Onbirincitez0

Page 1



ONBIRINCI T E Z aslolan dünyayı değiştirmektir Kasım 2013 / Sayı: 0 / Fiyatı: 7,5 TL



ONBIRINCI T E Z aslolan dünyayı değiştirmektir

ONBİIRINCITEZ Siyasi Dergi - Yerel Süreli Yayın Sahibi: Devinim Yayıncılık adına: Yeşim Ergün, Yazıişleri müdürü: Aziz Güler Adres: Caferağa Mah. Arayıcıbaşı Sok. Berberoğlu Apartmanı. No: 30/5 Kadıköy / İstanbul Basıldığı Yer: Yön Basım Yayın Dizim Matbaacılık Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi Davutpasa Cad. No:75 2 Güven San Sit. B Blok 1 kat No:366 1 Zeytinburnu İstanbul



ONBIRINCI T E Z aslolan dünyayı değiştirmektir

İÇİNDEKİLER: Çıkarken... Ayaklanma dersleri / Rıdvan Turan

7 11

Kadınların Gezi isyanı ve ötesi / Ece Kocabıçak

25

Taksim Gezi Direnişi ve Kürtler / XWE Metin Ayçiçek 42 Gezi Direnişi ve karnaval / H. Neşe Özgen Bu daha başlangıç... / Gökhan Taşyakan Kentsel dönüşümün ekonomi politiği / Gaye Yılmaz Hangi ecdâd / Afşin Demir Ayaklanmanın sınıfsal anlamı / İbrahim Mergen

60 64 79 88 95

Özgürlük sokaktadır! / Ulaş Bayraktaroğlu

107

Gezi Direnişi üzerine / Güven Gürkan Öztan

116

Gezi’nin sınıfsal karakteri / İrfan Kaygusuz Haziran isyanı ve alternatif... / Soner Torlak Gezi süreci ve AKP / Ahmet Kale

128

Mekan isyanı / Metin Yeğin İç fetih ve kapitalist kent / Ulaş Bayraktaroğlu Postkapitalist tahayyülün önemi / David Hardvey

146 154

134 138

162


8

ONBİIRINCITEZ


Çıkarken...

Çıkarken...

D

ünya uzun bir zamandan beri yuvarlanmış olduğu siyasal gericilik çukurunda debeleniyor. Tarihin sonunun geldiği ve bu sonun kapitalizmin sosyalizm karşısında nihai zaferiyle taçlandığını iddia eden burjuvazi o günden bu yana eşine az rastlanır bir barbarlık düzeni kurmuş durumda. İşçi sınıfı, ezilenler ve dünya halklarına karşı muazzam bir saldırı savaşına tanıklık yapmaktayız. İşçi sınıfının tarihsel kazanımları bir bir elinden alınmaya çalışılırken, reel sosyalizmin varlığı sebebiyle girilememiş bakir topraklar paylaşılmaya çalışılıyor ve enerji kaynakları ve yollarını ele geçirmek için emperyalist güçler arası mücadele devam ediyor. Dünyamız daha evvel tanık olunmayan ölçüde ciddi bir ekolojik yıkımla karşı karşıya kalmış durumda. İçinden geçmekte olduğumuz gericilik dönemi fiili saldırısını en çok da sosyalizm idealine, ilkelerine hatta kavramlarına yönelik gerçekleştirmekte. “Kavramlar partizanların silahlarıdır, savaş alanında bırakılırlarsa düşmanın eline geçer” vecizine uygun bir biçimde sol sosyalist kavramlar düşman kampın elinde emeğe saldırının aracı haline getirilmekte. Yenidünya düzenince politik istikameti çizilen yeni bir hegemonya süreci, ideolojik planda postmarksizm, sivil toplumculuk, radikal demokrasicilik gibi saldırı dalgalarıyla devam ettiriliyor. Dünyadaki bu genel siyasi gericilik dalgası ülke siyasetine de yön veriyor. Egemen sınıflar tüm alt sınıflara karşı adeta bir siyasal ve iktisadi sürek avı sürdürüyor. Ülkemizde siyasete sosyalist-sol bir müdahalenin eksikliği hissediliyor. Bugün sosyalizmin 70li yıllarda taşıdığı meşruiyet önemli ölçüde erozyona uğramış durumda. Sol adına siyaset üreten mahfillerde ise işçi sınıfından kaçış önemli oran-

9


10

ONBİIRINCITEZ

da güç kazanmış. Marksist sosyalizmin siyasal karşıt olarak tariflediği milliyetçilik ve liberalizm sosyalist solda önemli akımlar halinde örgütlenmiş, güç kazanmıştır. Bugün ulusal sol ve liberal sol, sosyalist kulvarda etkin siyasal güçler halindedirler. Hal böyle olunca da pek çok insan sosyalizmi ulusalcılığın ve liberalizmin prizmasından kırılarak görmekte ve öğrenmektedir. Kabul etmek gerekir ki böyle bir sosyalizmin Marksist sosyalizmle uzak yakın bir ilişkisi söz konusu değildir. Liberal sol, işçi sınıfının bitip tükendiğini ve ona dayalı politikaların geçersizliğini ilan ederken sınıflar mücadelesinin yerine de muğlak bir demokratizm ikamesi yapmakta ve sosyalist mücadeleyi de demokratikleşmeyle sınırlı görmektedir. Ulusal sol ise sosyalizmi ulusal sınırlar içine hapsetmeye, burjuvazinin sembol ve ritüellerine tabi kılmaya çalışmaktadır. Bu anlayışların sosyalizmle uzak yakın ilgisinin olmadığı son derece açıktır. Akademi de bu çoraklıktan fazlasıyla nasibini almış durumda. Gün geçtikçe sosyal bilimler ile toplumsal hakikat arasındaki bağ zayıflıyor. Sosyal bilimler ile toplumsal hakikat farklı ve neredeyse birbirleri ile ilgisiz kanallarda akıyorlar. Dahası akademi toplumsal gerçekliğe yukardan bakmaya, onu egemen ideolojinin prizmasından kırılmış haliyle görmeye ve kendi “disipliner kibri” ile dışsal katkılara kapalı biçimde yorumlamaya çalışıyor. Sosyal bilimler egemenlerce adeta maddi zemini olmayan şizofrenik bir algı düzeyine çekiliyor. Dünyada sınıf hareketlerinin zayıflığı bilimsel üretimin maddi altyapısını zayıflatıyor. “Yaşam ağacı”nın dahi kuru olduğu yerde teori denen şey söz cambazlığına dönüştürülüyor. Sınıf temelli analiz ve tarihsel materyalist perspektif toplumsal zemin kaybediyor. İçinden geçtiğimiz süreçte dün toplumsal ve sınıfsal planda yaşanan her şey ile yarın yaşanacak olanlar adeta konserve ediliyor, anın içine hapsedilmeye zorlanıyor. Tüm dünyada ve ülkede süregiden bu gericilik dalgasını ortadan kaldırmanın tek bir yolu var. O yol mücadeleyi ideolojik, politik, iktisadi, sanatsal estetik vb tüm alanlarda yükseltmek. Sanatta siyasette, ideolojide tarihsel materyalist yöntemin egemen kılınması için mücadele etmek, kavramlarımıza ve kuramlarımıza karşı yapılan her ideolojik saldırıyı bu eksende bertaraf etmek için çalışmak. Bu açıdan sosyal bilimlerin de bir burjuva fantezisi olmaktan çıkmasını sağlamak onu maddi temellerine ve tarihsel materyalist perspektifine yeniden kavuşturmak gerekmektedir. Bizden çaldıklarını tek tek geri almalıyız. Tüm dünyada ve ülkede solun sosyalizmin hak ettiği ama yitirdiği prestiji yeniden ele geçirmeliyiz. Şimdi hedefe ulaşmanın imkânları var. Belki de hiç olmadığı kadar güçlü. Dünyada kapitalist merkezlerden yayılan iktisadi kriz kapitalizmin doğrularının belki de çok uzun yıllardan beri ilk defa bu denli güçlü tartışılmasını sağlamakla kalmıyor aynı zamanda da alternatif politik tutum alışları ve örgütlülükleri yaratıyor ya da güçlendiriyor. Amerika’da başlayan, Avrupa’ya yayılan ve bugün ispanya,


Çıkarken...

Portekiz, İtalya, Yunanistan gibi ülkelerde süreğenleşmiş olan kriz dalgası liberalizmin ön kabullerini yıkmakla kalmıyor yanında taşıyageldiği sınıf düşmanı ideolojileri de “insan içine çıkamayacak” hale getiriyor. Arap ülkeleri de bu süreçten etkileniyor. Türkiye’de ise Mayıs sonu başlayan ve hala fasılalarla ve değişik biçimlerde de olsa devam eden Büyük Haziran Ayaklanması Türkiye’deki siyasal denklemleri tepetaklak ediyor. Sınıf mücadelesinin önüne çözümler kadar yeni sorular da dikiyor. Belki de çok uzun yıllardır ilk defa Marksist teoriye özgün katkılar sağlayabilmenin imkanlarının olduğu bir toplumsal durum yaşıyoruz. Deyim yerindeyse haziran ayaklanması ile ilk defa Türkiye’de ezilenlerin kavgası dünya mücadelelerine rehberlik ediyor.

Ne yapmaya çalışıyoruz? İçinden geçtiğimiz özgün tarihsel süreçte mücadelenin derinleştirilebilmesi için Marksist sosyalizmin temellerine yeniden müracaatı ve ideolojik keşmekeşle hesaplaşmayı bir zorunluluk olarak görüyoruz. Marksizm’e cins sorunu, ekoloji, yeni kentsel hareketler, kimlik mücadeleleri gibi alanlardan yapılacak katkıların önemli olduğu dahası bu anlamda bir yenilenmeye kapılarımızın da açık olduğunu vurgulamalıyız. Avrupa merkezci teori aktarma ve yayma faaliyetinden kurtulmuş, kadim Anadolu’nun ve Mezopotamya’nın damıtılmış halk bilgeliğini, sınıflar mücadelelerinin ürettiği değerleri vazgeçilmez kaynaklar olarak gören ve bu kaynaklardan elde edilecek katkılara sonuna kadar açık bir teorik politik rota tayin etmeliyiz. Sınıflar mücadelesi temeline dayanan bir bilinci siyasette, ideolojide, sanatta egemen kılan, işçi sınıfı sosyalizmi eksenli, enternasyonalist, anti cinsiyetçi, eko sosyalist, kendisini sol milliyetçilik ve sol liberalizmden net biçimde ayıran bir ideolojik siyasal perspektife ihtiyaç olduğu kanısındayız. Politik planda sosyalist hareketin birliği, harmanlanması ve bu eksende yeniden yapılanmasını savunan, sosyalist dayanışmacı ve militan mücadeleyi önemseyen bir hattın doğruluğuna inanıyoruz. Yayın politikamıza bu teorik ve politik ilkeler yön verecek. Elbette yayın faaliyetimizin bizler açısından en önemli yanlarından birisi katkıya sonuna kadar açık olması. Bu açıdan bu yayın kendini başından bu yana asla bir sekt yayını olarak tanımlamadı. Birilerinin yayını olarak kurgulanmadı. Eğer illa bir sekten ya da sahiplikten bahsetmek gerekiyorsa bu yayının sekti de sahipleri de yukarıdaki teorik politik ilkelere sahip olan tüm sosyalistler, devrimciler, muhaliflerdir. Yayın bu kesimlere sonuna kadar açıktır. Özellikle bu yayın kendisini ifade edebilecek

11


12

ONBİIRINCITEZ

imkanları bulamamış olan bütün devrimcilerin yayını ve sol liberalizm ve sol milliyetçilik gibi arkaik fikirlere karşı ortak bir barikat olarak planlanıyor.

Neden “Onbirinci Tez”? Bu türlü bir çalışmanın salt bir teorik çalışma olmadığının, teorinin pratiğe içkin olduğu bir praxis faaliyeti olduğunu düşünüyoruz. Bu açıdan bu faaliyet bizim için yalnızca dünyayı anlama ve yorumlama faaliyeti değil, anlar ve yorumlarken değiştirme faaliyetidir. Marx (Feuerbach Üzerine Tezler) ünlü 11. Tez’inde “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onudeğiştirmektir”. Diyordu. Bu açıdan tutturacağımız yolun haritası olduğu kadar ülkenin içinden geçtiği özgün sınıflar mücadelesi konjonktürünün doğurduğu ihtiyaçlara cevap üretecek en kapsamlı tutum alışı ifade etmesi sebebiyle de yeni yayınımızın adının da Onbirinci Tez1olmasını uygun görüyoruz. Onbirinci Tez mücadelemizin yolu açık olsun!

Onbirinci Tez Yayın Kurulu

1 Daha önce kitap dizisi olarak çıkan “11.tez” ile şu anda yayın hayatına başlayan “Onbirinci Tez”in bir devamlılığa sahip olmadığını belirtmek gerek. Yine “Onbirinci Tez”in yurt dışında aynı isimle çıkmış olan yayınlarla da bir bağlantısı da yok.


Ayaklanma dersleri

Ayaklanma dersleri Rıdvan Turan*

G

eçtiğimiz aylarda Avrupa’da bulunurken Gezi Direnişi üzerine seminer vermek için İsviçre Komünist partisinden bir davet almıştım. Davete icabet ettiğimde seminere başlamadan evvel sohbet ettiğim tüm Avrupalı yoldaşların ayaklanmaya ilişkin yeterli bilgilenmemiş oldukları halde hayli fikir sahibi olduklarını fark ettim. Zihinlerinde evvelden oluşmuş bir analitik çerçevenin olduğunu ve tüm olayları bu çerçeveye oturtarak analiz etmeye çalıştıklarını gördüm. Zihinlerindeki analitik çerçeve Türkiye’de siyasetin en temelli fay hattını ya da ontolojik meselesini oluşturan (ya da oluşturduğu düşünülen) “modernler” ve “muhafazakârlar” çelişkisi üzerine kurulmuştu. Haliyle aldıkları haberlerin, gördükleri resimlerin bu çerçeveye uymayan taraflarının olduğunu fark etmişlerdi. Merakları da bundandı. Örneğin polisin saldırısı esnasında elinde BDP bayrağı olan birinin elinde Mustafa Kemal bayrağı olan bir başkasını kolundan çekerek polisten kurtarmaya çalışması oradakilerin kafasını epeyce karıştırmıştı. Bu iki “uzlaşmaz” figürün aynı karede yer alması onlar açısından tuhaftı. Fotoğraf karesinde köşede bozkurt işareti yapan eylemci ise işin tuzu biberi olmuştu. Gezi parkında namaz kılanları sosyalistlerin koruması da benzer şaşkınlığı yaratmıştı. Ardından Der Spiegel’in gezi ayaklanmasına dair Türkçe baskısını okuyunca bu meselenin sandığımdan daha teferruatlı bir mesele olduğunu kavradım. Bize dışarıdan bakanlar Türkiye’deki tüm toplumsal ve siyasal gerilimlerin “ilericilik” ve “gericilik”, “modernlik” ve “muhafazakârlık”, “batılılık” ve “doğululuk” çelişkilerinden kaynaklandığını düşünüyordu. Der Spiegel de ayaklanmayı “geleneksellik” ve “modernlik” ekseninde sunarken, bizim gibi “beyaz” Türklerin AKP’li “siyah” Türklere başkaldırısı olarak değerlendiriyordu. Avrupa basınında ayak-

13


14

ONBİIRINCITEZ

80’lerden bu günlere sokağı çeşitli engellemelerle muhalefete, özel olarak da devrimcilere kapatmış ve kendi iktidarını da bu yasakçılığın üzerine temellendirmiş sağ iktidarlara karşı son yıllarda giderek biriken öfke sokakta patlıyor ve müesses nizamın koruma memurlarıyla artık daha sık sokakta karşılaşılıyordu. lanmaya bakış bu temel üzerinde şekillenmişti. Devletin kurucu paradigmasının “gericiliğe” karşı verilen “ilericilik” (Gerici Osmanlıya karşı verilen muasır medeniyet seviyesine ulaşma mücadelesi) mücadelesi olduğu düşünülürse belki bunda şaşırılacak bir şey olmayabilirdi. Devlet bürokrasisi yaklaşık yüz yıldır Avrupalı dostlarına sizin gibi olmak için çalışıyoruz mesajı vermiyor muydu? Oysa gezi ayaklanması bir yapı bozumuydu. Eski analiz çerçevesine sığmıyordu. “İlericilik” “gericilik”, “modernlik”, “muhafazakârlık” “doğu” “batı” “ontolojik” meseleler işlev yitimine uğramıştı. Durumu izah etmekte güçlük çekiyordu. O zaman yeni şeyler söylemek lazımdı. Aşağıdaki yazı ayaklanmaya ilişkin toplumsal ve siyasal planda yaşanan paradigma değişiklikleri ve ayaklanmanın önümüze koyduğu ödevler üzerine bir değerlendirme yapmaya çalışacak. Kuşkusuz amaç bir program biçiminde “yeni şeyleri” söylemeye çalışmak değil (zira bu mümkün de değil) bu konunun konuşulabilmesi için uygun bir kanal açmaktır. 1 Ayaklanmaları önceden kestirmemize yarayacak bir ölçme kontrol sistemi henüz keşfedilmedi. Dışarıdan bir çırpıda görünemeyen ama işten içe mayalanan bir devinimin, patlamalı bir biçimde ortaya çıktığı ve ne kadar süreceğini, nasıl sona ereceğini bilemediğimiz, pek çok toplumsal siyasal kültürel faktörün etkisi altında cereyan eden bir olgu ayaklanma. 1 Mayıs tartışmalarının sürdüğü, “komünistlerin” canını taksimden kurtarıp başka yerlerde 1 Mayıs kutlarken “devrimci demokratların” Düzen Partisi terörüne karşı direndiği günlerde henüz büyük ayaklanmanın esamesi okunmuyordu. Oysa inşaat nedeniyle Taksim’i 1 Mayıs’a kapatanlar, 1 ay sonra bir başka inşaat nedeniyle geziye ilk kazmayı vurduklarında geri döndürülmesi mümkün olmayan bir toplumsal deşarjın da fitilini ateşlemişlerdi. 1 - Yazıda AKP’yi ayaklanma boyunca yaşadığı iç çelişkilerinden kalkarak değil, somut icraatından kalkarak değerlendireceğim. Bu sebeple içerde yaşadıkları tartışmaları görmezden gelecek ve indirgemeciliğe düşme riskini göze alarak AKP’yi Marks’ın Fransız Üçlemesi’nde kullandığı kavramla adlandırarak Düzen Partisi olarak çağıracağım.


Ayaklanma dersleri

Bununla birlikte bir ayaklanma hiç beklenmiyor da değildi. Ülke, bölge ve dünyaya dair pek çok gelişmenin Türkiye’de yaşanan özgün çelişki noktalarına tesir edeceği ve “buralı” bir isyanın karakterini belirleyeceği söyleniyor ve yazılıyordu2. 2008’de Amerika’da bankaların yaşadığı krizin giderek Avrupalı hale gelmesi ve finans alanından reel sektöre sirayet etmesi gerek Amerika’da ve gerekse de Avrupa’da isyanı çoktan fitillemişti. Wall Street’i işgal hareketleri çok geçmeden Avrupalı bir karakter kazanmış, Avrupa’nın önemli ülkelerine yayılmıştı. Euro bölgesi tehtid altındaydı. Yunanistan, İspanya, Portekiz, İtalya bunalımın etkisinden çıkamıyordu. Akdenizin kuzeyi bir isyan mahaline evrilmişken o an sessiz kalan güney bir süre sonra Tunus’ta bir seyyar satıcının kendini yakması ile patlamalı bir dönüşüme uğrayacak, bu durumdan Libya mısır Suriye gibi ülkeler kısa sürede etkileneceklerdi. Arap coğrafyasında kimsenin aklına gelmeyen adeta bir domino etkisiyle gerçekleşti ve yıllarca otoriter yönetimler altında yaşamış halk kitleleri “isyan” dedi! Halkın haklı isyanı emperyalistlerce çalınmak istenmiş olsa da bu gerçekte yaşanan durumu değiştirmedi ve Akdeniz eskiyi yıkmak anlamında “devrimci bir havza” haline dönüştü. 80’lerden bu günlere sokağı çeşitli engellemelerle muhalefete, özel olarak da devrimcilere kapatmış ve kendi iktidarını da bu yasakçılığın üzerine temellendirmiş sağ iktidarlara karşı son yıllarda giderek biriken öfke sokakta patlıyor ve müesses nizamın koruma memurlarıyla artık daha sık sokakta karşılaşılıyordu. 30 yıllık Kürt direnişi devlete karşı süreğen direnişin mümkün olduğunu dost düşman herkese kanıtlamıştı. Bu defa Kürt direnişi çatışmaya son vererek, direnirken batıda yaratamadığı bir etki yarattı ve nesnel olarak batıda vücut bulacak bir direnişin olanaklarını arttırdı. Son yılların önemli direnişlerinden olan Tekel direnişi ve irili ufaklı pek çok direniş, yöre halklarının derelerine, sularına sahip çıkmak için başlattıkları ekoloji mücadelesi, öğrenci hareketleri gibi hareketler egemenlerle hesaplaşmayı derinleştirirken bardağı Gezi taşırdı. Ama dikkat edilsin, ezbere bir meseleden değil, düzenin sahiplerinin iktidarlarının iktisadi temellerini üzerine kurdukları “inşaat ya resulallah” anlayışının bu defa İstanbul’un kalbini hedef almasından dolayı patladı isyan. Düzen Partisinin kent mekanı üreten ve onu pazarlayan politikalarına direniş esasta sınıfsal kökenli bir direnişti. Yaşam biçimime karışma diyen de, derelerime, suyuma, havama bulaşma diyen de, cinselliğime karışma, dinime inancıma karışma diyen de, şahsında tüm saldırıların kristalize olduğu Gezi harekatına karşı birleşti. Gezi muhalefetin tüm renklerini birleştiren bir kesişim kümesiydi. Bakan Müezzinoğlu’nun “kimsenin beceremediğini becerdik ve bütün karşıtlarımızı birleştirdik” söylemi 2 - Pek çok devrimci gibi ben de o kanıdaydım. Örneğin geçen İlk baharda yaptığım bir konuşmada Türkiye’de ayaklanma koşullarının olgunlaşmakta olduğu ve sosyalistlere Yunanistan’a öykünmek değil burayı Yunanistan sokaklarına çevirmek görevi düştüğünü söylemiş olmam polisçe bir soruşturmaya konu edilmişti.

15


16

ONBİIRINCITEZ

bu yanıyla bir gerçekliğe hitap ediyordu. Bu durum altında isyan patladı. Haziran ayaklanması Düzen Partisini dehşete düşürdü. Hikmetinden sual olunmaz egemenlerin, buyruklara uymayan, dahası ona her alanda kafa tutan ve sayıları içişleri bakanlığının verilerine göre 4 milyona yaklaşan insanın ayaklanmaya katıldığı bir durumda, korkusu arttı. Önlerinde duran örnekler dikkate alındığında Düzen Partisi korkmakta haklıydı da. Üç beş ağaç üzerinden isyan etmek Arap sokağında başlayan ve müesses nizamın sahiplerini alaşağı eden ayaklanmalar düşünüldüğünde elbette ciddiye alınmalıydı. Yangın küçükken söndürülmeliydi. O sebeple en iyi savunmanın saldırı olacağını düşünen Düzen Partisi ideolojik ve politik saldırıyı birlikte başlattı. Bir yandan devletin zor aygıtları halka görülmemiş ölçüde terör uygularken diğer yandan da başbakan bu ulvi görevi kimselere bırakmadan bizzat kendi yürüterek evde zor tuttuklarını iddia ettiği yüzde elliyi konsolide etmeye çabaladı. “Camiye ayakkabıyla girdiler”, “başörtülü kardeşimizin üzerine işediler”, “çadırlarda pislik içinde” “büyük abdestlerini geziye yapıyorlar” ve “gayri ahlaki bir hayat yaşıyorlar” dedi. Bununla da yetinmedi ve tüm Ramazan ayı boyunca iftarlarda yaptığı konuşmalarda Ayaklanma Partisi’ne hakaret etti. Mesele üç beş ağaç olsaydı hiç kuşkusuz bu kadar feveran etmeye gerek kalmaz ve makul bir yol bulunabilirdi. Ama ayaklanma partisi gibi Düzen Partisi de meselenin ağaç meselesi olmadığını biliyor bu nedenle de ayaklanmayı son tahlilde kendi nizamına karşı bir teşebbüs olarak kodluyordu. Bunda haksız da sayılmazdı. İsyan partisinin asıl amacının darbe olduğu, bunun bir Ergenekon tertibi olduğu gibi pek çok değerlendirme bizzat başbakandan ya da Düzen Partisinin kalemlerinden dillendirildi. Aslında Düzen Partisi herkesten çok biliyordu ayaklanmanın saatinin ve tarihinin olmadığını, nasıl başlayacağının ve nerelere dek uzanacağının bilinemeyeceğini. O nedenle hattı müdafa değil sathı müdafaa ile başlayan tarihsel ezber tüm cephelerde topyekün taarruza dönüştü. Ordunun göreve çağrılmasının sebebi de tam da buydu. Şimdilerde her ne kadar bir sessizlik hakim olsa da yarın neyin patlayacağını kimse bilmiyor. Eğer Düzen Partisi haziran ayaklanmasını ezebilseydi büyük olasılıkla önümüzdeki ay ya da aylarda neyin olup neyin olamayacağını bilebilir ya da tahmin edebilirdi. Oysa şimdi tek yanlı bir durum yok, verdikleri kayıplara rağmen, tutuklamalara rağmen ayaklanma partisi ezilemedi. Hatta süreçten başarılarla çıktı ve yeni bir dönem bu başarılar üzerinden mayalanmaya başladı. Ayaklanmalar tek bir atışta hedefi vuramadığı koşullarda ki bu genellikle çok zordur, süreç kendiliğinden patlamalarla, geri çekilmelerle, ileri yürümelerle karakterize hale gelir. Bu durum ayaklanma partisinin Düzen Partisi gibi ciddi bir önderliğe ve her alanda mücadeleyi boyutlandıracak bir öncü örgütlenmeyi oluşturana dek böyle gider. Kanımca biz büyük olasılıkla böyle bir kulvara girmiş durumdayız. Evet, bu ayaklanma bir devrimle sonuçlanmadı, bunun si-


Ayaklanma dersleri

yasi sosyal, toplumsal ekonomik sebepleri vardı. Ancak başarıya ulaşacak bir devrimin böyle başlayacağına kuşkum yok. Böyle de olsa büyük kazanımlarla Türkiye’de toplumsal ve siyasal planda büyük paradigmatik kırılmalarla yok yürümeye devam ediyor ayaklanma. Birileri hayallerindeki tepeden tırnağa sınıf mücadelesiyle yoğrulu organize işçi müfrezelerinin yolunu gözleyedursun, bu devrimci süreç mücadelede yitirdiğimiz yoldaşlarımız göğe yükselirken ve geride kavgaya gönül vermiş milyonlar hazırlıklarını tamamlarken kendi mecrasında ve çok daha gerçek bir biçimde yoluna devam ediyor olacak.

Paradigmanın iflası Büyük toplumsal hareketler önceki dönemin çelişkilerini kesip atarken yeniye ait çelişkiler üretir ya da var olanı belirgin hale getirir, bilince çıkarırlar Önceki döneme dair kangren olmuş bazı problemleri devrimci bir biçimde çözüme bağlarken toplumsal yapıların önüne çözülmesi gereken yeni problemler dikerler. Haziran ayaklanması geçen dönemin sorularına cevaplar ürettiği gibi yeni döneme ait bazı çözüm bekleyen sorunlar da üretti. Kanımca ayaklanmanın ürettiği cevaplardan birisi de aydınlanmacı sosyalist paradigmanın çöküşüdür. Devlet ve halk sınıfları arasındaki bilindik denklem belki de hiç olmadığı kadar örselendi. Ayaklanmaya katılanlar da, medyadan izleyenler de devletin esas olarak, egemen azınlığın aygıtı olduğunu netlikle izlediler. Devletin terörüne muhatap olanlar gibi bu terörü destekleyenler de devletin esas olarak “sınıfsal bir aktör” olduğunu ve ona göre davrandığını gördüler. Bu terörü destekleyenler de devletin kendi hesaplarına davrandığının bilinciyle olaylara yaklaştılar. Devletin niteliğine ilişkin liberal tezler, arabulucu devlet, hakem devlet algısı dağıldı. Devlet aygıtlarının, polisinden askerine, mahkemesine, medyasına (evet bu dönemde penguenci medyanın bir devlet aygıtı olduğu bir defa daha kanıtlandı) parlamentosuna kadar müesses nizamın korunması adına tüm muhaliflere karşı kullanıldığı bir kez daha ispatlandı. Bu dönemde Düzen Partisi, devleti bütün kurumlarıyla “neoliberal bir güvenlik devleti” olarak örgütledi. Devlet biçim değiştirmedi belki ama polis başta güvenlik aygıtının her zamankinden daha sofistike bir hal aldığı bir durumla karşılaştık. Devletin tüm yürütme gücü adeta poliste kristalize oldu. Polis neoliberal güvenlik devletinin öncü müfrezesi haline geldi ve neredeyse egemen siyaseti de o belirledi. Başbakan Erdoğan’ın polisin daha da güçlendirileceğini söylemesinin ardından, 5 kişi hayatını kaybetmiş 12 kişi gözünü kaybetmiş ve 8 bine yakın da yaralı varken çıkıp “polisimiz kahramanlık destanı yazdı” demesi tam da bu fikri hat üzerinden cereyan etti. Şimdi aynı hat üzerinden devam eden Düzen Partisi son-

17


18

ONBİIRINCITEZ

raki ayaklanmalara hazırlanmak adına neoliberal güvenlik devletinin “güvenlik” kısmını daha da tahkim ederek polise daha fazla yetki vermeye hazırlanıyor. Düzen Partisi’ne göre Neoliberal muhafazakarlık ancak her gün daha da güçlenmesi gereken bir güvenlik aygıtıyla korunabilir. Yargı kurumu da bu devlet anlayışına göre yeniden tanzim edilmeye çalışıldı. Başbakanın “gözaltına alınan eylemcilerin serbest bırakılıyor” diye yargıyı fırçalamasının ardından yargıda tutuklama oranları artmaya başladı. Kuşkusuz bu yeni neoliberal muhafazakar güvenlik devleti algısının tek sebebi gezi ayaklanması değildi. Ancak gezi ayaklanması, Düzen Partisinin giderek çözümsüzleşen mısır sorununu gezinin prizmasından görmesine sebep oldu. Mısır tartışılırken aslında Türkiye tartışılıyordu. Düzen Partisi İhvan ile arasında kurduğu kalbi (!) münasebet sebebiyle gece uyku uyuyamaz hale geldi. Bu ihtimalden uzaklaşmanın tek ihtimali elbette güvenlikçi politikaları arttırmaktı. Gezi ayaklanması yenilgiye uğratmanın öncelikli koşulu Düzen Partisine göre devleti yeniden tanımlamak ve güvenlikçi politikaları da ön saflara yerleştirmekti. Öyle de oldu Düzen Partisi, tabanını konsolide etmenin ve evde zor tuttuğu yüzde elliye hitab etmenin en kolay yolunu, devleti olduğu gibi milleti de yeni bir tanımlamayla ele almak olduğunu gördü. Bu zamana kadar muhaliflerine karşı “tek millet” söylemini siyasetinin merkez kavramı haline getiren Düzen Partisi bir anda milleti “kendinden olanlar” olarak tanımlamaya başladı. Öncesinde bu kavram siyasal ve toplumsal fay hatlarının üzerini örten ve farklılıkları görünmez kılan bir örtü olarak kullanılırken birden bire farklılıkları tescil eden, görünür kılan ve ötekileştiren bir şekle büründü. Düzen Partisi’nin başkanı Erdoğan’ın ayaklananları “çapulcu”, “kemirgen” gibi kavramlarla aşağılaması, onları “darbeseverler”, “faiz lobisinin taşeronları” olarak lanse etmesi, ahlaksızlıkla, ayyaşlıkla itham etmesi bir şeyi gösteriyordu. Düzen Partisi’nin eskisi gibi bütünleştirici bir “millet” tanımına ihtiyacı yoktu. Böylece bir çırpıda milyonları “millet dışı” ilan ediverdi. Bu sebeple Ankara’da ve İstanbul’da devletin tüm olanaklarını kullanarak mitingler yaptı ve bu mitinglerde açıkça “millet burada buranın dışında olanlar ise milletimizden değil” dedi. Mitinglerde bir araya gelen binler, Düzen Partisi tarafından “anti gezi” bir eğitime tabi tutulmakla kalmıyor aynı zamanda millet dışı bu unsurlara karşı da bileniyorlardı. Kuşkusuz bu Düzen Partisi açısından salt propagandif niyetle dillendirilmiş bir söylem değildi. Bu söylem milleti bölen, içinden kendine yakın olanları devşiren ve dahası “öteki millet”e karşı “beriki millet”i konsolide etme çabasıydı. Düzen Partisi yeni millet tanımını geri kalanın reddi üzerinden kurdu. Düzen Partisi bu yeni otoriterizm duvarını yalan ve dezenformasyon harcıyla ördü. Düzen Partisine yakın olan gazeteciler ve stratejik saçmalama kuruluşları gezi ile son derece incelikli ilgilendiler. Düzen Partisinin eksiklerini itinayla ta-


Ayaklanma dersleri

11 Haziran sabahı polisin azgın saldırısına karşı pek çok grup direnmedi ve gezi parkına çekildi. Eğer ayaklanmanın başlangıcından o güne dek olan direniş o gün de devam ettirilebilseydi, elde edilecek kazanımlar çok daha fazla olacaktı. O zamana dek direnenler ne gariptir ki bir avuç devrimci taksimde direnirken çekildikleri gezi parkından olanları izlemekle yetindiler. mamladılar. Yeni Şafak’tan Zaman Gazetesi’ne, Bugün’den Sabah Gazetesi’ne ve daha nicesine oluşturulan koro gezinin aylar önce tertiplendiğini, uluslar arası finans kuruluşlarıyla ilgili olduğunu, Ergenekon tezgahı olduğunu döne döne yazdılar. Düzen Partisi’nin çok aktörlü çok faktörlü cansiperane çabalarına rağmen beklediği amaç hasıl olmadı. Zira daha direnişin başından başlayarak ortak mücadele, dayanışma adım adım yeni bir kamusal alan yaratmaktaydı. Düzen Partisi ideolojik saldırısını devleti ve milleti yeniden tanımlayarak sürdüredursun, karşılarına devasa bir muhalif “kamusal bilinç” dikiliverdi. 80 darbesinin de etkisi altında bir türlü devlet dışı kitlesel karar alma mekanizmalarının oluşmadığı (Kürt Halk Mücadelesi ve İslami hareket ayrıca ele alınmalı) ve daha beteri devletin denetiminde olmayan hiçbir şeyin olmadığı bir memlekette yapılan hiç de az değildi. Geniş kesimler, devletin karşısına kendi gelecekleri hakkında kendilerinin karar vermesine olanak sağlayan demokratik bir mekanizma diktiler. Bu yeni kamusal alan, ortak kaygıyla hareket eden, eşitlik temelli, dayanışmacı ve daha önemlisi devlet otoritesine ve saldırganlığına karşı direnerek var olan ve beyaz yakalı da olsa mavi yakalı da olsa sınıfa ait, ya da neoliberal politikalar sebebiyle işçi sınıfına yaklaşmakta olan küçük burjuva (orta sınıf) kesimlerin kolektif eylemi ile yaratıldı. Örneğin bizim barikattaki gençlere “sizin ihtiyacınız var yeyin” diye pasta börek getiren mahalleli kadınların, ilaçları ücretsiz sağlayan yakındaki eczanenin, ekmekleri bedava veren fırıncı esnafının tutumu bu yeni kamusal alanın genişleyen boyutları hakkında fikir veriyordu. Yaratılan kolektif bilinç bugün forumlarda dile geliyor olsa da, hiç kuşku yok ki buradan ileriye başka biçimlerde kendisini gösterecek. Düzen Partisi kendi karşısında giderek daha organize biçimlere bürünen bu yeni kamusal alanın ne denli ciddi bir tehtid unsuru olduğunu gördü ve esas olarak da onu hedef aldı. “İyi niyetli çevrecilerle”le “marjinal örgüt mensupları”, çevrecilerle teröristler ayrımı esasen bu inşa halindeki kamusal alanı ve kamusal bilinci hedef alan kavramsallaştırmalardı. Yıllardan bu yana bir türlü birlik olabilmeyi başaramamış en

19


20

ONBİIRINCITEZ

küçük farklılığı bir ayrışma sebebi olarak görmüş olan solun içinde ve bir türlü solu bir alternatif olarak görememiş olan, sürekli solu birlik olamamasıyla eleştiren sola yakın muhalif kesimlerin hafızasındaki kodlara hitab eden ve ayrışmayı körükleyen söylemlerdi bunlar. Düzen Partisi solu yıllarca incelemiş olduğu için, yan yana gelmek ve birlikte bir başarı elde etmek kültürünün zayıflığının da bilincindeydi. Dolayısıyla bu durumu isyanın aşil topuğu olarak görüyordu. Argümanlarını bu esas üzerine kurdu. Bu hedefe gah İstanbul valisinin “sevecen” mesajlarını, gah hükümet sözcüsünün “şevkatli” sözleriyle ulaşmaya çalıştı. Yer yer annelere hitab ederek çocuklarını onlardan daha çok düşündükleri mesajını iletti. Hatta daha sofistike biçimlere büründürerek her şeyin parasız olduğu gezide bolluğun kaynağının ne olduğunu sordu. En ahlaksızca imaları ardı ardına sıraladı. Düzen Partisi çelişki yaratmaya çalışıyordu, tereddütle ihanet arasındaki ince ayrımı görmüştü. Ayaklanma Düzen Partisinin antiteziydi. Onu askeri ve siyasi olarak yenmek kabildi ama Düzen Partisine daha fazlası gerekliydi. Geziden geriye kalan ne ise bunlar adeta jiletle kazınmalıydı. Direnişe ilgili kimsenin aklında fikrinde bakiye kalmamalıydı. Çünkü ayaklanmanın altında bir fikir vardı. Bu kamusal cüreti, dayanışmayı sağlayan çimentoydu. Oluşan yeni kamusal alan bu fikirler ekseninde genişliyordu. Düzen Partisinin de 11 yıllık emsalsiz katkılarıyla üretilen “ötekileştirici” siyaset tarzına rağmen Gezi’de farklı kesimlerin yan yana gelebilmesi mümkün olmuştu. 10 yılı aşkın süredir ülkeyi yöneten, kendisi gibi olmayana, kendisi gibi inanmayana, kendisi gibi davranmayana hayat hakkı vermeyen ve bu tutumunu açıkça savunan Düzen Partisi’nin bu tutumu bütün dalları karartmaya gök kuşağını griye boyamaya yetmemişti. İnanç eksenli ayrışma üzerine siyasetini kuran, açıkça Sünni, Hanefi, erkek bir siyaset kültürü üreten Düzen Partisi, ayaklanmaya kendisine oy verenlerin de içinde olduğu Müslümanların katılmasına anlam veremiyordu. Kadınlar ayaklanmada öndeydi. LGBT bireyler barikatlardaydı. Düzen Partisiyle hesaplaşma ise her yerdeydi. Ayaklanma bir merkezden koordine edilmeyen, son derece çeşitli ve çoğulcu bir yekünün, kavga etmeden, hırsızlık yapmadan, kadına ve LGBTlere yönelik suç işlemeden birlikte olabilmesi akıl alacak gibi değildi. Kadına yönelik şiddetin tavan yaptığı, her yılbaşı kutlamasında çok sayıda kadının tacize uğradığı, nefret suçlarının ardı ardına eklendiği bir ülkede bu durum gerçekten şaşırtıcıydı. Bu memleket başbakanın kadın cinayetleri son yedi yılda yüzde 1400 arttığı halde kadına şiddet abartılıyor diyebildiği, kadın dernekleriyle yaptığı toplantıda ben zaten kadın-erkek eşitliğine inanmıyorum diyebildiği bir memleketti.


Ayaklanma dersleri

Dahası “Kadın ahlaklı olsun, kürtaj yapmak zorunda kalmasın”, “Anası tecavüze uğruyorsa neden çocuk ölsün? Anası ölsün” diyebilen belediye başkanlarının,3 “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz mağdurundan daha masum” 4diyen insan hakları komisyon başkanlarının yetiştiği bir memleketti. Ve yaşananlar Düzen Partisi’nin yaşam felsefesine tersti. Düzen Partisi’nin -Kürt halkının yıllardır verdiği mücadeleye rağmen- tüm ülkeyi Ankara’dan yönetmek için cansiperane sürdürdüğü “merkeziyetçi siyaset” mücadelesinin tersi şeyler gayette düzgün işliyordu. Yerel inisiyatifler kendi kararlarını alıyor, kendi öz güçlerine dayanarak uyguluyordu. Bu inisiyatiflerin ortak eğilimiyle kamu hizmetleri görülüyor, yemek dağıtımı, kalacak yer temini sağlanıyor dahası tüm taksimi kuşatan bir güvenlik ağı kurumsallaştırılabiliyordu. Bunlar gayet başarı ile yerine getirildi. Devlet yokken her şey yerindeydi. Ayaklanmada “devlet babadır” ve “devlet yoksa kaos vardır” anlayışı tası tarağı toplayıp kayıplara karıştı. Yerine alternatifi geldi: “devlet ne kadar az ise demokrasi o kadar çoktur”! Dahası bu komünal dayanışma ve yeni kamusal alanın yarattığı temas, kesimleri birbirine yaklaştırdı ve yaşananlara dair empati oluşturdu. Tüm dünyanın gözü önünde, Türkiye’nin vitrininde en terörist yüzünü sergilemeye çekinmeyen Düzen Partisi ve onun devraldığı devlet felsefesinin Kürdistan’da halka neler yapmış olabileceği herkes tarafından sorgulandı. Zaten o nedenledir ki Lice’de öldürülen medeni için Beşiktaş’ta da Kadıköy’de de on binler sokaklara çıktı. Bir aydınlanmacı aklın ya da Avrupa’dan Türkiye’ye bakan bir yabancının anlamlandıramayacağı ölçüde farklı olanlar yan yana gelebildi. Ve çok daha önemli bir şey daha oldu. Düzen Partisinin iktisadi aklına insanları “homo ekonomikus” olarak görme tarzına ciddi bir itiraz geldi. Direnişi başlatan önemli bir faktör hiç kuşkusuz neoliberal politikaların geniş kesimler üzerinde yarattığı hoşnutsuzluktu. Öfkenin kaynağı neoliberal politikalar, daha özelde ise bu politikaların gerek en gaddarca uygulandığı alan olması ve gerek de Düzen Partisinin iktidarının iktisadi temellerini ve birikim modelini barındıran inşaat sektörüydü. Bu defa da hayatı yaşanılmaz kılan İstanbul’un her yanını gökdelenlerle kepaze eden, ormanları yok eden, suyumuzu kirleten beton sektörü bu defa gözünü gezi parkına dikmişti. Bu iktisadi temelli karşı koyuş gezide Düzen Partisine alternatif bir iktisadi akıl üretti. Düzen Partisinin “kullanan öder” ilkesinin yerini gezide “ihtiyacı olan kullanır” ilkesi aldı. Hem de dayanışma ile çalmadan, çırpmadan, kimsenin artı değerini hortumlamadan! 3 - Melih Gökçek 4 - Ayhan Sefer Üstün

21


22

ONBİIRINCITEZ

11 Haziran sabahı polisin azgın saldırısına karşı pek çok grup direnmedi ve gezi parkına çekildi. Eğer ayaklanmanın başlangıcından o güne dek olan direniş o gün de devam ettirilebilseydi, elde edilecek kazanımlar çok daha fazla olacaktı. O zamana dek direnenler ne gariptir ki bir avuç devrimci taksimde direnirken çekildikleri gezi parkından olanları izlemekle yetindiler. Neticede ayaklanma kapitalizmin, onun devletinin ve patriarkanın temel tezlerini hiç olmadığı kadar zayıflattı.

Ayaklanma nerede hata yaptı? Ayaklanmayı üç döneme ayırmak mümkün görünüyor. İlk dönem ayaklanmanın başlangıcı olan dönemdi. İş makinelerinin parka girerek birkaç ağacı söktüğü ve ardından başlayan polis terörünün, kalabalıkların Taksim’e girmesiyle sona erdiği ve polisin Taksim’den çekilmesine kadar olan birkaç günlük süreydi. 1 Haziran öğleye dek pasif direniş halindeki bekleme öğleden sonra devrimcilerin polis barikatlarını dağıtması ve günlerdir polis terörü altındaki kalabalıkların polise yönelmesi ile aktif savunma biçimine dönüştü. Bu dönemin temel karakteristiği moral motivasyonun yüksekliğiydi. Taksim kazanılmıştı ama bir adım sonraya dair elle tutulacak bir program yoktu. Belli ki kervan yolda dizilecekti! İkinci dönem Taksim ve gezinin kazanılmasından sonra başladı. Taksim’in tüm çıkışları polisin bir daha girmesini engellemek için barikatlarla kapatıldı. 2 Haziran günü taksimde çok kalabalık bir miting organizasyonu yapıldı. 3 Haziran’da ise kitle daha da arttı. Ardından sosyalist solun ağırlıklı bir bölümü taksimi boşaltmak ve gezi parkına çekilmek konusunda fikir birliğine varmıştı. Solun bu yaklaşımının esas sebebi isyanın bu andan sonra sönümleneceğine olan inançtı. Ancak çoğunluğun karşı çıkması ile bu durum hayata geçmedi. Tersine direniş boyutlandı. Düzen Partisi açısından bundan sonraki günler açıkça izlenen bir şaşkınlık ve kararsızlık içinde geçti. Ayaklanmanın ulaştığı kitlesellik Düzen Partisini atacağı adımlar konusunda tereddütte bıraktı. Bir diğer tereddüt sebebi de neredeyse ayaklanmanın tüm ülkeye yayılmış olmasıydı. Bu dönemde Düzen Partisinin sözcüleri mesajın alındığına, hatta kararın gözden geçirilebileceğine dair sözler sarfettiler. Bu durum ayaklanmaya katılanların büyük çoğunluğunda sorunun sulh ve uzlaşmayla çözüleceği kanısı uyandırdı. Düzen Partisi diğer yandan sözcü olarak gördüğü oda mensupları ve sendikacılardan oluşan taksim dayanışmasını görüşmeye çağırdı. Alınan taleplerin değerlendirileceği söylendi. Çadırlar kurulmuş, inisiyatifler belirlenmiş ve adeta komünal bir yaşam örülmeye


Ayaklanma dersleri

başlanmıştı. Dışarıdan ayaklanmanın stabilizasyon dönemi olarak izlenen dönem aslında bir yandan da Düzen Partisinin karar aşamasıydı. Çevreciler ve marjinal teröristler ayrımının yapılmaya başlanması gelecek bir saldırı dalgasının habercisiydi. Bu propaganda isyana katılanlar nezdinde bir çözülme yarattı. İkinci dönem Erdoğan’ın 7 Haziran’da Tunus’tan dönmesiyle sona erdi. Erdoğan hava alanında olacakların sinyalini vermişti. Atmosfer birden değişti. Sulh ve uzlaşma söylemleri yerini şiddet söylemine ve meydan okumaya bıraktı. Erdoğanın gelmesiyle Düzen Partisi ayaklanmaya savaş ilan etme kararını vermişti. Ayaklanma Partisi, Düzen Partisinin afalladığı 1 haftalık dönem iyi kullanılamadı. Oysa ayaklanmayı derinleştirmenin, başka alanlara yaymanın koşulları tam da bu afallama döneminde mevcuttu. Ülkenin pek çok bölgesinde yerel yönetim inisiyatifleri kurulabilir, bunlar gayet katılımcı bir biçimde çalıştırılabilirdi. Ayaklanma bu fırsatı göz göre göre kaçırdı. Sosyalist yapıların pek çoğu bu süreci biran evvel bitirmenin gerekli olduğu konusunda hem fikirdi. Ama ayaklanmanın ibresi henüz bundan yana değildi. 7 Haziran’dan sonraki üç gün Düzen Partisi inisiyatifi ele geçirdi. Bir yandan görüşmeler yaparken bir diğer yandan geziye dokunulmayacağı ama taksimdeki barikatların kaldırılmasının gerektiğinin propagandası yürütüldü. Bu propaganda isyancılar üzerinde ciddi bir kafa karışıklığına dönüştü. Bir diğer yandan devrimci parti ve örgütler barikatları savunmak için ortak karar almışlardı. Ama olmadı. 11 Haziran sabahı polisin azgın saldırısına karşı pek çok grup direnmedi ve gezi parkına çekildi. Eğer ayaklanmanın başlangıcından o güne dek olan direniş o gün de devem ettirilebilseydi, elde edilecek kazanımlar çok daha fazla olacaktı. O zamana dek direnenler ne gariptir ki bir avuç devrimci taksimde direnirken çekildikleri gezi parkından olanları izlemekle yetindiler. Oysa direnişi o noktaya kadar taşıyan esas şey “çatışma” ve “direnme” ruhuydu. Bu ruh yeni bir atmosferin doğmasına, dayanışmanın, kardeşliğin, yoldaşlığın güçlenmesine yol açmıştı. Yeni bir kamusal alanın yaratılabilmiş olması bu sayede mümkün olmuştu. Direnenler de çok ağır kayıp verdiler. 11 Haziran direnişi bir yandan devletin yalanlarını ortaya çıkardı ama gezi saldırısını da 1 gün geciktirdi yoksa polis o gün geziyi de dağıtmaya niyetliydi. 11 Haziran direnişinin kitlesel bir hal alamaması ile birlikte ayaklanmanın o zamana kadarki formu yenilmiş oldu. Taksim Dayanışması hareketin amacına ulaştığını, başka alanlarda bu mücadeleyi devam ettirmek gerektiğini söyleyerek Gezi Parkındaki çadırlarında kaldırılmasını ve sembolik olarak tek çadırın bırakılmasını önerdi. Bu öneri bazı sol gruplar ve HDK’nin bazı bileşenleri tarafından kabul gördü. Park içerisinde oluşturulan yedi bölgede ayrı ayrı düzenlenen yedi forum toplantısının beşinin tamamı, iki tanesinin de büyük çoğunluğu Taksim Dayanışması Platformunun çadırların kaldırılması önerisini reddetti. Forumlarda bir araya gelen Gezi Parkı

23


24

ONBİIRINCITEZ

halkı ne olursa olsun parkta kalacağını ilan etti. Fakat tartışma sonuçlanmadan Gezi Parkına polis saldırısı başladı ve park boşaltıldı. Böylece ayaklanmanın dördüncü dönemi forumlar ve yerel inisiyatifler dönemi başladı. Ayaklanma üç temel hata yaptı. İlk olarak Düzen Partisinin geçici şaşkınlığından yararlanarak ayaklanma büyütülemedi. İkinci olarak Düzen Partisinin iyi polis kötü polis taktikleri nedeniyle sıklıkla kafa karışıklığı yaşadı. Üçüncü olarak da ayaklanma kendi kurduğu barikatlara sahip çıkamadı. Kuşkusuz bu hatalar elde edilen devasa başarıyı ortadan kaldırmaz. Ama zayıflatır. Ayaklanmanın politik bir merkezden yoksun olması ve bir stratejiye bağlı önemli taktik adımları başarıyla atamamış olması önemli bir eksiklikken çok merkezlilik saldırı karşısında yeterli bir politik merkez olarak hareket etmeyi engelledi. Bu hatalar aynı zamanda sosyalist solun da hatalarıydı. Esasen sosyalistler alışık olmadıkları ölçüde geniş bir kitle hareketi ile karşı karşıya kaldılar. En azından 80 askeri darbesinden bu yana, sosyalist sol açısından “kitle” “kitlesellik” kavramları farazi bir nitelik arzetmeye başlamıştı. Uzun yıllardır sosyalist sol ilk defa kelimenin gerçek anlamıyla bir kitlesellikle karşılaştı. Sosyalist sol genel anlamda bu hareketi sevk ve idare etmekte başarılı olamadı. Sosyalist solun pek çok bölüntüsünün zaten böyle bir ufku da yoktu. Ufku olansa bu geniş harekete bugün için önderlik edecek politik ve örgütsel birikimden uzaktı. Bir diğer yandan sosyalist solun dar örgütsel muhayyilesi ile bu geniş kitle hareketinin kapsanabilme olasılığı da yoktu. Sosyalist örgütlerin geniş kitle hareketleri karşısında cılız halleri daha belirgin hale geldi. Bu sebeple sosyalist solun “öncülük” iddiası birkaç sendika ya da odanın peşine takılmanın ötesine varamadı. Bu konuda net tutum alan sosyalist yapılar ise çoğunlukla yalnız kaldılar. Sosyalist sol 80 yenilgisinden bu yana kitlelerin ‘kandırılmışlığı’ ya da ‘apolitikliği’ kavramsallaştırması üzeriden siyaset üretmeye, bu siyasal jargonlarla konuşmaya alışmıştı. Üretilen siyaset kabaca kandırılmış olanları, gözlerini açmaya davet eden bir izleğe sahipti. Ayaklanma ise yeni bir kamusal alan ve politizasyon kültürü üretti. Daha önce siyasetle ilgilenmemiş milyonların politik aktiviteye katılması, meselenin kandırılmışlık meselesinden çok uygun politizasyon kanallarının açılamamış olmasından kaynaklandığını gösterdi. Bir diğer yandan direnişin yatay, heterojen, çoğulcu yapısı ve kitlesel karakteri tek partici, bürokratik sosyalizm deneyimlerinden mülhem geleneksel sol paradigma tarafından kavranamazdı. Reel sosyalizmin farklılıkların reddine dayanan, kendini “öncü örgüt” olarak görürken diğer sosyalist yapıları meşru dahi görmeyen ve son analizde onları egemen sınıfların aparatı olarak görmeye meyyal sol paradigma yaşamın ve mücadelenin çeşitliliği ve anlık ihtiyaçları karşısında deyim yerindeyse bozgun yaşadı. Bu tip sosyalist sol yapılar yer yer bu yatay daya-


Ayaklanma dersleri

nışmacı formları “doğru yola” çekmeye çalıştı olmadığında –ki olmazdı- bu yeni dinamikler küçümsendi. Son olarak sosyalist sol ayaklanmanın devamı için gereken politik cüreti gösteremedi. Taraftar gruplarından yöre derneklerine ve sıradan vatandaşa kadar pek çok kesim örgütlü sol yapılardan daha önemli direniş pratikleri sergilediler. Bu durumda sosyalist solun bir adım daha ilerde olması gerekirdi. Ortak kararla kurulan ve savunulacak olan barikatlar bir süre sonra bu kesimlerin sırtında bir an evvel kurtulunması gereken ağır bir yük haline geldi. Polisin 11 Haziran’da taksime saldırısına karşı direnen devrimciler bazı kesimler tarafından “sol sekter” ya da “anarşist” olarak nitelendirildi. Solun büyük bir kısmı direnişi boyutlandırmak için çırpınan devrimcilerin karşısına çıktı, onları engellemeye çalıştı. Bu solda ciddi bir siyasal erozyonun göstergesinden başka bir şey değildi.

Ayaklanma bir kopuşu zorunlu kılıyor Yani yeni bir sol kültür inşası olmazsa olmaz ihtiyaç hale geldi. Amaç hedefsiz eleştiri değil, hedefi olan ve pozitif sonuçlar çıkaran yapıcı eleştiri. Türkiye’de sosyalist solun kalıbı Kemalizm tarafından döküldü. Sol uzunca bir süre kendi önüne başat bir görev olarak Kemalizm’in yapmakta başarısız olduğu şeyleri başarmayı koydu. Burjuva demokratik devrim tamamlanmamıştı, bu sebeple devrimcilerin sosyalistlerin ilk işi yarım kalanı tamamlamak olmalıydı. İlerleme, gelişme, muasır medeniyet seviyesine ulaşma, hızlı kalkınmacılık ve sanayileşme solun temel hedefleri haline dönüştü. Böylece sosyalist sol bir kopuşun değil bir devamın, Türkiye burjuvazisinin ideolojik zemini olagelmiş bir sürekliliğin adı olarak okunmaya başlandı. Dünyada aydınlanmacı sosyalistler nasıl ki kendi önlerine burjuvazinin devrimci barutunun bitişi ile yerine getiremediği reformları yerine getirme görevini koymuşsa Türkiyeli sosyalistlerin önemli bir kısmı da Kemalizm’in temellerine ve ilerlemeci amaçlarına sıkı sıkıya bağlı kaldı. Cumhuriyetin kurucu ideolojisi olan Kemalizm batılılaşma hedefine doğru pupa yelken giderken, “gerici” çapaklardan elbette kurtulacaktı. Batılılaşma demek sermaye birikimi demekti. Sermaye birikimi için Ermenilerin ve Rumların malına mülküne zorla el konuldu. Batılılaşma demek gericilikle amansız bir mücadele demekti. Kürtler katliamlara uğratılırken Komüntern dönemin TKP’sine feodalizmi tasfiye etmeye çalışan Kemalizm’in yanında olmayı salık veriyordu. İslamcılar bastırıldı, örgütleri dağıtıldı. İşte sol da bu izlek üzerinde gelişmesine devam etti. Kimisi bizim gibi bu mirası reddetti, kimisi de mirası gözü gibi saklamaya devam etti. Marksizm’in aydınlanma ile izdivacını savunan, daha önemlisi Marksizm’i aydınlanmacı bir ideoloji olarak gören ülkede olduğu gibi dünyada da pek çok

25


26

ONBİIRINCITEZ

sosyalistin olduğu düşünülürse belki bu durum çok yadırganmaz. Marksizm aydınlanmadan doğmuştur ama aydınlanma ile bağlarını kopardığı oranda olgunlaşmıştır. Bu anlamıyla Marksizm bir sürekliliğin değil bir kopuşun ifadesidir. Eğer hayata aydınlanmacı bir gözlükle bakıyorsanız elbette dersim isyanında Kemalist devletten yana olursunuz. O açıdan komüntern’in yaklaşımı da TKP’nin ona uyuşu da kendi içinde tutarlıdır. Ama Marksizm açısından tutarlı değildir. Bu aydınlanmacı akla göre tarihsel olarak ileri olan (üretim ilişkileri ve üretici güçler bağlamında) desteklenmelidir. Ama tarihsel olarak ileri olmak politik olarak da haklı olmayı gerektirmez. Eğer öyle değilse, Afrika ülkelerinin Avrupa tarafından köle pazarı haline dönüştürülmesine ya da Irak’ın ABD tarafından işgaline destek vermek gerekir. Bahsin bu kısmını fazla uzatmayacağım zira bu başlı başına bir mesele. Yazının başında Avrupa entelijensiyasının ilericilik gericilik batıcılık doğuculuk ayrımını Türkiye siyasetinin ontolojik meselesi olarak gördüğünü söylemiştim. Çok görmeyin! Çünkü Türkiye’deki Aydınlanmacı sosyalistin de ontolojik meselesi aynı. Ona göre ayaklanmanın merkezinde yer alan ideolojik unsur laiklik. Yani toplumu laikliği savunanlar ve savunmayanlar olarak bir üst belirlenime tabi tutuyor. Ezen yok, ezilen yok bu tasnifte. Ama işte ayaklanma bu paradigmayı boşa düşürdü. Bu saatten sonra Türkiye’de yükselen sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına bu kavramsal çerçevenin içinde kalınarak cevap üretilemez. Ayaklanmada dindarlar da yer aldı. Gelip ibadetlerini gezide yaptılar. Oruçlarını orada açtılar ve namazlarını orada kıldılar. Başörtülü kadınlar vardı. Hatta bir dönem Düzen Partisi’ne oy verenler de vardı. Ayaklanma çizgiyi inanlar ve inanmayanlar, dindarlar ve ateistler, batılılar ve doğulular muhafazakarlar ve modernistler olarak çekmedi. Ezenler ve ezilenler olarak çekti. Ezilenler ki ayaklanmada Düzen Partisinin zulmüne karşı inananı inanmayanı, muhafazakârı modernisti, doğulusu batılısı ile hep birlikteydi. Ezenler ki inananı inanmayanı, muhafazakârı modernisti, doğulusu batılısı ile ezilenlerin karşısında hep birlikteydi. Ayaklanmanın Düzen Partisi tarafından en tehtid edici görülen yanlarından birisi hiç kuşku yok ki buydu. O sebeple orucunu gezide açan, teravih namazını orada kılanları başbakan şov yapmakla suçladı. İbadetlerine ve inançlarına dil uzattı. Şimdi yeni bir merhalede olduğumuza inanıyorum. Ayaklanma zulme karşı birleşik direnişin olanaklarını yarattı. Ezilenlerin ortak cephesinin nasıl kurulacağının yolunu gösterdi. Görmek isteyene tabi.


