Depoabluka

Page 1





bikini killer / daphne gottlieb Dördünde , Mimi nin o kızlardan biri olarak büyüyeceği açıktı Annesi ona ‘’fame fer tall’’ diye seslenirdi Sigara içen o çapkın kızlardan biri Partiye yada cinayete gider gibi salınırlardı Mimi 4 yaşında , topuklu ayakkabılarıyla ayaklarına bantlanmış kaverengi dantel şeritler havlusuyla eşleşiyor Karıncalar adımlarının giyotin sesinde çırpınıyor Yukarı aşağı adımlarla yürüyüşü çınlarken Kurtçukları beceriyle ikiye bölüyor Böcek dünyasında terörünü estrirken Yol boyundaki bütün köpeklerin sevgilisi o Gözlerini ondan alamıyorlar Onun için salyaları akıyor Adımlarının güzelliğine hırlıyorlar Onu taze etmiş gibi kokluyorlar Onu yalnız bırakmıyorlar Birbirlerini kıza bakması için dürtüyorlar Evine yemeğe giderken kızı gizlice takip ediyorlar İyi bir sürtük gibi , can yakmak için doğmuş Küçük sırları var Çilekli bir ruj dudaklarını kırmızı yapıyor ‘’lütfeen’’ onun dilediğini yapın Köfte artıklarını asla çöpe atmıyor Onları bikinisinin alt parçasında saklıyor

çev: Giizem Aktan


Umay Umay


Kimyasal Şüphe / semih yıldız Asker intiharları ile ilgili Psikolojik Risk Faktörü Tarama Anketi'ne katılan askerlerin; yüzyüze yapılan görüşmeler sonucu tedaviye ihtiyacı olan 53 binini hastanelere sevk edildi; Sonuçta ne kadar kötü niyetli olursa olsun, ne kadar beyni yıkanmış olursa olsun, ne kadar yanlışlara inandırılmış olursa olsun- bünyesinde yer alan talihsiz insanlar da nihayetinde ve başlangıcında birer insandır. Onların da insani açıdan bir kırılma noktası vardır. Zayıf anı ve zayıf halkası - Güvenlik güçleri de insandır- erbaş ve erler arasında intihar, intihara teşebbüs, kendini yaralama ve firar gibi ağır disiplinsizlik olaylarına karşı; Doktorlar yaralanmanın ve firarın kimyasal silahtan kaynaklanmış olabileceğini belirtti. olağanüstü koşullarını fırsat bilen bazı askerlerin Peygamber Ocağı'nda Kur'an-ı Kerim'i irtica delili olarak yaktı – bu olay üstüne Diyanet Basın Merkezi'nden yapılan açıklamaya göre, Mehmet Görmez, Twitter'dan - ''Gelen yoğun sorular üzerine derim ki batıl, sahte, hurafe kıyamet senaryolarına itibar etmeyelim. Ebedi aleme hazırladıklarımıza bakalım. Dünya ahiretin tarlasıdır. Cennet, tohumunu bu dünyada ektiğimiz bir bahçedir. Cehennem ise ateşini bu dünyadan götürdüğümüz bir ocaktır. 'Rabbimiz, bize dünyada da ahirette de güzellikler ver' -huzuruna çıkarmadan önce (“kadın olduğu pek belli olmayan mankenler”) Mankenin kafası, kolları ve bacakları-nı kes üzerilerine teni göstermeyen kumaş giydir- değişiklik yap - müstehcen bul- uygun hale getir; Yanına gittim. O an bana cinsel yönden çekici geldi. Biraz konuştum. Kucağıma aldım. Sonra neler yaptığımı hatırlamıyorum - Akan kanın durdurulması için kiminle görüşülmesi gerekiyorsa görüşürüz Terör örgütüyle, ayrılıkçı hareketlerle müzakere masasına oturmak şeytanla aynı yatağa girmek gibidir - Silah kampanyası! Sig Sauer ve Glock… en çok talep gören silah markaları! hükümetinin bilgisi altında hâkim ve savcılara 'ucuz silah kampanyası'na 10 bine yakın talep Başta Türk medya aracı Türkiye'nin Gaziantep Kenti yakınlarında ürettikleri bu kimyasal silahları-sivillere karşı kullanmakla tehdit ettiklerine dikkat çek! Konuya ilişkin bakanlığımca trişinelloz epidemisi durumunda gerek vaka yönetiminin uygun bir şekilde sağlanması, gerekse vakalara zamanında müdahale edilerek doğru bir şekilde tedaviye alınması amacıyla hazırlanan 2004/28 sayılı genelge ile trişinelloz vakalarında yaklaşım dokümanı ve vaka bildirim çizelgesini illere gönderdik. Aktif bir takip ve müdahale uyguluyoruz-yaban domuzu etinden çiğ köfte tiyatral şiirinde kimi zaman kendini yerlere atan, kimi zaman bayrağa dönüp milli duyguları-la herkesi duygulandırdı taciz skandallarıyla çalkala; Eski Bakan R. doktorun elini tutarak, parmaktaki kesiği 2 kez üst üste öptü. Daha sonra da kapıdan çıkmak isteyen N'in elinden tutarak kendisine doğru çekti. Sarılıp saçlarını okşadı, ardından da dudaklarını öptü. Cinsel saldır- ruh sağlığının bozulup bozulmadığı-nı araştır - ruh sağlığının bozulmadığı yönünde rapor ver ve sokak ortasında cinsel organını göster. Roma döneminden kalma 1600 yıllık tarihî Sultan Sarnıcı, düğün, nişan, sünnet ve kına gibi organizasyonlar için (kullan) güvenlik kamerası tarafından da saniye saniye kayıt edilen iki tecavüz girişimine tanık ol -. porno sitesinde gezinti yaparken geçtiğimiz yıl evlendiği eşi’nin videosuna rastladı. - türk kızından ateşli pozlar- dudak dudağa kızlar – en çok hangi model sattı- 10 bine yakın talep Sig Sauer ve Glock Mankenin kafası, kolları ve bacakları-nı kes Asker intiharları – Peygamber Basın Merkezi'nden yapılan açıklama; Yanına gittim. O an bana cinsel yönden çekici geldi. Biraz konuştum. Kucağıma aldım. Sonra neler yaptığımı hatırlamıyorum Sevda Demirel "Hayatımın dönüm noktası babamın ölümüyle başladı. Hayatın ne kadar boş olduğunu anladım. Dini okuyup öğrenmeye başladıkça daha önceki ilişkilerimde zina yaptığı ve ne kadar günah işlediğimi gördüm. Son ilişkimde dini nikah yaptım.Ama yürümedi. Hayatıma inançlı namazında biri girsin istiyorum. Öyle biri girerse ve evlenirsem umre'ye ve hacca gideceğim.Kimseye ne kırgınım ne kızgın 3D Cumhurbaşkanı Bir çizgi film için sanal stüdyoda Balıkesir 'den aldığım yavruları 7 ay boyunca doğal ortamlarda yetiştirdim. hindileri İstanbul'dan gelen tüccarlara satmak zorunda kaldık Sonra neler yaptığımı hatırlamıyorum Kucağıma aldım cinsel yönden çekici.

14


gemideki ot / kerim atay uyku tutmadı. deniz tutmadı. gelesim tuttu. küçük dilimi tuz yuttu, lütf’en cevap veremedim, gemideydim; ticari. o yüzdendir umarım, buyur edilmedim; boş bir yer vardı, iliştim. boş yerlere ilişebildiğin dükkanlarda içemediklerini satarlar; yiyemediklerini ısmarlar makyaj yapmamış kızlar. ümit burnu’nu hiç gördün mü; merak etmezler, tezgahlara çağla düşmemiştir henüz. “vay amcıklar!”... deme! ayıptır! siparişin önceden alınmıştır; en hızlı yutabileceğin neyse o: gurur... esrimiş bir taze belki; şanslıysan. tabi bir de gemiden ot getirdiysen yanında. “kaldı mı adam lan bu dünyada ?”... soru da değil ki bu, cevap veresin; “esrimişin tazesi olursa, vardır bir umut elbet”... sus gemici. sus; konuştuğun sokaklar yalnızca söyleyemediklerini hatırlar ve sen intihar etmeyi, veda etmeyi, davet etmeyi, iç etmeyi, yani yekten “etmeyi” hiçbir limanda beceremedin. becerebileceğin; iki tüylü delik. hali hazırda yaşarmışsa onlar da; “edilmeyi” göze alabiliyorsa bu geceki çapsız mezhebin. tabi bir de yanında ot getirdiysen gemiden. çünkü sen oyunda yokken, dumanı üleştiler. kurumunu temizlemediğin bacayı sana yar etmediler. bu kurumlar böyledir gemici; kurursun, kuramazsın, kurutamazsın; halbuki kurusu makbuldür. kimsesiz hayvanlar, hayvansız kimseler: müşteriler; yani müştekiler, ölülerini yıkamak, yıkadıklarını da öldürmek için kullanıyorlar suyu. bu cila müessesenin ikramı; içiniz. fakat siz başka bir hayat istiyorsunuz benden, üstelik ot getirmeden yanınızda; gemiden, geçiniz...


