Papara Dergi 2.0

Page 1




The Dead Weather Petek Samatyalı Verdiği sayılı konser biletlerinin çıkar çıkmaz tükendiği, süper grup The Dead Weather kimdir? Kısa geçmişinin başlangıcından beri ‘süper grup’ sıfatıyla anılan The Dead Weather’ın süperliği formülünde yatıyor: The White Stripes’ın vazgeçilmezi Jack White bu sefer bateride; The Kills’in vamp vokali Alison Mosshart, Queens of The Stone Age gitaristi Dean Fertita ve The Raconteurs ile The Greenhornes gruplarının basçısı Jack Lawrence ile birlikte. Kadroyu göz önünde bulundurunca, yaptıkları müzikten çok şey beklenmesi de normal. Jack White’ın prodüksiyon şirketi Third Man Records’dan çıkacak ilk albüm Horehound, Temmuz ayı ortasında raflarda yerini bulacak. Müziklerinde, topluluğun

bileşimindeki grupların izlerini bulmak da çok kolay. Alison’ın Kills tarzı vokali, Queens of The Stone Age soloları, Raconteurs’a özgü klavye ritmleri, Jack’in White Stripes’tan gelen rock n roll ruhu; hepsi bir arada.

Grup kısa bir DVD niteliğindeki konser videolarını hayranlarına mail atarken, ‘Treat Me Like Your Mother’ klibinin fırtına öncesi sessizlik ve öfke dolu trailer’ı izlenmeli. Grubun nostalji kokan stil sahibi dünyasına girmek, TMLYM kısmından bahsedilen video trailer’larını izlemek ve hatta bir 45liğin nasıl üretildiğine dair fikir sahibi olmak için resmi site: The Dead Weather. İnternetten canlı da yayınlanmış olan, grubun henüz bugün hayranlarıyla paylaştığı performanslarını izleyip kendiniz karar vermek içinse: From the Basement: Live: The Dead Weather


Kavinsky Selim Efe Vincent Belorgey, nam-ı diyar Kavinsky, Elecktronik Müziğin takdire şayan DJ’lerinden biridir. 80’lerin synthlerini kullanan Fransız menşeiili Dj, 2006 yılında “Teddy Boy”u, bir yıl sonrasında ise “1986” yı dinleyenlerine sundu. Steak, Ultranova ve The Return Of James Battle gibi bir çok film müziğine imzasını atan Kavinsky, video oyunları için de fon müzikleri yapmayı ihmal etmedi. “Wayferer” adlı eseri Midnight Club Los Angeles adlı oyunda yerini alırken, “Testarossa Autodrive”, Grand Theft Auto IV’de kullanıldı. Ferrari Testarossası ile kaza yapıp, sağ kurtulması üzerine bu şarkıyı yapan DJ, albüme de kaza yaptığı yıl olan 1986 adını verdi. En güncel

kayıtlarından biri olan 2010 çıkışlı “Night Call” ile yoluna devam etmektedir. Müzik yaşamına yönetmen arkadaşı Quentin Dupieux, nam- ı diyar Mr Oizo’nun ısrarları ile başlayan müzisyen, kısa süre içerisinde Daft Punk, The Rapture, Justice ve Sebastian gibi isimlerle aynı tur programında yer almayı başardı. Birçok insanın onu Ed Banger (Ed Banger Records bünyesinde müzik yapan şahıslara verilen ünvan) sanmasına karşın, o albümlerini Record Makers’dan çıkarmaktadır. Midnight Star, the Whispers, Delegation, Shalamar gibi isimlerin temsilcileri olduğu ve Fransızcada “moccasin funk” olarak bilenen müzik türünden etkilenerek

çalışmalarına başladığını kaydeden Kavinsky, jazz, hard rock ve metalin de kendisi için önemli olduğunu belirtmiştir. Başarılı dj çalışmalarını, evinde kullandığı G5 ile yürütmekte ve gerçek synthler yerine plug-in leri tercih etmektedir. 2008 yılında Ülkemize uğrayan dj, İstanbul İndigo’da performans vermiştir. Terkar gelmesi temennimiz…


Fleet Foxes Davut Şala Indie’nin patladığı yer altından yeryüzüne fışkırdığı 2000’li yılların ilk yarısında keyfimize diyecek yoktu. Bir yanımızda Strokes diğer yanımızda Franz Ferdinand ve Bloc Party gitar müziğiyle bizi yeniden dans ettirmeye başlamıştı. Fakat ilerleyen yıllarda bu yağmurun sağnağa dönüşeceğinden habersizdik. Plak şirketleri çoktan seçici olmayı brakmış her önüne gelen Converse’li gence album yapma olayına girişmişlerdi. Bizde tabi boş duracak değildik, intikamımızı korsan albümlere abanarak aldık. Tabi bu gençler arasıdan yıllarca sıkılmadan dinleyeceğimiz bir sürü yetenekli adam ve kadın da çıktı. Son dönemlerde İndie musuluğundan gelen sular kesilir gibi oldu. Ağırlık rock star imajlı elektronikçilere kaydı. Gitarların sesi iyice kısıldığı yerini sample ve turntable lere braktığı şu günlerde beni biraz olsun gitar sesine kulak vermeye iten Fleet Foxes var.

lıymış arkadaşlar. Nirvana’yi, Soundgarden’i ve hala Pearl Jam’i barindiran bir kentten daha az kaliteli birşeyler beklemek de hata olurdu. Nereli olurlarsa olsunlar

sevmeniz gerektiğindeb yada benim niye sevdiğimden bahsedeceğim.

bağrımıza basmak şart oldu arkadaşları. Tek tek isimlerini sayıp kimin hangi çalgıyı çaldığını saymayacağım. Zaten oldum olası pek sevmemişimdir o tarz yazıları. Onun yerine bir uzun cümlede niye

Bir cümlede anlatcam demiştim dimi? Sözümü tuttum.

Gereksiz Indie grupları yüzünden iyice uzaklşatığımız gitarlara dönüş için bi sebep olarak gördüğüm Fleet Foxes’la bir kış gecesi internette göz göze geldik. Evet plak şirketlerine hala kızgınım ve hala internetten albüm indiriyorum. Son dönemin en dikkat çekici ve geçen yılın en güzel albümlerinden birine imza atmış, internette araştımasam ve aksanlarına bakmasam İngiliz olduklarından emin olduğum bu Indie Folk grubuna teşekkürü borç bilirim. Sonradan öğrendik ki Seattle

İlk dinlemede sizi etkileyecek eski müzikler gibi tınlayan bir sound a sahipler -sound demekten pek hoşlandığımı söyleyemem ama onun yerine ses dersem olmaz gibime geliyor. yada olur niye olmasın -. sessikzlik kadar güzel ve bi okadar derin melodilere sahip birden çok şarkı var aldümde. Neden olduğunu bilmiyorum ama bu adamların müziği severek çaldığı izlenimine kapılıyorum her dinlediğimde.


Punks Jump Up Selim Efe Yaptıkları remixlerle ‘happy electro’ olarak hem indie, hem pop, hem de electro camiasında herkesi memnun eden Punks Jump Up’ın İsveç’ten çıkacak en büyük ikili olması an meselesi. Enerjik ve rock sound’lu dans parçaları ile adını duyuran DJ / Prodüktör ikilisi Joe Attard ve David Andersson, hali hazırda Kitsune’nin de kadrosuna girmeyi başarmış durumda. 2004 yılında Londra’nın doğusundaki klüplerde, yaptıkları remixlerle başlayan müzik yaşamları, aynı yıl çıkardıkları ve kendilerine ait olan Be You (Beep Beep) adlı 12’’ lik plak ile devam etti. James Murphy, Erol Alkan, Annie Mac, ve Rob Da Bank gibi isimlerin de desteğini alan ikili 2007’de ikinci

12’likleri Dance To Our Disco’yu yayınladılar. Kısa sürede hit haline gelen parça, İngiltere, Avusturalya, Fransa, Almanya, İsveç ve daha bir çok ülke radyosunda yayınlandı. Bu başarıyı, Gossip – Listen Up, Digitalism – Pogo, Peter Bjorn & John – Young Folks, Yelle – A Cause Des Garcons, Lykke Li – Breaking It Up gibi remixler izledi. İngiltere listelerinde 10 hafta kalan Tiga – Beep Beep Beep remixi ise 4 haftayı birinci sırada tamamlama başarısı gösterdi. Almanya, Meksika, Fransa, İspanya, Litvanya, Belçika, İtalya, Finlandiya, Yunanistan, İsveç, İsviçre ve Norveç gibi ülkeleri gezen Punks Jump Up, 2007 yılında Phonem By Miler kapsamında ülkemize de

uğramış ve Babylon’da performans sergilemişlerdi. Erol Alkan, Chromeo, Crookers, Breakbot, Peaches, Joakim, Hot Chip, Bloody Beetroots, Boys Noize, Herve, SebastiAn, Busy P, Kavinsky gibi isimlerle birlikte çalan Punks Jump Up, Metronomy, Siriusmo, Men, Chromeo, Fever Ray, Beni, Breakbot, Zongamin, Gooseflesh, Jackpot, Playgroup, Lykke Li, ve Sebastien Tellier gibi isimlerden etkilendiklerini belirtmişlerdir.


From the Basement Davut Şala Konser kaydı izlemekten pek fazla haz almayan biri olarak Radiohead prodüktörü Nigel Godrich’in yıllar geçse bile tekarar tekrar izlenecek From The Basement’ını hayranlıkla takip ediyorum. Dekordan seyirciden karmaşadan yoksun bir ortamda bir filmde olsa sırıtmayacak kalitede çekimlerle en önemlisi de katılan gruplarla görmezden gelinemeyecek bi tv show’u From The Basement. Bugüne kadar Radiohead, Jamie Lidell, Jarvis Cocker, The Shins, Fleet Foxes, The White Stripes şu anda aklıma gelmeyen ve netten bakmaya üşendiğim bir sürü güzel grup ve en son Petek’in yazısında bahsettiği üzere The Dead Weather’ı bodrumuna konuk etti Godrich. Bodrumunda kim çalsın istersin deseler muhtemelen aynı isimleri sayardım. Godrich ile listelerimizin bu kadar benzer oluşu bu adamların bir gün benim bodrumumda da çalacağı konusunda olmasa bile önümüzdeki günlerde konuk olacak isimler konusunda umutlanmama sebep oluyor. Nerden bulup izleyeceğiz diyenlere hafta sonları gece 12- 01 gibi TNT’yi öneririm. Torrent sitelerinden haberdar olan internetle biraz daha içli dışlı okurlar boşuna zahmet edip torrent sitelerine saldırmayın ben baktım sadece Radiohead var. Diğer grupların canlı performanslarına tam anlamıyla ulaşmak mümkün değil.

Madem izlemek mümkün değil niye yazdın diyen kendini bilmezler olabilir. Evinizde video varsa VHS’ye kaydedin. Sahi VHS vardı bir zamanlar. Acaba şimdi napıyodur? Nerelerdedir? VHS mi kaldı artık diyen kesimdenseniz resmi siteden DVD siparişi verin. VHS güzeldi be!


Atlas Sound Petek Samatyalı

Atlas Sound, aslında Deerhunter üyesi Bradford Cox’ın solo projesi. 2008 tarihli çıkış albümü Let the Blind Lead Those Who Can See but Cannot Feel, ve ardından esas olay yaratan 2009 tarihli albümü Logos ile, çocukluğundan beri ürettiği her müzik projesini Atlas Sound olarak adlandırdığını söyleyen Cox; 5 kişilik Deerhunter ekibiyle müziğe dökemeyeceğini düşündüğü fikirlerini yansıttığı müziğinin başarısının dünya üzerinde dalga dalga yayılması sonucu, 31 Mayıs’ta İstanbul’da konser vereceğini resmi olarak duyurdu bile.

sebeple parmaklarının uzunluğunun ona sağladığı avantaj öne sürülen teorilerden sadece biri olsa da, kesinlikle Let the Blind… ve Logos‘un formülü bambaşka. Cox’ müziğe olan ilgisini, monoton ve hipnotiğin yanısıra, ‘suburban psychedelic pastoral’ şeklinde tanımlıyor. Indie, experimental, ambient, psychedelic, shoegaze etiketleri altında da sınıflandırılabilecek Atlas Sound’da, Deerhunter’ın aksine her şeyin bir saat civarında tamamlandığını; müziği kalabalık bulana dek yeni sesler eklemeye devam ettiğini anlatıyor Cox.