Kadınların Gezi isyanı ve ötesi

Kadınların Gezi isyanı ve ötesi* Ece Kocabıçak “Maço davranış normlarına uyma baskısı göz önüne alındığında, aslında erkekler de kaybeder ve bundan kurtularak belli bir kazanım sağlayabilirler” Diane Elson, Feminist Politika, 20131 “...ben patriyarkanın batılı kapitalist toplumlarda erkeklerin kadınlar üzerinde devam eden egemenliğini açıklamak için en uygun kavram olmadığını düşünenlerdenim... Özellikle geçtiğimiz altmış yılda, toplumsal cinsiyet ilişkilerinde çok kapsamlı değişimler meydana geldi ve bunlar sürdürülebilir patriyarkal yapıları zayıflatırken çok farklı iktidar ve tabiyet biçimlerinin doğmasına yol açtı... Bireysel olarak hâlâ toplumsal cinsiyet klişeleri ile döşenmiş bir mayın tarlasında yolumuzu bulmak zorundayız. Feministlerin toplumsal cinsiyet kalıpları ve uygulamaları arasındaki uyum eksikliğinin altını çizdiği onca yıldan sonra –ister kız ya da oğlan çocukları, isterse kadınlar ya da erkekler olarak- halen nasıl görüldüğümüz ve kendimizi nasıl gördüğümüz meselesi, bizi bu kalıp ve uygulamaları sahiplenmeye veya onlara karşı direnmeye itiyor, veya çoğu zaman sahiplenme ve direnme arasında bir yerlerde mücadele ediyoruz” Lynne Segal, 2013, Feminist Politika ve Open Democracy, 20132

1. Giriş Yapılan araştırmalar, Gezi Direnişine kadınların erkeklerden daha yüksek oranda katıldığını gösteriyor (Konda, 2013). Kadınları Gezi Direnişine * Katkılarından ötürü Gülnur Acar Savran’a teşekkür ederim. 1 - Söyleşi, Feminist Politika dergisi içinde, sayı: 18, İstanbul 2 - Çeviri, Feminist Politika dergisi içinde, sayı: 19, İstanbul, ve yorumlar içinde, Open Democracy, May 2013, http://www.opendemocracy.net/5050/cynthia-cockburn/“beyondfragments”-i’m-socialist-feminist-can-i-be-radical-feminist-too

27


28

ONBİIRINCITEZ

katılmaya iten nedenler, sadece dini baskı ve Başbakanın ve partisi AKP’nin despotik yönetim anlayışı ile mi sınırlı? Yoksa Türkiye’de kadınlar her geçen gün gelişmiş kapitalist ülkelerdekine benzemekte olan bir patriyarkal baskı ve sömürüye mi maruz kalıyor, ve kadınların Gezi Direnişi böylesi bir adresi de hedef gösteriyor mu? Eğer durum buysa bu değişimi nasıl yorumlayacağız? Yukarıda Elson ve Segal’den yaptığım alıntıların da ifade ettiği gibi, feminist çalışmalar içerisinde yaygın kabul gören anlayış, kapitalist kalkınmanın geleneksel patriyarkal düzenekleri zayıflattığını iddia eder. Buna göre, kapitalist kalkınma düzeyi arttıkça, kadınların ücretli istihdamı da artar. Yine, ev içerisinde üretilen mal ve hizmetler yerel ve uluslararası pazar, kamu bütçesine dayalı uygulamalar, ya da her ikisini de içeren karma çözümlerle ikame edilir. Kapitalist kalkınma ile birlikte gelişen bu durum, kadınların sendikalarda, mecliste ve diğer kurumlarda kendi taleplerini dile getirme anlamında politik temsilini de olumlu yönde etkiler. Bu yaklaşıma göre, tüm bu etkenlerin sonucunda gelişmiş kapitalist ülkelerde, özel alanda erkeklerin kadınlar üzerinde kurduğu bireysel denetim, yerini kamusal alanda kadınlar üzerinde kurulan kurumsal denetime bırakma eğilimindedir. Bu ülkelerde patriyarkadan geriye kalan, kurumların uygulamalarını şekillendiren, toplumsal cinsiyet temelinde hem erkeklerin hem de kadınların yeniden ürettikleri davranış kalıplardır. Bu yaklaşımı benimseyen bazı çalışmalar daha da ileri giderek, artık erkeklerin kadınların ezilmişliğinden bir fayda sağlamadığını, hatta erkeklerin de bu durumdan zarar gördüğünü iddia edebilmektedir. Onlara göre, sadece gelişmekte olan kapitalist ülkelerde erkekler patriyarkadan fayda sağlar. Çünkü buralarda kapitalist kalkınma henüz gelişkin seviyesine ulaşmamıştır. Kadınların Gezi isyanı, kapitalist kalkınma anlamında işler yolunda giderken ve özetlediğim yaklaşımın öngördüğü değişimler yaşanırken gerçekleşti. Yani, kadınların ücretli istihdamı artarken, tarımda ücretsiz aile işçisi olan kadın sayısı azalıyorken, kadınların erkeklerden bağımsız bir hayat kurmaları yolundaki engeller zayıflarken, bu anlamda boşanmalar evliliklerden daha süratli artarken yaşandı. Bu durumu nasıl yorumlayacağız? Yukarıda özetlediğim yaklaşımın izinden gidersek, şu sonuca varırız: Türkiye’de kapitalist kalkınmaya rağmen yaşanan isyan bir yönetim sorunudur; dinin baskıcı bir rejime dönüşmüş olması hatasıdır. Kapitalist kalkınma ise kadınların yapılan bu hataya karşı sokaklara dökülmesine katkıda bulunmuştur. Ekonomik değil, politik bir kriz vardır; ve bu kriz aşıldıkça kapitalist kalkınma, kadınları güçlendirmeye, patriyarkayı zayıflatmaya devam edecektir. Ancak, bana göre bu yaklaşım, kapitalist kalkınmanın kadınların patriyarkal ezilmişliği ve sömürüsü üzerindeki etkisini eksik yorumluyor. Bu nedenle, kadınların Gezi isyanını, din baskısı ya da despotik yönetim anlayışı ile açıklamanın sadece


Kadınların Gezi isyanı ve ötesi

Kadınların Gezi isyanı, kapitalist kalkınma anlamında işler yolunda giderken ve özetlediğim yaklaşımın öngördüğü değişimler yaşanırken gerçekleşti. Yani, kadınların ücretli istihdamı artarken, tarımda ücretsiz aile işçisi olan kadın sayısı azalıyorken, kadınların erkeklerden bağımsız bir hayat kurmaları yolundaki engeller zayıflarken, bu anlamda boşanmalar evliliklerden daha süratli artarken yaşandı. Bu durumu nasıl yorumlayacağız? kısıtlayıcı değil, feminist hareket açısından yanıltıcı olabileceğini de düşünüyorum. Farklı feminist çalışmaların izinden giderek, kapitalist kalkınma ile birlikte, erkeklerin kadınların ezilmişliğinden fayda sağlama biçiminin değiştiğini, ancak zayıflamadığını iddia ediyorum. Bu çalışmaların da vurguladığı gibi, patriyarkanın farklı dinlere mensup tüm toplulukları kapsayan, hem gelişmiş, hem de gelişmekte olan kapitalist ülkeleri kesen, ortak ve küresel bir niteliği var. Bunun anlamı, patriyarkanın kapitalizm ile ilişki içerisinde olan, fakat ondan bağımsız ve kendine özgü bir karakteri olduğu. Dolayısıyla, Türkiye’de dini baskının ve Başbakanın ve partisi AKP’nin despotik yönetim anlayışının, patriyarkanın küresel karakterini gizlediğini savunuyorum. Patriyarkanın yukarıda sözünü ettiğim küresel karakteri nedir? Bu soruya vereceğim tek bir yanıt yok. Ancak yegane etken olmasa da, erkeklerin kadın emeğine el koymak suretiyle sağladıkları faydanın, bir sistem olarak patriyarkanın yeniden üretiminde çok önemli rolü olduğunu düşünenlere katılıyorum. Bu nedenle, Türkiye’de kapitalist kalkınma ile birlikte, erkeklerin kadınların emeğine el koyma biçimlerindeki değişimi bu yazı vesilesiyle tartışacağım. Bu yolla, son yıllarda, Türkiye’de patriyarkanın yaşadığı değişimin gelişmiş kapitalist ülkelerdekine benzemekte olduğunu göstermeye çalışacağım. Ancak bu değişime, yukarıda bahsettiğim çalışmalardan farklı yaklaşıyorum. Kapitalist kalkınmanın iddia edildiği gibi erkek öznenin patriyarkadan sağladığı faydayı azaltarak yok etmediğini iddia ediyorum. Bu tartışmayı başarılı bir şekilde yapabildiğim ölçüde, dini baskı ve Başbakanın ve partisinin despotik yönetim anlayışının, birey olarak erkek öznenin kendi faydası için gerçekleştirdiği patriyarkal ezme ve sömürüyü nasıl dolayımladığını göstermeyi umuyorum. Bu yazının bir takım sınırlılıkları mevcut. Her şeyden önce Türkiye’de yaşanmakta olduğunu iddia ettiğim patriyarkanın değişimi, henüz çok kısa bir tarihe sahip. İkinci olarak, yaptığım araştırma, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK), ev içi zaman kullanımı araştırması konusunda var olan yetersizlik-

29


30

ONBİIRINCITEZ

lerini taşıyor. Yine, bu yazı hali hazırda devam etmekte olan daha kapsamlı bir araştırmanın parçası. Bu nedenle, bir tür ön değerlendirme olarak kabul edilmeli. Öte yandan, söz konusu sınırlılıkları belirli bir oranda aşabildiğimi de düşünüyorum. Son altmış yılı kapsayacak şekilde topladığım veri seti, son on, on beş yıla denk düşen bir dönüşüme işaret ediyor. Bu anlamda, TÜİK’in araştırmaları da detaylı bir analize imkan veriyor. Yine, bu çalışma kapsamında, tarihsel maddeci yöntemi yapabildiğim ölçüde kadınlar için kullanmaya gayret ediyorum. Oysa ki, tikel olanın yüceltildiği, göreceliliğin teorilerin merkezinde yer aldığı, özellikle söz konusu olan patriyarka ise farklılık ve benzerlik analizlerinin bütünlüklü bir sistem tahlilinden imtina edilerek tartışıldığı, her türlü güç ve iktidar ilişkisinin sömürü ilişkisinden kopartılarak kavramsallaştırıldığı, evrensellik iddiasında bulunan her çalışmanın indirgemeci olmakla itham edildiği düşünsel dünya içerisinde, Marx’ın yönteminin pek itibar görmediğinin farkındayım. Bu nedenle, okura ilgisi ve inadı için teşekkür ediyorum. Bu yazı giriş bölümü dahil, beş bölümden oluşuyor. İkinci bölümde, yukarıda kısaca özetlediğim, kapitalist kalkınma ve patriyarka ilişkisine dair yaygın kabul gören yaklaşımın sorunlarına kısaca değineceğim. Üçüncü bölümde, üzerinde çalışmakta olduğum kavramsal çerçeveyi özetleyeceğim. Ardından, Türkiye’de erkeklerin kadın emeğine el koyma biçiminin, son on yılda yaşadığı değişime dair belli başlı verileri sunacağım. Son bölümde ise, özetlediğim bulguların, bizlere patriyarkadaki değişime dair verdiği ipuçlarını tartışacağım. Yine, patriyarkanın söz konusu küresel karakterinin, din ve despotik yönetim anlayışı ile nasıl maskelendiğine de bu bölümde değineceğim.

2. Egemen yaklaşımın değerlendirmesi Öncelikle bu kapsamda ele alacağım çalışmaların geniş bir yelpaze oluşturduğunu belirtmeliyim. Bu çalışmaların bir kısmı kapitalizmin sosyal refah devletine dayalı biçiminin patriyarkayı zayıflattığını iddia ediyor (Lewis, 1997, Orloff, 1993). Bir diğer kısmı ise ister neoliberal isterse sosyal demokrasi biçimi olsun, özünde kapitalizmin patriyarkayı zayıflattığını iddia ediyor (Folbre, 2009, 2008, Hartmann, 2011). İkinci yaklaşımı benimseyen çalışmalar, kapitalizmin kadınların ücretli istihdamını arttırdığını ve ev içi üretilen mal ve hizmetleri özel sektör, kamu ya da hem özel sektör hem de kamu bütçesine dayalı karma çözümler vasıtasıyla ikame ettiğini vurguluyor. Yine, bu grup içerisinde ele alınması uygun olan bir diğer yaklaşım, kapitalist kalkınma ile birlikte kadınların kendi sorunları etrafında örgütlenme ve mücadele verme eğiliminin arttığını iddia ediyor. Bu anlamda, ücretli istihdama katıldıkça, kadınların partiler, sendikalar, meclis ve uluslararası siyaset kurumlarında temsil edilme oranının da arttığını savunuyor. Böylece feminist hareketin güçle-


Kadınların Gezi isyanı ve ötesi

nerek yaygınlaştığını ve patriyarkayı zayıflattığını vurguluyor (Walby, 2011, 2009). Bunların dışında kalan bir diğer grup çalışma ise, serbest pazar ekonomisi ile değil, ama etkin devlet anlayışına ve müdaheleye dayalı, uzun vadeli kapitalist kalkınma ile toplumsal cinsiyete dayalı eşitliğin el ele gidebileceğini savunuyor. Dolayısıyla, devlet ve uluslararası kuruluşların sermaye birikimine etkin müdahelesine dayalı bir stratejiyi önemsiyor3. Aralarındaki tüm farklılıklara rağmen, yukarıda özetlediğim çalışmaların ortak özelliği, kapitalizmin gelişmesi ile birlikte patriyarkanın özel alandan kamusal alana doğru bir kayma yaşadığı tezini temel almaları4. Brown (1981) ve Walby’ye (1986, 1990) dayanan bu tez, kadınların artan ücretli istihdamı ile birlikte, erkeklerin özel alanda kadınlar üzerinde kurdukları denetimin azaldığını iddia ediyor. Buna göre, erkeklerin baba, koca olarak özel alanda kadınlar üzerinde kurduğu bu bireysel denetim, yerini kamusal alanda kurumsal denetime bırakmaktadır. Bu yaklaşımın izinden giden güncel bazı çalışmalara göre, kadınların ücretli istihdamının yüksek olduğu gelişmiş kapitalist ülkelerde, artık erkekler patriyarkadan bir fayda sağlamaz. Bu ülkelerdeki toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin nedeni, hem kadınlar, hem de erkeklerin toplumsal cinsiyete dayalı davranış kalıplarını yeniden üretmesi, ve bu yolla, kurum ve kuruluşların uygulamalarını şekillendirmesidir (Elson, 2011a). Dolayısıyla, erkeklerin kadınları ezdiği, ve bundan bir fayda sağladığı patriyarka, ancak kapitalist kalkınma düzeyinin düşük, dolayısıyla ücretli kadın istihdamının zayıf olduğu, gelişmekte olan ülkelere özgüdür. Yukarıda sözünü ettiğim yaklaşım, ücretli kadın istihdamının farklı biçimlerine ve bunun kadınların eğitim, politik temsil imkanlarına erişme anlamındaki olumlu katkısına yönelik detaylı bir tahlil sunuyor. Yine, kadınların ev işlerini yapma biçimindeki değişimi de ortaya koyuyor. Ancak, işgücü ve ev içindeki cinsiyete dayalı işbölümüne dair toplanan zengin veriye rağmen, kanımca hatalı bir yoruma dayanarak, kapitalist kalkınma ile birlikte erkeğin faydasının azaldığını iddia ediyor. İlk olarak, bu yaklaşımın kavramsal düzeyde içerdiğini düşündüğüm sorunlara değineceğim. Her şeyden önce, burada patriyarka, erkek ile kadın 3 - Bakınız (Elson, 2011b, Elson et al., 2007a, Elson et al., 2007b, Seguino, 2011, Berik et al., 2009, Seguino and Grown, 2007, and Walby 2009). Bu yaklaşımın kapsamlı bir değerlendirmesi için “The relationship of patriarchy and capitalism: The Win-Win Scenario Reconsidered” başlıklı yazıya bakılabilir (Kocabicak, 2012). 4 - Kapitalist kalkınma ile birlikte patriyarkanın öznesinin artık burjuvazi olduğunu savunan, ve seçkin, beyaz, az sayıdaki bir grup erkeğin, diğer erkeklerin çoğunluğunu, tüm kadınları ve hatta doğayı dahi tahakkümü altına aldığını ve/veya sömürdüğünü iddia eden çalışmalar da mevcut. Bu çalışmaları feminizmden yapılan sosyalist bir U dönüşü olarak tanımlıyor, ve farklı türden bir eleştiri gerektirdiği için bu yazının kapsamı dışında bırakıyorum.

31


32

ONBİIRINCITEZ

Erkekler, ücretsiz aile işçisi olarak tarım ve tarım dışı orta-küçük işletmelerde çalıştırdıkları kadınların emeğine el koymak suretiyle kadının emeğine el koyuyor. Özellikle tarımda ücretsiz aile işçisi olan kadınların büyük çoğunluğu, babalarının, kocalarının ya da diğer erkek akrabalarının yönetimindeki orta-küçük işletmelerde, elde edilen gelirin tamamen bu erkekler tarafından denetlendiği, emekleri karşılığında hiçbir gelir almadıkları koşullarda çalışıyor. arasındaki eşitsiz güç ilişkisine indirgenir. Böylece, erkeğin kadın üzerindeki denetimi, kadın emeği sömürüsü ile ilişkilendirilmeksizin ele alınır. Mies’in altını çizdiği gibi sömürü ile denetim arasındaki ilişki kopartıldığında, erkek tahakkümü salt kültürel bir olgu olarak yorumlanır. Bu durumda, Mies’e göre, erkeklerin -eğer ki doğuştan yıkıcı, sadist, agresif bir kişiliğe sahip olduklarını düşünmüyorsak- kadınlara neden bu şekilde davrandıkları açıklanamaz (Mies, 1998: 36). Bu yaklaşımın devamında ezen ve sömüren erkek kategorisinin patriyarka kavramından çıkartılarak, görünmez kılınması gelir. Böylece, toplumsal cinsiyete dayalı bir grubun çıkarına olacak şekilde işlemeyen, kimsenin bir fayda sağlamadığı, öznesinin kim olduğu belli olmayan bir patriyarka tanımı yapılır. Bunlara ilave olarak, bu çalışmalarda kapitalizm ile patriyarka arasındaki ilişki, kapitalizmin patriyarkayı belirlediği tek yönlü bir ilişki olarak tariflenir. Burada, toplumsal değişimin motor gücü kapitalizmdir. Dolayısıyla, öznesinin/failinin erkek olduğu patriyarka, kapitalist kalkınmanın ileri seviyeye ulaşmadığı, gelişmekte olan kapitalist ülkelere has bir olgu olarak görülür. Buraya kadar, geniş kabul gören bu yaklaşımın kavramsal düzeydeki sorunlarına kısaca değindim. Benim de savunduğum, farklı bir yaklaşımın detaylarına geçmezden evvel, bu sorunların politik yansımalarından da bahsetmek istiyorum. Öncelikle ‘kurtulmuş kadın’ yanılsaması, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki kadınların, erkekler tarafından ezildiklerini ve sömürüldüklerini görmelerine engel olur. Sonuçta, bu ülkelerde kadına yönelik erkek şiddeti ciddi bir toplumsal olgu olarak karşılarında durduğu halde, toplumsal cinsiyete dayalı işbölümü evde muhafaza edildiği halde, işgücü piyasasında toplumsal cinsiyete dayalı güçlü bir tabakalaşma olduğu halde, kadınlar bu durumun nedenlerini tahlil etmekte, ezen/sömüren erkek özne ile ilişkisini kurmakta zorlanır. Ne de olsa onlara, kapitalizmin erkek tahakkümünü yıktığı anlatılmıştır. Ancak, söz konusu olan gelişmekte olan kapitalist ülkelerdeki kadınlar olduğunda patriyarka gündeme gelir. Bu kadınlara dayanışma eli uzatılır. Gelişmekte olan kapitalist ülkelerde yaşayan kadınlara ise, toplumsal cinsiyet temelinde eşitliğe ulaşabilmek için kapitalist kalkınma tek geçerli yol


Kadınların Gezi isyanı ve ötesi

olarak gösterilir. Tüm bunların bir sonucu olarak, uluslararası feminist dayanışma, sermaye birikiminin çatışma ve uyum dalgaları ile sınırlanır. Örneğin, Afganistan’daki kadınların patriyarkal baskı ve sömürüye dayalı koşullarının, Birleşik Krallık kapsamında ele alınma biçimi, ABD ve Birleşik Krallık’ın bu ülkedeki işgalini destekleyecek biçimdedir. Bu işgalin ve beraberinde gelen savaşın kadınların patriyarkal ezilmişliğine olan olumsuz etkileri gündemde hak ettiği yeri almaz. Yine, tüm dünyada Pussy Riot üyelerine yönelik tutuklamaların protesto edilmesi, Rusya devlet başkanı Putin ile ABD arasındaki Suriye geriliminin tırmandığı günlere denk gelmişti. Oysa ki, aynı günlerde Türkiye’de Başbakanın kürtaj hakkına yönelik saldırgan açıklamaları uluslararası gündemde yeterince yer almadı.

3. Farklı bir kavramsal çerçevenin izinde Yukarıda özetlemeye çalıştığım geniş kabul gören yaklaşımın dışında kalan fazla sayıda güncel çalışma olduğunu söyleyemeyiz. Alternatif bir kavramsal çerçeve geliştirebilmek için, postmodernizmin düşünsel dünya üzerindeki tahakkümünden öncesine, yaklaşık yirmi yıl kadar geriye gitmek benim için zorunlu. Köklerini bu çalışmalarda aradığım farklı bir yaklaşımı günümüz koşulları altında geliştirme gayreti içerisindeyim5. Şimdilik bu yaklaşımın köşe taşları olan kavramları kısaca tanımlamakla yetineceğim. Daha önce bahsettiğim gibi yegane etken olmasa da, erkeğin kadın emeğine el koymasının patriyarkanın küresel karakterini şekillendirme anlamında önemli olduğunu düşünüyorum. Erkekler, ücretsiz aile işçisi olarak tarım ve tarım dışı orta-küçük işletmelerde çalıştırdıkları kadınların emeğine el koymak suretiyle kadının emeğine el koyuyor. Özellikle tarımda ücretsiz aile işçisi olan kadınların büyük çoğunluğu, babalarının, kocalarının ya da diğer erkek akrabalarının yönetimindeki orta-küçük işletmelerde, elde edilen gelirin tamamen bu erkekler tarafından denetlendiği, emekleri karşılığında hiçbir gelir almadıkları koşullarda çalışıyor. Öte yandan, erkekler ev içerisinde de kadının emeğini sömürüyor. Söz konusu olan erkeğin ev içi emeğe el koyması olduğunda, feminist çalışmalar sömürü kavramını kullanmaktan imtina etmiştir. Kanımca, bunun nedeni aynı kavramın kapitalist artık değer sömürüsü için kullanılagelmesi. Ancak, Marx’ın çalışmalarında sömürü kavramını iki şekilde kullandığını görürüz (Himmelweit, 1983). İlki, doğanın sömürüsünü anlatır: bir şeyi potansiyel değerini açığa çıkartmak için kullanmak. İkincisinde ise Marx, genel olarak 5 - Bakınız (Delphy and Leonard, 1992, Delphy, 1984, Walby, 1986, 1990, 1997, Cockburn, 1985, 1991)

33


34

ONBİIRINCITEZ

emeğin sömürüsünü anlatır. Buna göre, toplumda ezen konumunda olan bir grup insan, ezilen konumda olan diğer bir grubun ürettiği fazlaya el koyar. Burada, genel anlamı ile emek sömürüsü tanımı, sadece kapitalist değil, kapitalizm öncesi toplumları da kapsar. Kapitalist toplumları diğerlerinden ayıran temel özelliği, üretim sürecinde emek gücünden artık değerin çekip alınmasıdır. Dalla Costa (1973), Delphy (1992, 1984, 1977), Ev içi emeği tartışmaları adıyla bilinen diğer feminist çalışmalar, ve daha sonraları Walby (1997, 1990, 1986), Mies (1998, 1988) ve Federici (2004) yukarıda özetlediğim Marksist çerçeve kapsamında kadın emeğinin sömürüsünü değerlendirdi. Bu çalışmaların ışığında, öncelikle patriyarkal sömürünün kapitalist sömürüden farklı olduğunu iddia ediyorum. Kadın emeği, ücretli emekte olduğu gibi artık değer üretmiyor. Daha da önemlisi, ev içi emeğin sömürüsünü anlayabilmek için, kapitalist artık değer sömürüsüne yaptığı katkıya odaklanmanın anlamlı olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla, bana göre, burjuvazi kadının ev içi emeğini sömürmez, ancak ev içi emek, işgücünün gündelik yeniden üretimini ve geleceğin işgücünün üretimini sağladığı için bundan fayda sağlar. Özetle, patriyarkal sömürü sürecinde burjuvazi sömüren değil, bundan yararlanandır. Burada, maddi olan ile sosyal olan ayrımına gitmeyi yöntemsel olarak sorunlu bulduğum için, ikisinin bütünselliğini vurgulamak açısından, kadının ev içi emeği kavramını kullanırken, bakım emeğini de kapsayacak şekilde kullanıyorum. Ayrıca, emek sömürüsünü sosyal bir ilişki olarak ele almak gerektiğini savunuyorum. Basit bir örnek ile açıklamak gerekirse, Defoe (2010)’nun bilinen romanını ele alalım. Robinson Crusoe’nun Cuma’nın emeğini sömürmesi hiçbir zaman salt onun tarafından üretilen fazlaya maddi olarak el koymasından ibaret değildir. Sosyal bir ilişki olarak bu sömürüye, Cuma’yı Hıristiyan yapması ve dini değerler çerçevesinde eğitmesi, cezalandırması, ve Cuma ile kendi dili olan İngilizce iletişim kurması içkindir. Tüm bunlar bir bütün oluşturur, biri olmaksızın diğeri var olamaz. Özetlersek, toplumsal cinsiyet temelinde oluşan bir grup olarak erkekler, diğer bir grup olan kadınların, ev içerisinde ürettikleri artığa el koymak suretiyle, kadının ev içi emeğini (bakım emeği dahil) sömürüyor. Dolayısıyla, toplumda var olan tek işbölümü, kapitalist sömürüye imkan verecek şekilde biçimlenen işbölümü değil. Aynı zamanda, patriyarkal sömürüye zemin sağlayan toplumsal cinsiyete dayalı bir işbölümü de varlığını korumakta. Şimdiye dek, geliştirmeye çalıştığım kavramsal düzeneğin temel kavramlarını özetledim. Son olarak, kapitalizmin patriyarkaya olan etkisini yorumlamaya çalışacağım. Öncelikle, kapitalizm ile patriyarka arasında ikisinin karşılıklı birbirini şekillendirdiği türden bir ilişki tarif edenlere katılıyorum


Kadınların Gezi isyanı ve ötesi

(Walby, 2007, 2009). Kapitalizm patriyarkayı şekillendiği gibi, patriyarka da kapitalizmi şekillendiriyor. Başka bir yazının konusu olduğu için burada söz konusu olan karşılıklı ilişkiye dair daha fazla tartışma yürütmeyeceğim. Yazının bundan sonraki bölümünde, Türkiye’de kapitalist kalkınma ile birlikte erkeğin kadın emeğine el koyma ve kadın emeğini sömürme biçimindeki değişime dair bulduğum ipuçlarını özetlemeye çalışacağım.

4. Türkiye’de patriyarkanın değişimi Bu bölümde özetleyerek aktaracağım değişimlerin bir kısmı erkeklerin kadın emeğine el koyma biçimlerinde bir çözülme yaşandığını gösteriyor. Bazıları ise, kanımca kadının ev içi emek sömürüsünün çözülmediğini, farklı biçimlerde devam ettiğini göstermesi bakımından ilgi çekici.

Kadının ücretli istihdamı artıyor Şimdiye dek, Türkiye’de kadın istihdamının artmadığını izliyorduk. Ancak, görünen o ki son on yıldır, ücretli kadın istihdamı 2007-08 krizine rağmen sürekli bir artış göstermekte (TURKSTAT, 2000, 2012a). TÜİK verilerine göre 2011 yılı itibariyle çalışan kadınların yüzde 77’si tarımda ücretsiz aile işçisi olarak çalışıyor. Dolayısıyla, ücretli kadın istihdamını incelemek için tarımdışı sektörlere odaklanmak gerekiyor. Kadınların toplam istihdamı içerisinde tarım-dışı sektörde istihdam edilme oranı, 2004 yılında yüzde 50 civarında iken, bu oran 2012 yılında yaklaşık yüzde 61 civarına çıkmış. Bununla orantılı olacak şekilde, toplam kadın istihdamı içerisinde tarım sektörünün payı da azalmış. Türkiye’de kadınların ücretli istihdamı halen çok düşük seviyede, fakat bir değişim var. Son on yıldır, kadın istihdamının, daha da önemlisi kadının ücretli istihdamının toplam istihdam içerisindeki payının artmakta olduğunu göz ardı edemeyiz.

Ücretsiz aile işçisi olan kadınların sayısı azalıyor Türkiye’de ücretsiz aile işçisi olarak çalışan kadınlar, büyük oranda tarım sektörüne yığılmış durumda. Yukarıda bahsettiğim gibi 2011 yılında istihdam edilen kadınların yüzde 77’si tarımda ücretsiz aile işçisi olarak çalışırken, ancak yüzde 5’i tarım-dışı sektörlerde ücretsiz aile işçisi olarak çalışıyor. Erkeklerde aynı oran, 2012 yılında tarım için yüzde 18,8, tarım-dışı için ise 1,6. Ancak, son on yıldır, tarımda ücretsiz aile işçisi olarak çalışan kadın sayısında görülen azalma, 2000’ler öncesinde olduğu gibi yeniden ciddi bir artış göstermemiş. Dolayısıyla, bu istihdam biçiminin toplam kadın istihdamındaki payı da yaklaşık yüzde 51’den (2004 yılı) yüzde 39’a düşmüş (2012 yılı) (TURKSTAT, 2012a). Özetle, ücretsiz aile işçisi olarak çalışan kadınların sayısında yavaş ancak istikrarlı bir düşüş var.

35


36

ONBİIRINCITEZ

Kadınların eğitim imkanlarına erişimi artıyor Yaşları 15 ve üzeri olan kadınlar arasında üniversite ve daha üzeri bir eğitim kurumundan (yüksek lisans, doktora) mezun olan kadın oranında da bir artış olduğunu görüyoruz (2008 yılında yüzde 5,8 iken, 2012 yılında bu oran yüzde 9,6’ya çıkmış). Aynı şekilde, okuma yazma bilmeyen kadın oranında da bir azalma olduğu görülüyor (2008 yılında yüzde 14,7 iken 2012 yılında bu oran yüzde 8,1’e düşmüş). Devletin ana dilde eğitim hakkı ile ilgili atacağı her adımın, bu oranı ciddi şekilde arttıracağı öngörülebilir. Özetle, gittikçe artan sayıda kadın eğitim olanaklarına erişiyor.

Kadınların kırılgan istihdamı halen yüksek düzeyde Uluslararası Çalışma Örgütü tarafından geliştirilen tanımına göre, kırılgan istihdam herhangi bir ücret almayan ücretsiz aile işçilerini ve kendi hesabına çalışan kimseleri içerir. Kendi hesabına çalışanlar kategorisi ise (i) kayıt-dışı sektörde kendine ait bir işletmede çalışan, (ii) ev işçisi olarak çalışan (ev içi bakım emekçileri dahil), (iii) kayıt-dışı üretim yapan kooperatiflerde çalışan, (iv) ev eksenli çalışan, ve (v) geçici süreli, çağrıya bağlı çalışan kimseleri kapsar. Kırılgan istihdam dışında kalan ücretli çalışanlar, kırılgan olmayan istihdam kapsamında ele alınır (ILO, 2012). Yukarıdaki kısa tanımdan sonra, Türkiye’de kadınlar açısından durumu değerlendirecek olursak; kadınların kırılgan istihdamının hem tarım, hem de tarım-dışı sektörlerde azalmakta olduğundan bahsedebiliriz. 2004 yılında yüzde 34 civarında olan kadınların tarım-dışı kırılgan istihdam oranı, 2012 yılında yüzde 27’ye düşmüş. Tarımda çalışan kadınların hemen hemen tamamı kırılgan istihdam kapsamına girse de, oran yüzde 98’den (2004 yılı), yüzde 96’ya (2012 yılı) düşmüş TURKSTAT, 2012b). Dolayısıyla, Türkiye’de tarım, büyük bir ücretsiz aile işçisi havuzu oluşturmasıyla, kadınların kırılgan istihdamının en önemli kaynağı olmaya devam ediyor. Ancak, tarım-dışı sektörlerde bu oranın azalmakta olduğunu görüyoruz.

Genel doğurganlık hızının düşme eğilimi hassas bir denge üzerinde Genel doğurganlık hızı, belli bir yıl içinde 15- 44 yaş grubunda her bin kadın başına düşen doğum sayısıdır (TURKSTAT, 2013). Buna göre 2001 ile 2012 yılları arasında, genel doğurganlık hızı gelişmiş kapitalist ülkelerdekine benzer şekilde düşme eğilimi gösteriyor. Ancak, aynı süre kapsamında, genel doğurganlık hızı 2004, 2005, 2007, ve 2012 yıllarında dört defa artış göstermiş. Bu artış, genel doğurganlık hızının görece yüksek olduğu Kürt illerinden kaynaklı değil. Örneğin, son olarak, 2012 yılında genel doğurganlık hızı


Kadınların Gezi isyanı ve ötesi

Nedir demografik fırsat penceresi? Basitçe, 15 ile 64 yaş arasında çalışabilir yaştaki nüfusun oranının, 15’ten küçük ve 64’den yaşlı, yani çalışamaz yaştaki nüfusun oranından yüksek olması. Neden bu genç nüfusun daha fazla olması isteniyor? Her şeyden önce çalışabilir yaştaki insan sayısı ne kadar yüksek olursa, iş arayan insan sayısı da o denli yüksek olacaktır. İstanbul, Doğu Marmara, Ege ve Akdeniz bölgelerinde bir önceki yıla göre artış göstermiş. Bu durum, genel doğurganlık hızındaki düşme eğiliminin diğer etkenlerden gelen etkiye açık ve bu anlamda hassas olduğunu gösteriyor. Bana göre, bu etkenlerin başında devlet müdahalesi geliyor. Devletin kadınların doğurganlığı, ve çocuk büyütmek ve yetiştirmek için gerekli olan bakım emeği üzerindeki denetimini arttırdığını düşünüyorum. Bunun için, görünen o ki farklı stratejiler geliştiriliyor: Bunlardan ilki, Başbakanın üç hatta bazı zamanlarda beş çocuk ısrarı. İkincisi, Başbakan ve partisi AKP’nin, kadınların kürtaj hakkına yönelik olarak dini kullanarak saldırıya geçmesi. Kadınların örgütlü direnişi sayesinde kürtaj tamamen yasaklanmasa da, bu saldırıların sonucunda, uygulamada pek çok engel oluştu. Daha önemlisi, böylesi bir saldırı erkekler ve kadınlar üzerinde etkili oldu. Son olarak, birden fazla çocuk yapan kadınlar için pek çok sosyal hak verileceği iddiası yazılı ve görsel medya tarafından, bu sosyal haklar yasallaşmış, gerçekleşmiş gibi öne sürüldü. Bu yolla bir aldatmaca yapıldı. Peki, devlet neden kadınların doğurganlığı ve bakım emeği üzerindeki denetimini arttırmak istiyor? Bu durumu sadece din baskısı ile açıklama eğiliminin hatalı olduğunu düşünüyorum. Genç nüfus oranının yaşlılarınkinden yüksek olmasının sermaye birikimi için kritik bir önemi var. Bu konuya dikkat çeken ilk kurumlardan biri Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı oldu. 2007 yılında yayınladıkları raporda adına demografik fırsat penceresi dedikleri olgunun önemini izah ettiler (TEPAV, 2007). Ardından demografik fırsat penceresini ‘açık tutmak’ için dokuzuncu kalkınma planı içerisinde alınması gereken tedbirlere yer verildi (DPT, 2007). Bu kalkınma planından hemen sonra Başbakanın açıklamaları geldi. Nedir demografik fırsat penceresi? Basitçe, 15 ile 64 yaş arasında çalışabilir yaştaki nüfusun oranının, 15’ten küçük ve 64’den yaşlı, yani çalışamaz yaştaki nüfusun oranından yüksek olması. Neden bu genç nüfusun daha fazla olması isteniyor? Her şeyden önce çalışabilir yaştaki insan sayısı ne kadar yüksek olursa, iş arayan insan sayısı da o denli yüksek olacaktır. Bir işe on kişi yerine iki yüz elli kişinin başvurması işçiler arasındaki rekabeti arttırır. Bu rekabet

37


38

ONBİIRINCITEZ

sadece verilecek ücretin düşürülmesini değil, aynı zamanda hali hazırda çalışanlar için de daha uzun saatler çalışmayı, adaletsizliğe daha kolay boyun eğmeyi getirir. Ayrıca çalışabilir yaştaki nüfusun çalışamaz yaştakilere oranının yüksek olması, devlete vergi ödeyen ya da ödeyebilecek olan kesimin daha fazla olması demektir. Emekli olanlar ve çocuklar vergi ödeyemez, tam aksine sağlık ve eğitim harcamaları yoluyla devlet bütçesine ‘yük’ olurlar. Devlet bu yolla gelecekteki gelirini de garantiye almış olur. Yukarıda anlatmaya çalıştığım bakış açısını Başbakan’ın çocuklar ile emek ve sermaye arasındaki bağı sürekli vurguladığı açıklamalarında da görmek mümkün: “Bir tane çocuk iflas, iki çocuk iflas, üç çocuk ancak yerinde saymak. Gelecekte yaşlı nüfus demek. Bizim genç ve dinamik nüfusa ihtiyacımız var. Dinamik ve genç nüfus buradan geçiyor. Ekonomide başarının tek sırrı vardır... Bunun sırrı insandır. İnsan var emek var. İnsan varsa sermaye var...” (TRThaber, 2013) ‘’Onun için ben iş işten geçmeden, en azından kendi adımıza mevcut durumumuzu koruyabilmemiz için her ailede en az 3 çocuk olması gerektiğini ifade ettim... Bilimsel rakamlara göre 2 olması bile gerileme demek. Bu, durumu asla korumaz. Ve 2030 yılından sonra, bırakın 2050’yi, yaşlı bir nüfusa sahip Türkiye oluruz. 3 olursa bu Türkiye’nin mevcut durumunu koruyacak, avantajlı durumumuzu muhafaza edecektir’’ (Ntvmsnbc, 2009) “Öyleyse genç nesil olduğumuz için şu anda biz kârdayız. Ama bakın şu anda yavaş yavaş yaşlanıyoruz. Zira bizim artış hızımızın ikinin üzerinde, üçlere ulaşması lazım. Bunu başarmamız gerekiyor. Şu anda Batı sıkıntı içinde, bundan dolayı. Ama biz Türkiye’yi bu sıkıntının içine sokmak istemiyoruz. Ben annelerin şahsında, özellikle ülkeme sesleniyorum: Bu hassasiyetimizi lütfen hafife almayalım, hafife almayın” (Vatan, 2013) Sonuç olarak, sermaye birikimin genel ihtiyaçları doğrultusunda devletin kadınların doğurganlık kapasitesi ve çocuk bakım emeği üzerindeki kontrolünü arttırmakta olduğu bir dönemden geçtiğimizi söyleyebiliriz.

Yeniden evlenmeler artıyor TÜİK verilerine göre, son on yılda, boşanan çiftlerin sayısındaki ortalama artış yüzde 2,8 iken, evlenen çiftlerin sayısında ise ortalama 1,1’lik bir artış yaşanmış (TURKSTAT, 2012b). Dolayısıyla, boşanmaların evliliklerden daha hızlı arttığını söyleyebiliriz. Öte yandan, yeni evlenen çiftler içerisinde, taraflardan en az birinin daha önce evlenip boşandığı bilgisine baktığımız-


Kadınların Gezi isyanı ve ötesi

da, boşanmış kişilerin yeniden evlenme oranında da ciddi bir artış görüyoruz. Boşanmış kadınların, erkeklere oranla evlenme eğilimi daha düşük olsa da, oran her iki kesim için de artmış (Son on yılda, erkeklerde yüzde 7,7’den yüzde 12,3’e; kadınlarda ise yüzde 5’ten, yüzde 10,7’ye artmış). Sonuç olarak, artan sayıda evlilik boşanma ile sonuçlansa da, artan sayıda boşanmış kişinin de yeniden evlendiğini görüyoruz. Bu durum, boşanmalardaki artışa rağmen, neden toplumda baskın olan ilişki biçiminin heteroseksüel evlilikler olduğunu izah ediyor (2001 ile 2012 yılları arasında 15 yaş üzeri nüfusun evlilik oranı hemen hemen hiç değişmemiş ve yaklaşık yüzde 64 olarak kalmış) (TURKSTAT, 2012b).

Ev içinde emek sömürüsü var TÜİK’in 2006 yılında yaptığı zaman kullanımı anketi sonuçlarına göre, kadınlar günde ortalama beş saat ev işi yaparken, erkekler yaklaşık 51 dakika ev işi yapıyor6. Ev içi cinsiyete dayalı işbölümünün kadının ücretli bir işte çalışıp çalışmadığına göre değişimini incelediğimizde, çalışan kadının günde ev işlerine yaklaşık 4 saat, ücretli bir işte çalışmayan kadının ise 5 saat 43 dakika ayırdığını görüyoruz. Aynı rakamlar, çalışan ve işsiz olan erkek için hemen 6 - TÜİK araştırmasında ev işleri ‘hane halkı ve aile bakımı’ üst başlığı altında toplanmış ve şu kalemleri içeriyor: Yiyecek hazırlama (yiyecekleri temizleme, yemek pişirme, çay, kahve vb. yapma, sofra hazırlama vb.), Bulaşık yıkama, artan yiyecekleri dolaba kaldırma, sofrayı toplama vb.), Konserve, turşu, peynir, sucuk, salamura vb. yapma, kurutma, dondurma vb. (hane tüketimi için), Konutun ve eşyaların temizlenmesi, düzenlenmesi (silme, süpürme, toz alma, yıkama, silkeleme vb.), Bahçe temizliği (süpürme, yıkama, kar küreme, ilaçlama, çiçek, çim ekme vb.), Isınma (soba, kalorifer vb. yakma, temizleme, odun taşıma, tezek yapma, tüp değiştirme vb.), Su (su deposunu doldurma, temizleme, şofben yakma vb.), Çeşitli düzenlemeler (evi süsleme, bavul hazırlama, alışveriş paketlerini yerleştirme vb.), Çamaşır yıkama, çamaşırları ayrıştırma, makineye yerleştirme, asma katlama, ütüleme vb., El işi (dantel, örgü, nakış yapma, dikiş dikme, halı, kilim dokuma vb.), Kıyafetlerde sökük, yırtık tamiri, ayakkabı onarımı, ayakkabı boyama vb., Tarımsal faaliyet olmayan bahçe ve ehli hayvan bakım işleri (ot temizleme, sebze vb. dikme, toplama, bahçe sulama, tavuklara yem verme vb.), Kedi, köpek, kuş vb. evcil hayvan bakımı, gezdirme vb., Konutla ilgili inşaat ve yenileme işleri (boya-badana, mutfak, banyo, elektrik tesisatı yenileme vb.), tamiratlar (musluk tamiratı vb.), Ev eşyalarının yapımı, tamiratı ve bakımı (lamba, avize tamiratı, ampul, pil değiştirme, bıçak bileme, modüler mobilya kurma vb.), Hanehalkı ferdinin yaptığı araç bakımı (lastik değiştirme, cilalama, yıkama, garaja çekme vb.) Alışveriş yapılması, Ticari ve idari hizmetler (fatura ödeme, banka, avukat vb.den hizmet alma, bekleme, taksit ödeme vb.), Kişilere yönelik hizmetler (doktor muayenesi, tedavi olma, kuaför ve güzellik salonlarındaki hizmetler, vb.), Hanehalkı yönetimi (hane bütçesi hesabı, form doldurma, seyahat planı yapma vb.), Çocuklara fiziksel bakım ve denetim (bebekleri emzirme, bezini değiştirme, banyo yaptırma, yatırma, oynarken izleme vb.), Çocuğun eğitimi (ev ödevine yardım etme, kontrol etme vb.), çocukla beraber okuma, oyun oynama, konuşma, resim yapma vb.) Çocuğa eşlik etme (okulunu ziyaret etme, veli toplantısına katılma, servise bindirme, servisten alma vb.), Yetişkin, hasta veya yaşlı bir aile ferdine yardım (banyo yaptırma, saç tarama, ilaç verme, hastaneye götürme vb.)

39


40

ONBİIRINCITEZ

Yukarıda ipuçlarını yakaladığımız, patriyarkanın bu değişiminin, gün geçtikçe gelişmiş kapitalist ülkelerdekine benzemekte olan bir dönüşüm olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, bana göre, dinin baskıcı bir rejime dönüşmüş olması durumu aşıldığında, kapitalist kalkınmanın kadınları güçlendirmeye, patriyarkayı zayıflatmaya devam edeceği yönündeki yaklaşım sorunlu. Kanımca, dini baskı ve Başbakanın ve partisi AKP’nin despotik yönetim anlayışı, patriyarkayı farklı ve kendine özgü biçimlerde dolayımlıyor. hemen aynı (çalışan erkek 43 dakika, işsiz erkek 1 saat 12 dakika) (TURKSTAT, 2006). Dolayısıyla, ev dışında ücretli bir işte çalışan kadınların, ev işlerine harcadıkları zamanda ciddi bir düşüş olmadığı gibi, bu işleri evdeki erkeğin yapmadığını görüyoruz. Daha fazla detaya girmeye gerek kalmaksızın, bu veri dahi tek başına evdeki cinsiyete dayalı işbölümünün ve bu işbölümünün getirdiği emek sömürüsünün varlığını ortaya koyuyor.

5. Sonuç Bir önceki bölümde özetlediğim verilerin yansıttığı değişimi nasıl yorumlayacağız? Öncelikle erkekler ücretsiz aile işçisi olarak kadınların emeğine el koyma olanaklarını yitiriyor. Öte yandan, kapitalizm ile patriyarkanın karşılıklı etkileşimi sonucunda, erkeklerin ev içi emek sömürüsü kadınların ücretli/ ücretsiz emek kıskacının daralmasına yol açıyor; çünkü kadınların tarımdışı ücretli istihdamı gittikçe artıyor. Ayrıca, devletin kadının doğurganlığı ve bakım emeği üzerindeki denetimini arttırması, hali hazırda var olan ev içi emek sömürüsünü yeniden üreten, ve kadınların ücretli/ ücretsiz emek kıskacını daha da daraltan bir işlev görüyor. Yine, görünen o ki, son yıllarda, kırılgan istihdam biçimleri tarım-dışı sektörlerde artmıyor. Dolayısıyla, kanımca, işgücü piyasasındaki toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılıktan ziyade, daralan ücretli/ ücretsiz emek kıskacı, kadınların erkeklerden bağımsız bir hayat kurmaları önünde engel olmaya devam ediyor. Böylece, kadınlar boşansalar dahi yeniden evleniyor. Bu yolla, erkekler, kadınların ev içi emeğini ardışık evlilikler yoluyla sömürmeye devam edebiliyor. Yukarıda ipuçlarını yakaladığımız, patriyarkanın bu değişiminin, gün geçtikçe gelişmiş kapitalist ülkelerdekine benzemekte olan bir dönüşüm olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, bana göre, dinin baskıcı bir rejime dönüşmüş olması durumu aşıldığında, kapitalist kalkınmanın kadınları güçlendirmeye, patriyarkayı zayıflatmaya devam edeceği yönündeki yaklaşım sorunlu. Kanımca, dini baskı ve Başbakanın ve partisi AKP’nin despotik yönetim anlayışı,


Kadınların Gezi isyanı ve ötesi

patriyarkayı farklı ve kendine özgü biçimlerde dolayımlıyor. Farklı ve kendine özgü olan bu biçimler neler? Her şeyden önce, dini baskı ve Başbakanın ve partisi AKP’nin despotik yönetim anlayışı toplumdaki egemen ilişki biçiminin erkeğin bireysel faydasının esas alındığı heteroseksüel evlilik olmasına hizmet ediyor. İkinci olarak, ev içerisinde cinsiyete dayalı işbölümü bu yolla pekiştiriliyor. Yine, devletin kadın doğurganlığı ve bakım emeği üzerindeki denetimini bu yolla arttırdığını daha önce belirtmiştik. Ancak, bu denetimin, Türkiye koşullarında hala heteroseksüel evlilik ilişkileri içerisinde mümkün olduğunu unutmayalım. Dolayısıyla, dini baskı ve Başbakanın ve partisi AKP’nin despotik yönetim anlayışı, erkek öznenin patriyarkadan sağladığı faydayı pekiştirecek biçimde ortaya çıkıyor. Özetlersek, tüm bu etkenler, kadının ezilmesinin öznesi olan erkeği dolayımlıyor ve görünmez kılıyor. Öte yandan, biliyoruz ki, dini baskı ve Başbakanın ve partisi AKP’nin despotik yönetim anlayışı, görece yüksek eğitimli olan, kentli, ücretli istihdam edilen ya da feminizm dışındaki farklı ideolojileri savunan kadınları, ‘kurtulmuş kadın’ yanılsamasından süratle çekip çıkarttı. Bu anlamda, gittikçe genişleyen ve belirli bir dereceye kadar başörtülü kadınları da kapsayan güçlü bir kadın ittifakı da yarattı. Bana göre, bu ittifakı uzun vadeli olacak şekilde korumak ve kalıcı kazanımlar elde etmek, dinin, Başbakanın ve AKP’nin maskelediği erkek özneyi açığa çıkartmakla mümkün –sadece kadına yönelik erkek şiddeti değil, kadın emeğini ilgilendiren konularda da. Farklı bir yönde ilerleyen, yani kadınları dini baskı ve AKP’ye karşı örgütleme üzerine kurulacak bir stratejinin, kısa vadede, geçici kazanımlar elde ederek bu geniş ittifakı parçalayacağına inanıyorum. Özetle, kadınların Gezi vesilesiyle yükselen isyanını, hangi dine mensup bir ülke olduğumuzdan ve iktidar partisinin kim olduğundan bağımsız olarak, kadın kurtuluşu hedefi ile buluşturmakta ısrarcı olan bir feminist hareketi güçlendirmek gerektiğini düşünüyorum.

Kaynaklar: BERIK, G., VAN DER MEULEN RODGERS, Y. & SEGUINO, S. 2009. Feminist Economics of Inequality, Development, and Growth. Feminist Economics, 15(3), 1-33. BROWN, C. 1981. Mothers, Fathers and Children: From Private to Public Patriarchy. In: SARGENT, L. (ed.) Women and Revolution: A Discussion of the Unhappy Marriage of Marxism and Feminism. New York: Pluto Press. COCKBURN, C. 1985. Machinery of Dominance : Women, Men, and Technical Know-How, London ; Dover, N.H.: Pluto Press. COCKBURN, C. 1991. Brothers : Male Dominance and Technological Change, London: Pluto. DALLA COSTA, M. & JAMES, S. 1973. The Power of Women and the Subversion of the Community, Bristol, Eng.: Falling Wall Press. DEFOE, D. 2010. The Farther Adventures of Robinson Crusoe; : Being the Second and Last Part of His Life, and of the Strange Surprizing Accounts of His Travels Round Three Parts of the

41


42

ONBİIRINCITEZ Globe, Milton Keynes: Gale Ecco. DELPHY, C. 1977. The Main Enemy : A Materialist Analysis of Women’s Oppression, London: Women’s Research and Resources Centre Publications. DELPHY, C. 1984. Close to Home : A Materialist Analysis of Women’s Oppression, London: Hutchinson in association with the Explorations in Feminism Collective. DELPHY, C. & LEONARD, D. 1992. Familiar Exploitation : A New Analysis of Marriage in Contemporary Western Societies, Cambridge, Mass: Polity Press. DPT 2007. Dokuzuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı (2007- 2013) (9th five Years Long Development Plan 2007 - 2013). In: ORGANISATION), D. P. T. T. S. P. (ed.). Ankara: Resmi Gazete. ELSON, D. 2011a. Gender and the Global Economic Crisis in Developing Countries: A Framework for Analysis. In: PEARSON, R. & SWEETMAN, C. (eds.) Gender and the Economic Crisis. UK: Oxfam GB. ELSON, D. & WARNECKE, T. 2011b. Imf Policies and Gender Orders: The Case of the Poverty Reduction and Growth Facility. In: YOUNG, B., BAKKER, I. & ELSON, D. (eds.) Questioning Financial Governance from a Feminist Perspective. USA, Canada: Routledge ELSON, D., GROWN, C. & CAGATAY, N. 2007a. Introduction: Why a Feminist Economics of Trade? In: ELSON, D., VAN STAVEREN, I., GROWN, C. & CAGATAY, N. (eds.) The Feminist Economics of Trade. London New York: Routledge. ELSON, D., GROWN, C. & CAGATAY, N. 2007b. Mainstream, Heterodox and Feminist Trade Theory. In: ELSON, D., VAN STAVEREN, I., GROWN, C. & CAGATAY, N. (eds.) The Feminist Economics of Trade. London, New York: Routledge. FEDERICI, S. 2004. Caliban and the Witch: Women, the Body and Primitive Accumulatio, Canada: Autonomedia. FOLBRE, N. 2008. Valuing Children: Rethinking the Economics of the Family, USA: Harward University Press. FOLBRE, N. 2009. Varieties of Patriarchal Capitalism. Social Politics, 16(2), 204-209. HARTMANN, H. 2011. Kapitalizm ile Patriyarka ilişkisi. Ücretli Ücretsiz Emek Kıskacında kadın konferansı. Istanbul: Sosyalist Feminist Kolektif. HIMMELWEIT, S. 1983. Exploitation. In: BOTTOMORE, T. B. (ed.) A Dictionary of Marxist Thought. UK: Basil Blackwell. ILO 2012. Global Employment Trends for Women. Geneva. KOCABICAK, E. 2013. The Relationship of Patriarchy and Capitalism: The ‘Win-Win’ Scenario Reconsidered (Yayın Aşamasında). Kadın Çalışmaları Dergisi, 10. KONDA 2013. Gezi Parkı araştırması sonuçları. LEWIS, J. 1997. Gender and Welfare Regimes: Further Thoughts. Journal of Social Politics, 4(2), 160- 177. MIES, M. 1998. Patriarchy and Accumulation on a World Scale: Women in the International Division of Labour, London, New York: Zed Books. MIES, M., BENNHOLDT-THOMSEN, V. & WERLHOF, C. V. 1988. Women : The Last Colony, London ; Atlantic Highlands, N.J.: Zed Books. NTVMSNBC 2009. Erdogan: Is Isten Gecmeden En Az 3 Cocuk (Erdogan: Minimum 3 Children before It Is Too Late). ORLOFF, A. 1993. Gender and the Social Rights of Citizenship State Policies and Gender Relations in Comparative Research”. American Sociological Review, 58(3), 303- 328. SEGUINO, S. 2000. Accounting for Gender in Asian Economic Growth. Feminist Economics, 6(3), 27- 58. SEGUINO, S. 2011. The Global Economic Crisis, Its Gender and Ethnic Implications and Policy Responses. In: PEARSON, R. & SWEETMAN, C. (eds.) Gender and the Economic Crisis. UK: Oxfam GB. SEGUINO, S. & GROWN, C. 2007. Gender Equity and Globalisation: Macroeconomic Policy for Developing Countries. In: ELSON, D., VAN STAVEREN, I., GROWN, C. & CAGATAY, N. (eds.) The


Kadınların Gezi isyanı ve ötesi Feminist Economics of Trade. London New York: Routledge. TEPAV, T. E. P. A. V. Ö. I. K. E. P. R. F. O. T. 2007. Türkiye’nin Rekabet Gücü Için Sanayi Politikası Çerçevesi (Outline for an Industrial Policy Regarding the Competitiveness Power of Turkey). Istanbul. TRTHABER 2013. Bir, Iki Çocuk Iflas Demektir (One or Two Children Means Bankruptcy). TURKSTAT 2000. Nüfus sayımı, 1927-2000. TURKSTAT 2006. Zaman kullanımı istatistikleri. TURKSTAT 2012a. Hanehalkı emek gücü istatistikleri. TURKSTAT 2012b. Evlilik ve Boşanma İstatistikleri (2001- 2012). TURKSTAT 2013. Doğurganlık göstergeleri (2001- 2012). VATAN 2013. En Az Üç Çocuk Lazım, Biri Ikisi Iflas Demek (Minimum Three Children Is Required, One or Two Means Bankrupcty). WALBY, S. 1986. Patriarchy at Work, Minneapolis: University of Minnesota Press. WALBY, S. 1990. Theorizing Patriarchy, Oxford, UK ; Cambridge, MA: B. Blackwell. WALBY, S. 1997. Gender Transformations, London ; New York: Routledge. WALBY, S. 2007. Complexity Theory, Systems Theory and Multiple Intersecting Social Inequalities. Philosophy of the social sciences, 37(4), 449- 470. WALBY, S. 2009. Globalisation and Inequalities: Complexity and Contested Modernities, London: Sage Publications Ltd. WALBY, S. 2011. The Future of Feminism, Cambridge: Polity.

43


44

ONBİIRINCITEZ

Taksim Gezi Direnişi ve Kürtler XWE Metin Ayçiçek

Ü

zerine çok yazılmış bir konuda yeni bir yazı yazmanın, hele de söylenmiş olanlardan farklı bir şeyler söyleyerek yazıya yönelik bir ilgi yaratmanın kolay olmadığını biliyorum. Ama buna rağmen henüz Gezi’nin kendi gerçekliğiyle yeterince değerlendirilebildiğini de düşünmüyorum. Elbette ben de bunu beceremeyeceğim. Ama bu, konu üzerine yazan bunca yazarın analiz yeteneklerinin yeterliliğiyle bağlantılı bir şey değil. Çünkü Taksim-Gezi Direnişi, ondan beklenen etkileri daha sonraki aylar ya da yıllar içerisinde somutça görülebilecek olan tarihsel bir örnek ve tarihi bir momentin ifadesidir. Fransız düşünür – psikolog Bernard Stiegler’in yazdığı gibi: “Ölüm, hayata dayanamaz. Karanlık, ışığı hoş görmez. Kış soğukları, baharın gelişinden nefret eder. Fakat hiçbir oyun oynanmadı, hala hiçbir şey kaybedilmedi. Boğaz’ın akıntılarına kan dökülmüyor. Her şey hala mümkün. Her ne olursa olsun bir gün bahar kışa üstün ge­lecek. Her ne olursa olsun Taksim 2013 halkların hafızasında kazın­mış olarak kalacak.”1 Böylesine örnek ya da tarihsel anlar (moment) yaşandığı anın sıcak algılarıyla yapılan analizlerle değil, belki aylar ya da yıllar sonra ancak tarihsel olarak oturması gereken yere oturtulabilecektir. Bizlerin yaptığı ise, geleceğin tarihçilerine belge hazırlamaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir.

Gezi neydi? Taksim Gezi Direnişi, belki yoğunluk olarak Taksim’de gerçekleşen bir etkinlik olarak bu adı alsa da, bu adla anılması bize eylemin bir Türkiye eylemi olduğu 1 - Bernard Stiegler, Jacob Rogozinski, Alain Badiou’dan verilen alıntılar şu derleme yazıdan alınmıştır: “Direnişi Düşünmek” Onlara Adanmıştır. Cengiz Erdem. 29 Temmuz 2013.


Taksim Gezi Direnişi ve Kürtler

gerçeğini unutturmamalıdır. “Korku İmparatorluğu” adıyla anılan bu ülkede, sessizliğin hüküm sürdüğü Anadolu topraklarının Batısı’nda yıllardır ilk kez böylesine cesur, yaygın ve uzun süreli direnebilen eylemler söz konusu idi. Gezi Parkı, sürecin bütününe adını veren bir sembol olduysa da, gerçekten de “Gezi sadece Gezi değildi”. Gezi ile birlikte anılması gereken yetmişi aşkın kentte söz konusu olan şey, değişik sosyal sınıf ve tabakaların, inanç ya da politik farklılıklarına rağmen bir araya gelerek, “ortak paydası hoşnutsuzluğun dillendirilmesi” olan, daha önceki örnekleriyle fazlaca benzeşmeyen, kendine özgü bir başkaldırı örneği idi. “İnsanlar, sokağa çıkmanın zor olmadığını anladılar. Birlikten güç doğduğunu ve büyük kitlesel güç karşısında iktidarların sarsıldığını gördüler. Bununla birlikte, umulur ki düşün­meye başladılar. Politik düşünce, neyin istendiğini formüle etmek­tir” diyen Fransız düşünür Jacob Rogozinski de hem olgunun tanımında hem de beklentisinde kesinlikle haklıydı. Gezi sonrasında, üzerine tartışmaya bile gerek kalmadan ortaklaşılan tek şeyin “Gezi’den sonra bu topraklarda artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı” gerçeğidir. *** Nasıl bir kitle bileşenine sahipti eylem? Hangi sınıfları ya da sınıf katmanlarını kucaklıyordu? Bu sorular da çok tartışılan sorular arasında yer alıyorlardı elbette. Erdoğan’ın SDP’yi örnek vererek ve egemen sınıfların onlarca yıldır yaptığı tanımı tekrar ederek direnişi “marjinallerin, yasal parti görünümündeki terörist grupların eylemi” olarak tanımlaması saçmalığını bir yana atarak söyleyecek olursak, Gezi Direnişi’ne “orta sınıflar hareketi; toplumsal dıştalanmışların, ötekileştirilmişlerin, ezilmişlerin hareketi” diyenler de vardı, “başta öyle idi ama sonraki günlerde esas olarak varoşlardan gelen ezilmişlerin hareketi oldu” falan diyenler de. Yapılan anketler ise okumuş gençlerin bu direnişte büyük çoğunluğu oluşturduğunu göstermekteydi. Direnişe katılanların sınıfsal yapılanmaları üzerine farklı iddialar ve tartışmalar olsa da, Gezi kitlesinin, orada bulunuşu anlamlandırmak için söyledikleri üzerinden kabaca şöyle bir tanımlama yapmak mümkündür: - Sistem karşıtları (kapitalizm karşıtları; yeni bir toplumsal sistem arayanlar), - Hükümet’ten hoşnut olmayanlar; CHP’lisinden Anti-Kapitalist Müslümanlar’a, Cumartesi Anneleri’nden Ergenekon’cusuna kadarAKP Hükümeti karşıtları; AKP’ye muhalif güçler, - AKP’li olup da buna rağmen uygulamalarından dolayı AKP’den hoşnut olmayanlar, - Kişisel yaşamlarının, hükümetin daha çok dinden referans alan politik uygulamaları nedeniyle tehdit altında olduğunu düşünenler, - Kentsel dönüşüm politikasının yersiz yurtsuz bırakarak mağdur ettiği toplumsal kesimler,

45


46

ONBİIRINCITEZ

Marx ve Engels’in Paris Komünü’ne ilişkin düşüncelerini irdeleyen Lenin bu konuda şöyle diyor: “Devrim, iktidar mücadelesi veren toplumsal güçler arasında açık bir boy ölçüşmedir. Halk kitleleri, çoğu kez hareketin hedefleri ve rotasına ilişkin herhangi bir fikirleri olmaksızın, en temel yaşamsal güdüler ve çıkarlarla harekete geçerek ayaklanırlar: Partilerden biri bayrağının üzerine “kanun ve adalet” yazar, bir diğeri “düzen”; devrimin “kahramanları” “görev” bilinciyle hareket ederler ya da tutkunun esiri olurlar…”

lar,

- Polis şiddetine tepki gösterenler, - Yıllardır bastırılmış olan ötekileştirilmişler; toplumsal yaşamdan dıştalanan- Çevreciler, yeşilciler vb.

Jean-Luc Nancy’nin güzel tanımı Taksim-Gezi Direnişi’nin örgütsel yapılanmalarına ilişkin bir fotoğraftır sanki: “Gezi olayı öncelikle özne merkezli politik yapılanmaların, başkan­ları ve amirleriyle özdeşleşen hiyerarşik iktidar kurgularının ve tem­sili demokrasinin timsali olduklarını iddia eden otorite figürlerinin karşısına lidersiz, heterarşik ve başkaları tarafından temsil edilmek yerine kendilerini sahneye koyan yeni bir örgütlenmeyle çıktı.” Direnişte yer alan SDP Genel Başkanı Rıdvan Turan da buna yakın bir saptama yapmıştır: “Gezi Direnişi bir merkezden yönetilmeyen, kozmopolit ama uyum içinde bir ortam sağladı… Heterojendi, bir önderlikten yoksundu, somut bir programı yoktu. Gerekli bazı araç ve yöntemlerden yoksundu. Var olan sadece kitlelerin yaratıcı inisiyatifi ve kendiliğinden politik eylemiydi. Bu sebeplerle direniş sadece bir prova olarak kaldı.” 2 KCK Eş Başkanı Cemil Bayık KCK’nin Gezi Direnişi karşısındaki tutumunun bir anlamda özeleştirisi sayılabilecek olan BBC ile söyleşisindeki tanımını da aktarmak gerekir buraya: “Evet, Gezi Parkı’nda eyleme katılanlar çok çeşitli çevrelerdi. Sol, anti-kapitalist Müslümanlar, çevreciler, insan haklarını savunanlar, liberaller, demokratlar, akademisyenler, yani toplumun birçok kesimini temsil eden örgüt veya yandaşları vardı. Bir kesimi de belki hiç bir örgütle ilgili olmayan kesimlerdi. Bu muazzam bir şeyi ifade ediyor. Özellikle uzun bir tarihten sonra Türkiye toplumunda böyle bir oluşumun gelişmesi, Türkiye için büyük bir şanstır. İşte egemenler bunun tehlikesini gördüler ve onu provoke etmeye çalıştılar. Kitle politikleşmesin, örgütlü bir kitle haline gelmesin, örgütlü bir mücadele yürütül2 Turan, Rıdvan. Direnişin Kodları ve Konvansiyonel Siyaset-1-2.


