlere/eserlere göre daha fazla Tanrı’nın iradesine bağlayabiliriz. Çünkü doğanın açık seçik
117
biçimde tanıyıp bildiğimiz olayları bize daha çok katıksız Tanrı bilgisi verir, dolayısıyla O’nun iradesini ve fiillerini bize olabildiğince daha açık seçik gösterir. Toparlamak gerekirse, Batı dünyasında “hermenötik” diye ifade edilen şemsiye kavramın bizdeki karşılığı te’vildir. Çünkü te’vil de tam manasıyla bir şemsiye kavramdır. Özellikle Kur’an’ın muhtelif ayetlerindeki kullanımıyla te’vil, haber verilen bir hadisenin bilfiil gerçekleşmesi, bir şeyin iç yüzü ve gerçek mahiyeti, aynı zamanda bir sözde kastedilen gerçek mana ve maksadı tayin gibi manalar içerir. Teknik bir terim olarak, “naslardaki bir lafzı delile dayalı olarak aslî ve zahirî anlamından alıp dildeki muhtemel manalarından birine hamletmek” diye tanımlanan te’vil aslında “ilk ve düz anlamın yorumu” demektir. Bu çerçevede İslam geleneğinde dil ve mantık kurallarına dayalı beyânî, keşf, ilham ve fethe dayalı irfânî, aklî çıkarımlara dayalı burhânî te’vil çeşitlerinden söz etmek mümkündür. Bütün bunlara Şiî-İsmâilî teolojinin ürettiği bâtınî te’vil de eklenebilir. Sonuçta bütün bunlar, tıpkı Batı dünyasındaki farklı hermenötik yaklaşımlar gibi, farklı epistemolojilere dayalı te’vil türleridir. Beyânî te’vilde nesnel anlam odaklı yorum ön plana çıkarken, irfânî te’vil geleneğinde nesnellik kaygısından öte öznellik esas kabul edilmiş gibidir. Semantik konusuna gelince, sözcükler ve önermeler ile bunların ifade ettiği anlam arasındaki bağıntıyı inceleyen semantik aslında bir dilin anahtar terimleri üzerinde yapılan analitik çalışmadır. Bu çalışma dili salt konuşup anlaşma aygıtı olarak değil, belli bir dili kullanan toplumun dünya görüşünü ve kültürel kodlarını anlayıp kavramak amacıyla yapılır. Zira dil içine doğup geliştiği kültürün kodlarını yansıtır. Bir dilin çekirdek unsurları kelimelerdir. Semantik çalışma dildeki kelimelerin kök anlamlarını tespitin yanında bu anlamlardan hareketle tarih boyunca kazandığı anlamların tahlilini de içerir. Bu ön bilgiler çerçevesinde denebilir ki Kur’an semantiği ayetlerdeki kelimeler ve kavramların anlam hayatlarının art-süremli ve eş-süremli olarak incelenmesi ve aynı zamanda Kur’an’da ortaya konulan genel dünya görüşünün belirlenmesi faaliyetidir. Modern dönemde bilhassa Toshihiko İzutsu’nun Kur’an’da Allah ve İnsan ismiyle Türkçeye çevrilen eseriyle İlahiyatçı akademisyenlerin yoğun ilgisine mazhar olan semantik çalışmalar aslında İslam geleneğinde de mevcuttur. 118
Başta lügavî, nahvî, edebî tefsirler olmak üzere, klasik Arap dili ve Kur’an sözlükleri sonuçta birer semantik çalışma niteliğindedir. Nitelikli bir meal okumak, sağlam bir Kur’an algısına sahip olmada yetersiz denilebilir mi? Evet, yetersiz denilebilir. Bir kere meal Kur’an’ın suyunun suyudur. Nitelikli veya niteliksiz bir meal okuduğunuzda, eğer Kur’an’ın diline, kavram dünyasına, vahyin nazil olduğu dönemin tarihsel ve kültürel kodlarına dair bir alt yapı bilginiz yoksa salt bir metin okumuş ve muhtemelen de sıkıcı gelen bir metni okumaktan dolayı yorulmuş, hatta usanmış olursunuz. Çünkü mealini okuduğunuz kitap, her şeyden önce bizim okuma alışkanlıklarımıza uygun bir dil ve muhteva özelliğine sahip değildir. Tabir caizse Kur’an metni yirmi üç yıl boyunca yaşanan sayısız hayat olayları üzerine söylenen sözlerin deşifre edilip yazıya aktarılmış şekli gibidir. O sözlerin söylenmesine zemin teşkil eden hadiseler ve bu hadiselere sahne olan zamanlar ve mekanlar okuduğunuz metinde çoğunlukla mahzuftur. Kur’an hakkında ön bilgisi olmayan bir kişinin aynı kitapta Adem, İblis ve cennet kıssasını yedi kere, İsrailoğulları kıssasını fragmanlar halinde – tabir caizse- yetmiş kere okuyacak olması, tahammül edilebilir bir şey değildir. Bunun içindir ki Thomas Carlyle gibi bazı Batılılar, “Kur’an karmakarışık, usandıracak derecede düzensizlik, anlaşılmazlık, bitmez tükenmez tekrarlar, insanın nefesini kesen uzun pasajlar ve anlaşılmaz ifadelerle doludur. Avrupalı biri Kur’an’ı ancak ifası zorunlu bir vazife hissinin baskısı altında okuyabilir.” gibi sözler söylemiştir. Bu sözler İslam ve müslümanlara yönelik ön yargıyla ilgili olduğu kadar, Kur’an’ı bildik anlamda bir kitap gibi algılama hatasıyla da ilgilidir. Başta söylediğim gibi, Kur’an’ın dili, kavram dünyası ve bilhassa şifahi bir hitap olma özelliği hakkında bilgi sahibi olmayan herkesin böyle bir hataya düşmesi kuvvetle muhtemeldir. Diğer taraftan, Kur’an meallerinin pek çoğu dil ve edebi zevk açısından da niteliksizdir. Bu yüzden, meallerin Türk dil zevki açısından okunması en zor metinlerin başında geldiğinden bile söz edilebilir. En azından kendi adıma herhangi bir meali, özellikle de literal çeviri tekniğine göre hazırlanmış mealleri baştan sona okumaya çok zor tahammül ettiğimi belirtmeliyim. Mesela, Hasan Basri
119
Çantay’ın mealinin ciddi bir emek mahsulü olduğunu kabul etmekle birlikte, baştan sona okunmasının işkenceden pek farklı olmadığını söylemeliyim. Ayrıca mütedavil meallerin büyük bir kısmının Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır ve Hasan Basri Çantay gibi isimlere ait tefsir ve meal çalışmalarından istifadeyle hazırlandığı bilinmektedir. Bu isimlere ait çalışmalardaki temel referanslar ise geç dönem Ehl-i Sünnet müfessirlerinin anlam ve yorum tercihleridir. Sözgelimi, Çantay’ın mealindeki izah notlarında sürekli olarak Beyzâvî, Nesefî, Hâzin gibi birkaç Sünnî müfessir kaynak gösterilmektedir. Gerçekte okuyucular çoğunlukla Sünnî kelâmî kabuller doğrultusunda hazırlanmış mealler okumakta ve fakat okurken bunun farkında dahi olmamaktadır. Bu yüzden de herhangi bir ayetle ilgili olarak farklı bir mana tercihiyle karşılaştığında, en iyimser ifadeyle yadırgamakta veya bunun bir çarpıtma olduğunu sanmaktadır. Çünkü bu okuyucu, sürekli olarak birbirinden menkul Sünnî kelâmî kabullere uygun mana tercihlerini aktaran mealler okumak suretiyle hem geç döneme ait mezhebî yorumlara mahkum olmakta hem de ilk ve orijinal anlamları kabulde zorlanmaktadır. Bundan daha da kötüsü, okuduğu meallerin hangi usule, hangi kaynaklar ışığında hazırlandığı konusunda merak da duymamaktadır. Böyle bir merakı doğuracak kaynak bilinci olmadığından, sizin o okuyucuya ilk kaynaklardaki mana tercihlerini göstermeniz ve bunların gerekçelerini gözler önüne sermeniz pösteki saymakla eşdeğer bir çaba olmaktan fazla bir anlam taşımamaktadır. Hâsıl-ı kelam, salt meal okumakla sağlam ve sağlıklı bir Kur’an algısı oluşmaz. Hoş, belki bu okuma Kur’an’ın İslam ve müslümanlıkla ilgili temel mesajları hakkında belli bir birikim sağlar, fakat söz konusu mesajlar hayatı boyunca tek satır meal okumamış sıradan bir müslümanın dahi malumu olan mesajlardır; dolayısıyla ortalama bir müslüman olmak için mealden elde edilecek bilgiye ihtiyaç yoktur. Şayet Kur’an hakkında derin bilgi oluşturulmak isteniyorsa, bu iş mealle değil, ciddi bir tefsir çalışmasıyla mümkün olabilir. Ancak bunun için de her şeyden önce eski kaynakları okuyup anlayabilecek bir klasik Arapça bilgisi gerekir. Bu konudaki bilgi ve birikim, işin sadece abc’sidir. Bunun ötesinde Arap kültür tarihi, Yahudi ve Hıristiyan teolojisi, Ortadoğu mitolojisi gibi birçok alanda da bilgi ve donanım gerekir.