Tanrı Seninle Olsun Bebeğim. Bütün Bunlar Bir Rüya. Seni Binlerce Kez Öperim. / fatma nur türk “Adem’in Düşü” (sağ bölüm ) 130 x 160 Bu, yağmaktan usanmayan bir yağmurun temizleyeceği, önüne katıp götürebileceği bir leş mi ?

Bu kadar gürbüz bir leş nereye bırakılabilir? Bu leşin yok olması, anlama uygun düşmeyen bir ifade sanki yeryüzü için. Tamamlanamayan bir cümle varlığının hiçlik ihtimali Tanrı için.

Yüzlerce yıldır yüzlerce yüz değiştirmiş yüzsüz leş, sen dönme bir dolapsın. Dolabının ağzından çıkan her komut ağır kokulu, köhne, sevimsiz, kibirli, mağrur.

Utanmıyor, gocunmuyorsun. Her nasılsa kurduğum her devrik cümle parça parça olmuş suratına sıvadığım bir fırça boya oluyor, ağzına çaldığım bir kaşık bal oluyor ki sen karda yürüyüp izini belli etmeyesin.

“Adem’in Düşü” (orta bölüm ) 160 x 200 Yüzüne yüz katan, yüz çalan, demode ama kendini antika sanan bir leş için bir de ben yeni bir yüz yaratıyorum sipariş üstüne. Bu yüzün adı: Kent Pokeri!

Bir Yüz Japon estamplarındaki gibi sonsuzla birleşen, donmuş bir eylem bu. Her şeyde ölüm sakinliği.Gökyüzünün boşluğu dolduruyor üçte ikisini, karenin kalem yanı yaşarmış bir göz çifti: uzaklara yitik bu gözlerde, tedirgin edici duygular. Olacakları fısıldayan Sybil bakışları bunlar: mermer donuğu, ceylan hüznü ve gökyüzü grisi yansıtan bakışla. Marilyn Monroe yaşasaydı Tanrı şahit, bu yüz benim için yaratılan yüze çok benziyor derdi. Perde aralarından sızan floresan ışıklarıyla hüzmelenen sisli bir gecede yere yatırılan ‘Marilyn yüzünü’, papirüsten dumanlı bir kentte fotokopiye verdiler. Ve duyuldu her köşe başında bir el reklam sesi: siiiiiiiiiiiiiiimmmmmmgggggeeleeeriiiinn üsstünnnnlüüükkkkk saaaaavaaaaşıııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııı!!!


16 “Adem’in Düşü” (sol bölüm ) 130x 160 Yüz: tüketilen bir haz nesnesidir. Güzel: tuvalde varedilen anlamı bastırandır. Komut: düşler, acılar, karabasanlar, anılar estetize edilmelidir. Eğer bir estetik haz ilkesinden söz edilecekse, muhakkak komuta uyulmalı, resimde asla düşünsel/anlamsal boyutun algılanmasından, kavranmasından sonra duyulacak bir haz beklenmemelidir. Tasarlanan yüzlerdeki temel sorun: sadece bir biçem ya da estetik sorunu değildir, yabancılaşmış, parçalanmış bir dünya algılamasının yol açtığı semantik bir sorundur. Leş: bize geleceğimizi göstermiyor. Tanrının resimlerindeki uzam- zamanın yetkin biçimde kanıtladığı gibi, bizi şimdinin ürküntüsü ve umarsızlığıyla olduğu kadar geçmişin ister istemez nostaljik bir yönseme gösteren hüzünlü içeriğiyle de yüz yüze getiriyor. Geleceğimizi ise bilemiyoruz. Not: üç parçası da kaotik ve amorf bir yapı sergileyen bu 3 tablo da neredeyse konuşacak, umarsız bir diyaloğa girişeceklerdir. Tepeden tam tuvalin ortasını aydınlatan büyük spot ışığı yani kent pokeri, dikkatleri zemindeki varlığa (her koşulda ölmüş ya da doğacak olan leşe ) çekmekte, ortada ve sağda biri önde biri arkada gölgede kalmış iki figür dramı yansıtmaktadır aslında: “Can üflenmemiş” balçıktan yoğrulmuş bir Adem ve cezalandırılmasının ve yüzlerce yıllık kovulmuşluğunun acısını çekecek canlanmış Adem. Sol köşede ise Marilyn onları seyretmektedir. Ayaktakilere karşı kullanılan bu statik figür, düzenlemeyi iyice dengelemektedir. Ve Kim bilir : Adem, cennetten kovulmasaydı, yağmaktan usanmayan bir yağmurun temizleyip temizleyemeyeceğini sorgulayabileceğimiz bir leş de olmayacaktı. Yazıdan sonra : Eski Ahit’in “ Tekvin” bölümüyle Kur’an’ın “al-Hicr Suresi”nde anlatılan olaylar dizinini okumak keyifli olabilir.


New World Order Rap

/

Atilla Stockbroker

Kamp xray e hoşgeldiniz Öfke büyürken polis coplarına davranır Adları değiştir tarihleri uydur Birleşmiş milletleri Amerika diye oku Yakında tepene dikilecekler Bir dünya kabusu , ‘’YENİ DÜNYA DÜZENİ’’ İsa’dan konuşurlar Bu ulusal yayın , onun yaşadığı , onun itaat ettiği Aslında bütün ahlaki hikayesi dolarların dilinden ibaret Tartışmaya mahal yok , g8ler ve muhteşem global mafya var Haydutlarca kuşatılmış , Murdoch’un kupasında duran uyuşturucularla yıkanmış Yank’a güvenebilirsin çünkü onunla tartışan ölür Bir oyun oynamak istersen yanlış gittiğine emin olabilirsin Çünkü Yeni Dünya Düzeni her şeyi ele geçirdi Bir anda kollarındasın dostum , yüksek teknolojiyi kafana dayarlar Dediler ki ordunu sat o daireyi bombala Dediler ki kollarını sat o daireyi bombala Bütün kollarını sat , ne kadarda hoş , başka bir çeteye mi katılacaksın Bak dostum şehrin havaya uçtu El kaide canını ağlatacak Sonun dövülmüş domuz etine benzeyecek Sana çocukları öldür diye para verdiler New york’da değil Komünist kentlerde Hey Esad hepsini deli ettin Lockerbie bombası gerçekten feciydi Ama şimdi seni yanlarında istiyorlar Ölmüş olanları unutabilsinler diye Hey Saddam bam bam zamanı İranlıları öldürmen için yardım ettiler Ama sudi yağı çetrefilli gözüküyor Şimdi seni harcayacaklar

1


Yaşa hayırsever Nato! Onlar bomba değil patatesti Bir şeyler yap ya da kendi mezarını kaz. Bazı mültecileri kurtaracaklar Kosova’da kimileri kazanır kimileri kaybeder Ama Palestine, Timor, Rwanda da üzgünüm dostum Dinle , umursamadıklarından değil , ama orada kaybedecekleri bir şey yok Moskova’ya verdikleri mesaj açık Her psikopat gibi Orduya bir şey satacaklar , trenler ve ordu tekrardan ordu ve ordu

Mary’nin küçük bir koyunu var , postu kar gibi beyaz Koca yaşlı york dükü , yüzlerce adamı var yeni dünya düzeni ordusu ta ki on adamı kalıncaya dek onları bombaladı ama gizli bir anlaşma daha yaptılar , şimdi yine çok adamı var

Adları değiştir tarihleri uydur Birleşmiş milletleri Amerika diye oku İster g8 imf dünya bankası de Tankına bir faşist koy Ücretini al , fakirleri aç bırak Dünya böyle işliyor , sana daha fazlasını verecekler Gorbachov , sen n’aptın? ?