Taksim Gezi Direnişi ve Kürtler

mesin istediler.” Politik bir önderlikten yoksun olarak ama nihai olarak kesinlikle politik olan bir şeylerden hoşnut olmayanlar zaman zaman bir kıvılcımla, örneğin bir kamu görevlisinin zulmüne, ya da bir tecavüzcünün gerçekleştirdiği iğrenç bir olaya, ya da herhangi bir gün onlarca örneğini görmelerine rağmen o gün bardağı taşıran sonuncu damla olan bir hukuksuz uygulamaya karşı meydanlara taşabilirler. Marx ve Engels’in Paris Komünü’ne ilişkin düşüncelerini irdeleyen Lenin bu konuda şöyle diyor: “Devrim, iktidar mücadelesi veren toplumsal güçler arasında açık bir boy ölçüşmedir. Halk kitleleri, çoğu kez hareketin hedefleri ve rotasına ilişkin herhangi bir fikirleri olmaksızın, en temel yaşamsal güdüler ve çıkarlarla harekete geçerek ayaklanırlar: Partilerden biri bayrağının üzerine “kanun ve adalet” yazar, bir diğeri “düzen”; devrimin “kahramanları” “görev” bilinciyle hareket ederler ya da tutkunun esiri olurlar…” İşte Taksim-Gezi Direnişi, devleti ele geçirmeyi hedeflemese de, sonuçta kesinlikle politik olana yönelik böylesi bir eylem idi. “binlerce duygu, düşünce, ruh hali, yetenek ve tutku, güçlü bir girdaba kapılır, onun hükmü altına girer, içinde kaybolur ya da yüzeye çıkar; fakat bir devrimin nesnel anlamı şudur ki, bu mücadele, eskimiş toplumsal ilişkilerin yeniden inşası adına devlet iktidarı için verilen bir mücadeledir.” (Lenin. 35 Yıl Sonra: 18711906.) Yine bir Fransız düşünür, bir Komünist olan Alain Badiou da Taksim-Gezi’nin kitlesel bileşenlerine bakarak bu içeriği tartışıyor: “Gezi’deki insan nedir, kimdir? Bu ortaklığın maddesini ve ru­hunu nasıl düşünmeli? Şimdilik kesin olan tek bir şey var: bu insan, bu madde, bu ruh neo-liberal kapitalizmin dünyasındaki insan, madde, ruh değil. O halde çekinmeden söylenmeli: şimdi bizim görevimiz gelmek­te olan bu insana, bu maddeye, bu ruha yer açmak. Onların birlikte vuku buluşunu/yer alışını düşünmek ve gerçekleştirmek. Yeni bir özgürlük rotası, yeni bir demokrasi haritası çizmek.” *** Yaşadığımız son üç-beş yıl içinde Dünya’da da örneklerine rastlanan örneğin Öfkeliler Hareketi benzeri bir direniş örneğiydi Taksim-Gezi Direnişi, ama onlardan apayrı özelliklere de sahipti, bölgesel bir içeriği ve bölgenin renklerini taşımaktaydı. Güney-Amerika ülkelerindeki böylesi direnişlerde konu bile olamayacak bir Hıristiyan-Ateist buluşması, Anadolu-Mezopotamya topraklarında yakın bir zamana kadar düşünülmesi bile mümkün olmayan bir ilkti. Sorunlu bir durum yaratsa da resmi-milli bayraklarıyla birlikte Gezi’nin ilk günlerinde yer alan Kemalistler bir yandan “AKP’nin polisine” taş atarken, öte yandan “sömürgeciliği” taşlamakta olan Kürtlerin Apo resimleriyle yanlarında yer almamasına özen göstermekteydiler. Müslümanların Miraç ibadetleri sırasında çevrelerini

47


48

ONBİIRINCITEZ

kuşatan ateistlerin onları polise karşı koruma çabaları Gezi öncesinde görülmesi hayal bile edilmeyecek resimlerdi. Facebook üzerinden bir muhalifle tartışan gezi katılımcısı bir genç şöyle yazıyordu: “Birbirine düşmanca davrananlar mücadele içinde birbirine yakınlaşıyor dedik; ama sen ‘eski ezberlerini’, ‘eski korkularını’ bir kenara bırakamadın. Sorun şu an için AKP, doğru. İktidarla mücadele ediyoruz, tamam. Ama esas sorun devlet. AKP ve Erdoğan’dan önce de, şimdi olduğu gibi zalimdi devlet. Devlette, zalimlik konusunda, süreklilik esastır. ‘Devlet fetişizmini’ ve şu ‘bölünme paranoyasını’ bir kenara bırakırsan, beraber daha güzel direnir, herkesin -istinasız herkesin- eşit ve özgür olduğu bir cumhuriyeti birlikte kurabiliriz. O nedenle, gel sen ‘Güneydoğu’da kuzu olan polisler, halka karşı aslan kesiliyor’ gibi ‘faşist’ manşetler atan Sözcü’ye uyma. Biz seninle ‘faşizme karşı omuz omuza’ diyerek direndik. Gel sen herkes için özgürlük ve eşitlik talep et.” Ama her şeyden daha ötesi, aynı topraklar üzerinde yaşamakta olan Kürt halkıyla Türk Devleti arasında kırk yıldır sürmekte olan sıcak savaş, çok zayıf bir olasılık da olsa ilk kez bir barış olanağını birlikte değerlendirmek için yeni bir süreci başlattığı özel bir dönemde patlayan Taksim-Gezi Direnişi, sömürgeci-kapitalist Türk sistemine alışık olmadığı bir şaşkınlığı yaşatırken, “Türk toplumunun barış için kımıldamaya hiç niyeti yok” düşüncesine inanmış olan Kürt halkının büyük çoğunluğu içerisinde ise yaşanan sürece ilişkin ciddi tereddütler yarattı. Eylül ortasında yaşananlar ile birlikte Gezi’nin artık Türkiye gündeminden hiç düşmeyeceği bir kez daha anlaşılmış oldu. Bu saptama, geleceğe yönelişte Türk ve Kürt halklarının birlikte mücadele anlayışının büyük gereksinimi olan “güven sorunu” açısından ciddi bir açılımı gerektirmektedir. Haziran ağırlıklı eylemler sürecinde Kürt aydınlarının bir kısmının Taksim-Gezi Direnişi’ne ilişkin takındıkları şaşkınlık hali irdelenerek, tam da Konferans’lar gibi halkların irade birliğinin tesisinin gündemleştirildiği günümüz çabalarını ve yeni süreci kirletmesini engellemek için, sorunu bu bağlamda tekrar masaya yatırmakta büyük yarar var. ***

Geçmişten Gezi’ye üç örnek Toplumsal hareketlere ilişkin komünistlerin tavrına ilişkin ilk ve önemli bir dersi Marx ve Engels’in 1871 Paris Komünü olayında aldıkları tavırdan çıkarabilmekteyiz. Fransa’da Prusya savaşı sırasında Blankistlerin ve Bakunincilerin çoğunlukta olduğu bir ayaklanma olan Paris Komünü direnişini eleştirmelerine rağmen, Komün’ün yanında olmaya özen gösteren Marx ve Engels, geleceğe yönelik ciddi projelerin sahibi olan siyasal örgütlenmelerin, kimin önderliğinde yapılırsa yapılsın, her toplumsal direniş eyleminde etkinliğin yanında durulması


Taksim Gezi Direnişi ve Kürtler

gerektiğinin önemli bir örneğini sergilerler. “Siyasal eylemlerinde, Blanqui, özünde, iyi örgütlenmiş bir küçük azınlığın doğru bir anda bir devrimci ayaklanmayı başlatma girişiminde bulunması halinde, bunun başlangıçta birkaç başarı elde etmesiyle, halk yığınlarını peşinden sürükleyeceğine ve böylece muzaffer bir devrimi başarabileceğine inanan bir ‘eylem adamı’ idi” diye eleştiren Engels, siyasal önderlikten yoksun devrimlerin böylesine ayaklanmalarla ortaya çıkamayacağını savunmakla birlikte, böylesine bir toplumsal direnişle karşı karşıya kalındığında siyaseten bu hareketin dışında kalınamayacağının altını kalınca çizer. *** Bu politik tutum alışın bir başka örneği ise 22 Ocak 1905 Papaz Gapon’un düzenlediği kitlesel yürüyüşü, yürüyüş öncesinde eleştirerek engellemeye çalışan Leninci Bolşeviklerin, yürüyüşü engelleme çabaları başarıya ulaşamayınca, özellikle kitlelere yönelik saldırıları boşa çıkarma amacıyla yürüyüşe doğrudan katılmaları örneğidir. Taksim-Gezi Direnişi’nin 22 Ocak 1905 Papaz Gapon Hareketi ile doğrudan hiç bir benzerliği yok elbette. Birbirinden tamamen farklı nitelikli eylemler olmasına rağmen bunları ortaklaştıran “toplumsal bir direniş eylemi olmak, siyasal bir önderlikten yoksun bir hareket olmak, programsızlık, doğrudan sistemi karşıya almamak” gibi ortak özelliklerinden söz etmek mümkündür. Yazımda belli bir ağırlık vererek eleştireceğim BDP ya da HDP’nin de Bolşeviklerle benzerliğini iddia edecek değilim. Ama dönemin Bolşeviklerinin Gapon Hareketi karşısındaki duruşu, “halkların kardeşliği ve birlikte yaşam” anlayışını ideolojik bir prensip olarak programının temel ilkesi olarak kaydetmiş olan Kürt Özgürlük Hareketi için de ciddi tarihsel deneyimlerle dolu olduğunu söyleyebilmek kesinlikle mümkündür. Bu nedenle Avrupa’da yayınlanmakta olan Yeni Özgür Politika Gazetesi’ndeki konuya ilişkin ilk yazılarımdan itibaren bu benzetmenin altını çizmeye çalıştım. Petersburglu işçiler, 22 Ocak 1905’te “babamız” diye tanımladıkları Çar II. Nikola’ya bir dilekçe vererek iş gününün 8 saate indirilmesi, asgari ücretin daha adil olması, fazla mesainin kaldırılması gibi istemlerini dile getirmek için Çar’ın Kışlık Sarayı’na doğru silahsız ve barışçıl bir yürüyüş yaptılar. Çarın askerleri silahsız yürüyüş yapan bu yüz bin işçiye ateş açarak binden fazlasını öldürdü. Bu olay tarihte Kanlı Pazar olarak adlandırılır. Bu yürüyüşü düzenleyen Papaz Gapon ise gerçekte bir Ohranka (Rus siyasal polis örgütü) ajanı idi. Yürüyüşün devlet tarafından düzenlenmesinin arkasında bugünün Türkiye’siyle de benzeşen önemli bir takım gelişmeler yatmaktaydı. O yıllarda Bolşeviklerin etkisiyle işçi sınıfı hareketi eylemliliğini bir hayli artırmış, birçok yerde

49


50

ONBİIRINCITEZ

yeni grevler ve işçi direnişleri başlatmış; işçi eylemleri Rusya’nın diğer kentlerine de yayılmıştı. Çarlık yönetimi muhalefetin mücadelesiyle ilk kez böylesine daraltılmıştı. Ayrıca, Rus-Japon Savaşı’nda Çarlık Ordusu çok ağır kayıplar vererek yenilmiş olması ve savaşın neden olduğu ekonomik, sosyal, siyasal sıkıntılar artık gırtlağı da aşmıştı. Ama yenilginin yarattığı psikolojik çöküş daha ağır etkilere sahipti. Bu kara tablonun saklanabilmesi için, işçi eylemleri terörizm olarak tanımlanıyor ve savaş sırasında greve ya da eyleme giden bütün işçilerin aslında düşman Japonya’ya hizmet ettiği propagandası yapılıyordu. Bu tarihsel olayı anlatmamın nedeni tarih bilgilerinizi yenilemek değildir elbette. Ama ülkeyi kırk yıldır kirli bir savaşa mahkum eden sömürgeci-kapitalist sistemin dayanılmaz yükü; Dünya’yı yerinden oynatan ekonomik kriz sürecinde “teğet geçen” krizin, Türkiye’ye el ense çekmeye başlaması ve başta sadece yormaya yönelik olan çabalarını artık kündeye getirmek için kullanması; ekonomik krizin artık gizlenemeyen bir güçle toplumsal kesimlerin hepsini zorlaması; devletin sıkıştıkça sertleşmesi, sertleştikçe sıkışması ve muhaliflere karşı şiddeti orantısız artırması; AKP’nin toplumsal yaşamın her alanına dinsel referanslarla saldırıyor olması; AKP-Devleti’nin Suriye’ye yönelik bölgesel savaş kışkırtıcılığı içine girmesi ve doğrudan kendi çabaları ve fiili desteğiyle kurulan Özgür Suriye Ordusu çeteleriyle de Suriye’ye karşı sıcak savaşa fiilen katılması; Türkiye’nin Saddam’ı Roboski katili Erdoğan’ın tipik bir diktatör davranışı olan “devlet benim” inancıyla kibrini toplumun bütün sosyal grupları üzerinde sınırsız estirmeye başlaması; “sıfır sorunlu komşuluk ilişkileri” dış politikasının kısa sürede “sağım solum önüm arkam düşman” noktasına getirilmesi; ve en önemlisi HPG Gerilla güçlerinin giderek çapı büyüyen darbelerle artık misak-ı millinin sınırlarıyla tanımlanması mümkün olmayan büyük bir coğrafyada cirit atar hale gelmesi… Taksim-Gezi, yukarıda çizdiğim tablonun ürettiği hoşnutzsuzlar kitlesinin karmaşık ruh halinin öfkeyle dışa vurulduğu bir direniş eylemi idi. Bu eylemin içinde Gapon’lar var mıydı? Elbette yoktu, ama eylemin içinde komplo ya da Ergenekon arayanların da Gapon’a karşı Lenin’i uyarıp, bu etkinliğe katılmamayı önermekteydiler. Eyleme doğrudan katılan Bolşeviklerin tarzıyla Taksim-Gezi eylemine katılmak gerektiğini söyleyenlerdenim. Tarih o tarzın doğruluğunu çok kısa zamanda kanıtlamıştır. Kanlı Pazar’dan hemen kısa bir süre sonra Rusya’da grevler ve eylemler biçiminde işçi hareketine katılımı olağanüstü boyutta artırdı. Kitleler “kahrolsun kapitalizm” diyerek değil “kahrolsun zorbalık” sloganıyla sokaklara dökülmüştü.” Ve olay 1905 Demokratik Devrim’in Devrimi’nin de ilk kıvılcımı oldu.


Taksim Gezi Direnişi ve Kürtler

Bu eylemin içinde Gapon’lar var mıydı? Elbette yoktu, ama eylemin içinde komplo ya da Ergenekon arayanların da Gapon’a karşı Lenin’i uyarıp, bu etkinliğe katılmamayı önermekteydiler. Eyleme doğrudan katılan Bolşeviklerin tarzıyla Taksim-Gezi eylemine katılmak gerektiğini söyleyenlerdenim. Tarih o tarzın doğruluğunu çok kısa zamanda kanıtlamıştır. Lenin’in bu önemli olayı anlatan bir iki düşüncesini aktardıktan sonra, BDP’nin Taksim-Gezi Direnişi’ne ilişkin yaklaşımının eleştirisine geçeceğim. Lenin bu konuda şöyle diyordu: “Bugün, haklı olarak Rus devriminin başlangıcı sayılan “Kanlı Pazar”ın2 on ikinci yıldönümüdür. “On iki yıl önce bugün, Papaz Gapon’un önderliğindeki binlerce işçi –Sosyal Demokrat değil, Tanrı’dan korkan sadık kullar– başkentin her yanından merkeze, Kışlık Sarayın önündeki meydana doğru, çara dilekçe vermek için oluk oluk akıyordu. İşçiler azizlerin resimlerini taşıyordu. İşçilerin o zamanki önderi Gapon, çara yazdığı mektupta, onun kişisel güvenliği konusunda güvence vermiş ve halkın önüne çıkmasını istemişti. “Kanlı Pazar’dan sonraki “birkaç ay içinde manzara tamamen değişti. Yüzlerce devrimci Sosyal Demokrat “birdenbire” çoğalıp binlerce oldu; binler, iki üç milyon proleterin önderi oldu. Proleter mücadelesi, elli ila yüz milyonluk köylü kitleleri arasında yaygın kaynamalar, çoğu kez devrimci hareketler doğurdu. Köylü hareketi orduda yankısını buldu ve askerlerin isyanlarına, ordunun bir kesimiyle diğer kesimi arasında silahlı çarpışmalara yol açtı. Böylece, 130 milyon nüfuslu dev bir ülke devrime gitti; bu yolla, uyuşuk Rusya, devrimci bir proletaryanın ve devrimci bir halkın Rusya’sına dönüştü.” (V. İ. Lenin. 1905 Devrimi Üzerine Konuşma. Çev.: İsmail Kaplan)

Bir devlet ajanı olmasına ve eylemi devletin isterleri doğrultusunda gerçekleştirmesine rağmen, böylesine büyük bir katliam beklemeyen Gapon bile, bu olay sonrası “Artık Bir Çarımız Yok!” adlı açıklamasıyla tepkisini dile getirir. Lenin bu açıklamayı ciddiye alarak “Çarlık rejiminin kendi güdümündeki bir işçi sınıfı örgütlenmesine bile tahammülü olmadığı” belirlemesine ulaşır. Burada eklenecek iki vurgu var: Lenin ve Bolşevik parti, Gapon’u baştan itibaren bir devlet ajanı olarak tanımlayıp, onun düzenlemeye çalıştığı yürüyüşe karşı çıkmış olmasına rağmen, yürüyüşü engelleyemeyince bütün örgütlü gücüyle bu kitlesel eylemin içine girdi. İki hedef gözetiyordu: Birincisi, Çar’dan gelecek katliamın halk üzerindeki zararlarını bu direnişe güç katarak en aza indirebilmek; ikincisi, eylemin yönelişini ajan Gapon’un elinden çekip alarak, Çar’a karşı bir eylem haline getirebilmek. Eğer bunu yapmasalardı, Kanlı Pazar gibi büyük bir katliamda emekçi sınıfların yanında yer almayarak kitleleri Çar’ın askerleri ile baş

51


52

ONBİIRINCITEZ

başa bırakmış bir hareket olarak, artık emekçi sınıflar arasında çalışma yapamazdı. *** Ve üçüncü bir örnek ise Taksim-Gezi Direnişi’ne Marx-Lenin geleneğinin devamını taşıyan Sosyalist Demokrasi Partisi’nin tutumunu görmekteyiz. Onlar sadece sıradan partililerle değil ama aynı zamanda yöneticileriyle birlikte, çoğu ilk kez böylesine bir eyleme katılmış olan Taksim-Gezi direnişçilerine barikat geleneğini taşımış ve kurdukları barikatlarda birlikte direnişin güzel örneklerini vermişlerdir. İlginçtir ki aynı gelenek içerisinden gelmiş olan bir başkaları SDP’nin tutumunu eleştiriyordu “eski geleneklere” öfke duyduğunu dışavurarak: “Gezi olayları, babalarımıza bir isyandı. Spontan, refleksif… Ne zaman planlı bir isyan hareketine taşınmaya çalışıldı, ister istemez niteliği değişmeye, hatalar, kabahatler ve giderek suçlar barındırmaya başladı ... Sokak, istisnai haller dışında, devletin işine gelen, kolayca istismar edebildiği, moral üstünlük sağladığı bir alandır. Bu açmazı aşmanın tek yolu, yukarıdaki duygulara sahip olanların, öfkelerini sağaltıp, ortak akla dönüştürecek, yalnız olmadıklarını hissettirebilecek bir zeminde buluşmalarıdır. Gezinin soğukkanlılığının, mizahının bir sırrı burda yatıyor bence… Çok kalabalıktık, çok haklıydık ve uzun süre moral üstünlüğü elde tuttuk. Ta ki küçük sol grupların Taksim’de flamalarını en öne koydukları, SDP’li arkadaşların da eski günlere özlemlerinin acısını çıkartmaya kalktıkları ana gelinceye kadar.” 3

Burada derdim bütünü eleştiri konusu olabilecek bu yazıyı eleştirmek değil elbette. Üstelik buna gerek de yok. “Sokak” sözcüğünün artık gerçekten sokakta direniş içinde dillendiği günümüzde, “adil olmak için Tomalı panzerle joplu tüfekli devlet ile direnişçileri eşitleyerek eleştiren düşüncelerin tamamen sistemle kucaklaşma çabasındaki girişimler olduğu belirgin bir biçimde sırıtmaktadır. Örneğin “… gösteri yapıyorum diye yolları kesmenin, sağı solu yakıp yıkmanın da kabul edilemeyeceği … önüne geleni yakıp yıkan vandalların da suç işlediği ... ‘Cami-cemevi’ gibi özünde iyi niyetli ve iyi işlerse toplumsal barışa hizmet edecek projelere gözü kapalı itiraz etmenin de bu tür işleri yaparken bölgesel duyarlılıkları göz önüne almamanın da yanlış olduğu konusunda” sokak eylemcileriyle anlaşamadığını yazan Orhan Kemal Cengiz de (Ünal’ın da katıldığı düşünceleri) açıkça şerh ediyor.4 Polise karşı ancak sokakta ve birlikte direnmeyi başarabilmiş olan Gezi’yi tanımlarken SDP konusunda söylenenlere Almanya’da katıldığım bir etkinlikten, SDP’li olmayan bir gözlemciden yanıt geldi. 2 Temmuz tarihinde, Almanya’nın Nürnberg kentinde, Gezi Direnişi üzerine Al3 - Ünal, A. Haluk. Yeni Siyaset ve Sokak. 10 Eylül, 2013. 4 - Cengiz, Orhan Kemal. “Anlaşamıyoruz”. 13 Eylül 2013.


Taksim Gezi Direnişi ve Kürtler

manlara yönelik bir panele konuşmacı olarak katılmıştım. Gezi de yer almış bir aktivist ve Almanya’da yaşayan yazar Levent Konca da konuşmacı idiler. Levent Konca, Gezi Direnişi üzerine analizinde şunları da aktardı: “Direnişte sol yoktu demek yanlıştır. Örneğin Sosyalist Demokrasi Partisi oradaydı ve konuştuğum direnişçiler onları şöyle anlatıyorlardı: ‘SDP’liler bize barikatların nasıl kurulacağını, barikat direnişinin nasıl olabileceğini’ öğrettiler ve daha önemlisi kendileri de bunu doğrudan uyguladılar. Katılan gruplar arasında en direngen ve en radikalleri onlardı.” Sonra “radikal” sözcüğünün yanlış algılanabileceğini düşünerek şöyle tamamladı sözünü: “Yani direnişte gösterdikleri kararlı ve militanca tavrı kastediyorum.” SDP’nin direnişi kuşkusuz bizi de onurlandırdı. Ve bunu değişik siyasal gruplardan birçok insanın tekrar etmesi ise, verilen mücadelenin reddedilemez bir etki yarattığının kanıtıydı. Türkiye’de de bu direnişin barikat savaşçılarının net olarak görüldüğü açıktı. Bu yüzden değil midir AKP-Devleti’nin başının SDP’yi de teröristler listesine katarak hedef göstermesi? Ve üst üste gerçekleştirilen polis saldırılarının ya da birçok yoldaşın komplo davalarıyla tutuklanmalarının gerçek nedeni bu korkunun yarattığı panik değil midir? 68’lerden başladı “sayımızın azlığına, düşmanın çokluğuna bakmadan, bıkmadan sonuna kadar savaşma” kararlılığına duyulan bağlılığın sosyalistlerin en temel ahlaki ilkesi olduğu vurgusu. SDP bir Ulaş’tan bir Ulaş’a direniş geleneğinin güzel bir örneği oldu açıkça. Ve bu nedenle yazmıştım ki: “Tarihsel birikimin bir ürünüydü elbette, en yalın haliyle bu eylem. Ulaş Bardakçı destanlarından yadigar kalan değerlerin Ulaş Bayraktar’ların elinde yeniden yükseltildiği bir gelenek birliğinin, devrimcilerin ağır bedeller ödeyerek taşıdıkları ‘hoşnut değilsen eğer isyan et ve değiştir!’ ilkesinin eylemde somutlaşan biçimiydi bu... ‘Özgürlük sokaktadır!’ yaşam gerçeğinin Kuzey Kürdistan’da bizim teröristler ve Fırat’ın batısında bizim çapulcuların elinde yarattığı ‘devlerin uyanışı’ idi bu direniş. Mitolojik öykülerle donanmış geleneklerden koparak, Hızır’dan yardım ister gibi ellerini göğe açıp ‘Mahir Hüseyin Ulaş, Kurtuluş’a kadar savaş!’ diyerek yırtınmaktan daha devrimcidir bugün Ulaş’lar gibi sokakta direnişin içinde olmak.” (Çapulcular Direnişi, Onurun İnsanla Buluşmasıdır! 15 Haziran, 2013. Yeni Özgür Politika.) *** Türkiye tarihinde örneğine ilk kez rastladığımız bir kendiliğinden hareket gerçekleşti. Üstelik çoğumuzun ezberini bozarak gelişti hareket. Hükümetin uygulamalarından rahatsız olan toplum kesimlerin büyük bir bölümü, bir kıvılcımın harlanmasıyla yangın yerine döndürdü umutsuzluk ortamını. Değişik renklerin bir arada yer aldığı barış davranışlı, nispi alanlar üzerinden ifade edilse de özgürlük talepli bir hareket başlatıldı.

53


54

ONBİIRINCITEZ

BDP taraftarları, üyeleri hatta milletvekilleri direniş alanlarında elbette yer aldılar. Ama bu yer alış eksik ve etkisiz idi. Sorun BDP’nin siyaset olarak Taksim-Gezi Direnişi karşısında tutumunu bir parti iradesi olarak oluşturamamasındadır. Reyhanlı Katliamı’nın hemen ertesinde BDP Eşbaşkanı Demirtaş tarafından yapılan “bu konuda AKP’ye yönelik eleştirileri anlayamama” açıklaması, aslında sadece Reyhanlı katliamı konusunda değil Paris katliamına ilişkin olarak da AKP’yi rahatlatacak bir açıklamaydı. Taksim Direnişi, bunca zamandır bastırılmış olan özgürlük taleplerinin bir özeti, naif bir tarzda bir tür dışa vurumu idi. Elbette bu haliyle nihai bir sonuca ulaşması beklenemez ama artık şunu biliyoruz ki Türkiye’de artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Çünkü kırk yıldır bayraktarlığını Kürt özgürlük hareketinin yaptığı barış, özgürlük ve demokrasi mücadelesi artık eylemli olarak ülkenin batısına da sirayet etmiş oldu. Oysa, Türkiye sosyalist hareketinin saflarında olduğu gibi, BDP cephesinde de ne yapacağını bilememenin telaşı içinde sağa sola savrulan yaklaşımlar, en azından işin başında Taksim-Gezi Olayını doğru değerlendiremeyerek politik basiretsizlik örneği göstermiş oldular. Komünarların eylemini sonradan değerlendiren Marx, o yürekli savaşçıları, hükümeti hemen tutuklayıp kendi iktidarlarını ilan etmek yerine, demokrasi oyununa kendilerini fazla kaptıran naif bir hassasiyet göstererek seçimlerle oyalanmalarını ciddi bir yanlış olarak saptar. BDP ve HDP de “sürecin hassasiyetlerini gözetmek ve sürecin tıkanmasını engellemek” gibi gerekçelerle ilk günlerde kişisel katılımlar olarak değil ama siyasi irade olarak direnişi desteksiz bırakmaları ciddi bir yanlış idi. Taksim-Gezi olaylarının hemen başında SDP gibi barikatlarını kuramadıkları için ciddi anlamda güven kaybetmişlerdir. HDP’nin tutuk tutumu ise onların kendilerini Batı’ya kabul ettirebileceği en büyük fırsatı kullanamamalarına neden oldu. Bu, ciddi bir zaaf olarak değerlendirilebilir. BDP’nin Gezi Direnişi’ne yapamadığı şey, işte Lenin’in önceden gördüğü ve doğrudan provokasyon ürünü olduğunu bildiği bir eylemin içerisinde yer alarak onun önceden görülebilen sonuçları üzerine halkların ve emekçi sınıfların yanında savaşan, koruyucu ve yönlendirici bir misyonu, böylesi bir politik duruşu sergileyememesi halidir. Direnişin Fırat’ın Batısı’na da yerleşmesinin en önemli fırsatı bence bu anlaşılmaz “hassasiyetler” gözetiminden, bu yanlış tutumdan dolayı kaçırılmıştır. İleride tekrar böylesi bir fırsat yakalanabilir mi? Elbette. Ama bunun için kaçırılanların doğru değerlendirilmesi ve gelebilecek her türden sürpriz ge-


Taksim Gezi Direnişi ve Kürtler

lişme için örgütlü olarak hazır olunması zorunluluktur. Tartışmalarımızın anlamı da buradadır.

Kürt hareketi ve Gezi perspektifleri Taksim-Gezi Direnişi Kürtlerin bir kısmında çok ciddi bir sıkıntı yarattı. Süreci farklı okuyan ve farklı noktalara odaklanan anlayışlar, kaçınılmaz olarak Direniş’e yönelik barışın ve demokratikleşmenin kazanımı olayına ilişkin önerilerinde de farklılaşıyorlardı. Birinci Bakış: Bir kısım insan “süreci yaratan güç, Kürt halkının verdiği toplu mücadele ve önderliği PKK, HPG gibi kurumlarının başarılı savaş tarzıdır. AKP bu adımı atmak zorunda kalmıştır” doğru saptamasından yola çıkarak çözümü de (sıcak savaşa ara verilse de) mücadelenin kesintisiz devamında görüyordu. Somut bir savaştan söz ediliyorsa, savaşan taraflar arasında ötekinin iradesinin katılımını da gerçekleştirmeden bir barışı tesis etmek mümkün değildir. Bu nedenle devlet ile görüşmeler sürdürülüyor ama kendi özgücüne güveni diri tutacak serhildanlara da ağırlık verilmesini öneriyordu. Taksim-Gezi Direnişi’nin hemen akabinde sayın Öcalan’ın İmralı’dan ifade ettiği görüş bu idi. Bu bakışın içinde olanlar barış sürecinde (zorlayıcı etki olan) halk mücadelesinin, yani demokratik serhildanların sokak sokak geliştirilmesini savunuyorlardı. İkinci Bakış: “AKP de bu barışı istiyor. Statükoları değiştirmek istiyor ve bu doğrultuda bir şeyler de yapıyor. Bu nedenle süreç her türden komploya karşı korunmalıdır” yaklaşımı idi. Süreci gerçekleştirecek güç olarak AKP vurgusu yapılınca, AKP iktidarının sağlamca korunması en önemli politik hassasiyet olarak ortaya çıkmaktaydı. Bu bakış alanında kalanlar “aman sessiz olun, hükümet ürkmesin ve ürkütülmesin, yoksa vermez” anlayışına bağlı kalarak direnişlerin dışında kalmaya özen gösterdiler. Üçüncü bakış ise, bütün bunlardan farklı olarak, halkların birlikte mücadele ve birlikte yaşam projesini kökten reddederek “biz kendi işimize bakalım, Türkler bizi ilgilendirmez” bakışı idi. Bu bakış, koyu bir Kürt milliyetçiliği içerisinden Kürt hareketinin sadece kendisi için ve kendi başına mücadelesinden yana bir tutumu savunarak Kürt hareketinin Taksim-Gezi Direnişi’ne yönelik ilgisini bütünüyle reddediyordu. Sürecin işleyişinde kullanılan yöntemlere yönelik ciddi eleştirilerim olmasına rağmen ben birinci bakışın içindeyim. *** Geçmişte benzeri girişimler yaşamış olsa da, böylesine somut ve kapsamlı, muhatapları böylesine belirgin bir barış sürecini hiç yaşamamış olan yasal Kürt

55


56

ONBİIRINCITEZ

partisi, aranan muhatabın ilk kez bulunduğunu düşünerek dikkatini “ötekinin hassasiyetlerini” gözeten bir noktada toplandı. BDP taraftarları, üyeleri hatta milletvekilleri direniş alanlarında elbette yer aldılar. Ama bu yer alış eksik ve etkisiz idi. Sorun BDP’nin siyaset olarak Taksim-Gezi Direnişi karşısında tutumunu bir parti iradesi olarak oluşturamamasındadır. Reyhanlı Katliamı’nın hemen ertesinde BDP Eşbaşkanı Demirtaş tarafından yapılan “bu konuda AKP’ye yönelik eleştirileri anlayamama” açıklaması, aslında sadece Reyhanlı katliamı konusunda değil Paris katliamına ilişkin olarak da AKP’yi rahatlatacak bir açıklamaydı. Kürt siyaseti açısından bunun çok ciddi bir hata olduğunu düşünüyorum. BDP’deki tutukluk elbette HDP’yi de hareketsiz hale getirmiş ve HDP’nin önemli bir tarihsel momenti değerlendirmesine, bu tarihsel fırsatı kullanamamasına neden olmuştur. Elbette bu hatada BDP’nin etkisine rağmen esas sorumlunun kendi özgücüne güvenemeyerek bağımsız irade koyamayan HDP’nin bizatihi kendisinde olduğunu söylemek gerekir. BDP’nin tutumuyla doğrudan ilgili olmasa da, bazı Kürt yazarlarının bu büyük olay karşısında takındıkları tutum da belki de eleştirdiğim tutumun BDP’de kabulünde kolaylık sağlamıştır. Bu yazarların görüşleri ise, birlikte işletilmesi gereken bir süreç düşünülüyorsa, ciddi olarak incelenmeye değer. Yukarda sözünü ettiğim üçüncü bakışın temsilcilerinden bir kısmı geçmişten beri söyledikleri şeyleri tekrar edip durdular: Örneğin Ahmet Kahraman, “Ora Roboskî, bura Taksim” başlıklı yazısında şöyle diyordu: Birilerinin, “ortak değerler” adıyla lafı lastikleştirerek “kardeşliğe” kadar uzatmasına bakmayın, siz. Yok böyle bir şey. Hiç bir zaman da olmadı… Kürtlerle Türkler arasında, böyle bir bağ, asla olmadı… Buna rağmen Kürtler, Gezi, Taksim olaylarında başı çekmedikleri, şehir ve kasabalarıyla ayaklanmadıkları için suçlanıyorlardı. Oysa, insaniyet anlayışı bile farklıydı. Kürdistan’ın yazarlardan Haydar Işık, Süddeutsche Zeitung gazetesinde yayımlanan demecinde, Kürtlerin, Türk iç kavgasını uzaktan seyretmesi konusunda şu tesbiti yapıyordu: ‘Kürtler katliamdan geçerken, Kürdistan yanarken, Türkler dönüp bakmadılar bile.’… Yasaklanmış kimliği, kişiliği, kültürünün peşinde ölümlerden, yangınlara atılırken, onlar sağır, dilsiz, kör seyirciydi. Onun için de Taksim, Gezi olayları başladığında, sevinçler, matemler gibi direnişler de herkesin kendisi için ve kendine göre oldu. Herkesin kendi savaşı... Türkler, önceki akşam Taksim meydanında mum yakarak üç öldürülmüşünü anarken, Kürdistan, Roboskî’de katledilenlerini anıyordu… Türk toplumunun insani duyarlılığını anlatan bir örnek: İstanbul’da bir kaç ağaç kesilince, katillerine karşı ayaklanma başlıyordu. Ne kadar güzel değil mi? Kürdistan’da ormanlar dipten kesildi. Erişilemeyenlere havadan yangın, tırtıl, kökünü kazıması için kimyasal yağdırıldı. Kürtlerden başka, doğanın matemini tutan çıkmadı... Evet ora Roboskî, bura Taksim. Kürdü Faşizmle mücadeleye çağıranlar, Kürtler ölürken, yanarken hep sağırdı. Dilsiz ve kör...” 5 5 - Kahraman, Ahmet. Ora Roboskî, bura Taksim. Yeni Özgür Politika. 15 Haziran 2013.


Taksim Gezi Direnişi ve Kürtler

Kahraman, Sömürgeci Türk devleti ile Türk halkı kavramlarını bilinçli olarak ve sık sık özdeş kavramlar olarak birbirinin yerine kullanarak demagojik bir iknaya yöneliyor. Duygu sömürüsü üzerinden “geçmişte bizim ormanlarımız yanarken, insanlarımız ölürken gıkınızı çıkarmadınız; şimdi görün bakalım şiddetin zulmün ne olduğunu; bana ne Taksim-Gezi’den” düşüncesini yazılarında pompalayarak, eskiden beri yaptığı gibi, Kürt halkını yalnızlaştırabilecek, iki halk arasında düşmanlık duygularını geliştirmeyi hedefleyen bir çabaya girdi. Ona kızmam mümkün değil, çünkü ben “ırkçılık” üzerine karınca kararınca bir araştırma yayınlamış bir insanım ve A. Kahraman’ın düşüncelerini bu kapsamda değerlendiriyorum. Bir başka yazar Cahit Mervan da Taksim-Gezi Direnişi’ni komplo teorileri ile yorumlayanlardandır. Onun düşüncelerinin Kürt halkı ve politik kurumları arasında ciddiye alınmadığını bildiğim için çok önem vermiyorum. Ama Günay Arslan ciddiye alınan biri. Onun Gezi Direnişi’ni Ergenekon ile ilişkilendirmesi düşüncesinin her şeye rağmen ona güvenen birçok insanın düşüncelerini de etkileyebileceğini var sayıyorum. Bu nedenle ondan uzun bir parça aktararak değerlendirmesini okura bırakıyorum: “Kürt halkı içinden geçmekte olduğumuz ‘demokratik çözüm’ sürecine hayati değer biçiyor… Bin bir bedel ödeyerek bugünlere taşıdığı sürecin bozulmasını istemiyor. Konferanslara da buna uygun politika ve araçlarının yaratılması misyonunu biçiyor. Bu anlamda çok da önemsiyor. Gezi Parkı eylemlerineyse sürece zarar vereceği endişesiyle temkinli yaklaşıyor. Kürt halkı sürecin darbelenmesi bir yana, gölgelenmesini dahi istemiyor. Bu yüzden temkinli yaklaşıyor. Ayrıca tarihi tecrübesi sayesinde ‘oyun içindeki oyundan’ eninde sonunda kendisinin zarar göreceğini de biliyor ... Evet, ortada haklı ve meşru bir direniş var ancak, bu direnişin üzerine bina edilmiş siyasal hesaplar da var. Bu siyasi hesapların çoğu da ister kabul edelim, ister etmeyelim ‘çözüm karşıtlığına’ dayanıyor. Gezi eylemlerinin 3 haftalık gidişatı içeride ve dışarıdaki güç odaklarının İmralı’da başlatılan ‘demokratik çözüm’ sürecine karşı harekete geçtiklerine işaret ediyor. Bu size bir ‘komplo teorisi’ ya da ‘fantezi’ gibi gelebilir fakat, gidişat bunu gösteriyor. Gezi üzerinden içerideki ve dışarıdaki güçler arasında Kürtler ve Kürdistan çatışması yaşanıyor. Çatışmanın derinleşeceği; Türkiye gibi Kürdistan’ın da zor günler geçireceği de anlaşılıyor. Elbette çözümün kolay olmayacağı, zorlukların yaşanacağı ve sabotajların yapılacağı bekleniyordu. Türkiye’de bu amaçla yakın zamanda bir ‘Milli Merkez’in kurulduğu da biliniyordu! ... Irkçı ve imhacı Ergenokoncu çevrelerin kurduğu bu merkez başından beri süreci sabote etmeye çalışıyor. Gezi eylemlerini de bu amacı doğrultusunda kullanıyor ... AKP Hükümeti’nin hegemonik baskısına, polisin şiddetine; devlet ve hükümet terörüne evet, itiraz etmek ve direnmek gerekiyor ancak, bunun tam da çözüm sürecinin birinci aşamasının tamamlandığı, gözlerin hükümete çevrildiği ,yasal ve anayasal düzenlemelerin beklendiği bir dönemde başlaması ve yayılması tesadüf gibi de görünmüyor. Buna rağmen bazı kesimler başından beri Kürtleri bu işin içine çekmeye çalışıyor. Bunun için her türlü yol ve yöntemi de deniyor. Yeri gelmişken Kürtlerin kimseden demokrasi ve direniş dersi alma ihti-

57


58

ONBİIRINCITEZ

yacı bulunmuyor ... Onun görevi bu çelişki ve çatışmaları Türkiye’yi demokratikleştirmek, Kürdistan’ı da özgürleştirmek amacıyla iyi değerlendirmektir. Gelinen aşamada bunun da yolu kaosun ve krizin derinleşmesinden değil, nisbi istikrarın devam etmesinden ve Kürt sorununun demokratik çözümünden geçmektedir… Burada da asıl sorumluluk AKP Hükümeti’ndedir. Hükümet bir demokrasi ve özgürlükler hamlesi başlatabilir ve huzuru bu sayede sağlayabilir.” 6

İlginçtir ki Günay Arslan’ın savunduğu düşüncelerin aynısını Başbakan Erdoğan’ın danışmanı Yalçın Akdoğan da hiç dolambaçlı bir dil kullanmadan, BDP’ye direkt söylemekte ve onu sadece Taksim-Gezi Direnişi’nin dışında değil, aynı zamanda Lice’nin de dışında tutmaya çalışıyor: “… BDP bu süreci iyi kullanabilirse hem siyasi hem hukuki meşruiyetini daha da geliştirebilir. Çözümün yolu genel siyasi iklimin yumuşamasından ve genel Türkiye algısının idare edilmesinden geçiyorsa BDP’nin buna uygun hareket etmesi gerekir. Buradaki performansı BDP’ye yeni fırsatlar sunabilir, yeni açılımlar sağlayabilir. Diğer kesimlere ve sol yapılara açılmayı vurgulayan bazı BDP’lilerin Gezi olayları çerçevesinde partiyi yanlış yola sokması kendileri için büyük kayıp olmuştur. Marjinal sol örgütlerle aşılanma, BDP’yi büyütecek bir etki yapmaz, aksine marjinal alana daha da sıkıştırır. Gezi ve Lice olayları BDP’yi daha büyük kazanım sağlayacağı yeni alana değil, eski konsepte sürükleme istidadı taşımaktadır.”7 *** Günay Aslan da kendi düşüncelerinin Kürt halkının iradesini temsil ettiğine inandığı için olacak ki, düşüncelerinin bütününü Kürt halkı şöyle düşünüyor, böyle düşünüyor diyerek veriyor. Oysa Kürt halkının siyasal iradesini temsil ettiğini bildiğimiz sayın Öcalan ve hemen bir süre sonra KCK’nin açıklamaları Kürt halkına halkların mücadelesinin birlikteliği mesajıyla iletildi. Aslan’ın da elbette Kürt halkının nabzını tutma anlamında bir misyonu olduğunu biliyorum. Ama yine de bu kadar kesin bağlayıcı cüme kurgularıyla yazıyı donatması, yazının ağırlığını ve etki gücünü artırmamış, tersine diğer açıklamalarla yan yana konunca ciddi bir kafa karışıklığına yol açmış, politik duruşları bulanıklaştırmıştır. Var sayalım ki Gezi bir Ergenekon eylemidir, bu işi Ergenekoncular örgütlediler. Bu durumda bile, bir siyasal parti olarak BDP’nin Gezi Direnişi karşısında sürdürdüğü tavır yine de anlaşılabilir bir şey olamazdı. Ama Ahmet Türk’ün bu Direniş’in ilk günlerinde Taksim alanını dolduran CHP’yi “fırsatçılıkla” suçlaması, Ahmet Türk’ün bu konudaki düşüncelerindeki bulanıklığın da bir ifadesi idi. Bir siyasal parti olarak CHP, belki de on yıllardır ilk kez doğru bir şey yaparak, toplumsal bir hareketin, bir tepki eyleminin içinde yer alarak onu yönlendirme6 - Arslan, Günay. Gezi Direnişi ve Kürt Meselesi. Yeni Özgür Politika. 19 Haziran, 2013. 7 - Akdoğan, Yalçın. Star Gazetesi. 2 Temmuz, 2013.


Taksim Gezi Direnişi ve Kürtler

Bir siyasal parti olarak CHP, belki de on yıllardır ilk kez doğru bir şey yaparak, toplumsal bir hareketin, bir tepki eyleminin içinde yer alarak onu yönlendirmeye, kendi arkasına takmaya çalıştı. Bu refleks, normal olarak her siyasal partide olması gereken en doğal “parti görevidir” ve asla fırsatçılık olarak adlandırılamaz. Bize düşen görev ise, aynı alanları doldurup, Kemalist ulusalcı-milliyetçi çevreleri burada kendi coşkumuzun içinde yalıtmak olmalıydı. ye, kendi arkasına takmaya çalıştı. Bu refleks, normal olarak her siyasal partide olması gereken en doğal “parti görevidir” ve asla fırsatçılık olarak adlandırılamaz. Bize düşen görev ise, aynı alanları doldurup, Kemalist ulusalcı-milliyetçi çevreleri burada kendi coşkumuzun içinde yalıtmak olmalıydı. “Onların olduğu yerde ben yokum” düşüncesinde tutarlı davranma zorunluluğu, böyle bir şey dedikten sonra “o halde parlamentoda işin ne?” sorusuna da yanıt vermeye zorlanabilir. Nitekim bu eleştiriyle başkaları da yüz yüze gelmiş ve yanıtlarını da yüreklice vermişlerdi: Gezi Direnişin’den beri iki can sıkan tutum var gözüme çarpan. Birincisi Gezi Direnişini darbecilerin, Ergenekoncuların örgütlediğini ve diğer kesimlerin gücünün onlara yetmediğini iddia edenler. Bu kesim dönüp bizlere sürekli olarak Gezi’yi terk edin diyordu. Oysa gitmek kolay da ilk kez sokağa çıkan onbinlerce insanı ulusalcı hegemonyaya terk etmek siyaset yapmaktan kaçmaktır. TGB ve HKP gibi ırkçılara ve onların yoldaşı TKP’ye karşı Gezi’de sokağa çıkan azınlıkların, eşcinsellerin, Kürtlerin, başörtülülerin, darbe karşıtlarının, milliyetçilik karşıtlarının, özgürlük isteyenlerin buluşabileceği bir Barış Meydanı kurduk. Bir yanına Hrant Dink öteki yanında Ceylan Önkol ismini verdik. Aşağıdan yükselen bir mücadeleye katılmamak, siyaset yapmaktan kaçmak olurdu, sekterlik olurdu, bunu yapmadık… biz biliyoruz ki siyaset bir hegemonya mücadelesidir. Eğer AKP’ye karşı soldan muhalefet edeceksiniz Gezi’de hegemonya kurmaya çalışan ırkçı ve ulusalcı gruplara karşı da mücadele edeceksiniz.” 8 Daha fazla uzatmaya gerek yok: İşte olay bu! *** Önceden de söylememe rağmen yeniden hatırlatarak yazıyı sürdüreceğim: Elbette Gezi’de de başka alanlarda da Kürtler fiilen direnişin içinde var idiler. Ama BDP, HDP gibi kurumlar politik olarak irade beyanında bulunarak ve açıktan açı8 - Özbay, Özdeş. Biz Hiçbir Zaman Gezi’de Ulusalcılarla Birlik Olmadık. 5 Ağustos, 2013.

59


60

ONBİIRINCITEZ

ğa bu direnişin yanında duramadılar. Eleştirim bu parti tutumuna ilişkindir. Sonuç ne olmuştur: Kürt özgürlük hareketine ilişkin tereddütlü (ikircikli) yaklaşan toplumsal kesimler, bu tutumlarını güçlendirecek gerekçelere sahip olmuşlardır. Oysa Kürt hareketinin yıllardır sürdürdüğü duruşun gerçekte bu olmadığı; Anadolu-Mezopotamya topraklarında yaşayan halkların ve emekçi sınıfların özgürlük ve demokrasi mücadelesinde onların yanında yer aldığı benim kesinlikle inandığım ve bildiğim bir “ideolojik” duruştur. Son süreçte dağın kendini nispeten geri çekmiş olmasının da etkisiyle sorunu doğru tanımlayan ilk KCK açıklaması ise Mustafa Karasu’nun ağzından bir hayli geç geldi. Ama yine de içimizi rahatlattı, direnişe umut kattı. KCK Eş Başkanı Cemil Bayık’ın BBC’de yaptığı söyleşide Gezi Direnişi’nde Kürt siyasetinin tutumunu eleştiren son açıklama ise bu tartışmalara bir nokta koymuş izlenimi vermektedir. Gezi Parkı Direnişi’ni “Demokratik siyasetin önünü açan bir eylemdir. Dolayısıyla bu, çözüm sürecine de hizmet eden bir eylemdir” diyerek tanımlayan Bayık, “ona katılmama, tereddütler yaşama yanlıştır” diyerek devam ediyor. Bayık, BDP’ynin çekingen tutumuna neden olan kaygıları ifade ettikten sonra bu endişelerle, Taksim Gezi Direnişi’ne “katılmama ve zayıf katılma durumu yaşanmıştır. Bu iki anlayış da yanlıştır. Bunun kesinlikle yanlış olduğunu söylüyorum” diyerek tartışmayı sonlandırıyor. Ve döndük tekrar başa. Cemil Bayık’ın açıklaması tam da düşündüğümüz gibi AKP’yi zorlayarak hemen saldırganlaştırdı. Örneğin eski AKP Milletvekili Mehmet Ocaktan’ın AKŞAM Gazetesi’nde yayınlanan “Gezi-PKK Kardeşliği” başlıklı yazısında şu tehdidi savurur: “Gezi-PKK kardeşliği aslında çok da yabancısı olduğumuz yadırganacak bir durum değil… Şimdilerde, Kandil-Gezi hattında oluşturulmaya çalışılan ittifak, esas itibarıyla Kürt sorunu konusunda cesur adımlar atan Başbakan Tayyip Erdoğan’ı etkisizleştirmeyi ve Türkiye’yi yönetilemez hale getirmeyi amaçlamaktadır. Eğer ‘çözüm süreci’ olmasaydı, Erdoğan böylesine bir nefretin hedefi haline gelmez, Gezi’nin arkasına gizlenerek hazırlanan ‘Toplum mühendisliği’ projeleri içeride ve dışarıda Türkiye’nin önünü kesmek için sotada bekleyen ‘şişman kediler’in iştahını böylesine kabartmazdı.” Sonuç olarak iki cümleyle yazıyı bir sonuca ulaştırmak için sözü bir başkasına bırakacağım. 29-30 Haziran 2013’de Brüksel’de yapılan Barış ve Demokrasi Konferansı’nda SDP Genel Başkanı Rıdvan Turan’ın yaptığı kısa söyleşideki şu saptama sanırım Kürt sorunu bağlamında geleceği tanımlamakta anahtar rolü oynayacaktır:


Taksim Gezi Direnişi ve Kürtler

“Türkiye’nin tüm tarihsel ve sosyal sorunları Kürt meselesinin prizmasından kırılarak siyaset alanına yansıyor. Şimdi ise Kürt meselesi(nde çözüm) Gezi Direnişi’nin prizmasından kırılarak siyaset sahnesine yansımaya başlıyor.”9

9 - Turan, Rıdvan. Kürt Meselesi(nde Çözüm) Gezi Direnişinin Prizmasından Yansıyor.

61


62

ONBİIRINCITEZ

Hoca Nasreddin iktidarlara karşı:

Gezi Direnişi ve karnaval* H. Neşe Özgen**

G

ezi Parkı Direnişi’ni yaratan en belirgin saikleri: Geçmişi ve birikimleri yok edilenler ile geleceği ipotek altına alınanların ortak direnişi olarak şimdilik saptamak mümkün. Adını koymamız da gerekiyorsa: Geleceksizlerin İsyanı diyelim. Ancak üzerine çıkan onlarca yorum,’araştırma sonucu’ ve ‘aşırı yorum’a rağmen; bu sürecin toplumun çeşitli kesimlerine yansıması üzerine sosyolojik bir analiz yapmak hâlâ zor görünüyor. Temenniler ve gözlemlere dayanarak yapılan stratejist analizlere itibar etmemek de lazım. Öte yandan Gezi Direnişi’nin içinde yer alanların profilleriyle ilgili çalışmalar yeni yeni yapılmaya başlandı. Eminim güzel sonuçlar da çıkacaktır.

Ancak bu süreçte araştırmamız gereken başka eğilimler de var: Örneğin “bu yeni yapının AKP’nin politikalarında ve seçmen tabanında yarattığı değişme” gibi. Kanımca Gezi, bir yandan ‘yaşam tarzına müdahale de dahil olmak üzere her türlü belirsizliğin egemenliğine bireysel karşı çıkışın onayı’nı kendi içinde meşrulaştırdı. Ancak bu kılıcın ikinci bir keskin yanı da var: Öte yandan AKP’nin en kırılgan ve kendisini lidere bağıtlı hisseden tabanında da aynı meşruluğu yarattı. Başbakan’ın konuşmaları, bu gruplarda ‘güçlü bir liderin etrafında kenetlenmiş ve saldırısı meşrulaşmış bir kırılganlığın’ sokakta saldırılarını da güçlendirecektir1. Bundan böyle sokakta ve evlerde tekil/kitlesel saldırılar meşrulaşabilir2. Zira, Başbakan’ın her bir ayrımcı konuşması, bir yandan AKP’ye oy verenlerin yeniden * Bu yazını ilk örneği 16.06.2013’te Birgün Gazetesi Pazar Eki’nde yayınlanmıştır ** Prof. Dr. Sosyolog. ozgen.nese@gmail.com 1 - Yazıyı düzeltirken, ne yazık ki bu öngörülerimin haklı çıktığını görmenin de üzüntüsü içindeyim (16 Eylül 2013) 2 - Taksim’de bikinili kadına müdahale eden kadın, esnafın müdahaleleri-saldırıları, Yeniköy’deki saldırı vb.


Gezi Direnişi ve karnaval

mağdur kategorisine girmesini başardı, öte yandan kendi iktidarını da pekiştirdi3. Benim değerlendirmem, sadece bu direnişin ve Gezi Parkı’nın içindekilerin yarattığı sosyal iklime dair olacak. Gezi’nin ruhunu Karnaval4 kavramı ile, duvar yazıları üzerinden okuyacağım.

İktidarı aşındırmanın matrakçası: Aşırı Gülme Şeytanı Ayartır (İncil’den) Duvar yazılarının hınzır tonuyla ve parkın içindeki iklimiyle: Gezi, bir karnavaldı. Yani, Bakhtin’in deyişiyle ‘halkın gülmeye dayanarak örgütlenen ikinci hayatı’. Neden Gezi bir Karnaval’dır? Zira Karnaval sanıldığı kadar masum, geçici ve anlık bir ihtilaç değildir, aksine tarihi çok eskilere gider. Ortaçağın Katolik kilisesinin karanlığına ve püriten ahlakçılığına karşı bir direnmedir. Gülmenin şeytani bir eylem sayıldığı, insanın ancak cennette gülebileceğini dayatan kiliseye karşın, Karnaval çokseslidir: Meşru ve “uygun” söylemden dışlanmış tabakaların gündelik dillerini (Sis atma O Ç), argoyu (Piston aşağı indi) ve yakası açılmadık küfürlerini (Tekrara gerek yok), hınzırca (Dinimiz, Amin) kendisiyle birlikte sürükler. Öte yandan Bakhtin’e göre Karnaval’ın iki özelliği çok önemlidir: Karnaval hem farklı sesleri kapsar, ötekiliği rahatlıkla içinde barındırır ve bu tuhaf diyaloglar ağını birbiri ile ilintilendiren bir çoklulukta sürdürür (Yasak ne, AYOL!). Böylece ısıtrabın yüceltilmesine, sürekli yas tutmaya, tekdüzeliğe, karanlık korkuya ve yaşamın merkezcil bir yapıya sahip olduğu fikrinin yadsınmasına karşı hınzır bir çokluluk anlayışını (Slogan bulamadım) mümkün kılar. Hiyerarşiyi, korkuyu ve statükoyu aşındırır (Aranızda helikopter kullanmasını bilen var mı?) Cenneti şimdi’ye, yeryüzüne indirir (Korkma la, BİZİZ, halk) ve bu nedenle de özellikle Venedik, İskenderiye, Odyssea, Trabzon, Batumi, İzmir gibi yabancıların çok olduğu, ticaretin yükseldiği kentlerde ortaya çıkmış olması hiç şaşırtıcı 3 - Öte yandan Gezi’deki olanlar ile İstanbul’un ve Türkiye’nin farklı yerlerindeki hareketlenmeyi ve müdahaleleri de farklı okumak mutlaka gerekiyor. 4 - Bakhtin, Mikhail, Karnavaldan Romana, Ayrıntı Yayınları: 2001.

63


64

ONBİIRINCITEZ

değildir. Kısa bir süre için bile olsa Karnaval’da klişeler aşılır (Mustafa Keser’in askerleriyiz), statüler ters yüz edilir (İki ayyaşın kurduğunu ayık yönetemeyene AKP denir), kral soytarı olur, soytarı da kral (sık bakalım sık bakalım....), otoritenin adı kalmaz (Şerefine Tayyip), tüm insanlar eşitlenir (Bazılarının pahalı maskeleri var, üzülüyoruz), kendine güvenin (Akıllı ol, Yoksa yine geliriz) ve elbette dirimsel çoşkunun karşı konulmaz serüveni açığa çıkar (Bu dünyaya bir çocuk getirmek istiyorum). “Karnaval gücünü insanlığın ütopya açlığından alır. Belirlenmiş her şeye karşı bir isyandır; kurallara, düzenlemelere, hiyerarşilere... Başka bir deyişle karnaval, insanların daha mutlu bir geleceğe, daha adil bir toplumsal ve ekonomik düzene, yeni bir hakikate, yani ütopyaya dair umutlarını ifade eder”5. (#direngezi ve ‘Her yer Taksim her yer direniş’) Gelelim Karnaval’ın gücünü aldığı ikinci mecraya: Karnaval esas olarak bir dil’dir, evet ama, o dil bir Dionysos ayinidir: kahkaha, çılgınlık ve özgürleşmenin dil oyunlarıyla beslenir. (O son birayı yasaklamayacaktın) Karnavalda hayatın merkezinde birey yoktur (Habersizmişim gibi sık kanka); aksine cemaat hayatı vardır. Bireyin kendini gerçekleyebileceği, kendisini olduğu gibi ortaya koyabileceği (Üç gündür yıkanmıyoruz, TOMA yollayın); diğer bireylerle yakın ve samimi ilişkilerinde kendisini gerçekleyebileceği köklü bir ortaklık vardır (Sinirlenince çok güzel oluyorsun Türkiye).

Müjdeler olsun Nasreddin Hoca döndü Gezi bir karnavaldır: Gezi, duvar yazılarıyla iktidarı ti’ye almış ama sinik bir alay, korkak bir ironi yerine; iktidarı aşındırabilen, bu aşındırma denemesini de kadim bir dile ekleyebilen bir sürecin başarısıdır. Zira Karnaval’ı gerçekleşebilmesi için dilinin mutlaka eskil bir zamana bağlanması gereklidir. Gezi bu bağlanmayı Nasreddin Hoca geleneğini yeniden doğurarak gerçekleştirebilmiştir. Bu yüzden de eşsiz bir deneyimdir6. Gülmecenin hınzır bir zekayla yeşermesi, pagan alayın geri gelmesi, karanlığın 5 - Bakhtin, 2001: 101. 6 - P. Naili Boratav’ın Nasreddin Hoca incelemesi için bkz. Hoca Nasreddin Hoca . (2006). İstanbul: Kırmızı Yay.


Gezi Direnişi ve karnaval

yerini oyunun alması, geçmişle bağlanma (Hiç bir ‘Mayıs’ böyle olmadı), özgürleşme duygusu, hepsi, bir daha kolayca geri alınamayacak bir varoluş imkanını da müjdeliyor (Bizdeki bu ağaç sevdası, zamanında astığınız FİDANLAR için,)

“TOMA’lara göğüs geren işte benim Zeki Müren” Türkiye halkları, Hoca Nasreddin fıkralarını Balkanlardan Kafkaslara kadar uzun yüzyıllar sürdürülmüş bir geleneğin temsilcisi olarak halkların hem pagan dillerini-imlerini korumalarını sağlayan aşındırıcı bir gelenek olarak kullandılar. (Kahrolsun bağzı şeyler). Nasreddin Hoca fıkraları yoluyla topluluklar, kendilerini ve beşeri kapasitelerini geçmişten getirdikleri semboller aracılığıyla yeniden ve yeniden taşıyarak ve savunarak kurmuşlar, özgürlük taleplerini fıkralarla dillendirmişlerdir. Bu pagan dil, hem modern öncesi hem de modern toplulukların kendi iç seslerini koruyarak zamana bağlanmakta olduklarını gösterir. Gezi de işte bunu başarmıştır: Eskinin dilini, toplumun içinde taşıdığı bu potansiyeli yeniye bağlayarak ve yeniden üreterek. ‘TOMA’lara göğüs geren, işte benim Zeki Müren’ yazısı, tam da Hoca Nasreddin’in evcilleştirmeye, homofobiye ve erilliğe karşı duruşunu hatırlatır. Eril bir şiddet taşıyan devlet dinini, baskıyı, tektipleştirmeyi, ırkla ümmeti birleştiren küresel millet anlayışını; devlet otoritesinin korku çemberini, kötümserliği ve hayatın merkezlileştirilmesini, hepsini, Zeki Müren’i hatırlatarak ve bu homofobik dili reddederek sallar. Nasreddin Hoca’nın dilinin bu topraklarda yeniden yeşermesiyle sadece uzun süredir unuttuğumuz gülmenin, kahkahanın, kıvrak ve kendine dahi acımasız zekanın geri gelişine sevinmiyoruz; toplumsal geri gelişini; beraberinde Agora demokrasisini getireceğini umduğumuz ütopyayı da hatırlıyoruz.

65


66

ONBİIRINCITEZ

Haziran ayaklanması:

Bu daha başlangıç... Gökhan Taşyakan

T

ürkiye siyasi tarihinde, eşine az rastlanır bir direniş örneğinin sergilendiği Haziran ayaklanması, henüz dağılmayan “toz ve gaz bulutu” nedeniyle tam olarak tarif edilemiyor. Meselenin nereden başladığı, nasıl şekillendiği üzerine henüz çok az bir zaman geçmesine rağmen net, basit, sarih açıklamalar yapılamıyor olması bile bu durumu doğruluyor. İsyan günleri ve dersleri üzerine sanırım çok konuşmamız, çok eylememiz ve çok daha fazla “bu daha başlangıç”a devam etmemiz gerekiyor.

Ayaklanma (émaute) denilen hadise zaten kendi başına karmaşıklıklar taşır. Çünkü sonuçları kestirilemeyen bir “kendiliğinden eylem”den bahsetmekle yükümlüyüzdür. Bu karmaşıklığı basit hale getirmeden işe başlamak ciddi bir hata olacaktır. Bence Marksizmi, Marksizm yapan en temel özelliklerden birisi, bütün bir bilim/bilimsellik yaklaşımını, “tarih biliminin” yatay ve dikey olarak kestiği basit bir kavramsallaştırmayla aşmasına dayanır… Haziran ayaklanmasının ortaya çıkışı belli bir tarihsellikten kopartılarak ele alınamaz. Gerek iktidarın politik hattının gerekse de biriken toplumsal, sosyal, siyasal çelişkilerin değerlendirilmesi bu açıdan zorunludur. Birçok değerlendirmede olduğu gibi benim iddiam da “Haziran ayaklanması”nın yeni bir dönemi açtığıdır. Başka bir deyişle “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.” Haziran ayaklanması ile birlikte “gideni ve gelmekte olanı…” kavrama yeteneğinin düzeyini de anlamaya çalışmak gerekiyor. Basit bir yaklaşımla ise bu çaba ancak hem tarihsel bağlamından kopartılmadan, hem de gelecek tasavvurumuzu ortaya koyacağımız bir yaklaşım ile mümkün olabilir. Yani nesnellikten kopmayan bir iddia, tarihsellikten kopmayan bir teorik tartışma ve cürete dayanan bir


Bu daha başlangıç...

“gelecek” özlemiyle! İşte bu amaçla Haziran ayaklanması ve barikatları üzerine genel yaklaşımımı ortaya koymaya çalışacağım.

Velev ki ideolojik Haziran ayaklanmasının öngünlerinde yaşanan ideolojik bir çarpışma dizini, başlıkta da ifade edildiği gibi “velev ki ideolojik” başkaldırısını (Gezi diliyle, “atarlanmasını”) beraberinde getirdi. Başka bir deyişle AKP’nin neo-liberal/ muhafazakâr dönüşümünün doğrudan bir yansıması olan, kendi ideolojisini ideolojisiz, kendi siyasetini siyasetsiz görme eğiliminin geniş kitlelerce kabul gördüğü öngörüsüne dayanan, %50 “çoğunluk” vurdumduymazlığını paçavraya çevirdi… AKP’nin son dönem ortaya koyduğu bütün bir politik hat, ideolojik bir savaşıma dönüşmüş durumda. Gezi Parkı-Topçu Kışlası, 3. Köprü’nün kendisi- Yavuz Sultan Selim ismi, kürtaj, içki yasakları-yaşam tarzına müdahale, Cami-Cemevi tartışmaları bunlardan bazıları… Ancak AKP iktidarının gerek bu yaklaşıma nasıl geldiği, gerekse de Haziran ayaklanmasıyla sonuçlanan yaklaşımların ışığında bizleri nasıl bir geleceğin beklediği ve dönemin mücadele tarzı üzerine kapsamlı bir tartışma yapmak gerekiyor. 2002 yılından bu yana iktidarda olan AKP’nin basit bir karnesine bakmakta fayda var. AKP iktidara geldiği 2002 yılından bu yana adım adım kendisini güçlendirdi. Polis, yargı, Anayasa Mahkemesi, YÖK, ordu vb. kurumlar içerisinde “iktidarı ele geçirerek” hükümet olmaktan, devlet olmaya dönük adımlar attı. İlk dönem daha yumuşak bir geçişi tercih eden AKP, ikinci dönemini biraz daha sert bir “kalıcılığa” ayırdı. Referandumdan da istediğini alan iktidar daha saldırgan bir geçiş yapacağını da ilan etmiş oldu! AKP iktidarı 3. dönemini “ustalık dönemi” olarak nitelendiriyor. Bunun en büyük nedeni hem Türkiye’nin sınıf dinamikleri içerisinde elde ettiği mevziler hem de doğrudan destek aldığı kesimlere dayanıyor. Bu açıdan AKP hükümetinin “gerçek” pratiği olarak adlandırılabilecek yeni bir döneme girildi. Bu yeni dönem geçmişten bir takım köklü farklılıklar içeriyor. Bu dönemin ismi neoliberal-muhafazakâr dönüşümdür! AKP’nin, Fettullah Gülen cemaati koalisyonu ile birlikte gücünü asıl dayandırdığı sermaye kesimi, “Anadolu kaplanları” olarak adlandırılan İslamimuhafazakâr sermaye bloku oluşturmakta. Her ne kadar “Anadolu kaplanları” olarak nitelendirilseler de İstanbul’daki sanayi, ticaret ve hizmet sektörü bu blokun önemli bir bileşeni olarak öne çıkıyor. TOBB üyesi birçok oda, MÜSİAD ve TUSKON’un tamamı ise bu sermaye bloku tarafından yönlendirilmekte. AKP öncesi Türkiye toplumsal formasyonuna yön veren TÜSİAD ve onunla ittifak halinde olan TÜRKONFED ise halen sermaye birikimini korumayı başarsa da, siyasi etkisinin eski gücünde olduğunu iddia etmek olanaksız. Çünkü hükümet her fırsatta var olan siyasi gücün kırılması için çeşitli düzeylerde müdahaleler-

67


68

ONBİIRINCITEZ

de bulunuyor. İlk iki döneminde bu kesimlerin de desteğini alan AKP açısından, “ustalık dönemi”nin belli çatışmaları beraberinde getireceğini öngörmek mümkün. Ancak neoliberal-muhafazakar dönüşüm sürecinin esas belirleyeni işçi sınıfı, emekçiler, kadınlar, gençler, Aleviler, LGBT bireyler ve Kürt halkına saldırılar olacaktır. Sermaye birikim sürecinde pasta payının oranı üzerine yaşanan çatışma yalnızca bu kesimlere gerçekleştirilecek saldırı dalgasının adresini belirlemek içindir. AKP iktidarının dayandığı sermaye bloku, İstanbul ve Ankara başta olmak üzere tüm kentlerde sanayi, ticaret ve hizmet sektörü içerisinde etkili olmaya çalışmakta. KOBİ ve iri-kıyım sermaye şimdiki pozisyonlarının kaba tarifi olabilir. Bu sektörlerde çalışan işçi sınıfı ise sigortasız, sendikasız, güvencesiz ve ucuz emek ile çalıştırılmakta. AKP kendi sermayesini güçlendirmek için işçi sınıfının koşullarını ağırlaştırmakta bir beis görmüyor. İktidarın tartışmasız bir işçi sınıfı düşmanı olması ise TÜSİAD ve TÜRKONFED ile belli noktalarda uzlaşabilmesini sağlıyor. AKP anlaşamadığı sermaye kesimlerine ise vergi vb. yöntemlerle ağır cezalar keserek sermaye blokunun bir bölümünü de etkisizleştirmekten çekinmemekte. Bu durum ise bir tür hizaya çekme çabası olarak algılanmalıdır. Bu çatışmanın büyüyeceğinin ispatı “Gezi Direnişi” sonrası giriştiği pratikte görülmektedir. 2002 yılından beri iktidarda olan AKP’nin bu denli güçlenebilmesinin en önemli anahtarı hiç kuşkusuz ki ortaya attığı “değişim” kavramında yatıyor. Ancak yaşanan süreci açıklamaya salt bir “değişim” kavramı yeterli olmamakta! Çünkü AKP, iktidara geldiği günden bu yana kapsamlı bir “dönüşüm” sürecini başlattığı görülüyor. Bu dönüşümün yönü elbette ki neoliberal-muhafazakarlığa doğru yaşanıyor! “Üç çocuk, beş çocuk”, kürtaj, türban yasağının tartışılma biçimi, mahalle baskısı, içki yasakları, sokaklardan masaların kaldırılması, Cami-Cemevi tartışması bunlara sadece bir iki örnek. Elbette ki neoliberalizm, bu eksenin temel belirleyeni konumunda. Bu itibarla AKP hükümeti, TC tarihinin en büyük özelleştirme operasyonunu gerçekleştirmeye devam ediyor. Türkiye egemen sınıflarını ikna etme temel yaklaşımına dayanan, ilk dönemi IMF programıyla da uyum içerisinde gerçekleştirilen bu operasyon, 2002 yılından bu yana kalıcı bir çizgiye dönüşmüş durumda. AKP neo-liberalizminin ranta dayalı ekonomik gelişmesinin dinamiğinde ise sağlığın, KİT’lerin, eğitimin, ormanların, derelerin, parkların özelleştirme aracılığıyla sosyal hak gasplarına dönüştürülmesi ve neredeyse tüm memleketi inşaat şantiyesine dönüştürmesiyle rant alanının genişletilmesi fikrine dayanıyor. 3. döneminde ciddi bir ekonomik büyüme yakaladığını iddia eden iktidar, cari açığın ise bir sorun oluşturmadığını ilan ediyor! Ancak asıl olarak AB başta olmak üzere emperyalist merkezlere dayanıklı-dayanıksız tüketim mallarının te-


Bu daha başlangıç...