Peki nedir bu Atlas Sound’un sırrı? Bir tür kemik hastalığı olan Marfan Sendromu’na yakalanan Cox’ın bu

Müziğini bilinçaltına göre, sözleri de fazla düşünmeden yazdığını ekliyor. Hatta New York Times Art

Beat ekibi, “Pleasant guitar noiseclouds” şeklinde bir etiketlemeye dahi varıyor. Bradford’ın hastalığı ve ailesinin boşanması nedeniyle okulu bırakıp kendisini Edward Scissorhands’le özdeşleştirdiği, yatak odasındaki minimal aletlerle başlattığı biz müzik projesi. Kendisinin de tanımladığı gibi monoton, ama bir o kadar da hipnotik ve huzurlu müziğiyle ilgili daha çok bilgi için:


Extrawelt Selim Efe Midimiliz’den Arne Schaffhausen ve Wayan Rabe Hamburg’un kırsal kesimlerden gelmekte olan iki insan. Okul’dan ziyada elektronik müziğe olan ilgileri gelişmeye başlayınca, 19’lu yaşlarının basların da dj kayıtları toplayan koleksiyoncular olma yolunda ilerlediler. Bu isteklerinin ve hırslı yapılarının sonucu olarak birlikte çalışarak birbirlerini daha iyi tandılar. Yıl 1998’de sayısız konser ve kayıtlarının sonucunda birkaç ödünç alet edevat ve bir adet Macintosh ile kısa zamanda alışkanlık yaratacak eserlere sahip oldular. Birçok kayıt çıkış parçası ve dünya çapındaki konserleri farklı proje adları altında gerçekleştirdiler “Midimiliz”, “Spirallianz” ya da “The Delta” ve “Downhill” ve sonuncusu ise “Extrawelt”…

Bir keresinde çok başarılı bir çıkısı başarılı bir single olan “Soopertrack” ve “Zu Fuß” isimli çalışmaları, James Holden’ın önderliğindeki Label Border Community’den Mayısın 2005’inde yayınladılar… Türkiyeden tanıdığımız Tuğçe Yazıcı ve Kaan Türkyılmaz beraberliğinde yürütülen “Fino Attack” adlı grubunda kendilerine ait “Soopertrack” isimli parçanın bir remixide mevcut. Benim severek ve fanatiği olduğum bir Label ise; yine Hamburg’da bulunan “Kompass Musik” isimli kayıt şirketinden çıkardıkları “Fernweh / Drehfehler (12”)” isimli label’da isminden anlaşılacağı gibi, “Fernweh” ve “Drehfehler” isimli parçalar inanılmaz sürükleyici, keza “Soopertrack” tadında parçalar olduğunu söyleyebilmek mümkün…

Bu tip çalışmalarda Techno, Electro, Tech House ve Minimal Sound’lar arasında mekik dokuduklarına parmak basmak lazım. Yakın zamanda ülkemizde Dördüncüsü düzenlenecek olan FG - Electronica Global Gathering 2007’de eşlik edecek olan EXTRAWELT şimdiden yürekleri hoplatıcak gibi… Extrawelt’e ait bir seti dinlemek için ise aşağıdaki link’i ziyaret edebilirsiniz… Hepinize iyi keyifler…


Juvelen Selim Efe

Prince, eğer Michael Jackson’la çok büyük bir funk jam albümünde ve bazı birinci sınıf yazarlar ve üreticilerle çalışsaydı sesi İsveç’ten kime benzerdi? Bence kesinlikle Juvelen gibi olurdu.. 31 yaşındaki elektro-pop star’ın sesi genç ve fresh olmasına karşın, şarkı sözleri ve tutkusu, onun hayati deneyimlerini ele vermektedir. Aslında Juvelen, bu endüstriye hiç de yabancı değil.. Geçmişte başarılı rock grubu ile bu müzik dünyasında yer almasına karşın, funk ikonu Prince sayesinde, müzik kariyerinde rota değiştirmiş bir isim.. Kendini tek kişilik boyband olarak tanımlayan Juvelen, Prince’in B sınıfı kopyası müziği ile aslında eğlendiriyor. “Don’t Mess” onu üne kavuşturan ilk parça olmasının yanı sıra, Prince’e olan bağlılığını

(egemenliği altında kalma) gösterdiği de ilk parçadır. Akılda kalıcı ve üzgün moddaki sözlere sahip “Hanna” dan sonra“Baby, When You’re Gone” ile bu yeteneğini devam ettirmiştir. Davul ve bas, yavaş ve seksi ritmler ve kararsız fakat kesik kesik gelen elektronik sesler Juvelen’in sesi ile birlikte kulağa, ipeksi bir pürüzsüzlükte gelmektedir. Juvelen’in sesi dinlediğiniz her sesten daha farklıdır. Prince ile büyümeyen jenerasyon için Juvelen bir fenomen

olabilir, ancak Prince’i bilenler için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. O, şarkılarını falsettoya yakın bir ses tonunda söyler ve saf pop şarkılarına ruh kazandırır. Gereksiz Bilgi: Her ne kadar kendisine iki beden büyük gelse de Juvelen ismi İsveç dilinde mücevher anlamına gelmektedir..

Avey Tare & Kria Brekkan Yiğit Demir Animal Collective’dan tanıdığımız Avey Tare (David Portner) ve onun eşi, aynı zamanda eski múm elemanı olan Kría Brekkan (Kristín Anna Valtysdóttir) ile birlikte Pullhair Rubeye’ı 2007’nin Nisan ayında piyasaya sürdü. Avey Tare ve Kría Brekkan’ın birlikte vokallere katkı yaptıkları bu albümde her ikisinin grubundan da esintiler taşıyor. Bir múm şarkısı gibi duran Sis Around the Sándmill’deki vokalleri 7 yaşındaki bir kız çocuğu yapıyormuşçasına sevimli. Folk ve ambient öğelerinin birbiriyle kaynaştırılmasıyla ortaya çıkan, deneysellik kokan albüm, kimi zaman akustik bir hale bürünüyor, kimi zaman ambient tadını damaklarımızda bırakıyor. Kría Brekkan, ayrıca Belle & Sebastian’ın Fold Your Hands Child, You Walk Like a Peasant albümünün kapağında ikiz kardeşi Gyða’yla birlikte yer alıyor.


Brian Eno Selim Efe

Brian Peter George St. John le Baptiste de la Salle Eno (doğum 15 Mayıs 1948 Woodbridge, Suffolk) Kısaca Brian Eno olarak bildiğimiz, İngiliz müzisyen, besteci, prodüktör, solist, müzik kuramcısı hatta solo şarkıcı olarak ambient müziğin babası. “Yeni yaklaşımlarla ezber bozma, entelektüel güç, halk tarafından beğenilme, insanlık yararına işler yapma ve kültürel önem gibi” ölçütlere göre dünyanın yaşayan 100 dahisinde 15. sırada. Art-rock’un kavramsalcılığı ile amatör punk arasında son derece önemli bir kavşak noktası; farklı alanlardaki tüm aktivitesini ve düşsel üretimini, müziğe aktaran biri. 1948’de İngiltere’nin Woodbridge’inde doğan Eno, 16 yaşına kadar De La Salle’de rahipler arasında kalmış, 2 yıl Ipswich, 3 yıl da Winchester Sanat Okulu’nda okumuştur. Müziğe ilgisi burada belirgin olarak açığa çıkan Brian Eno, Resim ve heykel okuduktan sonra müzikte karar kılmıştır. Tüm enstrümanlar üzerinde amatörce uğraşmış, ama özellikle tape-recorder üzerinde virtüözlüğe yaklaşmıştır. Brian Eno, klavye ve sentezör çalar olarak, 1970’lerin glam rock ve art rock grubu Roxy Music’in genel ses sihirbazı olarak ünlendi. Daha Sonra gruptan ayrılarak, Another Green World (1975) Ambient 1/ Music for Airports (1978) gibi daha soyut sesli albümlere dönmeden önce, dört orjinal rock albümü çıkardı. Harold Budd, Cluster, John Cale, David Byrne ve Robert Fripp’le çalışan Brian Eno, 1970’lerin

sonunda David Bowie ile iş birliği yaparak Berlin üçlemesinin üç plağı olan “Low-Heroesve Lodger” a damgasını vurdu. Aynı günlerde new-wave gurubu Devo’ya da destek oldu. Prodüktör ve söz yazarı olarak Talking Heads ile üç plaklık bir beraberlikte bulundu. Bunların içerisindeki 1980 yapımı “Remain in Light”, o yılın en iyi albümü oldu. Pek çok yeni projeye omuz vermesiyle tanınan Eno, James, Slowdive, Paul Simon gibi isimlerle çalışmış, U2’nun “Joshua Tree” si (1978) ve Coldplay’in “Viva la Vida or Death and All His Friends”’inde (2008) yeteneğini ortaya koydu.

Brian Eno tarafından hazırlandı. Sirocco’nun sadece 10 adet üretilen Brian Eno imzalı özel serisi 8 Ocak 10 Şubat 2007 tarihleri arasında açık arttırmayla sanışa sunuldu. 2000 TL civarındaki bu modelin ön kapağında Brian Eno imzası, arka kasada ise Brian Eno Signature Edition yazısı bulunmaktadır.

Müzik kariyerine paralel olarak sanatsal yaratımını da sürdürden Brian Eno, 1975 yılında Peter Schmidt ile ile birlikte “Oblique Strategies” (Dolaylı stratejiler) adı verilen kartları yayınladı. Üzerinde cümlelerin yazılı olduğu birtakım kartlardan oluşan ve problemlere, nesnelere, değerlere farklı açılardan yaklaşabilme olanağı sağlayan bir tür strateji oyunu olan Oblique Strategies, ortaya çıkar çıkmaz kült oldu.

Brian Eno, AB`nin genişlemesini ve dünyada daha etkin bir rol oynamasını teşvik amacıyla kurulan Avrupa Dışilişkiler Konseyi (EFCR) adlı kuruluşun 50 kurucu üyesinden biridir ve Türkiye’nin AB üyeliği sürecine tam destek veren bildirinin de altına da imzasını atmıştır.

Dunyanin en buyuk cep telefonu ureticisi olan Nokia’nın, 8800 Sirocco Edition’ın melodileri de

Politik kimliği ile de öne çıkan Brian Eno, 2006’da Filistinli sanatçı ve Akademisyenlerin İsrail karşı kültürel boykot uygulanması yönünde başlattığı protestoya destek vermiş ve İsrail’in çağırdığı hiçbir etkinliğe katılmama kararı almıştır.

Eno, defalarca BBC’deki “Question Time” programına katılmış, Irak Savaşı’na karşı olduğunu söyleyerek Obama yanlısı olduğunu belirtmiştir.


Black Kids Yiğit Demir

Black Kids bu yaza damgasını vuran gruplardan birisi oldu. Hareketli melodileriyle, insanı yerinde duramayan, dans etmesini sağlayan bir hava soktular. Hiç çekinmeden tüm şarkılarında, nefesim kesilene kadar dans ettiğimi söyleyebilirim. Şu an yağan yağmurun etkisiyle Sigur Ros’un Hvarf-Heim albümünü açmış dinliyor olsam da, Black Kids adı ve I’m Not Gonna Teach Your Boyfriend How To Dance With You şarkısının aklıma düşen melodisi beni neşelendirmeye yetti. Black Kids 2006 yılının mart ayında Amerika’da kurulmuş. Grubun kadrosu şöyle; Owen Holmes, Kevin Snow, Dawn Watley, Ali Youngblood ve Reggie Youngblood. Soyisimlerinde de tahmin edebileceğiniz gibi Ali ve Reggie

kardeş. Yayınladıkları ilk kayıt 2007 yılında, Wizard of Ahhhs adıyla çıkıyor. Bir yıl sonra da ilk albümleri Partie Traumatic yayınlanıyor. Yaptıkları tarz indie-pop olarak sınıflandırabilir. Synth ve Brit-pop esintileri de albümde yer bulmuş. Black Kids dinlemiş olan herkesin aklından, vokalin Robert Smith’i andırıyor olduğu geçiyor. O kadar benziyor ki, bir forumdaki tartışma konusu, grubun vokalinin Robert Smith olduğu yönündeydi. Grubun vokali tabi ki Robert Smith değil, Reggie Youngblood. Reggie’nin vokali bu benzetmelerin hakkını verecek kadar Smith’i andırıyor. Bu albümün yapımcılığını Suede gitaristi Bernard Butler üstlenmiş.

Albümdeki Brit-Pop esintilerinin de Bernard Butler sayesinde bulamış olduğunu söylebiliriz. Partie Traumatic uzun süre etkisinden kurtulamayacağınız bir albüm olmasa da, sizi eğlendirmeye, dans ettirmeye yetiyor.


Regina Spektor Yiğit Demir

Sadece Regina Spektor diyebilirim. Bu kadının yaptığı, müzikten ziyade daha çok bir müzik sporu ya da piyano ile kendisi arasında kurduğu bir çeşit iletişim tekniği. Bu tatlı sesli kadın gerçekten piyanonun başında çok eğleniyor. Piyanonun tuşlarından çıkan notaların beraberliğinde kurulan yüksek, bazen hızlı, karmaşık melodilerin arkasına saklanan ufacık tatlı bir sevimli kadın… Aslında onu nasıl tanıtsam bilemiyorum bu çok kapsamlı olacak. Moskova doğumlu lakin amerikan şarkıcı bu kadın aynı zamanda kökeni Musevilikten gelmekte… Yaptığı müziğe anti folk ismi veriliyor… Alice harikalar diyarından hatırlayacağımız o müzikler vardı ya hani… İşte aynen o masal âlemlerindeki gibi

şarkılarını söyleyen bu afacan ses, doğaçlama da ise tam bir usta. Piyanosu ile kendi şarkılarını söyleyen kadın ekolünden tamamen ayıran özelliklere sahip olması ise; onu güçlü kılıyor. Açıkça şunu söylemek istiyorum, Spektor hiç kimseye benzemiyor! Spektor, 9 yaşına kadar Moskova’da kaldıktan sonra, ailesi ile Amerika’ya yerleşiyor. Söylenilenlere göre, bulunduğu eyalette bölge seçimlerinin yapıldığı 20. yılında ilk Rus ailesi Spektor ailesiymiş. Babasının batı pop-müzik plaklarını dinleyerek büyüyen çocuk Spektor, piyanoya olan ilgisi iyice körüklenmeye başlamıştır. Piyano eğitimini SUNY müzik konservatuarında tamamladıktan sonra birkaç klüp ve müzikalde çalmıştır.


Kendisini en iyi şekilde ilerletmesi onun gelecekte ki bu yeteneğinin neler kazandıracağından beklide habersizdi. Kariyerinin en başlarında, Ünlü Blues ve Jazz sanatçılarından olan Bayan Billie Holiday’e karşı ilgisi oldukça artmıştır. Piyano çalışmalarını ise Holidey’e karşı yönelten Spektor klasik piyanosunu oldukça üst düzeylere taşımıştır. Artık vakit tamamdır. Spektor ilk albümünü 2001 yılında 11:11 isimle çıkışını yaparak ilk ve yeni olmanın heyecanı ile sevilmeye hatta ve hatta keşfedilmeye başlamıştır. Back of a Truck, 2.99 Blues albümün gerçekten hit olan parçalıydı ve piyanistliğini gözler önüne serebilmek için gayet yeterli bir çalışmaydı. Bu albümden sonra Amerika ve Avrupa’da sık sık perfonmanslar sergilemiş ve bir çok ünlü ses ve müzik sanatçısı ile çalışmaları olmuştur.

olan güzel parçanın bulunduğu albüm olan Begin To Hope ile tekrar kendinden bahsettirdi. Gerçekten bu kadını anlatmak bir zevk ve cümlelere sığmaz diyorum. Bir ses bu kadar mı tatlı, bu kadar mı sevimli ve iç gıcırtıcı olur… Begin To Hope albümünde bir özellik vardır. Gitar ve klavye’ye bu albümde yer verilmiştir ve Davul ritimleri bazı şarkılarda oldukça sert vuruşlara sahiptir. Gelişen dünya müziğine oldukça uyum sağlamayı da eksik etmemiştir.