120
Kur’an çevirisini ifadede tercüme yerine meal kelimesinin tercih edilmesi, üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. İlk nazarda tercümenin kural açısından daha nesnel ve denetlenebilir bir faaliyet olarak göründüğü, buna karşılık tefsir ve kelam geleneğinde yer yer keyfilik, kuralsızlık gibi çağrışımlara sahip bir terim olarak kullanılan te’vil ile aynı kökten türeyen meal kelimesinin bir söze veya metne az çok yorum katma manası taşıdığı, bu yüzden de Kur’an çevirilerinin tercüme yerine meal diye isimlendirilmesinin pek de isabetli bir tercih olmadığı söylenebilir. Bilhassa Âl-i İmrân 3/7, Kehf 18/78 ve 82. ayetler dikkate alındığında te’vil kelimesinin “bir şeyin iç yüzü, gerçek mahiyeti ve bu mahiyetin tespit ve tayini” gibi manalara geldiği, dolayısıyla tercüme ve tefsir edilecek bir metin söz konusu olduğunda, o metindeki asıl maksat ve muradı tayinle eşdeğer bir anlam ifade ettiği tespitinde bulunulabilir. Bu anlamda te’vil “bir kelamı tedbir ve takdir etmek, onun üzerinde tasarrufta bulunmak ve kendisinden murat edilen gayeye müncer kılmak” demek olduğuna göre, “meal” de tevilin hâsılası, yorumun neticesi demek olur. Gerçi Elmalılı’nın mezkûr ifadelerine göre Kur’an çevirisinde tercüme yerine meal kelimesinin tercih edilmesi “evl” kökündeki “eksilme, eksiltme” manasıyla ilgilidir. Buna göre meal, Kur’an’ın harfi harfine değil, mana ve mefhum itibariyle tercüme edilmesi demektir. Meal bu anlamda eksik tercüme olarak değerlendirilebilir, ama aynı zamanda tefsirî ve manevî tercüme diye de nitelendirilebilir. Çünkü tercümede mana ve mefhumu esas almak, asıl metnin mantukundan ziyade mefhumunu, yani lafızda ne söylendiğinden ziyade ne söylenmek istendiğini yansıtmaya çalışmaktır. Bu durumda yorum kaçınılmaz olduğu için, mealin eksiklik kadar fazlalıkla da malul olduğunu söylemek gerekir. Nitekim Elmalılı’nın kendi mealini tefsirin bir hülasası olarak değerlendirmesi de bunu gösterir. Sonuç itibariyle, ister tercüme ister meal denilsin, her Kur’an çevirisi dilbilimsel olduğu kadar da yorumbilimsel bir çabanın ürünüdür. Zira çeviride çok anlamlılık, yan anlamlılık, sentaktik ve semantik açıdan farklı manalara ihtimallilik özelliği taşıyan Kur’an ifadelerinde tercihe şayan manayı bulmak, bunun için de tercih, takdir ve tayinde bulunmak söz konusudur. Bu yüzden, çeviri sırasında tefsir ve te’vil kaçınılmazdır.
121
Meal, Kur’an’ın mana ve mefhumunu esas alan bir çeviri/tercüme tarzı olarak tanımlanmış olmasına rağmen, başta bu tanımın çerçevesini belirleyen ve geliştiren Elmalılı Hamdi Yazır ve Hasan Basri Çantay gibi isimler olmak üzere Kur’an çevirisi yapanların büyük çoğunluğu, ittifakla imkânsız kabul ettikleri harfî/lafzî tercümeye benzer bir çeviri tarzını benimsemişlerdir. Bu durum, meal diye nitelendirilen çevirinin hem bir hukuk metni gibi kuru ve yavan, hem de Türkçe açısından başarısız olması sonucunu doğurmuştur. Bunun yanında, mütedavil Kur’an çevirilerinin büyük çoğunluğunda, üst-dil söylemiyle kaleme alınan kelam kitaplarını anımsatan bir üslup kullanılmış, dolayısıyla ayetlerdeki mananın hedef dile aktarımında büyük ölçüde müesses İslam, buna bağlı olarak da Kur’an ifadelerinin kavramlaşmış ve ıstılahî olarak standartlaşmış delaletleri esas alınmıştır. Bunun muhtelif sebeplerinden biri, Kur’an’ın Arapçadan başka bir dile çevrilmesinin erken dönemlerden beri itiyatla karşılanması, hatta itikadî bir mesele olarak algılanmış olmasıdır. İkinci bir sebep, çeviride, Allah’ın kastettiği mana ve maksada ilavede bulunma korkusu ve kaygısıdır. Bu yüzden, çeviride lafzın düz anlamlarına sadakat prensibi göz önünde bulundurulmuş, fakat bunun neticesinde Kur’an hitabındaki duygu yüklü anlamlar, muhatapların gönül dünyasına nüfuz eden çarpıcı üsluplar ve vurgular, dil ve üsluptaki estetik unsurlar ister istemez kaybolmuştur. Bu önemli kayıp, tercüme yerine meal kelimesinin tercih edilmesiyle ilgili temel gerekçeden de anlaşılacağı gibi, en başından müsellem kabul edilmiştir. Bu anlayışa göre Kur’an’daki mananın mealde eksik ifade edilmesi, her şeyden önce onun mu’ciz bir kelam olması ve bu mu’ciz ilâhî kelam karşısında beşerin aciz kalmasıdır. İşte bundan dolayı, Kur’an’ın çeviri/tercüme yoluyla bir başka dilde eşdeğerlisini üretmek beşer takati açısından muhal görülmüştür. Bütün bunlar bir tarafa, Kur’an çevirisine meal denilmesi hem ortaya çıkan tercümeyi asıl metinle paralellik açısından yüzleşme külfetinden kurtarır, hem de kendi meşruiyetini oluşturur. Bunun yanında mealin bizatihi sahihliği de önemli bir konudur. Sahihlik hususunda temel şart, Kur’an metninden anlaşılan mananın belli bir yorum/te’vil anlayışına uygunluğudur. Burada söz konusu olan yorum anlayışı ise temelde belli bir kelam sistemine dayanmak durumundadır. Sonuçta herhangi bir ayetin ne şekilde te’vil ve tercüme edileceğini dilbilimsel
122
kurallardan çok kelamî kabuller ve prensipler belirler. Çünkü genel dinî düşünce ve bakış açısı temelde kelamî sisteme göre şekillenir. Kelamın her itikadî mezhep açısından ideoloji kavramıyla eşdeğer bir mana taşıdığı bile söylenebilir. Kur’an çevirisi söz konusu olduğunda, kelamî ilkelere uygun düşen meal doğru, ters düşen meal yanlıştır. Bir örnek vermek gerekirse, Kıyâme suresi 23. ayetteki ilâ rabbihâ nâzırah ifadesini “Rablerine bakacaklar” şeklinde çevirmek Ehl-i Sünnet’in kelamî-itikadî kabulleri açısından doğru, Mu’tezile kelamındaki tevhid ilkesi açısından kesinlikle yanlıştır. Şüphesiz bu ayetle ilgili iki farklı te’vil ve tercümeye dilbilimsel gerekçeler/deliller bulunabilir; ancak burada aslolan, dilbilimsel gerekçeler/deliller değil kelamî ilkeler ve prensiplerdir. Sonuçta her te’vil ve meal, sıhhat ve meşruiyet onayını öncelikle belli bir kelamî sistemden alır. Kavram ve Konu merkezli Kur’an çalışmalarının mevcut durumuyla ilgili olarak neler söylersiniz, bu tür çalışmalarda ölçüt ve ilkeler neler olmalıdır? Kavram merkezli Kur’an çalışmaları hakkında maalesef iyi şeyler söylemeyeceğim. Özellikle “Kur’an’da” ve “Kur’an’a Göre” gibi klişe isimler taşıyan ve hemen tamamı İlahiyatçı akademisyenlere ait olan tez, kitap ve makale türü çalışmaların temelde Toshihiko İzutsu’nın Kur’anda Allah ve İnsan adlı eserinde uygulanan semantik yöntemden ilham aldığı ve fakat nitelik açısından çok büyük bir kısmının zayıf, gevşek ve özensiz olduğu şüphesizdir. Daha açık söylersek, söz konusu çalışmaların pek çoğu İzutsu’ya ait çalışmanın kötü kopyaları niteliğindedir. Oysa klasik dönemlere ait Meâni’l-Kur’ân, Garîbü’lKur’ân, Vücûh ve Nezâir gibi alanlarla ilgili eserler, her ne kadar pek sistematik olmasa da semantik açısından çok daha nitelikli çalışmalardır. Sözgelimi, Ferrâ ve Ebû Ubeyde’nin lugavî tefsirlerine göz atıldığında, Kur’an kelimelerinin İslam öncesi Arap dilinde ne manaya geldiği, şiirlerde ne şekilde kullanıldığı, hatta hangi kabile ve lehçeye ait olduğu gibi konularda çok kıymetli bilgiler verildiğine tanık olunur. Aynı şekilde Râğıb el-İsfahânî’nin el-Müfredât’ı, Ebû Hilâl el-Askerî’nin el-Furûkü’l-Lüğaviyye’si, Fîrûzâbâdî’nin Besâiru Zevi’t-Temyîz’i, Semîn el-Halebî’nin Umdetü’l-Huffâz’ı gibi eserlerde de Kur’an kelimelerinin anlam hayatları hakkında az çok bilgiler bulunabilir. 123