Ancak asıl olarak AB başta olmak üzere emperyalist merkezlere dayanıklı-dayanıksız tüketim mallarının tedarikçiliği yoluyla bir yere varılamayacağını gösteren en büyük kanıt hiç kuşkusuz ki işsizlik oranının yüzde 10 bandına bir türlü gerilemediği gibi bu oranın sürekli büyüme eğilimini göstermesi gerçeğinde yatıyor. İşsizlik oranının bu denli büyük olmasının en önemli nedeni ise Bakanın da belirttiği gibi emperyalist/kapitalist dünya kompozisyonu içerisinde “ara teknik eleman” yetiştirilmesi zorunlu bir ülke konumundan kaynaklanıyor. darikçiliği yoluyla bir yere varılamayacağını gösteren en büyük kanıt hiç kuşkusuz ki işsizlik oranının yüzde 10 bandına bir türlü gerilemediği gibi bu oranın sürekli büyüme eğilimini göstermesi gerçeğinde yatıyor. İşsizlik oranının bu denli büyük olmasının en önemli nedeni ise Bakanın da belirttiği gibi1 emperyalist/kapitalist dünya kompozisyonu içerisinde “ara teknik eleman” yetiştirilmesi zorunlu bir ülke konumundan kaynaklanıyor. Elbette ki AKP bunu bugün itibariyle ucuz iş gücünün sürekliliğinin sağlanması kolaycılığıyla değerlendiriyor. Çünkü ancak bu yolla güvencesiz, sendikasız, sigortasız çalışma koşulları güçlendirilebiliyor ve neo-liberal dönemin varlığı devam ettirilebiliyor. Türkiye kapitalizmi, taşeronlaştırma, ticarileştirme, güvencesizleştirme yoluyla işçi sınıfının koşullarını her geçen gün daha da ağırlaştırıyor. İşsizlik oranı büyürken, vergiler artıyor, zamların ardı arkası kesilmiyor, maaşlar, enflasyonun oldukça gerisinde kalıyor. Esas olarak AKP kendisine, neo-liberalizmin isterlerinden taviz vermeyen sıkı bir “mali politika” izlemeyi öncelikli görev olarak addediyor. Özellikle ilk iki döneminde iktidarını daha da kalıcılaştırmayı sağlarken dönem dönem çatışsa da TÜSİAD gibi “laik” sermayeyle uzlaşmanın yollarını aradığı da biliniyor. Çünkü unutulmamalı ki, AKP, muhafazakar dönüşümü, neoliberalizmden ayrı bir süreç olarak hiçbir zaman ele almadı. Üçüncü dönemin yönelimi de bu çizginin devamı niteliğinde.

Haziran ayaklanmasına doğru Haziran ayaklanmasını oluşturan koşullar hiç kuşkusuz ki AKP iktidarı ile birlikte kapitalizmin yarattığı çelişkilere dayanmakta. Ve Haziran ayaklanması bir süre “geri çekilme” eğilimi taşısa bile bitmiş bir süreç değil, yeni bir dönemin 1 - Trabzon’un Of ilçesinde Çakıroğlu Vakfı’nca düzenlenen iftar yemeğinde konuşan Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar şu ifadelere yer veriyor: “Bu ülke Müslüman bir ülke. Yüzde 99’u Müslüman. Tarihten gelen bir yapısı var. Türkiye’nin bulunduğu coğrafya çok zor bir bölge ve Türkiye onun merkezinde bulunuyor. Şimdi Türkiye’nin konumu itibariyle biz icat yapamıyoruz, buluş yapamıyoruz. Tarım ülkesiyiz biz. Ne yapacağız biz? Ara teknik eleman ülkesiyiz biz.”

69


70

ONBİIRINCITEZ

başlangıcı olacaktır. Haziran ayaklanması toplumsal bir dönüşümü, hızlandırılmış bir kursa dönüştürmeyi şimdiden başardı. Bu açıdan “Taksim Komünü” dünyadaki örnekleriyle paralellikler gösteriyor. Tartışmayı belirli bir tarihsellik ile gerçekleştirmek bu açıdan önem taşımakta. 1848 ya da 1905 nasıl ki bir yenilginin değil, başlangıcın tarihiyse, işte Haziran 2013’te öylesi bir tarihselliği daha şimdiden yaratmaya adaydır… Lenin’in devrimci duruma işaret etmek için ifade ettiği o meşhur “yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin artık eskisi gibi yönetilmek istemediği” saptaması, Gezi Direnişi’nin basit bir özeti olsa gerek. Haziran ayaklanmasının patlak verdiği Gezi Parkı direnişi, olayların 31 Mayıs ve 1 Haziran aşamasını görmeyen hiçbir aktör tarafından tahmin edilemezdi. İçinden geçilen suskunluk döneminin ardından, belli kıpırdanışların olduğunu fark edilse bile gelinen aşamanın ve direnişin beklenenin muazzam boyutlarda üstüne çıktığı aşikâr. Gerçekten de kimin aklına gelirdi ki şu üç-beş ağaçla, “baş belası” twitter ittifakı yüzünden, sorgulanamaz denilen muktedir iktidara karşı bir “ayaklanmaya” dönüşsün, medya suskunluğunu çöpe atsın. Taksim Meydanı’nı “çöplerden” de “polisten” de temizlesin! 1 Mayıs’ta yıkılır denilen inşaatın, “sağlamlığını” yerinde test etsin. Tayyip’in “şerefine”, (Obama’ya nazire edercesine) kadehler kaldırılan bir meydan yaratsın! Çoğulcu karakteriyle milyonları buluştursun. Dirensin, dövüşsün… Sadece bir avuç insanın başlattığı, ağacıma dokunma, kentime dokunma, yaşam alanıma dokunma, nefes boruma dokunma, Taksim Gezi Parkı’ma dokunma diyerek başlattığı ekolojik itiraz, zaten mütevazi çabalarla 2 yıldır sürüyordu. Kent merkezinin tek yeşil alanı olan Gezi Parkı’nın yıkılmaması ve sermaye aracılığıyla AVM’ye dönüştürülmemesi için Park’ta çadır kuranlar, “bir gece ansızın” gelen buldozerler karşısında belki de hayatlarında ilk kez polisle karşı karşıya gelmek zorunda kalmışlardı. Sonrası malum, “gaz ve toz” bulutu içerisinde başlayan “düşük yoğunluklu çatışma…” Yaşanan düşük yoğunluklu çatışmanın beklenmeyen etkisi ise “barışçıl eyleme” uygulanan devlet şiddetinin boyutunu orantısız olması karşısında, adım adım geniş kitlelerin tepki göstermesiydi. İlk gece 150 kişi vardı “Gezi”de! Ertesi gün polis saldırdı 300 kişi oldu. Sonraki gün polis saldırdı 2000 kişi oldu. Daha sonraki gün yine polis saldırdı 20.000 kişi oldu. Polis saldırmaktan sıkılmadı, eylemciler gazlanmaktan. Belli ki “gazlandıkça”, “gaza” geliyorlardı. Taraftar grupları da sahip çıkmaya başladılar Gezi’ye… Önce “sık bakalım, sık bakalım biber gazı sık bakalım, kaskını çıkar, copunu da at” diye polisi “düello” ya davet etmeye


Bu daha başlangıç...

çalıştılar ama bizim “Halk İçin Emniyet” bu düello meselesine birazcık duyarsız kaldı. Sıkmaya devam etti Çevik… Su sıktı, gaz sıktı, plastik mermi sıktı. Yani ilk kılıcı mösyö burjuvazi çekti… 20.000 kişiye yapılan şafak operasyonu sinirleri iyice gerdi. Ertesi gün saat 13.00’ten itibaren yüzbinler Taksim’e akmaya başladı. Çatışmalar, alabildiğine şiddetlendi. “Halk İçin Emniyet” hedef gözeterek TOMA’larla, plastik mermilerle, gaz bombalarıyla, henüz resmi olarak ne olduğu açıklanmayan ve tespit edilemeyen kimyasallarla, sabaha kadar halka saldırdı. “Gezi” için akan yüzbinlerce insan, Taksim’i her yandan kuşatınca bizim “Halk İçin Emniyet” alan savunmasını taktiğine başvurmaya başladı. Hâl böyle olunca meydan polisin, çevre halkın oluverdi. Biber gazının “kafa yaptığından” bahseden de vardı, düellodan vazgeçip “biber gazı oleeyyy” diye slogan atan da… 1 Haziran günü milyondan fazla kişi sokaklara dökülünce “kelepçesine bakarak kaçan”, “mösyönün polisleri”, Taksim Meydanı’nı ve Gezi Parkı’nı alanın sahiplerine bırakmak zorunda kaldılar. Kim ne derse desin ve sonucu ne olursa olsun bu bir “halk ayaklanmasıydı!” Ve AKP’ye, iktidara geldiği günden bu yana ilk kez yenilmemişlerdi. Kimler yoktu ki aralarında: Çevreciler, sosyalistler, devrimciler, liberaller, işçiler, Antikapitalist Müslümanlar, feministler, LGBT bireyler, Kürtler, M. Kemal’in askerleri, taraftar grupları, “Şerefine Tayyip’çiler”, her sınıftan, inançtan, fikir grubundan bileşenler… Devlet şiddeti arttırdıkça kitle de direnişin boyutunu arttırdı. Ayaklanma sosyalist birçok kadronun gördüğü/alışageldiği eylem tarzından farklılıklar taşıyordu. Tipi, biçimi farklıydı. Ancak en önemli farklardan biri de eylemlerin sürekliliği oldu. 31 Mayıs’ı, 1 Haziran’a çeviren gece sabaha kadar ciddi çarpışmalar yaşanmış ve 1 Haziran günü kitleler geri çekilmenin aksine daha aktif katılım sağlamaya başlamışlardı. Ve daha şimdiden tarihe geçen 1 Haziran günü, Taksim Meydanı milyondan fazla insan tarafından işgal edildi. İşte eylemin evrenselleştiği aşama da bu noktada başlayacaktı. Kitaplarda okunan Paris barikatları somut bir gerçeğe, komün ruhu ise işleyen bir sürece dönüşecekti… Sosyalist hareketin örgütlü kesimlerini çok çok aşan bir kitlesellik, harekete rengini veriyordu. Dili biraz farklı, bileşeni beklenemeyecek çoğulculukta, direnişi ve kararlılığı şaşılacak düzeydeydi. Herhalde ilk cevap verilmesi gereken konu şuydu: İyi de nasıl? Hangi etkenler, hiç beklenmeyen bir dönemde, beklenmedik bir yan alanda yaşanan çarpışmayı ayaklanmaya dönüştürmüştü? Ve daha önemlisi nasıl bu kadar farklılık yan yana durabilmişti? Benim iddiama göre Gezi Direnişi’nin çoğulculuğuna rengini veren iki etken mevcuttu. Yerelleşen ideolojik mücadele ve görünür bir şekilde Fırat’ın bu

71


72

ONBİIRINCITEZ

Marks net bir biçimde “beyaz yakalı” işçilerin “ücretli emekçiye” dönüşümünü bundan 165 yıl önce ortaya koyarken yanılmıyordu. Sosyal medyayı iyi kullanan, alışılagelmiş siyaset dilinin dışında hareket eden geniş yığınların yeni bir tarzı ortaya çıkardığı kesin. Ama bunlar işçi değiller mi? “Akıllı cep telefonu, bilgisayar ve tablet kullanmanın, işçi olmadığının kanıtına dönüşmesi” hangi teorinin ayak sesleri? Ya da örneğin bu araçlar nasıl bir artı-değer yaratıyor? yakasında bulunan şovenizm zehrindeki azalma eğilimi. Bu iki etken, hareketin çoğulculuğunun ve yerel dinamiklerin görünürlüklerinin artmasını sağladı.

Haziran ayaklanması kentli bir ayaklanmadır!2 Haziran ayaklanmasının bileşeni, zenginliği hiç kuşkusuz bu ayaklanmanın kentli bir ayaklanma olduğunu gösteriyor. Kent merkezinin AVM’ye dönüştürülmek istenen tek nefes borusunun yıkılma operasyonuna direnenler de esas olarak kapitalist kentte yaşayan ne kadar sınıf, sosyal görüş, inanç, mezhep, kuşak, cins ve ulus varsa hepsinden bileşenler taşıyordu. Bir anlamıyla Haziran ayaklanması klasik bir sınıfsal karşı karşıya değildi. Talepleri de bu anlamıyla sınıfsal olmaktan çok siyasaldı. İşte bu açıdan ekonomik temelli hak talepleriyle politik arenada boy göstermeye alışkın birçok “ekonomist” tarafından, Gezi isyanı anlaşılamadı. “Ekonomizm” her zaman ki gibi ekonomik arabayı, siyasi atın önüne koştu. Haziran ayaklanması sırasında işçilerin üretimden gelen güçlerini kullanmamış olmaları, fabrikaların Gezi’ye akmamış olması nedeniyle işçi sınıfının Haziran ayaklanmasına katılmadığı görüşü oldukça yaygın. Ancak verilerin hiçbiri bu iddiayı desteklemiyor. Çünkü GENAR’ın gerçekleştirdiği araştırmaya göre Haziran ayaklanmasına katılanların %53,8’i ücretli/maaşlı çalışanlar yani işçi sınıfının üyesi. KONDA›nın anketine göre ise Parktakilerin üçte biri öğrenci yine %50’si işçi. Yaş ortalaması 28. Kadın – erkek eşit oranda ve %49,1’inin eyleme katılım gerekçesi polis şiddeti. Elbette ki ayaklanmanın motor gücü “mavi yakalı işçiler” değildi. Ancak Karl Marx’ın daha başından beri mavi-beyaz yaka ayırımını bildiği ve işçi sınıfı gerçeğini bu ayırım üzerine şekillendirdiğini görmeden, sınıf hareketini kol gücüne dayanan işçilere devretme alışkanlığını anlayabilmek 2 - Kapitalizmin başlattığı ve son tahlilde kentin, kıra egemenliğiyle sonuçlanan mücadele, burjuvaziyle birlikte bir taraftan işçi sınıfını büyümesine neden olurken, diğer taraftan kent yaşamının önem kazanmasına da yol açtı. Modern şehir yaşamının inşası yeni rant alanlarının oluşmasına yol açarken, kapitalizmden önce çok büyük etkilerinin ve öneminin kavranamadığı ekoloji sorunu görünürlük kazanmaya başladı. Ancak Marx ve Engels kendi tezlerinde dikkat çekseler de ekoloji mücadelesinin, sosyalizm mücadelesine içkin hale gelmesi için uzun zamanların geçmesi gerekecekti.


Bu daha başlangıç...

73

mümkün değil. Marx yayımladığı manifestosunda şöyle tarif etmişti savını: “Bugüne dek üstün değer verilen ve sofuca bir ürküntüyle bakılan ne kadar eylem varsa burjuvazi bunların hepsinin üstündeki kutsallık örtüsünü çekip atmıştır. Doktoru da, hukukçuyu da, rahibi de, şairi de, iktisatçıyı da, kendi ücretli emekçisi haline getirmiştir.” 3

Marx net bir biçimde “beyaz yakalı” işçilerin “ücretli emekçiye” dönüşümünü bundan 165 yıl önce ortaya koyarken yanılmıyordu. Sosyal medyayı iyi kullanan, alışılagelmiş siyaset dilinin dışında hareket eden geniş yığınların yeni bir tarzı ortaya çıkardığı kesin. Ama bunlar işçi değiller mi? “Akıllı cep telefonu, bilgisayar ve tablet kullanmanın, işçi olmadığının kanıtına dönüşmesi” hangi teorinin ayak sesleri? Ya da örneğin bu araçlar nasıl bir artı-değer yaratıyor? Bu sorulara cevap verilmeden işçi sınıfı Haziran ayaklanmasında yoktu demek, cevabı biraz kestirmeden vermek anlamına geliyor. Plaza çalışanları, banka, eğitim, sağlık vb. hizmet sektöründe çalışan beyaz yakalı işçilerin Gezi’ye katılımı azımsanamayacak düzeydeydi. Ayrıca Gazi, Okmeydanı, Nurtepe gibi semtler ya da Kartal, Kadıköy, Avcılar gibi ilçelerden sağlanan katılım ise ayrı bir nitelik taşıyordu. Elbette ki, harekete rengini veren şey fabrika komitelerine dayanan bir örgütlülük değildi. Kitleler sosyal medya, semt ve stadyumlar aracılığıyla örgütlenmişlerdi. Haziran ayaklanması uzun bir dönemdir otoriterleşme eğilimi içerisine girmiş iktidara karşı başkaldırıydı. İktidara geldiği günden bu yana yukarıda da değindiğim neo-liberal muhafazakâr dönüşüm politikasını uygulayan AKP’ye karşı özgürlükleri için sokaklara dökülen milyonların sesiydi. Sandıktan aldığı %49,7 oy ile her istediğini yapabileceğini ilan eden hükümetin “atarlanmasına”, karşı “gider yapan” kitlelerin kendiliğinden eylemiydi. Daha önce yan yana gelmesi ihtimal dâhilinde bile olmayan görüşlerin devlet şiddetine karşı bir araya gelmesi de yine yalnızca bu iktidar tarafından başarılabilen bir olguydu. Kitlelerin kendiliğinden eylemi, öğretici bir içeriğe hızla dönüştü. Ayaklanmanın ilk günlerinde inşa edilen barikatlar kitle inisiyatifinin zaten dağılmak üzerine oluştuğu ve “şiddet karşıtı” olduğu savını doğrulamıyor. Katledilen tüm gençlerin ailelerinin Alevi oluşu da başka bir direniş kodunun ayaklanmanın içerisinde bulunduğunu gösteriyor. Taraftar gruplarının, Alevilerin, Türklerin, Kürtlerin, kadınların, LGBT bireylerin, sosyalistlerin, anti-kapitalist Müslümanların, gençlerin direnişin her boyutunda kendilerini ifade edecek sloganlar ile ayaklanmaya kattığı zenginlik ise ideolojik bir yerelleşme biçiminin direnişin her düzeyinde yerini aldığını gösteriyor. Ayaklanmanın bir diğer özel3 - Karl Marx; ‘Komünist Manifesto’ (Sol yayınları) sf. 9


74

ONBİIRINCITEZ

liği ise özgürlükleri için harekete geçenlerin ağırlıkta olduğunu kanıtlıyor. Ancak “M. Kemal’in askerleriyiz!” sloganı ile “M. Keser’in askerleriyiz!” diyenlerin ortak paydasının “devlet laikliği” değil de görünür bir sekülerliğinin bulunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. BDP ve M. Kemal bayraklarının yan yana taşınması ise direnişin kodları hakkında fikir veriyor ve şovenizmin azalma eğilimi gösterdiğini kanıtlıyor. Hareketin “ulusalcı” olduğu iddiası ise Lice’de “Kalekol” yapımına karşı çıktığı için katledilen Medeni Yıldırım için düzenlenen “Diren Lice, İstanbul, Ankara, İzmir vs. Seninle” eylemleriyle yerle yeksan oldu.

Haziran barikatları dersleri “Coşkulu Parisliler, 1588’den beri (Guise Dükü’ne karşı kurulanlardan beri) barikat kurma yolunu seçiyorlardı ve artık yöntemlerini geliştirmiş, oldukça ağır kaldırım taşlarını yerinden sökmek için levye kullanır olmuşlardı. Kibarca omnibüsleri durdurdular, atları çözüp yolcuları tahliye ettiler ve araçları devirip, ağırlaşsın diye içine ve üzerine taş yığdılar...”4

1 Haziran itibariyle, “Haziran ayaklanması” başka bir mecraya akmaya başladı. Tıpkı dünyadaki birçok örneğinde görüldüğü gibi devlet şiddetine karşı, halk yığınlar halinde toplanmaya ve barikatlar oluşturmaya başladılar. Aklın yolu birdi ya da direniş evrensel benzerliklere ve yöntemlere kapı aralamıştı. Halk ayaklanmalarının tipik bir örneği 2013 Türkiye’sinde yeniden ortaya çıktı. Parisliler 1588’den beri aynı yöntemi kullanıyorlardı. Taksim ise Patrona Halil isyanı ile tadına varsa da doyumsuz olana uzak kalalı çok olmuştu Erdoğan, 1 Haziran günü gerçekleştirdiği konuşmasında şöyle diyordu. “Polisin bir takım aşırılıklar içerisine girdiği doğrudur. Ancak ‘polis Taksim’den çekilsin’ diyorlar. Böyle bir şey mümkün mü? Polisimiz dün de oradaydı, bugün de yarın da orada olacak.” Haziran ayaklanması Erdoğan’ın bu dediğine pek itibar etmedi. Çünkü günlerdir polis şiddetine maruz kalan yüzbinler biliyordu ki, polisin Taksim Meydanı’nda kalması demek, günlerdir devam eden gösterilerin “devlet güdümünde” bir toplaşmaya dönüşmesi demekti. Kitleler buna izin vermediler. Ve biranda Taksim Meydanı bir komün merkezi haline dönüştü! İlk iş olarak barikatlar oluşturulmaya başlandı. Zaten gösteriler sırasında yaralılar için örgütlenmeye başlayan revirler adeta ufak hastanelere dönüştürülürken, paranın geçmediği lokantalar, kütüphaneler, kreşler inanılmaz denilebilecek çabuklukta inşa edildi. Ayaklanmaya rengini veren şey dayanışmaydı. Halk kendi güvenliğini aldı. Örneğin güvenlik eksenli polis ordusunun koruduğu bir Yılbaşı gecesinde yaşanan 4 - Priscilla Robertson. ‘Revolutions of 1848: A Social History, Akt, Murray Bookchin, ‘Fransız Devriminden İkinci Enternasyonale’ (Dipnot yay.), sf. 116


Bu daha başlangıç...

kadına yönelik taciz sayısı kadar 11 gün boyunca taciz yaşanmadı.5 Dayanışma eksenli bir Taksim, dünyadaki tüm komünlerle benzer bir özellik taşıyordu. Taksim barikatlarının ardında oluşturulan komün, kitlelere kapitalizmden başka bir seçenek olduğunu açık bir şekilde gösterdi. Adeta zamanın hızı değişmişti. Birçok gözlemciye göre eylemin hareket tarzı occupy (işgal et) eylemlerini çağrıştırıyordu. Yaratıcı ve enerjik olduğu ise tartışma götürmez bir gerçekti. İşgali sağlayan şey ise geniş kitlelerin oluşturduğu barikatlardı. Aslında tüm dünyadaki ayaklanmaların başvurduğu yola hareket kendiliğinden başvurmuştu. Çünkü kitleler ancak bu yolla kendi güvenliklerini sağlayacaklarından emindiler. Diğer bir deyişle başkaldırma hareketinin, başvurduğu taktik evrenseldi. Bir başkaldırma hareketinin gerçekten taktik bir eylemden bekleyebileceği en fazla şey, tek başına bir barikatın yoluna yordamına göre kurulup savunulmasıdır.6

Frederich Engels, elbette ki bir gerçeğe işaret ediyordu! Taksim barikatları, ayaklanmanın zaferle sonuçlanacağı anlamına gelmiyordu. Ancak deneyim, biriktirme ve yol gösterme bakımından bir ayaklanmanın barikatlarsız gerçekleştirilme imkânı zaten en başından beri bulunmuyordu. Taksim Komününü ilan eden gerçek, barikat arkasında devam eden yaşam formuydu. Başka bir deyişle barikatların savunulması devrim anlamına gelmediği gibi, onu savunmamak daha en başından kaybetmek demekti. Taksim barikatları sayesinde 11 gün boyunca kent meydanında bir komün ilan edilmiş oldu. Hızlı, organize, dayanışmacı, bir komündü bu. AKP iktidarının 1-2 gün içinde dağılır giderler beklentisini boşa düşüren de bu olgu oldu. Komün, bu anlamıyla tarihin zaman kavramını değiştirmeyi başardı. İstanbul, 1 Haziran akşamı itibariyle, coşkulu Parislilere benzemeye başlamıştı. Hayatlarında ilk defa eyleme katılan milyonlar dâhil herkes “şimdi ne yapılacak?” sorusunu gündemine almak zorunda kaldı. Hayatta olan hiçbir bireyin ülke çapında yaşamadığı şey, kitaplardan gelip çıkmıştı. Devrim yaşanmasa da bir şeyler “kapıyı üç kere çalmıştı…” “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor…” diye başlayan o eşsiz manifestoyu unutmak mümkündü belki ama sosyalistlerin “hükümet istifa” talebinin gerisinde kalmasının izah edilebilir bir yanı yoktu. Hayaleti, “sevimli hayalet Casper”a dönüştüren belki de bu gerçekti. Direnişin aktif direngenliğinden “sevimli hayalet” çıkartma becerisi, “Allah’ını seven defansa gelsin” diyen “Jamiryo’yu da yok saymıştı.7 Defans, açık bir şekilde barikatların oluşturulma çağrısı ve çarpışmasını 5 - Örneğin bu tip vakaların Mısır gösterilerinde çok fazla olduğu iddia ediliyor. 6 - Frederich Engels ‘Fransa’da Sınıf Savaşımları’ (Sol Yayınları), önsöz. 7 - Gezi Direnişi’nde yazılan “Allahını seven defansa Gelsin / Jamiryo” imzalı duvar yazısı.

75


76

ONBİIRINCITEZ

ifade ediyordu. 1848 yılı aynı zamanda Marx açısından başka bir pratiğin dönüm yılı olacaktı. Dönemin litograflarının birkaç katlı binaları aşan barikat resimleri, 1848 barikatlarının hem başarısı, hem de yenilgisi üzerine fikir verecekti. 1500’ün üzerinde barikatın inşa edildiği tahmin edilen olaylarda Marx, 1848 Paris devrimini, dönemin sıcak koşulları içerisinde neredeyse hatasız olarak tek yorumlayan kişi olacaktı. Marx’ın çıkardığı sonuç açıktı. “Ve biz şöyle haykırıyoruz: Devrim öldü! – Yaşasın Devrim!”8 (…) klâsik sokak çarpışmaları çağında bile, barikatların, maddi olmaktan çok manevi bir etkisi vardı. Barikat, askerlerin cesaretini, dayanma gücünü (metanetini) sarsmak için bir çare idi. Eğer barikat, askerler çözülünceye kadar tutunursa zafer elde ediliyordu; yok, tutunamazsa yenilmek vardı.9

Paris’in romantizmi, “kulaklara hoş bir seda” geliyorsa da, sosyalist solu etkileyen başkaca faktörler mevcuttu. Barikatın devrimci dönüşümü, salt “eninde sonunda yenilecek” basitliğiyle kavrandı. Oysa kitlelerin devrimci dönüşümünü esastan sağlayan ve hareketi bir ayaklanmaya dönüştüren şeyin, barikatlar olduğu gerçeği yok sayıldı. Engels’e göre 1848 devriminin yenilgisi karşı tarafta bir çözülme gerçekleşmediği için yaşandı. Çünkü modern kapitalist şiddet aygıtlarının, barikat savaşlarında tartışılmaz bir “eşitsizliği” daha o tarihlerde mevcuttu. Ancak ne Marx, ne de Engels “yenilinilecek savaş”a girilmez iddiasında değildi. Her ne kadar zamanlamasına karşı çıksalar da, çarpışma başladıktan sonra hareketin içerisinde yer almaktan biran dahi tereddüt etmediler. Geriye kalan tartışma bu açıdan taktik bir anlam taşıyacaktı. Devrimin başarısını, kazanma ihtimallerini içerisine alan bir tartışma. Yıllar sonra Samuel Beckett’in sözleri ise şöyle olacaktı: “Hep denedin, hep yenildin… gene dene, gene yenil… daha iyi yenil…”10 İşte bu açıdan barikatların bir taktik olarak yenik düşmesi tek belirleyen olarak ele alınamaz. Çünkü 2013 Haziran ayaklanmasını başlı başına kazandıran şey de o yenik düşen barikatların varlığında gizli. Aksi taktirde zamanın ruhuna hız kazandıracak büyük sıçramaları yaratabilmek mümkün olamazdı. Unutulmamalıdır ki ne barikatları yenilen 1848, ne de son tahlilde yenik düşen 1871 Paris Komünü, iktidarla savaşa kesin olarak yenmek üzere girmişlerdi. Bu açıdan Marx, Engels ve Lenin’in değerlendirmeleri esas olarak yenilen ayaklanmanın eksikliklerini görme, dersler çıkarma ve ilerletme üzerine analizlerine dayanıyordu. Parislilerin barikat taktiği her daim “émaute”(ayaklanma) denilen hadisede işe yaradı. Çünkü barikat sınırsız bir özgürlüğü ve devlet aygıtının olmadığı bir 8 - Karl Marx, ‘Fransa’da Sınıf Savaşımları’ (Sol Yayınları), s,60 9 - Frederich Engels, a.g.e, önsöz 10 - Ever tried, ever failed, try again, fail again, fail better


Bu daha başlangıç...

Barikatın devrimci dönüşümü, salt “eninde sonunda yenilecek” basitliğiyle kavrandı. Oysa kitlelerin devrimci dönüşümünü esastan sağlayan ve hareketi bir ayaklanmaya dönüştüren şeyin, barikatlar olduğu gerçeği yok sayıldı. Engels’e göre 1848 devriminin yenilgisi karşı tarafta bir çözülme gerçekleşmediği için yaşandı. Çünkü modern kapitalist şiddet aygıtlarının, barikat savaşlarında tartışılmaz bir “eşitsizliği” daha o tarihlerde mevcuttu. Ancak ne Marx, ne de Engels “yenilinilecek savaş”a girilmez iddiasında değildi. özerk alanı temsil ediyordu. 1871 barikatları Paris komününün 71 günlük “doğrudan demokrasisi” Marx’ın deyimiyle “işçi sınıfı iktidarı”nı yaratan en işlevsel araçtı. Paris’in 71 günlük devrimi, 1905’te Çarlık Rusya’sında boy verirken, barikat ve dersleri üzerine ders çalışma sırası bu kez Lenin’e geliyordu. 1848, 1871’i yaratmıştı. 1905 ise 1917’nin ayak sesleri anlamına geliyordu. Engels ayaklanmanın taktik adımlarına ilişkin kafa yorarken, Lenin’de ustaların izinden gitmeyi biran olsun elden bırakmayacaktı. 1905 yılının barikatları da, barikatlara saldıranlar da daha gelişkin taktiklere sahiptiler. Lenin birkaç kritik hatadan bahsederken, hiçbir yaklaşımında barikatlara karşı bir tutum almadı. Taktik savunu hataları ve dönemin koordinasyon eksikliği olsa olsa “devrimlerin ilerlemesinde” eksiklikler doğurmuştu. Lenin’e göre 1905 barikatları, örgütlü işçi sınıfının yeterli düzeye ulaşamaması nedeniyle yenilecekti. Engels ise sokak savaşımının başarıya ulaşabilmesi için bu işe daha büyük güçlerle girilmesi gerektiğinin altını çizecekti. Ancak gerek Engels, gerekse de Lenin, atik davranamayan kitlelerin taktik hataya düştüğünü belirtirken, yeterince uzun zaman ayakta kalamayan ve “iktidar” üzerinde yeterince yıpratıcı etkide bulunamayan barikatlardan şikâyet edeceklerdi. “Askeri taktiğin dayandığı şey askeri tekniktir. Bu basit gerçeği Engels ortaya attı ve bütün Marksistlere kabul ettirdi. Askeri teknik bugünlerde on dokuzuncu yüzyılın ortalarında olduğu gibi değildir. Toplara karşı insan kalabalıklarıyla yürümek, barikatları tabancalarla savunmak delilik olur. Kautsky, Moskova olaylarından sonra Engels’in bu konudaki yargılarının yeniden göz önüne alınmasının tam zamanı olduğunu ve Moskova›nın “yeni barikat taktikleri” getirdiğini yazarken haklıydı. Bu taktikler gerilla savaşı taktikleridir. Böyle bir taktik için gereken örgüt, çok küçük ve hareketli birliklerdir; on kişilik, üç kişilik, hatta iki kişilik birlikler. Şimdilerde beş ya da üç kişilik birliklerden söz edilince, burun kıvıran Sosyal Demokratlara rastlıyoruz. Alay etmek, çağdaş askeri tekniğin getirdiği koşullar altındaki sokak çarpışmasının ortaya çıkardığı yeni taktik ve örgüt sorununu bilmezlikten gelişin ucuz bir yoludur. Moskova ayaklanmasının hikayesini iyice bir inceleyin beyler, «beş kişilik birlikler» ile «yeni barikat taktiği» sorunu arasında nasıl bir bağlantı olduğunu göreceksiniz. Moskova bu taktikleri ilerletti, ama onları gerçekten büyük çapta, bir kitle çapında, uygulamaya yetecek kadar

77


78

ONBİIRINCITEZ

geliştirmeyi başaramadı. Gönüllü çarpışma takımları çok azdı, atak saldırı sloganı işçi kitlelerine verilmedi ve onlar bunu uygulamadılar; gerilla müfrezeleri nitelik bakımından birbirinin aynıydı, silahları ve yöntemleri yetersizdi, kalabalığa önderlik etme yetenekleri hemen hiç gelişmemişti. Bütün bunları gidermeliyiz; Moskova deneyinden birşeyler öğrenerek, bunları kitleler arasında yayarak ve daha da geliştirmeleri için onların yaratıcı çabalarını bileyerek yapacağız bunu.”11

Lenin’in Moskova barikatlarının yenilgisini değerlendiren saptamalarında, barikatların kurulmasına ilişkin bir şüphesinin olmadığı anlaşılıyor. Ayrıca Lenin, “yeni barikat taktiklerinin” çağına uygun yöntemlerle şekillenmesini de önemsiyor ve olsa olsa yeterli atak saldırının geçekleştirilemediğinden yakınıyor. Ancak daha önemlisi gerek Marx, gerekse de Lenin, çarpışmanın kaçınılmaz hale geldiği koşullarda kitlelerin iktidarla çarpışmasını yenilecek dahi olsa desteklemeleriydi.12 Marx, Engels ve Lenin, kitlelerin iktidarla çelişkisinin artması ve hareketin büyütülmesi için çaba sarf etmekten hiçbir zaman geri durmadılar. Marx çıkarttığı NRZ gazetesinden, 1848 devrimi için şu sözlerle bahsedecekti, “gazetemiz émaute (ayaklanma) fikrinin arkasında durmaya devam ediyor.” Haziran ayaklanmasının ortaya çıkarttığı “yeni barikat taktiği” iki aşamada şekillendi denilebilir. Bir tanesi 31 Mayıs günü görülen polisin meydan, halkın çevreyi kuşattığı çatışma sırasında kurulan barikatlar, diğeri de sonrasında görülen meydan savunusu için kurulan barikatlar. Haziran barikatları tıpkı Lenin ve Engels’in bahsettiği gibi taktik bir anlayışa dayanıyordu. Genç kitlelerin oluşturduğu hemen her malzemeden kurulan barikatlar, polisin geniş kitlelere daha fazla zarar vermesini bir şekilde önledi. Çünkü ancak bu yolla yoğun gaz atışı ve TOMA/Akrep saldırıları yavaşlatılabildi. Daha önemlisi ise kitlelerin dağılmasının önüne geçildi. 31 Mayıs barikatları kuşatma hareketinin başarısını gözler önüne serdi. 1 Haziran günü ise Occupy hareketi meydanın tüm girişlerine barikatları inşa etmişti. Böylece gerek meydan daha denetlenebilir bir hal almış, gerekse de olası saldırı riskleri azaltılmıştı. 11 günlük Taksim komünü ancak bu yolla kendi varlığını sürdürdü. 2013 Haziran ayaklanması, hareketin 1-11 Haziran günleri ile 16 Haziran’a kadar devam eden evreleri itibariyle birbirlerinden farklılık arz etmekte. Nasıl ki, 1 Haziran Taksim komününün ilanı, hareketin gelişiminde zamanın hızlanmasına yol açtıysa, barikatların iktidar tarafından ele geçirilmesi ciddi bir geri çekilme anlamı taşıdı. Merkezin “iktidar” tarafından ele geçirilmesi, hareketi müdahaleye açık hale getirdi. Ve bir kazanım olarak görülse de aslında Gezi Parkı’na çekilmek, komünün bitişi anlamını taşıyordu. 11 - V.İ Lenin “Moskova ayaklanmasından alınacak dersler” den Aktaran William Pomeroy, Marksizm ve Gerilla Savaşı, Belge Yayınları, s, 90 12 - 1848, 1871 ve 1905 buna en çarpıcı örnekleri teşkil etmektedir.


Bu daha başlangıç...

Haziran barikatlarının savunulması tartışmasında, “yeni barikat” taktiklerini, çağına uygun olarak ele almak gerekir. Bu anlamıyla Engels’in bahsettiği geçmiş dönemin barikatlarının çağına uygun silahlarla savunulduğunu ve egemenlerin de barikatlara dinamit lokumları ve modern top atışlarıyla saldırıldığı atlanmamalı. Yüksek düzeyde kayıpların yaşanmaması için Engels, barikat taktiğini tartışmaya açıyor. Yani askeri bir taktik olarak, barikat savaşlarını ele alıyor. Bu açıdan “zaten Engels de barikatlara karşı çıkıyor” demek (bahsedilen açık hale gelen, yeterince kitlesel olmayan barikatlar) bir şey söylemek anlamına gelmiyor. Barikatlar, çekiciliğini, büyüsünü yitirmişti; asker, barikatların ardında artık “halkı” değil, birtakım başkaldıranları, kışkırtıcıları, yağmacıları, her şeyi paylaştırmak isteyenleri, toplumun tortusunu görüyordu; subay, zamanla, sokak çarpışmasının taktik biçimlerini öğrenmişti, artık, düpedüz, kendini gizlemeden beklenmedik bir barikatın üzerine doğru yürümüyordu, ama bahçelerden, avlulardan, evlerden geçerek onu çeviriyordu. Ve biraz beceri ile, bu, artık onda-dokuz başarıya ulaşıyordu.13

Görüldüğü gibi Engels’in itirazı, mücadelenin o aşamasında halkın değil, toplumun tortusunun görülmesine yani diğer bir deyişle barikatın kitlesel gücünün azalmasına ilişkin bir saptamaya dayanıyor. Yani Engels’in barikatlara ilişkin yaklaşımları bu açıdan çağına uygundur. Ancak kapitalizmin vahşi döneminin ya da atipik dönemlerinin bir ürünü olan kitlesel katliamlar ve sınıf savaşımlarının amansız yaşandığı dönemlere özgü saldırı biçimlerinin baz alınması, bilinçli bir çarpıtma anlamı taşıyor. Demokrasi biçimsel dahi olsa bugün başka bir boyut kazanmış ve kitle mücadeleleri de bu anlamıyla şekil değiştirmiş durumda. Örneğin 1968’in Paris’inin gerek barikat, gerekse de saldırı araçları bakımından ciddi değişiklikler gösterdiği biliniyor. 68’in barikatları kaldırım taşlarına dönüşürken, barikat arkasında gerçekleştirilen forumlar başka bir direniş yönteminin geniş yığınlarca ortaya çıkarıldığını kanıtlıyor. Kitle mücadelesi ve iktidar saldırganlığını, çağından söküp atmak esasen Lenin’in yukarıdaki alıntıda bahsettiği alaycılığı tekrar etmek anlamını taşıyor. 68 Paris’inin ortaya çıkardığı “güzellik sokaktadır14” ve “kaldırım taşlarının altında kumsal var”15 sloganları Paris barikatların özgürleştirici yanlarına atıfta bulunmaktan geri durulmadığı gösteriyor. Ancak Paris’ten, İstanbul’a dönüldüğünde barikatın eski bir yol olduğu ve yenilmeye mahkûm olduğu hatırlanarak, 68 geleneğinin ardılı bir siyaset çizgisinden hızlı bir şekilde uzaklaşılıyor. Günümüzün saldırı araç yol ve yöntemleri, “modern kapitalizmin” çağına uygun olarak dönüştüğünü gösteriyor. Geçmişten farklı olarak asker yerine daha 13 - Karl Marx, ‘Fransa’da Sınıf Savaşımları’ (Sol Yayınları) s, 22-23 14 - La beauté est dans larue 15 - Dessous les paves c est la plage

79


80

ONBİIRINCITEZ

profesyonelleşmiş polisin gösterilere müdahale ettiği bir dönemi yaşıyoruz. Dinamit lokumu yerine biber gazı, tazyikli su, polis copu, Akrep ve TOMA zor araçlarının yaygın olarak kullanıldığı biliniyor.16 Bu anlamıyla yeni dönemin barikat taktikleri geçmişten bir takım köklü farklılıklar taşıyor. Son tahlilde daha kanlı müdahalelerle karşılaşılma ihtimali olsa da17 esas olarak devlet şiddetinin yönlendiren araçlarda ciddi değişiklikler olduğunu görmek gerekiyor. Hareketin dikkat çektiği bir diğer nokta, çağın değiştiremediği en önemli gerçek, yani kitlesel ayaklanma yolunun halen en geçerli yol olduğu gerçeği. Gerek Arap Baharı olarak adlandırılan süreç, gerekse de 2013 Haziran ayaklanması bu gerçeğe bizleri tekrar tekrar götürüyor. Belki birçok açıdan eksiklikler tespit edebilmek mümkün olsa da Haziran ayaklanmasının başardığı en önemli şey korku duvarının aşılması. Yine de taktik bir çizgi açısından Haziran barikatlarının yalnızca bir yapı tarafından savunulması, 1848 ya da 1905 barikatlarının yenilmesiyle aynı şey olarak kavranmamalıdır. Çünkü barikatlar bir örgütlü yapı dışında hiçbir taktik denenmeden iktidara teslim edilmiştir. Halkın devrimci enerjisi soğurulmuş, daha 2 Haziran günü Taksim Meydanı boşaltılmaya çalışılmıştır. Ayaklanmanın niteliği ve başarı şansı üzerine birçok analiz yapmak mümkün olsa da, tarihin bizleri göreve çağırdığı dönemde bu göreve talip olmamak en naif terimle eksiklik anlamı taşımaktadır. Eksik olan ise eksik olduğu için yanlıştır. Haziran günlerinde belki de sonuç Engels’in bahsettiği gibi onu yeterli zamanda ayakta tutamayacak bir hareket kuvveti nedeniyle yenilecekti. Ancak bu, Haziran barikatları açısından denenmemiş bir tezdir. Bu anlamıyla da bilinemez. Bilinen ise 11 Haziran itibariyle hareketin adım adım geriye çekilmesi ve 16 Haziran’dan sonra da düzen normallerine tekrar geri döndürülme tehlikesinin başlatılmaya çalışılmasıdır. Bu açıdan bizlere düşen temel görev, düzen normallerini kabul etmeyen bütünlüklü bir çizgi mücadelesi olmalıdır. Aksi kazanımları, biriktirme ve geliştirme dinamiklerini kaybetmek anlamı taşıyacaktır. Haziran ayaklanmasında kitlelerin gösterdiği şey ise tersi yöndedir. Mücadele artık başka bir evreye sıçradı, “korku duvarı” aşıldı. Dünün kitleselliği ile kıyaslanamaz bir sokak pratiği ortaya çıktı! Ve Haziran ayaklanmasından sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Önümüzdeki dönemi belirleyecek olan şey daha fazla sokak, daha fazla barikat olacaktır. Yazıyı bitirirken Haziran ayaklanmasının işaret ettiği şeyi tekrar etmek gerekirse; “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam…”

16 - Atipik anlarda ise silah kullanılıyor. 17 - Mısır’da darbesinde görüldüğü gibi.


Kentsel dönüşümün ekonomi politiği

Kentsel dönüşümün ekonomi politiği Gaye Yılmaz*

A

rkadaşlar merhaba. Yoksa çapulcular mı demeliydim? Hangisini isterseniz onu kabul edin. Sevgili yoldaşlarım merhaba. Direniş hepimizin direnişi ama gördüğünüz gibi fiziksel durumum, yaşım itibariyle ben sizler gibi barikatlarda olanlardan değildim aslında sizler bizleri uzaklaştırdınız. “Bir de senin güvenliğini düşünmek zorunda kalmayalım” dediniz yaşlı olanlarımıza... Ama benim bu süreçte Türkiye’deki sosyologlarda şaşırdığım çeşitli söylemler var. Şoka sokuyorlar beni. “Yok yok bu farklı bir şey, gençler. Bu gençlere ne oldu?” diye yorumluyorlar. Siz dünya tarihinde yaşlıların öncülük ettiği bir isyan hiç gördünüz mü? Bu direnişin ayır edici yanı sizce gençlerin olması mı? Elbette değil! Tabii ki gençler olacak bunun öncüsü. Bundan daha doğal bir şey olmadığı gibi tarihte bunun zıttının örneği de yok zaten. Çünkü gençlerin genetik kodlarında yaşlılarınkinde olduğu gibi henüz korkular, kaygılar, endişeler kayıtlı değil. Onun için hep gençler öncülük eder. Az önce bir tanesini söyledim -kafa karışıklığı ya da bilinçli yapılıyor bilmiyorum çok da tesadüfi olduğunu düşünmüyorum- “Bu sıra dışı bir olay, bir isyan değil başka bir şey psikologlara verelim bir analiz etsinler bizim için” tezini güçlendirmek için bunların yapıldığını görüyoruz. Bir kuşak karmaşası 90’lar kuşağı yepyeni bir kuşak diye garip garip söylemler. Ama burada unuttuğunuz bir şey var. Direniş başlamadan önce, bu 1 Mayıs’ı hepimiz yaşadık, ben yoktum, yurt dışındaydım ama izledim hatta orda olduğumuz yerde de bir radyo programına konuk oldum. Çünkü Türkiye’de şu tartışmanın olduğunu gördüm bu 1 Mayıs’ta. Senelerdir vardı ama bu 1 Mayıs’ta yükseldi yine “1 Mayıs için Taksim şart mı canım? Kazlı Çeşme’de de olur. Her yer de olabilir. Niye Taksim diye direniyoruz ki?” gibi bir tartışma, bir ikililik

* Bu yazı Sosyalist Demokrasi Partisi’nin (SDP) düzenlediği “Gezi Çalıştayı”nda, Dr. Gaye Yılmaz tarafından gerçekleştirilen sunumun notlarından oluşmaktadır.

81


82

ONBİIRINCITEZ

iyice derinleşmiş durumda. İngiltere’de 6 aylık bir çalışma için bulunuyordum. Bana da bu soruldu. “Siz de böyle düşünüyor musunuz?” diye. Cevabım çok netti benim. Ben buna katılmıyorum. Kent, mekân ve sınıf ilişkisi üzerine çalışmalar yapan biri olarak bence Taksim Meydanı işçi sınıfının belleğidir. Bellek bu kadar kolay terk edilemez. Hani biz sosyalist, devrimci örgütler ‘terk edelim’ desek bile işçi sınıfı ordan kolay kolay vazgeçmeyecektir. Çünkü o gerçekten bir hafızadır, bir bellektir. Bellek olan alanlar, bellek olan mekânlar kolay kolay vazgeçilip, terk edilebilecek yerler değildir. Benden kentsel dönüşümün ekonomi politiği istendi. Şimdi diyeceksiniz ki ‘çok deneyimsiz birini dinleyeceğiz’. Haklısınız. Birincisi; direniş başladığından bu yana ilk defa direnişle bağlantılı bir sunum yapıyorum. Bu bir ilk benim için hiç yapmadım. Metin Yeğin gibi değilim ben yani. İkincisi; hayatımda ilk defa kentsel dönüşüme dair sunum yapıyorum. Ekolojinin ekonomi politiğini anlattım şimdiye kadar, mesleklerin dönüşümünü ve ekonomi politiğini analiz ettim. Bunların hepsi tamam. Ama kentsel dönüşümün ekonomi politiği benim için bir ilk. Onun için çeşitli alıntılar yaptım. Bunlardan ilki New York kentine ilişkin. Bizden çok uzakta. Hani ‘yerel mi değil mi’yi anlamak için. Hayır, yerel bir mesele değil. Çok da çarpıcı bir dünya metropolü New York. New York’u analiz eden ekonomi politikçiler dört ayak üzerinde bu dönüşümün olduğunu söylüyorlar. Birinci ayak sermaye ve devlet arasındaki ilişkilerle belirleniyor ve önce New York valisi borsanın taşınacağını duyuruyor. Eski New York borsa binasının yıkılacağını -onun yerine ne yapacaklarsa artık- borsanın da yeni bir binaya taşınacağını söylüyor. Gerekçe ne? Bir tahmin edin. Güvenlik! 11 Eylül! Her ülkede gerekçe değişik. Türkiye’de ki gerekçe ne? Deprem. Çok sağlıksız binalarda oturuyoruz. Onun için kentsel dönüşüm şart. Ama ne yapılıyor? Bizi bu sağlıksız binalardan -Sulukule’de yaptıkları gibi- çıkarıyorlar. Oraya yeni binalar yapıyorlar. “E artık biz dönelim eski yerimize” dediğimizde “Hayır siz artık başka yerlerde oturacaksınız”. Bunun arkasında bambaşka bir döngü var. Zaten benim sunumum da bunu anlatmaya dönük. Kentsel dönüşümün yaslandığı bir diğer boyut emek gücünün toplumsal yeniden üretimi. Toplumsal yeniden üretim deyince neyi anlıyoruz? Barınma, beslenme, sağlık, eğitim...Üretim alanının dışında kendimizi yeniden üretmek için dahil olduğumuz bütün alanlar toplumsal yeniden üretim alanıdır. New York özeline inersem öğretmen açıklarının göçmen emekçilerle kapatılması gündeme geliyor. Çok göç alan bir kent New York. İstanbul’dan çok daha fazla göç alan bir kent ve nüfus yoğun olarak İspanyollaştıkça yoğun bir şekilde İspanyolca konuşan ülkelerden göç alıyor. Bunlar çoğunlukla öğretmen ama aynı anda başka bir şey devreye giriyor. Bu göçmen öğretmenlerin eğitim vereceği okulların güvenliği polise teslim ediliyor. Polis devleti aynı anda güçlenmeye başlıyor. Bu çok spesifik bir örnek. Sadece Türkiye’de


Kentsel dönüşümün ekonomi politiği

olan biten ne düşünmenizi istiyorum. Üçüncü temel; polis şiddeti aynı dönemde roketliyor. Sıfır tolerans stratejisi izleniyor. Gezi sürecinde,1Mayıs’ta hatta daha önceleri yaşandığı gibi New York polisi 94-97 arası tam 97 milyon dolar tazminata mahkûm ediliyor ve sonunda New York kenti için sanki orası bir devletmiş gibi kendi uluslararası ilişkilerini kendilerinin yürütmesi talep ediliyor. Bunların hepsi kentlerin devletleşmesidir ve hepsi eş anlıdır. Şimdi bunları tek tek anlamaya çalışalım. Öncelikle New York üzerinden anlattığımız gibi kentsel dönüşüm nedir sorusunun cevabı bence şöyle bir şeydir: Devlet ve sermaye, toplumsal yeniden üretimle toplumun kontrol altına alınması arasındaki ilişkilerin köklü değişikliklere uğradığı günümüz koşullarının başak halidir. Şimdi kentsel dönüşümü buradan okuduğumuz zaman kavramın ilk ortaya çıkışı 1980ler. Sadece Türkiye için söylemiyorum, bütün dünyada kentsel dönüşüm, -“organization” denilen çeşitli kavramlar İngilizce olarak kullanılıyor ama- 1980lerden itibaren var. Peki, bu yalnızca toplumsal yeniden üretimin bir gereği mi? Yani “yeterince konut yok, konutlar çok güvensiz”, “fabrika binaları çok eski, yenilemeniz lazım” yalnızca böyle bir şey mi toplumsal yeniden üretimden kastettiğimiz. Yoksa bunu sermayenin yeni değerlenme alanlarından biri olarak mı okumalıyız. Yine tarihsel olarak gitmem gerektiğini düşünüyorum ve ben bu olayı 1970lerde dünyanın içine düştüğü kar oranlarının düşüş kriziyle açıklıyorum. Ne oldu o dönemde? Öncelikle kapitalizmin altın çağı 1945-1966 arasındaki 20 yıllık dönem. Kapitalizm tarihinde ilk defa bu kadar hızlı kar oranlarının görüldüğü, ilk defa emek üretkenlerinin bu kadar hızlı kesintisiz arttığı bir süreç yaşıyor 1945-1966 arasında. Ne oluyor o dönemde? Şu formülü kısaca okursak % işaretiyle gösterdiğimiz kar oranı (profit rate) S ile gösterdiğimiz artı değer (surplus value), bölü çizgisinin altında C ile gösterdiğimiz sermayenin değişmeyen kısmı yani bütün üretim araçları; makine, teçhizat, hammadde bunların hepsi C.V ile gösterdiği ise bizleriz arkadaşlar yani ücretli emek. Şimdi ne dedik emek üretkenliği kesintisiz ve çok hızlı bir şekilde artıyor kapitalizmin bu altın çağında. Demek ki V’nin üretkenliği artıyor, bu artı değeri büyütüyor, artı değer büyüdükçe karlar yükseliyor. Kârlar yükseldiğinde kapitalistler ne yapar? Tatile mi giderler? Eşlerine mücevher mi alırlar? Yatırım yaparlar. Hangi bölümüne yatırım yaparlar sermayenin? C’ye yatırım yaparlar ve C büyür. Yani makine, teçhizat büyür. Ya kitlesel olarak büyür ya da teknoloji olarak da daha maliyetli, daha ileri teknolojiler konuşlandırılır üretim süreçlerine. Buna karşı emek üretkenliği bu durumu daha da arttırır. Yani emek üretkenliğindeki artış devam eder ve C’deki büyüme de sistematikleşir.1966 yılına gelindiğinde C’nin büyüme hızı, üretim araçları kitlesindeki büyüme hızı, ona yatırılan sermayenin büyüme hızı, artık artı değerin büyüme hızını aşmıştır ve kar oranları terse döner. Bildiğimiz gibi kar oranlarının artış hızının yavaşlaması dedi-

83


84

ONBİIRINCITEZ

O dönem için konuşuyoruz; kimdir bu üretken olmayan emekçiler? Devlette çalışan öğretmenler, doktorlar, hemşireler, ulaştırma işçileri... Yani devletin ücretli işçilere ürettirdiği ama topluma bir kullanım değeri olarak parasız bir şekilde sunduğu, üretilen hizmetlerin değerinin piyasada belirlenmediği dolayısıyla değerin toplumsallaşmadığı bir süreç. İşte bu nedenle Mozoley’in gerekçesi şu: bu kapitalistlerin bu %62’lik bölümü azaltması lazım. Yani artı değerin %62’si üretken olmayan emeğin finansmanına gidiyorsa; bir yandan hem bu 62’nin sayısını azaltmak lazım. ğimiz krize girer sistem. Kapitalizmin ilk bulduğu çare C’yi küçültmek, küçük parçalara bölmek ki biz Türkiye’de buna taşeronlaşma diyoruz. Dünyada kimi ülkelerde değer zincirleri, kimi ülkelerde meta zincirleri, tedarik zincirleri gibi bir dizi ismi var ama bu bildiğimiz üretken sermayenin parçalanması olgusu. Bunun aynısına bir de animasyon üstünden bakalım. Bu iki tane çark bizim üretim araçlarımız, hammaddemiz, bütün makine, üretimde kullandığımız her şey. Yanına canlı emek geliyor. Canlı emek, üretim araçlarına, hammaddeye hayat veriyor ve içinde artı değer taşıyan metalar üretiyor. Metalar piyasada paraya dönüşüyor ve emeğin üretkenliği daha da artıyor. Daha çok meta, daha çok artı değer daha çok para ve paranın tekrar üretim araçlarına dönüştüğünü ama üretim araçlarında teknoloji ilerledikçe üretimde istihdam edilen işçi sayısı azalır. O azalmayı da görüyoruz. Yine de emeğin üretkenliği artmaya devam ediyor ve kar oranlarında düşüş dediğimiz olay başlıyor. Cevap olarak da söylediğimiz gibi üretken sermayenin uluslararasılaşması, parçalanması, taşeronlaşma, hangi adı daha çok beğeniyorsanız onu söyleyebilirsiniz ama bunun ekonomi politikteki adı üretken sermayenin uluslararasılaşmasıdır. Şimdi birikim krizinin tetiklediği iki tehditle karşı karşıya sermaye. Bir tanesi geleneksel meta üretimine yatırım yapıldığında karlar düşüyor. Bunu animasyonda da, formülde de gördük. Eğer yatırıma devam ederse kar oranı düşüyor. Ama bu yatırımı yapmadığında bu sefer para, sermaye elinde aşırı birikiyor. Bu sefer para sermayenin değersizleşmesi gibi hiç istemediği bir krizle karşı karşıya kalacak. Krizi aşmak için ne yapıyor merkez ülkeler? Üretimin coğrafyası değiştiriliyor. Bunun için ne yapıyor? Önce para sermayeyi dinlendirmek için finansal araçları çeşitlendiriyor. Mesela kapitalizmin tarihinde ilk defa türev piyasalarını duymaya başlıyoruz. Amaç aşırı miktarda biriken sermayeyi dinlendirmek. Bu arada şunu da söyleyeyim finans sermayeyi dinlendirmek bir tercih değil bir zorunluluktur arkadaşlar. Çünkü finansta artı değer üretilmez. Finansta ancak değerini korurlar paranın, o da sınırlıdır krize girer çünkü. Eğitim, sağlık, ulaştırma gibi önceden kamusal olan bütün hizmetlerin meta formunda üretilmeye başlanmasıyla karşı karşıya kalıyoruz. Bunun da sebebi gele-


Kentsel dönüşümün ekonomi politiği

neksel alanlara yatırım yaptığında kar oranı düşüyor ama ilk defa meta olan alanlara yatırım yapıldığında kar oranı düşüşünü öteliyor, erteliyor. Bunun için de hiç meta olmayan şeyler; soluduğumuz havanın karbon ticareti adı altında metalaşması gibi, ya da suyun metalaşması, ya da kamusal bir hizmet olan eğitimin bir meta formunu alması, bunların tamamı metalaşma döngüsüne dahil ediliyor. Bununla ilgili çok hoş bir araştırma var. Amerikalı iktisatçı Moseley 80li yılların başında yapıyor bu araştırmayı ve Amerika ölçeğinde yapıyor. Aynı dönemde onun araştırmasına konu olan yıllar itibariyle Amerika’daki üretken emekçilerin yarattığı artı değerin %62si yine Amerika’daki üretken olmayan emekçilerin maliyeti için harcanmak zorunda kalıyor. O dönem için konuşuyoruz; kimdir bu üretken olmayan emekçiler? Devlette çalışan öğretmenler, doktorlar, hemşireler, ulaştırma işçileri... Yani devletin ücretli işçilere ürettirdiği ama topluma bir kullanım değeri olarak parasız bir şekilde sunduğu, üretilen hizmetlerin değerinin piyasada belirlenmediği dolayısıyla değerin toplumsallaşmadığı bir süreç. İşte bu nedenle Mozoley’in gerekçesi şu: kapitalistlerin bu %62’lik bölümü azaltması lazım. Yani artı değerin %62’si üretken olmayan emeğin finansmanına gidiyorsa bu %62’nin sayısını azaltmak lazım. Peki ne yaparak? Öğretmeni, doktoru, hemşireyi, ulaştırmacıyı, mühendisi, mimarı... tamamını piyasa için üretim yapar hale getirerek %62’yi azaltacağız. Bunların maliyetini düşüreceğiz. Bu sırada ne yapmış olacağız? Bunlar eskiden artı değer üretmeden pay alıyorlardı. Şimdi bir de artı değer üretiyorlar. Hem 62 büyüdü hem 100 küçüldü. Böyle bir duruma işaret ediyor. Nasıl olunur üretken emekçi, üretken olmayan emekçi? Çok basit bir şey bu. Gündelik yaşamımızdan da bunu çıkarabiliriz. Aslında bütün mesele kullanım değerleriyle değişim değerlerine dairdir. Bir markete gittiniz; günlük ihtiyaçlarınızı, haftalık ihtiyaçlarınızı karşılamak için. Bir sepet aldınız. Raflardan, bir hafta neye ihtiyacınız varsa sepeti doldurdunuz. Çıkış noktasına geldiğinizde ne olur? Bir kasa ve kasiyer vardır orda. Kasiyer ne yapar? Ürünleri makineden geçirir, sizden para alır ve size para üstü verir. Belki ürünlerinizi poşete koyar ve evinize gidersiniz. Eve gittiğinizde bir hafta boyunca tüketirsiniz aldıklarınızı. Bir hafta sonra aynı şeyleri almak üzere aynı markete gidersiniz. Yine sepetinizi alırsınız, yine ağzına kadar doldurursunuz aynı ürünlerle. Tam çıkış noktasına geldiniz: bir bakarsınız kasa ve kasiyerler yok, kaldırılmış. Başkaları ne yapıyor diye bakarsınız. Herkes kendi ürününü kendi koyuyor poşete. Kasa, kasiyer olmadığı için para vermek, paranın üstünü almak yok. Eve gidersiniz. Şimdi hepinize soruyorum: kasa ve kasiyer devreden çıktı diye ikinci hafta, birinci hafta aldığınız ürünlerin tadında bir değişme, lezzetinde bir kötüleşme, miktarında bir azalma olur mu? Olmaz. Kasiyer, emeği artı değer üretmeyen bir emekçi türüdür. Sermaye için gereklidir. Artı değerden pay alır. Yani Mozoli’yin araştırmasındaki 62’lik kısmı oluşturan emekçilerden biridir.