Çev: gizem aktan


Boş Alanı Makyajlama // anne waldman Makyaj yapıyorum boş alana Patinalar1 toplanmış boş alana Ruj kızarıp bozarmış boş alanda Makyaj yapıyorum boş alana Kirpik yapıştırıyorum boş alana Kaş çiziyorum boş alana Krem sürüyorum boş alana Olağanüstü bir dünyanın resmini yapıyorum Süsler asıyorum boş alana Altın küpeler, laklı2 taraklar, plastik tokalar takıyorum boş alana Tel broşlar sokuyorum boş alana Kelimeler döküyorum boş alanın üzerine, büyülüyorum boş alanı Topluyor, sıkıştırıyor tıkıştırıyorum boş alanı Delikli kolyeler takıyorum boş alana Düşün bi’ şunu, hayal et bi’ de şunu: Olağanüstü dünyanın resmini çizmeyi bileklerde halhallar pandantifler3 asılmışlar boş alana Hafızamı aktarıyorum boş alana soyuyorum seni asıyorum kırış kırış elbiseleri çiviye yeşil paltoyu da asıyorum çiviye dans ediyorum akşamleyin sona ererken akşam ettik bir dans4 Hâlâ aklımda makyaj yapmak var boş alana Korkutmak istiyorum seni: asılı gece, sürüklenen gece, iniltili gece, sıkıntılı uykunun kızı5 korkutmak istiyorum seni Gün ısıdığınca sarıp bağlıyorum 20 ızbandut adamın gücünü sarıp bağlıyorum Hayat dolu ayartıcı kadınları sarıp bağlıyorum, tekmilini birden Koskoca kayayı sarıp bağlıyorum Asılı geceyi, sürüklenen geceyi, iniltili geceyi, sıkıntılı uykunun kızını sarıp bağlıyorum Borçlarımı sarıp bağlıyorum, telefon faturasını mıknatıslıyor sivri uçlu dilimin kökünü sarıp bağlıyorum Ellerimi suda açıp, su sıçratıyorum boş alana su sarhoşu etmiş boş alan 1

Bronz veya benzeri metallerin yüzeyinde oluşan pas. Özgürlük Heykeli de yeşil rengini bakır yüzeyinde oluşan doğal patinadan almaktadır. 2 Broşür, kitap kapağı, katalog, dosya, davetiye gibi işlerde baskıyı dış etkenlere karşı korumak ve ürüne parlaklık kazandırmak için baskı yüzeyine mürekkep gibi uygulanan bir madde. 3 Kolye ucu. 4 ‘Sona ererken akşam ettik bir dans’ (The evening ended with dancing): Jane Austen’ın İkna (Persuasion) romanından muhtemel bir alıntı. 5

Asılı Gece (Te Po-teki), Sürüklenen Gece (Te Po-terea), İnleyen Gece (Te Po-whawha), Sıkıntılı Uykunun Kızı (Hine-ruaki-moe): Polinezya’nın jenealojik şiirlerinde kendilerine yer bulan, ‘yaratılışın kozmik detaylarıyla alakalı Tanrılar/Güçler.


Gör bak düşünceler ne edecekler Gör bak kelimeler ne edecekler hiç yoktan surata değin hiç yoktan dilin köküne değin hiç yoktan boş alanı konuşmaya değin Dişbudağı sarıp bağlıyorum Porsukağacını sarıp bağlıyorum Söğüdü sarıp bağlıyorum Sarıp bağlıyorum uranyumu Uranyumun yenilenemez savurgan enerjisini sarıp bağlıyorum Atıveriyorum uranyumu boş alana Kırmızı rengi sarıp bağlıyorum boş alana doğru ayartıyorum kırmızı rengi Günbatımını koyuyorum boş alana Gözlerinin mavisini alıyor ve boş alana sunuyorum yenilenebilir mavisini Hayata merhaba diyen her şeyin yeşilini alıyorum, büyüyor & tırmanıyor boş alana Karbeyazını ayakları altına seriyorum boş alanın Siyah alan kalbime tutturuyorum onu, boş alan Zeminin kavruk rengi kendine yer bulsun istiyorum boş alanda Kavruk rengi bulmak için paramparça edip zemini Boş alanın büyüsü altına sokup tekrar sarıp bağlayıver onu Şu eski duvarı paramparça etmek istiyorum bunu düşünen zihnim dolu dolu, boş alana makyaj yapsam mı diyorum Boş alanın çevresindeki her şey un ufak olmakta Seyrek kupkuru otlar oluyor un ufak, ipek otlarını boş alana üflüyorlar Gözlerine yansıyan yıldızları sarıp bağlıyorum hiç yoktan tuşlara basan parmaklara değin hiç yoktan bir elkin6 bacaklarına değin hiç yoktan bir geyiğin boynuna değin hiç yoktan porselen dişlere değin hiç yoktan ormanda dimdik duran çam ağacına değin Suyu eklediğim vakit Suyu akmaya bıraktığım vakit kıvrım kıvrım ilerlemeye boş alanda bi’ kere geri adım atmadım Boş alan demenin daha iyi bir yolu var Hele bir içini dışına çıkart sonrasında kaybolursun belki al işte elinde yeni bir boş alan tanımı var Geçiciliğin sevdiğim bir yanı var ki o da koca bedenimin çarpmasıdır boş alana Zemini birleştiriyorum tekrar Onarıyorum duvarı Kiremitlere harç sıvıyorum İncecik bir telle bağlıyorum makineyi Ezeli iplik diye bir şey yok, belki saf altından iplik vardır ya İçerde boş alanla ilgili bi’ şarkı söylemeye başlıyorum 6

Kanada geyiği. Dünyadaki en büyük geyiklerden biri ve Kuzey Amerika ve Asya'nın doğusundaki en büyük memelilerden biridir.


her defasında yeni bir ayrıntı çıkıyor ortaya Çok bayıldığım bir resmi duvara bantlıyorum: Taşra-ekosesinden7 perdelerin ötesinde kapkaranlık aysız bir gece aydınlatıyor her şeyi boş alan Siyah keten elbiseyi asıyorum bedenime asılı gece, sürüklenen gece, iniltili gece sıkıntılı uykunun kızı Düşer aklıma aniden Yıldızları yakalamak için bir ayna asarım, geceleyin her şey düşer aklıma boş alandan mütevellit kafatasımın içinde Yıldızlarla ışıl ışıl kristalin8 içinde çıkarım dışarı Boş alanın anısına tekrar inşa ediyorum evi Böylece aklıma düşer sonra Bundan bahsedilmeyecekti bir daha Düşün bi’ şunu hayal et bi’ de şunu olağanüstü dünyanın resmini çizmeyi Acayip takılarla bedeni donatmaktan bahsediliyor Boş alanın içtiği andı hatırlatsın diye İpekböceği misali zihninde bir söylev yankılanmakta Keski vurulmamış bir yere dalmayı ne de isterim Kum dökerim yere Cisimler ve araçlar çıkar sisin içinden Kanyon hiç tekin değil bu gece Aniden ikaz lambaları çıktı ortaya Devriye rehberlik yönünden gayet faydalı oluyor Hız kesmekten bahsediliyor Kadın tanrıçadan bahsediliyor Dikenli çalıyla sarıp bağlarım onu Kaplan dişiyle sarıp bağlarım Kuvars kristalimle sarıp bağlarım Âlemleri mıknatıslarım Mücevherlerle örterim üzerimi Amrita9 içerim Yeni bir ayrıntı çıktı ortaya Ayakkabısında pul var Çizmesinde demirden-düğmeler var Zorlu bir tırmanış için çivi takılmış lastiklere Ellerimi yüzüme koyuyorum Boş alana makyaj yapıyorum Beni korkutan geceyle korkutmak istemiştim seni asılı gece, iniltili gece Sana boş alanı unutturmak için daima birisi giriyordu zorla Giyiyorsun hepsini 7

Metinde Country-plaid diye geçiyor, ama bildiğimiz ekose işte. Metinde ice olarak geçiyor. Buz, kristal, metamfetamin; üçünü de kastetmiş olabilir. 9 “Ölümsüzlük” anlamına gelen Sanskritçe kelime. Genellikle bir sıvı kastedilir. 8


Boyuyorsun tırnaklarını Eşarplar takıyorsun Boş alanı süslemekle geçen onca zaman Artık-adın-her-ne-ise “boş alan” diyorum sana Es geçmeden kafandaki dansla ilgili düşleri, kendine gel10 es geçmeden bi’ garip şarkı söyleme tarzını, kendine gel es geçmeden gülüşünü, geliver kendine es geçmeden beraberindeki muazzam maiyeti & yığını, kendine gel es geçmeden fazlalıklarını, kendine gel es geçmeden açık bahtını da, kurabiyeden çıkan bahtını da, kendine gel Ne zaman ki sahiden kuşa benzersin, işte o zaman kendine gelme vaktidir Hile yaptığın vakit, geliver kendine Başının acı içinde kıvrandığı vakit duyarlılığını yitirdiğin vakit farklı insanlardan gelecek övgüde ısrar ettiğin vakit Her şey dilin kökünde başlar Her şey kalbin kökünde başlar Rüzgârın omuriliği vardır bir de boş alanda inler & şarkı söyler

çeviri: Gökhan sarı

10

Metinde come round to it olarak geçiyor. Zorladım, ama neyi kastettiğini anlayamadım, ben de en genel anlamlarından birini kullandım. Affola.