Bana öyle geliyor ki “Kur’an’da” ve “Kur’an’a Göre” başlıklı modern çalışmalar hem kolay hem de az riskli görülmesinden dolayı akademik kariyer ve yayın ihtiyacını karşılamada hayli rağbet görüyor; fakat ilim dünyasına hemen hiçbir şey kazandırmıyor, belki sadece yayın kalabalığına yol açıyor. Ömer Özsoy hocanın tespitlerine göre telif tarihleri 1980 sonrasına tekabül eden “Kur’an’da...” veya “Kur’an’a Göre...” başlıklı yayınlar, genellikle, araştırma konusu yapılan kavram veya fenomenin Kur’an’da ne anlama geldiğini değil, geleneksel kabullerin dayattığı anlama gelmediğini ortaya koymayı hedeflemektedir. O denli ki geleneksel İslami kabulleri tanıyan biri açısından, bu türden bir çalışmada ne sonuca varıldığını, geleneksel kabulün tersinden hareketle tahmin etmek neredeyse mümkündür. Yine Özsoy’un tespitlerine göre söz konusu çalışmalar geleneksel İslamî anlayışlara ve kabullere aykırı bir zihniyetin ürünüdür. Bu zihniyetin oluşum süreci ise şöyledir: Cumhuriyet’in başından beri süregelen resmî uluslaşma projesinin izlediği din politikası, akademik İlahiyatçılığın gelenek karşısındaki eleştirel tutumu ve Arap dünyasının ve İran’ın reformcu İslamcı yazarlarından yapılan çeviriler, çağın ruhuna uygun olarak, Türkiye dindarlığına selefî karakterli ve öze dönüşcü bir söylem kazandırdı. Bu yeni fikrî atmosfer Türk dinî düşüncesinde özü yani Kur’an’ı keşfetme, hayatı ve eşyayı Kur’an perspektifinden yeniden anlamlandırma, Kur’an’ın kavram ve düşünce dünyasını yeniden ele alma ihtiyacını körükledi. Zira bu etkenlerin tamamı geleneğin müslümanlara ayak bağı olduğu ve ilerlemenin Kur’an’a dönüşle gerçekleşeceği şeklinde modernist bir perspektifte birleşiyordu. “Kur’an’da” veya “Kur’an’a Göre” başlıklı çalışmaların bir kısmı Özsoy hocanın tasvir etmeye çalıştığı sosyolojik olguyla örtüşse de çok önemli bir kısmı “akademik çalışma yapmış olmak için çalışma yapmak”tan pek farklı bir hüviyet taşımamaktadır. Oysa bu tür kavram çalışmaları çok titiz ve derinlikli araştırmalar gerektirir. Bu yüzden de “semantik” gibi fiyakalı başlıklar altında birkaç klasik Kur’an sözlüğü ve tefsir kitabındaki bilgilere müracaatla kotarılacak nitelikte değildir. Özellikle Kur’an’ın nüzulü ile birlikte yeni anlam/anlamlar kazanan kelimeler ve kavramların İslam öncesi Arap dil dünyasındaki anlamları ve semantik alanları çok iyi belirlenmelidir. Bunun için de câhiliye devri Arap kültürünü yansıtan 124
şiir divanlarına, eyyâmu’l-arab ve mesel kaynaklarına başvurmak gerekir. Bütün bunlar Kur’an semantiğiyle ilgili çalışmalar için olmazsa olmaz kaynaklar niteliğindedir. Kavram ve konu eksenli çalışmalar bu söyleşinin başında bahis konusu edilen bağlam meselesiyle de yakından ilgilidir. Bu meseleden söz açıldığında Emin el-Hûlî ve Nasr Hâmid Ebû Zeyd’in çalışmaları akla gelir. Bağlamın ön plana çıkarıldığı edebî tefsir akımının öncüsü kabul edilen Emîn el-Hûlî’ye göre edebî tefsir, klasik tefsir formatından farklı olarak Kur’an’ın tek tek ayetler şeklinde değil, konu bütünlüğü içerisinde ele alınıp açıklanmasıdır. Bu açıklama tarzının iki etabı vardır. Birinci etap biri özel, diğeri genel olmak üzere iki boyutlu bir çalışmadır. Özelle ilgili çalışma, Kur’an’ın yirmi küsur yılda nazil olması, yazıya geçirilmesi, farklı kıraatleri gibi Kur’an tarihi ve Kur’an ilimleri olarak anılan meseleleri kapsar. Genel çalışma ise Kur’an’ın nazil olduğu maddi ve manevi çevreyle ilgilidir. Hûlî’ye göre Kur’an’ın hedeflerini layık-ı veçhile kavramak ancak Arabın ruhunu, karakterini tetkikle mümkündür. İkinci etaba gelince, bu etap Kur’an metni üzerinde yapılacak çalışmaya mahsustur. Bu çalışmada kelimelerin anlamları ve zaman içindeki anlam değişmeleri tespit edilerek nüzul dönemindeki anlamlar esas alınmalıdır. Nüzul tertipli tefsirlerin mushaf tertibine göre telif edilmiş klasik tefsirlere nisbetle ne tür ayrıcalıkları ve avantajları var? Bana göre nüzul tertibine göre telif edilmiş tefsirlerin hemen hiçbir ayrıcalık ve avantajı yoktur. Her şeyden önce nüzul tertibi denilen şeyin gerçek bir karşılığı yoktur. On yıllık Medine döneminin hemen tamamına yayılmış biçimde peyderpey nazil olan Bakara suresini sözüm ona nüzul tertipli bir tefsirde bu dönemin ilk suresi olarak konumlandırmakla, “nüzul tertibi” yapılmış olmuyor, belki sadece “Nüzul tertibine göre tefsir” denilince büyük heyecan duyan insanlar ve okuyucular kandırılmış oluyor. Gerçek anlamda nüzul tertibinden söz etmek için, pasajlar hâlinde nazil olan ve mevcut mushaf metninde özellikle Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ, Mâide gibi surelerin içerisinde yer alan ayet gruplarını nüzul sürecine göre tertip etmek, bunun için de silbaştan yepyeni bir tertip üretmek gerekir. Ancak bu durumda birçok sure müstakil sure olmaktan çıkacak, Kur’an neredeyse baştan sona
125