85


86

ONBİIRINCITEZ

Öyle emek türleri vardır ki kapitalizm istese de onları üretken emekçiye dönüştüremez. Ama bu emeğin kendisi ile ilintili bir şey değildir. Kapitalizmin onu istihdam ettiği biçimle ilintili bir şeydir. Örneğin; bir marketin kasiyerine şunu da diyebilir kapitalist. Öğlene kadar marketin buzhanesinde gövdeler halinde gelen -hayvan gövdelerini diyelim- küçük parçalara böleceksin; pirzola, biftek, kıyma yapıp, paketleyeceksin. Öğleden sonra da gelip kasada duracaksın. Söz konusu bu emekçi öğlene kadar üretken bir faaliyet yapmaktadır. Öğleden sonra üretken olmayan bir faaliyet yapmaktadır. Emeğin kendisiyle ilintili bir şey değildir üretken olmak ve olmamak. Bunu geçiyorum. Ve finansal alanda bekletilen para sermayenin çevre ülkelere aktarılacağı kanallar oluşturulduğu süreçte -70’ler, 80’ler- çevre ülkeler nasıl oldu da kalkınmaya başladı? Hani Tayyip çok övünüyor ya “kriz bize teğet geçti, ekonomiyi kalkındırdık, şunu şuraya düşürdük, faiz oranları buraya kadar indi, büyümemiz şuraya kadar yükseldi” diye, biz on yıldır bu masalı dinliyoruz. Toplumun yüzde ellisi de alkışlıyor. Bunu biliyoruz. Bakın bu nasıl oldu: öncelikle bu sadece Türkiye’ye özgü birşey değil. Aynısı Brezilya’da da oldu. Tarihinde ilk defa IMF’ye rest çekti. “Serman plan yapmıyorum seninle” dedi. Borcunu bir seferde ödedi ve bitirdi. Bunun benzerini Hindistan da yaşadı. Bunu birçok ülke yaşıyor. Ama bize özgüymüş, Tayyip’in başarısıymış gibi on yıldır bu ülkede konuşuluyor. Krediler, muazzam altyapılar ile baraj, köprü, otoyol ve konut inşaatlarına akmaya başladı. Bunlar lokomotif sektörlerdir. Bunlar için şöyle deriz iktisatta: ileri ve geri bağlantıları olan sektörler. Bir inşaat yalnızca bir inşaat değildir kapitalizm için. Bir inşaat aynı zamanda elektronik sektörüdür. Aynı zamanda elektronik sanayidir, aynı zamanda makine sanayiidir. Aynı zamanda demir-çelik aynı zamanda çimento sanayiidir. Aynı zamanda peyzaj, bahçecilik vs.dir. Aynı zamanda mobilya sanayiidir. Yani bir inşaat dediğin aynı zamanda televizyon endüstrisidir. Buzdolabı, beyaz eşya endüstrisidir. İnşaat dediğimiz anda bunların tamamı harekete geçer. Yani lokomotiftir, çekicidir. Diğer sektörleri de güçlendirir ve peşinden sürükler. Onun için de bu para akıtılan ülkelerin hepsi bu alanları tercih etmiştir. Bu da Tayyip’e özgü bir şey değildir. Hızlanan döviz girişi ulusal paraların değerini artırdı. Bütün ülkelerde aynısı oldu. Bir anda Türk parası değer kazandı. Bir başarıymış gibi alkışladık. İlk defa oluyor dedik. Tabii %100 enflasyona alışmış bir ülkede %10a düşünce, “Vay be” dedik “Adama bak, bir deha!”. Ama arkasındaki neden para sermayenin aşırı birikimi. Yani dünyada el yakan bir aşırı sermaye var. Bunun çevre ülkelere aktarılması gerekiyor. Faizler Japonya gibi ülkelerde %0’lara kadar düşüyor. Bunu dahi görmüyoruz. Cep telefonlarımıza gelen “Gelin banka kredisini biz verelim size” diyen, yalvaran ve Türkiye tarihinde hiç görmediğimiz düşük kredi faizi dereceleri görüyoruz. Hala uyanmıyoruz ve Tayyip’i alkışlıyoruz. Hızlanan döviz girişi ulusal paraların değerini


Kentsel dönüşümün ekonomi politiği

arttırdı, faizleri düşürdü, ekonomilere istikrar kazandırdı. Tüm bu değişimler sermayenin iki kısmına, değişen ve değişmeyen kısmına nasıl yansıdı? Piyasalara giren dövizin önemli bölümü üretim araçlarına -C’ye- değişmeyen sermayeye dönüştürüldü. Üretim araçlarına dönüşen sermaye bizim gibi ülkelerin kırsalına ve kentlerine kimi zaman fabrika üretimleri kimi zaman HES baraj -HES, GES- köprü, otoyol ve altyapı biçimlerinde açıldı. Sermayenin değişen kısmına, üretim alanındaki müdahalelere baktığımızda, değişen sermayenin sağlığı ve cana yani sağlık alanında yapılan bütün piyasalaştırma girişimlerine Değişen sermayenin işinin yoğunlaştırılması -yani esnekleştirme, performans ölçümleri, yani kalite çemberleri, toplam kalite üretimi. Değişen sermayenin akışkan hale gelmesi, güvencesizleştirme, pekalizasyon. Uyku çekmeceleri burada çok önemli bir örnek. Uyku çekmeceleri yaptı Japonya. Nasıl yaptılar bunu? Fabrikalardan insanların evlerine gitmesi hızlı trenlerle bile 1,5-2 saat. E sabah 1,5 saat işe geliyor, akşam 1,5 saat geri dönüyor; canı çıkıyor. Uykular düştü 5-6 saate. Fabrikalar çözüm buldu. Fabrikaya en yakın tren istasyonunda, anahtarları işçilerin cebinde olan uyku çekmeceleri yapıldı. İşiniz bitiyor, yürüyerek tren istasyonuna gidiyorsunuz, çekmeceyi açıp çekiyorsunuz -yatak oluyor- yatıp uyuyorsunuz. 8 saat uyku garanti. Sabah uyanıp işe gidiyorsunuz. Şimdi dünya böyle bir süreçten geçiyor. Ve değişen sermayenin eğitimi, eğitimdeki piyasalaşma sürecini biliyorsunuz. Değişen sermayenin işsizlikle terbiyesini. Değişen sermaye bizleriz. Değişen sermayenin barınması kentsel dönüşüm oluyor. Kent merkezleri değerlendikçe eskiden kent merkezlerinde barınan işçi sınıfı için diyorlar ki “Evin çok riskli, deprem riski de var sen artık git uzaklarda bir yere. Bak sana ev yapıyoruz; çok güzel, asansörü de var, ısıtması da güzel, artık soba filan yok. Gayet iyi olacaksın orada, merak etme. Fışkiye de var!” Bunların tamamı var. Bir de “Bu rant alanlarının tamamını bize bırak.” Değişen sermayenin konutunun modernizasyonu -18. ve 19. yy’da da benzerleri yaşanıyor- Bir yazar çok güzel söylüyor: “Bakteriyolojik kentler üretildi” diyor. O zamanda da şu var: kentlerin en güzel yerlerinde burjuvazi oturuyor. Fakat fabrikalar da, kentin biraz dışında -burjuvazi diyor ki: “Kent merkezlerine yakın olmalı” Araçlar vs. onlarda var. Bu üretim merkezleri kentlere doğru sokuluyor. Burjuvazi bu sefer diyor ki “Bunların konutları da merkezlerde olsun, yolda vakit kaybetmesinler” Japonya’daki uyku çekmeceleri gibi. Burjuvazi aileleri diyorlar ki: “Ama biz onlarla nasıl oturacağız? Biz çok steriliz. Hijyen var. Bunlar çok pis insanlar” filan. X şehir su sistemleri o dönemde yapılıyor. Mesela biz medeniyet olarak bakıyoruz değil mi? İşçi sınıfı burjuvaziye yaklaştı diye yapılan bir şey şehir şebeke sistemleri, kanalizasyon. Bunların asıl sebebi bu.

87


88

ONBİIRINCITEZ

Çarpık kentleşme; çarpıklık denen yerlerin hepsi çok değerli. Büyük rantlar, kentsel dönüşüm, sermaye ve emek mekanları yer değiştirmeye başlıyor. Büyük ölçüde kirli sermayenin kentsel alana yayılması. Hangi sermaye bu? Daha çok finans sermayesi, finans burjuvazisi. Değişen sermayenin evsizlikle terbiyesi ve yedek işgücünün en dibine mahkumiyet. Ve değişen sermayenin, finansla, tüketicilikle, kredi mecburiyetleri olan bireye dönüştürülmesi. AVM’lerle terbiye edildiği bir yeni dönem. Sermayenin her genişlemesi emeğin ve mekanın da dönüşmesini zorunlu kılar. Bunu yapan kurumlar vardır. O kurumları zaten biliyorsunuz. Ama sermayenin her genişlemesi emeğin ve mekanın da eşanlı olarak dönüşmesini zorunlu kılar. Mekanı koruma amaçlı mücadelenin fiziksel savunması da yine mekan üzerinden yapılır. Gezi’nin işgali mekanla ilintili, kentle ilgilidir. Taksim’e çıkan yollara barikatların kurulması, barikatların kendisi, molotof, direniş, gaz kapsüllerinin geri fırlatılması apolitik kitleler için artık yeni bir kültürün inşasıdır. Yani sürecin, kentsel dönüşümün kendisi, direnişin kendisini de üretir. Burada Sevgili Aslı’dan ödünç alacağım: Gezi Parkı veya herhangi bir kentsel alanın, uğruna direnilen bir alanın, direnenler ve sermaye için iki farklı anlamı vardır. Aslı işgalcilerin Gezi’si için sosyal mekan, emekan veya emeğin mekanı gibi bir kavram kullanıyor. İktidarın Gezi’si camekandır diyor. Yani emekanla camekan arasındaki direnişi yaşadık son 1,5 ayda. Bu arada dikkatli olmamız gereken farklı süreçler var. Bunu da unutmayalım. Çünkü bu süreçlere bu direnişe bir dizi farklı müdahale olacak. Nitekim bunu da direnişte yaşayarak gördük. Hemen bizi müzakereye çekmeye çalıştılar, müzakereyle terbiye etmeye çalıştılar. Neyse ki çok fazla prim vermedik. Mesela 1970’lerde işçi sınıfını grevlerden uzaklaştırmak, işçi sınıfını terbiye etmek için sosyal diyalog, sosyal ortaklık, social partner gibi kavramlar kullandılar. Bugün farklı bir şey var: kentler ayakta, yereller ayakta, köyler ayakta. Toplumsal ayaklanmalar var. Bunun için de katılımcı demokrasimiz var. Tanrıya şükür bugün bir katılımcı demokrasimiz var! Biz son olarak, bugüne kadar özgürce katıldık ve savunduk katılımcı demokrasiyi. Bakın sermaye katılımcı demokrasi için ne yapıyor, şöyle bir şey yapıyor arkadaşlar: 7 basamaklı bir merdiven düşünün. Bunu ilk kez ben analiz etmedim, anmalıyım. 1969 yılında Şeri Armschtein tarafından analiz edildi. Ve Armschtein bir Fransız deyişini de kullandı. Ben katılırım, sen katılırsın, o katılır. Biz katılırız, siz katılırsınız, onlar kar eder. Bu önemli bir Fransız deyişi olarak makalesinin başında yer alıyor. 7 basamaklı bir katılımcı demokrasi merdiveni: basamağın en dibinde halk bir şeye “istemezük” diyor. Gezi Parkı. Toplu kışlasını istemezük diyor. Kent, İstanbul halkı. Birinci basamakta manipülasyon var. “Çok haklısın biz de senin gibi düşünüyoruz, asla oraya kışla yapılmamalı. Gel birlikte mücadele edelim.” Birinci basamak böyle. İkinci basamağa birlikteçıkıyorlar. El ele artık, yanında başkaları da var. İkinci basamak “Terapi”. Direnmek bir hastalık ya, hemen bir terapi uyguluyorlar: “Her şeye de karşı çıkılmaz, her şeyin bir sınırı olması lazım. Şimdi şöyle yapalım. Aslında


Kentsel dönüşümün ekonomi politiği

Mekanı koruma amaçlı mücadelenin fiziksel savunması da yine mekan üzerinden yapılır. Gezi’nin işgali mekanla ilintili, kentle ilgilidir. Taksim’e çıkan yollara barikatların kurulması, barikatların kendisi, molotof, direniş, gaz kapsüllerinin geri fırlatılması apolitik kitleler için artık yeni bir kültürün inşasıdır. Yani sürecin, kentsel dönüşümün kendisi, direnişin kendisini de üretir. Topçu Kışlası kötü değil. AVM asıl kötü olan. Topçu kışlası yapılsın ama AVM tarzı olmasın. Bak ne hoş olur, altında kafeleri filan olan rezidans gibi bir şey olsa hani?” İkinci basamak: terapi. Üçüncü basamak: rehabilitasyon. Böyle 7 basamak ilerliyor. Yedinci basamağa halk geldiğinde olay şu: birinci basamakta hayır dediği şeyi isteyen ve alkışlayan bir halk var. “Buraya topçu kışlası yapın, hatta AVM olsun!” diyen bir halk var. Bunu örneklerimizden biliyoruz. Doğu Anadolu’ya HES projelerinde katılımcı demokrasiyle giderek benzerini yapıyorlar. Son olarak Gezi’nin sınıfsal pozisyonuna dair bir şey söylemek istiyorum. İşçi sınıfı ordaydı arkadaşlar. Mozoley’in araştırması, animasyonda da göstermeye çalıştığım gibi beğenelim beğenmeyelim budur, işçi sınıfıdır. Hele bugün artı değer üretimine katılan bir işçi sınıfıdır. Eğitimciler, mimarlar, mühendisler, hekimler -çünkü devletin hastaneleri de ticarileştirilmiştir-. Sağlıkta ticarileşme çok önemli boyuttadır. Eğitimde henüz o boyutta değil, aşama aşama ulaşıyor. Ve nasıl açıklayacağız “Sınıf orda değildi, işçi sınıfı orda yoktu.” Sabah nüfusuyla akşam nüfusu arasındaki fark 1’e 20’ydi. Ben geceleri kalabilen biri değildim. Ama sabah 9 gece 12 arasında orada olan biriydim. 20-30 bazen 50 kat fazla oluyordu. İşçi sınıfı oldukları için böyleydi. Ücretliler gidip çalışıp tekrar dönüyorlardı. Ve “yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan?” sorusu. Yani “Barikatlar olmasaydı fena olmazdı. Taş atmayalım. Haklıyken haksız pozisyona düşmeyelim.” Böyle naif sesleri hep duyduk: “Halk sokağa inmeseydi. Cici çocuklar parkı terk etseydi. Marjinaller, hani direnişte barikat arkasında olanlar, o çocuklar direnebilir.” Bunun cevabı “hayır” arkadaşlar. Defalarca gördük. Barikatlar olmasaydı, marjinaller ölümüne direnmeseydi, cici çocuklar 15 günü yaşayabilir miydi, durabilir miydi parkta? İmkânsız, mümkün değildi. Dolayısıyla bu tartışma abesle itigaldir. .. İç içedir bir aradadır. Ne zaman cici çocuklar bunun ayırdına varır o zaman bu mücadele çok daha iyi bir yerlere taşınır. Bitiriyorum. Dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.

89


90

ONBİIRINCITEZ

Hangi ecdâd? Afşin Demir

2

6 Ağustos haftası Türkiye’nin hemen tüm şehirlerinin ilan panolarında, Gençlik ve Spor Bakanlığı imzalı bir afiş dikkatleri çekti. Üstte büyük puntolarla “Gençlik şühedanın izinde!” yazısını içeren afişte; miğferli, pelerinli, sakallı bir zat-ı muhteremin gözlerini kısmış enginlere bakar vaziyetteki fotoğrafının altında 1071 Malazgirt savaşının sene-i devriyesi kutlanıyordu. Türk-İslam sentezci MHP ve BBP geleneğinin yıllık anma programlarında bir yeri olmasına şaşılmayacak Malazgirt savaşının, AKP hükümetince bayram değil seyran değilken, üstelik böyle bir üst başlıkla yâd edilmesinin sebepleri hiç kuşkusuz ülke gündemiyle yakından ilintili. AKP’nin bir yandan Gezi Parkı direnişi ile başlayan halk ayaklanmasına katılan “sütü bozuklara” şanlı ecdâdın hatırasıyla kendince ayar verirken, diğer yandan da Suriye’ye karşı sürdürmekte olduğu savaş kışkırtıcılığı için gençlikte “fetih ruhunu” canlandırmak istediği açık. Aslında bu “ecdâd” meselesi AKP’nin iktidara geldiği günden bu yana hiç gündemden inmeyen bir ideolojik tartışma olmayı sürdürüyor. Hatırlanacağı üzere Kütahya’da bir havaalanı açılışı vesilesiyle konuşan Başbakan Erdoğan, Türkiye’nin neden aktif bir dış politika izlemesi gerektiğinin gerekçelerini açıklarken “Ecdâdımızın at sırtında gittiği her yere biz de gideriz, ilgileniriz” demişti. Muhteşem Yüzyıl dizisi eleştirileri, Şişli Etfal Hastanesi’nin adının Hâmidiye Etfal Hastanesi’ne çevrilmesi, II. Abdülhamid’e üniversitelerden fahri doktora verdirtilmesi, Gezi Parkı’na Topçu Kışlası replikası yapılması girişimleri, inşa edilmekte olan 3. Köprüye Yavuz Sultan Selim adının verilmesi, İznik Ayasofya Camii’nin müze olmaktan çıkarılıp ibadete açılması gibi hadiselerin tümü, AKP’nin resmi tarihi kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yazma ça-


Hangi ecdâd

basının birer yansımasıdır ve bu ideolojik çabanın söyleminin merkezinde de “ecdâdımız” edebiyatı yer almaktadır. Müslümanı Hristiyan’ı, Alevi’si Sünni’si, Türk’ü Kürt’üyle tüm Türkiye ahalisinin Osmanlı sülalesinin sulbünden geldiği (“Fatihlerin, Yavuzların, Kanunilerin evlatlarıyız”) gibi fiktif bir temele sahip olan bu “ecdâd” söylemi, Türklerin börteçine soyundan türediğine dair faşist mitolojiden ve yahut Mustafa Kemal’in tüm Türklerin “Ata”sı olduğuna ilişkin Kemalist metafordan daha fazla ciddiye alınmayı hak etmemekle birlikte, egemen sınıfın bu tür ideolojik çarpıtmalarına karşı işçi sınıfı ve ezilenler cephesinden istihzânın ötesinde doğru düzgün bir yanıt üretilmesi de zorunludur. Biz de burada, okumuş bir işçinin ağzından “Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim? Kitaplar yalnız kralların adını yazar. Yoksa kayaları taşıyan krallar mı? Bir de Babil varmış boyuna yıkılan, kim yapmış Babil’i her seferinde? Ne oldular dersin duvarcılar, Çin Seddi bitince?” diye soran Brecht’e bir selam göndererek, 1687-88 yıllarında Bolu’da yaşanmış ve sosyal tarihçilik bakımından son derece ilgi çekici bulduğumuz somut bir olay çerçevesinde “hangi ecdâd” sorusuna yanıt arayacağız.

Sipahinin başına inen köylü sopası 1687-1688 (H.1098-1099) tarihli ve 836 no.lu Bolu Şer’iye Sicilinde1 yer alan 187 kayıt içerisinde bulunan ve çalışmayı hazırlayan tarafından “Kastın aşılması suretiyle (Yaralama Sonucu) adam öldürme dâvâsı (Şibhü’l-amd)” adı altında kategorize edilen iki kayıt (108 ile 115 no.lu kayıtlar), kuvvetle muhtemeldir ki bu kategorizasyonun çağrıştırdığı türden, sıradan bir vak’a-i adlîyyenin ötesinde, XVII. yüzyıl Bolu’sunda yaşanmış bir sınıf çatışmasına işaret etmektedir. Sırasıyla 20 Aralık 1687 ve 2 Ocak 1688 tarihlerine ait olan bu sicil kayıtlarının muhtevasına geçmeden önce, söz konusu tarihlerde Osmanlı Devleti’nin ve Anadolu’nun siyasal-sosyal ahvâlini kısaca hatırlamamızda yarar var. 1683 Viyana Bozgunu sonrasında aralıksız devam eden savaşlar ve yenilgiler hem ordu hem de halk nezdinde devrin padişahı IV. (“Avcı”) Mehmed’e karşı açık bir hoşnutsuzluğa yol açmış durumda idi. 12 Ağustos 1687’de II. Mohaç savaşında, 20.000 Osmanlı askerinin ölümüyle sonuçlanan hezimet sonrasında cephedeki ordu isyan ederek 5 Eylül’de İstanbul’a doğru yürüyüşe geçmişti. Padişah son bir ümitle sadrazam Sarı Süleyman Paşa’yı azledip kellesini isyancılara göndermiş ve yerine de Siyavuş Paşa’yı sadrazam tayin etmiş ise de bu adım isyan ha1 - Binnaz Çöpoğlu, Bolu Şer’iye Sicili 1687-1688 Tarihli 836 No.lu Defterin Transkripsiyonu ve Değerlendirilmesi, Abant İzzet Baysal Üniversitesi Bolu Halk Kültürünü Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayınları No:5, 2008? (Basım tarihi yazılmamış).

91


92

ONBİIRINCITEZ

Mustafa Akdağ’ın, bu nev-zuhur sosyo-ekonomik sınıfa atfen “Sipahi Zorbaları Devri” veya kısaca “Zorbalar devri” olarak adlandırdığı dönem, Köprülü’lerin çabalarıyla sonlandırılmak istenmiş ise de, 1683 Viyana Bozgunu sonrasında, bu kez “Türedi İsyanı” adıyla anılan farklı bir karakteristikle varlığını sürdürmüştü. lindeki orduyu teskin etmeye yeterli olmamış, ordunun ilerleyişini sürdürmesi üzerine 8 Kasım’da padişah tahttan indirilerek yerine kırk seneden beri kafes hayatı yaşamakta olan kardeşi II. Süleyman tahta çıkarılmıştı. Ancak hükümdar değişikliği, ulufelerinin beş taksitinin dışında ayrıca cülûs bahşişini de talep etmekte olan ordunun İstanbul’a gelişi sonrasında düzenin kısa sürede yeniden tesis edilmesini sağlamadı. Gündüz gece sokaklarda dolaşan Anadolu sipahileri, istedikleri yeri talan ediyorlar, hatta elde ettikleri ganimetleri birbirlerinin ellerinden almak için kendi aralarında savaşıyorlardı. Payitahttaki bu sipahi terörü 1688 Ağustosuna kadar devam edecekti.2 1687 sonu, 1688 başında merkezdeki durum bu şekildeyken, taşrada da ne siyasi ne de sosyal bakımdan istikrar bulunuyordu. 16. yüzyılın sonlarından 17. yüzyıl ortalarına kadar Anadolu’yu kasıp kavuran ve 1603-1608 yıllarındaki Büyük Kaçgunluk ile zirveye ulaşan Celâlî ayaklanmaları, her ne kadar Veziriazam (“Kuyucu”) Murad Paşa’nın başarılı ted’ipharekâtıyla zapturapt altına alınmış gözükmekte ise de, Anadolu’daki sosyal karışıklık ortamı sona ermiş olmaktan uzak durumdaydı. Celâlîliğin sona ermesinin sekbanların (çift bozan) yok edilmesine bağlı olduğunu savunanlardan olan Kuyucu Murad Paşa’nın, 1607’de İstanbul’dan Halep’e olan yolculuğu boyunca on binlerce sekbanı öldürtmüş olmasına karşın, köylerdeki mevcut sosyal yapı ortaya “sayılmayız parmağ ile, tükenmeyiz kırmağ ile” dedirtecek kadar sürekli ve çok sayıda sekban adayı çıkarmaktaydı ki, bunları tüketmek mümkün değildi. Murad Paşa, önüne çıkma cesaretini gösteren Celâlileri yenmişti ama söz konusu karışıklıklar içerisinde kendilerine uygun birer üs bölgesi seçerek hâkimiyetleri altına alan ve çoğu kapıkulu süvarisi – sipahi kökenli olan yeni bir sosyal-ekonomik sınıf ortaya çıkmıştı. Bu sınıf 17. yy ortalarına kadar Anadolu köylüsünü titrettiği gibi, zaman zaman toplanıp İstanbul üzerine yürümeye yeltenecek kadar güçlenmiş durumdaydı. 3 Mustafa Akdağ’ın, bu nev-zuhur sosyo-ekonomik sınıfa atfen “Sipahi Zor2 - Nicolae Jorga, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, C.IV, Çev: Nilüfer Epçeli, Yeditepe Yayınevi, 2005, s.197-198. 3 Mustafa Akdağ, Genel Çizgileriyle XVII. Yüzyıl Türkiye Tarihi, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi Cilt: 4 Sayı: 6, 1963, s.211.


Hangi ecdâd

baları Devri” veya kısaca “Zorbalar devri” olarak adlandırdığı dönem, Köprülü’lerin çabalarıyla sonlandırılmak istenmiş ise de, 1683 Viyana Bozgunu sonrasında, bu kez “Türedi İsyanı” adıyla anılan farklı bir karakteristikle varlığını sürdürmüştü. Akdağ bu dönemin farklı özelliklerini izah ederken konumuz bakımından önem arz eden şu bilgileri aktarır: “Türedi eşkıyalığının başını çekenler çoğunluğuyla Anadolu halkı içinden türeme ve devlet hizmetine “paşa kapılarında sekban ve sarıcalıktan” başlamış kişiler olup, bunlar arkadaşlarının üzerine önce bölükbaşı, sonra da başbölükbaşı, bazıları hizmette bulundukları paşanın “kapu ağalığına” da yükselmişlerdi. … “Paşa kapusu halkı” denen binlerce sekban ve sarıcadan kurulmuş bölükleri, paşanın vilayetindeki asayişi korumak üzere, durdurmadan dolaştıran, sefer ilânında, paşanın bayrağı altında onları savaşa da götüren, bu sözünü ettiğimiz bölükbaşılar, ya da başbölükbaşılar ile elleri altındaki bölükler, yüzyıllardan beri gelenekleşmiş bir usul gereğince, paşa adına halktan toplanan salmalarla geçiniyorlar, ayrıca da çoğu zaman vilayet içinde gezginci hayatı sürdükleri dolayısı ile, her konakladıkları yerde gözlerine kestirdikleri kişilere misafir olup, böylece masrafsız geçinme kolaylığından da faydalanıyorlardı. Şu durum, paşa kapusunun bölük ağalarını sık sık ahali ile çekişmeye sürüklemekteydi. … “Vezir” ya da “mirimiran” rütbesinde olan bir valinin ölümü, azledilmesi, sefere çağrıldığında sekban ve sarıcalarının kapu ağalarıyla birlikte kendisine karşı gelerek, savaşa gitmeyi reddetmeleri gibi olaylar, Anadolu’da on binlerce “kapusuz” sekban ve sarıcanın (daha kısa deyimi ile sarıcanın) başlarındaki bölükbaşları ile başıboş dolaşmalarını doğurmakta idi. “Kapusuzlar” geçimleri için halktan zorla salma toplamaya, hatta kendinde para ya da para değeri yüksek herhangi bir şey olduğunu gördükleri kişiden bunu zorla almaya devam ediyorlardı.”4 [İtalikler bize ait].

836 no.lu Bolu Şer’iye Sicilinin 108 ile 115 no.lu kayıtlarına geçen olayların da, sıradan bir “kastın aşılması suretiyle adam öldürme” vakʻası olmanın ötesinde, tam da Akdağ’dan aktardığımız satırlarda tasvir edilen türden, sipâhî (veya sekbân/sarıca) ile yerli halk arasında vuku bulmuş bir sosyal çatışmaya işaret etmesi kuvvetle muhtemeldir. 20 Aralık 1687 tarihinde sicile kaydı düşülen olayın, şu şekilde gerçekleştiği anlaşılmaktadır: Sipahi zümresine mensup; Turhal kasabasının Bâzâr mahallesinden Yahya oğlu Ahmed Ağa ile Kova mahallesinden Hacı Hasan oğlu Ahmed Ağa ve yine aynı kasabadan İbrahim oğlu Mehmed Ağa, Ömer oğlu Ahmed Beğ, İbrahim oğlu Hüseyin Beğ, Mehmed Beğ İslâm, Mustafa oğlu Abdî, Zekeriyyâ oğlu Mehmed Ağa isimli cundîler (süvariler), mahkemeye müracaat ederek, mahkemede hazır bulunan Bolu kazasının Sandallar köyünden Tatar oğlu diye bilinen Recep, Karaköy adlı köyden Şebib Recep’ten davacı olduklarını bildirmişlerdir. 4 - Akdağ, s.234-235.

93


94

ONBİIRINCITEZ

Davacı sipahilerin iddialarına göre, 18 Aralık tarihinde İstanbul’dan gelirler iken ikindi vaktinden önce dinlenmek üzere attan indikleri Bolu’nun Kāssâblar köyünde davalıların yanı sıra, mahkemede hazır bulunmayan Güllü, Yakup oğlu Hasan, Süleymân oğlu Arslan, Şehbâz karındaşı Salbâş, Kara Ahmed oğlu ve Beyâz karındaşı Muslî, Muslî Efendi oğlu Değirmenci Ahmed ve kölesi Yâsef adındaki kişiler, ellerinde birer koca sopa ile üzerlerine saldırarak darp etmiş ve yaralamışlardır. Saldırı neticesinde Ahmed Ağa’nın sol kolu kırılmış, Hacı Hasan oğlu Ahmed Ağa arkasından indirilen şiddetli bir darbe ile yaralanmış ve iş göremez hale gelmiş, diğer sipahiler de yara bereledikten başka, Osman oğlu Mehmed Beğ isimli sipahinin kafası koca bir sopa indirilmek suretiyle yarılmıştır. Osman oğlu Mehmed Beğ kendini kaybetmiş halde arkadaşları tarafından atına bindirilerek Bolu şehrine getirilmiş ancak ertesi gün, aldığı şiddetli darbenin tesiriyle ölmüştür. Davacıların iddialarına karşı savunmaları sorulan Tatar oğlu Recep ile Şebib Recep’in; mahkemede hazır bulunmayan, ismi zikredilen diğer kişilerin sipahilere saldırdıklarını, kendilerinin ise saldırmadığını ifade ederek, suçu inkâr etmeleri üzerine kadı, sipahilerden iddialarını ispata yarar delil talep etmiştir. Sipahilerce tanık gösterilen Bolu kazasının Alpagut köyünden Bektaş oğlu Seyit Osman Çelebi ve Çivril köyünden Yakup oğlu Hüdaverdi isimli kişilerin sipahilerin iddialarının doğru olduğuna tanıklık ettiklerini beyan etmişler ve bu kişilerin tanıklıklarının Mahkemece kabul olunduğu kayda geçirilmiştir. Sanıklardan savunmalarını ispata yarar delillerini ibraz etmeleri veya tanık göstermeleri yönünde bir talepte bulunulduğuna dair kayıt bulunmamakla birlikte, sanıkların gösterecek tanıkları bulunmaması da ihtimal dâhilindedir. Suçları sabit görülen Tatar oğlu Recep ile Şebib Recep’in Bolu kazasında Subaşı vekili olan Nuh Beşe’nin hapsine verildiği 2 Ocak 1688 tarihini taşıyan ikinci kayıttan anlaşılmaktadır. Buraya kadar kanun ve usul dairesinde cereyan ettiği anlaşılan yargılamanın neticesi, 2 Ocak tarihli kayıtla birlikte bambaşka bir hal almaktadır. Buna göre, Karahisar-ı Şarki sancağı sakinlerinden Şeyh oğlu namıyla bilinen Ömer Ağa isimli sipahi, yine aynı sancaktan yetmiş seksen sipahi neferi ve Sivas Sancağından, Turhal, Tokat ve Niksar kazalarından tahminen üç-dört yüz sipahi toplu halde mahkemeye gelmişler, Tatar oğlu Recep ile Şebib Recep’i hapsine verildikleri Nuh Beşe’nin yanından aldıklarını, Şebib Recep’i yoldaşlarının kanı için hep birlikte öldürdüklerini, Tatar oğlu Recep’i ise mütesellim vekili olan Koca Mustafa Ağa’nın hapsine verdiklerini beyan etmişlerdir. Yüzlerce sipahi tarafından “ikrar ve itiraf ” edildiği belirtilen bu hususlar, istekleri üzerine, anlatılan şekilde kaydedilmiştir. Her iki kayıt da yaşanan olayın sebebi hakkında suskundur. Dolayısıyla bu


Hangi ecdâd

konuda söylenecek hemen her sözün spekülasyon mahiyetinde olduğu ileri sürülebilecek ise de, bu durum, elimizdeki belgeden hareketle sorular üretmemizi ve mantık yürütmemizi engellememelidir. Öncelikle, yolculukları esnasında dinlenmek üzere bulundukları köyde atlarından inen sekiz sipahiye, güpegündüz ve durup dururken biri kadın, biri köle, on köylü tarafından sopalarla taarruz edilmesinin hayatın olağan akışına aykırı olduğu açıktır. Saldıranlardan birinin Güllü isminde bir kadın olması, ister istemez akla ilk önce, çatışmanın köye gelen yabancılar tarafından, o günkü tabirle “ırza-namusa tasallut” edilmesinden yani bir cinsel taciz vakasından kaynaklanmış olabileceği fikrini getirmektedir. Ancak savunmaları yönünden lehlerine olacağı şüphesiz olan böylesi bir durumun varlığının sanıklar tarafından dermeyan edilmediği, ayrıca böyle bir durumun varlığı halinde, yargılama sırasında olayın gerçekleşme biçiminin ortaya çıkması ve kendilerinin de cezalandırılması ihtimali mevcut iken, bizzat sipahiler tarafından davacı olunmasının makul bir davranış olmadığı hususları göz önünde bulundurulduğunda, bu ihtimalin düşük olduğu sonucuna varılması gerekir. Nitekim kayıtlara göre sanıklar, “biz yapmadık, huzurda bulunmayan diğerleri yaptı” demenin dışında, olayın sipahilerden gelen bir haksız fiilden kaynaklandığına ilişkin herhangi bir beyanda bulunmamışlardır.5 Bu durumda, sanıkların mevcut hukuk düzenine göre, sipahilere karşı gerçekleştirilen saldırının, saldırıyı gerçekleştireni haklı çıkaracak bir sebebe dayanmadığını bildikleri, bu nedenle de “yaptık ama şu nedenle yaptık” veya “gerçi biz yapmadık, diğerleri yaptı ama şu şu meşru saiklerle yaptılar” biçiminde bir savunma yapmayıp, sadece “biz yapmadık, diğerleri yaptı” savunması ile yetindikleri düşünülebilir. Diğer yandan, davacı sipahiler tarafından da olayın sebebi hakkında ketum kalınmış olmakla birlikte, saldırganların kendilerini soymak, hırsızlık etmek gibi bir niyetinin bulunduğuna ilişkin herhangi bir beyanları bulunmamaktadır. Bütün bu hususlar, olayın gerçekleştiği tarihte Anadolu’daki sosyal ve siyasal ortamın karakteristikleri göz önünde bulundurularak değerlendirildiğinde, sekiz sipahiye, güpegündüz ve durup dururken Güllü isminde bir kadının ve bir kölenin de aralarında olduğu on köylü tarafından sopalarla taarruz edilmesinin, sipahilerin dinlenmek üzere geldiklerini beyan ettikleri köyde reayanın bağ-bahçesinden, tarlasından veya değirmeninden6 karşılığını vermeksizin bir 5 - Kuşkusuz sanıklar böyle bir beyanda bulundukları halde kayda geçirilmemesi, bizzat mahkemenin kendisinin de tarafgir tutum göstermiş olması vb. haller de (bilhassa davanın görüldüğü dönemde adliye teşkilatındaki bozulmuşluk ve somut olayda sipahiler ile halk arasındaki çatışmaya ilişkin -dolayısıyla da politik- bir dava görüldüğü dikkate alındığında) büsbütün ihtimal dışı bırakılamaz. 6 - Nitekim hem kendisinin hem de kölesi Yasef’in saldırganlar arasında olduğu iddia edilen Ahmed’in değirmenci olduğu ilk kayıttan anlaşılmaktadır.

95


96

ONBİIRINCITEZ

şeyler almalarından veya böyle bir teşebbüste bulunmadıkları halde, bu tür olaylara geçmişte maruz kalmanın tecrübesiyle hareket eden köylülerin sipahileri köyden kovalamak istemesinden kaynaklanmış olması yabana atılacak bir ihtimal olmasa gerektir. İhkak-ı hak amacıyla sağdan soldan yüzlerce sipahinin toplanarak sanıkların bulunduğu yeri basmaları, sanıklardan birini hep birlikte “yoldaşlarının kanı içün” öldürmeleri, sonra mahkemeye gövde gösterisi şeklinde toplu halde gelip hukuk dışı icraatlarını bir de kayıt altına aldırmaları, intikamcı sipahilerin gözdağı vermek, kendilerine karşı koyanın sonunun aynı şekilde olacağına ilişkin bir ibret-i âlem yaratmak maksadıyla hareket ettikleri dikkate alındığında; yaşanan hadisenin “Karaköy karyesinden İrecep’in, Mehmed’in kafasının pekmezini akıtıp ölümüne sebep olması”ndan ibaret olmayıp, bir toplumsal/sınıfsal çatışmaya tekabül ettiği, kuvvetli bir ihtimal olarak söylenebilecektir. Bu çatışmanın her iki tarafında yer alanların, ister AKP’li olsun ister “çapulcu”, bugünün Türkiye’sinde yaşayan birilerinin biyolojik “ecdâdı” olduğuna şüphe yoktur. Ancak asıl önemli olan biyolojik nesep ilişkileri değil; sınıfsal, ideolojik ve politik olarak hangi ecdâdın cibilliyetinden türediğinizdir.


Ayaklanmanın sınıfsal anlamı

Sol liberallerin Gezi değerlendirmesi ve ayaklanmanın sınıfsal anlamı İbrahim Mergen

B

u yazıda 31 Mayıs 2013 tarihinde başlayan, tarihsel açıdan önemi aşikar olan Gezi ayaklanmasının kısa bir muhasebesini yapmak niyetindeyim. Fakat bu muhasebe başkaldırı günlerinde yaşananların dökümünü içermeyecek, çünkü bugüne kadar birçok yayında ve makalede bu döküm zaten yapıldı. Böylesi bir döküm yerine, bu yazıda ayaklanmadan hemen sonra yayınlanan Birikim Dergisinin Temmuz-Ağustos 2013 sayısında beliren genel yaklaşım ele alınacak. Bu vesileyle de Gezi Ayaklanması hakkında yapılan teorik bir çalışmanın eleştirisinden yola çıkılarak, ayaklanmanın karakteri hakkında temel bir yargıya ulaşılmaya çalışılacak. Elbette Birikim’de değerlendirmelerine sıklıkla rastladığımız kişilerin yaklaşımlarının önemli olduğunu düşündüğüm için böylesi bir değerlendirmeye ihtiyaç duyuyorum. Uzun yıllardır düzenli bir şekilde çıkan ve de ‘Aylık Sosyalist Kültür Dergisi’ ibaresini taşıyan bir yayının -kanımca- Türkiye’de sol-liberalizmin sözcülüğünü yaptığı da düşünülürse; Birikim’in bahsi geçen sayısı üzerine kafa yormanın gerekliliği kendiliğinden açığa çıkar. Tabi ki dergide çıkan bütün yazılar ele alınmayacak. Daha ziyade tüm yazılara teorik çerçeve sağladığını düşündüğüm iki temel yazıyı irdeleyeceğim. Bu sebeple Ömer Laçiner imzalı ‘Gezi İsyanı’ başlıklı yazı ve Ahmet İnsel imzalı ‘Tek adam günlerinde otoriter tahakküm’ başlıklı yazılara dair kısa bir eleştiri geliştirmeye çalışacağım. Öncelikle teorik bir çerçeve belirlememiz gerekiyor. Bu anlamda John Rawls’un teorik yaklaşımlarının Birikim Dergisi’nin yaklaşımı ile son derece paralel olduğunu göstermeye çalışacağım. Elbette günümüzde batı demokrasilerinin temel teorisyenlerinden Habermas gibi önde gelenleriyle de bir paralellik kurulabilir;

97


98

ONBİIRINCITEZ

ancak çerçeveyi net bir biçimde çizebilmek için Rawls’un bazı kavramlarının daha elverişli olduğunu düşünüyorum. (Bu çerçeveyi çizerken bahsi geçen iki düşünürün arasındaki teorik tartışmayı ise bu yazı için göz ardı edebileceğimiz fikrindeyim.) Laçiner’in ve İnsel’in yazıları bu ilk kısımda Rawls ve Habermas’ın yaklaşımlarının sunulmasının ardından serimlenip paralellik ortaya çıkartılacak. Sonrasında ise Gezi Ayaklanması’nda Birikim Dergisinin gözden kaçırdığı sınıfsal boyutu aktarmaya çalışacağım. ‘Sosyalist’ bir dergi nasıl olur da böylesi tarihsel bir ayaklanmanın sınıfsal boyutunu gözden kaçırır elbette üzerine uzun uzun konuşulabilecek bir konu ama baştaki teorik çerçeveyi önermemin de sebebi zaten bu. Rawls ve benzeri liberal demokrat teorisyenleri takip ederek varabileceğimiz yer herhalde böylesi bir sınıfsal körlükten başkası olmayacaktır. Aradığımız sınıfsal içerik ayaklanmaya katılanların büyük çoğunluğunun beyaz yakalı işçiler olduğu gerçeğinin ötesinde olacak. Yani bu verinin anlamını, ayaklanmanın sınıf savaşı bağlamında ne anlama geldiğini tespit etmeye çalışacağım. Dolayısıyla yazının ikinci kısmında ayaklanmanın sınıfsal boyutu teorik bir zemine oturtulmaya çalışılacak diyebiliriz.

Sol Liberallerin Gezi Değerlendirmesi Gezi Ayaklanması hakkında hemen hemen herkesin üzerinde uzlaştığı bazı noktalar var. Bu isyanın çok uzun süreden beri artan oranda rahatsızlık yaratan otoriter / muhafazakar politikaların bir sonucu olduğu düşüncesi bu noktalardan birisi. 1 Mayıs’ta Taksim yasağı, kürtaj yasağı, içki yasağı ve son dönemlerde tartışma yaratan birçok benzer konuda hükümetin takındığı dayatmacı politikalar Gezi Parkı’nda isyanın doğmasına sebep oldu. Bu tespiti, hükümete yakın çevrelerin zırvalamalarını bir kenara bırakırsak, hemen hemen genel kabul görmüş bir tespit olarak nitelendirebiliriz. Bu ilk tespitin doğal kaynağı konumunda olan diğer tespit ise hükümetin çoğunluk oylarına sahip olmasına dayanarak, demokrasiyi oy verme işlemine indirgemiş olduğu yönünde. Yani hükümetin, azınlıkta kalanların dünya görüşlerine, yaşam tarzlarına aldırmadan her seferinde sandığı hatırlatarak çoğunluk borusunu öttürmeye çalışması, muhafazakâr yaşam tarzını benimsemeyen kitleleri ayaklandırdı da denebilir. Gezi Ayaklanmasının temel sebebi şimdiye kadar genel olarak bu şekilde konuldu ve tartışıldı. Demokrasi kültürünü içselleştirememiş bir hükümet ve ona karşı ayaklanan kitleler şeklinde formüle edilebilecek bu yaklaşımın işaret ettiği sorun bilindiği üzere Türkiye’ye özgü bir sorun değil. Birbirinden farklı yaşam tarzları, kimlikler, dini gruplar, etnik gruplar vb. barındıran tüm ülkelerde hatta -Kürt sorununda ya da Batı’daki İslam sorununda görüldüğü gibi- tek tek ülkeleri aşacak biçimde bölgesel boyutlarda da karşılaşılabilecek bir sorun. Yani aslında mesele, sadece yukarıda özetlenen şekliyle ele alınırsa, farklı yaşam biçimlerinin


Ayaklanmanın sınıfsal anlamı

Özellikle Kant’tan beri felsefi düzlemde tartışılıp, mevcut düzenin sürdürülebilir olması için, kaostan ya da iç savaştan uzak kalınabilmesi için, diğer bir değişle ‘toplumsal barışı’ yakalayabilmek için çeşitli öneriler getiriliyor. Siyasal liberalizmin yakın dönemdeki en önemli savunucularından Rawls ve Habermas da toplumsal yaşamın sürdürülebilirliğini sağlamak adına kafa yormuş olanlardan. Getirdikleri teorik yaklaşım da kendi meşrebince ‘toplumsal barışa’ hizmet ediyor. bir arada var olabilme sorunu. Konuyu bu çerçeve ile sınırlı kalarak ele alan yaklaşımlara burjuva-demokrat yaklaşım ya da liberal yaklaşım demekte sanırım bir beis yok. Bu sorun siyasal düşüncenin ilk defa karşılaştığı bir konu değil elbette. Özellikle Kant’tan beri felsefi düzlemde tartışılıp, mevcut düzenin sürdürülebilir olması için, kaostan ya da iç savaştan uzak kalınabilmesi için, diğer bir değişle ‘toplumsal barışı’ yakalayabilmek için çeşitli öneriler getiriliyor. Siyasal liberalizmin yakın dönemdeki en önemli savunucularından Rawls ve Habermas da toplumsal yaşamın sürdürülebilirliğini sağlamak adına kafa yormuş olanlardan. Getirdikleri teorik yaklaşım da kendi meşrebince ‘toplumsal barışa’ hizmet ediyor. Kısaca Rawls’un ve Habermas’ın yaklaşımlarına değinmemiz Birikim’deki yazıların paralelliğini göstermek açısından belki sıkıcı ama gerekli. Rawls’un tabiri ile birbirinden farklı ‘kapsayıcı doktrinler’ barındıran karmaşık toplumların, bir arada yaşayabilme problemini, teorik düzeyde ele alırken yanıt aranacak en temel soru sanırım şu olsa gerek: siyasal ve hukuki yapı, toplumsal yaşama müdahale ederken bu farklı ‘kapsayıcı doktrinlerden’ hangisinin ilke, gelenek ya da yaklaşımlarını temel almalı? Burjuva demokrat yaklaşım uyarınca düşünüldüğünde, Gezi Ayaklanması’nın belirttiğim temel soru ile olan ilişkisi sanırım kolaylıkla kurulabilir. Şöyle ki, muhafazakâr yaşam biçiminin, İslam’ın bir yorumunun, muhafazakâr değer yargılarının, hükümet eliyle topluma dayatılması; bir arada yaşama haline zarar veriyor ve doğal olarak toplum buna tepki gösteriyor. Diğer bir değişle ‘kapsayıcı doktrin’ olarak Sünni İslam tüm toplumsal yaşamı kendi ‘modernize olmuş’ kurallarına göre belirlemek istiyor. Ve doğal olarak burjuva demokratik yaklaşım da buradaki tehlikeyi seziyor ve ‘toplumsal barışa’ zarar verebilecek böylesi bir politik hattı eleştiriyor. Rawls’un bu noktadaki önerisine gelince; o tahmin edileceği üzere toplumsal yaşamı belirleyen hukukun ve diğer uygulamaların herhangi bir ‘kapsayıcı doktrine’ dayanmaması gerektiğini bizlere söylüyor. Toplumsal ilişkileri belirleyen kuralların, bu doktrinlerin dışında ama her bir ‘kapsayıcı doktrinin’ farklı sebeplerle de olsa savunabileceği bir alanda temellenmesi gerektiğini savunuyor.

99


100 ONBİIRINCITEZ

Ve tüm ‘kapsayıcı doktrinlere’ dışsal ama onlar tarafından farklı saiklerle desteklenecek hukuk da kaynağını, anayasal rejimlerin politik kurumlarında, anayasal teamüllerde vb. yani toplumsal politik kültürde bulmuş oluyor. Böylece modern anayasal devletlerin tüm sosyal alt gruplara dışsal ancak her birinin desteğini alan uygulamalarının ve kurumlarının teorisi kurulmuş oluyor. Tabi bu teorideki en büyük dayanak noktalarından birisi de vatandaşların büyük çoğunluğunun rasyonel olarak; ‘örtüşen görüş birliği’ içerisinde kendi ‘kapsayıcı doktrinlerini’ bir kenara bırakarak, toplumsal politik kültürden doğan hukuku destekleyeceklerine olan inanç. Yani Kant’a benzer bir yaklaşımla makul çoğunluğun, ‘toplumsal barışı’ tesis etmek adına kendi dünya görüşlerini ve kendi kimliklerine dair olan tüm ögeleri bir kenara bırakıp, ‘aklın yolu bir’ dercesine, hayatlarını devam ettirmelerine olanak sağlayacak rasyonel kurallara ulaşmaları bekleniyor. Benzer bir yaklaşımı küçük bir farkla Habermas’ta da görüyoruz. Bu sefer bir arada yaşamamızı belirleyecek kurallar, uzlaşıyla sonuçlanacak ‘iletişimsel’ bir yaklaşım ile belirlenmiş oluyor. Yani Rawls’ta farklı ‘kapsayıcı doktrinlere’ sahip kişilerin iletişime girmeden ortak bir zeminde buluşmaları beklenirken; Habermas’ta bu uzlaşı, iletişimin kendisinin ‘evrensel geçerlilik iddialarına’ sahip olduğu varsayımından yola çıkılarak kotarılmaya çalışılıyor. Kısaca verdiğim bu yaklaşımlar, burjuva demokrat dünyanın önde gelen teorisyenlerince, toplumsal huzursuzlukları ortadan kaldırmak için ortaya atılmış önemli felsefi düşüncelerdir. Bugün Batı’nın demokratik standartlarını benimseyen ve hedefleyen hangi köşe yazarına, yorumcuya bakarsanız bakın bu fikirlerin izleriyle şu ya da bu ölçüde karşılaşırsınız. Bu fikirleri Gezi Direnişi bağlamında hatırlatmamızın elbette bir sebebi var. O da şu: burjuva demokrat yaklaşım toplumsal huzursuzlukları eş düzeyli; toplumsal anlamda birbirine denk gruplar arasındaki sorunlar olarak ele almaktadır. Yani toplum elbette vatandaşlardan oluşmaktadır ve bu vatandaşlar farklı aidiyetlere sahip olan kimselerdir. Dolayısıyla burjuva demokratik yaklaşım uyarınca, toplumun sorunları nitel anlamda birbirine denk olan farklı aidiyet gruplarının anlaşmazlıklarından oluşmakta; demokratik prosedürlerin hayata geçirilmesi ile bu farklı grupların bir arada yaşayabilmesinin yolları aranmaktadır. Tabi ki toplumda farklı aidiyet gruplarının var olmadığını iddia edecek değilim. Dikkat çekmek istediğim nokta şu; burjuva demokratik yaklaşım birbirinin antitezi konumundaki ayrışmalara kördür. Evet, İslami bir topluluk Hıristiyan bir cemaatten çok farklıdır. Gezi bağlamında düşünürsek ekseriyetle CHP seçmeninden oluşan, kentli modern tabir edilen kesimler ile AKP’ye oy vermiş muhafazakâr kesimlerin kültürel olarak farklı dünyalara ait oldukları söylenebilir. Ancak bu farklı kültürel, kimliksel vb. toplulukların kültürel ve kimliksel özelliklerinden dolayı bir arada yaşamamaları için herhangi bir neden zaten yoktur.


Ayaklanmanın sınıfsal anlamı

Diğer bir değişle, farklı aidiyetler birbirine söylem düzeyinde son derece karşı görünseler bile birbirini olumsuzlamaz. İslami bir cemaat üyesi ateist bir kişiye karşı olsa dahi ateist ve cemaat mensubu birbirlerine zarar vermeden ya da birbirinden soyutlanmış bir vaziyette hiç irtibata geçmeden de pekâlâ yaşayabilirler. Birinin varlığı diğerinin varlığını düşünsel olarak gerektirse de gündelik yaşamda birbirlerine bağlı değillerdir. Yani gündelik yaşamda inanan kimseler ile inanmayan kimseler arasında iki kimliği de birden var eden temel, yapısal bir çelişki yoktur. Muhafazakâr yaşama biçimi ile muhafazakâr olmayan bir yaşama biçimi sadece birbirlerinden farklıdırlar ancak çelişik değildirler. Bu anlamda burjuva demokratik yaklaşımın sahipleri, tıpkı Birikim Dergisi’ndeki yazılarda da karşılaştığımız gibi Gezi Direnişi’ni salt farklı yaşam biçimleri arasındaki uyuşmazlığa indirgemiş ve sınıfsal körlük sergilemişlerdir. Şimdi kısaca bu yazılardan bazı noktalara bakalım; Laçiner yazısında Gezi Parkı eylemcilerinin çoğunluğunun taleplerini ve düşüncelerini şu şekilde aktarmış: “… isyanın büyük gövdesini oluşturan “ruhunu” temsil eden çoğunluk, hayat tarzı özgürlüğünü, hukuken tam eşitliğini ve asıl önemli olarak devletin kuruluşlarının bu alana müdahil olmamasını, tarafsızlığını savunan, bunu söz ve davranışlarıyla da kanıtlayan bir kitle idi.”i

Bu kısa pasajda tariflenen kitle ve talepleri yazının geneline de bakıldığında olumlanmakta. Yani tıpkı Rawls’da ve Habemas’da olduğu üzere ve de aslında genel olarak modern anayasal devletlerin savunusunu/teorisini yapan diğer yaklaşımlarda da görülebileceği gibi; devletin, hukukun vb. tarafsız olması gereğinin altı çizilmiş. Dolayısıyla Gezi Ayaklanması kültürel bir grubun yaşam tarzına yapılan müdahalelere bir başkaldırısı olarak yorumlanmış. Belirttiğim gibi elbette yaşam tarzına müdahale bu isyanın çıkışının temel sebeplerinden birisidir. Ama yaşam tarzına müdahale Gezi Ayaklanması bağlamında ele alındığında, aşağıda da tartışacağım gibi ancak sınıfsal bir yaklaşımla ele alınırsa gerçek manada açıklanabilir. Eğer mesele sadece muhafazakâr hükümetin muhafazakâr olmayanlara dayattığı yaşam biçimi ise elbette farklılıklara eşit mesafede durmasını başarabilen bir demokrasi inşası sorunlarımızı çözecektir. Fakat bu durumda da ‘sosyalist’ olduğunu iddia eden bir dergi kendisini büyük burjuvazi ile pekâlâ yan yana bulabilir. Zira savunma ve isyan pozisyonunda tariflenen şehirli modern kültürün muhtevasında 1500 TL - 2000 TL maaş alan yeni mezun mühendis de Koç Ailesi’nin fertleri de bulunmaktadır. Ancak mevzu kültürel bir çatışmaya indirgendiği için böylesi bir yan yana geliş Birikim için sıkıntı yaratmayacaktır. Nitekim Laçiner AKP’nin eksiğini izah ederken bu yan yana gelişi de aslında bizlere göstermiştir.

101


102 ONBİIRINCITEZ

Gezi Direnişini salt kültürel bir isyan olarak algıladığı için direnişteki yan yana gelişleri de AKP’ye karşı sınıflar arası ittifak olarak tanımlayan Laçiner’in, AKP’nin önündeki olası en güçlü muhalefetin de “düzen içi sol” olacağını işaret etmesi doğal oluyor. “Ancak bu “daha güçlü” görünümün çok önemli bir eksiği vardır. Vaktiyle DP ve AP etrafında kurulmuş iktidar blokunun (muhafazakar eşraf, taşra burjuvazisi ve metropol –İstanbul, İzmir- büyük burjuvazi) sonuncu ama ağırlığı malum ögesi AKP’nin tesis ettiği bloka katılmamıştır. […] Bu eksiklik, önemli bir kesimi ve en kalifiye unsurları bu büyük (yerleşik) sermaye kuruluşlarında istihdam edilen yüksek vasıflı profesyonellerin (avukat, doktor, mühendis, mimar odalarının) AKP karşıtı muhalefetin en fazla öne çıkan unsurları olması ile birlikte ele alındığında AKP açısından “yakın tehlike olarak görülmesi son derece doğaldır.” ii

Gezi Direnişi’ni salt kültürel bir isyan olarak algıladığı için direnişteki yan yana gelişleri de AKP’ye karşı sınıflar arası ittifak olarak tanımlayan Laçiner’in, AKP’nin önündeki olası en güçlü muhalefetin de “düzen içi sol” olacağını işaret etmesi doğal oluyor. “bu çoğunluğu ile kalifiye emeği temsil eden kesim[…] kapitalist-emperyalist olduğunu pekala görebileceğimiz Türkiye’de, bu tür toplumlarda çoktan teşekkül etmiş olan “düzen içi sol” iktidar alternatifinin nüvesini, omurgasını oluşturabilir.”iii

Her ne kadar ‘AKP açısından’ notunu bu pasajların arasına yerleştirmiş olsa da, yani olaylara bir an AKP’nin gözünden bakıldığında nasıl göründüğünü bizlere izah etmeye çalışmış olsa da, Laçiner’in niyetinden bağımsız bir şekilde, ortaya koyduğu yaklaşımda ‘sınıflar arası ittifak’ düşüncesine herhangi bir itiraz yoktur. Çünkü teori gereği çeşitli kültürel gruplara, yani farklı ‘kapsayıcı doktrinlere’ ya da ‘yaşam dünyalarına’ eşit mesafede duran bir devlet ve meşruiyetini bu alanlardan bağımsızlığından alan bir hukuk düşüncesi; yukarıda belirtildiği gibi sınıfsal olarak kördür. Birbiri ile çelişen toplumsal grupların yani adıyla söylersek farklı sınıflar arasındaki çelişkilerin Laçiner’in yazısında maalesef esamesi okunmamaktadır. Olaylara bu şekilde yaklaştığımızda Laçiner’in eleştiride bulunduğu AKP’nin çözümünün yani Osmanlı millet düzeninin ihyasının aslına bakılırsa Laçiner’in yaklaşımından pek de farkı yoktur. Hükümet çevresinden birileri, ‘Millet düzeninin ihyasından kasıt farklılıklarla sorunu olmayan anayasal bir demokrasidir’ derse eğer, Osmanlı millet düzeninin çağa uyarlanmış yeni bir versiyonu, bir arada yaşamanın bir çözümü olarak pekala sunulabilir. Yani yukarıda tariflendiği gibi sorunlarımız, salt kültürel farklılıklardan kaynaklanan sorunlar olarak koyulduğu müddetçe, burjuva demokrasisi dahilinde kalınıp çözülebilecekleri sonucuna varılabilir. Bu yaklaşımın Rawls’un ya da Habermas’ın düşüncesi ile paralelliği


Ayaklanmanın sınıfsal anlamı

sanırım ortadadır. Eş düzeyli ama farklı grupların birbiri ile olan ilişkisinden doğan sorunlar -modern bir millet sistemi biçiminde ya da değil- demokrasinin kurulması ile çözüme ulaşmış olacaktır. Ahmet İnsel de ‘Tek adam günlerinde otoriter tahakküm’ başlıklı yazısında, zaten yazının adından da anlaşılacağı üzere; AKP eleştirisini otoriterlik karşıtlığı üzerine bina etmiştir. Laçiner’in yazısında olduğu gibi bu itiraz haklı olmakla beraber en azından Marksistler açısından kanaatimce yetersizdir. Bilindiği gibi Gezi Ayaklanmasını Ahmet İnsel bir haysiyet isyanı olarak adlandırmıştı. Kulağa hoş gelen bu adlandırma son derece kapsayıcı. Şöyle ki büyük burjuvazinin haysiyetli bir kesimi de Erdoğan’ın üslubundan rahatsızlık duyabilir. Bu kesimden birileri çıkıp hükümetin kullandığı faiz lobisi gibi alçaltıcı tabirlere karşı, memlekette ne kadar istihdam sağladığını, ödediği vergileri, tersanelerde yaptırdığı gemileri vb. anlatabilir. Ya da sadece İnsel’in de altını çizdiği tek adam rejiminden rahatsızlığını vurgulayabilir. Tüm bunlar olasılık dahilindedir. Ancak sınıfsal körlük açısından A. İnsel’in Geziyi değerlendirişi, aşağıdaki alıntıdan anlaşılabileceği gibi Laçiner’in yaklaşımından pek uzakta değildir. “Toplumsal beraberliği siyasi ilkeler üzerine değil, manevi değerler üzerine inşa etmeye yeltenen, ataerkil bir otoriter duruşu katı ahlakçı bir müdahaleci tavırla pekiştiren; tek adam rejimini milli irade kılıfı altında yeniden tesis eden güçlü bir siyasal figüre toplumun kendi başına “yeter artık, dur” diyebilme güç, cesaret ve becerisini gösterip gösteremeyeceğini göreceğiz.”iv

‘Toplumsal beraberliği’ pekâlâ toplumsal barış olarak da okuyabiliriz; yani tekrar burjuva demokratik düşüncenin ulaşılamaz hedefi ile karşı karşıyayız. Ahmet İnsel de soruna kültürel farklılıklar üzerinden yaklaştığı için bir otoriter lidere karşı yan yana gelmiş ‘toplum’ düşüncesine sadık kalmıştır. Tabi ‘toplum’ aslına bakılırsa ve bir sosyal bilimcinin de bileceği üzere kendi başına çok yetersiz bir kavram. Evet, elbette toplum; ama toplum dediğimiz yapının hangi kısmı bizler için kalkış noktası? Gezi Ayaklanması kırçıllığı, çoğulluğu farklılıklara saygıyı hayata geçirmiştir elbette ama Gezi Ayaklanmasına baktığımızda Laçiner gibi ‘sınıflar arası bir ittifak’ ya da İnsel gibi ‘toplumsal beraberlik’ için mücadele eden bir ‘toplum’ göreceksek, çıkarttığımız derginin adının altında bulunan ibarenin ‘sosyalist kültür dergisi’ yerine ‘kültürel çalışmalar’ dergisi olması gerekmez mi?

Bir Haysiyet İsyanından Fazlasıydı Yukarıdaki aktarımlar ışığında yaşanan ayaklanmanın kültürel bir kalkışmadan çok daha ötesi olduğunu tekrar iddia edebiliriz. Sınıf savaşı 31 Mayıs akşamı kültürel bir sebeple açığa çıkmıştır. Ayaklanmanın kültürel kısmı konusunda belirttiğim gibi hemen hemen herkes hemfikir. Ancak Gezi Parkı eylemlerinin sınıf savaşını ortaya koyan bir ayaklanma olduğu fikri yeterince işlenmedi. Bu körlü-

103


104 ONBİIRINCITEZ

ğün sınıf savaşının doğasından kaynaklandığı da söylenebilir. Ve şu tespiti de yapmak yerinde olacaktır. Sınıf savaşı tam da budur; sınıf savaşı terimi ‘yokluğuyla var olan’, sistem tarafından hiçbir zaman tanımlanamayacak ve sözlüğe yerleştirilemeyecek olan ancak yine de verili sistemin kurucu çelişkisini işaret eden bir terimdir. Dünya uzun zamandır sınıf savaşını ve sınıfsal çelişkiyi bulanıklaştırmaya çalışan, onu alelade bir düzeyde ele alan teorik yaklaşımlara sahne oluyor. Ancak bu da sınıf savaşına dahil değil midir? Yani birileri böylesi bir savaşın varlığını teorik donanımları gereği algılayamayacakken birileri bu savaşın nerede ne şekilde cereyan ettiğini açıklamak ve göstermekle yükümlü değil midir? Birikim dergisinin içine düştüğü yanlışlık aslına bakılırsa Marx’ın ilk yazılarında da kendisini gösteren bir eğilimdir. Despota karşı insan onurunu savunan Kantçı bir yaklaşım Marx’ın 1844 öncesi yazılarında yer almaktadır.1 Ancak bilindiği üzere bu yaklaşım 1844 Elyazmaları ile beraber terk edilmiştir. Bunu belirtmemizin sebebi şu; Marx ve bir özgürleşme felsefesi olarak Marksizm tüm teoriyi ekonomik biçim ile diyalektik bir ilişki çerçevesinde kurabilirse gerçeğe yaklaşabileceğini keşfetmiştir. Bu fikrin oluşmaya başladığı tarih ise 1844’tür. Dolayısıyla despotun despotluğu da tek başına hiçbir anlam ifade etmez. Despot olarak ortaya çıkmış zat ancak yapısal bir bütünün içerisinde değerlendirildiği takdirde anlam kazanır. Ülkenin son dönemine yön vermiş ve otoriter duruşu her daim belirgin olan R.T. Erdoğan için de bu geçerlidir. Gezi İsyanı hakkında, Erdoğan’ın uygulayıcısı olduğu muhafazakâr politikalar sınıf savaşı açısından önemli bir noktaya tekabül ettiği için ayaklanma esasen sınıfsal karakterlidir diyebiliyoruz. Peki, öyleyse tam olarak bu isyanın sınıfsal anlamı nedir? Şimdi kısaca bu soruya yanıt arayabiliriz. Öncelikle bu ayaklanmanın ana omurgasını kimin oluşturduğuna bakalım. Uzun uzadıya istatistikî veriler aramaya pek gerek yok. Kendisi de Gezi Ayaklanması’nın önemli figürlerinden olan Ulaş Bayraktaroğlu’nun çok net gözlemleri kimlerin bu ayaklanmanın ana omurgasını oluşturduğunu fazla söze gerek bırakmadan tespit ediyor.

“1) Nedense direniş alanları işçi sınıfının çalışma saatleri ve günlerinde boşalıyor ve iş çıkış saatlerinde ise milyonlar alanları dolduruyordu. 2) Direnişin örgütlenmesinde ihtiyaç olunan yetenek ancak işçi sınıfının çalışma disiplini ve kabiliyetiyle mümkün olabilirdi ve böyle de oldu. […] 3)Tespit edilen sayılara göre ülkenin 1/5’i bu eylemlere yaralanmayı, tutuklanmayı, vb. göze alarak katıldı. Hükümetin öne sürdüğü gibi “tuzu kuru orta sınıf ” olsalardı, böyle bir devrimci enerjinin ortaya çıkması mümkün olamazdı.”v

1 - Marx’ın Kant’tan etkilendiğini hissettiren bazı ilginç çok erken dönem makaleleri için bkz: The Divorce Bill http://www.marxists.org/archive/marx/works/1842/12/18.htm, Letters. http:// www.marxists.org/archive/marx/works/1843/letters/


Ayaklanmanın sınıfsal anlamı

Öyleyse Gezi Direnişi’ne yoğun olarak orta ve üst düzey gelire sahip ve ülkedeki eğitim düzeyi en yüksek olan işçiler -özellikle beyaz yakalılar- ve kültürel olarak kendisini bu kesim içerisinde tarifleyen fakat daha düşük gelire sahip kitleler katılmıştır diyebiliriz. Elbette homojen bir kitleden söz etmiyoruz ancak bu kitlenin bir çok açıdan -başkaldırının kıvılcımını çakan kültürel nedenler de göz önünde bulundurulduğunda- muhafazakâr kimselerden farklı oldukları aşikar. Ayaklanmayı sürdüren kitleyi tespit etmiş olmamız henüz çok bir şey ifade etmiyor sadece kültürel nedenlerle işçi sınıfının önemli bir kesiminin ayaklanmış olduğunu söyledik. Bahsettiğimiz kesimin yaşam tarzına yönelik otoriter ve muhafazakâr saldırıların neye sebep olduğunu ortaya koymamız gerekiyor. Taksim’in rezidanslar, oteller ve alış veriş merkezleri semtine dönüştürülmek istenmesi, kadınlardan üç çocuk yapıp ucuz işgücü teminine katkıda bulunurlarken mazbut bir hayat sürmeleri beklentisi, içki kültürünü sona erdirmek için yürütülen kapsamlı çaba vs. hepsinin işaret ettiği önemli bir Marksist kavram söz konusu: uygarlık payı. Bilindiği gibi Marksist düşünceye göre işçinin aldığı ücret temel olarak işçinin kendisini yeniden üretip ertesi gün tekrar işe gelebilmesi için verilir. Bu sermayenin kendi bekası için ödemesi gereken bir bedeldir. Bu bedel yani Marx’ın değimi ile zorunlu emek kapitalist tarafından mümkün olduğunca aşağıya çekilmek istenir. Bu noktanın Gezi Ayaklanması ile bağlantısı ise zorunlu emeğin içeriğinde gizlidir. İşçinin kendisini üretebilmesi bağlamsaldır. Yani Pakistanlı bir tekstil işçisi ile otomotiv sektöründe çalışan Alman bir işçinin kendisini gerçekleştirmesi için gerekenler son derece farklıdır. Bu fark iki kültürün farkından kaynaklandığı kadar o iki farklı bölgedeki işçi sınıfının toplumsal pozisyonundan da kaynaklanmaktadır. İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları’nda L. Althusser bu noktayı “tarihsel minimum” olarak değerlendirmiş ve Marx’tan çok ilginç bir not vermiştir; kendisini yeniden üretebilmek için “ İngiliz işçisi biraya ihtiyaç duyarken, Fransız işçisi şaraba ihtiyaç duyar”vi 2. Dolayısıyla bağlamsal ve tarihsel olarak işçi sınıfının kültürel zenginlikleri zorunlu emeğin içeriğine dahildir. Aşağıda Marx’tan aktaracağım kısa pasajı okurken sınıfsal bir başkaldırı olan Gezi Ayaklanması’nın neden kültürel sebeplerle ortaya çıktığını daha rahat görebileceğiz. “Üstelik işçinin daha yüksek doyumlardan, hatta kültürel doyumlardan pay alması, çıkarları uğruna mücadele vermesi, gazete okuması, konferanslara katılması, çocuklarını eğitmesi, zevklerini geliştirmesi vb. gibi, kendisini köleden ayırt eden tek faktör olan uygarlık payı, ekonomik açıdan ancak işlerin iyi gittiği ve belli bir 2 - Althusser bahsettiği Marx’a ait not için herhangi bir referans vermediği için ve ben de daha önce bu nota Marx’ta rastlamadığım için Althusser’e güvenmek durumunda kalıyorum.