Torna Gelip bana şiiri sordular. Onu yazmak ve okumak dışında herhangi bir şey bilmiyordum. 5 bin liraya satılan kolajı, akademik orospuların ve zengin anarşistlerin tıka basa dolu olduğu bir serginin duvarında görünce ‘gerçekten bittiğimizi’ anladım ve elimi alnıma götürdüm. O anda ışık hızıyla simit yakalayan bir Kadıköy martısı olup mekandakileri gagamla yakalayıp, mideme indirmek istedim. Elimi alnımdan aldım. Kollarımı iki yana sarkıtıp ayasofyaya geçtim. Kubbenin altında zırıl zırıl ağladığımda bir alman turist bana dolu gözlerle baktı. Onun bu bakışlarını n’apmalıydım? Turistin bakışlarını alıp kızlarağası medresesi’ne götürdüm, orada bakışlara ney dinlettim. Sonra mp3 player’ımı açıp the smiths dinlemeye başladım.. Böyle aylak olmalardan vergi alınmıyordu, henüz. Zamanın olmayışlarının, zamanı dillendirmeye çalışmalar anayasaya girmemişti. Canım bi an evvel rakı içmek istiyordu, ama rakı içmeden göztepeye vardım. Orada beni bekleyen bir adam vardı. Cameikan sigarasını sarmıştı, iki nefes aldığımda yüzümün gözümün şiştiğini hissettim, bir ‘bayram balonu’ olmuştum, sonra sevişmeye başladım, yaralamaya ve gri alandan çıkıp, kırmızı alana girmeye. Kırmızı alanda gözümün önünde Ayasofya görüntüsü çaktı, kulağıma ney sesi geldi, bir ney sesi, bir döl, bir ney sesi bir döl bir ney sesi bir döl daha. Dolmabahçe önünde iğne yiyip nöbet tutan askerler gibi koltukta kalakaldım. Odanın içi buram buram meni kokuyordu, televizyonda zürafa belgeseli vardı. Emre varışlı, içerenköy, 2013


Touch my evil – Lydia lunch bir yol kenarı lokantasında saçlar 5 numara pis bir tezgaha yığılmış cebindeki bozukları şıngırdatıyor kasabayı terk ediyor aceleyle çantayı toplamaya vakti yok bir garsona soruyor meksika sınırının güneyine giden yolu köprüleri yakmak senin incilin aptalca vukuatı ile böbürleniyor bebeğini telefon kulübesinde bırakmış... kendine vakit öldürecek fırsat yaratmış bu yol hiçbir yere varmaz pişmanlık dolu bir ömür için için yanan en tatlı öpücük senin ölen nefesin gibi sönük ızdırabın ve zayıflığınla alay edeceğim sen dize geldiğinde af dileme benden beni tatmin etmek için kendini acıtman gerek seni uyardım, uzatma varlığını taşıdığın yaraların adımı zikret ki kalbin teslim olsun aşk dağlayan aleviyle yaksın seni sınırlarının güneyine götüreceğim aklının kalanını da yitirmene yardım edeceğim akşam karanlığından kalan onca saat zamanın ellerini kırmak için onca yol iki reçete yazıp birkaç percocet atacağız yüksele yüksele gökyüzüne tekmeyi basacağız bir şişe bir battaniye satın alalım öyle sarhoş olacaksın ki ağlamaya başlayacaksın arabayı bir striptiz kulübüne çekeceğiz coşkumuzdan orayı yakıp yıkacağız sahibiyle metresini de şehrin ücra köşesindeki adi bir motele kaçıracağız orada küçük bir parti düzenleyeceğiz baş rolde seni oynatacağım hem kurban hem hain olacaksın ben altın kalpli bir katil olacağım seni rehin alacağım korkuyla gerileceksin her tehdidimle beni daha çok seveceksin sabaha evleneceğiz ertesi gece ölümüne terk edileceksin

çev: füsun saydam


iyi mi? kötü mü? yoksa tuhaf mı? – İstanbul Noir Asya ile Avrupa’yı birleştiren cennet, cehennemliklerle mi dolu? Bu bir soru değil. Bir kent kaç kere kurtulur, kurtarılır ve neden? Hele ki bunlar hiç soru değil. Çevremdeki bir çok kişi İstanbul’un travesti olduğu konusunda hemfikir. Hikayesi ve trajedisi bol, tehlikeli, gölgeli ve güneşli, parlak ve kapkara.. Bir çekim merkezi. Kolay hayatın en görünür ya da zor olanın en dişli hali. Iskaladığım Kara İstanbul, takip ettiğim bir mecmuada karşıma çıkmıştı. Bekletiyordum. Son kitap fuarında ‘alınacaklar’ listesinde kafamda duruyordu. Hemen sonra, stantların birinde ele geçirdim. Aldığım kitapların arasında en fazla merak ettiğimdi. Eve dönerken, serviste okumaya başlamıştım bile. Kentin bol ışıklı görüntüsü insanı her zaman parıltıya çağırmıyor. Yarı yarıya karanlığı açıklıyor. Büyük Kent’in çekici panoları, alış veriş merkezleri, insanı kolayca tavlayan ‘kolaylıkları’ ve güya biraz daha ‘derin’ olanların ilgisini çeken gizli tarihi her daim avcı. Asya ile Avrupa’yı birleştiren tarih, neleri saklıyor? Hiç bilmeseniz, kitap sizi kapağıyla bile kendine çekebilir. 60-70’li zamanların fotoromanlarını çağrıştıran film afişi görünümlü noir kapakta ‘tek kitapta 16 muhteşem öykü birden’ yazıyor. Benim gibi kapak fetişi olanlar için oldukça ağız sulandırıcı kitabın editörleri ise Amy Spangler ve Mustafa Ziyalan. Esasen bu kitap Noir İstanbul adıyla 2008’de New York’ta Akashic Books yayınevi tarafından basıldı. Çok geçmeden ise bizim topraklara –bir nevi evine- düştü. Kitap temalara göre dört bölümden oluşuyor. Şehvet ve İntikam, Sınırları Zorlamak Haddini Aşmak, Karanlık Kıyılarda Kuytu Köşelerde, Acı ve İhtilaf. Kitabın ilk hikayesi soluksuz bırakan bir intikamla ilgili olan; Ateşin Dili, yazarı ise İsmail Güzelsoy. Tüyler ürpertici bir havayla okuyucunun Kara İstanbul’a güzel bir başlangıç yapmasını sağlıyor. Hemen ardından gelen, Feryal Tunç imzalı Lodostop ise beklenmedik anların, beklenmedik sonuçlarını ağır bir lodos kafasıyla anlatıyor. Mehmet Bilâl’in Üvey’i ise öncelikli bir ilgiyi hak ediyor, en azından benim için. Üveyliğin tüm katmanlarıyla yazılan kahramanımız bir baba avındayken, ve karşılaştığı bir ‘kendi gibi olmayan’ karşısında kendini yeniden keşfederken, şehrin tedirgin sınırlarına ulaşıyoruz. Asya ile Avrupa’yı birleştiren köprü, neleri birbirinden ayırıyor? Bu şehre bağlı olanlar, ilişkilerini boş yere bir nefret-aşk ikilemiyle açıklamazlar. İstanbul insana, görkemin çirkinliğini çok çabuk gösterebilir. Bir çocuk gibi sizi kandırır ve savurur. Gündelik hayatınızın fonuna güzel manzaralar çeker. Kendisi başlı başına bir maceradır. Macera şiddetlenir ve kitabın 2. bölümünde Hikmet Hükmenoğlu’nun Balık Kokusu isimli ‘sakin/şiddetli’ hikayesi çoktan başlamıştır. Bir mahalle ablası olarak Cemile’nin nostaljik ışıltısını ve karanlık yüzünü okuruz. Onun için üzülür, balıkların kokusunu alır ve karanlığına hak vererek el pençe divan huzurundan ayrılıp, aslen Hollanda’lı ama İstanbul’da yaşayan Jessica Lutz’un işkenceci, aşırı dinci bir tarikat üyesinin iç sesine kulak veriyoruz. Hikayenin ismi, Sessiz Sedasız. Fatih semti dolaylarından başka iç sesler araya karışıyor. İlahi adalet susuyor. İstanbul’da her daim sustuğu gibi. Bize sınırsız bir özgürlük şansı veriyor. O sırada kilise çanları çalıyor ve ezanlar okunuyor. Şehir bizi hala şaşırtmaya çabalıyor. Ama alıştığımız her şeye karşı yaptığımız gibi, kulak kabartmıyoruz. Geçip gidiyoruz. Geçip giderken Algan Sezgintüredi’nin yazdığı Cennet Buralarda Bir Yerde hikayesine başlıyoruz. Sokakların delikanlısının Caddebostan sahilde başlayan kovalamacası eski bir komşu amcanın yanında sona eriyor. Sezgintüredi’nin öyküsü beni yoruyor. Garip bir karikatürle karşı karşıya kalıyorum. Keyif alamamışken, klişe ve tahmin edilebilir bir sürpriz