Şarkılarında hep bir hikaye anlatmayı seven ve bunları piyano tuşlarının arasına bile sıkıştırmayı başarabilen, bir yandan da sürekli şarkı sözü fabrikası haline gelen Spektor çok fazla beklemeyip 2002 yılında Songs albümü ile tekrar sevenleri ile beraber olmuştur. Songs parçalarının kapsandığı bir konserinde ünlü davulcu Alan Bezozi ile tanışması onun ufkunu daha çok geliştirmiştir. Alan Bezozi ise Spektor’un gizli bir hayranıymış meğerse… Bezozi’nin bu ilgisi onu Londra’da yaşayan amerikalı Prodüktör Gordon Raphael ile tanışmasına ve 2004 yılında çıkacak olan Soviet Kitsch albüne atılan ilk adımlardan biri olmuştur. Uzun bir arada sonra Fidelity video klibi ile çıkış yapan üst üst’e dinlenilmesine sebep

Şimdi arkanıza yaslanıp Fidelity’e çektiği klibi izlemenizi tavsiye ediyorum. Bir deli mi yoksa gerçekten muzip mi siz karar verin…

Kısacası Spektor ismi gibi gerçekten bir Kraliçe… Bazen yalnız kaldığınızda, kimi zaman sevgilinize göndermeler yapabildiren ve yer yer huzur içinde olmanızı sağlayan bu muzip kadın şarkılarıyla sizi harikalar diyarına götürebilen cinsten…


Oi Va Voi Deniz Ural

Oi Va Voi (oy va voy diye okuna), Yiddish dilinde Aman Tanrım anlamına geliyor. Ama bence oy anam oy diye çevirmek daha çok yakışıyor. Beyinlerimizin buharlaşıp, kafanın tepesi tabir ettiğimiz bölümden duman halinde göklere yükseldiği bu sıcaklarda, içinizi serinletecek bir şeyler dinleyelim mi? Evet dediğinizi duyar gibiyim. : ) Oi Va Voi, bir takım Londralı genç müzisyenin, kulaklarını hem iç hem de dış dünyaya uzun süreli kabartması sonucu ortaya çıkmış, Balkan müzikleri icra eden, bir çingenemsi modern müzik grubu. Grubun son kadrosu şöyle: Gitarvokal: Nick Ammar, vokal: Bridgette Amofah, davul- perküsyon: Josh Breslaw, bas: Matt Jury, klarnetvokal: Stephen Levi, trompet-klavyevokal: Lemez Lovas, keman: Anna Phoebe. Grubun ilk albümü Digital Folklore 2003 yılında, kendi basımları olarak piyasaya çıktı. Ama asıl ses getiren albümleri, 2004 yılında dünyaya merhaba diyen Laughter Through Tears oldu. Zira bu albümün açlışış parçası Refugee (ft. KT Tunstall) , genel geçer güzelliğiyle gönüllerin padişahı oldu. Ha, bir Yesterday’s Mistakes (vokalde yine Tunstallklibi hemen aşağıda) olsun, bir Od Yeshoma olsun, bir Ladino Song olsun, Refugee’den daha mı kötü? Değil. Nitekim, Oi Va Voi elemanları, henüz ikinci albümlerinde zirvelerde halay çekmeye başladı. Bu nedenle, 2007’de V2 etiketiyle piyasaya çıkan son albümleri ‘Oi Va Voi’, beklentilerin büyüklüğünden dolayı onları oldukça zorlayacak bir albümdü. Bu albümün çıkış parçası,

grubun şimdiye kadarki tazında değişiklik olacağını bildiren, Yuri oldu. Bu ilginç şarkının klibini izlemeden önce, Oi Va Voi’un bu şarkı için yaptığı yorumu buraya eklemek isterim: Fransız elektronik müzik ikilisi Air’ın, bir grup çıldırmış Rus çingenesi tarafından kaçırılıp, bir gece boyunca Moskova’daki bir votka barında tutulmuş hali. Oi Va Voi’un son albümü hakkında olumlu ve olumsuz bir çok eleştiri var. Özellikle ilk iki albümle gruba gönüllerinde ayrı bir yer ayırmış olanlar, son albümden pek hazettememişler. Bunun dışında, Oi Va Voi’yi benim gibi Yuri ile tanıyıp, geriye giderek dinleyenlerin yorumu ise daha olumlu yönde. Eh, benim

yorumum ‘oy anam oy’ demekle bile fazlasıyla olumlu olduğunu belli etti sanırım. Son olarak, ikinci albümün hüzünlü şarkısı Yesterday’s Mistakes’in güzelim klibini de izleyelim. Böylece, hem grubun bahsettiğim dönüşümü bilmeyenler tarafından daha iyi anlaşılacak, hem de ferahlatıcı bir şarkı dinlemiş olacağız. Herkese serin günler.


Bangkok Impact Selim Efe

23 Yaşında finlandiyalı Sami, commodore 64, atari st, sinclair zx 81, gameboy, nes gibi bilgisayar ve aletlerle beynini tamamen bunlara adayıp “low-bit” dediğimiz düşük bitrate’te müzikler tasarlayan ve bünyesinde Keyo Laboratories, Lolita Sträp, Olavi, Omni Incentive, The, Red Loafen gibi ünlü prodüktör ve bu tarz müzikle ilgili isimler bulunan 8bit rockers adlı grup ile yola çıkmış olan asıl kurucuları ise ve şimdi bangkok impact’te devam eden Sami Liuski çocukluğundan gelen Commodore 64 ve Amiga tutkunluğu onu oyun oynamak yerine müzik yapmaya itelemiştir… İlk olarak, 10 yaşından itibaren 8bit tonlarla “haşir neşir” olup ve bazen saçmalayarak deneme-yanılma yolu ile bu tonajları yakalayıp seven sami, kariyer noktasına vardığında ise; italyada elektronik disko “electrodisco” müziği yapmaya başlamıştır. Bu onun için bir füzyon olmuştur. Parçalarında genellikle robotik sesler kullanmıştır. Sami, Legowelt ile tanışmasıyla iyice italodisco türevine yönelir. 8 bit seslere olan tutkunluğundan olsa gerek ki,

80’lerin disko müziği ile bilim kurgu seslerin bir araya geldiği duygusalmelankolik disko bombası 2000’li yıllardan itibaren Bangkok Impact ismini taşımaktadır artık… En çok plağını Creme organization’dan çıkarmıştır. Minimal müzik üstadı kassen ile büyük bir dostluğu vardır sami’nin. Hatta Auf’taki konserlerinde ve bir çok konser ve perfonmanslarında ise gölgesidir… Chart listelere göre en ok beğenilen ve ün salan plağı masters of the universe olup, “junge dame” parçası ile büyük hit toplamıştır. Bir çok toplama albümde ise bu parça yer almıştır. Yaptığı müzik çoğu dinleyici yorumlarına göre Legowelt ve Orgue electronique gibi büyük devlerin müziğine benzetilmektedir… Sami küçüklüğünden beri ünlü 8bit Müzisyen üstadı Rob Hubbard! hayranıdır… Sanırım çocukluğunun bu yönde ilerlemesine sebep olan bu isimden olsa gerek. Küçüklüğümüzde TRT’deki Sezen

Cumhur ÖNAL’ın sunduğu müzik yelpazesini bilmeyeniniz yoktur… Çoğumuz bir sanatçıdan etkilenmişizdir. Hala o günler aklıma geldikçe bir garip olurum… Sami’yi şimdi daha iyi anlayabiliyorum… Sami artık 8Bit müzik yapmıyor buna zamanı olmadığını söylüyor… Şu an kariyerinin doruğunda tamamen elektronik disko müziğine ve daha fazlasına yönelmiş durumda. Ocak 2005’te AUF’ta gerçekleşen perfonmansı mükemmeldi diyebilirim. Etkileyici,büyüleyici…. 1 Saat kadar kısıtlı bir zaman olsada kesintisiz doyasıza seratonin salgılattırdı bize… Geçtiğimiz aylarda minimal ve tech house stili ile tanınan compuphonic’in çıkarttığı Les Environs isimli label’da bir mix’ide mevcuttur. Gerçekten güzel ve keyif veren bir çalışma çıkarttığını düşünüyorum ve çalışmalarının devamını sabırsızlıkla bekliyorum…


The Civil Wars Petek Samatyalı

2011’in sürpriz çıkışlarından biri: The Civil Wars. Kendileri bile her fırsatta bu başarıyı hiç beklemediklerini dile getiriyorlar. Folk, country ve rock’ı harmanlayan ikili; ‘Dance Me to the End of Love’ cover’larıyla duyulmaya başlamışken, Şubat ayında, ilk albümleri Barton Hollow’u çıkardılar. Albüm satışa çıktığı ilk hafta 25.000 kopya satarak Billboard’un Top 200 listesinde 12 numaraya oturdu, ve hemen ardından iTunes’da 1 numaraya. Barton Hollow adlı ilk single’ları yayınlandığı ilk hafta iTunes’a 4. sıradan girip 1 numaraya kadar çıkarken, Amazon’da ise 5. sırada yer aldı. Şu günlerde turnede olan grubun bütün konserler biletleri yok satıyor. Albümleri dinleyicilerden tam puan alırken, pek çok dergi ve eleştirmen de şimdiden onları Next Big Thing

olarak nitelemeye başladı bile. Shirley Manson ve Taylor Swift gibi isimlerin de desteğiyle ünleri giderek artmakta. The Tonight Show with Jay Leno’daki performansları da bu kadar taze bir grup için alışılmadık bir durumdu. Peki nedir bu başarının sırrı? İki sene önce Nashville’de bir ‘songwriting’ kampında tanışan Joy Williams ve John Paul White, daha ilk anda aralarındaki garip bağın farkına varmış. Normalde ikisi de solo çalışmalar yapmakta olan Williams ve White, ‘kaçınılmaz’ olarak niteledikleri üzere müzik yapmaya başlamışlar. Zaten ikiliyi izleyen herkesin farkına vardığı ilk şey, neredeyse dalga dalga yayılmakta olan, aralarındaki inanılmaz kimya. Öyle ki ikilinin başkalarıyla evli ve sadece iş


arkadaşı olmaları duyanları hayrete düşürüyor. Eğer bir albüm kritiğinde bundan bahsetmenin gerekliliğinden şüphedeyseniz, mutlaka bir The Civil Wars performansı izlemenizi öneririm. Robert Plant ve Alison Krauss’un ‘Raising Sand’ albümüne duydukları hayranlığı baz aldıklarını söyleyen ikilinin, birlikte şarkı söyledikleri anda sanki iki kişi değil de inanılmaz uyumlu ve büyülü bir koro varmış etkisi yaratması ise The Civil Wars hakkında en çok konuşulanlardan. Toplamda 12 şarkı ve 2 bonus track barındıran albüm, günümüz pop müziğinden bıkanlar için kaçırılmaz bir fırsat. Hüzün ve huzuru birlikte barındıran albümü karanlık olarak nitelenemekten de çekinmiyor grup; fakat albümün karanlık olması başarısını hiç de düşürmüşe benzemiyor. Albümle aynı adı taşıyan çıkış parçaları Barton Hollow, son zamanlarda duymaya alışık olmadığımız, gerçekten iyi bir folk parçası. Açılış parçası ‘20 Years’; mandolin, viyolin eşliğindeki White ve Williams’ın uyumlu vokaliyle, grubun sakin ve depresif sayılabilecek folk müziğini dinleyiciyle buluşturuyor. Albümün ağır toplarından ‘I’ve Got This Friend’, dinleyiciyi hemen yakalayacak olan huzur dolu parçalardan. Grubun bir diğer single’ı ‘Poisin and Wine’ ise,” I don’t love you but I always

will” sözleriyle kafalarda çelişki yaratan hüzünlü bir parça. Williams’ın melodik piyano ritmleri, enstrümantal parçaları ‘The Violet Hour’da iyice öne çıkıyor. Bol bol banço, mandolin ve viyoline yer verilen albümde en güçlü country hissiyatını veren parçalardan biri de, grubun güvendiği parçalarından ‘Forget Me Not’. Unutulmaya başlandığı günlerde country müziği herkese yeniden sevdiren bir yapım olduğu kesin Barton Hollow’un. Fakat yine de, bu büyülü ikiliden çok daha fazlasını beklemekten alamıyor kendisini insan; zaten o yüzdendir ki, ‘Next’ Big Thing olarak adlandırılıyorlar.


Beady Eye Petek Samatyalı

2011’in en çok beklenen albümlerinden biri, kuşkusuz ‘Different Gear, Still Speeding’ oldu. Oasis’in 2009 yılındaki sürpriz ayrılığının ardından milyonlarca Oasis hayranının ümit bağladığı grubun albümü, nihayet geçtiğimiz Şubat ayında raflarda yerini aldı. Albümün adı ‘Different Gear, Still Speeding’, başlı başına grubun Oasis’le karşılaştırılmayı beklediklerinin; kapağı ise kendilerini farklı viteste gitmeye başlamış bir kaplumbağaya ve beklenti dolu hayranlarını da üzerlerine binmiş bir çocuğa benzeterek işi mizaha taşıdıklarının açık bir göstergesi. Albümün çoğunlukla yeni bir Oasis albümü gibi tınladığı bir gerçek, ama daha ilk single’ları ‘Bring The Light’ ile farklı bir şeyler olduğu da ortada. Beklenmedik şekilde

müziği şekillendiren rock’n roll piyano, Liam Gallagher’ın bir yere yetişecekmiş gibi yaptığı vokaller, hızlı riff’ler, küçük bir bayan korosunun geri vokalleri; bunlar Oasis’ten duymaya alışık olmadığımız şeyler. Neden Beady Eye’ı dünyaya tanıtmak için bu şarkıyı seçtikleri sorulduğunda, şarkının kendisini seçtiğini söylüyor Gallagher. Zaten şarkının ilk dinleyişte insanı yakalayan ritmi, Liam’ın ne kastettiğini dinleyiciye kendisi anlatıyor. Şarkıdaki “I see no point/In what you’re thinking/I’m going out/I’m taking you drinking” gibi akla ilk gelenin yazıldığı sözler de hem güldürüp, hem de söz yazımının Oasis’tekinden pek de farklı işlemediğini ortaya koyuyor. ‘Sunkissed’ ve ‘Sweet’ gibi sıfatlarla tanımlanan albüm; ‘The Morning Son’ balladı, Libertines-vari bir yalınlıktaki