105


106 ONBİIRINCITEZ

ölçüde tasarrufun söz konusu olabildiği dönemlerde zevklerinin çerçevesini genişletmeyi başarmasıyla mümkündür.”vii

Gezi Ayaklanması’nı bu pasaj ile beraber ele alıp anlamamız gerekiyor. AKP’nin muhafazakâr yaşam biçimini artan oranda dayatmakta olduğu sır değil. Bu dayatma farklı gerekçelerle yapılıyor olabilir. Hatta sadece Müslümanlık anlayışı gereği hükümet paternalist bir biçimde bize nasıl yaşamamız gerektiğini dikte ediyor olabilir. Her ne niyetle olursa olsun; AKP’nin dayattığı yaşam tarzı işçi sınıfının özellikle yüksek gelire sahip kesimleri için açık bir biçimde yoksunlaşmaya neden olmaktadır. Geniş kitlelerden beklenen STV dizilerini andıran mazbut bir yaşam biçimidir. Bu doğrudan doğruya işçilerin ücretlerinde azalmaya elbette tekabül etmez. Ancak uzun vadede zorunlu emeğin uygarlık payını oluşturan parçasının azalacağını tespit edebiliriz. Yani iş çıkışı İstiklal’de arkadaşlarıyla buluşup bira içmeyecekse, ayda birkaç defa kültürel bir etkinlikte bulunmayacaksa, evden işe işten eve düzenli bir yaşama sahip olacak ve harcama oluşturmayan dini ritüelleri yerine getirip kendisini bu şekilde yeniden üretmeyi sağlayacaksa, işçi sınıfının bu yüksek ücretli kesiminin geliri neden bu kadar yüksek olsun ki? Öyleyse muhafazakârlaşma dolayımı ile sermaye uzun vadeli bir kazanım elde etmekte işçi sınıfı ise bu politikalar sonucu yoksunlaşmaktadır. Kısaca diyebiliriz ki Gezi Ayaklanması A. İnsel’in iddia ettiği gibi bir haysiyet isyanı olmaktan daha ötesidir; sınıf savaşının önemli bir momentidir. Yaşanmış olan, yoksunlaşmaya karşı bir başkaldırıdır. Gezi Ayaklanmasına bu teorik perspektifle baktığımızda isyanın sınıfsal anlamı billurlaşır. Ayaklanma otoriter bir Baba figürüne ve onun politikalarına karşı yürütülmüş görünebilir. Ancak ayaklanmaya rengini veren bu boyut değildir. AKP’nin ve R.T. Erdoğan’ın baskın pozisyonu böylesi bir hedefi açıkça temsil ettiği için isyanı kolaylaştırmıştır. Sistemin kendisine yönelecek berraklığa sahip olamayan işçi sınıfı tıpkı Osmanlıdaki isyanlarda olduğu gibi faturayı haklı olarak mevcut düzen yerine padişaha kesmiştir. Belirttiğim gibi bu ayaklanmayı yaşam tarzına müdahale dolayımıyla ortaya çıkmış, anarşizan, anti-otoriter bir ayaklanma olarak değerlendirip bırakamayız. Çünkü psikanalizin de bize öğrettiği üzere efendiye karşı başkaldırı efendinin söylemi ile son bulur; yani yapının kendisine değil de yapının figürlerinden birisine başkaldırmak yapının dahilinde politika üretmek, aynı düzlemde kalmak anlamına gelir. Oysa Gezi Ayaklanması’nın sınıfsal çelişkiye dayanıyor olması bu yapının tamamen yıkılabileceğine işarettir. Ayaklanma kültürel düzlemde ortaya çıkmıştır ancak sınıfsal anlamı ayaklanmanın kapitalizmi yıkacak dinamiğe işaret etmesi bakımından mühimdir. Tıpkı vektörel çarpma işleminde olduğu gibi; aynı düzlemdeki iki farklı yaşam biçimi karşı karşıya gelmiş ve isyanın sınıfsal çelişkiye dayanıyor oluşundan dolayı, sonuç bu düzleme dik bir diğer düzlemde belirmiştir. Sınıf mücadelesi yatay düz-


Ayaklanmanın sınıfsal anlamı

Ayaklanma kültürel düzlemde ortaya çıkmıştır ancak sınıfsal anlamı ayaklanmanın kapitalizmi yıkacak dinamiğe işaret etmesi bakımından mühimdir. Tıpkı vektörel çarpma işleminde olduğu gibi; aynı düzlemdeki iki farklı yaşam biçimi karşı karşıya gelmiş ve isyanın sınıfsal çelişkiye dayanıyor oluşundan dolayı, sonuç bu düzleme dik bir diğer düzlemde belirmiştir. Sınıf mücadelesi yatay düzlemde cereyan eden kültürel karşı karşıya gelişlerden farklı olarak dikey düzlemde ortaya çıkmakta ve düzenin kendisini yıkacak çelişkiye dayanmaktadır. lemde cereyan eden kültürel karşı karşıya gelişlerden farklı olarak dikey düzlemde ortaya çıkmakta ve düzenin kendisini yıkacak çelişkiye dayanmaktadır.

SONUÇ Bu kısa yazı çerçevesinde Gezi Ayaklanması’nın teorik bir muhasebesini yapmaya çalıştım. Özetle Birikim Dergisi’nin değerlendirmelerinin Rawls ve Habermas’ın çok kültürlü toplumlara ‘toplumsal barışı’ getirmeye çalışan teorik yaklaşımlarıyla paralel olduğunu; bu teorik yaklaşımın, başkaldırıyı otoriter buyurganlığa ve yaşam tarzına müdahaleye itiraza indirgediğini belirttim. Buna karşılık Gezi Ayaklanması’nın kapitalizmin kurucu çelişkisi olan emek-sermaye çelişkisinden beslenen ve yoksunlaşmaya karşı, uygarlık payının azalacağının hissiyle yürütülmüş bir isyan olduğunu savundum. İki yaklaşım arasında devasa bir fark bulunmaktadır. Bu fark ‘toplumsal barışın’ zedelenmemesi için sunulan çözümde ortaya çıkmaktadır. Laçiner’in ve İnsel’in yaklaşımı bizi sorunun eş düzeyli toplumsal gruplar arasındaki gerilimlerden kaynaklandığı fikrine götürdüğü için, çözüm olarak modern bir demokrasiyi sunabilir. Bu yaklaşımın özet formülü otoriterliğe karşı demokrasidir. Elbette farklı kültürlerin barış içerisinde bir arada yaşamasının formülünün aranması en tutarlı demokratlar olarak komünistlerin zoruna gitmez ve olumludur. Benim sunmaya çalıştığım Gezi analizinin ise özet formülü şudur: sömürüye karşı komünizm. Gezi Ayaklanması bağlamında, kültürel düzlemde kendisini gösteren yapısal problemin çözümü kesinlikle bu yapının dahilinde değildir, çünkü bu ayaklanmaya neden olan çelişki sistemin kurucu çelişkisidir. İşçi sınıfı ve Burjuvazi arasındaki çelişki farklı kültürler arasındaki bir problem değildir. İkisi arasındaki çelişkinin çözümü ikisinin de ortadan kalkmasını yani son analizde komünizmi gerektirir. Gezi Ayaklanmasının bu iki değerlendirmesi arasındaki yaklaşım farkı yukarıda da belirttiğim gibi Marx’ın yazılarının tarihsel seyrinden de takip edilebilir.

107


108 ONBİIRINCITEZ

Marx’ın 1844 öncesi mektuplarında despotizme karşı demokratik devleti çözüm olarak sunduğu bilinmektedir.viii Ne zaman ki Marx ‘toplumsal barışın’ sınıflı toplumun yapısı gereği imkânsız olduğunu keşfetmeye başlamıştır çözüm önerisini de sömürüye karşı komünizm olarak değiştirmiştir. Gezi Ayaklanması bizlere göstermiştir ki Marx’ın sömürüye karşı komünizm önerisi, kapitalizm var olmaya devam ettikçe geçerli bir öneri olarak kalacaktır. ___________________________ i - Gezi İsyanı, Ömer Laçiner, Birikim Dergisi, Temmuz-Ağustos 2013, s: 8 ii - Gezi İsyanı, Ömer Laçiner, Birikim Dergisi, Temmuz-Ağustos 2013,s:7 iii - Gezi İsyanı, Ömer Laçiner, Birikim Dergisi, Temmuz-Ağustos 2013,s:8 iv - Tek adam günlerinde otoriter tahakküm, Ahmet İnsel, Birikim Dergisi, Temmuz-Ağustos 2013, s:17 v - Özgürlük Sokaktadır, Ulaş Bayraktaroğlu, www.gelecekgazetesi.org/haber-3945-ozgurluk_sokaktadir.html vi - Ideology and Ideological State Apparatuses ,L.Althusser http://www.marxists.org/reference/ archive/althusser/1970/ideology.htm vii - Grundrisse Ekonomi Politiğin Eleştirisi için Ön Çalışma, K.Marx, Birikim Yayınları, 2012, p.313 viii - Letters. address :http://www.marxists.org/archive/marx/works/1843/letters/


Özgürlük sokaktadır!

Özgürlük sokaktadır! Ulaş Bayraktaroğlu*

G

ezi Parkı direnişini sadece bir çevre eylemi ya da ağaçların katledilmesine karşı bir tepki olarak değerlendirmek Türkiye’de yaşananları kavramamak anlamına gelir. Parktaki ağaçların, hükümetin bir projesine uygun olarak katledilmeye çalışılmasına karşı gelişen protestolarda gaza boğulan, plastik mermiler ve gaz bombalarıyla vurulan, dayak yiyen protestocularla işçiler, emekçiler, öğrenciler, işsizler, emekliler, kadınlar, kısaca tüm halk özdeşleşti. Hükümetin ve bazı devlet bürokratlarının verdikleri emirlerle gerçekleşen bu zulüm, halkın farklı kesimlerinin kendi gündelik yaşantılarında karşı karşıya kaldıkları baskıları ve sömürüyü bilince çıkarmalarını sağladı. Halk hareketi fırtınada kabaran okyanus gibi başta İstanbul olmak üzere memleketin dört bir tarafına dalgalarını vurarak yeni bir dönemin kapılarını açtı. Öyle ki açılan kapılardan içeri giren ışık, başta hükümet olmak üzere egemenleri korkuya ve paniğe sevk etti. Hâlbuki hükümet direnişin başlamasından bir önceki güne kadar oldukça rahattı. Başbakan tüm ülke meselelerine “canımın istediğini yıkarım, canımın istediğini yaparım” anlayışıyla yaklaşmaktaydı. Egemenler işçi sınıfının ve ezilenlerin sosyal ya da ekonomik tüm haklarına tereddüt etmeden saldırma hakkını kendilerinde görüyorlardı. Türkiye’yi işçi cinayetleri cehennemine çevirip, “iş kazaları” sonucu cinayete kurban giden işçi sayısını dünya ortalamasının en üst sıralarına taşıdılar. Son zamanlarda kıdem tazminatlarına göz diktiler ve işçinin-emekçinin zaten kuşa döndürülmüş kıdem tazminatı hakkını gasp etme planlarını burjuva medyası ve hükümet sözcüleri vasıtasıyla gündeme koydular. Taşeronluk sistemini yaygınlaştırdılar. Esnek üretim metotlarıyla işçi sınıfının bütün temel haklarına saldırdılar. Sermayenin bu saldırı planını, devlet eliyle planlanan ve desteklenen

* Edirne F Tipi Cezaevi

109


110 ONBİIRINCITEZ

Çevre meselesi ile ateşlenen direniş halkın tüm mücadele alanlarına yayılırken “hükümet istifa” sloganını milyonlar sahiplendi. Bu süreç devam ederken Lice’de halkın karakol yapımını protestosu sırasında kolluk kuvvetleri tarafından öldürülen Kürt genci Medeni Yıldırım’ın Gezi Direnişi tarafından sahiplenilmesi öne çıktı. Yıllar sonra başta Kürt ve Türk halkları olmak üzere bölge halkları oligarşik diktatörlüğe karşı seslenmiş, eylemlerini, kayıplarını ve acılarını bu düzeyde birleştirmişlerdir. “istihdam bürolarıyla” işçi sınıfını muhatap olabileceği herhangi bir işveren bulmaktan alıkoymaya çalışarak güçlendirmeye çalıştılar. Bütün bu tablonun yanı sıra, çalışanlar, gasp edilen ücretleriyle ters orantılı bir biçimde fiyatları sürekli artan temel tüketim maddeleri, ev kiraları vb. karşısında çaresiz bırakılarak borçlandırıldı. Öyle ki kredi kartları ve banka kredileri olmasa işçi sınıfı ve emekçiler mevcut iktisadi koşullarda yaşayabilecek durumda değiller. Bu çaresizlik durumundan yararlanan bankalar krizden en kârlı sektör olarak çıktı. Hükümet sayesinde kriz “teğet geçmedi”, bilakis halkı deldi de geçti. Hükümetin yürütme yöntemi Başbakan’ın üslubuyla birleşince halkın büyük bir kesiminde yaşam biçimlerine müdahale edildiğine dair kaygı oluştu. Alkol yasağı, aile yapısına müdahale, Alevilerin ayrımcılığa tabi tutulması gibi tartışmalar buradan kaynaklanmaktadır. Başbakan’ın biyolojik çoğalmaya dair verdiği “tavsiyeler” Malthus’un nüfus teorisiyle örtüşecek bir içerik taşımaktadır. Başbakan’ın buyurduğu yaşam stiline uyanlar ve uymayanlar ayrıştırılmaktadır. Adeta farklı kültürel kesimler birinci sınıf vatandaş –ikinci sınıf vatandaş (özde-sözde) diye ayrıştırılmaktadır. Birinci sınıf vatandaşların konumlarından gelen hakları varken, ikinci sınıf vatandaşların ancak bahşedilen hakları kullanma imkânları vardır. Alevi, Kürt, Roman vb. halk için hükümetin düşündüğü “iyileştirme” projelerinin “açılım” diye adlandırılmasının kendisi bile başlı başına ayrımcılıktır. Örneğin, “Alevi açılımı” diye hükümetin propaganda ettiği faaliyet bir taraftan yapılmış ve yapılmakta olunan haksızlıkların ve baskıların makyajı iken diğer taraftan Alevilerin zaten hakkı olan şeylerin kırıntılarının “bahşedilmesinden” başka bir şey değildir. Bu durumu her türlü zulmü yaşatıp aza razı etme yöntemi olarak özetleyebiliriz. Bir başka açılım süreci de Kürt sorunu ile ilgili olarak devreye sokulmuştur. Bu açılım sürecinde hükümet öyle çaresiz bir duruma düştü ki, bir taraftan demokrasi-özgürlükler vb. argümanları ile propaganda yürütüp diğer taraftan askeri operasyonlara hız vererek, hapishaneleri siyasi tutsaklarla doldurarak süreçten kurtulmak için adeta çırpındı. Fakat bütün bu baskı, zulüm ve propaganda süreci hükümetin işine yaramadı ve karşısına daha büyük bir özgürlük gücü dikildi.


Özgürlük sokaktadır!

Mücadele hem kırsal alanda hem de metropollerde hükümetin baş edemeyeceği boyuta ulaştı. Bu vaziyete bir de Suriye’deki gelişmeler eklenince hükümet Kürt meselesi ile ilgili adım atmak zorunda kaldı ve zalimlerin hiç ağzına yakışmayan “barış” kelimesini ortaya attı. Rojava’da, yani Suriye’nin kuzeyine denk gelen Batı Kürdistan’da da azımsanamayacak bir güç elde eden Kürt ulusal kurtuluş hareketinin tarihinin en güçlü dönemini yaşadığını belirtmek gerekiyor. Bu tespitler ışığında konu ele alındığı zaman hükümet cephesinin “Kürt sorununu çözmeye” kalkması ne bir tesadüf ne de bir iyi niyet durumudur. Hükümetin kadim devlet geleneğine uygun olarak sürdürdüğü “Kürt sorununu ben çözerim” böbürlenmesini ve tepeden bakışı yöntem olarak benimsemesi iktidarı temsil etmesinin doğal sonucudur. Bu doğrultuda ilgili taraflarla görüşmeler gizli yürütülmeye başlandı. Süreç halkların inisiyatifinden koparılmaya çalışıldı. Bu duruma karşı kamuoyu gizli görüşme üslubuna tepki gösterdi. Kısa sürede bu gizli yürütme tarzının hükümetin öne sürdüğü gibi “provokasyonlara karşı” değil ezilen halkı ve tüm bölge halklarını manipüle etmek için uygulandığı ortaya çıktı. Ve ezilen halkın temsilcileri görüşmelerin açık yürütülmesini istediler. Öncelikle sorunun kaynağı olan “Tek bayrak, tek vatan, tek millet, tek dil” gibi monolitik ve totaliter bir anlayışın sahiplerinin bu sorunun asli çözümleyicisi olamayacakları gerçeğini görmek gerekiyor. Devlet böyle bir süreçte olsa olsa bir etken olabilir. Eğer halklar arasında bir barış ve kardeşlik arzu ediliyorsa bu etkenle her daim mücadele etmek gereklidir. Sömürgeciliğe ve şovenizme karşı başta Türk ve Kürt halklarının olmak üzere tüm halkların mücadele birliği bölgeye halklar arasındaki barışı kazandıracaktır. Kürt halkı bu mücadeleyi hakkıyla vermiştir diye düşünmek için elimizde birçok veri mevcuttur. Batı’da ise genel olarak sömürü düzenine ve şovenizme karşı mücadele zayıf seyretmekteydi. Yakın zamanda Gezi Parkı direnişi ile beraber bu durumun değişmeye başladığını belirtirsek abartmış olmayız. Çevre meselesi ile ateşlenen direniş halkın tüm mücadele alanlarına yayılırken “hükümet istifa” sloganını milyonlar sahiplendi. Bu süreç devam ederken Lice’de halkın karakol yapımını protestosu sırasında kolluk kuvvetleri tarafından öldürülen Kürt genci Medeni Yıldırım’ın Gezi Direnişi tarafından sahiplenilmesi öne çıktı. Yıllar sonra başta Kürt ve Türk halkları olmak üzere bölge halkları oligarşik diktatörlüğe karşı seslenmiş, eylemlerini, kayıplarını ve acılarını bu düzeyde birleştirmişlerdir. Halka saldırı her şekliyle suçtur. TOMA ile su sıkmak, coplarla-sopalarla dövmek, plastik mermi ile vurmak ya da gaz tüfekleri ile hassas ölümcül bölgelere nişan alarak ateş etmek suçtur. Ateşli silahlarla bu suçu işlemek olaya daha vahim bir boyut getirmekten başka bir fark yaratmaz. Açıkça görüldüğü gibi mevcut hükümetin idareciliği altında egemenler Gezi parkında bu suçları bir kez daha işlemişlerdir.

111


112 ONBİIRINCITEZ

Sistem tarafından bu suçların işlenmesi amacıyla sayıları on binlere varan polis teşkilatı kullanılmıştır. Halka karşı terör suçu görüldüğü üzere polislerin ekseriyeti tarafından işlenmiştir. Sokakta halka karşı çatışan kolluk kuvvetlerinin büyük bir çoğunluğu aslında emekçi ailelerin çocuklarıdır. Bunlar kendilerine uygulama görevi verilen zulümle ciddi bir çelişki yaşamaktadırlar. Bu noktada halka karşı sistemin korunması için yine halktan gelen insanların bekçi olarak konumlandırılmaya çalışıldıklarını görüyoruz. Bu bekçiler kendi gerçeklerine yabancılaşmışlardır. Ve her türlü yönlendirmeye ve yönetilmeye açıktırlar. İşte AKP hükümetinin son dönemde hem söylem hem de pratikte en kaba bir şekilde uyguladığı yönetme biçiminin zeminini bu nesneleşmiş bekçiliğin itaati oluşturmaktadır. Burada belirtmekte fayda var ki, halka yönelik bu suçları emredenler kadar uygulayanlar da suçludur. Hukuksuz, adaletsiz, insanlığa karşı suç niteliğindeki emirlere uymak da suçtur. Hükümetin iktidarını devam ettirmek için uyguladığı yöntem, ilkelerin savunulmasıyla değil, ilkesizliklerin savunulmasıyla işletilmektedir. Hukuk halkı baskı altında tutmak ve cezalandırmak için kullanılmaktadır. Tencere, tava çalanlara bile para cezası verilirken, Gezi direnişçileri gerekçesiz-hukuksuz bir biçimde tutuklanırken protestoculara satırlarla, sopalarla, silahlarla saldırarak yaralayan ve öldürenler hiçbir soruşturmaya tabi tutulmamaktadır. “Resmi yetkililer “ tarafından halktan insanlar öldürüldüğünde yine “Resmi ağızlardan” sürekli bir “kaza oldu” safsatasını dinliyoruz (Uludere katliamı, Metin Lokumcu’nun öldürülmesi, Ethem Sarısülük’ün öldürülmesi gibi daha birçok insanımızın katledilmesi). Gizli iddianameler, gizli tanıklar ve uydurma delillerle sisteme muhalif olan birçok kişi F tipi hücrelerde işkence altında tutuluyor. Daha çok kâr için ağaçlar, ormanlar, dereler katlediliyor, nükleer santral projeleri v.b. yapılıyor ve bütün bu icraatlar hukuki kılıfına patronlar tarafından uyduruluyor. Hukuka uyduramasalar bile hukuk nedense hep patronlar ve hükümet lehine işliyor. Diğer taraftan yoksul bir köylü tek bir ağaç kesecek olsa hukuk anında onun aleyhinde işliyor ve o kişi hapishaneye atılıyor. Hukuksuzluğu örneklendiren bu listeyi epeyce uzatmak mümkündür. Kendi temsil ettiği sistemin kurallarına bile uymayan bir hükümetten bahsediyoruz… Gezi Direnişine karşı hükümet üç ayrı taktik aşama takip etmiştir: 1) Direnişi şiddetle bastırma talimatı vermiştir. Fakat bu yöntem tutmamıştır. Ve halk daha fazla ayaklanmıştır. 2) Hükümet özür dilemiş ve suçu kolluk kuvvetlerine yıkarak kurtulmaya çalıştır. Yine bu çırpınma da sonuç vermemiştir. Halk asıl sorumlulardan hesap sormak için daha kararlı ve kitlesel bir biçimde mücadelesini yükseltmiştir. Tüm ezilen kesimlerin talepleri birleşmiş ve sisteme doğru yönelmiştir.


Özgürlük sokaktadır!

3) Tekrar daha büyük bir devlet terörü uygulamasına geçilmiş ve eşitlik-özgürlük-adalet mücadelesi veren kitlelere saldırılmış ve tutuklama terörüyle direniş bastırılmaya çalışılmıştır. Bu hamle de halkın mücadelesini engelleyememiştir. Ve direniş tüm parklara, sokaklara, evlere, memleketin dört bir tarafına yayılmıştır. Türkiye çapında milyonları kapsayan direnişin sınıfsal bileşimi hakkında birçok görüş öne sürüldü. Fakat bunların en saçmasını uydurmak konusunda hükümet ve hükümet taraftarı medya-burjuva lafazanları yine birinciliği kimseye bırakmadılar. “Direnişçilerin çoğunu tuzu kuru orta sınıf oluşturuyor” hipotezini ortaya attılar. Orta sınıfın nasıl tarif edildiği ayrı bir tartışma konusu fakat üç net veri bu propagandif iddiayı açıkça çürütmektedir: 1) Nedense direniş alanları işçi sınıfının çalışma saatleri ve günlerinde boşalıyor ve iş çıkış saatlerinde ise milyonlar alanları dolduruyordu. 2) Direnişin örgütlenmesinde ihtiyaç olunan yetenek ancak işçi sınıfının çalışma disiplini ve kabiliyetleriyle mümkün olabilirdi ve böyle de oldu: Onlarca barikat kuruldu, kitleler kendilerine hunharca saldıran kolluk kuvvetlerine karşı savunma geliştirebildi, yaralıların tedavileri örgütlendi, barınma ve beslenme ihtiyaçları karşılandı… 3) Tespit edilen sayılara göre ülkenin 1/5’i bu eylemlere yaralanmayı, tutuklanmayı, vb. göze alarak katıldı. Hükümetin öne sürdüğü gibi bunlar “tuzu kuru orta sınıf ” olsalardı, böyle bir devrimci enerjinin ortaya çıkması mümkün olamazdı. Ayrıca yine hükümetin yaklaşımı doğru olsaydı iktisadi-sosyal hiçbir sorunu olmayan milyonlar ayaklanmayı tercih ediyorlarsa, bu durum milyonlarca insanın ancak kafadan gayri müsellah olduğu gibi gerçek dışı bir tezle açıklanabilirdi. Egemenlerin akıl almaz propagandif tahlillerinin görüldüğü gibi yine absürt sonuçları olmaktadır. Çok açıktır ki, Gezi direnişçilerinin memleket genelindeki en kalabalık bileşeni işçi sınıfıdır. Bu direnişçi proletaryanın kendi içerisinde oluşturduğu kümede beyaz yakalı işçilerin ağırlıkta olması ise altını çizmemiz gereken bir durumdur. Diğer bir taraftan kadın direnişçilerin yoğunluğu ile üniversite ve lise öğrencisi direnişçilerin yoğunluğu da ayrıca tespit edilmelidir. Bunlarla birlikte birçok Müslüman kesim eyleme aktif bir şekilde katılmışlardır. Direnişe katılan çeşitli tarz ve düzeylerde örgütlü Müslüman kesimin anti-emperyalist ve anti-kapitalist yaklaşımları olduğunu görmek gerekiyor. Birçok baskı, işkence, katliam, ayrımcılık gören Alevilerin bu direnişe oldukça yoğun katılım sağladıklarına şaşırmamak gereklidir. Bu durumun nedenleri öyle açıktır ki, fazla araştırmaya dahi gerek yoktur. Diğer taraftan Alevilere benzer şekilde direnişin başında Kürt halkının örgütlü olmayan doğal katılımı söz konusudur. Kürt ulusal kurtuluş hareketinin bazı kurumlarının direnişin başında eylem-

113


114 ONBİIRINCITEZ

lere tereddütlü bakışları birleşik mücadelenin imkânlarını bir miktar zayıflattıysa da daha sonra gerek Abdullah Öcalan tarafından gerekse de KCK tarafından yapılan süreci doğru okuyan açıklamalarla birleşik mücadelenin imkânlarının önü açıldı. BDP’nin bu açıklamalarla ne kadar uygun davranabildiği ayrı bir tartışma konusudur. Fakat esas ele alınması gereken genel özgürlük hareketinin zeminine basan bir kurum olarak BDP’nin yapısal olarak böyle bir direnişe hazır olup olmamasıdır. Özellikle sınıf çelişkisinin asli çelişki olarak cereyan ettiği bölge gerçeğinde işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesini sevk ve idare edebilecek örgüt yapısını ele almak gerekmektedir. BDP de dâhil tüm devrimci-sosyalist yapıların bölgede genel olarak işçi sınıfı ve ezilenler arasına derin kökler salabilmiş, mücadele yöntemleri konusunda yetkinleşmiş bir proletaryanın devrimci partisinin eksikliğini hissetmeleri gereklidir. Bütün bu eksikliklere rağmen Kürt ve Türk halkları Gezi Direnişi özelinde belli bir düzeyde mücadele birliği yaratmayı becerebilmişlerdir. Böyle bir deneyim bu boyutta ilk defa yaşanmıştır ve eksiklikler-hatalar olması, onlardan ders alınabilinecekse tolere edilebilir. Şovenizmden kaynaklanan güvensizliklerden kurtulmak kolay değildir. Yeter ki her ilerici hareket kendi bünyesinde bir hastalık gibi ortaya çıkabilecek oportünizmle her daim mücadele etmekten geri durmasın… Gezi Direnişi devrimci hareketin geneli için hem kazanılmış önemli bir mevzi hem de çok yönlü deneyimlerin çıkarılabileceği engin bir kaynaktır. Sosyalistler Gezi Direnişini yaratan kitle eylemine oldukça hazırlıksız yakalanmıştır. Sınıfla bağların yetersizliği, kadroların yetersizliği, kurumsallaşamama ve değişik sosyalist örgütler arasındaki ilişkilerin geriliği (dayanışma ve senkron yetersizliği) gibi belli başlı konulardaki durumumuz neden hazırlıksız yakalanıldığını anlamamıza yardımcı olabilir. Bütün bu yetersizlere rağmen direnişin gerçekleşmesi güçlenmesinde sosyalistlerin rolü büyüktür. Bu noktada bir tür öncülükten bahsedebiliriz. Bu öncülük klasik anlamıyla sürekli bir sevk ve idare etme durumunu anlatmıyorsa bile her kritik anda duruş ve müdahalelerle sokakta bin bir emekle elde edilen mevzilerin kazanılması ve korunmasında devrimciler önemli bir etkendirler. Bu konumlanışın tersine düzenle karşı karşıya gelmekten çekinen ve düzenin üstüne doğru yürüyen kitle hareketini durdurmaya çalışan pasifist siyasi odakların 6 kritik an ve konuda kendilerini teşhir ettiklerini görüyoruz. Bu altı maddeyi şöyle sıralayabiliriz: 1) Direnişi kent merkezlerinden, sokaklardan ve barikatlardan çekerek “Gezi parkına” hapsetmeye yönelik faaliyetler, 2) Alanlardaki halkın genel devrimci inisiyatifini örgütlemek yerine kendi dar siyasi çıkarlarına dönük örgütlenmek, 3) İşçi sınıfını örgütlü bir biçimde direnişe katmaya çalışmak yerine, sabah işe


Özgürlük sokaktadır!

Gezi Direnişi devrimci hareketin geneli için hem kazanılmış önemli bir mevzi hem de çok yönlü deneyimlerin çıkarılabileceği engin bir kaynaktır. Sosyalistler Gezi Direnişini yaratan kitle eylemine oldukça hazırlıksız yakalanmıştır. Sınıfla bağların yetersizliği, kadroların yetersizliği, kurumsallaşamama ve değişik sosyalist örgütler arasındaki ilişkilerin geriliği (dayanışma ve senkron yetersizliği) gibi belli başlı konulardaki durumumuz neden hazırlıksız yakalanıldığını anlamamıza yardımcı olabilir. giden akşamları toparlanan bir direniş biçimine razı olmak, 4) Halkın öz savunma örgütlenmesine engel olarak direnişi pasifize etmek suretiyle egemen güçlerin direnişi fiziki olarak kolay etkisiz hale getirebilmelerine hizmet etmek, 5) Taksim meydanına kolluk kuvvetleri saldırdığında meydanı halkla beraber müdafaa etmemek ve Gezi parkında konumlanan direnişçilerin meydanı savunmaya çalışmalarına engel olmakla uğraşmak, 6) Taksim Meydanı ve sokakları kolluk kuvvetleri tarafından işgal edildikten sonra Gezi parkında devam eden direnişi tasfiye etmek ve direnişten kurtulmak için “barikatları kaldıralım, çadırları kapatalım” gibi yaklaşımlarla direnişi tümden sönümlendirmeye kalkmak. Gezi parkı direnişi aslında ilk anda kendi sınırlarını her anlamda aşarak milyonların ve sömürülen, ezilen farklı kesimlerin direnişi haline gelmiştir. Halkın geleceğini ilgilendiren hiçbir konu birbirinden bağımsız olarak ele alınamaz. Çevre konusu kapitalist sistem ve emek sömürüsü meselesi ile doğrudan bağlıdır. Kapitalist sistem ile bir başka halkın boyunduruk altına alınması, bir bölgenin sömürgeleştirilmesi ayrı ele alınamaz. Sömürgeleştirilen bölgenin halkı tüm ülkedeki kapitalist işletmelerde en ucuz işgücü olarak çalıştırılırken, bu durumu enternasyonalist bir anlayışla değerlendiremeyen bir anlayış anti-kapitalist olduğunu iddia edemez. Bu örnekleri, kadın, gençlik gibi ezilme ve sömürünün olduğu her alana doğru genişletebiliriz. İşçilerin paydos saatinde ve tatil günlerinde kitleselleşen direnişin çalışma saatlerinde cılızlaşması belki de direnişin en zayıf yönüydü. Bu hipotezin esası bir nicelik tartışması değildir. Esas olarak direnişin niteliğine dönük bir tartışmadır. Direniş nicelik olarak günler geçtikçe azalmamış fakat niteliksel bir sıçrama da yapamamıştır. Bu vaziyetin temel nedeni hayatın durdurulamamasıdır. En esaslı sorunları (ekonomik-demokratik) olan işçi sınıfının üretimden gelen gücünü

115


116 ONBİIRINCITEZ

kullanabilmesi mümkün olmamıştır. DİSK ve KESK direnişle ortaya çıkan mevcut imkânları işçi sınıfının lehine kullanma becerisi gösteremezlerken, bu durum Türk-İş ve diğerlerinin umrunda bile olmamıştır. Fakat bizim asıl ve öncelikli ele almamız gereken konu devrimci hareketlerin faaliyetlerinin, sınıfın direnişe örgütlenmesi-katılması konusundaki eksiklikleridir. Böyle bir katılım Gezi Direnişi çok daha güçlü yapacak ve saldırılara karşı savunma sorununu büyük oranda ortadan kaldıracaktı. Kendine ve halkın direniş gücüne güvenmemenin en somut yansımasını, direnişin başından beri meydanı ve sokakları direniş mevzilerine çeviren halkı Gezi parkına hapsetmeye çalışanların faaliyetlerinde gördük. Bazen kaçak bazen de açık bir biçimde eylemi bitirmek üzere yapılan gerici müdahaleler hem halkın genel inisiyatifi hem de devrimciler tarafından engellenmiştir. Gezi parkına çekilme, sonra Gezi parkındaki devrimci-siyasi duruşu tasfiye etme, en son olarak ise Gezi parkına sıkışmış eylemi bitirme şeklinde ilerledi pasifist tasfiyecilik. Ve bu cüretsiz, halka güvenmeyen yaklaşımı, “kazanımı korumak için taktik bir geri çekilme” olarak yutturmaya çalıştılar. Bu yaklaşımların sahipleri, Taksim meydanı ve sokaklardaki barikatlara karşı kolluk kuvvetlerinin saldırısı olduğu gün (15. Gün) kolayca, mücadele etmeden teslim olmuşlardır. Bu duruma göre taktik bir plan geliştirmiş olan polis, Gezi parkına hitaben “Size saldırmıyoruz, taş atmayın” vb. tarzında anonslar yapmaktaydı. Bir müddet şaşkınlık yaşansa da düzenin propagandalarına inanmayan halk pasifist-tasfiyecilere uymamış ve direniş saatlerce sürmüş ve bu sayede Gezi parkı dört gün daha muhafaza edilebilmiştir. Bütün bunlarla beraber destek güçlerini yitiren meydanda ve barikatlarda direnen güçler önemli zararlar görmüşlerdir. Ve bu aşamadan sonra hükümet direnişçilere karşı memleket çapında bir cadı avı başlatmıştır. Ve kısa vadeli ilk olumsuz sonuç olarak bizzat Başbakan’ın emriyle Gezi parkına saldıran kolluk kuvvetleri alanı halka tümüyle kapatarak işgal etmişlerdir. Bu sonuç halkın-devrimcilerin söylem ve duruşlarında ne kadar haklı olduklarını göstermiştir. Zafer ihtimaline odaklanıp yürüyenlerin yenilme ihtimalleri vardır. Yenilgi korkusundan başka bir şey düşünemeyenlerin yenilmekten başka seçenekleri yoktur. Gezi Direnişinde büyük kazanım örgütsüz bir halkın kendi kaderini ele alıp örgütlü olma ihtiyacını iliklerine kadar hisseder hale gelmesiydi. Bu kazanım elde edildi ve bu durum egemenleri korku ve paniğe sevk etti. Buradan hareketle, bundan sonra nasıl yapmalı sorusunu tartışmak gerekmektedir. Zulmün kaynağı kurutulmadan halkın kurtuluşu mümkün değildir. Halkın eşitlik, adalet, özgürlük mücadelesinin karşısında emperyalizme bağımlı bir oligarşik diktatörlük sistemi vardır. Bu nedenle kurtuluş eyleminin ve programının başlığı anti-emperyalist, anti-oligarşik demokratik halk devrimi olmalıdır. Bu yolda halk örgütlenmesinin temel görevlerini şu şekilde sıralayabiliriz:


Özgürlük sokaktadır!

- Direnişin en dinamik öncü gençlerinin birleşik mücadele ve senkron kurma konularında önemli sorunları vardır. Bu nedenle tüm devrimci güçler belli bir program ve hukuka bağlı olarak birleşik devrimci cepheyi tesis etmelidirler. - Tüm halk işyerlerinde, fabrikalarda, mahallelerde, okullarda vb. öz yönetim aygıtları olarak örgütlenmeli ve doğrudan demokrasi uygulamasının etkin olması için mücadele vermelidir. - Halkın öz savunma araçları örgütlenmelidir. Tüm halk hukuksuzluğa, zulme, faşist saldırılara karşı meşru müdafaa hakkını kullanmak için bu örgütlenmeye dâhil olmalıdır. Öz savunmanın uygulama biçimleri direnişçiler arasında belirlenen demokratik bir işleyiş ile oluşturulmalı ve karar altına alınmalıdır. Kısaca saldırılar karşısında kendilerini nasıl savunacaklarına alana mücadele eden direnişçiler karar vermelidir. -Halkın taleplerini taşıyan, ileten, dillendiren temsilcilerin her daim kitleler tarafından denetlenebilmesi ve kitlelere hesap verebilmeleri için bir programa bağlı sistematik şekilde işleyen demokratik bir mekanizma tesis edilmelidir. -Halk kurullarının işleyiş yöntemi azınlığın çoğunluğa tabi olduğu fakat azınlık fikirlerinin her zaman kendini örgütleme ve fikirlerini yayma özgürlüğünün olduğu bir demokrasi şeklinde işlemelidir. Bu azınlık–çoğunluk fikirlerinin tartışabiliyor olması için eşitlik, özgürlük, adalet mücadelesinin programatik çerçevesi içinde olması gerekir. Faşist, emperyalist, sömürgeci, ırkçı, cinsiyetçi söylemler ne azınlık ne de herhangi bir fikir olarak kabul edilemez.) -Direniş kendi komün örgütlenme modellerini geliştirmeli, örnek yaşam biçimlerini hayata geçirmelidir. -Gelinen aşamada bütün direnişçilerin asli görevi işyeri-fabrika örgütlenmelerini gerçekleştirmektir. İktisadi ve sosyal durum bütünlüklü analiz edildiğinde bir vadede işyeri ve fabrikalarda bir direniş fırtınası kopacağı ve işçi sınıfının büyük direniş hareketinin başlayacağına dair oldukça fazla ipucunun olduğu görülecektir. -Direnişin kırsal alana, köylere yayılması için ayrıca seferber olunmalıdır. -Direnişin halk örgütlenmesi ile Kürt illeri arasında somut bağlar kurulmalıdır.

117


118 ONBİIRINCITEZ

Gezi Direnişi üzerine Güven Gürkan Öztan

E

ylemin öngörülemezliği onu hem tekinsiz hem de açık uçlu kılar. Kolektif eylem bir kez başladığında onun nerede noktalanacağını, hangi enstrümanları kullanacağını ve nasıl bir noktaya evirileceğini kestirmek mümkün değildir. Zamanın ve mekânın vazettiği koşullar ve aktörlerin nitelikleri her seferinde kolektif eylemi biricik ve tekrarlanamaz kılar. Eğer kolektif eylem, kendini siyaseten temsil etme, sesini duyurma ve politik olan’ı inşa etme konusunda bir sıkışmışlık, mağduriyet ve çaresizlik halinden güç alıyorsa direnişten isyana farklı kimliklere bürünebilir. Müesses nizamın iktidar sahipleri ve onların etrafında kümelenenler bu nedenle böylesine güçlü ve bir anda patlak veren toplumsal hareketlerden tarih boyunca çekinmişlerdir. Her direniş, her başkaldırış içinde olan aktörler için “kurucu” bir özelliğe ve yeni bir dayanışma formuna işaret ettiği gibi toplumsal hareketin yöneldiği odak(lar) açısından çoğu zaman yıkıcı/devirici bir niteliğe bürünebilir. Bu kısmi bir yönetici aktör değişimi olabileceği gibi topyekûn bir düzen ve zihniyet değişikliğine de tekabül edebilir. İktidar sahipleri modern çağda isyan ve direnişleri yine modern yöntemlerle minimize etmek için ikna ve zoru içeren çok yönlü mekanizmalar kullanmıştır. İkna asgari düzeyde taviz verme ve ödüllendirmeyi hatta dezenformasyonu; zor ise doğrudan şiddet, gözdağı ve yıldırmayı içinde barındırır. Bu genel çerçeve içinde aşağıdaki satırlarda Gezi Direnişi karşısında iktidarın itibarsızlaştırma çabasını es geçmeden Gezi ile ilk defa Türkiye’de alternatif ve karşıt kamusal alanları birleştiren otantik bir kolektif eylem ve söz alanının oluştuğunu iddia edeceğim. Gezi Direnişi esnasında oluşan dayanışma ruhunun ve birlikteliğin toplumsalı ve siyasalı dönüştürücü etkisinden bahsedeceğim.


Gezi Direnişi üzerine

Gezi Direnişi, aslında hem “ulusal” hem de uluslararası boyutta bir dizi parametrenin ve deneyimin biriktiği bir zeminde ve fakat hiçbirimizin tahmin dahi edemeyeceği bir zamansallık ve kapsam içinde gelişti. Neo-liberalizmin iktisadi alandan siyaset yapma tarzına ve gündeliğin ritmine kadar dayattığı koşullar karşısında güvencesizleşen ve özgürlüklerini yitiren kitleler son yıllarda dünyanın dört bir yanında eyleme geçti. Yeni Kıta’dan Ortadoğu’ya bu başkaldırış hareketleri her ne kadar kendi iç dinamikleri ile genişlese de elbette birbirlerinden düşünsel ve pratik düzlemde ilham aldı. Dolayısıyla Gezi’de örneğin Occupy Wallstreet’in eylemlilik haritasından ya da Tahrir Meydanı’ndan bir şeyler bulmak doğal olarak mümkündür. Türkiye’nin yakın geçmişinde de bilhassa çevre hareketlerinin kendine özgü deneyiminin mirası Gezi’ye yansıdı. Bergama köylülerinin maden şirketlerine karşı yaklaşık yirmi yıldır verdiği onurlu mücadelenin yaratıcılığını es geçmemek gerekir. İzmir- Çanakkale yolunu 8 saat trafiğe kapayan, maden arama alanını çevreleyen çitlerin yanında piknik yapan, Boğaz köprüsünde çıplak yürüyüş tertipleyen Bergamalı direnişçilerden bahsediyorum. “Her yer Taksim, her yer direniş”ten önce “her yer Bergama, her yer direniş” sloganının anlattıkları, doğrudan çevreye ve siyasete dair önemli bir direniş hattını çizmişti. HES’lere karşı Türkiye’nin birçok ilinde gerçekleştirilen kadın, erkek, çocuk beraber köylü direnişlerini de unutmamak gerekir. Gezi Direnişi, bir yanı ile Bergama’dan HES protestolarına uzanan çizginin bir parçasıdır ancak diğer yanı ile hepsinden daha büyük bir değişime kucak açacak kapsayıcılığa ve etkinliğe sahiptir. Direnişin kompozisyonu, sürekliliği, eylemlilik biçimi, kendini ifade etme üslubundaki çeşitlilik, dayanışma düzeyi ve etkileri, yakın tarihin diğer kolektif eylemleri içinde Gezi Direnişini farklı bir konuma şimdiden yerleştirmiştir. Gezi Direnişinin kayda değer farklarından biri gündelik hayatın rutinine müdahale edebilecek, o rutini ortadan kaldırabilecek bir güce erişebilmesidir. Türkiye’nin en büyük şehrinin insan sirkülasyonu en fazla olan alanının rutini bozulmuş; iktidar “düzenleme” otoritesini yitirmiş; Gezi’de var olana alternatif bir yaşam modeli yaratılabilmiştir. Buradaki direniş ve kapitalist ekonominin çarkı dışında bir dayanışma ağı kurma becerisi Türkiye’nin birçok başka şehrinde de tekrarlanmıştır. Ve bunu mümkün kılan özneler hem çok heterojen hem de otonom hareket eden bir özelliğe sahiptir. Tüm bu nedenlerden dolayı da muhafazakâr siyaset vasatını ve müesses iktidar sahiplerini politik cepheden belki de hiç olmadığı kadar tedirgin etmiştir.

Toplumsal direniş karşısında iktidar: Gezi örneği Bugün eleştirel bir perspektiften 18. ve 19. yüzyıl tarihi anlatan bir akademisyen toplumsal hareketlere, direnişlere, isyanlara yer vermeden o dersi anlatamaz. Madunun, bastırılmışın, tutsak edilmişin, ezilmişin tarihi ve baş-

119


120 ONBİIRINCITEZ

Türkiye’de de muhafazakâr ve otoriter siyaset başkaldıran ve direnen özneleri anonimleştirmeyi ve itibarsızlaştırmayı seçmiştir. “Aşırı uçlar”, baldırı çıplaklar”, “marjinaller” gibi betimlemeler, ekseriyetle olanları yönlendirdiği farz edilen “iç ve dış mihraklar” eklemesiyle tamamlanır. kaldırışı bilhassa son üç yüzyılda tarihin dinamosudur. Bu nedenle de iktidarlar mütemadiyen isyan ve başkaldırış niteliğindeki sistem karşıtı toplumsal hareketleri kolektif bellekten silme çabasındadır. Kişisel anı aktarımı mekanizmalarını, tabanda mitik öğelerle süslenen isyan anlatılarını ve yalnızca ilgili olanlar tarafından takip edilen politik literatürü bir yana bırakırsak dolaşımda olan yazılı kaynaklarda böylesine direniş ve isyan örneklere referans verilmez. Genel tarih yazımı –ki çoğunlukla muktedirlerin vesayeti altındadır- , kolektif isyanların ve direnişlerin dönüştürücü etkisini küçümseme ya da görmezden gelme eğilimindedir. İktidarlar kendi belirledikleri sınırlar içersinden siyaset yapılmasını arzuladıklarından sürekli bir biçimde siyasal alanı daraltma ve katılımı gemleme eğilimindedir. Siyasetin yapay müdahalelerle belirlenmiş sınırlarını aşabilecek bir toplumsal hareketliliğin geçmişten ve belirli bir birikimden ilham alarak örgütlenmesini istemezler. İktidarların hatırlatmayı tercih ettikleri toplumsal hareketler genellikle resmi politikayı desteklemek üzere önceden tertiplenmiş, sitsem içi nümayişlerdir. Bu kategoriden eylemler, önceden organize edilen boyutları geçtiğinde asla iktidarlar tarafından sahiplenilmez.1 Nereden, hangi kökenden gelirse gelsin mevcut iktidarın bir parçası olan her özne; kendi hükmetme ve meşruiyet kurma alanını tanımayan aktörleri “illegal”, “kandırılmış” ya da “gayrimeşru” ilan eder. İktidar sahibi olmanın verdiği seçkinci bir refleks ile hareket ederek direnenleri “baldırı çıplak”, “çapulcu”, “aşırı” olarak betimler. Tam bu noktada Doğan Çetinkaya, Gustave Le Bon’un kitle hareketleri hakkında yazdıklarının seçkinci bakışın ideal bir örneği olduğunu vurgular. Le Bon, kalabalığın yıkıcılığından, bireyin kitle içinde akli melekelerini ve kişiliğini kaybettiğinden, içgüdülerine teslim olup vahşileştiğinden dem vurur. Provokasyona ve telkinlere açık olma Le Bon’a göre kitlelerin temel özelliğidir (Çetinkaya, 2008: 18-20). Psikolojiyi temel olan bu tezlere daha sonraki yıllarda modernleşme ekolünün varsayımları eklenmiştir. Lineer bir modernleşmenin mümkün olduğunu düşünen ekol, “modernleşen” ülkelerde direniş ve başkaldırma benzeri toplumsal hareketlerin zamanla ortadan kalkacağına emindir. Türkiye’de de muhafazakâr ve otoriter siyaset başkaldıran ve direnen öz1 - Bu çerçevede Türkiye’den verebileceğimiz en uygun örneklerden biri gayrimüslim vatandaşlara karşı girişilen korkunç 6-7 Eylül olaylarıdır. Hükümetin tertiplediği hadiseler, tahmin edilen boyutları aşınca sahiplenilmemiştir.


Gezi Direnişi üzerine

neleri anonimleştirmeyi ve itibarsızlaştırmayı seçmiştir. “Aşırı uçlar”, baldırı çıplaklar”, “marjinaller” gibi betimlemeler, ekseriyetle olanları yönlendirdiği farz edilen “iç ve dış mihraklar” eklemesiyle tamamlanır. Türkiye’de hakim olan politik kültür, Soğuk Savaş atmosferinde dönemin ruhuna uygun olarak yeniden biçimlendiğinden bilhassa komplo teorilerine iltifat etmek konusunda çok hevesli olunan bir düşünce dünyasını içinde saklı tutar. Direnişin ve isyanın kendiliğinden örgütlenemeyeceğini düşünen “kurucu irade” ve ordu gibi kurumsal taşıyıcıları ile onlarla aşk-nefret ilişkisi yaşayan otoriter sağ siyaset geleneği bu konuda çok daha keskin bir söylemi benimser. Buna göre toplumda herkes yöneten-yönetilen ayrımında kendisine biçilen konumu muhafaza etmekle yükümlüdür. Rol dağılımına itiraz eden, hak arayan her özne haddini bilmemekle itham edilir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan daha önce 2008 1 Mayıs’ı konjonktüründe duyduğumuz ve Gezi Direnişi sırasında bir kez daha işittiğimiz “ayaklar baş olursa…” çıkışı organizmacı referanslar ile tam da otoriter sağ siyasetin düsturudur. Küresel ekonomik ilişkilerin havzasında biçimlenen neoliberal çağda siyaseti teknik bir meseleye indirgeyen ve burada söz hakkını teknokrat zihniyetine bırakan paradigmanın Türkiye topraklarına uyarlanmış şeklidir. Erdoğan’ın talepte bulunan Gezi heyeti için söylediği şu sözler hatırda: “Başbakan yardımcımızla yaptıkları görüşmeden sonra çıkıp, yeniçerinin o isyancı grupları gibi, ‘şu valiyi görevden alacaksın, şunu görevden alacaksın’ gibi ültimatom sallayanlar vardı. Sen hangi iktidara konuşuyorsun yahu? AK Parti iktidarıyla bunlar konuşulur mu?”2

Gezi Direnişini itibarsızlaştırma girişimi Gezi Direnişine karşı Türkiye’de hükümetin ve onunla bütünleşik odakların yürüttüğü itibarsızlaştırma operasyonları tam da otoriter iktidar refleksleri ile sağ popülizmin kesiştiği yerde biçimlenmiştir. AKP iktidarı bir yanı iktisadi diğer yanı doğrudan politik motifler içeren bir değersizleştirme stratejisi izlemiştir. Ekonomik istikrar, özel mülkiyete saldırı, kamu malına zarar gibi bildik klişeler içinden küçük burjuvazinin ortalama değer dünyasına seslenirken, “milli irade” söylemi ile demokrasiyi seçim sonuçlarına indirgeyen geleneksel sağ siyasetin mirasını sürdürmüştür. Yeni düşman olarak “faiz lobisi” ile sürecin “darbe hazırlığı” olduğu iddiasının bu kadar kol kola gitmesinin ardında böylesine bir bileşim söz konusudur. AKP gibi muhafazakâr bir siyasi hareketin kutsallaştırılmış değerler ve referanslar üzerinden direnişin aktörlerine dair sözlü şiddet uygulaması da şaşırtıcı değildir. Ancak Gezi Direnişinin kolektif aklı iktidarın bu stratejilerini boşa çıkaracak yolları her seferinde bir kez daha bulmakta gecikmemiştir. 2 - Bkz. http://www.radikal.com.tr/politika/basbakan_erdogan_guya_esprili_sloganlarla_hakareti_gizlediler-1139050

121


122 ONBİIRINCITEZ

AKP ile bütünleşik medya ve düşünce kuruluşları da iktidarın Gezi Direnişini itibarsızlaştırma girişimlerinde rol almıştır. Bu çerçevede çok sayıdaki örnek arasında Stratejik Düşünce Enstitüsü’nün “Taksim Gezi Parkı Eylemleri Raporu” iktidar ile onun eksenindeki entelijansiyanın tutumunu özetlemek açısından da manidardır.3 Enstitü’nün 7 Haziran’da topladığı çalıştayın sonucunda oluşan rapor, Gezi Direnişinin hükümet karşıtı bir planlamanın ürünü olduğunu ve olaylar sürdükçe “planlayıcıların” arttığını veri olarak kabul ederek başlamıştır. Rapora sunuş yazan Yasin Aktay’a göre ODTÜ’de uydu fırlatma töreninde sonra Reyhanlı’da olanlar gibi Gezi de bir “derin tertip işidir”. İlerleyen satırlarda Aktay olayların “tipik bir Ergenekoncu, darbeci operasyonu” olduğu görüldü demektedir. Böylece Aktay direnişin içindeki otoriter ve militarist tutumları dışlayan, onlarla dalga geçen kendiliğindenliği ve özgürlükçü ruhu yok saymıştır. Raporda Gezi’deki eylemci profili marjinal sol olarak tarif edilmiştir; ülke genelindeki olaylara “karışanlar” ise ayrı bir kategori olarak sınıflandırılmıştır. Ulusalcı solcular, Beyaz Türkler, Devrimci sol partiler ve örgütler, feministler ve anarşistler “marjinal” kesimler olarak aynı kümede sayılmış, seküler milliyetçi gruplar, anti-kapitalist Müslümanlar (ki raporda yanlış bir biçimde Müslüman kapitalistler olarak yazılı), “kriminal gruplar”, kendilerini bunlara yakın hisseden sanatçı, gazeteci, akademisyen ve iş çevrelerinden kişiler dahil olanlar şeklinde zikredilmiştir. Anti-komünizm bakiyesi kandırılmış gençler ve maceraperestler tüm bunlara eklenmiştir. Kitle bu kadar geniş olunca; böyle bir kompozisyonun kendiliğindenliğine inanmak Çalıştaya katılanlar için mümkün değildir. O nedenle kitlenin birlikteliğini de organize güçlere bağlamışlardır: “Bu ölçüde geniş bir kitlenin -münferit bazı hadiseler dışında- bu kadar farklı konu üzerinde mutabakat sağlaması ve ortak bir dil kullanması akla çok yatkın gelmemektedir. Bu da, eylemcilerin sokağa çıkış amaçlarından bağımsız bir şekilde, gösterilerin arkasında duran, onları organize eden, yöneten ve yönlendiren karanlık güç ya da güçlerin de varlığını akla getirmektedir” (s.18; vurgu bana ait). Rapora göre eylemciler doğrudan Başbakanı hedef alarak iktidar partisi içinde bir bölünmeyi hedeflemiştir. Uluslararası istihbarat görevlileri de bunlara katılmış; uluslararası medya bu yüzden canlı görüntüler aktarmıştır. Amaç bölgesinde itibarı yüksek, sözü dinlenen Türkiye’yi yıpratmakmış. Neticede ortaya rapor diye “sivil” olmayı AKP’lilikle özdeşleştiren; “stratejiyi” de iktidara yol haritası sunma olarak anlayan bir metin çıkmıştır. Diğer bir ifade ile iktidar kanadının söylemine paralel; Başbakanın söyleminin içeriğine uygun ama üslubunu incelten rapor, ancak her türlü anlama çabasının uzağında politik bir yandaşlık teşebbüsü olarak incelenmeye değerdir. 3 - Rapora şu adresten ulaşılabilir http://www.sde.org.tr/userfiles/file/SDE%20Taksim%20Gezi%20 Park%C4%B1%20Raporu%20Haziran%202013.pdf


Gezi Direnişi üzerine

Direnişi bölme stratejisi İktidarların kolektif direniş ve isyan hareketlerini sönümlendirmek için başvurduğu taktiklerin başında gelen eylemin birlikteliğini parçalama stratejisine Gezi örneğinde de şahit olduk. Hükümetin yapmaya çalıştığı “çevreci hassasiyeti olan iyi çocuklar” ve “politik ajanda sahibi kötü çocuklar” ayrımı başarılı olmadı ancak bu stratejinin başka vesilelerle de sürekli gündeme getirilme olasılığı yüksektir. Yine AKP hükümeti direnişin boyutları büyümeden bastırmak için polis gücünü ölçüsüz bir şekilde seferber etmiştir. Gezi eylemlerinin doğası gereği heterojen olan ve çoğu da daha önce kolluk güçleri ile karşı kaşıya gelmemiş bireylerin oluşturduğu kitlenin korkacağı düşünülmüştür. Ancak direniş ve isyan gibi kolektif eylemlerin en önemli özelliklerinden biri korkuyu beraberce yenebilme gücüdür. Gerçekten de Gezi Direnişi ile başlayan eylemlerde kolluk kuvvetlerinin uyguladığı şiddete ve bu şiddetin neticesinde çok sayıda bireyin ciddi bir biçimde yaralanmasına rağmen kitlenin katılımı ve desteği önlenemedi. Çünkü 1980’lerin, 90’ların polis şiddetini bilen ve travmatik mirası ile hareket eden kuşakların aksine eylemin dinamosu olan şimdinin gençleri, polise direnmenin spontan eylemliliğini yarattılar. Onları gören farklı yaş grupları da kolektif direncin bugünkü karşılığını keşfettiler. Aynı çerçevede hükümetin cadı avı başlatmasına rağmen forumlarda ve birçok kamuya açık mecrada bireyler eleştirilerini korkusuzca dillendirmeye devam ediyor. Tüm bunlara ilaveten Başbakan’ın 16-17 Haziran 2013’te start verdiği “milli iradeye saygı” mitingleri ile kendi tabanını sıkılaştırma ve böylece direnmişe katılanlara ve destek olanlara gözdağı verme operasyonu da tutmamıştır. Zira direnişin parçası olan kitleler, kendi eylemliliklerini hükümete oy verenlere değil bizzat otoriterleşen hükümetin kendisine yöneltmiştir. Neticede iktidarın Gezi Direnişi ve etkilerini, gerçekliğinden kopararak “hükümete karşı komploya” indirgemek istemesi, müthiş bir şiddetle direnişin bastırılmak istenmesi, Gezi’nin belki de ilk defa otantik karşılığıyla kamusal alan inşa etme gücünden kaynaklanmaktadır.

Gezi Direnişi ve otantik kamusal alanın genişlemesi 1980’lerin sonlarından itibaren Batılı kapitalist ülkelerde ve Doğu Avrupa başta olmak üzere post-Sovyet memleketlerde kamusal alan tartışmaları niceliksel ve niteliksel olarak artış gösterdi. Meral Özbek, bu sürecin bahsi geçen toplumlarda “kamusal yaşamın dokusunu zorlayan genel toplumsal dönüşümler, mücadeleler ve politik meşruiyet tartışmalarıyla” ilgili olduğunu yazar (Özbek, 2004: 24). Benzer şekilde Türkiye’de de hem 1990’larda hem de 2000’lerin ilk on yılında en çok tartışılan kavramlardan biri kamusal alandı.

123


124 ONBİIRINCITEZ

12 Eylül 1980 darbesi ile siyasetin kamusal alanda örgütlenen renkli ve antagonistik karakteri bastırılmıştı. Cunta tarafından bireyler özel alana çekilerek, siyasal eylemi dışlayan zoraki bir pattern oturtulmak istendi. 1990’larda kamusal alan üzerine düşünmek hem mezkûr çekilmeyi durdurmak hem de politik olanın imkânını araştırmak için bir fırsattı. Halen sıcaklığını koruyan tartışma daha çok türban meselesi üzerinden popülerleşti ancak arkasında Batı menşeli oldukça geniş ve canlı bir literatür mevcuttu. Başını liberallerin çektiği önemli bir entelektüel grup kamusal alan tartışmalarının Türkiye’nin demokrasi sorunlarını çözmede bir milat olabileceğine yürekten inanmıştı. Zira kamusal alanın “resmi alan” olmadığını anlatmak ve siyaseti kamusal alanda gerçekleşen bir imkân şeklinde tahayyül etmek, devletin otoriter olduğu, sivil toplumun “güdük” kaldığı coğrafyalarda bir çıkış umuduydu. Dolayısıyla Jürgen Habermas çevirilerinden mülhem “kamusallığın dönüşümü” ve “iletişimsel rasyonalite” tartışmaları, temsili demokrasinin krizi saptamaları ve bu bağlamda diyalojik demokrasi talepleri siyasete dair kilit önemdeki başlıklar haline geldi. Ancak Habermas’ın ve takipçilerinin kamusal alan tanımı, birçok asli unsuru göz ardı ediyordu. Zira Habermas’ın siyaset tanımı liberal teorinin temel paradigmalarına sadık kalıyordu. Chantal Mouffe’un belirttiği gibi etik ile iktisat arasında gidip gelen modern liberal düşünce ya iktisattan ödünç aldığı kavramlarla siyaseti formüle ediyor ve bu eksende politikayı toplumdaki farklı rakip özneler arasında tesis edilebilecek bir uzlaşma alanına indirgiyordu ya da araçsal rasyonalite yerine iletişimsel rasyonaliteyi koyarak etik bir çerçevede politik tartışmayı ahlakın tatbik edileceği bir platform gibi tanımlıyordu. Hal böyleyken serbest tartışma vasıtasıyla hem ahlaki hem de rasyonel bir mutabakatın inşa edilebileceğini düşünüyorlardı (Mouffe, 2010: 20, 21). Fakat bu şablon antagonizmaların üstünü örten ve kamusal alanı adeta “sterilleştiren” bir anlayışa yol açıyordu. Teorik düzlemde burjuva kamusal alanına karşı “alternatif ” ve “karşıt” kamusal alan kavramsallaştırmaları canlanırken Türkiye’deki tartışmalar genellikle farklı kamusal alan tahayyülleri ile pek ilgilenmedi. Ancak hem alternatif hem de karşıt kamusal alan tartışmaları, günümüzün sosyo-politik konjonktüründe tabana daha çok temas eden bir niteliğe sahipti; bu tespit Türkiye için de geçerli. Karşıt kamusal alan; anti-kapitalist ve kolektif özelliklere sahip söz ve eylemlerin, emek-sermaye çelişkisine dayanan sınıf mücadelesinin gramerine uygun olarak oluşturduğu alanlara referans veriyordu. Alternatif kamusal alandan kastedilen ise global ölçekte sermayenin saldırısına karşı sınıf dışı olarak adlandırılabilecek demokratik mücadele alanını tanımlıyordu (Özbek, 2004: 182, 183). Bugünün konjonktüründe siyasetin ve politik eylemin neşet ettiği platform olarak alternatif ve karşıt kamusal alanların birbirine muhtaç olduğu ortadadır. Her iki kamusal alanı birleştirme gücündeki söz ve eylemler müthiş


Gezi Direnişi üzerine

Teorik düzlemde burjuva kamusal alanına karşı “alternatif” ve “karşıt” kamusal alan kavramsallaştırmaları canlanırken Türkiye’deki tartışmalar genellikle farklı kamusal alan tahayyülleri ile pek ilgilenmedi. Ancak hem alternatif hem de karşıt kamusal alan tartışmaları, günümüzün sosyo-politik konjonktüründe tabana daha çok temas eden bir niteliğe sahipti; bu tespit Türkiye için de geçerli. Karşıt kamusal alan; anti-kapitalist ve kolektif özelliklere sahip söz ve eylemlerin, emek-sermaye çelişkisine dayanan sınıf mücadelesinin gramerine uygun olarak oluşturduğu alanlara referans veriyordu. bir dönüştürücülüğe sahiptir. Gezi Direnişi’ni Türkiye özelinde müstakil kılan bu özelliğidir. Gezi Direnişi ile başlayan süreç, Türkiye’de kamusal alanın genişletilmesi konusundaki bilindik teorik tartışmaların büyük kısmını neredeyse sildi süpürdü. Zira daha çok moral zeminde, steril bir müzakere platformu gibi düşünülen ve niteliği sadece karar alma süreçlerine ilham verecek bir çoğulluk ile sınırlandırılan kamusal alan tahayyülü yerine demokrasiyi gerçek anlamda derinleştirme potansiyeline sahip, öz yönetim tecrübesi ve direnme/dayanışma ruhuna dayalı yeni bir kamusallık inşa edilmeye başlandı. Gezi Direnişi Türkiye’nin toplumsal hareketler tarihinde belki de en geniş çapta zuhur eden birliktelerinden biri. Direnişin meşru zemini ve direnişi bastırmak için hükümetin uyguladığı şiddetin yarattığı infial, kolektif eylemin boyutunu tahminlerin ötesinde genişletti. Başta yalnızca Taksim Meydan düzenlemesi ve Gezi Parkına Topçu Kışlasının yapılmasını protesto etmek için bir araya gelen çevreci gruplara sabaha karşı üst üste yapılan müdahaleler, ülkenin gündemini sarsan ve doğrudan temel özgürlüleri ve yaşam tarzın hedef alan uygulamalarla birleşerek isyan ve direniş hareketini başlattı. Ana akım medyanın iktidar güdümünde yaşanan polis şiddetini yansıtmaması sosyal medyaya başvurma alışkanlığını daha da arttırdı. Zaten son on yılın toplumsal hareketlerinin örgütlenişinde sosyal medya kilit önemde bir fonksiyonu üstleniyor. Kimi zaman dezenformasyona ve kimi zaman yanlış yönlendirmelere yol açsa da sosyal medya tıpkı Occupy Wallstreet ve benzerleri gibi genel olarak direnişin belkemiğini oluşturdu. Bundan sonraki toplumsal hareketlerde de yakın işlevler göreceği aşikâr.