sonla bitiyor. Memnun kalmıyorum. E, İstanbul, tahammül edilemez bir yan da taşıyor. Derken, sanırım bana bu kitabı aldıran, merakımı uyandıran en önemli şey olan Lydia Lunch’ın hikayesi başlıyor. İsmi, Vitriol yahut Kan Kusturma Felsefesinin Ruhu. Lunch’ın, her daim, her koşulda ilgimi çekebilmeyi başarmış bir anlatıcı olması tesadüf değil. Hikaye nefessiz bırakıyor. Sadece İstanbul’da değil, tüm dünyada turist kahramanımız, tüm şirretliği ve yok etme arzusu ile bir kurt gibi şehre iniyor. Şimdi, memnunum. Üçüncü bölüm, Yasemin Aydınoğlu’nun Aramızdaki hikayesiyle açılıyor. Şu ana kadar kitabın ağzımda bir tat bırakmayan ikinci hikayesi. Gereksiz artılarla uzatılmış bir hapishane hikayesi bu. Dört duvar tasvirleri beyne işlese de, neden bu kitapta yer aldığını anlayamıyorum. Mustafa Ziyalan’ın kafamı toparlamak ve dağıtmak için peşinden geldiğinin farkında değilim. Kitabın iki editöründen biri olan Ziyalan, Kara Saray’ı yazıyor. İstanbul’un ‘resmi’ karanlık zamanlarından bu yana uzayan bir intikam hikayesi. 12 Eylül’ün bıraktığı simsiyah ve yağlı gölgelerle alakalı… bu hikaye şunu düşünmemi sağlıyor; kitaptaki bir çok karakter o kadar yaralı ki, aynı zamanda sakin ve karanlıklar. İstanbul gibi. Behçet Çelik’in ‘Çok Tanıdık Çok Bildik’ isimli kısa hikayesi beni dışlıyor. Aceleyle bir araya gelmiş cümleleri fark ediyorum. İstanbul sokaklarında dolaşan her cepheden insanı, dağlara doğru yükselen gecekonduları, merkezlerde yükselen büyük camları, kitapta geçtiğim hikayeleri ara verip düşününce aklıma, Bizans’tan Günümüzü İstanbul Şiirleri Antolojisi’nin kapanış şiiri olan arkadaşım Fırat Demir’in BizBizans isimli şiiri geliyor, Karaköy’e indikleri yokuşta yoksul Kürtler ile sarışın turistler Fatih Sultan Mehmet’in yarattığı varsayılan huzurun çarpık uyuşumu içerisinde Senin yüksek tavanlı eski evlerini birer birer yıkarak geliyorlar akşamın sulara erkenden düştüğü yere… Sonrasında gelen İnan Çetin’in yazdığı Keskin Boynuz Fener’de başlıyor ve yine bir öç alma hikayesi. Pera Palas kokusu aldığımız, ‘eski ıstanbul’ efsaneleriyle süslü, azınlık ‘görülenler’e de ses veren bir hikaye. Tarkan Barlas’ın Bir Kadın Arıyorum’u ise favorilerim arasına girmeyi daha ilk cümlelerinden başarıyor. Karanlık bir etkiyle, gerçek ve hayal birbirine giriyor. İstanbul sokaklarında gerçek olan-gerçek olmayan peşinden, müthiş bir iç sesle ilerliyoruz. İstanbul iç sesleri sever. İstanbul konforun ve acının tarihini yazıp durdu, hala da yazıyor. Evlerini terk etmek zorunda kalanlar, yaftalananlar ve talanlardan sonra, işgal nedir? diye sordurttu insana. Kitabın son bölümü Acı ve İhtilaf , sol örgüt üyesi bir devrim şehidinin cenazesiyle açılan, belek yoklayıcı bir polisiye; Rıza Kıraç’ın yazdığı Sıradan Gerçek. Bizi Sadık Yemni’nin Yak ve Git’ine hazırlıyor. Şu sıralar ismini çok işittiğim, kitapları hakkında yazılanları okuduğum ama onlara bir türlü sıra veremedeğim Yemni, kitabın kesinlikle en güçlü diliyle yazıyor. İstanbul’un anı biriktirmeyi de çok sevdiğini hatırlatıyor. Ve anıların, suçun, vicdan azabının yeri geldiğinde nasıl silahlar haline dönüşebileceğini gösteriyor. İstanbul eski suçları sever. Derken, Müge İplikçi’den kitabın son hikayesi geliyor, El. İplikçi’nin karmaşık, gereksiz masalcı dili, anlatılan ‘şeyin’ hakkını veremiyor diye düşünüyorum. Moda’da geçen hikaye, 12 yaşındaki Nazlı’ya ait. Ve onun dehşet veren bir akşamına ait. Bu dehşet, İplikçi’nin dokunaklı olduğu sanılan diliyle maalesef ‘hafifliyor’. Kitap bittiğinde, “Tekrar tekrar geleceksin, kapağımı açacaksın, sayfalarımda dolaşacaksın..” diyor. Uzun uzun bir teşekkür istiyor. Utanıyor, tıpkı içindeki hikayelerin geçtiği bu ucube şehir gibi. Bu kez, aklıma kendi yazdığım şiirden bir parça geliyor, İstanbul’a doğru ipte sallanan güzel çocuklar göreceksin, sakın şaşırma!! emre varışlı kasım 2010 istanbul Hizmetçiler Üzerinden Toplum ve AynaKatil