‘World Outside My Room’, ‘For Anyone’, ‘Wigwam’ (‘sha la la’ kısımları bile var) şarkıları ile bu sıfatları sonuna kadar hak ettiğini dinleyiciye ispatlıyor. ‘Sons of the Stage’, ‘Standing on the Edge of the Noise’ ve ‘Wind Up Dream’ ise klasik Oasis şarkıları gibi tınlarken, grubun ‘Three Ring Circus’ ve ‘Four Letter World’ ile yeni şeyler denediğini görmek de mümkün. The Roller ise, yumuşak gitar ve vokalleriyle tam bir Oasis hiti. Zaten, grup elemanlarından Gem Archer’ın henüz Heathen Chemistry (2002) albümünün kayıtları sırasında Oasis için yazmış olduğu şarkının şu an Beady Eye’ın ikinci single’ı olması durumu ortaya koyarken, bu parçanın bugüne dek saklı kalmış olması inanılır gibi değil. Başlı başına bahsedilmeden geçilemeyecek şarkılardan biri ise, elemanlardan Andy Bell’in yazmış olduğu ‘Millionaire’. Country havaları estiren parçanın sürrealist Salvador Dalí referansı (Sweet Salvador the shadows painted and the light he saw/The way I see it now so clear like diamonds on the water) da gruptan beklenmeyen, Oasis’ten farklılıklarını kanıtlamaya çalışıp çalışmadıklarını düşündüren bir hareket. Fakat albümde Oasis’ten bile çok The Beatles etkisinin hakim olduğu bir sır değil, zaten Gallagher kardeşler de ilham kaynaklarının The Beatles olduğunu hiç inkar etmemişti. Liam’ın vokalleri olmasa bir Beatles şarkısı olduğundan şüphe etmenin zor olduğu ‘The Beat Goes On’, ‘Beatles and Stones’ (yoksa isimlerde bir şey dikkatinizi mi çekti?). Her zamanki gibi sadece Gallagher imzalı bir üretim olmaktansa; Oasis elemanlarından Andy Bell ve Gem Archer’ın da müziğin oluşumuna daha çok katkıda bulunmasına fırsat veren, kendilerinin kıyıda

köşede kalmış taslaklarına gerçek bir hit olma şansı veren bir kurum olarak da düşünülebilir Beady Eye. Grubun, Oasis’ten tek farkının ise Noel Gallagher’ın eksikliği olup olmadığı şu aralar müzik -magazin gündeminin favori konusu. Liam Gallagher’ın peşpeşe yaptığı ‘Oasis bir daha asla bir araya gelmeyecek’, ‘Aslında asla demek istemedim, sadece şu anda öyle bir olasılık yok’, ‘Anlaşmalı olduğumuz hayır kurumları gerektirirse tabii tekrar Oasis olarak çalarız’ açıklamaları ise artık dinleyiciyi şaşırtmıyor; çünkü Liam Gallagher’ın herhangi bir açıklamasının geçerliliğine inanmanın komik olduğunu bilmeyen kalmadı. Öyle ki, bir sonraki albümde Noel Gallagher’ı

da Beady Eye’a dahil edip, tekrar Oasis olmaları yüksek beklentiler arasında. Gallagher kardeşlerden söz ediyoruz; tarihin de defalarca tanıklık ettiği üzere, her an her şey olabilir.


Kings of Leon Petek Samatyalı

Eski Kings Of Leon severler. Kaçınız Sex On Fire’ı görünce, “yaşasın? işte hala yaşıyorlar ve hala caleb’in vokali eskisi gibi kulak tırmalayıcı ve garip, gitarlar ve davullar yine bizi heyecanlandırmak için işliyor, her seferinde daha iyi ve daha saf bir rock’n roll’la harmanlanmış bir müzik yapmayı başarıyorlar.” dememiş olabilir ki? Sanırım neredeyse hiç. 2003 yılında Britanya semalarında başarılı bir çıkış yapan Amerikalı grup Kings of Leon, 4. albümleri Only By The Night’la yine listeleri tepetaklak etmiş görünüyor. Fakat işin ilginç yanı, tempolarını düşürmelerine rağmen adlarından bu derece söz ettiriyor olmaları! Müzik yapmaya kilisede başlayan üç kardeş (Caleb, Nathan, Jared Followill) ve bir kuzenden (Matthew Followill) oluşan, kardeşlerin papaz

babası ve aynı adlı dedeleri Leon’dan adını alan grup, kendi ülkelerinden ziyade İngiltere’de başarı yakalamış olmaları sebebiyle de şaşkın (hatta üzgün de diyebiliriz). Rolling Stone’un Only By The Night’ı senenin en iyi 4. albüm seçmesi de dikkatleri grubun üzerine çevirmek için yeterli bir sebep olsa gerek. Caleb’in ilk önce ciddi ciddi ‘söyleyemem, utanırım’ diyip sonra bunu aşmasıyla bize ulaşan Sex On Fire’la dinleyicilerin gönüllerinin yanı sıra listeleri ve satış rakamlarını fetheden grup, yeni albümü Only By The Night’la gündemde. Çoğunluğun, ortaya çıkan kırsal Amerikan kültürünün rock müzikle buluşmasının 4. ürününü ‘mükemmele yakın’ olarak nitelediği albümü, öncekilere oranla yavaş ve daha tekdüze olan niteleyen bir kesim de mevcut. İlk single’ın ötesi

ne peki? Albüm de satış rakamlarına yansıttığı kadar iyi mi?? Neredeyse bir yılbaşı jingle’ı gibi açılan 17 ve yer yer baskın davullarıyla, öfkeli havasıyla öne çıkan Be Somebody, Caleb’in sustuğu ve gitarların konuştuğu Crawl dışında albümdeki bütün parçalar neredeyse aynı şarkıymış gibi tınlıyor demek yanlış olmaz. Evet, Kings Of Leon için her şey yolunda gözüküyor ama, nerede bir The Bucket, veya Four Kicks ve diğerleri diyip, aklından The Bucket’ın ‘Eighteen, Balding, Star, Golden, Falling, Hard!’ nakaratını geçiren varsa çok selam ediyorum buradan kendisine!!


Go Back To The Zoo Selim Efe

Hollanda’nın doğusundan, Nijmegen’den iki kardeş... Cas ve Teun Hieltjes. Teun gitar çalmış, Cas şarkı söylemiş. Bir süre sonra davulcuya ihtiyaçları olduğunu düşünerek arkadaşları Bram Kniest’i kendilerine dahil etmişler. 3 kişi olduktan sonra da Hollanda’nın bu en eski yerleşim yerinden kalkıp Elektronik müziğin kalbinin attığı yere, Amsterdam’a doğru yol almışlar. The Strokes konserinde kuyrukta beklerken Lars Kroon adında biriyle tanışmış bu 3 kafadar. Lars’ı o kadar çok sevmişler ki, grubun bas gitarist eksikliğini onunla gidermek istemişler. Tek sorun, Lars’ın hayatında gitara elini bile sürmemiş olmasıymış... Böyle çılgınca bi fikre Lars evet diyerek en az onlar kadar

çılgın olduğunu göstermiş; uyumlu, iyi bir grup olacaklarının sinyallerini de vermiş. Lars’ın alıştırmalarını yaptığı, grubun şarkılarını yazdığı tozlu, eski bodrum katlarından Hollanda dinleyecisine ulaşmayı başarmışlar. GO BACK TO THE ZOO böyle doğdu...Sonra? Sonra ne mi oldu? 2008 yılında bir başka rock grubu olan De Staat’ın solisti Terre Florim’in desteği ile müzik piyasasıyla tanıştı GBTTZ. Çıkış single’ları Beam Me Up, Nike’ın dünya lansmanında kullanıldı. 2009’un Mayısında Universal Music ile el sıkışan grup, parçayı buradan yayınlayarak kendilerini resmileştirdi. Go Back To The Zoo, Aralık 2009’da 2. single’ları olan “Electric” i etkileyici bir kliple yayınladı. Klipte, grup

üyeleri Transformers misali müzik aletlerine dönüşüyorlar. Grup, 10 Ağustos 2010’da, Beam Me Up ve Electric’in de aralarında bulunduğu 11 eserlik “Benny Blisto” adlı albümünü piyasaya sürdü. O albümün popüler parçalarından “Hey DJ” Hollanda’nın en büyük pop/rock istasyonu olan 3 FM’de Megahit olmayı başardı. Çocukluk hayalinden 3 şarkı ile fırtına estirecek konuma gelmeyi şüphesiz grubun kendisi de beklemiyordur. Go Back To The Zoo’nun bu önlenemez yükselişi devam edecek gibi görünüyor.Bu eğlenceli gurubu dinlemeye ve izlemeye devam edin.


The White Stripes Petek Samatyalı

2 Şubat 2011 günü, The White Stripes, sürpriz bir basın açıklamasıyla dağıldığını duyurdu. Bir daha herhangi bir kayıt çıkarmayacaklarını veya performans gerçekleştirmeyeceklerini; bu kararın Jack veya Meg’in sağlığı veya başka bir sorunla bağlantılı olmadığını belirttiler. Gruba dair güzel ve özel olan şeylerin olduğu gibi kalması gerektiğini; hatta grubun artık hayranlara ait olduğunu, gerilerinde bıraktıkları mirasla ne istersek yapabileceğimizi söylediler. Jack White’ın, daha geçtiğimiz Kasım ayında Meg’le birlikte

stüdyoya dönmeye ve taze bir başlangıç yapmaya hazır olduklarını açıklamış olması da kafaları karıştırırken, ortada göründüğünden fazlası olabileceğini gösteriyor. Binlerce hayran mektubuyla tepki bulan, pek çok müzik dergisince gruba dair özel sayı hazırlanarak anılan, senenin en sarsıcı müzik haberlerinden biri olan The White Stripes ayrılığı sonucu, biz de geçmişlerine şöyle bir göz atalım.

The White Stripes kimdir? Günümüzde rock’n roll ve blues’u canlı tutan sayılı gruplar arasında

gösterilen The White Stripes, 1997 yılında Detroit, Michigan’da kuruldu. Garsonluk yapmakta olan Meg White ile tesadüfen tanışan Jack evlenir. Rivayete göre Jack bir gün gitar çalarken Meg de bateriye oturur, çocuksu çalış şekli Jack’in hoşuna gider ve her şey böyle başlar. Zaten grubun karakterini şekillendiren temel özelliklerinden biri de Meg’in çocuksu bateri çalışı olacaktır. Meg White hakkındaki bitmek bilmez ‘yeteneksiz’ tartışmaları, veya Jack’in gitarını bu basit perküsyon eşliğinde daha yüksek tonda konuşturmaya fırsat bulması teorisi grup hakkındaki popüler müzikal dedikoduların


başlıcalarındandır. İlk başlarda sadece Amerikan underground piyasasında bilinen grubun kaderi, 2001 yılında yayınladıkları 3. albümleri ‘White Blood Cells’, çıktıkları ufak çaplı İngiltere turnesi ve NME’nin kaçınılmaz desteğiyle değişir. Ünlü DJ’lerden John Peel’in, ‘Jimmy Hendrix’ten bu yana gördüğü en iyi şey’ olarak tanımladığı grup, Daily Mirror tarafından ‘The Sex Pistols’dan bu yana çıkan en iyi grup’ olarak nitelenmiştir. Q dergisi, 2002 yılında The White Stripes’ı ‘ölmeden önce görülmesi gereken 50 grup’ listesinde göstermiştir. 2003 yılında çıkardıkları ‘Elephant’ albümü (sadece 2 haftada kaydedilmesiyle de ün kazanmıştır) ile grup mainstream kültürün bir parçası olmuştur. ‘Seven Nation Army’nin meşhur riff’i, The White Stripes için doruk noktası olarak tanımlansa da, esasen grubun daha pek çok şarkısı bulunmaktadır. Grup hakkında pek çok tanım yapılırken, Jack White bunlar arasından en sevdiği olarak, bir Spin dergisi yazarının tanımı olan ‘The White Stripes’ın bugüne dek gördüğü en sahte ve aynı zamanda en gerçek grup’u seçmiştir. Gerçekten de, gruba bakıldığında, sahte kardeş hikayelerinden tutun sadece 3 renkle kısıtlanmış kıyafet hatta enstürmanlarına kadar, görebileceğiniz en kurgu ürünü gruptur The White Stripes. Bir yandan da, lo-fi anlayışını esas tutarak yaptıkları cayır cayır rock’n roll, kökleri olduğunu sıkça belli eden blues ve hatta yer yer punk müzik, son derece içten hatta çıplak olarak nitelendirilebilecek şarkı sözleri, ve Jack White’ın çoğunlukla kulakları tırmalayan sesiyle de görebileceğiniz en gerçek gruptur belki de.

The White Stripes (1999)

Grubun ilk albümüdür. Yoğun garage rock etkileşimlerinin yanı sıra, baştan aşağı lo-fi olarak nitelendirilebilecek, rock’n roll ve blues köklerini modern bir yaklaşımla ele almış bir albümdür.

De Stijl (2000)

Jack White’ın salonunda kaydedilmiştir. De Stijl adındaki sanat akımı ve blues köklerine bağlılıklarıyla grubun temel taşlarından biri olmuştur. Billboard Dergisi’nin Independent Albums listesinde 38 numaraya yükselmiştir. “Why Can’t You Be Nicer To Me” şarkıları The Simpsons’da kullanılmıştır.

White Blood Cells (2001)

Michel Gondry tarafından yönetilen legoanimasyon videosuyla büyük ses getirmiştir. Video 2002 MTV Video Music Awards’da 3 ödül kazanmıştır: Breakthrough Video, Best Special Effects, ve Best Editing. Pitchfork, albümü 2000 ve 2004 yılları arasındaki en iyi 100 albüm listesinde 8. sıraya koymuştur.

Elephant (2003)

Grup için dönüm noktasıdır. Albüm, Best Alternative Music Album, ‘Seven Nation Army’de Best Rock Song dalında Grammy kazanmıştır. Michel Gondry’nin yönettiği ‘The Hardest Button to Button’ videosu büyük ilgi çekmiş, klipte ünlü müzisyen Beck de cameo rolü üstlenmiştir. Ayrıca, videonun Jack ve Meg Bart Simpson’ı kovalarkenki bir parodisi de The Simpsons’da yerini almıştır.

Get Behind Me Satan (2005)

Grubun en deneysel albümüdür. Jack’in bir heves sonucu alıp öğrendiği marimba ezgileri albüme damgasını vurmuştur. ‘Blue Orchid’ şarkısı radyoların favorisi haline gelmiş, grubu hiç olmadığı kadar maistream sınıfına sokmuştur. GBMS, Rolling Stone dergisi tarafından senenin en iyi 3. albümü seçilmiş, Best Alternative Music Album Grammy ödülünü de kazanmıştır.