Yaygın dayanışma biçimleri ve kolektif eyleme katılım Gezi Direnişine doğrudan katılan aktörlerin sokak ve meydanı zorlama deneyimleri eylemliliğin kendi dinamikleri içinde kendine özgü mekanizmalar ve dayanışma biçimleri oluşturdu. Türkiye sathına genişleyen eylemlerin her

125


126 ONBİIRINCITEZ

1 Haziran tarihinde Gezi Parkına girildikten sonra ise dayanışma ve yardımlaşma bir başka kimliğe büründü. Gezi Parkının kolektif eylem ruhu ile dönüştürülmesi ve mekânın özgür bir yaşam ve paylaşım alanı olarak yeniden örgütlenmesi başlı başına bir alternatif yaratmak anlamına geliyordu. Gezi’yi bir komüne çevirebilme iradesi de tıpkı eylemin öngörülemezliği gibi kendiliğinden gerçekleşti. biri kendi mekânsallığı içinde başka çözüm yolları ve hareket taktikleri geliştirdi elbette. Ancak bu yazı Gezi Direnişi esnasında Taksim ve çevresindeki deneyimlerde gözlemlenenlerle sınırlı. Bu çerçevede kolektif eylemin gücünün daha önce birbirleri ile belki de hiç yan yana gelmemiş aktörleri beraber hareket eden özneler haline getirerek benzersiz bir isyan ruhu yarattığı aşikârdır. 31 Mayıs’ta ve 1 Haziran’da Gezi Parkı’na girilmesine kadar süreçteki direniş, doğrudan polis şiddetine ve ablukasına karşı bir meydan okuma atmosferinde gerçekleşti. Farklı yönlerden toplanan yüz binlerce insan öznelliklerini kolektif hareketliliğin ruhu ile birleştirdi. Burada en çok dikkat çeken daha önceden var olan “düzenleyici bir akıl” gerekmeksizin eylemin kendi “kurucu aklını” kolektif biçimde inşa etmesidir. Meydana yüklenen kitleye mütemadiyen biber gazı ve tazyikli su ile müdahale eden polise karşı direnişin aktörleri kendiliğinden vardiya sistemi uyguladı. Ki aynı taktiği yine kendiliğinden son 1 Mayıs’ta Taksim’in yasaklanması üzerine kitlelerin meydana çıkma çabası esnasında da deneyimledik. Yıpranan, müdahalenin şiddetinden etkilenenler geri çekilirken dinlenen direnişçiler onların yerini aldı. Bu yer değiştirme tecrübesinin en kıymetli yanı, mekanik ve katılaşmış bir çerçevede değil tamamen anın gerektirdiği spontanlık içinde ve gönüllülük esasına göre gerçekleşmesiydi. Alanlardaki öznelerin önemli bir kısmı yaşamlarından ilk kez böyle bir başkaldırış ve direniş hareketi içinde yer aldıklarından başlarda oldukça paniklemeye müsait bir iklim söz konusuydu. Ancak direnişe katılanların çığ gibi büyümesi ve eylemin kendi ritüelini tesis etmesiyle bu geçici panik havası yerini kolektif özgüvene bıraktı. Korkmamak kitlenin en kıymetli direniş malzemesi haline dönerken, mücadelenin ritmini ayarlamak da direnişçilerin kendi inisiyatifinde saklı kaldı. Hal böyleyken Taksim Meydanı kimi zaman sürekli kimi zaman da çok geniş zaman aralıkları bırakmaksızın fasılalarla yoklandı. Polis müdahalesinden yoğun bir şekilde etkilenen direnişçilere yardım etmek, onların ilk tedavisini yapmak yine direnişe katılanların dayanışma güçlerini arttıran bir başka faktör oldu. Toplu geri çekilmelerde dahi yardıma ihtiyacı olanları kendiliğinden tespit edip eldeki mevcut olanaklarla ilk müdahaleyi yapan insanların birbirlerine verdiği cesaret başka hiçbir şeyle karşılaştırılamaz nitelikteydi. Bilhassa biber gazının ilk temasın-


Gezi Direnişi üzerine

da yaşanan bedensel etkileri hafifletmekte ve şiddete maruz kalanı sakinleştirmede bu dayanışmanın birlikteliği yeniden inşa ediciliği, kolektif eylemin devamlılığını konsolide etti. 1 Haziran tarihinde Gezi Parkına girildikten sonra ise dayanışma ve yardımlaşma bir başka kimliğe büründü. Gezi Parkının kolektif eylem ruhu ile dönüştürülmesi ve mekânın özgür bir yaşam ve paylaşım alanı olarak yeniden örgütlenmesi başlı başına bir alternatif yaratmak anlamına geliyordu. Gezi’yi bir komüne çevirebilme iradesi de tıpkı eylemin öngörülemezliği gibi kendiliğinden gerçekleşti. Kapitalizmin gündelik yaşamda bireylere dayattığı iktisadi alışkanlıkları ve bu alışkanlıkların güç aldığı değer dünyasını, pratikten hareketle reddeden yeni bir yapı tesis etme yolu keşfedildi. Gezi’de kantinden revire ve kütüphaneye uzanan ve paranın geçersiz hale getirildiği sistem hem Gezi’de kalanlarda hem de Gezi’ye ziyarete gelenlerde önce bir şaşkınlık sonra hayranlık duygusu uyandırdı. Birçok Gezi katılımcısı “komün” adı verilen bir pratiğin tarihte yeri olduğunu bu vesile ile öğrendi. Gezi Direnişi için çeşitli sebeplerden sokaklara çıkamayanlar da hem alandaki direnişe hem de daha sonra Gezi parkında inşa edilen komüne farklı yöntemlerle destek olarak kolektif eylemin bir öznesi haline geldiler. Polis müdahalesi esnasında apartmanlarının kapılarını açık tutan, apartmanlarının önüne su, sirke ve süt çıkaran, gazdan etkilenenleri evlerine alan insanların; hiçbir karşılık beklemeksizin direnişçilere yardımcı olmak isteyen bireylerin çabası kolektif eylemin sınırlarını genişletti. Özellikle direnişçileri takip etmek için mahallelere giren polisi birçok bölgede semt sakinlerinin evlerinin camlarından, balkonlarından protesto edenler hem direnişe hem de mahallelerine sahip çıktı. Evde bilgisayarları başından bilgi aktarmaya gayret eden, uyarılarda bulunan, yetkililere mesaj atarak onları kınayan bireyleri de bu dayanışma ağının bir parçası olarak görmek gerekir. Bir şekilde direnişin ve başkaldırışın parçası olmanın bir kamusal sorumluluk ve erdem haline gelmesi politik eylemin popülerleşmesi ve kamusal alanın genişlemesi anlamında da kıymetlidir. Ayrıca halkın desteği sadece polis müdahalesi sırasında da imdada yetişmedi. Gezi bir komüne çevrilince birçok insan yine hiçbir karşılık beklemeksizin ihtiyaç duyulan malzemeleri temin edip parka getirmek için girişimde bulundu. Kendi mutfaklarında yemek pişirip Gezi’ye taşıyanlar, tıbbi malzemeleri aralarında para toplayarak satın alanlar, evlerinden battaniye, yorgan taşıyanlar… liste kabarık ve geleceğe yönelik çok umut vaat edici. Meydanı bırakmamak için barikat kurma deneyimi ise bir başka dayanışma refleksi olarak Gezi ile yeni bir kimliğe bürünen toplumsal hareketliliğin mütemmim cüzü haline geldi. Barikat çok temelde barikatın arkasındaki alanı savunmak için inşa edilir. Amaç; baskın ihtimalini ortadan kaldırarak müşte-

127


128 ONBİIRINCITEZ

rekleştirilmiş alanı korumaktır. Taksim çevresinde kolluk kuvvetlerinin olası yeniden müdahalesine set çekmek ya da Gezi’deki direnişçilere zaman kazandırmak için yapılan barikatlar, sadece güven hissi tesis etmedi aynı zamanda barikatlara dair hem yapım aşamasında hem de korunmasında kendine ait bir eylemlilik yarattı. Tıpkı polis şiddetine karşı nöbetleşe meydanı zorlayan kitleler gibi barikat inşası da genellikle birbirini tanımayan aktörlerin dayanışması ile gerçekleşti. Örneğin Dolmabahçe’den Taksim’e onlarca barikat Gümüşsuyu aksının polis tarafından geçilme ihtimalini önlemek amacıyla gece yarılarına kadar çalışılarak yapıldı. Bir yanda taş sökenler, diğer yanda barikata malzeme taşıyanlar inşa etmenin birlikteliğinde buluştu. Hayatında ilk kez böylesine bir kolektif eylemlilik içinde yer alan özneler dahi eylemin ritmine çabucak ayak uydurdular. Barikatlar inşa ettikten sonra, çoğunluğu politik bir gruba ait olmayan gençler başlarında nöbet tuttu. Barikatlardaki gençler ile parktaki aktörler arasında iletişim kurulması zaman alsa da neticede irili ufaklı problemler çözüldü. Barikatların kaldırılma tartışması bu yazının konusu değil ancak barikatın kendine ait bir politik kültüre sahip olduğunu hatırda tutmak elzemdir. Bu direnişçilerin kurduğu barikat için de polis barikatını yıkmak için yapılan yüklenmeler için de geçerlidir. Gezi Direnişi ile yaygın bir dayanışma ve yardımlaşma ağına dönüşen pratik bu yazı yazılırken parklarda, meydanlarda devam ediyordu. Tüketim ideolojisinin korkulu rüyası, herkesin kullanmadığını getirip ihtiyacını ücret ödemeden aldığı bir takas ritüeli (çapulcu pazarı) ya da Anti-kapitalist Müslümanların öncülüğünde, çok farklı sosyal ve siyasal görüşlerden öznelerin büyük bir katılımıyla gerçekleşen “yeryüzü sofraları” bu dayanışma ve karşılık beklemeden eyleyen olma davranış kalıbını perçinliyor. Türkiye’de daha önce eşine benzerine rastlanmamış bu ruhun, hem kapitalist ekonominin normalleştirdiklerini sarsan özelliği hem de çoğulcu bir perspektiften eyleyerek öğrenme ve kurma niteliği ile sonuçları itibariyle politik olanı yeniden biçimleyen bir pratiğe dönüşüyor.

Bitirirken Neticede Gezi Direnişi ve sonrasında yaşananlar, iktidarın ve onunla bütünleşik entelijansiyanın içini tamamen kendi perspektifi ve tasarrufları ile doldurmak istediği “kamu yararı” ve siyaset anlayışının ve topyekûn reddidir. Demokrasiyi salt periyodik olarak yapılan seçimlere indirgeyen, “milli irade” diskuru ile kendi gibi düşünmeyenleri marjinalize eden, kolluk kuvvetlerini halka karşı şiddet uygulamak için kullanan siyaset tasavvurunun sonudur. Gezi Direnişi, Türkiye’de ilk defa kamusal alanın sınırlarının bu denli genişlemesini sağlamıştır. Burjuva kamusal alanı yerine alternatif ve karşıt kamusal alan kavramsallaştırmalarını ortaklaştıran otantik bir kamusal alan yaratıl-


Gezi Direnişi üzerine

mıştır. Yalnızca talepler doğrultusunda değil; kamusal alanda beraber olup direnme, söz söyleme, eyleme geçme ve bu haliyle kolektif bir biçimde kamusalı dönüştürme imkânını inşa etmiştir. Kolektif eylem sırasındaki çokluğun birlikteliği, daha önce görmezden gelineni görme, anlamaya çalışma ve beraber siyaset üretme olanağını bu ihtimalin varlığını dahi bilmeyen aktörlere yatay ilişkiler çerçevesinde anlatmıştır. Buradan hareketle Türkiye’de tabandan bir siyasal katılım talebinin ve demokrasinin derinleştirilmesi arzusunun kolektif bir biçimde dillendirildiği böylesine bir atmosferin emekten ve özgürlükten yana bir ülke kurma inancımızı güçlendirdiği aşikârdır.

Kaynakça Çetinkaya, D. Y. (2008) “Tarih ve Kuram Arasında Toplumsal Hareketler”, Toplumsal Hareketler: Tarih, Teori ve Deneyim (der. Y. D. Çetinkaya), İstanbul: İletişim Yayınları Mouffe, C. (2010) Siyasal Üzerine, İstanbul: İletişim Yayınları Özbek, M. (2004), “Giriş: Kamusal Alanın Sınırları”, Kamusal Alan (ed. M. Özbek), İstanbul: Hil Yayınları Özbek, M. (2004), “Politik Kamusal Alan ve Yaratıcılık”, Kamusal Alan (ed. M. Özbek), İstanbul: Hil Yayınları

129


130 ONBİIRINCITEZ

Gezi’nin sınıfsal karakteri ve sendikaların yeri İrfan Kaygusuz

G

ezi sürecinde işçi sınıfı ve sendikalar konusundaki görüşlerimi iki başlık altında sunmaya çalışacağım. Ancak önce, bu tartışmayı neden yapıyoruz, isyana sınıfsal karakterini verenin kim olduğunun nasıl bir önemi var, bundan söz etmek istiyorum.

Bir toplumsal mücadeleye rengini veren işçi sınıfı ise başka, “orta” sınıf gibi başka bir toplumsal kesim ise başka ideolojik ve politik sonuçlara varmak gerekir. Bilindiği üzere işçi sınıfı devrimcidir. Ancak “orta” sınıf olarak ifade edilen ve Marksist yazında küçük burjuva olarak tanımlanan kesim için aynı şeyi söyleyemeyiz. “Orta” sınıf ya da küçük burjuva denilen ve aslında bugün nicelik olarak varlığı oldukça sınırlı olan bu kesim, tarihsel ve güncel yapısı nedeniyle devrimci deAZğil, tam tersine uzlaşmacı olan bir toplumsal kategoridir. “Orta” sınıf isyankar değildir; öfkesi ve tepkisi geçicidir; çatışmacı değildir. Bu kesim, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki geçişi, gri alanı temsil eder. Komünist Manifesto’da “geçiş halindeki ara sınıf ” olarak bahsedilir. Bir toplumsal mücadelenin, dolayısıyla Gezi’nin asli bileşenin “orta” sınıf olduğu tespiti yapılıyorsa, bunu geçici bir tepki olarak görmek, devrimci bir rol biçmemek ve bu harekete özel bir anlam yüklememek gerekir. Yaygın sözel ya da yazılı değerlendirme, bu hareketin bir “orta” sınıf mücadelesi olduğuna dairdir. Bu tespite kaynaklık eden, mücadelenin görünür aktörlerinin, özellikle de Gezi Parkı içinde bulunan, burayı mesken edinen kişilerin sosyal, kültürel yapısı ve yaşlarının genç olmasıdır. Dolayısıyla, değerlendirme üzerinde çok da düşünülmeden, geleneksel “sol” refleksle yapılmaktadır.


Gezi’nin sınıfsal karakteri

Sınıf Tanımı İşçi sınıfı, ücret, sosyal konum, statü, yaşam alışkanlıkları, eğitim ve yaş gibi kriterlerle belirlenmez. Başka kesimler bunu yapabilir ve yapıyorlar, çoklukla da statüyü esas alıyorlar. Ancak Marksistler için değerlendirme kriterlerinin farklı olması gerekir. İşçi sınıfı tanımı için Komünist Manifesto’da, “Proletarya, deyince ise, kendi mülkiyetinde üretim aracı bulunmadığından, yaşayabilmek için işgücünü satmak zorunda olan modern ücretli işçiler sınıfını anlıyoruz“ denilmektedir. Marks, bugün çokça yapıldığı gibi, sınıf tanımında ücret düzeyini ve sosyal statüyü esas almaz ve Kapital’de “Dahası da var. Daha iyi ücret alsa bile, bu durumun yarattığı farklılığa karşın, onun yalnızca bir ücretli işçi olduğunu var sayacağız” der. Sınıflar, üretim ve yeniden üretim içindeki yerlerine, üretim araçları karşısındaki konumlarına göre tanımlanır. Biraz önce söylediğim kriterler, ancak işçi sınıfı içindeki katmanlaşmanın bir sonucu olarak değerlendirilmelidir. Çünkü, işçi sınıfı dediğimizde tek ve homojen bir kesimden söz etmiyoruz. Geleneksel işçi sınıfının yapısında ve bileşiminde köklü değişiklilerin yaşandığı ve bunun da çok yeni olmadığı bir süreçteyiz. Bir başka deyimle, oluşmakta olan bir sınıftan bahsediyoruz. Bugün işçi sınıfı dediğimizde, geçimini sağlamak için emek gücünü satmak zorunda kalan, bugün emek gücünü satan, bu ihtiyaç içinde olan ve gelecekte satmak durumunda kalacak kesimleri kastettiğimi belirtmek isterim. Birincil kesim halen çalışmakta olanları, ikincisi iş arayanları, dolayısıyla işsizleri, üçüncü kesim ise öğrencileri kapsamaktadır. Marksist yazında, doğrudan “orta sınıf ” karamı yer almazken, “orta” sınıf, dolayısıyla küçük burjuva olarak tanımlanan kesim iki bileşenden oluşmaktadır. Birincisi, geçimini mesleki ayrıcalıkları ile emek gücünü satma zorunda olmadan sağlayan avukat, hekim, mühendis gibi profesyonel meslek grupları, ikincisi ise küçük esnaftır. Bugün, sermayenin yeni birikim rejimi ve emek süreçlerinin esneklik temelli yeniden düzenlemesi sonucu emek vasıfsızlaşmaktadır. Bunun sonucunda birinci kesim neredeyse bütün ayrıcalıklarını yitirmekte ve bu kesimlerin önemli bölümü ücretli hale gelmektedir. Uzmanlaşmış hukuk büroları, büyük ölçekli mühendislik büroları, özel hastaneler gündelik yaşamımızın parçaları haline gelmiştir. Bu yönelim giderek artmaktadır. Dün kendi özel bürolarında, muayenelerinde çalışanlar, bugün giderek azalmaktadır. Buradan bakıldığında, bazı kesimlerin sosyal ayrıcalıklarını kısmen koruduğu söylense de, büyük çoğunluğunun eski çalışma koşullarını ve ayrıcalıklarını koruyamadığını, mülksüzleşerek proletaryanın parçaları halinde geldiğini söyleyebiliriz. Bu kesimin önemli oranda üretim alanında değil, dolaşım ve tüketim alanında ya da daha çok yeniden üretim alanında

131


132 ONBİIRINCITEZ

çalışanlardan oluştuğunu görüyoruz. Bunlar, beyaz yakalı olarak tanımlanan ve hizmet sektöründe yoğunlaşan ve emek günü satmak zorunda olan, başka da üretim ve geçim aracına sahip olmayanlardır.

Gezi’de İşçi Sınıfı Gezi’de hangi toplumsal kesimlerin yer aldığına ilişkin olarak, gözlemlerimiz yanında, yönteme ilişkin kimi eleştiriler yapılsa da, araştırma şirketlerinin verilerine bakmakta yarar var. Konda’nın yaptığı ankette, eyleme katılanların yüzde 52’sinin ücretliler, yüzde 6’sının işsizlerden oluştuğu, Gen Ar’ın araştırmasında ise, ücretlilerin yüzde 58, işsizlerin ise yüzde 10 oranında olduğu belirtilmektedir. İşçi sınıfı tanımını dar anlamda ele alıp, sadece ücretli ve işsizleri işçi sınıfı içine dahil etmemiz durumunda, gezi isyanına katılanlardan yaklaşık yüzde 58 ile yüzde 68 oranındaki bir kesiminin emek gücünü satan ya da satma ihtiyacı içerisinde olanların olduğunu söyleyebiliriz. Gen Ar’ın araştırmasında kendi hesabına çalışanlar (burjuva ve küçük burjuva) sadece yüzde 2,4 olarak çıkmıştır. Dolayısıyla, Gezi İsyanında yer alanların önemli bölümünün ücretli ve işsizlerden, ücretlilerin de ağırlıkla beyaz yakalı işçilerden oluştuğunu söyleyebiliriz. “Gündüz işte, akşam eylemde” cümlesiyle yapılan özet tam da bu durumu anlatmaktadır. Bunlar isyanın her yer ve aşamasında yer aldıkları gibi, NTV, Haber Türk protestolarını yapanlar, plazlardan sokağa inenlerdir. Türkiye İstatistik Kurumu tarafından yayınlanan istatistiklerde “hizmetler sınıfı” olarak tasnif edilen beyaz yakalılar “ücretli ve maaşlıların” yüzde 60’ını oluşturmaktadır. Toplamda beyaz yakalılar nicelik olarak bu tasnifte yer alandan daha büyük bir kesimdir. İşte Gezi’de yer alanların önemli kesimini beyaz yakalı olarak tanımladığımız işçiler oluşturmaktadır. İsyanın sınıfsal bileşenin işçi sınıfı ağırlıklı olması ve bunun da beyaz yakalılardan oluştuğunun söylenmesi, sınıfın mavi yakalı olarak tanımlanan ve üretimde, ağırlıklı olarak da sanayi üretiminde yer alan işçilerin mücadele içinde olmadığı anlamına gelmez, gelmemelidir. Mavi yakalıların toplamda katılımlarının az olduğu açıktır. Bu kesim çok görünür olmamakla birlikte mücadelede içinde yer almışlardır. Görünürlüklerinin az olması hiç olmadıkları anlamında gelmez. Mücadelenin yoğunlaştığı çeper semtlere, mekanlara bakıldığında, bu mekanlarda ikamet edenlerin önemli kesiminin mavi yakalı işçiler ve toplamda da işçi sınıfı semtleri olduğu görülecektir. Yine mücadelede yitirdiklerimizin bir çoğunun da işçi olduğu bilinmektedir.

Gençlik mi? İsyanın bileşenlerinden söz ederken çoklukla “gençlik” şeklinde bir tanım-


Gezi’nin sınıfsal karakteri

Türkiye İstatistik Kurumu tarafından yayınlanan istatistiklerde “hizmetler sınıfı” olarak tasnif edilen beyaz yakalılar “ücretli ve maaşlıların” yüzde 60’ını oluşturmaktadır. Toplamda beyaz yakalılar nicelik olarak bu tasnifte yer alandan daha büyük bir kesimdir. İşte Gezi’de yer alanların önemli kesimini beyaz yakalı olarak tanımladığımız işçiler oluşturmaktadır. lanma yapılmaktadır. Bu tanımlamadan dolaylı olarak üniversite öğrencileri kastedilmektedir. Oysa, isyana katılanların büyük kısmı öğrenci değildir. Yine gözlemlerimiz yanında yapılan anketlere bakacağız. Anketlerde öğrencilerin oranının yüzde 37 ile yüzde 24 arasında değiştiği görülüyor. Yaş ortalaması da anketlerde 28 ve 29 olarak yer almaktadır. Bileşenin genç olduğu açıktır. Ancak eylemlere katılanların genç olması, doğrudan sınıfsal bir ayrıma işaret etmez. Genç olmak, sınıfsal değil demografik bir ayrımı gösterir. Nitekim, ücretli veya maaşlıların yüzde 71’i, işsizlerin yüzde 65’i 34 yaşın altındadır. Dolayısıyla işçi sınıfının büyük kısmı da gençtir. Öte yandan, gençliğin militan yönü bu mücadelede de açık olarak görülmüştür. İsyanın ana gövdesinin işçi sınıfının bir parçası olan beyaz yakalılarından oluşması, tıpkı taleplerde ve isyanda yer alma gerekçelerinde olduğu gibi, isyanın çok katmanlı, çok bileşenli, farklı toplumsal kesimlerin bir arada olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesi anlamına gelmez. Mücadelede ağırlıklı olarak yer alanlar işçiler ve işçileşme sürecinde olanlardır.

Gezi ve Sendikalar Gezi isyanında hemen herkesim tarafından sorulan soru, “sendikalar nerede” olmuştur. Bu haklı sorunun yanıtı açıktır ,sendikalar neredeyse yoktular. Sendikaların, aynı şekilde meslek örgütlerinin de tek tek üyelerinin mücadele yer almalarına karşın örgütlü bir katılımdan söz edilemeyeceği ortadadır. Sendikalar derken bir toplamdan bahsedilmektedir. Bu nedenle sendikaların katımları bir yana bu süreçteki tutumlarına bakmakta yarar vardır. Öncelikle Türk İş ve Hak İş’e baktığımızda, açık biçimde devlet ve sermayeden yana tavır almıştır. Nitekim, her iki konfederasyon MÜSİAD, TUSKON, TOBB gibi sermaye örgütleriyle birlikte gazetelere ilan vererek “sokakta atılacak her adım, sadece Türkiye’nin imajını ve gücünü zedelemek isteyenlere fırsat verecektir” dediler ve “vatandaşları duyarlılığa davet ettiler.” Türk İş, şiddetin yoğunlaştığı günlerde, 5 Haziran’da yaptığı açıklamada,

133


134 ONBİIRINCITEZ

“Taksim’de ağaçların kesilmesine karşı gösterilen duyarlılığa güvenlik güçlerinin orantısız güç kullanarak verdiği cevap toplumda büyük bir infial yaratmıştır” dedi ve ardından ”seçimle gelenlerin seçimle gitmesi ilkesini savunan herkesin aynı zamanda geniş halk kitlelerinin kendini ifade ve muhalefet hakkına da saygı göstermesi gerektiğine inanmaktadır” şeklinde tutum aldı. Böylece, biryandan devlet şiddetini kınamış oldu, diğer yandan da “seçimle gelenlerin seçimle gitmesi”nden bahsederek, hükümetin açıklamalarının yanında olduğunu da göstermiş oldu. Bu süreçte, Türk İş içinde muhalif olarak bilinen ve Sendikal Güç Birliği adıyla yan yana gelen sendikaların da sembolik eylemler dışında bir etkisi ve varlığı görülmedi. DİSK ve KESK ise, sürecin aktif özneleri olamamışlardır. KESK’in ilk grev eylemi kısmen başarı olurken, DİSK, KESK, TTB ve TMMOB tarafından çağrısı yapılan iş bırakma ya da grev eylemleri biçimsel bir tepki olarak kalmış, kitlesel bir niteliğe kavuşamamıştır. Ayrıca, hareket içinde örgütlü varlıkları görülmemiştir. Buna karşın, bu 4 örgütün grev çağrılarının eylemin meşruluğunu artırıcı sonuçları da olmuştur. Özellikle yurt dışı basınında fazlaca ilgi bulmuştur. Eylem çağrıları hataya geçmediği, geçirilmediği gibi, işyerlerine de taşınmamıştır. Sendikaların bu süreçteki tutumu birçok kesim tarafından hayal kırıklığı ile karşılansa da, bu durum sendikal hareketin yapısal sorunlarının bir sonucudur . Sendikal bürokrasinin güçlü varlığı, sendikaların devlet ve sermaye tarafından işgalinin kırılamaması, sendikaların ekonomik alan, siyasal alan ayrımları üzerinden şekillendirdiği geleneksel politikalar ve özellikle kamuda örgütlenme geleneğinin bir sonucu olarak devletle iyi geçinme, uzlaşmayı temel alma gibi bir dizi nedenle sendikalar bu süreçte sınıfta kalmışlardır ve bu yapılarından farklı bir tavır da beklenmemelidir. Yine yapısal sorun olarak önümüzde duran işçi sınıfının siyasal örgütlerinin işçi sınıfı içindeki etkisinin, varlığının zayıflığı da sendikaların bu tavırlarının kırılmasını engellemektedir. Gezi isyanının bütün toplumsal alan ve örgütlenmelere bir biçimde etkisi olacağı söylenmektedir. Bu etkinin sendikal harekete nasıl yansıyacağı, sendikalarda yenileyici bir dinamiğin açığa çıkmasına hizmet edip etmeyeceği benim için oldukça tartışmalıdır. Öte yandan bu sürecin açığa çıkardığı iki temel etkiden söz edebiliriz. Birincisi, direnmenin her tür türlü biçiminin meşruluğu, özellikle de grev dışı direniş biçimlerinin meşruluğu önümüzdeki dönem işçi sınıfının


Gezi’nin sınıfsal karakteri

eylemlerine yansıyacaktır. İkincisi, beyaz yakalılar arasında örgütlenme arayış ve eğilimlerini güçlendirme potansiyeli taşımaktadır. Ancak, bu eğilimin yalnızca mevcut sendikalara üye olmak biçiminde gerçekleşme olasılığı zayıftır. Sendika dışı örgütlenme formları üzerinden arayışın olması daha güçlü bir eğilimdir.

Gezi ve Sınıf Mücadelesi Solun geleneksel refleksi, sınıf hareketi denilince genellikle sendikal yapılar tarafından düzenlenen, örgütlü ve öznesi sadece işçi ve asıl olarak da mavi yakalı işçi olan ve çoklukla iktisadi talepli bir hareketin, eylemin akla gelmesidir. Bu yaklaşım, sendikaları yalnızca çalışma koşularını iyileştirici, bir başka deyimle yalnızca iktisadi taleplere sıkıştırma ve sendikaları böyle anlamanın bir sonucudur. Solda, yıllardır eleştirdiğimiz, “iktisadi alan başka, siyasal alan başkadır” ve “her iki alanın örgütleri de farklıdır” şeklindeki köklü yanlış anlayışın yansımalarını görmek mümkündür. Bu eleştirimiz, sendikal ve siyasal örgütlerin aynılaştığı anlamına gelmez. İşçi sınıfının her iki örgütünün, sınıfın farklı ihtiyaç ve taleplerine yanıt verdiği, işlevlerinin de farklı olduğu açıktır. Yeniden üretim alanına dair talepler ki, bunlar önemli ölçüde doğrudan siyasal taleplerdir, bu taleplerin işçi sınıfının talepleri olmadığı, Gezi’de ortaya çıkan taleplerin de emek-sermeye çelişkisini yansıtmadığı, dolayısıyla da bir sınıfsal hareketten söz edilemeyeceği gibi değerlendirmeler ekonomizmdir. Bu yaklaşım, emek-sermaye çelişkisini sadece üretim alanı ile sınırlama yaklaşımının, yeniden üretim alanındaki çelişki ve çatışmaları yok saymanın bir sonucudur. Bu yaklaşım, iktisadi ve üretim temelli olmayan sorunlar ve talepler söz konusu olduğunda, bu içerikteki toplumsal hareketlere sendikaların aktif katılmamasının da doğal görülmesi sonucunu doğurur.

135


136 ONBİIRINCITEZ

Haziran İsyanı ve alternatif medya üzerine notlar Soner Torlak

K

ongolular 1960’ta Belçika’ya karşı verdikleri ulusal kurtuluş savaşından galip çıkıp Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ni kurduğunda, New York Times “Zaire’de yamyamlar iktidarı aldı!” başlığıyla çıkmıştı. Hadi bu kadar geriye gitmeyelim. 18 Mayıs 2012’de Le Monde’da Jacques Follorou imzasıyla yayınlanan bir makalede ise Kuzey Kore’de yamyamlık vakaları nedeniyle devletin zor zamanlar geçirdiği ciddi ciddi anlatılıyordu. Ana akım medyanın şeceresinin bu ve bunun gibi kör göze parmak yalan dolanla dolu olduğu malumumuz. Kürtlerin kuyrukları vardır, komünistlerin telepatik güçleri. Bundan yıllar önce TGRT’de “polisin havaya açtığı ateş sonucu bir göstericinin hayatını kaybettiğini” duyduğumuzda biraderle yaşadığımız şaşkınlığı hatırlıyorum. Neyse ki düşünüp taşınıp, göstericinin o sırada havada olmasını bir talihsizlik sayarak konuyu kapatabilmiştik. Tarık Ali, “Karayip Korsanları: Umut Ekseni” kitabında “bizler nasıl düşünür, nasıl davranır, nasıl hareket ederiz, çağın ruhu nedir?” sorularına kendince “bence çağın ruhunu, egemen bir karşı-devrimci devletin ve onun müttefiklerinin özgül toplumsal yapıları içinde tecrübe edildiği haliyle gündelik hayatın baskıları ve süreçleri oluşturmaktadır” cevabını veriyordu. Ali, “şu anda yaşadığımız dünyaya tek bir imparatorluk, onun yanı sıra da 24 saat yayın yapan haber kanalları egemendir” diyor ve ekliyordu: “Medya gücünün, sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen küresel kodamanda toplanmasındaki amaç, konuşma ya da düşünce özgürlüğünden ziyade ‘rejim değişikliği’ni desteklemektir. Büyük dezenformasyon kuruluşları/şirketleri (BBC ve ABC gibi devlet denetimindeki ağlar dâhil olmak üzere) dünyayı kuşatan emperyal yapı iskelesinin önemli bir direğini oluştururlar.”


Haziran isyanı ve alternatif medya

Haziran İsyanı derenin altından çok sular akıttı. Kurulduğu günden bu yana sicili zaten bozuk olan ana akım medyanın geniş kitleler nezdinde bu kadar kredisini yitirmesi, sanal mecraların hızı ve doğrudanlığının yoğun kullanımıyla bir araya gelince, alternatif medya tartışması da hepimizin gündemine çok güçlü biçimde girmiş oldu. *** Devrimcilik fazlasıyla “gerçek” ile ilgili gibi görünüyor. Akçeli ve alengirli ilişkileri teşhir etmek, dayatılanın ardındaki gerçeği talep etmek ve görünmeyeni görünür kılmak da bu mesleğin zanaatları. Bu sürekli gerçeği arama ve yayma derdinin akmak üzere bulduğu mecra ise “alternatif medya” dediğimiz şey. Çağın ruhunun, egemenin nüfuzunun ve piyasanın değerler sisteminin yarattığı anafora kapılmanın önüne geçmenin en etkili yollarından biri de, işbu gerçek talebinin fıtratından hareketle “alternatif medya” oluyor. Medya tarihinden başlayarak alternatif medyanın nasıl doğduğunu, serpildiğini, dallanıp budaklanıp bugünkü haline geldiğini tartışmak uzun mesele. Burada sadece alternatif medyanın yarattığı olanaklardan ve tehlikelerden kısaca bahsetmek niyetindeyim. Öncelikle alternatif medya dediğimiz şeyin, fabrika kapısında dağıtılan bildiriden Twitter’a kadar uzanan, ana akımdan pompalanan kirli kanı süzen bir kılcal damarlar sistemi olduğunu söylemek lazım. Son yıllarda Facebook ve Twitter’ın –muazzam bir anında ve kitlesel iletişim sistemi olmaları münasebetiyle– ana akım medyayı zora düşürür hale getirdiği ortada. Çok karakteristik örnekler olarak Uludere’deki katliamı duymamız, Ethem’in katilini görmemiz bu sayede oldu. Bununla beraber belirli bir talep etrafında insanları derhal harekete geçirebilecek kontrol edilemez bir propaganda ve örgütlenme ağıyla da karşı karşıyayız. İspanya’da meclisi kuşatan kitlelerin, Tahrir’in, Gezi’nin, Brezilya’nın ve daha pek çok sokak hareketinin bu mecralardan örgütlenmesi de bunun kanıtı. Nihayet ana akım medyadan muhalif kimlikleri nedeniyle uzaklaştırılan gazetecilerin, bu mecralardan gazeteciliklerini, hem de sansürsüz ve editoryal kasaplığa kurban gitmeden yapabildiklerini görüyoruz. Herhangi bir hak ihlaline karşı dakikalar içinde bir kampanya örgütlenebiliyor, insanlar hak ihlallerinden herhangi bir resmi kurumun engellemesi olmaksızın haberdar edilebiliyor ve yaratıcı siyasi propagandalar için muazzam bir zemin mevcut. *** Ana akım medyanın kitleler nezdinde kredisini tamamen tükettiği bu süreçte, üzerinde belirli bir zamandır tartışılan “halk medyası” da ete kemiğe büründü. Önceden yazılı kuralları olmayan, gücünü doğrudan halkın kendisine yaslanmak-

137


138 ONBİIRINCITEZ

tan ve hiçbir sermaye/iktidar odağına doğrudan ya da dolaylı bağlı olmamasından alan bu yeni yayıncılık biçiminin, sermaye ve iktidar medyasının borazanları altında duyulmaz kılınmaya çalışılan ezilenlerin sesine verdiği yankı, sosyal medya üzerinden etkili bir dip dalgası da yarattı. Örneğin Çapul TV, Gezi Parkı’na kondurduğu seyyar stüdyosunda çapulcuların taleplerini doğrudan, kendi seslerinden ekrana taşıyıp milyonlarca kişiye ulaştırdı. Birkaç yıl önce Tekel işçilerinin taleplerini direniş çadırlarını kurdukları Ankara Sakarya Caddesi’nden internet üzerinden taşıyan ekip, bu sefer çok daha uzun soluklu bir direniş medyasının da kurucusu oldu. Ana akım medya memlekette asayişin berkemal olduğunu göstermek için elindeki doğa ve tarih belgeseli stokunu eritmeye devam ederken, yine sol gazeteler ve internet siteleri, Haziran İsyanı boyunca dakika dakika haber ve bilgi akışı sağlayacak biçimde yayın yaptılar. Haziran İsyanı’nda görünür olan alternatif medya deneyimlerinin ayırt edici yanlarından biri, insanların herhangi bir yayın kolektifinin bileşeni olmaksızın da yaşadıklarını haberleştirmeye, gerçeği olduğu gibi aktarmaya dönük inisiyatif alabilmeleriydi. Bu anlamda bahsettiğimiz “gerçeği sadece teşhir etmenin değil, talep etmenin ve yeniden karmanın da bir aracı olarak alternatif medya”nın diğer anlamda “halk medyası” olduğu da söylenebilir. Nihayet, ne mutlu ki yeni, gıcır gıcır tartışmalarımız ve görevlerimiz var. Gerçeği ararken kullandığımız geleneksel araçlarla, sanal mecranın sağladığı hızı bir arada ve yeniden düşünmek bunlardan ilki. Ayrı ayrı biriken enerjileri, özgünlüklerini ortadan kaldırmaksızın aynı kaba akıtıp, ortak bir alternatif medya zemini kurabilmek de bir başkası. Bunların hepsi iyi hoş… Ancak burada bir tür “ikili hareket”in olduğunu da görmek gerekiyor. Alternatif medyanın meziyetlerinin önemli bir kısmını “sanallıktan” alması ciddiye alınması gereken bir yanılsama da yaratıyor. Bir tıklamayla Güney Afrika’daki madencilerle dayanışabilmek bir yanıyla güzel bir şeyken, diğer yanıyla insanlık tarihinin en çetrefilli yabancılaşma biçimlerinden birini de peydahlıyor. Sanal mecra, insanın kendisini bir muhalif kimlik/imaj olarak kurabilmesini ve bundan tatmin olmasını fazla kolaylaştırması nedeniyle, ayağı sokağın tozuna değmeyen radikal muhalif sosyopatlar da yaratıyor. “Siper yoldaşlığı” ile “siber yoldaşlık” arasındaki mesafenin muazzam bir hızla artması, toplumsal mücadelelere tahvil edilebilecek siyasi enerjilerin sanal koridorlarda erimesine de yol açıyor. Burada alternatif medyanın tam olarak neye alternatif olarak ortaya çıktığını hatırlamak, belki de bu yabancılaşma biçimlerini aşabilmeye giden bir patika bul-


Haziran isyanı ve alternatif medya

mamıza yardımcı olabilir. Alternatif medya, kabaca ana akım medyanın alternatifidir. Bu anlamda devletin rıza sağlamaya dönük en önemli kuvvetlerinden birine karşı verilen bir tür gerilla mücadelesidir. Gerçeği sadece teşhir etmenin değil, talep etmenin ve yeniden karmanın da bir aracıdır. Alternatif medyanın adil, eşit, özgür ve pek keyifli bir dünya için verilen mücadelelerde öneminin giderek artacağı aşikâr. Bize de “siber”le “siper”in harcını beraber karmak düşüyor. ***

Benzer bir hikâye: Brezilya’nın “Ninja Medya”sı Brezilya’da toplu taşıma ücretlerine yapılan zammın geri alınması talebiyle başlayan ve İşçi Partisi hükümetinin on yıldan bu yana uyguladığı neoliberal politikalara karşı bir halk isyanına dönüşen –ve Türkiye’deki isyancılara selamlarını da eksik etmeyen– protesto dalgası da kendi direniş medyasını yarattı. Toplumsal hareket deneyimi oldukça gelişkin olan Brezilya halkının alternatif medya kanalları yaratmaya dönük pek çok ciddi deneyiminin son halkası olan “Ninja medya”, isyanın ilk günlerinden itibaren polis terörünü ve göstericilerin taleplerini yansıtmayı başardı. 2012 yılında kurulan kolektifin Ninja ismi, Portekizce “bağımsız haber, gazetecilik ve eylem” kelimelerinin baş harflerinden oluşuyor. Ninjalar, isim konusundaki yaratıcılıklarını yayınlarında da gösteriyorlar. Kolektifin kurucularından Bruno Torturra, “halkın bağımsız haber alma yönünde güçlü bir talebi var. Ana akım medyadan ülkede ve sokaklarda gerçekten neler olduğunu anlamak olanaksız. Ninja Medya’nın kuruluş amacı da halka doğrudan doğru bilgi aktarımı sağlamak” sözlerini sarf ediyor. Brezilya’da medya, diktatörlük zamanı da dâhil olmak üzere uzun yıllardır on ailenin tekelinde. Diktatörlük döneminde geçerli olan basın yasası ise ancak 2009’da kaldırıldı. Ancak yasasın kaldırılması, medyanın aynı oligarşik grupların elinde olması nedeniyle hemen hiçbir şey fark ettirmedi. Ninja Medya’nın böyle bir ortamda serpildiğini, kendi göbeğini kendisinin kestiğini bilmek gerekiyor. Nihayet, çapulcu ya da Ninja, direnişin medyası dünya çapında güçleniyor.

139


140 ONBİIRINCITEZ

Gezi süreci ve AKP Ahmet Kale

H

alen sürmekte olan ve adına Gezi Direnişi dediğimiz sürecin en önemli hedefi, AKP’de somutlanan sermaye iktidarını sarsmak oldu. Burada “en önemli hedefi” derken, direnişin önceden belirlenmiş, çerçevesi çizilmiş bir kalkışma olduğunu söylemiyoruz. Süreç AKP iktidarınca adeta kışkırtılmış, eşi görülmemiş -ya da Kürt halkı üzerinde sıklıkla görülmüş- bir şiddet dalgasıyla, adeta benzin dökülerek harlanmıştır. Üzerinden 4 ay geçtikten sonra, gelişmeleri şöyle kısa başlıklarla hatırlarsak:

• 27 Mayıs gecesi sabaha karşı, Belediye ekiplerinin ya da taşeron firma elemanlarının Taksim Gezi Parkı’nın kuzey kenarındaki ağaçları sökmeye başladıkları duyuldu. • Aylar öncesinden beri Taksim Meydanındaki Yayalaştırma Projesine direnen, imzalar toplayıp, etkinlikler düzenleyen Taksim Dayanışması üyeleri ve duyarlı vatandaşlar, ağaç katliamına engel olmak için toplandılar. İstanbul BDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, kepçe makinasının önüne geçerek ağaç sökümünü durdurdu. • 28 ve 29 Mayıs akşamları parkta yapılan küçük forumlarla, nöbet tutulması ve Gezi Parkı içinde her türlü yapılaşmaya direnilmesi kararı alındı. • 29 Mayıs akşamı yanında kalabalık bir heyetle forumdakileri ziyaret eden CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, kitlenin İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisinde CHP’li üyelerin de Taksim yayalaştırma Projesi’ne destek oluşuna duydukları tepki yüzünden konuşamadan parktan ayrıldı.


Gezi süreci ve AKP

• 30 Mayıs Perşembe günü sabaha karşı, parkta nöbet tutan az sayıda insana ve kurdukları çadırlara karşı AKP’nin ilk saldırısı gerçekleşti. Çadırlar tahrip edildi, insanlar biber gazı ve coplarla parkın dışına atıldı. Ancak bu kez daha fazla sayıda insan nöbet için parka geldi. • 31 Mayıs Cuma günü sabaha karşı, hükümetin polisi, AKP’li belediyenin zabıtaları ve taşeron firmanın elemanları çadır içinde uyuyan çevre nöbetçilerine topluca saldırdılar. Uyuyan insanların gözüne gaz sıkıp, çadırları ateşe verdiler. Sabah parkı tamamen boşaltıp, polis kordonuna alarak, yıkım işlerini çabucak bitirmeye başladılar. Bu arada toplanan herkesi de ağır şiddet kullanarak dağıttılar. Öyle ki, polis kendilerine börek ikram eden genç kızı da, parkın hemen kenarındaki işyerlerine gitmek isteyen çalışanları da gaza boğdu. • Bu şiddetin duyulması ve gelen geçen herkese uygulanması sonucu halkın infiali arttı. İnsanlar her yerden Taksim’e akmaya başladılar. Polis şiddetini arttırdıkça arttırdı. Aralarında Sırrı Süreyya Önder’in de olduğu onlarca kişi yaralandı. • Polisin halka saldırısı 31 Mayıs Cuma gününden ertesi akşama kadar aralıksız sürdü. Tonlarca biber gazı sıkıldı. Bu arada polis şiddetine karşı direniş Ankara’ya da yayıldı. Ankara’daki direnişler tamamen dayanışma duygusuyla ve tamamen AKP’nin şiddetine karşı başlatıldı ve sürdürüldü. Bu bakımdan İstanbul dışındaki şehirlerdeki direnişler de çok anlamlıdır. İktidar polisinin baskısı sırf bu yüzden, çok daha yoğun ve acımasız olmuştur. • Tüm bu azgın saldırılar sonucu Ankara’da 1 Haziran günü polis memuru Ahmet Şahbaz’ın kasten açtığı ateş sonucu devrimci genç Ethem Sarısülük başından vurularak komaya girdi. Bu sevgili can 12 gün komada kaldıktan sonra ne yazık ki yaşatılamadı. Bundan sonrası az çok herkesin malumu. 3 Haziran günü İstanbul’da Mehmet Ayvalıtaş öldürüldü. Yine aynı gün bu kez Antakya’da Abdullah Cömert başından vurularak öldürüldü. 28 Haziran günü Lice’de Medeni Yıldırım sırtından vurularak katledildi. 2 Haziran akşamı polis memurları ve AKP’nin kışkırttığı siviller tarafından linç edilen Ali İsmail Korkmaz’ı da 10 Temmuz günü kaybettik. Nihayet 11 Eylül 2013 günü Ahmet Atakan’ın da katledilmesi ile birlikte Gezi Direnişindeki şehit sayısı 6’ya ulaştı. Binlerce yaralı ve 10’dan fazla göz kaybını da eklersek şiddetin bilançosunu az çok anlatmış oluruz. Bütün bunlar olurken, 24 Haziran günü Erzurum’da yandaşlarıyla miting yapan Başbakan Erdoğan, “İçişleri Bakanıma 24 saat içinde AKM’yi ve Cumhuriyet Alanı’nı temizleyin dedik. Şimdi soruyorlar ‘Polise talimatı kim verdi?’ diye. Polise talimatı ben verdim. İşgal kuvvetlerini mi izleyecektik? Dünya zil takıp oynasın diye. Bunu mu seyredecektik? Oralar temizlendi.” diyerek, bütün bu

141


142 ONBİIRINCITEZ

Böyle bir Başbakanın, herhangi bir itiraza hiç tahammülü olamıyor çünkü karşı duruşları hazmedecek kültürü almıyor, alamıyor. Bu durumda da ne danışman dinliyor, ne parti teşkilatı, ne muhalif. Her kesime, “bunu sizden öğrenecek değiliz” tafrasıyla hücum ediyor. can kayıplarının ve cana kastların sorumluluğunu üstlendi. Tüm direniş boyunca AKP’nin sergilediği tavırlar bir yana, Başbakan tüm bu kanların sorumluluğunu açıkça kabul ettiğine göre, yargılanmalıdır. Mevcut sistem içinde olmasa bile, halkın iktidarında tüm sorumlular gibi yargılanacaktır da. Daha direniş başlamadan AKP ve temsil ettiği sermaye sınıfı adına Başbakan kışkırtmalara başlamıştı bile. Ağaç sökümlerinden bir ay önce, 29 Nisan günü yaptığı bir konuşmada: “Olacak dedik, oldu. Hem kışlamızı yapacağız, kışla olarak görev yapmayacak, hem de alışveriş merkezi olacak.” Deyip rest çekmişti. Direnişin ikinci günü ise (1 Haziran 2013) İhracatçılar Meclisi’nde yaptığı konuşmada restini tekrarladı: “Giriş katı ister AVM ister müze yapılır, AVM yapmakta kararlıyız.” Bu açıklamalar ve restlerle adeta ateşe benzin döker gibi davranıp, sonra Kuzey Afrika gezisine çıkıyordu. Başbakanın yokluğunda yedek kuvvetler olan Abdullah Gül ve Bülent Arınç gibi iyi polis pozundakiler, tansiyonu düşürme operasyonları yaptılar. Hatta B. Arınç, Taksim Dayanışması’ndan bazı üyeleri kabul ederek dinledi. İstanbul Belediye başkanı, “halka danışmadan otobüs duraklarının bile yerini değiştirmeyeceğiz” diyerek “iyi polis” takımına katıldı. Ancak Başbakan’ın dönüşü ile AKP’nin halk düşmanı ve çatışmacı kimliği yeniden öne çıktı. Başbakan artarda yaptığı mitinglerle direnişçilere saldırıyor, taraftarlarını sokağa dökülmeye ve katliama kışkırtıyordu. 11 Haziran günü polis tekrar meydandaki devrimcilere saldırdı. Sabahın ilk saatlerinde çadırlara gaz bombası atılmasıyla başlayan saldırı geç saatlere kadar sürdü. Başbakan “polisimiz destan yazdı” diyordu o gün. Sözünü ettiği destanın bedeli oyüzlerce yaralı ve gözünü kaybeden onlarca insandı. Direniş bir yandan Taksim çevresinde sürerken, özellikle Ankara ve Antakya’da da kayıplara rağmen asıl destanı direnişçiler yazıyordu. Alanın 11 Haziran günü boşaltılmasından, 15 Haziran günü Gezi Parkına polis saldırısı arasında geçen sürede olağanüstü hızla bir şeyler oluyordu. Başbakan önce kendi seçtiği birtakım palyaçolarla görüşüyor, develeri bile güldürecek açıklamalar ortalığa saçılıyordu. O günlerde devletin gizli odalarında çok şeyler döndüğünü tahmin ediyoruz. Devletin gizli-açık karanlık odakları katliam yapıp yapmama arasında sık sık gidip gelmiş olmalılar. Nihayet 13 Haziran gece yarısına doğru Başbakan, bazı sanatçılarla birlikte Taksim Dayanışması üyeleriyle görüştü. Son derece gergin geçen bu görüşmenin sonunda Başbakan çılgına dönmüşçesine bağırıp çağırarak toplantıyı terk ediyordu. Nihayet o günlerde


Gezi süreci ve AKP

ülkeye gelen İsrail güvenlik ekibinin telkinleriyle olsa gerek, 15 Haziran günü akşam saatlerinde polis her yandan Gezi Parkı’na girerek, akıl almaz bir şiddetle, insanları yerlerde sürükleyerek parkı boşaltıyordu. Burada bir parantez açıp, Başbakan’ın kişiliğiyle ilgili olarak, eskiden çevresinde olan bir gazeteciden alıntılar yapalım. Gazeteci Fatma Sibel Yüksek, Açık İstihbarat adlı karanlık internet sitesinde şunları diyor: “Tayyip Erdoğan’ın kişiliğini ve siyasi reflekslerini irdelemeye hakkı olanlardan biri olarak görürüm kendimi; çünkü yükselişe geçtiği yılları, gazeteci olarak çok yakınında izledim. Pek çok yurtdışı seyahatinde heyetinde bulundum, Anadolu’nun neredeyse bütün illerini birlikte dolaştım. Tayyip Erdoğan’ın geldiği noktayı, yıllarca zulme ve haksızlığa uğramış bir muhalif değil, “tarafsız bir gazeteci” olarak irdelemeye çalışacağım.” diyerek başlıyor değerlendirmeye gazeteci. Şöyle devam ediyor: “Kendisini izlediğim yıllarda bir özelliği dikkatimi çekmişti: Tayyip Erdoğan, hiç ama hiç okumuyordu. Elinde ne bir kitap, ne bir dergi gören olmadı. Yurtdışına yapılan uzun yolculuklarda, Dışişleri bürokratlarının gidilen ülke hakkında özenle hazırladıkları raporların kapağını bile kaldırmadı. Başbakan’a hazırlık yaptırmak için uçağın ön kısmına giden büyükelçiler, elleri boş ve bıkkın şekilde geri döndüler. Dünyanın neresinde olursak olalım THY tarafından yetiştirilen günlük gazetelerin rulosu bile bozulmazdı.” Böyle bir Başbakanın, herhangi bir itiraza hiç tahammülü olamıyor çünkü karşı duruşları hazmedecek kültürü almıyor, alamıyor. Bu durumda da ne danışman dinliyor, ne parti teşkilatı, ne muhalif. Her kesime, “bunu sizden öğrenecek değiliz” tafrasıyla hücum ediyor. Böyle bir kişiliğin neler yapabileceğini de yine Açık İstihbarat’çı gazetecimizden okuyalım: “Gelinen nokta itibarıyla, Gezi Parkı olayları bastırılsa, Tayyip Bey eskiden olduğu gibi yeniden tek başına her konuda karar verir duruma gelse bile sorunların bitmeyeceğinden, bizzat Tayyip Bey’in kendisi tarafından bitirilmeyeceğinden emin olunmalıdır.” “…Tayyip Erdoğan, çok geniş bir cepheye karşı tek başına savaş açmış durumdadır. Önünde zor, yıpratıcı ve ne gibi bir hasarla sonuçlanacağı kestirilemeyen bir “intikam” süreci vardır. Bir kere kitlesel eylemlerin hesabı, duvara slogan yazan 17 yaşındaki çocuklardan, köşe yazarlarına, dizi film oyuncularına kadar herkesten sorulmaya kalkışılacak, yeni ve sonu gelmez “Ergenekonvari” soruşturmalara yeltenilecek.. Facebook’undan twitter’ına, yabancı medyasından AB yetkilisine her kişi ve kurumla hesaplaşmaya girişilecek; toplumun artık korku duvarını aştığı kabullenilmeyerek yangına körükle gitmeye devam edilecektir. En önemlisi de eğer bizler Tayyip Erdoğan’ı tanımışsak, Fas gezisi sırasında ve ilerleyen süreçte kendisini “arkadan vurduklarını” düşündüğü pek çok kişiyle “iç he-

143


144 ONBİIRINCITEZ

saplaşmaya” girişecektir. Bülent Arınç ne kadar inkâr ederse etsin, diyalog yoluna yeltendiği için Tayyip Erdoğan tarafından mutlak surette ‘cezalandırılmak’ istenecektir... Aynı şekilde, «Demokrasi sadece sandık değildir» diyen Abdullah Gül’ün isminin de defterin baş kısmına yazıldığı kesindir. Olaylar esnasında «şakacı çocuklardan» bahseden gazeteleri, yayınlarını kesip olayları genişçe veren televizyon kanallarını, yakalanıp getirilen eylemcilere takipsizlik veren savcıları, «gösteri yürüyüşü anayasal haktır» şeklinde kararlar yazan hâkimleri, cüppeleri ile yürüyüş yapan avukatları, «durakların yerini bile halka soracağız» diyen belediye başkanlarını saymıyoruz bile... «Tayyip Erdoğan›ın bu kadar büyük bir hesaplaşmaya girecek gücü var mı?» sorusunun cevabını ise bilmiyoruz... Aslında kendisi de bilmiyor... Ama deneyeceğini ve toplumun isyan duygusunu diri tutmaya devam edeceğini biliyoruz...” Gazeteci Fatma Sibel Yüksek bu değerlendirmeyi 24 Haziran 2013 günü yapmış. Aradan aylar geçtikten sonra baktığımızda, dediklerinin aynıyla vaki olduğunu görüyoruz. Sermayenin son yıllardaki kudurmuş rant sevdasına çok uygun bir Başbakan var karşımızda. Bu kadar pervasız halk düşmanlığının bir gün hesabının sorulacağını düşünenlerin olmaması kaçınılmaz. AKP gibi yeminli halk düşmanı bir partide bile, insani duruş denemese de “ilerde ya bunun hesabı sorulursa” diye düşünenlerin var olduğu da bir gerçek. AKP’li Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Bülent Arınç örnekleri ortada. Bu ikiliye “cemaatçi” dense de AKP’nin bütün halk düşmanı eylemlerinde hazır ve nazır olduklarını biliyoruz. Bunların dışında, parti teşkilatlarında neler döndüğünü ise bilmiyoruz. Zaten partiden çok çıkar paylaşımlarının yapıldığı bir şirket görünümündeki teşkilatlardan bir şey beklediğimiz de yok. Ancak ilerde hesap sorulacağından korkan bazılarının girişimleri de olmuyor değil. Nitekim 12 Ağustos 2013 günü Avrasya Global Araştırmalar Merkezi (AGAM) adına bir rapor yayınlandı. “Taksim Olayları Analizi” başlıklı raporu yazan AKP Kütahya Milletvekili Prof. Dr. İdris Bal. Raporda “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘yanlış bilgilendirilerek’ olayın tarafı haline getirildiğinin belirtildiğini” bir kenara bırakırsak, başka önemli saptamalar da var. Mesela “Doğal olarak, demokrasiler sadece düzenli aralıklarla gerçekleştirilen seçimlerden ibaret değildir. Yani, hiçbir parti veya yönetici ‘Artık


Gezi süreci ve AKP

bana görev verdiniz, bir dahaki seçime kadar bana karışmayın’ deme lüksüne sahip değildir” denilerek, Başbakan’a değil, aynı açıklamayı yapan A. Gül’e hak verilmekte. Ayrıca aşağıdaki paragrafların tümü de rapordan alınma: “Taksim olayları çevreci bir duyarlılıkla ve az sayıda insanın katılımıyla başlamıştır. Fakat görünürde bu az sayıda çevre duyarlılığına sahip insanlara yönelik müdahalenin şekli ve onlarla yeterince diyaloğa geçilememesinin…” “Taksim örneğinde, ne alternatifler oluşturulurken ne de hangi alternatifin benimsenmesi gerektiği hususunda yeterince halka sorulmamış, ‘en iyi alternatif olduğuna inansak bile’ kendi doğrumuz yeterince halka mal edilememiştir…” “Merkezi yönetim, özellikle Sayın Başbakan, projenin sahibi, tarafı, planlayıcısı ve yürütücüsü gibi yansımış, yansıtılmıştır. Ne Beyoğlu ne de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı projeyle ilgili taraf görülmemiştir. Taraf olarak sadece Sayın Başbakan ve hükümet görülmüştür. Bunun sonucu olarak da, sorun çıktığında birinci derecede Sayın Başbakan, ikinci derecede AK Parti, üçüncü derecede hükümet, dördüncü derecede ise devlet sorunun tarafı haline gelmiş ve getirilmiştir. Oysa demokratik geleneklere göre hareket edilse, yerel bir meydana dair bir proje öncelikle Beyoğlu Belediyesi’nce çalışılsa, yerel halkla dayanışma ve danışma içerisinde çözümler ve projeler üretilse, büyükşehir ile işbirliği içerisinde son hali verilse, anketler ve mini referandumlarla halkın ve kamuoyunun desteği alınsa ve uygulansa idi zaten bir sorun ortaya çıkmazdı…” “Oysa Sayın Başbakan yanlış yönlendirilmiş, bu böyle olmasa bile kamuoyuna yansıdığı kadarıyla krizin damardan tarafı haline getirilmiştir. Bu ise stratejik bir hata olmuş.” “Radikal’e konuşan Bal, raporun amacının AK Parti’yi veya muhalefeti övmek ya da eleştirmek olmadığını söyledi. Amacın ‘ülke menfaati’ olduğunu, demokratik ülkelerde sorunların üstesinden böyle gelindiğini belirten Bal, şöyle dedi: “Tarafgir ve bağnaz bakarsak hayırlı bir sonuç çıkmaz. Sorunlara ancak elbirliğiyle, partiler üstü, demokratik tartışma zemininde baktığımızda gerçeği yakalayabiliriz. Herkesin üzerine düşen dersi alması lazım. ‘Nerede hata yaptım’ sorusunu sorması lazım. Benzer hataların önüne böyle geçilebilir.” (Radikal Gazetesi, 12 Ağustos 2013.) Görüldüğü gibi kimi AKP’liler bu dikta heveslerinin farkında ve bunun ilerde hesabının sorulabileceği ihtimalini göz önüne alarak, bundan sıyrılmaya çalışılıyorlar. Ancak bu çabalar AKP içinde çok yankılanmadı. Sonuca gelirsek: AKP bugün sermayenin yürütme kuruludur. Yaptığı her şey uluslararası ve yerli para babalarının çıkarlarının korunmasına yöneliktir. Şu veya

145


146 ONBİIRINCITEZ

bu holdingle çatışır görünmelerine ya da Nakşibendi-Fetullahçı çekişmelerine fazla önem atfetmemek gerek. Eninde sonunda bu bir sermaye iktidarıdır, ittifak ettiği kesimlerle sadece siyasi temelde değil, özellikle çıkar ortaklığı temelinde buluşmaktadır. Tümünün ortak noktası halk düşmanlığıdır. Gencecik insanlarımızın ölümüne ve yaralanmasına karşı duyarlılıkları “Polise şiddet uygulayan 3-4 genç ölmüş” deme mertebesindedir. Yalancıdırlar. Halka uyguladıkları şiddet ve sürdürdükleri zulmü gizlemek için gece gündüz yalan söylerler. Aksi defalarca olayın baş tanığı Müezzin tarafından söylenmesine rağmen, Başbakan her mitinginde, hemen her konuşmasında “Cami’de içki içtiler” yalanını haykırmakta bir sakınca görmemiştir. Yine Vali tarafından bile “görüntü kaydı yoktur, bu konuda bir şikâyet de olmamıştır” denmesine karşın sürekli “Başörtülü bacım yerlerde sürüklendi, türbanını kirlettiler” yalanı sürekli tekrarlandı. Bütün sağ iktidarların yaptığı dine dayalı yalan propagandanın Erdoğan’ca en üst düzeye taşınmasına rağmen, taraftarlarını sokağa dökememiş olması, yalanların açık olmasındandır. Bir başka etken de direnişin başından itibaren samimiyetle içinde yer alan ve direnen “Antikapitalist Müslümanlar” ile “Devrimci Müslümanlar” gibi grupların, dine dayalı yalanları sürekli boşa çıkarmalarıdır. Bugüne kadar bu uygulamaları yapan AKP iktidarının bundan sonra neler yapacağını tahmin etmek pek zor olmasa gerek. Halka ve sosyalistlere saldırılarının daha da azgınlaşarak süreceğinin işaretleri ortada. Taksim Dayanışması için 1000 kişilik bir dava hazırlığının olduğu basında yer aldı. Zaten Dayanışmaya destek için yüzlerce kişi “suç duyurusu ve kendini ihbar” kampanyası yapmışlardı. Dilekçeler savcılıkta. Gözaltına alınıp tutuksuz yargılananlarla birlikte sayı binleri bulur. Ayrıca toplumun çeşitli kesimlerine intikam uygulamaları ve dava hazırlıkları da gündemde. AKP ve temsil ettiği sermayenin rant çılgınlıklarına kısmî de olsa şimdiye kadar karşı durabilen Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB)’nin yasal açıdan etkisizleştirilmesi torba yasa ile bir gece yarısı halledildi. Direnişin ve toplumun yüz aklarından olan Çağdaş Hukukçular Derneği yöneticilerinin tutuklanması yetmedi, şimdi diğer avukatlar da ifadeye çağrılmaya başladı. Tabipler için yapılan suçlamalar ve açılan soruşturmaların hesabı yok. Şimdilerde direniş sırasında yardımcı oldukları gerekçesiyle eczacılara yöneldi soruşturma. Giderek toplumun büyük sermaye dışındaki her kesimine yönelmesi beklenmelidir. Özellikle yerel seçimler yaklaştıkça, 11 yıldır halka yaptığı zulmü mağdur edebiyatıyla gizleyebilen AKP’nin, düzmece soruşturmalar ve davalarla ve yalana dayalı propagandalarla yeniden mağduru oynayacağını şimdiden söylemek mümkün. Çünkü halkın her kesimini hasım ve yok edilmesi gereken düşman gibi görüyorlar ve savaşacaklar. Ne demişti Açık İstihbarat’çı kadın gazeteci?