yeni bir tertibe sahip olacaktır. Çünkü biz biliyoruz ki resmî mushaf metnindeki tertip ne kronolojik, ne tematik ve ne de sistematik bir tertiptir. Sureler kesinlikle ilk halifeler devrindeki cem ve istinsah komisyonlarına, yani sahabe içtihatlarına göre tertip edilmiştir. Özellikle konu bütünlüğü ile seci ve fasıla uyumundan da anlaşıldığı gibi büyük bir kısmı Mekke döneminde nazil olan mufassal sureler (Hucurat veya Kâf suresinden Nâs’a kadar) ağırlıklı olarak bir bütün hâlinde inmiş göründüğünden bu surelerdeki ayet tertipleri tevkîfî kabul edilebilirse de bilhassa seb-i tivâl gibi geniş hacimli uzun surelerdeki pasajların tevkifî değil, ictihadi olması en azından bana göre güçlü bir ihtimal gibi görünüyor. Zira Bakara, Nisa, Mâide gibi birçok suredeki muhtelif ayet veya ayet gruplarının metin içindeki yeri biraz problemli görünüyor. Ayrıca fi’d-dünyâ ve’l-âhireh ifadesiyle başlayıp ve-yes’elûneke ani’l-yetâmâ ifadesiyle devam eden Bakara suresi 220. ayette olduğu gibi, birçok ayetin söz dizimi gerçekten pek izah edilebilir gibi değildir. Bütün bunlara rağmen, mevcut mushaf tertibi kimi zaman çok çarpıcı, hatta büyüleyici bir güzelliğe sahiptir. Bana göre nüzul tertibine yönelik çalışmalar çerçevesinde birtakım cılız rivayetlerin delaletiyle Kur’an metnine yeni bir yapı kazandırma uğraşından vazgeçmek, bunun yerine mevcut tertip içerisinde ayetleri daha iyi anlamak için siyer malzemesi üzerinde sıkı araştırmalara yönelmek gerekiyor. Sonuç olarak Mushaf tertibi, günümüz insanının okuma alışkanlıkları açısından sıkıntılı ve problemli olsa da bu tertibin korunması gerekiyor. Çünkü Kur’an metninin geçmişten bugüne intikal eden anlam ve değeri, salt metin olmaktan çok daha fazla bir mana ifade ediyor. Kuşkusuz tefsir ve meal çalışmalarında nüzule göre bir tertip yapılabilir. Bunda hiçbir beis olmamakla birlikte, nüzul dönemiyle ilgili mevcut bilgiler ışığında böyle bir tertibin imkânından söz etmek hiç mümkün değildir. Zira bu tür bir tertibin imkanı, 23 yıllık vahiy ve risalet sürecinde olup bitenleri günü gününe, hatta saati saatine bilmek, belli bir hadise üzerine nazil olan ayet veya ayetleri hadiseler zincirine göre peşpeşe tertip etmek gerekir. Halbuki on üç yıllık Mekke döneminde olup bitenler hakkında sahip olduğumuz bilgi, bu dönemle ilgili son derece kabataslak bir tarihsel çerçeve sunmaktan fazla işe yaramamakta, dolayısıyla on üç yılın çok büyük bir kısmı karanlıkta kalmaktadır. Bu durum Kur’an metinin üçte ikisine yakın 126
bir bölümünü oluşturan Mekkî surelerin nüzul bağlamlarının çok kere havada kalmasına ve birçok alanın tanımlanamasına yol açmaktadır. Kaldı ki bir fetret-i vahiy meselesi bile içinden çıkılacak gibi görünmemektedir. Bütün bildiğimiz, gizli davet dönemi, Habeşistan hicreti, boykot, Ebû Tâlib’in ölümü, hüzün yılı gibi birkaç beylik konuyla ilgili klişe malumatlardan ibaret, dense yeridir. Bu alandaki karanlık noktaları görece azaltmak ve en azından birçok Mekkî surenin nüzul bağlamı hakkında yaklaşık bir tahminde bulunmak için, erken dönem siyer kitaplarıyla ilgili sureleri eş zamanlı okumak ve bu okumalarda siyer bilgisinden Kur’an’a, Kur’an’dan siyer bilgisine doğrudan ve dolaylı atıflarla yeni bağlantılar kurmak gerekir. Bu iş kuşkusuz çok zahmetlidir, ancak bundan zahmetsiz bir yöntemle keşifler yapmak hiç mümkün görünmemektedir. Aynı anabilim dalında birlikte görev yaptığımız Arş. Gör. Hadiye Ünsal’ın “Erken Dönem Mekkî Surelerin Muhteva Tahlili” adlı doktora tez çalışması, Mekke dönemine ait bazı karanlık noktaların aydınlatılması ve bugüne kadar doğru bildiğimiz birçok Kur’an kavramıyla ilgili standartlaşmış anlamların sonradan üretilmiş anlamlar olduğu hususunda gayet faydalı olacak gibi görünmektedir. Geçmiş dönemlerde Theodor Nöldeke, Friedrich Schwally, Hartwig Hirschfeld, Hubert Grimme, Rudi Paret gibi bazı oryantalistler Mekkî surelerdeki dil, ifade, kavram ve konular üzerinden nüzule ilişkin tarihlendirmeler yapmaya çalışmıştır. Özellikle rivayet kaynaklı bilgi malzemesini yok saymak ve bunun yerine kendi fantezilerini esas almak suretiyle ulaştıkları birçok sonuç kabul edilebilir olmamakla birlikte bu çalışmaların en azından emek mahsulü ve dikkate değer oldukları kuşkusuzdur. Oryantalizm ve oryantalistler gibi kelimeleri duyunca iflah olmaz bir çapanoğlu arama paranoyasından kurtulmak ve en azından Batı’da yapılan bu çalışmalara göz atmak lazımdır. Aynı şekilde, 2007 yılında Angelika Neuwirth, Nicolai Sinai ve Michael Marx tarafından başlatılan ve Berlin-Brandenburgische Akademie der Wissenschaften bünyesinde halen üzerinde çalışılan Corpus Coranicum projesi ile yakın geçmişte Neuwirth tarafından telif edilmeye başlayan Der Koran, kronolojik bir Kur’an tefsiri projesi de takip edilmeye değer çalışmalar arasında yer almaktadır. Bildiğimiz kadarıyla Neuwirth’in bu çalışması, erken dönem Mekkî, 127
orta dönem Mekkî, geç dönem Mekkî ve erken dönem Medenî, geç dönem Medenî olmak üzere beş cilt halinde tamamlanacaktır. Bu çalışmanın erken dönem Mekkî surelerin tefsiriyle ilgili ilk cildi 2011 yılında Der Koran-Band 1: Frühmekkanische Suren ismiyle Berlin’de yayımlanmıştır. Farklı ilmi branşlara mensup uzmanların ilgili ayetler paylaşılarak bir tefsirinin yapılması fikrinin artı ve eksileri neler olabilir, İslam Ansiklopedisine benzer bir çalışma oluşturulamaz mı? Bence böyle bir çalışmanın eksiden çok daha fazla artıları vardır. Çünkü Kur’an sayısız hayat olaylarından ve farklı inanç gruplarının tutum ve davranışlarından söz eden bir metin olması sebebiyle bir kişinin Kur’an’da bahis konusu edilen tüm konular ve meseleler hakkında derinlikli bir bilgi birikimine sahip olması zordur. Bu sebeple tek başına tefsir çalışması yapan bir kişi İslam tarihi, dinler tarihi, Sami dil geleneği, antropoloji gibi değişik alanların uzmanlarından yardım almak ya da muhtelif alanlarda uzmanlaşmış insanlar bir araya gelip birlikte çalışmak zorundadır. Kendimden örnek vermem gerekirse, Kur’an’da Yahudilerin “Biz Allah’ın oğulları ve sevgili kullarıyız”, “Biz cehennemde ancak kısa bir süre yanar, sonra çıkarız” gibi iddialarından sığır/düve kesme meselesi, seçilmişlik söylemi, Sina dağının başlarına kaldırılması, Hızır-Musa ve Hz. Süleyman kıssası gibi birçok konuda Yahudilik uzmanı arkadaşlarla fikir alışverişinde bulunuyor, Kur’an’ın bütün bu konularla ilgili ifadelerinin Talmud, Mişna gibi Yahudi kaynaklarında bulunup bulunmadığını, şayet varsa ne şekilde anlatıldığını soruyorum. Aslına bakılırsa, Batılılar öteden beri hep bu minvalde çalışıyorlar. Sözgelimi, G. Weil ve T. Nöldeke gibi oryantalistler Kur’an’ın metinleşme süreci ve kronolojisi üzerine bir projeye başlıyor ve bu proje daha sonra olgunlaştırılmaya çalışılıyor. Şimdilerde sıkça duyduğumuz Berlin merkezli Corpus Coranicum projesi de farklı alanlarda uzmanlaşmış bir ekip tarafından sürdürülüyor. Türkiye’de grup ya da ekip çalışması kültürü maalesef pek yok; oysa bu tarz çalışmaların en çok bizde olması gerek. Kur’an’ın bencillik ve 128