Kutsal Sular ve Ayrıksı Otları Jean Genet’nin, ‘kutsal günahı’ anlattığı Hizmetçiler, yazılma ve oynanma eyleminden çok ‘kusulmuş’ ve ‘kusulacak’ gibidir. Oyunda Efendinin gücünü, kasasından çok, tarihten aldığının altı çizilirken, bütün ‘güzellikleri’ tırnak içine alıp bir silaha dönüştüren kardeşlerin, Claire ile Solenge’ın, mitolojik iyi ve itaat tarafından katil ve kurbana evrilerek, asil Hanım’larını ortadan kaldırma arzuları tırmanırken, birbirlerine ve kendilerine karşı olan hesaplaşmalarına tanık oluyoruz. Hesap kime kalıyor? Hanım’ın ve hizmetçilerinin arasındaki etkileşim, tarihe yayılmış genel geçer iktidar kavramının en ‘çekirdek’ durumunu oluştururken, bireyin midesine giren kramplardan, tüm bir tarihin sorgulanmasına ve sorumlu tutulmasına kadar uzanır. Ama Claire ile Solenge için tarih, yaşadıkları duvarların arasında sıkışmış geçmiş ve gelecekten ibarettir. Onlar için tarih, kardeşliklerinin birkaç güzel anı, otorite ise kapılardan allı pullu, kürklü ve yumuşacık kumaşlara sarınmış, mis kokular sürünmüş, kaygının uğramadığı soluk ve uzak yüzün taşıyıcısı olan Hanımları’dır. Bütün iktidar oluşumları ve uygulanışları ‘Tanrı ile Kul’ kavramından güç ve ilham alır. Hanım, şaşalı yaşamından alt sınıfa elini uzatır gibi yapıp kaçamak gözlerle hizmetkârlarını süzerken, açılabilecek bir otorite boşluğunu hesaba katarak Tanrı’lığını da elinden bırakmayarak mesafeli ve ‘dengeli’ olmak ister. Denge ise her zaman doğruyu temsil etmemektedir. Denge, toplumların yazılı ve yazılı olmayan kuralları, dinin öğretileri, genel ahlak birikimlerinin ‘kutsalı’dır. İnsan dengede durmalıdır çünkü en ufak bir ‘sapma’ tüm ahlak anlayışının temelini sarsabilir. Bu düşünce ütopik bir manifestonun içinden çıkmış gibi görünse de toplum otoritelerinin en büyük uğraşının ayrıksı otlarını temizlemek olduğunu unutmamak gerekir. Bu ayrıksı ot tek bir insan da olabilir, kızgın bir güruh da. Dolayısıyla koruyup kollanması gereken denge için siyaset ve din, gözünü kırpmadan fiziki ya da ahlaki terörü kullanarak insanları ehlileştirmekten kaçınmaz. Genet, denge siyasetinin altını çizerken aynı zamanda gelgitlere uğrayan Avrupa Aklı’na, Hıristiyanlığın sosyalleşmiş imgeleriyle saldırır. Sosyal konumda Hıristiyanlık, ‘zarafetli bir şiddet’ ile iktidara oynamaktadır. Hizmet edenler, parıltılı misafir salonlarında efendilerine sunmaları gerekenleri sunarlarken, karışık mutfaklarına geri dönüp konuşurlar. Kendi dillerinde, hiç olmayan bir dilde ya da nefret ettikleri efendilerinin dillerinde. Birileri dedikodu yapar, birileri kıskanır, birileri yüceltir, birileri hiç beğenmez, birileri diğerlerini susturur, birileri ise biraz cinayet işlemek ister. Efendiler ise mutfaklara ve tavan aralarına pek uğramazlar. Genet’in hizmetkarları, aralarında oynadıkları pek de masum olmayan Hanım – Hizmetçi oyunu ile arzularını ve hayallerini ortaya koyarken aslında çığırından çıkmak üzere olan bir sınıfın ayak seslerini duyarız. Bu içi oyulan ve nefretle doldurulan sınıf, efendilerine doğrultacakları bir ayna ile intikam alabilirler. Aynı zamanda bir ayna tutucunun müthiş kibri içinde kendilerini imha edebilirler. Genet’in hizmetkarlarının nefret, intikam ve yok etme hisleri ne sadece refleksif ne de sadece birikmiştir. Kıstırılmış her varlık saldırır. Bu saldırılar hayat kurtarabilir ve hafıza tazeleyebilir.


AynaKatil’ler Genet, gerek kendi hayatında, gerek yarattığı karakterlerde mutlak bir bilinci aramamıştır. Günahları ve yargıları reddederken etraflıca bir strateji kurmaz. İnsanoğlunun içindeki ‘yok etme’ ve ‘çalma’ eylemlerinin hiçbir ideoloji, din, siyasi oluşum tarafından törpülenemeyeceğini anlatmak ister. İnsan ‘normalleri’nin aslında normal olmadıklarına dikkat çeker. Jean Genet siyahtır. Islahevindeyken, hapisteyken, oyunlarını yazarken, Kara Panterler ve Filistinliler ile yan yanayken siyahtır. O, dünyanın nasıl olması gerektiğini söylemez. Söylediği dünyanın saf gerçekle alakası vardır; trajedi dolu bir dünya. Ama asla olduğundan daha sert ya da ağlak bir şekilde betimlemek istemez. Kötülük onun için ıslah edilmesi gereken bir şey olmamakla birlikte herhangi bir üst veya düşük statü belgisi de sayılmaz. ‘İyi’nin temsil ettiği her şey zaman içerisinde günaha evrilebilir. Kötüler ise her an ellerindeki aynanın kurbanı olabilirler. Çünkü iyi veya kötü, her insan o aynaya bakmak ister. Öyle ki Genet, insanoğlunun kendi kişisel tarihine ihanetiyle ilgilenmiştir. Avcı – toplayıcı ilk insandan bu yana belki de en tartışmalı fikir ve eylem ‘uzlaşmak’tır. Genet hiçbir uzlaşının saf başlayıp bitemeyeceğini düşünürken ölçü olarak aldığı tek şey ‘insanın düşünebilmesi’dir. Hizmetçiler ve Efendiler, bu iki taraf düşünebildikleri için tehlikelilerdir. Uzlaşmalar Tarihi aynı zamanda ‘ortada kalmış’ bir tarihtir ve Genet herhangi bir uzlaşma sıfatından ve eyleminden uzak durmayı seçer. Suya sabuna dokunmadan ortada kalan tarih, sanatı da iki yüzlü hale getirir. Uzlaşma, odak sapmasına neden olur. Uzlaşmak aynı zamanda isimler ve yaftalar demektir. Karşıtlıklar yaratarak, iyi kötü, güzel çirkin, ölüm hayat, nefret sevgi gibi isimlendirmelerle algının kısıtlanmasına yol açabilir. Üstelik daha direk olarak söylemek gerekirse dünyada, uzlaşabilecek insan şu anda yoktur. Medeniyetin kolları henüz o kadar ‘medeni’ olamayacağından eksik bir uzlaşı zaten pek ahlaklı olmasa gerektir.


Güzel Ucubeler Genet, çirkinliği tam olarak güzelliğin karşıtı olarak sunmaz. Çirkinin yüzeyinde saklı olan güzel olanla, güzelin henüz ortaya çıkmamış olan çirkinini neredeyse eş koşullarda ve kalıplarda anlatır. Örneğin, Hizmetçiler’in Nasıl Oynanması gerektiği hakkında yazarken hizmetkarların, oyunun başlangıcında kışkırtmayan, seks çağrıştırmayan ve çekici bir güzellik taşımayan bir şekilde görünmelerini ve sona yaklaşırken çekici ve güzel olmalarını istemektedir. Ayrıca kullanılan dilin epik bir travma yaratmasını istemez. ‘Hizmetçiler böyle konuşmaz’ şeklindeki eleştirilere Genet, bunun tam olarak bilinemeyeceğini ve Hizmetkarların yalnızken tam da ‘böyle’ konuştuklarına inandığını belirtir. Bu grotesk görüntü ve dil tutkusunu, ‘Bakın sizin mideniz bulanıyor ancak, dünya da sizi kusuyor ve kendinizi görmekten bu kadar da rahatsız olmanıza gerek yok’ yaklaşımıyla açıklayabiliriz. Hizmetçiler’in en kilit ve ana hatları çizen sahnelerinden biri, iki kardeşin ‘Hanım’ oyununu oynarken Solange’ın Claire’e bir ayna tutmasıdır. Claire ‘efendi’ kibriyle aynada daha da güzelleştiğini çılgınca ifade ederken, Solange ‘zifiri karanlıkta’ efendisiyle dalga geçercesine sırıtır. Karakterler birbirlerinin travestisiymiş gibi ortalıkta gezinirken, iç içe geçen kimliklerin aykırılıkları, Hıristiyan dünyanın tabuları, eşcinsel argümanın potansiyel radikalliği, dünyanın tüm çürümüş ideolojileri aynı görsel akış içinde izleyiciyi ‘rahatsız’ etmek üzere birbirlerini takip ederler. Bu hızlı darbeler aynı zamanda Yen Çağ’ın imajinasyon ve ‘görüntü’ saltanatına uygunluğu ile 21. yüzyılın ötekileşme hızına da ayak uydurmaktadır. Sonucuda, barbarlık ve güzellik insanlığın her döneminde kendine yer bulacak kavramlar olup sanatın en gözde kurban ve silahları olarak var olacaklardır. Büyük sahnede katillerin dekoru toplumdur. Genet’in dünyasında, dilin epik sunumu ile ucube kahramanlaştırılmaz.onun eserlerinde karakterlerin alt katmanında olduğundan daha fazla anlam aramaya çalışmak dilin ve anlatılmak istenenin, farkına varılmadan içinin boşaltılmasına neden olabilir. Genet’in bize yapıtları ve hayatıyla kanıtlamaya çalıştığı şey şudur; Kötülük kötü, iyilik ise bazen mide bulandırıcı bir maskedir. Ahlak dışılık, ucube olarak kalmak, denge muhafazası, iyi ve kötü, efendi ya da köle. Hangi macerada olur olsun insan Genet gözüyle aynı oklara hedef olabilirler. Biri diğerinden daha yüce değildir. Kutsal olana dayanmış hakikatlerin el yapımı tanrılarıyla oynarken, hafif de sırıtarak hepimize selam eder.