Gezi süreci ve AKP

Yalancıdırlar. Halka uyguladıkları şiddet ve sürdürdükleri zulmü gizlemek için gece gündüz yalan söylerler. Aksi defalarca olayın baş tanığı Müezzin tarafından söylenmesine rağmen, Başbakan her mitinginde, hemen her konuşmasında “Cami’de içki içtiler” yalanını haykırmakta bir sakınca görmemiştir. Yine Vali tarafından bile “görüntü kaydı yoktur, bu konuda bir şikâyet de olmamıştır” denmesine karşın sürekli “Başörtülü bacım yerlerde sürüklendi, türbanını kirlettiler” yalanı sürekli tekrarlandı. «Tayyip Erdoğan’ın bu kadar büyük bir hesaplaşmaya girecek gücü var mı?” sorusunun cevabını ise bilmiyoruz... Aslında kendisi de bilmiyor... Ama deneyeceğini ve toplumun isyan duygusunu diri tutmaya devam edeceğini biliyoruz...” Evet deneyecekler, deniyorlar. Sermaye, Gezi Direnişinden sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının farkında. Hem de biz sosyalistlerden çok daha fazla farkında. Direniş öncesi halkta olan belli belirsiz kıvılcım, aşırı baskıyla bir yangına yol açmıştı. Şimdi direniş günlerinin alevleri artık kıvılcım değil, belli ölçüde küllenmiş de olsa halen kor ateşi halinde. Üzerine tekrar gelindiğinde çok kolay alevlenebilecektir. Burada son sözü de kendimize söyleyelim: AKP ve onun dayandığı sermaye elbette kendi sınıf çıkarları gereği zulme, şiddete ve daha çok yalana başvuracaklar. Bu onların cibilliyeti gereğidir. Halkın bu saldırıları kısmen de olsa karşılayabildiğini, hatta püskürttüğünü gördük, yaşadık. Gezi Direnişi bedel ödeyerek bunu dosta, özellikle de düşmana göstermiştir. Sosyalistler olarak bizlerin halk örgütlenmesindeki eksikliklerimizi görüp gidermemiz gerekiyor. Dağınıklığın getirdiği olumsuzlukları yaşadık, yaşıyoruz. Eğer dağınıklığımızı biraz olsun azaltabilir hatta yok edebilirsek, AKP’nin zulmünü ve demagojilerini bertaraf etmemiz işten bile değildir.

147


148 ONBİIRINCITEZ

Mekan isyanı Metin Yeğin

G

ezi tam anlamıyla, hemen aynı zamanda gelişen Brezilya isyanı ile birlikte bir Mekân-Kimlik-Ekoloji isyanıydı. Bana göre bundan sonra en azından uzun bir dönem dünyadaki bütün isyanlar, bu eksende gelişecek. İsyandan sadece birkaç hafta önce, 9 Mayıs’ta Özgür Gündem’de ‘Direniş ve Mekân’ diye yazmıştım: ‘Castels; meydanlar, anıtlar ve anıtsal yapıları, ideolojik yapının taşıyıcılığını yapıyor diye tanımlarken, aksine bir meydanın, yılda bir kere de olsa ele geçiriliyor olmasının, o ideolojiyi kırmak olduğunu da söylemek istiyordu mutlaka. Çok şükür ki 1 Mayıs İşçi Bayramı’nın Taksim Meydanı’nda kutlanmasını engellemek isteyerek, her geçen gün manasızlaştırılmış sokaklarımıza yine direniş ruhu katan hükümet oldu. Ortasındaki koca bir çukurla, karnı deşilerek yok edilmek istenen Taksim Meydanı, yine bir arzu nesnesi olarak, direnişin merkezi halini alıyor.

Lefebvre ise 1968 eylemlerindeki barikatları, okul işgallerini, mekânsallığa işaret eden bir şey olarak tanımlarken, tam anlamıyla 1 Mayıs meydanı olarak Taksim’i anlatıyordu. Barikatlar ve direniş, kendine mekân yarattığında siz artık mekânın ele geçirilmesinden mutlak olarak etkilenirsiniz. Uzun süre iktidar olmanın sersemleştirdiği herhangi bir hükümetin kavrayamadığı tam olarak budur. Sizi oradan alaşağı edebilmek için mutlak olarak meclis binalarının, resmi konutlarınızın, ordularınızın sevk ve idare merkezlerinin, radyo ve televizyon istasyonlarının ele geçirilmesine gerek yoktur. Direnişin yarattığı mekân üzerine yürüyen mücadele, her şeyi belirler. Bir bakmışsınız kendinizi her şeye muktedir hissettiğiniz mekânınız, parlamento ya da başkanlık, başbakanlık binanız, dışarıdan kapısı kilitlendiğinde hapsedildiğiniz kafese dönmüş. Nasıl ki Mısır’da Tahrir Meydanı yıktıysa kokuşmuş Mübarek rejimini, ya da Yunanistan’da Albaylar cuntasını Politeknik Üniversitesi iş-


Mekan isyanı

gali kovduysa, Taksim Meydanı da direniş mekanı olarak, simgesel bir iktidarkovar halini almıştır artık. Bu nedenle Taksim’e çıkmayı ideolojik olarak nitelendirenler tabii ki çok haklıdırlar. Mekân ideolojinin elle tutulur halidir ve belki de onu metafizik halinden tek kalıcı gerçeğe dönüştürebilen durumundadır. İronik bir benzetme olsun diye tanımlarsam “katı olan her şeyin buharlaştığı” dünyada, buharlaşmış ideolojinin katılaşmış halidir mekân. Bu yüzden kentin ana arterlerinde yer alan finans kuleleri tam anlamıyla neoliberalizmin simgesel yapılarıdır. Ortaçağ’ın etrafı hendeklerle çevrili kale surları yerine, kamera hendekleriyle korunan camdan penisleri andıran kuleler, neoliberalizmin ana taşıyıcısı, finans kapitalin görkemli merkezleridir. Bütün feodal şatolar gibi duvarların yüksekliği, asıl olarak dışarıdan gelen düşmanlara değil kendi halkına karşı inşa edilmiş olmasıdır. Finans kulelerin yüksekliği de iktidarlarına ulaşamayacağımız duygusu yaratmasıdır.’ Çok yakın bir süre sonra, üç hafta sonra, Taksim, iktidarkovar bir meydan olduğunu açıkça gösterdi. Ancak bu ‘iktidarkovar’lığı sadece bir hükümetin devrilmesi anlamında kullanmıyorum. Bir direniş mekânı olarak ele geçen Taksim, tam anlamıyla bir başka demokrasi ve özgürlük biçimi olarak, iktidarkovar meydandı. Etrafı bugüne kadar görülmemiş bir kolektif çalışmayla inşa edilen barikatlarla korunmuş ama sınırlanmamış ‘Gezi’, kendi toprağında isyanın bir başka dünyasını yaşıyordu. Yaşadığımız karikatür demokrasi de, 4-5 yılda bir oy atmaya gittiğinizde, pusulaya mühür basıp, aman diğer tarafa bulaşmasın diye itinalı bir şekilde katladığınız, bir kez daha katladığınız ve sonra eve dönüp, televizyonun karşısına geçip kimin kazanacağını seyrettiğiniz ve sonraki 5 yılda yine televizyon seyrettiğiniz şeyin aslında bir demokrasi değil, kâğıt katlama sanatı origamiden başka hiçbir şey olmadığını açıkça gösterdi. Ayrıca Gezi’nin sınırları, barikatlarla sınırlanmıyor, aksine her barikat başka bir sokağı, hatta şehirleri kendi içine katıyordu. Bu anlamda da her barikat aslında ‘yeni bir mekân inşasının’ başlangıç noktasıydı. Ankara, İzmir, özellikle Antakya, Gazi mahallesi, Ataşehir, Kadıköy ve saymadığım bir sürü yer, 81 ilin 80’inde bu barikatların var olan ya da meşru kılan gücüyle ‘yeni bir mekân’ inşa ettiler. Bu durum aslında benim bir sürü isyanda rastladığım yaratıcı sloganlara neden burada şimdiye kadar rastlayamadığım sorusunu da çözdü. İsyan bekliyordu sokak. Barikatların arkasında, daha doğrusu etkisinde sokaklar belki de dünyada gördüğüm en çarpıcı, esprili kelimeleriyle isyanın düşünsel gücünü sergiledi. Bir kitap çıkartacak kadar çok olan bu ‘İsyan Kelimeleri’nden tanık olduğum bir tanesi şöyleydi; Taksim Meydanı’na ilk girildiğinde kaçamayan polis otoları, yılların biriktirdiği enerji ile parçalanırken, Gezi Parkı’nın içine, hiçbir sivilin park edemeyeceği bir yere park edilmiş, boş sivil polis otolarını birkaç kişi tahrip etmeye kalktığında, sivil otolara bir şey yapmayın diye bağıranlar olmuştu. Daha sonra tekrar oraya döndüğümüzde, o otolar da polis otolarının benzeri akıbete uğramıştı. Biri

149


150 ONBİIRINCITEZ

Bir yanda Marx’ın proletarya tanımını çağrıştıran yaralarından berelerinden anlaşılan gecekonducular, evsiz hareketleri, onlarla birlikte dünya kupası nedeniyle en az 30-40 yıldır yaşadıkları topraklardan kovulacak olan orta sınıf aileler ve hatta kendi bahçe içinde ki villalarından atılıp, çok muhtemel kamera hendekli sitelere savrulacak üst alt sınıf bir araya geliyor ve Dünya Kupası finallerine Brezilya da yapılmasına karşı, direniş örgütlüyordu. devrilmiş bir sivil otonun kenarına yazmıştı: ‘Park Cezası’. Mekân ve Kimlik isyanı olarak tanımladığım bu durumun, isyan içinde çok açık simgeleri vardı. İlk günkü saldırıdan sonra düzenlenen konserde, önce klasik sloganlar atılırken, isyanın renkli çocuğu ‘Çarşı’ o gece yavaşça, yürüyerek geldi ve kürsünün önlerinde yerini aldı. Onlarla birlikte klasik sloganlar geride kaldı. Ülkenin önde gelen takımlarından biri olmasına rağmen ‘Semt’ ve ‘Çarşıyla’ en çok bağı olan taraftar grubuydu bu. Sahneden, Gezi ile birlikte ‘3. Köprüye hayır’, ‘Yeni Havaalanına Hayır’ dendiğinde Çarşı grubu ‘Beşiktaş İskelesi Oley’ diye cevap veriyordu. Doğrudan çarşı mekânına yapılan bir saldırıya karşı da orada olduğunu gösteriyordu. Bir tesadüf değildi bu. Bir gün sonra, diğer taraftar gruplarının da çok kalabalık olarak isyana dâhil olması, daha doğrusu, belki de direnişi halk isyanına çeviren dinamik olarak katılmasının başlangıcı, yine bu ‘Mekân ve Kimlik’ üzerindendi. Bir yandan Galatasaray adasının satışı, Fenerbahçe burnunun satışı ayrıca hepsinden öte, gittikçe baskılanan kimliklerini koruyorlardı ve bunu, neoliberal politikalarla dağıtılmış toplumsal örgütlenmelerin yokluğunda, uçurumdan düşerken, son tutundukları ağaç dalıyla, taraftarlık renkleriyle gerçekleştirdiler. Kimlik denildiğinde, uzun yılların mücadelesi ile kendisini yeniden dirilten Kürt kimliğinin ve yine ‘Özgürlük-Eşitlik’ mücadelesinin içinde her zaman bir dinamik olan, bu topraklarda neredeyse tüm zamanlarda, en fazla baskıya maruz kalmış, Alevi kimliğinin akla gelmesi çok normaldi. Bunu direniş sırasında sokakta, 15-16 yaşında bir Kürt gencine; ‘Niye buradasın?’ diye soran arkadaşımın aldığı cevap çok güzel açıklıyordu aslında; ‘Niye mi? Ben Kürdüm…’ Öte yandan yine Gezi eylemleri ile doğrudan yaşamlarını yitirenlerin hepsinin Alevi olması da bir tesadüf değildi. İsyanı bir orta sınıf isyanı olarak tanımlayanlar, isyana doğrudan katılan gecekondu gençlerini, hiç hesaba katmıyorlardı. Daha da kötüsü, İstanbul’da Gazi mahallesi, Nurtepe, Okmeydanı, Gülsuyu, Ankara için Tuzluçayır, Antakya için Harbiye diye saydığınızda ise ‘Oralar zaten Alevi’ diyerek onların aslında kimlik isyanında olduklarını kabul ediyor ama öte yandan, her zaman isyan denkleminde gördükleri için Alevileri yok sayıyorlardı. Onlara göre zaten ‘Alevi’ olduklarından, isyanda olmak zorundaydılar ama garip olarak, Alevi olarak katıldıklarından isyanda yok sayılma-


Mekan isyanı

lıydılar. Aslında katılmayanlar da yine ‘Kimlik’e ilişkin katılmadı. Bir yanda Arundhati Roy’un Hindistan için kayıkçı dövüşü diye tanımladığı, Hindu ve Müslümanlar arasında, her seçim öncesi ortaya çıkan, paradoksal olarak kimsenin kazanmadığı ya da kim kazansa da bizim kaybettiğimiz biçimin benzeri, son cumhurbaşkanlığı seçimi ve ardından diğer seçimlerde yaşanmıştı. Bir yanda Ahmet Necdet Sezer, elegan, smokinli bir Cumhurbaşkanı, öte yanda tornacı çocuğu, eşi başörtülü Abdullah Gül arasında simgesel bir kimlik çekişmesinin sonucuydu söz konusu olan. İsyana katılmayanlar da kendini bu kimlik ile tanımlayanlardı. Bu durumun bir başka biçimi olarak Brezilya’da kendisini eski bir şehir gerillası, ‘solcu’ devlet başkanı Dilma ile özdeşleştiren ‘sol’ hareketlerin isyana bir süre dâhil olmaması ya da hatta karşı olması da benzer bir kimlik meselesidir. Burada Mekân-Kimlik isyanı olma durumunun en önemli ayırımı, bugüne kadar görülmemiş, başka bir ittifakın söz konusu olmasıdır. Bu Brezilya’da isyandan 1-2 yıl kadar önce katıldığımız toplantılarda, her zaman karşımıza çıkıyordu. Bir yanda Marks’ın proletarya tanımını çağrıştıran yaralarından berelerinden anlaşılan gecekonducular, evsiz hareketleri, onlarla birlikte Dünya Kupası nedeniyle en az 30-40 yıldır yaşadıkları topraklardan kovulacak olan orta sınıf aileler ve hatta kendi bahçe içindeki villalarından atılıp, çok muhtemel kamera hendekli sitelere savrulacak üst alt sınıf bir araya geliyor ve Dünya Kupası finallerinin Brezilya’da yapılmasına karşı direniş örgütlüyordu. Garipti. Neredeyse bütün toplumsal sınıf ve katmanlar, futbol terimiyle çimlerin altına gömülecekti. Yine Marks’ın anlattığı İskoçya’daki sürek avlarının, geyiklerin kapı dışarı ettiği, topraksızlaştırılan köylüleri gibi burada da futbol topu insanları auta yolluyordu. Futbolcular, her şeye kadir hakemler, her şeyi bilen futbol yorumcuları ve seyirciler için inşa edilmiş stadyumlar, oteller, alışveriş merkezlerine karşı neredeyse bütünsel bir direnişti bu. Belki de burjuva devriminden beri bu kadar geniş kapsamlı ve karmaşık bir direniş yoktu denilebilir. Ancak bütün bu durumun, ‘Mekân-Kimlik-Ekoloji’ isyanının, sınıfsal bağı yok kesinlikle denilemez. Öncelikle bu durumu ortaya çıkaran, zaten neoliberal politikalardır. Son 20 yıldır ve kesinlikle son 10 yıldır, bütün dünyada kapitalizmin yaptığı neredeyse tek şey, yeni kent inşası, neoliberal kent inşasıdır. Bu, bütün dünya için geçerlidir. Neoliberal kent inşası, bu kent için yol, köprü, viyadük, bu inşanın ihtiyacı olan enerji ve bütünüyle doğa talanı. Burada ilginç olan, artık bütün bunların kapitalizmin ‘somut’ bir ihtiyacı için değil, doğrudan kendisi için ihtiyacı olmasıdır. Yani artık ‘yeni kent’i, ‘yeni kent’ olsun diye inşa etmektedir. İstanbul üzerinden çok kabaca anlatırsak, birinci köprü otomotiv sanayi için, ikinci köprü meta akışının hızlanması için inşa edildi. Ancak üçüncü köprü sadece kendi için inşa edilmektedir. Yani o köprüden kimse geçmeyecek bile olsa, kapitalizmin kendi için inşa edilmelidir. Yeni İstanbul’daki devasa binalarda, lüks sitelerde kimse oturmayacak,

151


152 ONBİIRINCITEZ

kimse oraları satın almayacak, alamayacak bile olsa, inşa edilmek zorundadır. Çünkü kapitalizmin tek ürettiği neoliberal kent inşasındır. Finans kapital, elinde gittikçe daha sanallaşan parasının gerçek dünya ile belki de tek bağlantısını, bu inşaat temelleriyle kurabilmektedir. Neoliberalizmin üretim dışı ekonomisinin en çarpıcı anlatımına Arjantin’de rastladım. 2001 isyan günlerinden hemen önce, bir Arjantinli profesör arkadaşın arabasıyla giderken, kırmızı ışıkta durduğumuzda, İki kişi cam siliyor, iki kişi kola satıyor, üç kişi börek satıyor, bir kişi havaya lobut atıyor, bir diğeri alev yutuyordu. Orayı geçip bir diğer kırmızı ışığa geldiğimizde, bu sefer üç kişi cam siliyor, iki kişi börek satıyor, bir kişi alev yutuyor, iki kişi havaya lobut atıyordu. Bu ışıkta Arjantinli arkadaş şöyle söyledi; Arjantin hükümeti işsizliğe karşı çare bulmuş, trafik lambalarını artıracaklarmış… Neoliberal politikaların özetidir bu. Neoliberalizm aslında üretim dışıdır, üretmez. Hep üretirmiş gibi yapar. İşte doğrudan bu sınıfsal durumun ortaya çıkardığı ve isyanın dinamiğini oluşturan ‘öğrenci’nin yeni karakterini, yine isyandan bir hafta önce benle yapılan bir röportajda konuşmuştuk:1 Nasıl değişti öğrenci? Ne demek ‘kapı eşiğinde beklemek’ açıklar mısınız? Neoliberalizm o kadar çok şeyi değiştirdi ki. Çalışma saatleri, güvencesizlik, özelleştirme ve hatta şimdi kenti yıkıyor, neoliberal bir kent inşa ediyor. Tabii bu hep çift yönlü bir şey, her seferinde yeniden kendini inşa ediyor. İşte bütün bu değişimlerden, daha doğrusu yıkımlardan öğrenci de nasibini aldı. Bana göre başka bir kategoride tanımlanmalı artık. Öğrenci ne yapıyor derseniz ‘kapı eşiğinde bekliyor’ artık. Koca bir bekleme odası bana göre üniversiteler, yüksek okullar, mastır, doktora ve ne bileyim sertifika programları, birbiri üstüne sınavlar, hepsi öncelikle bir duygu olarak bir ‘kapı eşiğinde bekleme’ duygusu. Bir türlü dâhil olunamıyor oyuna. Diş hekimi odalarında beklerken sıkıntıdan okunan tarihi geçmiş dergiler gibi habire eğitimin bir başka merhalesinde oyalanıp duranlar kütlesi ortaya çıktı. Kütle kelimesi ağzımdan kaçmadı bilinçli olarak kullanıyorum. Birbirine geçmiş ama birbiri ile ilişkisiz manasında. Eh tabii neoliberalizme dâhil olmak iyi bir şey mi dersen, o anlamda demiyorum. Neoliberalizme zaten dâhil ‘öğrenci’ ama bir türlü ben de oynuyorum diyemiyor ve böyle giderse uzun süre de oynayamayacak. Bu politik bir aktör olarak rol almıyor manasında mı? Yok yok, oraya daha gelmeden. Öncelikle öğrenci olmaktan kurtulamıyor bir türlü. Neoliberalizm ile üretim dışına düşen o kadar çok alan var ki buraya dâhil olabilecek olanlar, klasik eğitimde bu nedenle yetiştiriliyor olanlar bu alanlar daraldığından o 1 Spot dergisinden Bekir Avcı ile röportaj


Mekan isyanı

kadar az emiliyor ki herkes işsiz olarak görünmektense öğrenci olarak görünüp kocaman bekleme odasında kendisini rahat hissediyor... Bu dünyanın bütün ülkelerinde benzer mi gelişti? Evet tabii ki. ... Yine Brezilya’da metro çıkışlarında yüzlerce ayaklı ilan karşılar sizi. İnternet bir Real, cafe 0,50 Real... Yüzlerce insan çalışır! Burada. Bazısının elinde çanlar, palyaçolar... Buradan biri görecek internetin saati bir Real olan bir yere gidecek, orası para kazanacak, onlara ödeyecek. Bütün bunlar hayatımızı, elimizden sürekli uçup giden zamanımızı çalmaktan başka bir şey değil mi? Hayat mı bu, bekleme odalarında tarihi geçmiş dersleri okumak? Böyle bir şey olabileceğini düşünebiliyor musunuz? Neden olmasın? Bekleme odaları sıkıcıdır ve pencereleri, kapıları kırılmaya çok müsaittir. Yunanistan’da isyanın dinamiği öğrencilerdir. Her kesimi birbirine bağlayan üniversite öğrenci hareketleridir. Tabii ki bu Avrupa’nın tek özelleşmemiş üniversitesine sahip olduğundan ve faşist cuntayı kovanların Politeknik Üniversitesi olduğundandır. Bizdeki gibi cunta kenara çekilip resim yapmadı, kovuldu Yunanistan’da. Ancak dünyanın en kanlı, en uzun diktatörlüklerden birinin yaşandığı Şili’de öğrenciler yine ayakta ve tam bizimkine benzeyen bir duruma isyan ediyor. Siz Şili’de devlet üniversitesinde mesela hukuk okuyorsanız, her ay, en az 1000 dolar ödemek zorundasınız ve bunu 12 ay ödemek durumundasınız. Hem de devlet üniversitesinde. Orada 1973 yılında, Pinochet diktatörlüğü ile başladı neoliberalizm bizden çok daha önce. Bunun için çok şükür ki insan fizik kurallarına tabi değildir. Bir taraftan itilince her zaman öbür tarafa gitmez ve öğrencilik hala insanın kısmen de olsa düşünebilme zamanına sahip olabildiği yerlerdir. Ben size sormalıyım; sıkılmadınız mı bekleme odalarından? Ve bugün gördük ki gerçekten sıkılmışlar... Ne güzel şey isyan...2 İsyanın sınıfsal durumunu tanımlarken yine ‘freelance’ çalışanlara mutlaka değinmek gerekmektedir. Giysilerinden, kültürel durumlarından, konuşmalarından ya da sosyal medyayı çok kullanmalarından dolayı, dışarıdan sadece orta sınıf olarak görünen ve bu yüzden de isyanın içinde hiç bulunmayan ya da kenarından geçen ‘analistleri’, orta sınıf isyanı diye tanımlamasına yol açanlar, ‘freelance’ çalışanlar, daha doğrusu güvencesiz işçilerdir. Normal bir işgününde, kapitalistlere en fazla iş kaybı ‘unformal’ direnişlerle verdirilir. Bu, her zaman ama özellikle son yıllarda, sendikaların grev yaparak ortaya çıkarttığı iş kaybından, direnişten çok daha fazladır. Yani 8 saatlik bir işgününde, MSN’e girmek, Facebook’a takılmak, mutlaka 2 1980’li yıllarda Türkiye’de üniversite bitirmek neredeyse bir iş sahibi olmak manasına geliyordu. O yıllarda mezunların en fazla yüzde 30’u işsiz kalırken bugün yüzde 80’e varan bir işsizlik söz konusudur. Sadece bu sayılar bile ‘öğrenci’ olma durumunun mutlaka yeniden tanımlanmasının zorunluluğunu göstermektedir.

153


154 ONBİIRINCITEZ

bilgisayar başında olmak da gerekmez. Sokağı seyretmek, bir diğer işçiyle muhabbet etmek ve hatta tuvalete gidip uzun süreler harcamak bile, bu ‘unformal’ direnişe dâhildir. Yine hatta tuvalette uzun kalmayı, ‘iş kaybını’ engellemek için Japonlar, bir tuvalet alarmı da yapmışlardır ki mutlaka bütün diğer yaptıkları gibi uzaktan kumandalıdır. İşte freelance evde çalışanlar, bütün bunların hiçbirini yapamaz. Çünkü sadece çalıştıkları saf zamanın ücretini alabilirler. Yılsonu tatilleri, hafta sonu izinleri ya da 8 saatlik mesai saatleri filan yoktur ve hatta fabrikada, ofiste patronun ödediği elektrik parasını bile kendileri öder. Neoliberal politikaların yaygın bir şekilde ortaya çıkardığı, bu güvencesiz çalışmanın mağdurları, ‘freelance’ çalışanlar yine bu isyanların açık sınıfsal bağlarını yansıtan temel dinamikleriydi. Yani işsiz işçi olmanın bir başka adıdır freelance… İsyana ve katılanların kökenine ilişkin, yine dışarıdan, pencereden bakanların körlüğü, bir yandan isyanı orta sınıfa hasredip, yoksul katılımı olmayan, yani gerçek bir isyanın temel aktörlerinden yoksun şeklinde değerlendirmeleri, öte yandan da yoksulların zaten ‘cahil’ oldukları için hala yerinde oturduklarının söylenmesine neden olan, yeni işçi sınıfını, orada seçememeleridir. Yeni işçi sınıfı, bey/hanımefendi görünümlü plaza işçileri, kravatlı, tiril tiril, üniversite mezunu, yabancı dil bilen ‘call center’ çalışanları, uzun saçlı dövmeli motorlu kuryeler, yemek servisleri, McDonald’s çalışanları, dışarıdan bakıldığında her ne kadar başka görünüyorsa da belki teorik bulmayacağınız bir deyimle de olsa bal gibi işçi sınıfıdır. Farklı farklı yerlerde, çeşitli isimler altında, güvencesiz ve esnek çalışan, klasik işçi örgütlenmelerinde hiçbir zaman bulunmayan ve bunu gerçekleştirilmesi de mümkün olmayanların, kelimenin tam anlamıyla neredeyse bütün halkın, kimlik mücadelesidir. Bu, bir araya gelme nedeni kimlik isyanı olan, yukarıda değindiğimiz Alevi ve Kürt kimliği ile sınırlı değildir ve hatta merkezinde de bu yoktur. Kimlik, teoliberal3 hükümetin, günlük yaşantımıza bile doğrudan müdahale ettiği, sınıf öğretmeni tavrına karşı –sözüm öğretmenlerden dışarı- bir kimlik mücadelesidir aynı zamanda. ‘İçki içme’, ‘Üç çocuk doğur’, ‘Kürtaj yapma’, ‘Sigara içme’, ‘Sezaryenle doğurma’, ‘Tam buğday ekmeği ye’ gibi her gün televizyondan yediğimiz ‘fırça’dan4 bıkan bir isyandır bu. Bu yüzden kadın ve LGBT kimliği, kendi renkliliklerini de etkisini de göz ardı etmeden denilebilir ki, isyanın en karakteristik taraflarından biri olarak öne çıkmıştır. İsyanı başka yapan, mesela LGBT yürüyüşüne neredeyse 50.000 kişiyi bir şekilde dâhil eden, isyanın bu radikal kimlik mücadelesi olmasıdır. Doğrudan yaşam biçimini koruma direnişidir bu. Duvarlarda çok güzel vurgulandığı gibi; ‘O son 3 Teoliberal tanımı, Nikaragua devriminin kültür bakanı, devrimci Hıristiyan Ernesto Cardenal’ın İstanbul’daki söyleşisi sırasında, çevirmenin yanlışlıkla doğurduğu bir terimdir. Cardenal devrimci bir teolog olduğundan, teolojiden ve neoliberalizme karşı mücadeleden söz ederken, çevirmen bunu yanlışlıkla, ‘Teoliberalizm’ diye çevirdi. AKP hükümetini bu kadar iyi tanımlayan, bir başka kelime de yoktur. 4 İsyanın ilk günlerinde, Rıdvan Turan’la konuşurken, isyanda kimliği özetleyen bir cümlesiydi bu.


Mekan isyanı

İsyanı ve katılanların kökenine ilişkin, yine dışarıdan, pencereden bakanların, isyanı orta sınıfa hasredip, bir yandan yoksul katılımı olmayan, yani gerçek bir isyanın temel aktörlerinden yoksun olduğunu, öte yandan yoksulların zaten ‘cahil’ oldukları için hala yerinde oturduklarını söylenmesine neden olan, yeni işçi sınıfını, orada seçememeleridir. Yeni işçi sınıfı, bey efendi görünümlü plaza işçileri, kravatlı, üniversite mezunu, yabancı dil bilen ‘Call center’ çalışanları, uzun saçlı dövmeli motorlu kuryeler, yemek servisleri, Mac Donald’s çalışanları, dışarıdan bakıldığında her ne kadar başka görünüyorsa da belki teorik bulmayacağınız bir deyimle de olsa bal gibi işçi sınıfıdır. birayı yasaklamayacaktı Tayyip’… Sonuç olarak, tabii ki şimdilik, Haziran isyanı bu üç ağaç üzerinden çıktı; Mekân, Kimlik, Ekoloji ve tam anlamıyla bir halk isyanıydı. Halk kim miydi? ‘Köydeki herkes… Ağalar ve Köpekleri dışında...’5

5 Ali Topuz anlatıyordu. ‘Küçükken bir şey yaptığımda, babaannem oğlum yapma halk ne der, halk ne der diyordu. Bir gün ‘Babaanne halk ne?’ diye sordum. ‘Halk mı? Köydeki herkes… Ağalar ve köpekleri dışında…’ dedi.

155


156 ONBİIRINCITEZ

İç fetih ve kapitalist kent Ulaş Bayraktaroğlu*

Y

aşanan mekan, içinde yaşayanlarıyla bir bütünlük arz eder. Oluşumu, biçimlenmesi, değişimleri toplumsal mücadelelere bağlıdır. “Kent soylu” burjuva, hakim sınıf olarak burjuvaziye dönüştüğünde kapitalist kentin temelleri inşa edilmiş oldu. Kent “modern zamanlar”dan önce de vardı. Eski kent, yeni hakim sınıfa esas olarak iktidar zeminini sundu. Sanayi kenti, bu iktidar zemini üzerine tuğla, demir vb. yerine halkın emek gücü, kanı, canı ve katlanmak zorunda kaldığı birçok eziyetle inşa edilmiştir ve edilmektedir. Kentin geleceği açısından egemen sınıfların en parlak fikirleri, halkın geleceği açısından karanlık günlere denk düşüyor. Burjuva projeciliği aldatmaya dönük spekülasayon üretimiyle bir bütündür: “Konut sorununu çözmek amacıyla toplu konutlar yapıyoruz. Yaşam alanlarınızı boşaltın, size yeni evler vereceğiz” yaklaşımının ABD’nin Kızılderilileri kendi topraklarından sürerek zorla rezervasyonlara götürmesinden farkı yoktur. Ulaşım planlaması, meydanlar, okullar, fabrikalar, sermayenin ihtiyaçlarına göre planlanıyor. İnsan ve bir bütün olarak halk, bu proje ve planlarda herhangi bir inşaat malzemesi gibi nesnedir. Ontolojik olarak özne tarihi yapan eylemlerde belirir. Gerçek ise hareket esnasında, hareket ile beraber ortaya çıkar. Binlerce yıl önce kent daha küçük formlar halinde yaşayan toplulukların belli bir yönetsel erk etrafında birleşmeleriyle oluştu. Bu durumu temel olarak toplumların gelişmesinin bir aşamasında artı ürünün ortaya çıkmasına bağlayabiliriz. Kent örgütlenmesini mümkün kılan bir diğer gelişme, mevcut üretim teknolojisinin hem artı ürünün saklanmasına hem de daha uzak yerlere taşınmasına olanak vermesiydi. Nüfusun yığılması ve daha geniş yerlerde birleşik ya* Edirne F Tipi Cezaevi


İç fetih ve kapitalist kent

şaması bu alt yapıya ait gelişmelere bağlı olarak sosyal yapının biçimlenmesi ile ilgilidir. Bu sosyo-ekonomik yapının kent-devletlerini doğurması kaçınılmazdı. Ortaya çıkan hiyerarşik sistem, artı ürünü yönlendiren, hakim siyasal erkin iktidar alanı olarak kente, toplumların birleşerek daha geniş yerleşim birimlerinde yaşamalarından öte bir anlam yüklüyordu. Bu bağlamda doğuşu itibariyle kent iktidar merkezi olarak kavranabilir. Tam anlamıyla meta üretiminin merkezi olması ise zaman alacaktır. Böyle bir yaklaşımla kenti klasik ve kapitalist olarak ikiye ayırabiliriz. Klasik kent olarak sanayileşmeden ve kapitalizm öncesi kentten bahsediyoruz. Bu dönemin (genel eğilimi olarak) üretici güçlerin gelişmişlik düzeyine bağlı bir şekilde kent ile kır nüfusunun stabilize olduğundan bahsedebiliriz. Öyle ki genel olarak kent nüfusu genel nüfusun %10’unu kapsıyordu. “Artı ürün” kent merkezlerinden idare edilirken kırdaki tarımsal üretim toplumsal yaşamın maddi üretimi için esas belirleyendi. Sırasıyla el zanaatlarının, manüfaktür üretimin ve sanayi üretiminin üretim teknolojisini geliştirmesi ve kentin metanın sunulmasındaki pazar olma özelliği, kırı kente altyapı ilişkileri açısından gittikçe daha bağımlı hale getirdi. Bu maddi süreç kendi doğrultusunda ilerledikçe üretim merkezi haline gelen kent, tüm toplumsal yapıya hakim olan siyasal erkin güçlendiği bir merkez oldu. Kentin evrim sürecine ilişkin bu kısa özetimizi konumuza sadık kalabilmek için kabaca sonuçlandıracak olursak: Sanayi üretiminin gelişmesiyle kentin kıra hakim olma sürecinin (bir ana yapısal eğilim olarak) tamamlandığını tespit edebiliriz. Bu noktada “birleşik ve eşitsiz gelişme” yasasına uygun olarak kapitalist toplum merhalesinde her ülkenin bu süreci farklı biçim ve zamanlarda yaşadığını belirtmek gerekiyor. Genel eğilim olarak tarımsal ürün üretiminin maddi (üretim hattındaki) denetimi, “sanayinin” eline geçmiş oldu. Bu süreci küçük ölçekli tarımsal üretimden kapitalist tarımsal üretime (büyük ölçekli üretime) geçiş olarak tanımlayabiliriz. Bu sonuca her bölgede farklı aşamalardan geçilerek varıldı. Kuzey Amerikan “Güney”inde hakim olan ve köle emeğine dayalı olarak yapılan plantasyonculuk, Amerikan iç savaşında yenildi ve kapitalizme tabi olmak zorunda kalarak bu durumun bir örneğini sunmuş oldu. İngiltere ise bu süreci küçük ölçekli üretim yapan köylüleri çeşitli yasalarla zorlayarak ve yerel egemenlerin erklerini küçük köylü üretimini, “özgür köylüyü” tasfiye etmek için kullanarak geçirdi. Önce Avrupa feodaliteden kapitalizme geçiş sürecini, sonra Kuzey Amerika atipik bir ara formdan kapitalizme geçiş sürecini tamamladı. Sömürgecilik ve daha sonra emperyalizm vasıtasıyla Güney Amerika ve Avustralya kıtası daha dışsal süreçler yaşamışlardır. Afrika kitasını ise hem kendi iç şartları hem de sömürgeciliğin-emperyalizmin etkileri açısından konumuzla ilgili olarak Kuzey ve Güney olmak üzere genel iki kısma ayırarak irdelemek daha doğru

157


158 ONBİIRINCITEZ

Böyle bir yaklaşımla kenti klasik ve kapitalist olarak ikiye ayırabiliriz. Klasik kent olarak sanayileşmeden ve kapitalizm öncesi kentten bahsediyoruz. Bu dönemin (genel eğilimi olarak) üretici güçlerin gelişmişlik düzeyine bağlı bir şekilde kent ile kır nüfusunun stabilize olduğundan bahsedebiliriz. Öyle ki genel olarak kent nüfusu genel nüfusun %10’unu kapsıyordu. olabilir. Asya kıtası ise kapitalist kentin geçiş süreci ile eş güdümlü olarak oluşmasını kendi içinde önemli farklılıklar gösteren özgünlüklerle yaşadı. Bu farklılık arz eden ülkelerden Çin’de 20. Yüzyılın ortalarına kadar feodalitenin yanı sıra emperyalizmin “dolayımsız” hakimiyetinden bahsedilebilir. 1949’da esas olarak yoksul köylü kitlelelerinin verdiği mücadele ile emperyalizmin ve feodalite’nin hakimiyetine son verildi. Ve bu anti-emperyalist, anti-feodal halk devrimi, başta Uzak Doğu olmak üzere bütün dünyaya yayıldı. Yoksul köylü kitlelerine ve ezilenlere dayanan bu halk devrimi stratejisi temel olarak işçi sınıfının devrimci kurtuluş ideolojisine, yani sosyalizme dayanıyordu. Çin Halk Cumhuriyeti önüne görev olarak sosyalizmin inşasını koymuştu. Fakat 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren “kapitalist yola” meyletti ve sonuç olarak bir tür “devlet kapitalizmi”ni benimsedi. 20. yüzyılın başında Rusya sömürgeci ve kapitalizmin hızla gelişmekte olduğu, fakat merkezi iktidarın otokrasinin elinde olduğu bir ülkeydi. 1917 Ekim Devrimi otokrasi, burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki çelişkileri proletarya lehine çözdü. Proletarya devrimi proletaryanın öncülüğünde işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün ittifakı ile mümkün oldu. Ekim Devrimi sosyalizmin inşasını ve komünizme geçişi önüne hedef olarak koymuştu. Devrim çeşitli sebeplerden (iç ve dış etkenler) yenilerek yerini bürokratik-elit bir mekanizmanın iktidarına bırakıncaya kadar emperyalist güçleri tehdit etti ve onların hegemonya alanları da dahil tüm dünyayı etkiledi ve değiştirdi. Yine Asya kıtasında, Hindistan, İngiltere sömürgeciliğinin kıskacında ve kendi ulusal kurtuluş mücadelesi gerçeğinde ayrı bir kapitalist gelişme örneği sunmaktadır. Dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezinde kalan parça olarak Türkiye ise az gelişmiş kapitalist ve “feodal kalıntılarla” yarı sömürge özelliği gösteriyordu. Bu doğrultuda “Kurtuluş Savaşı” olarak adlandırılan mücadeleyle ve sonuçlarıyla hem bir devam hem de zorunluluk (yeni) cumhuriyeti oldu. Cumhuriyet örgütlemesi, Osmanlı Devletinin uzun yıllar önce kaybetmiş olduğu merkezi iktidarını tesis edebilmek için Misak-ı Milli sınırları içinde idari birimler oluşturdu. Ülkenin tam ortasına denk düşen Ankara’nın başkent ilan edilmesi merkezi iktidarı sağlamlaştırmayı amaçlamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti emperyalist güçlerle “sorunlarını” çözdükten ve merkezi iktidarını garantiye aldıktan sonra azgelişmişlik sıkıntıları içinde kapitalizmin


İç fetih ve kapitalist kent

klasik gelişim rayında ilerledi. Devlet, emperyalizme bağımlılık ve oligarşik diktatörlük üzerinden temellendi. Emperyalist güçlerle Sovyetler Birliği arasındaki soğuk savaş döneminde nispeten “ortayolcu dış politikası” cumhuriyetin özgün siyasal duruşuydu. Bu duruşuyla beraber ikinci paylaşım savaşı sonrası NATO’ya üye olması özgünlüğünün başka bir yönüydü. Ayrıca kapitalizmin yukarıdan ordu ve bürokrasiye hakim elit tarafından inşası cumhuriyetin önemli bir ayırt edici özelliğini oluşturuyordu. Ordu ve sivil bürokrasi oligarşik blokta baskın konumlarını uzun süre sürdürebildiler (AKP hükümetinin ikinci iktidar dönemine kadar). Türkiye’de kapitalizmin gelişim süreci Avrupa’daki serbest rekabet dönemini yaşamadı. Devlet sermayenin gelişiminde müdahaleci bir rol oynadı. Sistemin bu gelişim biçimi ve emperyalizme bağımlılık, kapitalist kentin biçimlenmesini de etkiledi. Örneğin, “yurdun dört bir tarafı demir ağlarla örülmedi” ama karayolları ile örüldü, montaj sanayisine ağırlık verildi, tarım ve hayvancılık geliştirilmedi (sekteye uğratıldı), ormanlık alanlar yok edildi, denizler kentlerin çöplüğü olarak kullanıldı, gecekondu yerleşimleri teşvik edildi. Bu listeyi uzatmak mümkündür. Esas belirtmek istediğimiz husus sermayenin en az “bedel” ödeyerek maksimum kârı hedeflemesi ve kent politikasını bu eğiliminin üzerine kurmasıdır. Kapitalist kent; köylü nüfusu, kendi sanayi üretimi organizasyonuna adeta bir vakum süpürgesi gibi çekerek işçileştirdi. Tarımsal küçük üretimin getirdiği kazançlar ağır üretim maliyetleri altında ezildi. Büyük sanayi üretimi karşısında verimliliği düşük küçük tarım tarım üretimi gitgide tasfiye oldu. Küçük toprak sahibi köylüler, büyük çiftçiler ve kanunlar karşısında dayanamadılar ve ya topraklarını satmak zorunda kaldılar ya da topraklarına el konuldu. Çaresiz kalan köylü yığınları kente göç etmek zorunda kaldılar. Ve kapitalist kentin fabrikalarında çalışarak proletaryaya katıldılar. Sanayi kentlerinin işçi talebi kapitalizmin gelişmişlik düzeyine göre değişir. Sanayi üretiminin hacminin ihtiyacı kadar işçi talep edilmektedir. İşsizler ordusu sermayenin rekabeti körükleyerek ücret oranlarını düşük tutmasına ve iş bulma olanağını dar tutarak proletaryayı çaresiz bırakarak baskı altında tutmasına yaramakta. Fakat böyle bir yığılmayı yönetebilmek için kapitalist devletin yeterince güçlü olması gerekmektedir. Sistemin denetim açısından yeterince yetkin olamadığı ülkelerde kırdan kente fazla göç sorun teşkil etmeye devam ediyor. Devlet göç hareketini bir taraftan desteklerken diğer taraftan denetim altına almak zorunda kalmaktadır. Burjuvazi, sanayi üretimi için ihtiyaç duyduğu işçi sınıfının varoşlara yerleşerek kenti kuşattığını görmekteydi. Burjuva lafazanlarının proletaryanın hak talep eden eylemleri için kültürel ayrımcılığı ve aşağılamayı da barındıran “varoşlardan geldiler, kent merkezlerine saldırdılar” tarzında yaklaşımları, kuşatılmanın ve korkunun ürünüdür. 1970 15-16 haziran işçi eylemleri burjuvazinin

159


160 ONBİIRINCITEZ

endişelerinin haklı olduğunu gösterdi. (1970 yılında toplam nüfusa kent nüfus oranı %35’in üzerine çıkmıştı.) 1960’ların ikinci yarısından 1970’li yılların başı arasında etkili köylü ayaklanmaları da söz konusudur. Fakat bu ayaklanmalar esas olarak toprak ağalarını, tefeci-tüccar uygulamalarını ve bu kesimleri arkalayan devlet pratiğini lokal olarak hedef alıyordu. Bu hareketler sanayi ve finans sermayesi açısından kendilerini doğrudan hedef alan proletaryanın eyleminden daha kolay baş edilebilir nitelikteydi. Dayatılan sömürge statüsüne karşı Kürt isyanı, sistemi güçlü bir şekilde etkiledi ve kapitalist kenti değiştirdi. Bu etki, isyanın kentlere yansıması ve Kürt köylerinin devlet zoruyla boşaltılmasıyla bölge içinde kentlere ve bölge dışında metropollere yoğun Kürt göçüyle gerçekleşti. Sistem sömürge halkını en kötü koşullarda, en ucuz işgücü olarak çalıştırarak sömürdü metropollerde. 1990’lı yılların ikinci yarısında gecekondu bölgelerinin hızlı genişlemesi belli bir doygunluğa ulaştı ve önemli ölçüde yavaşladı. Bu durumla beraber ihtiyaç doğrultusunda hizmet sektörü ve masabaşı çalışan işçi sınıfının hacminin genişlemesiyle proletarya da kent merkezinin dokularına yığınlar halinde işledi. En uç çepere kadar yayılan burjuva iktidarına karış merkeze kadar nüfuz edebilmiş proletarya isyanının potansiyeli karşılıklı konumlandı. Bu bağlamda proletarya 2013 Haziranı’ndaki “Gezi Direnişi”yle burjuvaziye kendi gücünü tekrar hatırlattı. Büyük sanayi işçisi örgütlü bir biçimde “Gezi Direnişi”ne katılamadı. Bu durumun mevcut sendikaların (sektörlerde etkin olan) sarılığı ve sosyalist hareketin proletaryadan kopukluğu gibi örgütsel nedenleri var. Diğer taraftan kapitalist kentin sistem karşıtı eylemlerin yayılmasını, büyümesini engelleyecek tarzı biçimlendirildiği ve planlandığı aşikar. (Fabrikanın meta üretimi için çalışma örgütlenmesi bir ayaklanma hareketi için çeşitli imkanları içinde barındırmaktadır.) Meseleye böyle bir açıdan yaklaşırsak imkanlar dahilinde fabrikayı yerleşim biriminden ayırmak (aynı zamanda kent merkezlerinden uzaklaştırmak anlamına geliyor) sistemin çıkarınadır sonucuna varırız. Yerleşim birimini ve fabrikayı ayrı ayrı kontrol altına almak sermaye için verimli bir denetim sistemidir. Ulaştırma, taşıma ağları uygunsa ve kolluk kuvvetleri nicelik, nitelik ve donanım açısından yeterliyse kapitalist kent bu şekilde dizayn edilebilir. Bu hareket kabiliyeti sermayeye güvenliğin dışında hammaddeye ulaşım, metanın sevkiyatı gibi üretim sürecini ve arzı ilgilendiren konular açısından daha kârlı planlamalar yapabilmesi için olanaklar sunmaktadır. Sermayenin genişleyen olanakları işçi sınıfının barınma sorunundan doğan “kontrolsüz alanları” denetim altına almak için yeni planlarını hayata geçirmesini sağlayacaktır. Sermaye, denetim ve hegemonya tesis edebilmek için kenti otoritenin kalesi gibi inşa eder. İnşa faaliyetini, fiili korunma önlemleri dışında otorite anıtının dikilmesi olarak algılamalıyız. “Ortadoğu’nun en büyük adliye saraylarının”, meydanla-


İç fetih ve kapitalist kent

rın-parkların değiştirilmesinin ve benzeri faaliyetlerin bu ideolojik hegemonya tesisi amacıyla ilgisi vardır. Taksim Meydanı’ndaki Gezi Parkı’na son bir yıldır kurulmuş olan prefabrik karakolu herkes hatırlar. Bu uygulama, pratik bir güvenlik önleminden çok sistemin topluma gözdağı vermesine yönelik gibiydi. Bu uygulamanın “Arap Baharı” diye adlandırılan halk ayaklanmalarının kent merkezlerini işgal etmelerine denk gelmesi, üstünde düşünülmesi gereken bir fenomen. Kapitalist kent düzeni, halk kendini balık ağına yakalanmış gibi hissetsin (kuşatılmışlık hissiyatı tarzında) ve düzene uymaktan başka çaresi olmadığını düşünsün diye çalışıyor. Metropol’ün merkezi otoritesi; alt kentsel yerleşimleri, fabrika bölgelerini, metanın sunulduğu pazar bölgelerini, tarımsal üretim alanlarını idare eder, denetim altında tutar. Bu doğrultuda son yıllarda Türkiye’de merkezi otorite bir tür iç fetih eylemine girişmiştir. Bu eylem kapitalist iktidarın tekrar yeni biçimlerde üretilmesiyle hayata geçirilmeye çalışılıyor. Bu amaçla sermaye saldırısı ilk elden emekçilerin yaşam alanlarına yöneldi (Aynı zamanda her sermaye hareketinin doğrudan ya da dolaylı kâr hedeflediğinin altını çizmek gerekiyor). İç fethin adının “kentsel dönüşüm” olarak konulması gerçeği değiştirmiyor. İşçi sınıfı borçlandırılıyor, kendi mahallelerinden sürülüyor ve barınma hakları gasp ediliyor. Kent merkezlerinden dışlanmaya çalışılan işçi sınıfının siyasal eyleminin, merkez dışında, deniz doldurularak yapılan (etrafı denizle çevrili) alanlara hapsedilmesi planlanmaktadır. Taksim Meydanı ve diğer kent merkezleri, işçi sınıfı ve halk hariç herkese serbest. Sistem, işçi sınıfının siyasal varlığını metropol çapında yasaklamaya çalışmakta ve halka izin verilen yerlerde “yaşayabilmesi” ve “gezebilmesi” için düzene itaat etmesi gerektiğini dayatıyor. Gezi direnişi ile sömürü düzeninin çarkları kırılamadıysa bile kırılabileceği anlaşıldı. Hükümranlığın asıl korkusu iktidarını kaybetmesiyle ilgilidir. Korkunun ecele faydası yoktur. Gelecek fırtınanın habercisi rüzgar fısıldıyor: “Özgürlük-Eşitlik-Adalet”.

161


162 ONBİIRINCITEZ

David Harvey’le röportaj:

Postkapitalist tahayyülün önemi* David Harvey** David Harvey, barınmadan ücretlere kadar kapitalizmin çelişkilerinin incelenmesinin alternatif dünyaya giden yolu işaret edebileceğini söylüyor Ağustos 2013 Bundan beş yıl önce, Lehman Brothers (15 Eylül 2008; ç.n.) ABD tarihinin en büyük iflas koruma başvurusunda bulundu. Lehman Brothers’ın çöküşü, ‘Büyük Durgunluk’un –İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana kapitalizmin en önemli tarihsel krizi- uyarısını veriyordu. Şu an krizde olan bu sistemin esaslarını nasıl anlamalıyız? Ve bu sistem, emekçilere kemer sıkma kisvesi altında savaş açarken bundan başka bir dünyayı nasıl tahayyül edebiliriz? Bu soruların yanıtlanmasında çok az kişi Marksist coğrafyacı David Harvey kadar etkilidir. Harvey, söz konusu sorunlara dair geçtiğimiz haftalarda Ronan Burtenshaw ve Aubrey Robinson’a konuştu.

Şu sıralar “Kapitalizmin 17 Çelişkisi” isimli bir kitap üzerinde çalışıyorsunuz. Neden kapitalizmin çelişkilerine odaklandınız? Kapitalizm çözümlemeleri, kapitalizmin muazzam ve asli çelişkileri olduğunu ortaya koyar. Bu çelişkiler, periyodik olarak çığırından çıkar ve kriz yaratır. Bir krizden geçiyoruz ve bu krize girmemize neden olan çelişkilerin neler olduğunu sormanın önemli olduğunu düşünüyorum. Krizi, çelişkiler bakımından nasıl çözümleyebiliriz? Marks’ın en önemli sözlerinden biri “Kriz, her zaman, altta * David Harvey interview: The importance of postcapitalist imagination | Red Pepper, http:// www.redpepper.org.uk/david-harvey-interview-the-importance-of-postcapitalist-imagination/, Erişim 23 Eylül 2013 16.48. ** Çeviren: Erkan Çınar & Serap Güneş


Postkapitalist tahayyülün önemi

yatan çelişkilerin sonucudur” şeklindedir. Bu nedenle sonuçlarından ziyade bu çelişkilerin kendisini ele almalıyız. Üzerine odaklandığınız çelişkilerden biri malın kullanım ve değişim değeri. Bu çelişki kapitalizm için neden çok asli ve bu çelişkiyi resmetmek için neden konut edinimini kullanıyorsunuz? Tüm malların bir kullanım ve değişim değerlerinin olduğu anlaşılmalıdır. Bir bifteğe sahipsem, kullanım değeri onu yiyebileceğimdir, değişim değeri ise ona ne kadar para vermem gerektiğidir. Ancak konut edinimi bu minvalde çok enteresandır, çünkü kullanım değeri olarak evi bir barınak, mahremiyet, insanlarla duygusal ilişki dünyası, evi söz konusu amaçlarla kullandığınız şeylerin uzun bir listesi şeklinde anlayabilirsiniz. Fakat öte yandan, eve nasıl sahip olduğunuz sorusu mevcuttur. Vaktiyle evler insanların kendilerince kurulurmuş ve hiçbir suretle değişim değerleri yokmuş. Sonra 18. yüzyıldan itibaren vurguncu konut inşası ortaya çıkmıştır –daha sonraları inşa edilip satılan Georgian sıraevleri (Bu mimari, adını 1714-1830 yılları arasında hüküm süren İngiliz krallarından; 1., 2., 3. ve 4. George’dan alan mimari tarzdan alır; ç.n.). Sonrasında evler, tüketiciler için tasarruf şeklinde değişim değeri haline geldi. Bir ev satın alırsam ve ipotek ile peşin ödersem bu, ev sahibi olmamla sonuçlanabilir. Böylece bir mülk sahibiyimdir. Böyle olunca, mülkün niteliğine dair çok endişeli hale gelirim. Bu durum ilginç politikalar yaratır –‘arka bahçemde olmaz’, ‘karşıdaki kapıdan giren bana benzemeyen insanlar istemiyorum’. Dolayısıyla konut piyasasında ayrımcılık yapmaya başlarsınız, çünkü insanlar tasarruflarının değerini korumak isterler. Ayrıca bundan 30 yıl kadar önce insanlar, konut edinmeyi spekülatif kazancın bir biçimi olarak kullanmaya başladılar. Bir ev edinebilir ve onu ‘döndürebilirsiniz’ –bir evi 200 bin sterline alır, bir yıl sonra o ev için 250 bin sterlin alırsınız. 50 bin sterlin kazanmışsınızdır, öyleyse neden bunu yapmayasınız? Değişim değeri egemen olmuştur. Ve böylece spekülatif artışı elde etmişsinizdir. 2000 yılında küresel borsaların çöküşünün ardından artık sermaye konut alanına akmaya başladı. Bu, ilgi çekici türden bir pazar. Eğer bir ev alırsam ve sonrasında ev fiyatları yükselirse, siz ‘ev fiyatları yükseliyor, bir ev satın almalıyım’ dersiniz ve sonra başkaları da pazara dâhil olur. Bir konut balonunuz olur. İnsanlar bunun içine çekildi ve sonra patladı. Bu halde ansızın birçok insan artık konutun kullanım değerine sahip olamadıklarını, çünkü değişim değeri sisteminin bunu yok etmiş olduğunu anladı. Bu ise, insanlar için kritik önemde olan barınmada kullanım değerinin çılgın bir değişim değeri sistemince sağlanmasına izin vermenin iyi bir fikir olup olma-

163


164 ONBİIRINCITEZ

dığı sorusunu ortaya çıkarıyor. Bu sadece barınma için değil, eğitim ve sağlıkta da geçerli bir sorun. Bunların birçoğunda teoride değişim değeri dinamiklerinin kullanım değerini sağlayacağını söyledik ama sıklıkla yaptığı şey kullanım değerini mahvedip insanların iyi sağlık ve eğitim hizmeti alamaması ve barınamaması oldu. Bu nedenle kullanım ile değişim değeri arasındaki farka iyi bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Sözünü ettiğiniz bir başka çelişki, kapitalizmde üretimde arz tarafı vurgusundan zaman içinde tüketimde talep tarafı vurgusuna geçiş süreci ile ilgili. Bunun yirminci yüzyılda kendisini nasıl gösterdiğinden ve neden bu kadar önemli olduğundan bahsedebilir misiniz? Büyük sorunlardan biri uygun bir pazar talebini canlı tutmak, böylece o sermaye ne üretirse üretsin absorbe edebilmeniz. Diğeri ise sermayenin karlı üretim yapabileceği koşulları yaratmak. Karlı üretim koşulları genellikle işgücünün bastırılması demektir. Bir ücret basıncına girdiğiniz ölçüde (giderek daha az ücret ödeme) kar oranı artar. Dolayısıyla üretim tarafından, işgücünü yapabildiğiniz kadar bastırmak istersiniz. Bu size yüksek karlar sağlar. Ama sonra şu soru ortaya çıkar: Ürünü kim alacak? İşgücü bastırılırsa pazarınız ne olacak? İşgücünü çok fazla bastırırsanız sonunda kriz olur çünkü pazarda ürünü absorbe edecek yeterli talep olmaz. Bir süre sonra yaygın şekilde şu yorum yapılmaya başlandı: 1930’ların krizinde sorun talep yetmezliğiydi. Dolayısıyla yeni yollar inşa etmeye dönük devlet öncülüğündeki yatırımlara doğru bir kayma oldu, WPA (ABD’de kriz sonrası New Deal politikaları kapsamında kurulan İş Geliştirme İdaresi; ç.n.) kuruldu falan. Dediler ki ‘borçla finanse edilen talep üzerinden ekonomiyi yeniden canlandıracağız’ ve bu şekilde, Keynesyen teoriye döndüler. Böylece 30’lardan ekonomiye epeyce bir devlet müdahalesi ile talebi yönetme konusunda çok güçlü bir kapasite ile çıktınız. Bunun sonucu olarak da çok yüksek büyüme oranları elde edersiniz ancak yüksek büyüme oranlarına işçi sınıfının artan ücretler ve daha güçlü sendikalarla güçlenmesi de eşlik eder. Güçlü sendikalar ve yüksek ücretler kâr oranlarının düşmeye başlaması demek. Sermaye krizdedir çünkü işgücünü yeterince bastırmamaktadır ve siz de bunu değiştirmek için düğmeye basarsınız. 1970’lerde Milton Friedman’a ve Chicago Ekolü’ne döndüler. Ekonomi teorisinde bu hâkim hale geldi ve insanlar arz tarafına, özellikle de ücretlere dikkat göstermeye başladılar. Ücretin bastırılmasına geldi sıra ve 1970’lerde bu başladı. Ronald Reagan hava trafik kontrolörlerine saldırdı, Margaret Thatcher madencilerin peşine düştü, Pinochet solcuları öldürdü. Bunların tümü işgücüne dönük saldırılardı ve kar oranlarını yükseltti.


Postkapitalist tahayyülün önemi

1980’lere gelindiğinde kar oranında sıçrama yaşanmıştı çünkü ücretler bastırılıyor ve sermaye iyi kazanıyordu. Fakat sonra malları nereye satacağınız sorusu ortaya çıktı. 1990’larda bu borç ekonomisince gerçekten karşılanabiliyordu. İnsanları çok fazla borç almaya teşvik etmeye başladınız, bir kredi kartı ekonomisi ve barınma alanında yüksek morgıçla finanse edilen ekonomi yaratmaya başladınız. Bu ortada gerçek bir talep olmadığı gerçeğinin üstünü örttü. Ancak sonunda 20072008’de patladı. Sermayenin sorusu şuydu: ‘Arz tarafında mı talep tarafında mı çalışıyorsun?’ Benim antikapitalist dünya görüşüm bu ikisini birleştirmeniz gerektiğidir. Kullanım değerine geri dönmelisiniz. İnsanlar hangi kullanım değerlerine ihtiyaç duyuyorlar ve biz üretimi bunlara uygun şekilde nasıl organize ediyoruz? Öyle görünüyor ki bir arz tarafı krizi ile yüz yüzeyiz ve yine de kemer sıkma bir arz tarafı çözüm bulma çabası. Buna ne demeli? Bir bütün olarak kapitalizmin çıkarları ile kapitalist sınıfın veya onun bir kısmının çıkarlarına olanı birbirinden ayırmanız gerekir. Bu kriz sırasında, genel anlamıyla kapitalist sınıfın işleri epey iyi gitti. Bazılarının canı yandı ama çoğu son derece iyi iş yaptı. OECD ülkelerinin son çalışmalarına göre, sosyal eşitsizlik krizden bu yana ciddi şekilde arttı, bu da krizin faydalarının üst sınıflara aktığı anlamına geliyor. Krizden çıkmak istemiyorlar çünkü işleri yolunda. Bütün bir nüfus acı çekiyor, kapitalizm bir bütün olarak sağlıklı değil ancak kapitalist sınıfın, özellikle de içindeki oligarşinin işleri, son derece yolunda. Kendi sınıf çıkarları adına hareket eden tek tek kapitalistlerin gerçekte bir bütün olarak kapitalist sisteme çok zarar veren şeyler yapabildikleri pek çok durum var. Şu anda böyle bir durumda olduğumuzu düşünüyorum. Son zamanlarda sık sık sol adına yapmamız gereken şeylerden birinin kapitalizm sonrasına dair tahayyülümüzü geliştirmek ve postkapitalist bir dünyanın nasıl olacağı sorusunu sormaya başlamak olduğunu söylediniz. Bu neden bu kadar önemli? Ve size göre, kapitalist sonrası nasıl olacak? Önemli çünkü hiçbir alternatif olmadığı uzun süredir kafalarımıza vurulup durulur. Yapmamız gereken ilk şeylerden biri, onu yaratmak için adım atmak üzere alternatif hakkında düşünmek. Sol neoliberalizmle o denli içli dışlı oldu ki ulusal ve sosyal meseleler dışında sağ kanattan siyasal partilerle farkını gerçekten söyleyemezsiniz. Politik ekonomide pek fark yok. Kapitalizmin nasıl çalıştığı üzerine alternatif bir politik ekonomi bulmalıyız ve bazı ilkeler var. İşte bu yüzden çelişkiler ilginç. Her birine

165


166 ONBİIRINCITEZ

aynı bakıyorsunuz, örneğin, kullanım değeri ve değişim değeri çelişkisi ve şöyle diyorsunuz: ‘alternatif dünya kullanım değerlerini sunduğumuz dünya olacak.’ Böylece kullanın değerlerine konsantre oluruz ve değişim değerinin rolünü azaltmaya çalışırız. Veyahut para politikası. Emtia dolaşımı için paraya ihtiyacımız var, bunda sorun yok. Ancak para konusundaki sorun özel kişilerce tutulabilmesi. Kişisel bir güç, sonra da bir fetiş arzusu haline geliyor. Kimse ne olduğunu bilmemesine rağmen insanlar hayatlarını bu para arayışının etrafında kuruyorlar. Bu yüzden para sistemini değiştirmemiz gerekiyor -ya insanların almaya başladığı her türlü fazlayı vergilendirmek veya uçuş mili gibi harcanıp giden ve saklanamayan bir para sistemi oluşturmak. Ancak bunu yapmak için bir yandan da özel mülkiyet-devlet ikiliğini ortadan kaldırmalı ve ortak bir mülkiyet rejimi yaratmalıyız. Ve, belirli bir noktada, insanlar için temel bir gelir (vatandaşlık geliri; ç.n.) üretmeniz gerekir çünkü tasarruf edilemeyen bir para biçimine sahipseniz, insanlara garanti vermeniz gerekecektir. ‘Kara gün için biriktirmen gerekmiyor çünkü ne olursa olsun bu vatandaşlık gelirini alacaksın.’ diyebilmelisiniz. İnsanlara özel, kişisel tasarruflardan ziyade sosyal güvenlik sağlamalısınız. Bu çelişik şeylerin her birinde değişim sağlayarak sonunda farklı bir toplum elde edersiniz ve o toplum şu an içinde olduğumuzdan çok daha rasyonel olur. Bugün olan şey şu: bir şeyler üretiyoruz ve sonra tüketicileri ürettiklerimizi tüketmeye ikna etmeye uğraşıyoruz, buna gerçekten ihtiyaçları olsun veya olmasın fark etmiyor. Aynı şekilde insanların temel isteklerinin ve arzularının ne olduğunu da açığa çıkarmamız ve ardından üretim sistemini bunu üretecek şekilde harekete geçirmemiz gerekiyor. Değişim değeri dinamiğini ortadan kaldırarak, tüm sistemi farkı bir şekilde reorganize edebiliriz. Bugün her şeyi mahveden bu hâkim sermaye birikimi formundan kopuştukça, sosyalist bir alternatifin ne yönde hareket edeceğini hayal edebiliriz.


167


168


169


170


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.