açgözlülüğü hiç tasvip etmediği, bilakis paylaşma kültürü, tokgözlülük ve özgeciliği erdem olarak tarif ve tavsiye ettiği gayet iyi bilindiği halde bizim insanlarımız “Biz” yerine, “Ben” demeyi daha çok sevmekte, hep benim olsun istemektir. Bakın işte, bugünlerde paralel cemaatimiz de “Sivil alan benim aç gözümü doyurmaz, devletin hepsini bana verin” diyerekten gemi azıya almış, nereye saldıracağını şaşırmış durmaktadır. Bütün bu kötü tecrübelere rağmen son zamanlarda birtakım güzel gelişmeler de yaşanmaktadır. Tam da sorunuzda belirtiğiniz türden bir çalışma İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Kur’an Araştırmaları Merkezi’nde (Kuramer) başlamış bulunmaktadır. Bu merkezdeki faaliyetler çerçevesinde; (1) Kur’an merkezli akademik araştırmanın gerektirdiği mushaf tarihi, dil, siret, tarih, hadis, akaid, tefsir, fıkıh gibi alanlarda çalışma konuları ve uygun araştırmacılar belirleyip bu konularda projeler hazırlanmasını ve yürütülmesini sağlamak, (2) Bu araştırmaların gerçekleşmesi için araştırmacıların ve araştırmacı adaylarının yurtiçi ve yurtdışında yapacakları çalışmaları desteklemek, (3) Kur’an araştırmaları alanında ihtisas kütüphanesi, veri tabanı ve arşiv oluşturmak, (4) Merkezde yapılan araştırmaları ve merkez dışında hazırlanan araştırmaları fiziki ve sanal ortamda yayınlamak, (5) Özelde Kur’an, genelde İslamî ilimler alanında akademik ve güncel konuların tartışılacağı konferans, seminer, çalıştay, sempozyum gibi bilimsel ve kültürel faaliyetlerde bulunmak, bunları yayınlamak ve kamuoyuyla paylaşmak, (6) Kur’an araştırmaları alanında faaliyet gösteren yerli ve yabancı bilim ve araştırma kurumlarıyla ortak çalışmalar yapmak gibi hedefleri hayata geçirmek amaçlanmıştır. Önemsediğiniz ve tavsiye edeceğiniz eserler nelerdir, özellikle tercüme tefsirler hususunda neler söylersiniz? Bu sorunun ilk kısmının da son kısmı gibi tefsirle ilgili olduğunu kabul ediyorum ve kendi alanımda çok önemseyip değer verdiğim eserler arasında ilk sıraların erken dönemlere ait tefsir kaynaklarına ait olduğunu belirtmek istiyorum. Bu cümleden olarak Mukâtil b. Süleyman, Ferrâ, Ebû Ubeyde, Taberî, Hevvârî, İbn Ebî Zemenîn, İbn Kuteybe, Zeccâc gibi isimlere ait tefsir çalışmaları benim için
129
vazgeçilmez kaynaklardır. Bunun yanında Kur’an’ın doğru anlaşılmasında son derece önemli bir yer tutan Arap kültürü ve siyerle ilgili kaynaklar da ikinci sırada yer almaktadır. Bu kaynaklar arasında İbn Habîb’in el-Muhabber, el-Münemmak, Ezrakî’nin Ahbâru Mekke, İbn Abdirabbih’in el-İkdü’l-Ferîd’i gibi eserlerinin yanında Mahmûd Şükrî Âlûsî’nin Bulûğü’l-Ereb, Cevad Ali’nin biraz özensiz bir iç düzen ve kompozisyona sahip olmakla birlikte el-Mufassal’ı sayılabilir. Siyer kaynakları arasında ise İbn İshak, İbn Hişâm, Vâkıdî gibi isimlere ait eserler zikredilebilir. Nispeten geç dönemlere ait tefsirler arasında Mâverdî’nin en-Nüket ve’l-Uyûn, Zemahşerî’nin el-Keşşâf, Fahreddîn er-Râzî’nin etTefsîru’l-Kebîr ya da Mefâtîhu’l-Ğayb, Kurtubî’nin el-Câmî, Ebû Hayyân’ın el-Bahru’l-Muhît adlı eserleri de önemli gördüğüm tefsirler arasında yer almakta, çünkü bu tefsirlerde Kur’an ayetlerinin klasik dönemlerde ne tür konularla irtibatlandırıldığını ve dolayısıyla özgün anlamların nasıl kaybolmaya başladığını görebiliyorsunuz. Yine klasik dönemlere ait kaynaklardan Ebû Cafer et-Tûsî ve Tabersî gibi Şiî müfessirlere ait et-Tibyân ve Mecmeu’l-Beyân adlı eserler de benim nazarımda çok kıymetlidir. Çünkü bu eserler sayesinde Ebû Bekr elEsamm, Ebû Ali el-Cübbâî, Ebû Müslim el-İsfehânî ve Ka’bî gibi Mu’tezilî müfessirlerin kimi zaman son derece orijinal yorumlarına ulaşabiliyorsunuz. Son ve modern döneme ait tefsirler arasında ise çok zengin bir muhtevaya sahip olmasından dolayı Âlûsî’nin Rûhu’lMeânî’si ile bilhassa İbn Âşûr’un et-Tahrîr ve’t-Tenvîr’i önemlidir. Şu anki fikrime göre en değerli tefsir İbn Âşûr’a aittir. Doksan yıllık cumhuriyet dönemindeki en kıymetli tefsir ise Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili adlı eseridir. Tercüme tefsirler meselesine gelince, bir kere bu eserlerin bir kısmının tefsir niteliğinde olduğunu düşünmüyorum. Mesela, Seyyid Kutub’un Fî Zilâi’l-Kur’ân adlı eserini tefsir kategorisinde değil, siyasal-radikal İslamcılık, şimdilerde ise cihadi selefilik ve elKaidecilik için çok işe yarar bir ideolojik metin bağlamında değerlendiriyorum. Kuşkusuz bir müslüman olarak, eserin yazarı Seyyid Kutub’u hayırla yâd ediyor ve Mısır’daki mücadelesini İslam davası olarak görüyorum. Başka türlü görmem de mümkün değil zaten, zira ben herşeyden önce müslüman bir insanım. Ancak bu eseri telif edildiği zaman, zemin ve toplumsal gerçeklikten soyutlayarak 130
okumanın tefsir adına bir ideolojik metin okumaktan başka bir anlam ifade ettiğini düşünmüyorum ve bu şekilde okunmasının da çok zararlı sonuçlar doğuracağına inanıyorum. Buna mukabil Mevdudi’nin Tefhimü’l-Kur’an adlı eserinin ilmî açıdan daha faydalı olacağı kanaatindeyim. Ancak bu zatın da Kur’an’dan bir İslam devleti çıkarma eğiliminin de farkında olunması gerektiğini belirtmek istiyorum. Muhammed Esed gibi isimlere ait meal-tefsir çalışmalarını ise, ilkesiz modernist yaklaşımın tipik örneklerinden ve ülkemizdeki modernist Kur’ancıların da ilham kaynaklarından biri olarak gördüğümden, tasvip etmediğim gibi tavsiye de etmiyorum. Bununla birlikte çizgi olarak pek farklı olmamakla birlikte, Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’nın Menar tefsirini okumanın faydalı olacağını düşünüyorum. Aynı şekilde İzzet Derveze’nin Kur’an ve tefsirle ilgili çalışmalarını da önemsiyorum. Zira bütün bu eserler en azından tefsirin el yordamıyla yapılabilir bir iş olmadığı konusunda okuyucuyu terbiye edecek ve ona haddini bilmesi gerektiği fikrini ilham edecek bir ciddiyete sahiptir. Tercümeler bağlamında, Klasik eserlere gelince, bildiğiniz gibi Mukatil b. Süleyman’ın et-Tefsîru’l-Kebîr’inden Fahreddîn erRâzî’nin Mefâtîhu’l-Ğayb’ına, Taberî’nin kuşa çevrilmiş Câmiu’lBeyân’ından Beyzâvî’nin çevirmen tarafından perişan edilmiş Envâru’t-Tenzîl’ine kadar sayısız Arapça tefsirin Türkçe tercümesi mevcut. Ben bu klasik eserlerin ticari veya başka saiklerle özensiz biçimde çevrilip halkın önüne getirilmesinin kesinlikle çok yanlış olduğu kanaatindeyim. Hadis kitapları için de aynı kanaate sahibim. Çünkü sıradan okuyucu bu eserlerin tercümesinde gördüğü bir ifadeden –ki o ifadenin doğru veya eksiksiz çevrilip çevrilmediği de ayrı bir meseledir- kalkarak büyük büyük laflar konuşabiliyor ve eserin sahibine duyduğu güvenden dolayı “Bu budur” gibi kesin hüküm cümleleri kurabiliyor. Aynı şekilde, esbab-ı vürûduna dair tek kelimelik bilgi sahibi olmaksızın, Hz. Peygamber’in ne zaman nerede ve neyle ilgili olarak söylediğini bilmediği bir hadisin yalın tercümesinden hareketle dinî fikir inşaları yapabiliyor. Sonuçta bu durum, herkesin kendisini dinî ilimlerde ehliyet ve liyakat sahibi olarak görmesi gibi vahim bir netice de üretebiliyor. Üzülerek söylemeliyim ki benim bu tür ifadelerim, birçok insan tarafından “üst perdeden konuşmak, kibir-kurum satmak” gibi 131