Icky Thump (2007)

Grubun rock’n roll köklerine döndüğü, aynı zamanda son çıkardığı albümüdür. 223.000 kopya satarak UK Albums Chart’ta bir numara, Billboard 200 listesinde 2 numara olmuştur. Bir Best Alternative Music Album Grammy ödülü de bu albümle gelmiştir.


The White Stripes hakkında az bilinenler: - Grubun devamlı iddia ettiği üzere Jack ve Meg kardeş değillerdir. 1996 yılında evlenip 2000 yılında boşanmış, bu süre zarfı ve devamında müziklerini sürdürmüşlerdir. - Jack ve Meg’in kardeş olarak lanse edilmeyi seçmelerinin esas sebebi, ilgiyi aralarındaki ilişkinin magazinsel boyutuna değil, müziğe çekmektir (her ne kadar bu yaklaşım daha çok spekülasyona sebep olsa da). - İkilinin birlikte çaldığı ilk şarkı, David Bowie’den Moonage Daydream’dir. - Grubun amblemi, Meg’in çok sevdiği nane şekerinden gelmektedir. -Jack White’ın esas adı John Anthony Gillis iken, Meg ile evliliğinden sonra onun soyadını alarak Jack White olmuştur. -Jack White 2007 yılında Rolling Stone dergisi tarafından yapılan 100 Greatest Guitarists listesinde 17. sırada yer almıştır. - Katolik bir ailenin 10 çocuğundan en küçüğü olan Jack White, gitar, bateri ve piyano çalmayı kendi kendine öğrendikten sonra yılarca müzikle uğraşmaya devam etti. - Jack White’ın esas mesleği mobilya döşemeciliğiydi. Mesai saati bittikten sonra iş arkadaşıyla birlikte gitarlarını çıkardıkları rivayetler arasında. - Jack White aslında papaz olacakken son anda fikrini değiştirip müzikte ilerlemeye karar vermiştir.

-3 rakamına takıntılı olan ve kendisini çoğunlukla Jack White III olarak tanıtan Jack’in, grubu tamamen bu sayı çevresinde şekillendirdiği bir sır değildir. Sadece 3 renkte (kırmızı, beyaz ve siyah) giyinen ikili, grubu da 3 temel öğenin (gitar, vokal, davul) üzerine kurmuştur. Obsesyonunu bir masanın en az 3 ayakla dengede durabilmesi veya Hristiyanlık’taki Kutsal Teslis’le açıklayan Jack White’ın bu takıntısı hakkında güncel bir teori de NME dergisinden gelmiştir: The White Stripes’ın dağıldığını açıkladığı 2 Şubat, aslında senenin 33. günüydü!! - “Your furniture is not dead” sloganıyla işlettikleri Third Man Upholstery, Jack White’ın şu anda “Your turntable is not dead” sloganıyla kurduğu plak şirketi Third Man Records’ın temel ilham kaynağıdır. - Ünlü şovmen Conan O’Brien’ın programına defalarca çıkan grup, ‘The Denial Twist’ şarkılarının klibini de Conan O’Brien Show’un stüdyosunda çekmiştir. Şovmen ayrıca Jack White ile birlikte performans sergilemiş, Third Man

Records raflarında yerini alan bir şov kaydetmiştir -Jack White, 2005 yılında ‘Blue Orchid’ videosunda oynayan ve çekimler esnasında tanıştığı model Karen Elson’la evlenmiştir. Evliliğin şahitlerinden birinin Jack’in eski eşi Meg White olması, grubun garip ününü arttırmıştır. -The White Stripes’ın en büyük destekçilerinden biri de, Jack White’ın, biyolojik babası ve tanrıdan sonra üçüncü babası olarak nitelediği Bob Dylan’dı. Grubun Dylan’la birlikte canlı performansları bulunmaktadır. -Jack White’ın prodüktörlüğünü yaptığı isimlerden biri de ünlü country şarkıcısı Loretta Lynn’di. 2004 yılında çıkan albümü ‘Van Lear Rose’, pek çok Grammy ödülü toplayarak White’ın prodüksiyon başarısını tescilledi. -White’ın birlikte çalıştığı son isimlerden biri de Wanda Jackson. Elvis Presley’le birlikte anılan Jackson’ın da Loretta Lynn ile aynı başarıyı yakalayıp yakalamayacağı merak konusu. -Jack White’ın 2006 yılında Coca


Cola reklamı için müzik yapması, The White Stripes hayranlarından büyük eleştiri topladı.

The White Stripes’tan İnciler

-White, 2008 yılında Alicia Keys ile birlikte yaptığı James Bond şarkısı ‘Another Way o Die’ büyük ses getirirken, Best Short Form Music Video’ dalında Grammy’ye aday oldu.

“Çok fazla koleksiyonum var, doktorlar artık insanları biriktiremeyeceğimi, sadece kişiliklerini ve anıları biriktirebileceğimi söyledi.” (insan kemikleri biriktirmesi hakkında) Jack

-Led Zeppelin üyesi Jimmy Page ve U2 elemanı The Edge ile birlikte ‘It Might Get Loud’ belgeselinde yer almıştır. Filmde bir kola şişesi ve tahta parçasıyla kendi gitarını kendi yapıp, “Gitar almanıza gerek olduğunu kim söyledi?” yaklaşımı özellikle ses getirmiştir.

“Bana fikrimi sorup sonra da verdiğim cevap için cezalandırmayın! Daha iyisi, hiç sormayın. Ya da gerçeği beklemeyin... Eğer size popüler olan fikri cevap olarak vereceğimi sanıyorsanız, yanlış kişiyle konuşuyorsunuz.” - Jack

-White’ın, The Rolling Stones DVD’sinde de grupla bir performansı bulunmakta. -2009 yılında White, kendisiyle birlikte çalışmak isteyen Slash’in bu isteğini geri çevirdi. - White’ın internete ve gelişen teknolojiye karşı plakları savunduğu biliniyor.

Meg White Çocuksu davul çalışının yanısıra sessizliğiyle ünlenen Meg White’ın bu sessizliğinin sebebi grubun hayranlarınca hep merak edilmiştir. Röportajlarda bile neredeyse hiç konuşmayan ve konuştuğunda da mırıl mırıl bir iki kelimde söyleyen Meg’in bu durumuna son vurgu, grubun konser DVD’si ‘Under Great White Northern Lights’ta, kendisinin söylediği her cümleye alt yazı konulmasıyla yapılmıştır.

The White Stripes’tan sonra hayat Günümüzün en meşgul müzik figürlerinden biri olarak gösterilen

Jack White, lideri olduğu The Raconteurs ve The Dead Weather gruplarıyla çalışmaya devam edeceğini belirtirken, bundan sonra başka hiçbir gruba katılmayacağını fakat beklendiği üzere, solo çalışmaya başlayabileceğini açıkladı. Şu günlerde yer aldığı yeni Danger Mouse albümü Rome’un yanısıra, White’ın Jay-Z ile birlikte kaydettiği parçaların da yayınlanması bekleniyor. Jack White’ın Nashville’deki müzik fabrikası Third Man Records, şu günlerde White’ın prodüktörlüğünü yaptığı pek çok yeni isimle ve plak üretimiyle yoluna devam ederken, bir de yeni proje söz konusu. Gençlerin çoğunun plak kültüründen kopması sonucu, lokal plak dükkanının bir şubesini de kendi dekore ettiği bir Third Man Records otobüisüne taşıyan White’ın, şu ara otobüsle birlikte Amerika’yı eyalet eyalet turladığı ve sürpriz mini konserler verdiği son gelen haberler arasında. Geçtiğimiz senelerde Patti Smith’in oğluyla evlenen Meg White’ın ise müzik hayatına devam edeceği ise pek ihtimal verilen bir senaryo değil. Yine de, The White Stripes’ın birleşmesi sonucu gruba dönmesi fikri, hayran teorileri arasındaki sağlam yerini koruyor.

“Bence Coca Cola insanlığın icat ettiği en harika içecek. Ben günde altı tane içiyorum.” - Jack “Bir şarkı daha çalacağız, ondan sonra hepimiz eve gidip annemize sarılabiliriz” - Jack “Meg’in feminenliği ve ekstrem minimalizmi bazı metal-kafalar ve aykırı hipster’ların kaldırabilmesi için çok fazla. İnsanlara ilham veriyor. Bu yüzden de ona karşılığını dedikodu ve yargılamayla veriyorlar.” - Jack “Dünya hakkında her zaman şüpheci oldum, o yüzden benim için kendi küçük dünyamda yaşamak oldukça kolay.” - Meg


Wolfmother Selim Efe

Wolfmother’ı ilk kez dinlediğimde aklımdan geçen tek şey Led Zeppelin olup olmadıklarıydı. Merak edip araştırmaya koyulduğumda ise bu fikre kapılanın sadece ben olmadığımı gördüm. Nitekim Last FM’de Wolfmother’a benzer grupları çal dediğinizde karşınıza illa ki bir Led Zeppelin şarkısı çıkacaktır. Her ne kadar babalarının reankarnasyonu biçiminde şarkılar üretseler de şurası su götürmez bir gerçek ki; Wolfmother ‘60’ların ruhunu günümüze taşıyan ve yorumlayan en başarılı gruptur. Wolfmother’ı parlak bir kariyerin beklediği ,2004 yılında Melbourne’da sergiledikleri performanstan belli olmuştu. Soundları buram buram eski kokan

ve bunu her şarkısında hissettiren grup, sanki ‘60’lardan günümüze bir zaman makinesi ile taşınmış gibi. Placebo solisti Brian Molko, Audioslave solisti Chris Cornell ve Radiohead’in frontman’i Thom Yorke’un öve öve bitiremediği grup, günümüz genç rock müzik hayranlarının Black Sabbath ve Led Zeppelin ile tanışmasına aracılık etmiştir. 2000’de kurulan ve asıl süksesini 2006 yılında yapan Avustralya menşeili Wolfmother 3 kişiden oluşur. Andrew Stockdale(vokal/ gitar), Chris Ross(bas) ve Myles Heskett’in (davul) yer aldığı grup, adını, Tom Robbins’in Skinny Legs and All” adlı romanındaki kurt

anadan alır. Psychedelic Rock ve Stoner Rock’ın başarılı icracısı Wolfmother, kendi adlarını taşıyan ilk demolarını 2004’ün Eylül ayında Modular Recording şirketinden çıkardı. Avustralya`nın büyük müzik festivalleri Homebake ve Big Day Out’da çalma şansını elde ettikten sonra Los Angeles`a uçan grup elemanları, daha önce Jet, Oasis, Marilyn Manson, Chris Cornell, Nine Inch Nails ve Primal Scream gibi gruplarla çalışmış olan Dave Sardy`nin prodüktörlüğündeki ilk albümlerini kaydettiler. 2005’in Ekim ayında yayınladıkları bu albüm ile Dünya çapında 600.000 satış rakamına ulaşan Wolfmother, böylelikle uzun sürecek gibi görünen güzel bir kariyerin de startını vermiş


oldu. Albümün ilk single’ı “Mindy’s Eye” Avustralya albüm listelerinde 29 numaraya kadar tırmandı. Albüm, yılın albümü ünvanına sahip olurken, Rolling Stones dergisi Wolfmother’ı 2006’nın ilgiyi en çok hakeden gruplardan biri olarak gördüğünü açıkladı. Kasım 2006’da UK Music Hall Of Fame’de bir konser veren efsanevi grup Led Zeppelin, “Communication Breakdown” parçasını Wolfmother elemanlarıyla birlikte seslendirdi. 2007 yılı da Wolfmother için iyi bir sene oldu. “Woman” adlı parçasıyla Grammy Ödülleri`ne En İyi Hard Rock Performansı dalında aday olan Wolfmother, System of a Down, Tool ve Nine Inch Nails`i geride bırakarak ödülün sahibi oldu. 2006 MTV Avustralya Video Müzik Ödülleri’nde 3 ödüle birden sahip olan Wolfmother, 4 kategoride aday olduğu 2007 töreninden eli boş döndü. Aynı sene, “Pleased To Meet You” parçası Spider-Man 3 filminin albümüne dahil oldu ve soundtrack çıktıktan sonra İngiltere`de single olarak yayınlandı. Haziran ayı geldiğinde, dünyanın en büyük festivali olan Summerfest`in ana

sahnesinde, Temmuz ayında ise Live Earth konserler dizisinin Sydney ayağında yer aldılar. Bu dönemde 2 çocuğu bulunan basçı Chris Ross evde daha fazla zaman geçirmek istediğini söyledi. Stockdale, Live Earth’ün bir sonraki albüme kadar gerçekleştirdikleri son performans olduğunu söylediyse de albüme kadar hayranlarını yalnız bırakmak istemeyen Wolfmother, 2007`nin Eylül ayında canlı performans görüntülerinden oluşan ve “Please Experience Wolfmother Live” adını taşıyan bir DVD piyasaya sürdü. Bu esnada grup elemanları Andy Warhol sergi açılışı da dahil olmak üzere birkaç yerde daha sahne almak üzere kendi aralarında anlaştılar. Ancak grup elemanları arasındaki gerginlik bu showlarda kendini belli etmeye başladı. Dinleyiciyi geçmişe döndüren sihirleri kaybolmuş gibiydi. Bu kayboluş Avustralya’nın her sene düzenlenen müzik festivali Splendour in the Grass’da iyiden iyiye kendini gösterdi. Heskett ve Ross sadece sembolik olarak ordaydılar ve ritim sorunu yaşıyorlardı. Stockdale drum-kit’ün

üzerine gitarını kırarak HeskettRoss-Stockdale üçlüsünden oluşan Wolfmother dönemine son verdi. Ağustos 2008’de kurucular Stockdale ile Ross uzlaşılmaz kişisel ve müzikal farklılıklar nedeniyle ortaklıklarını bitirdiklerini açıkladılar. Ross ayrıldıktan çok kısa bir süre sonra Heskett de grupla bağlantısını kopardı. Bu üçlü için geride kalan tek şey ise ; “çabuk elde edilen başarı, Stockdale’in bir rock yıldızı, Ross’un baba, Heskett’in ise sıradan genç bir adam olduğudur.” Çok da uzun olmayan bir aradan sonra Stockdale Wolfmother adıyla yoluna devam etti. Bu etapta Ross’un yerini doldurmak zor oldu. Çünkü Ross, hem bas hem de klavye çalabiliyordu ki 2 kişiyle bu açık giderildi. Ian Peres (klavye), Aidan Nemeth (bas) ve Dave Atkins’in (davul) dahil olmasıyla birlikte 4 kişi olan grubun ilk, Wolfmother’ın 2. albümleri “Cosmic Egg” 23 Ekim 2009’da piyasaya sürüldü. Nisan 2010’da gruptan ayrılan Atkins’in boşluğu The Money Suzuki’nin davulcusu Will Rockwell-Scott ile dolduruldu. Böylelikle günümüz Wolfmother kadrosu nihai şeklini aldı: Stockdale, Peres, Nemeth ve Scott. Her röportajlarında Black Sabbath, Deep Purple, Led Zeppelin, Pink Floyd, The Who...gibi grupların büyük hayranı olduklarını dile getiren Wolfmother’ın AC/DC’den sonra rock tarihine adını altın harflerle yazdırması bekleniyor. Hala tanışmamış olan kaldıysa bu grubu es geçmemekte yarar var deyip bir albüm haberiyle yazımı sonlandırıyorum. Wolfmother, 15 Şubat 2011’de Facebook aracılığıyla 3. albüm üzerinde çalıştıklarını kamuoyuna duyurdu.