Karanlıkta Fotoğraf Çekimleri Patti Smith [Details dergisinden, Kasım 1992]

Robert Mapplethorpe, yaşamda ve sanatta bir incelik arayışındaydı: özde, güzellikte, bedbahtlıkta. Kendisinin fotoğrafçılığına adanmış yeni bir kitabın yayımlanmasıyla birlikte, rock efsanesi PATTI SMITH en iyi dostunu anıyor. Gençliğimizde Robert’la, yaşımız civarıydı, ara sıra Coney Island’a gider, Nathan’ın sosisli sandviçlerinden yer, upuzun iskelede oturur, ve gelecek hayalleri kurardık. Robert zengin ve ünlü bir sanatçı olmak isterdi. (Oldu da.) Bense müthiş bir şeyler yapmak istiyordum. (Hâlâ yapmaya uğraşıyorum.) Olta atan ayakkabısız çocuklar ve ihtiyarlar misali biz de dileklerimizi atardık. Şafak sökene dek orada oturur, sonra Brooklyn’e geri dönerdik. Hiç korku duymazdık. New York çetin ama nazik bir yerdi. Yüzümüz gülüyordu hep. Belki azcık acıkmış olurduk, o kadar. Vakitlerden 1967 yazıydı. Ailemin ve mısır tarlalarının güvenlikli alanından ayrılmış ve talihimi New York’ta aramak üzere New Jersey semalarında rüzgârla ilerliyordum. Robert’la tanıştım, güleç ve yalınayak bir oğlandı ve benim gibi uyumsuzdu o da. O sonbahar, Brooklyn’deki Hall Street’te, öğrencisi olduğu Pratt Institute’ün tam karşısında kendimize kalacak yer bulduk. Sokakları ressamlar ve şairler işletiyordu resmen. Herkesin bir hayali vardı. Herkes meteliksizdi. Kimsede televizyon yoktu. Bizimkisi Robert’ın içini Hint kumaşlarıyla, dini objelerle ve kendi çalışmalarıyla aydınlattığı kasvetli küçük bir apartman dairesiydi. Yazı masamın üzerine Rimbaud’nun fotoğraflarını raptiyelemiştim, Juliette Gréco’nun plaklarını çalıyor ve Aydınlanışlar’ı okuyordum. Robert’ta da bir Timothy Leary kitabı vardı—gerçekten okuduğu birkaç kitaptan bir tanesi. (yabancı filmleri izlerken kaç kez uyuyakalmıştı, altyazılar yüzünden, derdi.) Hep bir çizim, enstalasyon ya da yeni bir heykel parçası üzerinde çalışıyor olurdu. Aynı Vanilla Fudge albümünü tekrar tekrar dinleyerek, on iki saat aralıksız çalışırdı. Eserleri asimetrik ve saykedelikti, ve de çöpleri karıştırıp malzeme arardı hep. En değerli eşyalarımı saklamak zorunda kalırdım, bir kurt derisi, brokar ya da bir haç, birçok şey sanat sunağında kurban edilmişti.


Yirmide, hâlâ kendimizi tanımakla meşguldük, olup bitenleri anlamlandırmaya çalışıyorduk. Suikastlar, Vietnam, evrensel aşk, yediğimiz sonraki öğünün nereden geldiği. New York da kendince değişim geçirmekteydi—‘60ların başındaki Beat kalıntısının yerini 1968’in kutsal kargaşası almaktaydı. Bunların hepsi bana yeniydi tamamen—boncuklu perdeler ve LSD’nin Güney Jersey’de rağbet gördüğü söylenemezdi. Robert’la nadiren kavga ederdik. Yine de, her konuda, iki kardeş gibi didişip dururduk. Havacıva konularda. Çamaşır yıkama işini kim halledecek. Resim kâğıdının son sayfası kimin olacak. Kim daha iyi dans ediyor. (Benim Güney Jersey tarzımın onun Long Island tarzına karşı üstünlüğünü kabullenmeyi reddetmişti.) Ne yiyelim. Canı bir tek spagetti ve çikolatalı egg cream11 isterdi. Esas meşgalelerimiz sanat ve sihirdi. Sihir, sizde zaten bulunan ya da bulunmayan sezgisel bir şeydi, ve kesinlikle Robert’ta bulunuyordu. Ondaki sihir Tanrı vergisiydi, ve tamamen ona bel bağlamıştı. Özgüvenini hep takdir etmişimdir. Onunkisi kibir değildi, gözlerine yansıyordu o özgüven, sarsılmaz şekilde. Ve bu özgüveni bol bol dağıtırdı—yapmakta olduğun şeye inanırsa, o özgüveni bir şekilde sana da bulaştırırdı. Endişesinin temel kaynağı paraydı, çünkü düşüncelerini gerçekleştirmek için para gerekiyordu ve işte çalışmaktan nefret ederdi. Öyle müthiş tarz insanlar değildik. Mesele bu değildi. Asıl mesele hatırlanmaya, hatta biraz da övünmeye değer bir hayale sahip olmaktı. Bazen geceyi yere oturup, kitaplara bakarak geçirirdik. Bazılarını annem vermişti bana: Diego Rivera’nın Masalsı Yaşamı, Brancusi, Kutsal Tibet Sanatı. Ve de Robert’ın erotik sanat, Tantra sanatı ve Sürrealizm üzerine yazılmış büyük kahve-masası kitapları vardı. Ben saçlarımı Frida Kahlo gibi örer, o ise eski siyah bir balıkçı kazağı ve işçi tulumu giymiş halde yere uzanırdı, ve sayfalar sığınağımız olur, ilhamla, çözümlerle dolardı içimiz. Robert büyük-boyutlu kitapları severdi. Aman aman bir okuyucu sayılmazdı, ama kitaplardaki resimleri inceler—Michelangelo’nun, Blake’in, Duchamp’ın eserlerini—ve kendi eserlerinde daha çok şey görür olurdu böylece. Günün birinde böyle bir kitap sahibi olmanın hayalini kurardı, ‘60ların sonlarında hâlâ biçimlenmeye devam eden, ona özgü bir öngörüye adanmış bir kitabın. Yakında çıkacak kitabının, Mapplethorpe’un, ciltsiz sayfalarının içinde bulunduğu paketi açtığımdan beri bir süredir aklımdaydı bu. Büyük, zarif bir kitap, kuşkusuz her kahve masasına uygun olmasa da, kahve-masası boyutlarında, tam da onun istediği gibi. Yaşamının görüntülü günlüğünü oluşturmakta, kitabın başında ne ismi yazıyor ne de bir metin mevcut, yalnızca mağrur ve yıpranmış bir Amerikan bayrağı var. Yıldızlar güneşin önünü kapatmış, ve böylece aynı güneşle aydınlatılmışlar. Kitabın sonlarına doğru otoportrelerinden biri var, resimde fiziksel acıdan dolayı bir hayli yaşlanmış halde, inatçı, acılara dayanıklı, ve biraz da yıpranmış, aynı mağrur ve parçalanmış bayrak gibi. Robert ilk fotoğraflarını 1970’te çekmişti. Artık bir çift değildik, fakat arkadaş kalıp birbirimizden ayrılmadık. Manhattan’ı zapt ettik: Chelsea Hotel. Max’s Kansas City. The Factory. ‘70ler. Robert Manhattan’ı, oranın süreğen alacakaranlığını severdi. Kendini canlı,

11

İng. Yumurtalı krema. İçinde Çikolata şurubu, süt ve maden suyu bulunan, ismiyle alakasız bir içecek