algılanıyor. Ancak sivri dilim ve sert eleştirilerim, kişisel kaprisle değil, ilmin namus, şeref ve haysiyetiyle ilgilidir. Siz hiç tıp alanında, sözgelimi gastroenteroloji alanında yoldan geçenin ahkâm kestiğine yahut bu alanla ilgili eserlerin ele ayağa düştüğüne şahit oldunuz mu? Ama gelin görün ki bizim toplumuzda din konusuna meraklı tüm insanlar hem İslâmî ilimler alanında ağzına geldiği gibi konuşuyor, hem deve dişi âlimler ve eserler hakkında “Onlar da kimmiş, klasik eserler de neymiş” gibi akıl almaz bir cahillikle çok küstah tavırlar sergileyebiliyor, hem de kendisini gayet yetkin bir müfessir, muhaddis, mütekellim ve fakih olarak görebiliyor. Hiç şüphesiz bu vahim durum ülkenin ve toplumun gelişmişlik düzeyiyle ilgili... Unutmamak gerekir ki bir toplumun hastanesi neyse postanesi de odur. Bileşik kaplardaki tek cins sıvı gibi ülkenin ve toplumun hemen her veçhesi aşağı yukarı aynı seviyededir. Bu işlerin din, iman gibi şeylerle düzelmesi pek mümkün değil; çünkü bir toplumun gelişmesi ve çökmesi doğrudan din meselesiyle ilgili değil. Eğer biz başta eğitimle ilgili az gelişmişliğimizi yukarı seviyelere çıkarabilirsek, işte o zaman kırmızı ışıkta geçen, sokağa tüküren insan sayısı da azalacak, yoldan geçen herkesin tefsir sahasında ahkâm kesmesi de azalacak. Ancak o günleri görmek bize nasip olmayacak. Bu yüzden, muhtemelen ileriki yıllarda, belki de birkaç sene içerisinde Almanya veya başka bir Batı ülkesine gidip ilmin, ilmî çalışmanın bize göre çok daha namusuyla yapıldığı bir üniversite ortamında çalışmayı da düşünmüyor değilim. Zira bu ülkede kaldığım takdirde unumu eleyip eleğimi asmaktan başka bir çıkar yol görmüyorum. Kur’an yoğunluklu bir dergiden neler beklersiniz, böyle bir dergide neler öncelenmelidir ve bu konuda ne gibi tavsiyeleriniz olabilir? Ağırlıklı olarak Kur’an’la ilgili meselelerin ele alındığı bir dergiden öncelikli beklentim ilmî içerikli ve nitelikli olmasıdır. Kanımca irşad, ıslah gibi maksatların öncelendiği bir dergiye ihtiyaç yoktur; zira süreli yayın piyasasında bu tür dergilerin sayısız örneği mevcuttur. Özellikle İslamcı çevrelerin bu alanda zengin bir literatür ürettiği malumdur. Sözünü ettiğim türden ilmî dergiye örnek olarak Batı dünyasında 1910 yılında yayım hayatına başlayan Alman şarkiyat
132
araştırmaları dergisi Der Islam, Türkiye’de ise İSAM (Türkiye İslam Araştırmaları Merkezi) tarafından 1997’de yayımlanmaya başlayan ve 2001’den itibaren yılda iki sayı olarak çıkarılan İslâm Araştırmaları Dergisi zikredilebilir. İSAM tarafından çıkarılan derginin yayın politikası ve temel zihniyet yapısını pek benimsememekle birlikte, en azından yayım konusundaki ciddiyet ve titizlik açısından takdir ettiğimi belirtmeliyim. Bugün itibariyle ruhuna Fatiha okuduğumuz İslâmiyât dergisinin özellikle ilk sayılarının da en azından benim beklentilerimi karşılar nitelikte olduğunu söylemeliyim. İslâmiyât’ın dramatik bir şekilde yayın hayatından çekilmesi İlâhiyat ve İslâmî ilimler alanında gerçekten çok büyük bir boşluk oluşturdu. Son yıllarda muhafazakâr gelenekçi zihniyetin yağıp gürlemesi biraz da bu meydan boşluğundan kaynaklanıyor. Bu yüzden, İslâmiyât’ın yayın hayatından usulca el ayak çekmesinden doğan boşluğun yerine muadil bir derginin ortaya çıkması elzem görünüyor. Dokuz Eylül İlahiyat Fakültesi’nde Prof. Dr. Mustafa Yıldırım hoca birkaç yıldan bu yana bizi bu konuda teşvik edip editörlük işini üstlenmemiz hususunda ısrarcı olmakta ve finans konusunda da güçlü bir taahhütte bulunmaktadır. Henüz zihnî varlık düzeyindeki bu derginin matbuat aşamasında sürekli ve nitelikli biçimde yayım hayatını sürdürebileceğinden emin değilim, çünkü hem zamanın ruhu hem de İlahiyat camiasındaki genç akademisyenlerin genel durumu en azından benim için çok ümit verici görünmüyor. Kaldı ki ben de kendimi çok yıpranmış ve usanmış hissediyorum. Bu konudaki karamsarlığımı ortadan kaldıracak veya en azından azaltacak bir zuhurat olması halinde bu projeyi hayata geçirebiliriz diye düşünüyorum. Zira çıkmadık candan umut kesilmez. Kur’an araştırmalarına yönelik bir dergide temel hedef irşad ve ıslah olunca, ayetlerin terğib-terhib mantığınca manipüle edilmesi işten bile değildir. Yeter ki insanımız dinî açıdan duyarlı hâle gelsin, ama ne pahasına gelirse gelsin. Ayetler gerçekte başka şeylerden söz etse de, tıpkı hadis uydururcasına, ayetlere yeni anlamlar yüklemek, hatta günümüzdeki problemler ve sorunlar hakkında bir şeyler söyleyecek tarzda modifiye etmek (modifikasyon) mubah görülebilir. Nitekim Kur’ancı eğilimin modern/modernleştirici düşünceler ve beklentiler adına saysız ayeti tahrifle eşdeğer biçimde te’vil/modifiye ettiği görülmektedir. 133
İlmî kaygılarla hazırlanacak ve popülizmden uzak tutulacak bir derginin ülke gündeminde pek rağbet görmeyeceğini de peşinen söylemeyelim. Çünkü büyük kalabalıklar Kur’an denilince ilmîlikten başka öncelikler ve beklentilere sahipler. Bunlar arasında, bir tür Kur’an vaazıyla dinî duyguları cilalayıp duygusal tatmin bulmak, Kur’an’dan din soslu bir ideoloji üretip İslamî toplum ve İslâmî devlet hayaline -ki bu hayalin artık ham hayal olduğu büyük ölçüde anlaşılmış olsa da gene de bu hayalle yatıp kalkan insanlar mevcut- alt yapı oluşturmak gibi şeyler sayılabilir. Sonuç olarak, ilmîliğin temel ilke ve amaç edinildiği Kur’an ağırlıklı bir derginin günümüz Türkiye’sindeki akıbetinin “marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir” sözünün ifade ettiği anlamdan başka bir neticeye müncer olmayacağını şimdiden söyleyebilirim. Kaldı ki böyle bir ilmî dergiyi yayın açısından ayakta tutup devamlılığını sağlayacak birikim ve enerjinin de mevcut akademik dünyada mevcut olduğu kanaatinde değilim. İleriye dönük ne tür çalışmalar yapmayı planlıyorsunuz? Herkesin büyük bir heyecan ve iştiyakla beklediği tefsir çalışmanız ne durumda ve bu çalışma ana hatlarıyla ne gibi özelliklere sahip olacak? İleriye yönelik çalışmalar arasında en kapsamlı ve uzun soluklu olanı mufassal bir tefsir-te’vil eseri yazmak. Şu an itibariyle kıyısından köşesinden yazmaya başladım, ama henüz bütün mesaimi bu çalışmaya hasretme fırsatı bulamadım. Zira çok sık sempozyum davetleri geliyor ve her sempozyum için hazırladığım tebliğ en az onbeş-yirmi günlük bir zamana mal oluyor. Üstelik hemen her hafta sonu İstanbul veya başka bir şehirde geçiyor. Ayrıca, Prof. Dr. Ali Bardakoğlu hocanın başında bulunduğu Kur’an Araştırmaları Merkezi’nin (Kuramer) çok önemli bir projesi var ve bu proje için yazmak durumunda olduğum Kur’an kıssaları, Kur’an’da yaratılış ve Kur’an’ın metinleşme tarihi gibi konularla ilgili metinler de hayli zaman alacak gibi görünüyor. Zaman zaman Kur’an ve tefsir alanında çalışmayı sonlandırmak geliyor içimden. Çok yorulduğumu, yıpranıp hırpalandığımı hissediyorum. Bu durum işin tabiatından ve zorluğundan değil, onca