500 Days of Summer Davut Şala

İtiraf etmeliyim ki bugüne kadar izlediğim bütün duygusal komedilere karşı derin bir nefret besliyorum. Holywood yapımı olup birbirinin kopyası olan bu duygusal komedileri çoğunlukla izleyecek başka bir şey bulamadığımda veya kalabalık arkadaş grubuna karşı gelmekte zorlandığımda izledim hep. Bir süre sonra fark ettim ki birini izlemiş olmak hepsini izlemiş olmakla eşdeğermiş. Şimdi size anlatacağım film ise anlatıcının “this is not a love story” sözleriyle başlıyor. Anlatıcıya kanmayın. Tamam kabul ediyorum hiç diğerlerine benzemiyor ama yine de bir aşk hikayesi var karşımızda. Son yıllarda amerikan bağımsız sinemasından babam çıksa yerim modunda olanlar size sesleniyorum bu filmi çok seveceksiniz. Dugusal

komedi girişi yaptım ama bu iki kelime filmi anlatmaya tam olarak yetiyor diyemem. Kısaca anlatmak gerekirse bir ilişkiyi başından

sonuna kadar kronolojik olmayan bir sırayla anlatan bir indie film var elimizde. Muhtemelen son dönemlerde bu tarz senaryoları çok gördük diye düşünüyorsunuzdur, işte tam burada çok zekice olduğunu düşündüğüm bir numarası var bize yönetmen Marc Webb’in. İlişkinin 500 gününü kaçıncı günde olduğumuzu belirtilerek anlatılıyor bize. Bu anlatım biçimi sayesinde hem özünde çok sade bir anlatıma sahip olan amerikan bağımsız sinemasının kalıpları içinde kalınıyor hem de günler arasında bir o yana bir bu yana savrulurken kafamızın karışması engelleniyor. Bu karışık anlatım o kadar güzel oturtulmuş ki ilişkinin son demlerinin yaşandığı 412. güne bir sonraki sahnede herşeyin mükemmel olduğu 15. güne gitsek dahi hiçbirşey birbine karışmıyor. Son dönem indie filmlerinin arananan isimleri Zooey Deschanel ve Joseph Gordon Levitt harika oyunculuk sergilemiş. Muhtemelen herkesin kendi hayatından az çok bildiği

herşeyin güzel başlayıp sonradan boka sarması olayı filmde çok sıcak bir dille anlatılmış. Bunda iki oyuncunun da payı çok büyük. Tabi o sıcaklık biraz da olaya nerden baktığınza bağlı. Atlanmaması gereken bir diğer konu da filmde kullanılan müzikler. Film boyunca doğru yerlerde doğru şekilde güzel güzel müzikler duyuyoruz. Uzun bir video klip olarak da bakmak mümkün filme. Tabi bunda en büyük pay eskiden video klip yönetmenliği yapmış olan Marc Webb’in. Yönetmen bi anlamda video klip dışında güzel şeyler çekebileceğini bu filmle kanıtlamış oldu az da olsa. Özetle potansiyel bir indie hiti var önünüzde. Buna ek olarak filmin soundtrack’ini de boş vermeyin derim.


Scott Pilgrim vs. the World Davut Şala Edgar Wright’ın çektiği herhangi bir yapımı önceden izlediyseniz sizi nasıl bir şeyin beklediğini az çok tahmin edebiliyorsunuzdur. Tahmin ettiğiniz her şey ve tahmin edemediğiniz bir sürü şey var bu filmde. Edgar Wright’ı tanımayanlarınız vardır muhtemelen, hemen bir kaç hatırlatmayla hafızalarınızı tazeleyeyim. Wright, Simmon Pegg ve Nick Frost’la benim de henüz izleme fırsatı bulamadığım televizyon dizisi Spaced ve hayranlıkla izlediğim sinema filmleri Shaun of the Dead ile Hot Fuzz’un yönetmeni. Scott Pilgrim vs. World bana göre Wright’ın bu güne kadar çektiği en güzel film. Filme gelecek olursak, izledikten sonra ya çok sevecek 5-6 defa

daha izleyecek ya da bu ne lan diyeceksiniz. Eğer çocukluğunuz 90’larda atari salonlarında geçmiş elinizdeki bütün bozuklukları bitirdikten sonra oyun oynayan diğer çocukların yanında durup oynadığınızdan daha fazla zamanı izlemeye ayırıp akşam eve geç gittiniz diye azar işittiyseniz, en önemlisi de içinizdeki çocuk işten güçten boğulup ölmediyse, hala oyuncakçıya girdiğinizde 2 saat çıkamıyorsanız, bizim zamanımızda bunlar yoktu diyip 4te1’iniz boyunda olan çocuklara kıskançlık dolu bakışlar atıyorsanız bu film size hitap ediyor. Yok eğer çocuk mu? Çocuğun içimde ne işi var diyorsanız filmin daha başında Dark side’a geçmeniz kaçınılmaz olacaktır.

Çizgi romana filmden önce denk gelmiş olmanız düşük bir ihtimal ama bilmeyenlerinizin devam eden cümleden anlayabileceği gibi bu harika film bir çizgi roman uyarlaması. Filmi tanımlamada zorlanıyor olsam da kesin emin olduğum bir şey var filmde türler arasında gidip gelmeler had safhada. Bu gidiş gelişler o kadar sık yapılıyor ki ara ara bocalıyorsunuz. İlk 30 dakika normal bir komedi filmi havasında akıp giderken 30. dakikada ilk dövüş sahnesiyle karşılaştığımızda çocukluğumuza doğru nostaljik bir yolculuğa başlamış oluyoruz. İşte bu dakikadan sonrası oyunlar gerçek hayatla birleşse nasıl bir şey olur sorununa arcade tarzı bir cevap gibi. Scott Pilgrim hoşlandığı kızın eski 7


sevgilisiyle dövüşüyor film boyunca. Film baştan sona türler arası bir bombardıman şeklinde ilerliyor. Soluk almadan Scott Pilgrim’ın 7 eski sevgiliyle dövüşmesini izliyoruz. Bu türler arası geçişler durulduğunda ise film içinde bolca gönderme bulununan (Seinfeld, Matrix, Phone Booth )bir komediye dönüşüyor ve tekrar tekrar izleyip sıkılmadan aynı şeylere gülmenizi sağlayacak kadar kaliteli espiriler eşliğinde devam ediyor. Gişede amaçlanan başarıya ulaşamayan bunun üzerinde çoğu ülkede planlanmış olmasına rağmen gösterime girmeyen Scott Pilgrim vs. World potansiyel bir kült. Muhtemelen izledikten sonra tür konumlandırması yaparken nereye koyacağınızdan emin olmayacaksınızdır çünkü daha önce izlediğiniz hiçbir film gibi değil. Belki bir nebze Kick- ass’e benziyor ama komedi işin içine girdiğinde Kick-ass’ten bir kaç gömlek üstün diyebilirim.

Aslında film uzakdoğu kökenli aynı adlı çizgi romanın birebir sinemaya aktarımı. Yönetmen çizgi romana o kadar sadık kalmış ki

diyalogların çoğuna dokunulmamış. Filmden önce çizgi romandan haberdar olmamama rağmen filmi izledikten sonra internetten bulup göz attım. Çizgi roman hayranları da muhtemelen filmden çok zevk alacaktır. Son olarak oyunculardan bahsetmek gerekirse Scott Pilgrim rolündeki Michael Cera’yı sakar ergen kız peşinde rollerinde görmekten sıkıldıysanız bu sefer de farklı bir rolde olmadığını peşin sıra belirteyim. Bundan önceki rollerinde oynamayıp Scott Pilgrim rolüyle ilk defa karşımıza çıksa muhtemelen öve öve bitiremezdik. Ama ne yazık ki birbirinin aynı rollerde oynamaktan sıkılmadı Cera. Hatta millet o kadar sıkıldı ki son zamanlarda “Michel Cera’nın kız peşinde koşan beceriksiz ergen rolünde oynadığı filmin adı neydi?” diye geyiği yapılır oldu. Ramona Flowers rolündeki Mary Elizabeth Winstead ne eksik ne de fazla olması gerektiği gibi oynamış. Zaten film boyunca bukalemun misali renkten renge giren saçlarına konsantre olmaktan oyunculuğuna pek dikkat edemedim. Diğer oyuncuların ne

kadar güzel bir seçim olduğunu çizgi romanı okuduktan sonra daha bi güzel idrak edebildim. Bu olmamış diyebileceğim tek bir oyuncuyla bile karşılaşmadım. Yazı boyunca bol bol spoiler vermiş olmam dolayısınyla Scott’ın Ramona hakkında bilgi topladığı, Scott’ın Çinli ergen kız arkadaşıyla karşılaşmamak için camdan uçtuğu, Young Neil’in grupta ne çaldığı sorusuna verdiği cevabın olduğu sahneleri tekrar tekrar izlemenizi önermekte bi sakınca görmüyorum. Filmi izlerken uzun zamandır eğlenmediğim kadar eğlendim. Tekrar tekrar izledikten sonra bile hala izlerken çok eğlenebiliyorum. Diğer çizgi roman uyarlamarına benzemese bile ilk izlediğim anda filmi kendi türünde kült mertebesine yükselttim, indirmeye de niyetim yok. İzleyin eğlenmezseniz paranız iade (internetten bedavaya indirdiğinizi biliyorum).


Elephant Davut Şala

Holywood filmleriyle büyümüş olmanın verdiği tahribatı üstümden atamadığımı ancak bağımsız bir yapımı veya avrupa sinemasından çıkmış bir filmi izlerken fark edebiliyorum. Beynim o kadar alışmış ki klişelere her an normal hayatta olanın dışında bir şeyler olacakmış veya köşe başında biri ölecekmiş beklentisi yüzünden gündelik hayatımızdaki bir konuyu anlatan filmleri huzursuzluk içinde izliyorum. İşte filmlerini izlerken en çok huzursuz olduğum adamlardan biri de Gus Van Sant. Gariptir ki bir sürü düşük bütçeli güzel filmi olan bu adamı çoğu insan sadece “Milk” ile tanıyor. Neyse ki Elephant “bikaç adam ölsün de şenlenelim” arzumu filmin sonunda tatmin ediyor. Bende filmde anormal bir şey oldu diyebilmenin rahatlığıyla kalkabiliyorum tv karşısından. Gus Van Sant sorunlu gençliğin üzerine bu sefer bir süre önce çok moda olan ve öğrendiğime göre 1924’ten bu yana ola gelen okul baskınları üzerinden eğiliyor. 1999 Columbine lisesine silahlı baskın düzenleyip 23 kişiyi öldürdükten sonra intihar eder iki öğrenci haberini hatırlıyorsunuzdur. İşte o olaydan çok etkilenen Gus Van Sant Elephant’ı çekmeye karar veriyor. Film diğerlerine göre biraz daha deneysel. Bu deneyselliği sağlayan da çekim teknikleri. Filmin büyük bölümünde karakterler arkadan takip ediliyor. Başlarda aktörlerin sürekli ensesini görmek rahatsız edici olsa da bir süre sonra filmin içinde geziyormuş hissi uyandırıyor. Zaten yönetmenin amacı da olayları en yalın haliyle anlatmak olduğundan kamera

izleyenin gözüne dönüşüyor bir süre sonra. Bu arada aktör dediğime bakmayın oyuncuların hepsi amatör lise öğrencileri. Her ne kadar film plansız ve doğaçlama üzerine kurulmuş gibi görünse da bir süre sonra kurgunun saat gibi çalıştığına tanık oluyoruz. Özellikle üç karakterin bir ortamda bulunduğu ve 3 defa farklı karakterin arkasından çekilmiş bir şekilde gördüğümüz sahneler aslında ne kadar titiz bir kurguyla karşı karşıya olduğumuzu anlatıyor. Yönetmenin diğer filmlerinden de alışık olduğumuz üzere film sonuçla değil olayın kendisiyle ilgileniyor. Yani bunun anlamı film bittikten

sonra yönetmenin ne anlatmak istediğiyle ilgili biraz kafa yormak zorunda kalacaksınız. Cannes’da altın palmiye alan Elephant Gus Van Sant’ın en deneysel filmlerinden biri. Olur da ilk defa izleyip çok severseniz Kurt Cobain’in son günlerini anlattığı Last Days ve Paranoid Park’ı da izlemeden geçmeyin.


Kamer Şimşek Papara dergisi’ndeki bu ilk yazımı ustalara saygı babında ve bana sinema sevgisini aşılayan usta yönetmen Krzysztof Kieslowski’nin dekaloglarına ayırkmak istedim. Klasik sözler vardır ya ölmeden önce izlemeniz gereken bilmem kaç film, işte benim de kurmak istediğim tam da böyle bir cümle sanırım “izlemeniz gereken on kısa film” ve bulmakta da zorlanmayacaksınız. Tek tek yönetmen aramanıza da gerek yok çünkü hepsi Keslowski’nin.

taraflı bakabilirsiniz olaya ama yönetmenin emirleri işleyiş biçimini gördüğünüz zaman adama hak vereceksiniz, gerçekten taktir edilesi sinema eserleri hepsi. Beşinci dekalog ölüm üzerine kisa bir film olarak bilinmektedir. Burada altinci emir işlenmektedir yani öldürmeyeceksin der altıncı emir. Kieslowski’nin konuya bakış açısı ve senaryoyu perdeye aktarış biçimi neredeyse eşi benzeri bulunmayan bir anlatım tarzıdır.