özgür hissederdi orada. İnsanlarla kaynaşmayı severdi—utangaç biri olsa da—Andy Warhol’ü severdi, ki o da utangaç ve insanlarla kaynaşmayı seven biriydi. O sıralar cinsel kimliklerini keşfetmekle meşgul birçokları gibi, o da yeni ortaya çıkan hududu dikizlemişti. Christopher Street. Kırk-ikinci Cadde. Deri kıyafetler, barlar. Hamamlar. Kimlik değiştirip durmuştu, ama bunalım geçirdiği için değil, hoşuna gittiği için. Bir ay, denizci; ertesi ay, fahişe. “Yeni görüntümü nasıl buldun!” diye sormuştu, giydiği fileli siyah tişörtle, dar pantolondan ve de boynuna sarılı kırmızı ipek kumaştan hoşnut halde. Aynı fileli siyah tişörtle Elli-üçüncü caddede takılırdı, orada ya fahişeleri gözlemler, ya fahişelerin fotoğraflarını çeker, ya belki de kendisi fahişelik yapardı. Sanat icra ederek giyerdi tişörtü. Ve nihayet onu çıkardığında ise, tişörtü gerer ve bir çerçeveye yerleştirip, bizzat sanatmışçasına sergilerdi onu. O sıralar eski bir Polaroid kullanıyordu. Bir kutu fotoğraf filmi çok paraydı ve bir öğün yemek fiyatına denk düşebiliyordu, yani her çekim önemliydi. Robert hiç şipşak fotoğraf çekmezdi. Peşinde olduğu görüntü daha öncesinde hep aklında olurdu. O Polaroid’le sürekli peşimden gelir, basit emirler verirdi. “Şu ışık demetinin altında dikilir misin?” “Yüzünü yavaşça duvara dön.” Her fotoğraf üzerinde düşünülmüş bir tutumlulukla çekilmiş olurdu, çalışma hayatı boyunca benimsediği bir tutumlulukla. Sonraları bile, eserlerini yaratırken, ne bir motor drive kullanmıştı, ne de çekimlerinde bir sürü film makarası harcamıştı. Onun çekim süreci tutkulu bir süreç değildi. Çalışmaları düşünceli ve kasıtlı bir hareketin sonucuydular. Hiç sınır çizmezdi kendine; mazeret sunmaksızın, güncel ve yeni bir şey elde etmek uğruna sınırları aşardı. Kontak baskıda yalnızca on iki görüntü çıkardı ortaya. Hepsi birbirine benzerdi, ama işaretlemiş olduğu hariç, yani mükemmel fotoğraf. “İçinde sihir olan,” derdi. Fotoğrafçılığının bir geçiş aşaması olduğunu ummuştum, kabul ediyorum. Ucuz bir Polaroid’le fotoğrafımın çekiliyor oluşu Fransız bir sanatçının modelliği rolüne soyunmuş olduğum düşüncesiyle uyuşmuyordu. Hızı, dolaysızlığı seviyordu. Sıradan bir Polaroid baskının, onun ellerinde, geçerli bir sanat eseri olduğuna inanırdı. Konularını toplumsal kesimler arasından seçerdi, ve çalışmaları değişimi yansıtırdı—hem bireysel hem de toplumsal. Modellerinin çoğu bisikletçi çocuklar, tele-erkekler, sokaktaki adamlardan oluşuyordu. Üslubu klasikti, stilizeydi—“Güzelliğin peşinde değilim,” derdi, “mükemmelin peşindeyim, ve bu ikisi her zaman aynı anlama gelmiyor.” ‘70lerin başlarında büyük boy fotoğraf makinesi kullanmaya başladı, ve kendini fotoğrafçılığa adadı, fotoğrafın yükseliş ve keşfine destek çıkarak. Portreler, cansız nesneler, erken açan çiçekler, S&M kıyafetler. İlk önce S&M fotoğrafları buldum, ki çoğu standarda göre başbelası, korkutucu duruyorlardı. Bir keresinde, orada bulunmanın, bu insanların mahrem törenlerini gözetleyip, ölümsüzleştirmenin nasıl bir şey olduğunu sormuştum ona. “Neden bilmem ama ürkütücüydü. Ama ne yaptıklarının farkındaydılar. Ve ben de farkındaydım. Tamamen güvenle alakalı bir durum.” demişti o da. Bu fotoğrafları, ki sonraki yıllarda gürültü kopartacaklardı, inatla bana sataşmak için kullanmıştı. Onlardan tiksindiğimi biliyordu, ve kitaplarımın arasına gizlice fotoğraflardan koyuyordu. İşte, yağmurlu bir Pazar günü, Peter Pan’ın ya da Arabia Deserta’nın güzel bir nüshasını açmış ve kanlar içindeki bir elemanın tekinin kıskaca alınmış görüntüsünün saldırısına uğramıştım. “Robert!” diye bağırmıştım. Ve stüdyolarımızı bölen duvarın ardında sesini duymuştum onun, kıkırdıyordu.


Ölümünden sonra çalışmalarının yarattığı sansasyon kendisini eğlendirirdi bence. Ama dikkatlerin yalnızca fotoğrafların cinsel yönüne verilmesi muhakkak canını sıkardı. İsteyerek politik davranmamıştı. Aktivist değildi o. Gördüklerini—aynı Genet’nin yaşadıklarını yazmış olması gibi—incelikle fotoğraflamıştı. Bütün çalışmaları—bir zambağın şeffaf zarından, siyahi bir erkeğin kavisli gövdesine varana dek—onu ve kendi dünya görüşünü temsil etmekteydi. Pollock’un kendisine Soyut Ekspresyonist denmesini hiç sevmeyişi ya da Manet’nin Empresyonist sıfatını beğenmeyişi gibi, Robert da hiçbir zaman bir kalıba sığdırılmak istememişti. Bir fotoğrafçı olarak bile. Gerçek sanatçı, yalnızca Sanatçı olarak hatırlanmayı arzular ve hak ederdi. Ölümünden kısa süre önce, Robert’la stüdyosunda oturmuştuk. öksürükle, kusmayla ve dayanılmaz acıyla dolu korkunç hastalık nöbetlerine rağmen, hâlâ çalışıyordu. Küçük kardeşinin, fotoğrafçı Edward Maxey, desteğiyle son son mükemmel görüntüler yakalayabilmeyi başarmıştı. Büyük, zarif fotoğrafların arasında oturmuştuk. Oldukça sulu bir üzüm salkımı. Tek bir gül. Ve Hermes’in mermerden portresi. Beyaz heykelin yüzeyi yanmıştı ve kendi ışığını siyah bir alana yaymış gibiydi. Sanki, Robert’ın gözlerinden bakınca, hayata kısa bir bakış atmaktaydı. “Sanırım fotoğrafçılıkla yapabileceğim her şeyi yaptım,” dedi. “Heykele geri döneceğim sanırım.” O gün çalışırken takındığı o istekli, coşkun ifade vardı gözlerinde. Burbank, Kaliforniya’da beni fotoğraflarken de aynı ifadeyi takındığını hatırlıyorum, güneşin alnında kurumuş bir palmiyenin önündeydik. 1987 yılıydı, altı aylık hamileydim ve kasılmalar oluyordu. Robert’ın durumu iyi değildi. Elleri titriyordu, ve çalışırken, ışıkölçerini düşürüp kırmıştı. Ama yine de, ağzımızdan tek kelime çıkmadan, fotoğrafı çekmiştik. Görüntüyü kontrol etmiş ve makineyi yaklaştırmıştı. “Başını az daha kaldırsana!” Aynı ilk çektiği fotoğraflarda olduğu gibiydi. Yoğun konsantrasyon. Basit ve doğrudan. O yalın fotoğrafın içersinde bütün yaşadıklarımız, tutkularımız ve hatta karşılıklı bir ironi anlayışı bile mevcuttu. O içinde ölümü taşıyordu. Ben ise hayatı. Saçlarım örgülüydü ve güneş gözlerime vuruyordu. Ve bir de Robert’ın görüntüsü vardı gözlerimde, yaşayan. Çeviren: Gökhan Sarı


Kiss

/ Richard hell

Sarı ve yeşil ekoseli giysi havalanıp iniyor Ağaçlar yapraklarını kıpırdatıp boğazına doğru dokunabiliyor Kollarımı kaldırıp arkama yaslanıyorum Doğanın kusursuzluğuyla ayaklanıyorum, düşüncesizce Altımdaki yer kare desenli, mendilimin köşeleri bana yaklaştırıyormuş gibi Ağzımda turunçgilin parlak tadı gittikçe yoğunlaşıyor Üst üste merdivenlerden sana el sallıyorum Telaşlı, şaşkın, seni neşelendirevek başka bir düşünce olmadan Göğe doğru, başım yerde, saçlarını yere saçmış Bana bakıyor çocuğu gibi Memnun olduğum için Yüzyüze gelemiyoruz çünkü bakışlarımız kartlara, omuzlarımıza ve dizlerimize doğru çevrilmiş

çev: Gökhan Sarı


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.