134
emekle ortaya konulan çalışmaların zevzekçe tartışma konusu hâline getirilip pespaye demagojilere malzeme edilmesinden kaynaklanıyor. Siz didinip kafa patlatıp, üstelik onca kaynağı tarayıp iyi-kötü bir bilgi ve fikir ortaya koyuyorsunuz, ama bir de bakıyorsunuz, internet ortamında birçok insan haddini bilmeden, hatta yazıp çizdiklerinizi bile okuma zahmetine girmeden son derece seviyesiz ve kirli bir üslupla, üstelik elifi mertek zannedecek bir ilmî seviyeyle ileri geri konuşabiliyor. Yapmayın, etmeyin dediğinizde ise, “Kur’an sadece sizin kitabınız mı? Bir tek siz mi bilirsiniz bu konuları? Siz profesörler hep böyle kibirli olursunuz zaten” gibi bir sokak ağzıyla derhal saldırıya geçiyorlar. Ancak bizi bu şekilde eleştirenlerin pek çoğu, Kur’an’daki surelerin yerini bile doğru düzgün bilmemeyi eksiklik olarak görmüyorlar; çünkü onlar Kur’an’ı vehbî bir melekeyle doğru anlayıp doğru yorumlayabiliyorlar(!) Koca Rağıb Paşa’nın, “Miyân-ı güft u gûyda bed-meniş îhâm eder kubhın; şecâat arz ederken merd-i kıbtî sirkatin söyler.” mısralarını hatırlatan bu çirkin manzara karşısında hem yaptığım işten, hem dindiyanetten, hem de bu tür insanlarla aynı dinin mensubu olmaktan bîzâr hale geliyorum. Sonunda, Hz. İsa’nın “İnciler domuzların önüne serilmez” sözünü hatırlayıp bu işten el etek çekme zamanının geldiğini düşünüyorum. Ama daha sonra memleketin genel manzarasına bakıp, bu topraklarda siyasetin, üniversitelerin, cemaatlerin, medya sektörünün ve nihayet insan malzememizin genel karakteristiğiyle kıyaslayarak, “Türkiye’de herkesin en iyi bildiği birkaç işten birinin tefsircilik olması hiç sürpriz değil” diye düşünüyor ve böylece kendimi teselli etmeye çalışıyorum. Kendimi tanıdığım kadarıyla, bu teselli uzun boylu devam etmeyecek ve belki de birkaç sene içerisinde bu alandan elimi eteğimi çekip hayatımın geri kalanını felsefe, edebiyat gibi alanlarda sırf okumaya ve zihin konforu yapmaya hasredeceğim. Hâli hazırda tefsiri yazmaya çalışıyorum, ama bitireceğimi pek sanmıyorum. Tarihselcilik üzerine de müstakil bir eser yazmayı planlıyorum, ama onun da ortaya çıkacağına pek ihtimal vermiyorum. Çünkü yukarıda kısaca değindiğim sebeplerle istek ve enerjimin günden güne azaldığını hissediyorum. Fakat özellikle Hadiye Hanım’ın doktorayı tamamlayıp öğretim üyesi olarak derslere gireceği vakte kadar dişimi sıkıp bu işten kopmamaya çalışıyorum. 135
Özellikle internetteki facebook sayfalarında serseri mayın gibi dolaşan ve maalesef yakın geçmişte Yaşar Nuri Öztürk, şimdilerde ise akademik unvan taşıyan bazı İlahiyatçı isimlerin yediden yetmişe bütün herkesi Kur’an’a çağırıp tefsir üstatlığına teşvik eden televangelik vaizlikleri yüzünden kanserli hücre gibi çoğalan, bundan da kötüsü “Yürü git, işine bak, istediğin gibi tefsir yap” desen, bir türlü defolup gitmeyen, aksine kapıdan kovsan bacadan düşen Kur’ancılar çetesinin -ki bana göre bunlar İlahiyat ve İslâmî ilimler camiasının Gezicileridir- bitmez tükenmez tacizleri olmasaydı, belki ömrümün sonuna kadar şevkle çalışabilirdim ve bu minvalde çalışabilseydim çok mufassal bir tefsir-te’vil eseri yazabilirdim. Zihnimde oluşturduğum plana göre bu eser okuyucuyu rivayet ve tarihî bilgi için ayrı, dil ve belağat için ayrı, itikâdî ve amelî meseleler için ayrı, irfan ve hikmet ya da tasavvuf ve felsefe için ayrı kaynaklara müracaat etme ihtiyacı duyurmayacak, ayetlerin izahında gerekli olan her bilgi ve değerlendirmeyi ölçülü biçimde hazır bulacak bir nitelik ve içerikte olacaktı. Aslına bakılırsa İbn Âşûr’ûn et-Tahrîr ve’t-Tenvîr adlı eseri zihnimdeki tefsir formatını büyük ölçüde karşılar nitelikte, fakat bu eseri okuyup anlayabilmek üst düzey bir Arapça bilgisi gerektirmekte, dolayısıyla herkesin okuyup istifade etme imkânı pek mümkün görünmemektedir. Tefsirin baş tarafına bildik Ulûmu’lKur’an ve Usûlü’t-Tefsir formatından çok farklı olan ve aynı zamanda kendi tefsir-te’vil yöntemimi ortaya koyan müstakil bir usul de yazmayı tasarlıyorum, ancak demin dediğim gibi bugünkü hâlet-i rûhiyemle böyle bir çalışmanın vücut bulması zor. Ama biz yine de tevfiznameden iktibasla diyelim ki, “Hoş sabr-ı cemilimdir, takdir kefilimdir, Allah ki vekilimdir; Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler… Bu nâs ile yorulma, nefsinle dahi kalma; kalbinden ırak olma; Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler.” Yoğun mesainiz arasında bizleri kırmayıp röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Böyle bir imkân vermiş ve teveccüh göstermiş olmanızdan dolayı ben de sizlere çok teşekkür ve hepimiz için Cenab-ı Hak’tan salih amellere devamda sabır ve sebat niyaz ederim.
136
ŞİİR KÖŞESİ Kur’ana Doğru… Lafzen-hükmen ‘alel-‘asri vel-mekan! Önüne durulamaz güçlü beyan! İ’cazı gündemini hep koruyan! 137
Baş-göz üstüne büyük ferman! Rabbil-aleminden nasa ekmel kitab! Emin ilticagah ve ebedi hitab! Onunla başladı en kutsi inkılab! Rahmet iksiri; keskin-sağlam burhan! Ehemmiyeti her geçen gün artar! Her söylediği hep ortaya çıkar! Onunla aydınlanır karanlıklar! Çünkü tenzili O yüce Allahtan! Onurumuz, o nurumuzladır bil! Ayarsız eyyamı hayatından sil! Ondan kopuk insan hakir ve zelil! Odur hayata en müessir lisan! Allah korkusu cesaretle olur! Selamet arayan Kur’anla bulur! O Kur’an ki Haktan inen eşsiz nur! Rehberdir Kur’an! Olma hali viran! Adapte ol sana enerji verir… Ondan müstefit doğru karar verir! Onsuz yol alan boşa gider, gelir… Zaten dünya yalan-dolan, kan-revan! Hak yolcusuna her adımında Güvenilir rota, sağlam pusula! Bunalmış ruhlara eşsiz bir şifa! Beyazla siyahı fark eden Furkan! Esrarlara, hikmetlere gark eder… Açık-gizli hakikatler zerk eder… Vasi, latif derinlere sevk eder… Gaybi beyyineler dolu bir umman!