Ben size sadece beşinci dekaloktan biraz bahsetmek istiyorum çünkü birini izledikten sonra onuncuya nasıl geldiğinizi anlamayacaksınız okadar iddialıyım. Dekalokların esin kaynaği da Musa’ya Sina Dağı’nda Tanrı tarafından iki taş tablet üzerinde verildiği söylenen bir dizi dini öğüt. Başta belki biraz

Öldürmeyeceksinden yola çıkan kiwslowski filminde hukuku, hukuk düzeninin aslında insanlari yönetme biçimi olduğunu ve adaletin kime göre ve neye göre verildiğini sorgulamakla beraber kafamızda bir çok soru işaretinin de belirmesine neden oluyor, içinde özgürlüğü de irdeleyen yönetmen özgürlüğün de

kavram karmaşasını kendi üslubuyla eleştiriyor ve “ne kadar özgürüz?” ,“Özgürlüğün boyutu başkasının özgürlüğüne tecavüz ettiğimiz zaman biter mi ?” gibi sorularla kafamızı iyice karıştırıyor. Filmin konusundan da biraz bahsetmek lazım galiba.Yirmi yaşlarındaki bir delikanlının hayat hikayesini anlatıyor film. Yaşam tarzı, başından geçen olaylar aslında hayattaki amacından çok çok farklı olduğunu bayağı geç anlayan birinin hikayesi. Fazla detaya girmeden en iyisi burda bitireyim filmin konusunu. Bende yavaştan yol alayım hadi sizede iyi seyirler...


Davut Şala Suyundan mıdır yoksa havasından mı bilmiyorum ama bu İsveçliler el attıkları her şeyde başarılı olmaya yemin etmiş gibi iş yapıyorlar. Eğer soğuk havasıysa bütün bunlara sebep olan kış aylarında biz niye bu sarı kafalılar kadar yaratıcı olamıyoruz hiç anlamıyorum. “Låt den rätte komma in” bir vampir filmi. Ama bildiğimiz şimdiye kadar izlediğimiz vampir filmlerinden değil. Gus Van Sant vampir filmi yapmaya kalksa muhtemelen ortaya böyle bir şey çıkardı. Vampir filmi dedim ama şimdi pişman oldum sevgili okur. Film bir drama aslında. Dramada da denmez hani. Drama drama… Dramamızda “Eli” isimli 12 yaşında olduğunu iddia eden ama anlayabildiğimiz kadarıyla 100 yaşını devirmiş küçük bir kız ve ona aşık olan sürekli arkadaşları tarafından dövülen, itilip kakılan “Oskar” ana karakterlerimiz. Birde Eli’nin babası var ki babası olduğuna inanmadım ben hiç. Küçük yaşta Eli’ye aşık olmuş başka bir çocuk olduğuna dair ciddi şüphelerim var. Hemen belirtelim film bir kitap uyarlaması. Kitapta Eli aslında hadım edilmiş bir erkek çocuk. Zaten film boyunca elini söyledikleri yeterince kafa karıştırıcıydı bunu öğrenince iyice kafam karıştı. Soğuk, tekinsiz ve bol karlı uzun İsveç gecelerinde küçük vampirimizin yaşam mücadelesi ve aşkı bizi duygulandırıyor duygulanmasına ama aslında vampirin açlık mücadelesine neden duygusal

bir yaklaşım sergiliyoruz ona bir anlam veremedim ben. Filmin bunu bize yaşatabiliyor oluşu bir başarı. Alkışlar filmin yönetmeni “Tomas Alfredson”a. Başta da söylediğim gibi diğer vampir filmlerine hiç benzemiyor. Vampirlerin çoğu filmde kapitalizme bir gönderme olarak – ikisi de kan emerek bir yerele geliyor ya o hesap - kullanıldığını düşününce farkı biraz daha ortaya çıkıyor filmin. Ya da yönetmen kapitalistlerin de aşık olabileceğini anlatmıştır diğerlerinden pek bir farkı yoktur filmin. Ya da ben şakacılığı bırakmalıyım artık… Sağlam kaynaklardan aldığım duyumlara göre (!) Hollywood bu güzel filmi bok etmek için kolları sıvamış. Berbat bir tekrar çekim daha ufukta belirdi.

Vampir filmi sevmiyorsanız drama niyetine izleyin derim. Hatta final sahnesi için bile izlenebilecek bir film. Sarı kafalara beni başarısız hissettirdikleri için gıcık oluyorum. İlk gördüğüm İsveçlinin platin sarısı saçlarını yolarak intikamımı alacağım için rahat olsun sevgili okur. Not: Bu yazının yazıldığı tarihte filmin Amerikan versiyonu olan “Let Me In” daha çekilmemişti. Eğer izleyecekseniz aman diyeyim Amerikan versiyonundan uzak durun.


The Road Davut Şala

İnsan ne zaman pes etmeli? Hiç intiharı düşünmeyen birine kendi elleriyle hayatını sonlandırmaya itecek koşullar nelerdir? İçimizdeki ateş ne zamana kadar yanmaya devam etmeli? Umudun öldüğü anlarda bile umur için bir umut ışığı söz konusu olabilir mi?

boyunca. Diğer “kıyamet sonrası” (Post Apocalyptic) filmlerden farklı olmasını sağlayan ana unsur dünyanın derdine düşmeden yıkıma sebep olanlara değil baba ve oğulun dertlerine ortak olamamız. Bu bakımdan

Üstteki sorulara bir nebze de olsa cevap verebilmiş bir film olarak aklımda kalacak The Road. Her şeyin bittiği, Dünya’da yaşamın son bulmaya başladığı, hayvanların ve bitkilerin büyük bir kısmının yok olduğu bir dünyada umudun peşinde bir baba oğulun hikayesini anlatıyor The Road. Yemek bulmakta zorlanan insanların birbirini yemeye başladığı, tek başına bile hayatta kalmak çok zorken çocuğuna da bakmak zorunda olan, bunun ağırlığıyla yaşamaya çalışan, kalan son iki mermiyle hem kendinin hem de oğlunun hayatına son vermeyi düşünen bir adamın rahatsızlık verici psikolojisine tanıklık ediyoruz film

film bir “baba oğul” filmi olarakta sınıflandırılabilir. Hasta olan baba kötü olmadan,

insan yemeden nasıl hayatta kalınacağını ölmeden önce oğluna öğretmeye çalışıyor. Her şeyin alehine olduğu bir dünyada iyliğin yolunu takip etemenin zorluğuyla başa çıkamadığı zamanlarda oğul babasına iyi olmanın nasıl bir şey olduğunu hatırlatıyor. Tahmin edebileceğiniz gibi kıyamet sonrası kasvetli ve umudun yok denecek kadar az olduğu bir dünyada iyliğin yolunu bulmak ta bihayli zor oluyor. Hazır kıyamet sonrası kasvetiden bahsetmişken belirtmek isterim ki yönetmen John Hillcoat ve özel efekt ekibi inanılmaz bir iş çıkarmış. Filmde bu kadar da olmaz diyebileceğimiz ne bir efekt ne de bir hava var. Herşey olması gerektiği kadar ve olması gerektiği gibi olmuş. Neyin özel efekt neyin gerçek olduğu konusunda şüpheye düşmemizi sağlayacak kaliteli bir düya yaratılmış. Baba rolündeki Viggo Mortensen en iyi olmasa bile güzel performanlardan birini sergilemiş. Oğlu rolündeki Kodi Smit-McPhee’de yaşı küçük olmasına rağmen karakterine çok güzel hayat vermiş. Kıyamet sonrasında dünyaya geldiği için bizim aşina olduğumuz bir çok şeyden habersiz olduğu şeylerle karşılaştığında verdiği tepkiler ileriye dönük oyunculuğuna umutla bakmamızı sağlıyor. Filmin yazarının ”No Country for Old Men”in yazarı Cormac Mccharty’nin aynı adlı romanından uyarlanmış oluşu da film için ayır bir referas teşkil ediyor. Özetle kıyamet sonrası filmlerin meraklısıysanız ve vurdulu kırdılı aksiyon filmlerle aranız yoksa ama kaliteli bilim kurguya da hayır demem diyorsanız ısrarla izlemenizi öneririm. Film “Post Apocalyptic” tarzının bu güne kadar izlediğim en sade en güzel örneklerinden biri.



Barış Karamuço Her fotoğrafçının; bir fotoğraf projesine başlamadan önce kendi kendisine sorması gereken soruların başında hengi gerçekliği baz alacağıdır. Fotoğrafçı kullanacağı anlatım diline bağlı olarak, kendisini nesnel gerçekliğin neresinde konumlarındırdığını saptaması gerekmektedir. Gerçeklik göreceli bir kavram olduğuna göre, değişken ve dönüşken niteliğe sahiptir ve bu yüzünden çok katmanlı bir okumaya ve yorumlamaya müsaittir. Fotoğrafın gerçekliğini daha iyi anlayabilmek için bugünkü fotoğraf makinelerinin atası olan Camera Opscura’yı irdelemek yararlıdır.

yakaladıkları mekanlardır. Ama mercek olmadığı için görüntü ters olarak yansımaktadır. Bu odalar giderek küçülmüş ve aynı mantıkla, sadece birkaç mercek yerleştirilerek aşağı-yukarı sorunu giderilerek bugünkü makineler üretilmiştir. Bilindiği gibi Camera Opscura denen şey aslında kusursuz perspektifi yakalamak için tasarlanan ve 4 duvarla kaplı, sadece küçücük bir delikten sızan ışıkla karşı duvarda oluşan görüntüyü görebildiğimiz, ilk dönemlerde ressamların tuval veya resim düzlemlerini buraya yerleştirerek kusursuz perspektifleri

Burada asıl önemli olan şey Kiliselerde günah çıkarılan odalara da Camera Opscura denilmesidir. Bir sır odası olup, sadece iki kişinin bildiği, bilen ikinci kişinin de tanrının elçisi olduğundan ve tanrıya etmiş olduğu yemin sayesinde bu sırrı ölümüne kadar saklanacağı düşüncesi doğrultusunda, kimsenin bilemeyeceği bir Sır‘dan


Fotoğraflar: Barış Karamuço

bahsedebiliriz. Camera Opscura‘yı metafor olarak alırsak, bugün çekilen fotoğrafların içinde de bazı sırların olduğunu ve bu sırları çözebilmek için de fotoğrafın dilini kullanmamız gerektiğini söyleyebilirim. Çünkü fotoğraf nesneleri, kendisine has yeni bir gerçeklik çerçevesinde kendi diliyle değerlendirir. Bir diğer bakış açısı sunmak ve konuyu zenginleştirmek için Karl Marx’ın camera opscura’nın baş aşağı durumunu (ters) kullanarak, Camera Opscura’yı bir metafor olarak Hristiyan dini ve düşüncesiyle özdeşleştirerek; gökyüzünden (tanrıdan) yer yüzüne inen gerçekleri, camera opscura’daki gibi başaşağı olarak değerlendirip, çarpıtılmış olarak nitelerken; materyalist bakış öğretinin yeni bir gerçekliği ortaya çıktığını ve başaşağı durumunun yıkılarak, bundan sonra gerçeklerin dünyadan gökyüzüne doğru yol alacağını belirtmiştir. Burdaki gerçeklik her ne kadar ideolojik ve politik olsa da, geçmişten gelen ve günümüzde de etkisini bırakan ve çok katmanlı gerçekliği tamınlamamızda yardımcı olacağını düşünüyorum.

Ünlü Alman fotoğrafçı Agust Sander’in fotoğraflarına bakarken, O’nun fotoğraflarındaki kişilerin, kendi gerçekliklerini yansıttığını söyleyebiliriz. Çünkü fotoğraflarda yer alan kişilerin beden ve ruhları birbiriyle örtüşmektedir. Ve O’nun bir fotoğrafına baktığımızda, o fotoğrafın ve kadrajın içindeki varolan kişilerin Alman vatandaşı olup, Sander’in fotoğrafı olduğunu söyleyebilir. Nesnel gerçeklik üzerinde çalışmalarını sürdüren fotoğrafçılar, Agust Sander’in geliştirdiği gerçekliği baz alıp; fotoğrafladıkları mekan ve insanların Sander’inki gibi birbiriyle örtüşmesi için çaba harcamak zorundadırlar. Bu bağlamda fotoğrafçı; Ortega Gaset’in; „ben çevremle varım“ önermesi doğrultusunda durup, fotoğrafın gerçekliğine farklı bir açıdan bakabiliriz. Fotoğrafçı çekmiş olduğu fotoğrafları mekandan soyutlama gibi bir yanılgıya düşmeden, zamanın hızından bir nebze olsun sıyrılıp, mekanlara ve olaylara çok katmanlı bir bakış açısı ile bakabilmelidir. Atılan bu bakışlar, hem fotoğrafçıya, hem de yaratmakta olduğu sanat eserine zenginlik kazandırıp, dünyayı yorumlamamızda bizlere yardımcı olabilirler. Milan Kundera – Yavaşlık kitabında şöyle demektedir:


„Çağımızda unutma arzusu bir saplantı haline gelmiştir, bu nedenle, bu arzuyu tatmin etmek için hız iblisine teslim olunmuştur.“ Bu kadar hızlı ve değişken bir dünyada yaşayıp, popüler olup ve aynı hızda sıradanlaşan hayatlarımıza yeni bir pencereden bakmaya başlamanın zamanı geldiğini düşünüyorum. Kundera’nın da dediği gibi, günümüz dünyasını ve yaşayış biçimini kavramak istiyorsak, o’nun hızına ulaşmamız gerekir. Dünya ise geçmişe nazaran daha hızlı dönmekte ve aramızdaki uçurum inanılmaz bir şekilde açılmaktadır. Eğer dünyanın peşinde, o’nu yakalamak için koşuyor olsaydık, şimdiki zamanı; sürekli gelecek zamana ulaşmak için feda etmek zorunda kalır ve hiçbir şey üretemeden sürekli bir yerlere koşturarak hayatlarımızı sürdürür olurduk. Bu koşuşturmacanın içinde fotoğraf sanatı ve gerçekliği bizi bu paradokstan kurtaracak niteliğe sahiptir. Çünkü her fotoğraf sadece an’ın kaydı olmaktan çok, aynı zamanda o an’ı sonsuzluğa ulaştıracak olan büyüye sahiptir. Kendi içinde oluşturduğu dönüşümler sonucunda, fotoğraf sanatı bizleri kendi gizemi içine alıp, o büyülü dünyaya dalmamıza izin vermektedir. Fotoğraflar: Agust Sander