138
Hak ve hakikatin esaslı fihristesi! Kevn-ü fesadın yaman bildirgesi! Nizam-ı alem için nazm çizelgesi! Körlere göz, zulmete nur, tek derman! Kalplere, gözlere cilalar çeker… Bazen korkuturken, bazen müjdeler… Belagat harikası zirve şaheser! Hakikat onda... Onda zaman-mekan! İlmine doyulmaz, tadına kanılmaz! Aradığını ondan arayan yorulmaz! Onsuz yaşanan hayat, hayat sayılmaz! Onunla kemal bulur dünya ve ukba’n! Gani menba’ nas için, metin mesnet! Hüda’dır müminlere evvel-ebet! Olur isen istikamete namzet! Onunladır varacağın yere varman! Zulmette kurbet, nusret frekansı! Madde ve mananın uygun balansı! Hayat iksiri, rahmet toleransı! Beyan kuvveti hep takdire şayan! Tanıtır cümle ilahi adatı! Saadet-i dareyn’in tek miftahı! En ideal eğitim müfredatı! Onunla canlanır her an ve alan! O ilahi hikmetler manzumesi! İçin-dışın hassas muvazenesi! Envar odağı, hayat felsefesi! Onunladır hıfz-u eman; ferden, cem’an! Bire, bine değil cümle herkese! Berrak bir ayna içteki ma’kese! Muhteşem bir i’caz, müthiş hendese! 139
Nar içinde berd-u selam; tek Furkan! Önemsenir, özümsenir, yazılır… Zihinlere, yüreklere kazılır… O dinamik müminlerin hızıdır! Sairden fark edilen ‘ali beyan! İçini-dışını ondan seyreyle! Hayatını fenalardan gayr eyle! Hep Kur’anla havleyle, kavleyle! Yoksa hayatın zarar ve ziyan! Ruh-beden, madde-mana dinamizmi! Hakkın kullarına doyumsuz bezmi! Bırak artık hep ideayı, izmi! Felah çağrısı! Fark et ve kullan! Yolumuz kulluk ve insaniyettir! Doğruluk menba’ımız, özümüz bir! Ekseriyet bozgunda, içi-dışı kir! Allah bir, ölüm hak, durma artık davran! (2003) Ömer Faruk KARATAŞ
SİZDEN GELENLER (Tebrikler, Teklifler, Tenkitler…) Kardeşim, tebrik ederim. Rabbim kolaylıklar lütfeylesin. Sizin böyle anlamlı, mana zenginliği ihtivalı bir gayret içerisinde olmanızdan duyduğum memnuniyeti belirtmek isterim. Elbette katkım olabilirse
140
memnuniyetle. Mevla'm hizmetinizi daim eylesin... (Nurettin MİDİLLİ, Din Görevlisi, Edingen/ALMANYA) Rabbim muvaffak kılsın, hayırlara vesile olsun inşaallah (Salih ÖZBEY, Araştırmacı-Yazar, Adıyaman) Hayırlara vesile olsun (Prof. Dr. Adnan DEMİRCAN, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İslam Tarihi/İstanbul) Allah yardımcınız olsun (Kenan KARIK, Kickbox Antrenörü/Osmaniye) Mevlâ muvaffak eylesin (Hakan Hilmi SERDAROĞLU, İmamHatip/Kastamonu) Rabbim hayırlara vesile eylesin, güzel olacak inşaallah (Erhan KOÇ, Mavera Tekstil/İstanbul) Bu vesileyle böyle bir çalışmadan dolayı sizleri tebrik ediyor, selamlarımı sunuyorum (Prof. Dr. Muammer ESEN, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Kelam/Ankara) Güzel bir haber. Dogrusu da cok gerekli. E-Yayin olmasi daha iyi (Serdar GÜNEŞ, Research Assistant, Institüt für Studien der Kultur und Religion des İslam, Frankfurt/ALMANYA) Hayırlı olsun azizim, Allah gayretlerinizi daim eylesin (Yard. Doç. Dr. Harun ANAY, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Felsefe ve Din Bilimleri/İstanbul) Öncelikle hayırlı olsun. İnşallah başarıyla yola çıkar ve başarıyla devam eder (Prof. Dr. Bilal GÖKKIR, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Tefsir/İstanbul) Cenabı Hak yardımcınız olsun! (Doç. Dr. A. Cüneyt EREN, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Tefsir/İZMİR) Hayırlara vesile olsun (Prof. Dr. Zekeriya PAK, Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Tefsir/Kahramanmaraş) Allah kolaylık versin, başarılar dilerim. Allah sa'yinizi makbul eylesin şimdiden. Selamlar! (Prof. Dr. Kamil ÇAKIN, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Hadis/Ankara) Rabbim başarı versin… Selametle... (Zübeyir YETİK, Yazar/İstanbul) 141
Yolunuz açık olsun kardeşim, ne güzel bir hizmet bu Kur’ana… (Mehmet KOÇ, Müftülük Personeli/İzmir) Allah muvaffak eylesin; elinizden tutsun, amin! (Prof. Dr. Yusuf IŞICIK, Necmettin ERBAKAN Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Tefsir/Konya) Rabbimin bu teşebbüsünüzü hayırlara vesile kılmasını diliyorum. Çalışmanızı izlemeye gayret ederim inşallah (Erhan AKTAŞ, Araştırmacı-Yazar/ANKARA) Merhaba... Hayırlı olsun... (Prof. Dr. Mehmet EVKURAN, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Kelam/Çorum) Allah cehdinizi karşılıksız bırakmaz… (Bülent Şahin ERDEĞER, Yazar, Trablus/LİBYA) Başarılar dilerim (Prof. Dr. İbrahim EMİROĞLU, Felsefe ve Din Bilimleri, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Tefsir/İZMİR) Düşünceniz için sizi tebrik ediyorum, Ö. Faruk kardeşim. İnsanları Kur'an'la buluşturma düşüncesi çok güzel (Prof. Dr. Ali Rıza GÜL, Osmangazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Tefsir/Eskişehir) Çalışmalarınızda başarılar dilerim. Selamlar... (Yard. Doç. Dr. Halil HACIMÜFTÜOĞLU, Gaziantep Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Tefsir/Gaziantep) Hocam çok güzel bir düşünce Allah razı olsun (Ziya GÜNDÜZ, Vuslat Dergisi Editörü/İstanbul) Aleykum selam hocam, tebrik ederim bu güzel çalışmanız için, Rabb'im niyetinizi kabul etsin (Adem İNCE, Leeds Üniversitesi, ENGLAND) Çabanız hayırlı olur inşaAllah (Coşkun HORUZ, Adana) Böyle hayırlı bir çalışma içerisinde olduğunuz için öncelikle tebrik ederim (Zeynep BOZTAŞ, Küresel Dünya Dergisi, Yazar/Ankara) Rabbim kolaylıklar versin (Prof. Dr. Mefail HIZLI, Ankara İl Müftüsü) Başarılar dilerim (Prof. Dr. Ahmet AĞIRAKÇA, Artuklu Üniversitesi İlahiyat Bilimleri Fakültesi, Dekan/Mardin)
142
Çalışmalarınızın hayır ve bereketlere vesile olması dileğimle... (Mahmut KISA, Altunizade Hafize Özal İ.Ö.O., Öğretmen/İstanbul) Allah kolaylıklar versin (amin). Allah'a emanet olun! (Doç. Dr. Şaban ÖZ, Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İslam Tarihi/Kahramanmaraş) Hayırlı olsun inş. gerekli bir alan başarı dilerim, allah ecrini zayi etmesin... (Dr. Ali Said PEKCAN, D.İ.B. Selçuk Dini Yüksek İhtisas Eğitim Merkezi, Öğretici, İslam Hukuku/Konya) Hayirli olsun kardesim. Slm. Ve dua (Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ, Necmettin ERBAKAN Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Kelam/Konya) Kolay gelsin. Allah yar ve yardımcınız olsun (Prof. Dr. Mehmet OKUYAN, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Tefsir/SAMSUN Hayırlı olsun (Doç. Dr. Necdet SUBAŞI, D.İ.B. Strateji Geliştirme Başkanı, Sosyolog/Ankara)
143