Davut Şala Çok değil bundan on yıl önce internetten müzik indirme macerlarımı hatırlıyorum da hangisi daha içler acısıydı bir türlü karar veremiyorum. Bizim olmayan günümüzün petabyte’lık müzik arşivlerine tek tıkla ulaşabiliyor oluşumuz mu, yoksa 3 floppy disk’le tek bir şarkıyı başka bir bilgisayara taşıyomaya çalışırken disketlerin birinin bozulması sonucu yarım saatlik işi tekrar yapmak zorunda oluşum mu!? Ömrümüzün dinlemeye yetmeyeceği kadar çok şarkıya sahip olmanın

neresi kötü diyenleriniz olacaktır, cevap olarak şunu söyleyebilirim; benim 30 dk uğraşıp indirdiğim o tek şarkı sizin 100 şarkınız kadar değerliydi. İnsanoğlu uğruna çaba harcamadığı şeylerin değerini bilemiyor, en azından bu durum benim için geçerli diyebilirim. Petabyte’lara tanışmadan önce albümü hatta bir şarkıyı indirmeden hangisini indirsem diye düşünür, indirdikten sonra haftalarca hatta aylarca fenalık geçirinceye kadar dinlerdik. O kadar zaman

harcadıktan sonra o albüm veya o şarkı bize ait bir şeye dönüşürdü. Benim diyebilmek için gerekli olan tüm zamanı ve çabayı harcamış olurduk, sonra sıkılır başka bir albüm için aynı işlemi gerçekleştirirdik. Yıllar sonra o şarkılardan birini duyduğumuzda bize dinlediğimiz dönemi hatırlatır bir nevi zamanda yolculuk yapmış gibi hissederdik. Son birkaç yıldır o zaman yolculuklarını yaşayamadığımı farkettim, sebepleri de yeterince açık sanırım. Az önce yukarda bahsettiğim çabayı harcamayı


geçtim bir albüme hatta bir şarkıyı yeterince dinleyemez hale geldik. Bir iki dinlemeden sonra sonu gelmeyen yeni albümlere yol açmak için eskileri gözümüzü kırpmadan harcar olduk. Her şey bu kadar kötü değil aslında. Reklamlarda denildiği gibi koca koca arşivler “her zaman elimizin altında”, kocaman ellerimiz var artık. Belki sorun bendedir, teknolojiyi gerektiği gibi kullanamıyorumdur. Benden iyi kullananlar vardır diye “Grooveshark”tan bahsedeceğim. Grooveshark son dönem dev Amerikan şirketleri gibi üniversiteli bir kaç gencin bir araya gelmesiyle kurulmuş, devamında işler beklemedikleri kadar güzel gelişmiş. Şirket her yıl biraz daha gelişip şu anki halini almış. Grooveshark’ın diğer müzik servislerinden farkı ve bence en güzel yanlarından biri kendi arşivimizi Grooveshark’a aktarabilmemize olanak vermesi.

Siteye üye olduktan sonra bir kaç milyonluk şarkı arşivine online ve daha önemlisiyasal olarak ulaşılabiliyor. Müzik dinlemek için üyelik şart değil ama kendi play listlerinizi oluşturmak istiyosanız üye olmak zorundasınız. Müziklere yasal olarak ulaşabiliyor olmamızı sağlayan şey Grooveshark’ın arşivdeki her parça içın gruplara ve plak şirketlerine önceden belirlenen mikarlarda telif hakkı ödüyor oluşu. Sitenin diğer bir güzel yanı da bu paraları kullanıcılardan almıyor oluşu. Almıyor dediysem bizim cebimizden almıyorlar demek

istedim, sitedeki reklamlar sayesinde ödeniyor o paralar. Yani cebimizden çıkmasa bile dolaylı yoldan bizim üzerimizden ödeniyor o paralar. Reklam dediysem öyle her an gözünüze gözünüze sokulan pop- up lar yok sitede, sadece sitenin sağında pek rahatsız edici olmayan bir reklam sütunu var. İsteyenler paralı üyeliğe geçip (aylık 9$) o reklamlardan kurtulup birkaç extra özelliğe daha sahip olmanın tadını çıkarabilir. Özetle benim de bir kaç petabyte’lık arşivim olsun diyosanız Grooveshark size büyük bir hevesle kucak açacaktır.


Şükrü Kazaz İnsanlığın, topluluklar halinde yaşamaya başladığı ilkçağlardan itibaren başlayan göç serüveni, günümüzde de devam etmektedir. Nedenler farklılık gösterse de göçler temelde tek bir amaç için yapılmaktadır: O da hayatı devam ettirme güdüsüdür. Eski çağlarda geçim maddelerinin temini için hayvan sürülerinin peşinde veya elverişli topraklar izinde şekillenen göç hareketleri; tarih boyunca bazen kentlerdeki ekonomik paydan faydalanmak isteyen köylülerin, bazen de büyük savaşların getirdiği sefaletten kaçan halkların gerçekleştirdiği eylemler olmuş ve böylelikle dinamikliğini korumuştur. Günümüzde de iş arama-bulma, tayin-atama, eğitim, güvenlik v.s. gibi nedenler, göçün güncelliğini yitirmemesini

sağlamaktadır. Türkiye’ye baktığımızda, 20. Yüzyılın ortalarından itibaren göç hareketlerinde gözle görülür bir artış olduğunu görürüz. Özellikle 1950 ve 60’larda ortaya çıkan liberal hareketlerle, küreselleşme kavramına dahil olma politikaları tarım ekonomisinde köklü değişiklikler olmasına yol açmıştır. Tarımsal teknoloji ithalatının kırda açığa çıkardığı atıl işgücü de, kendine çıkış yolları aramaya başlamış ve işte bu dönemlerde köyden kasabaya, yıllar geçtikçe köyden şehre ve şehirden şehre göç hareketleri ivme kazanmıştır. Bir tarihsel merkez olarak İstanbul, sanayileşmeyi de ilk gerçekleştiren şehir olduğundan, göç eden toplulukların birincil tercihi haline

gelmiştir. İstanbul’un her dönem göç aldığı bilinen bir gerçektir. Şehrin büyümesi 1950’li yıllara kadar doğal bir seyir izlerken, 1960’lardan itibaren doğudaki canlı işgücünün önemini kaybetmesi ve potansiyel iş merkezi olarak gördükleri İstanbul’a kitleler halinde göç etmeleri, şehrin nüfusunda dengesiz bir büyümeye sebep olmuştur. Ayrıca artan terör olayları ve kan davaları gibi unsurlar da şehre göçte önemli bir rol oynamıştır. Göç, sadece fiziksel bir ortam değişikliğinden ibaret değildir. Özellikle kırsal kesimden kente göç eden toplulukların, burada karşılaştığı yaşam ve kültür farkı onlarda bir savunma mekanizması gelişmesine sebep olmuştur. Geleneklerine bağlı, köyde diğer insanlarla yakın ilişkilerde


bulunmak zorunda olan ve buna alışan topluluklar, kentlerde değişim yerine tutuculuğu tercih etmişlerdir. Ancak ‘taşı toprağı altın’ İstanbul’un kendilerine de bir ekmek kapısı aralayacağını düşünen bu toplulukların, kentin kurallarına uyma ve kent yaşamına entegre olma zorunluluğu da yadsınamaz bir gerçektir. İşte bu tutucu tavır ve kent yaşamının kurallarına uyma zorunluluğu; olayın sosyolojik, psikolojik ve kültürel etkileri göz önüne alındığında göç eden topluluklarda göçün yan etkisi baş göstermiştir: O da ne kentli, ne de köylü olan bir çeşit arafta kalmışlıktır. Bu arafta kalmışlık, kentin içinde doğmuş ve büyümüş bir sonraki nesillerin kültürel deformasyona uğramalarına sebep olacaktır. Sanat, insanlığın kendini ifade etme aracı olarak binlerce yıldır önemini korumuştur. Dönem koşullarına bağlı olarak estetik değişimler gösterse de en temelde sanat, içinde bulunduğu toplumun veya onu üreten sanatçının dönemsel, duygusal deneyimlerinin dışavurumu olarak karşımıza çıkmaktadır. Hiç şüphe yok ki, göç eden topluluklar da kendi yaşam pratikleri ve sanatsal ifade formlarını beraberinde taşımaktadırlar. Yazıda konu edilen topluluklara baktığımızda, müziğin diğer sanat dalları içinden belirgin bir şekilde sıyrıldığını görüyoruz. Doğulu topluluklar, kendilerini ifade etme aracı olarak müziği tercih etmişlerdir. İşte bu noktada ‘arabesk’ kavramı karşımıza çıkmaktadır. İstanbul’a göçmüş; geleneksellik ve modernlik arasında kalan kırsal nüfus, geleneksel değerlerine sıkı sıkıya sarılarak bütünleşemedikleri kente uyum sağlamaya çalışmaktadırlar. Bu kesimin kültürel ürünü olan arabesk müzik de, toplumsal geçişin bunalımını yansıtan bir kültürel bunalımın ifadesidir. Arabesk müzik,

İstanbul’un bu yeni sakinleri için ortak, ahlaki ve duygusal bir dil yaratmıştır. Gerek müzikal formuyla bu kesimlere yabancı gelmeyen, gerekse anlattıklarıyla daha sosyal bir yapıya sahip bu müzik türü kısa sürede yaygınlaşmıştır. Kendi örgütlenmelerini yavaş yavaş oturtan bu topluluklar, hiç şüphe yok ki kendi popüler ikonlarını da yaratacaklardır. ‘Arabesk’ akımının öncülerinden Orhan Gencebay bu bağlamda ilk karşımıza çıkan isim olmaktadır. Gencebay, müzisyen olarak taşı toprağı altın

şehirde başarılı olmaya gelmiş bir Samsunluydu. Kendisi de kentin yabancısı olan Gencebay, yeni bir kültüre adapte olmaya çalışanların dertelerini, müziğin gücünü de kullanarak anlatmaya çalışmıştır. Bu bağlamda Gencebay’ın başarılı olması da kaçınılmaz olmuştur. Öyle ki Orhan Gencebay’ın 1968 yılında piyasaya çıkardığı ilk plağı ”Başa Gelen Çekilir”‘den bir yıl sonra, 1969’da hazırladığı “Sevenler Mesut Olmaz” adlı kırkbeşliği bir ay içinde yüzellibin satmıştır. Asıl çıkış yaptığı plak ise “Bir Teselli


Ver” olmuş, bunun satışı da kısa süre içinde altıyüzbine ulaşmıştır. Dönemin yaygın sanat endüstrisi sinema ile beyaz perdede boy gösteren bu yeni halk kahramanları, başarılarıyla birçok Anadolu gencini de İstanbul’a çekmiştir. Müziğin meta haline dönüşüp, piyasada hızlıca dolaşıma girmesi ve vaad ettiği maddi koşullar iştah kabartıcıydı. Geniş kesimler tarafından ilgi gören arabesk, pek çok Anadolu genci için bir umut ışığı oldu. Bu bağlamda Unkapanı, hayallerininin peşinden İstanbul’a gelmiş insanlar için bir simge sayılıyordu. Pek çok müzisyen meşhur olma yolunda ardı ardına plaklar çıkarmaya başladı. Adana’dan Ferdi Tayfur ve Urfa’dan İbrahim Tatlıses diğerlerinin arasından sıyrılan şanslı isimler oldular. Bu yeni kent müziğinin melez bir karaktere sahip olması kaçınılmazdı. Arabesk müzik gerek teknik, gerekse de sosyal anlamda dönüşüyordu. Sözlerin içeriği o dönemin kentleşmesi içinde çok dikkat çekiyordu. Başlıca tema “aşk” üzerineydi ve genelde kullanılan “ben” kelimesi; şehirde yaşayan, acı çeken, en somut, temiz ve saf karakteri yansıtıyordu. İkinci tekil şahıs “sen” ise sevgiliyi karakterize eden bir yapıya sahipti. Fakat bunu mutlak bir insan olarak kodlamamız zor. Sen kelimesi genelde birlikte acı çekilen (tanrı, devlet gibi kavramlarda olabilirdi) bir varlıktı. Diğer önemli bir kelime ise “biz” di. Bu kelime şehirde aynı kaderi paylaşan; evsiz barksız, umutsuz, belirsiz kolektif bir kategoriyi yansıtıyordu. Önceleri daha çok ekonomik zorluklar altında ezilen kesimlerin acılarını anlattığı gibi, adaletli bir yaşam özlemini de dile getiren arabesk, sonraları ise derdini ifade eden ama kaderine teslim olmuş bir ruh haline büründü. Başlangıçta

sahiden de ‘kırdan kente göçmüş, fakat kentte tutunamamış kalabalıkların protestosu’ sayılan arabesk müzik, 1980’lerden itibaren bu özelliğini yitirmeye başlamıştır. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte artık arabesk kitlelere daha rahat ulaşmaya başlamış, artık sadece yeni kentlilerin bir müziği olmaktan çıkmış ve ülke genelinde kendini dinletmeyi başarmıştır. Arabesk artık taşralı yeni zenginlerin yeni hayat tarzı haline gelmiştir, hatta içine kentli orta sınıfı ve biraz da egemen sınıfı katarak kitlesini geliştirmiştir. Tabii ki bunun en büyük nedenlerinden birisi de arabeskin kurumsal bir kimlik kazanmış olmasıdır. Gecekondu sınırlarının aşılmasıyla beraber yoksulluk ve ezilmeye karşı olan duyarlılık azalmaya başlıyor. Bu döneme İbrahim Tatlıses damgasını vuruyor. Arabeskin karlı yan sanayiler oluşturması ( kaset, reklam...) kederle umut arasındaki gerilimi uçuruyor, dolayısıyla ticari bir tarz haline gelmeye başlıyor. Bu nedenle aynı dönemde yapılan eserlerde aşk teması yerini korurken, isyankar sözler uçup gidiyor. Çünkü artık sorunlar yeni bir şehir

kültürüne adapte olmaya çalışan kırsal insanının sorunlarını ifade etmiyor tam olarak. Arabeskin söylemi itibariyle modern bir yapı içinde olmadığını, çıkışının bir amaç içerebileceğini, ancak popüler kültür içinde geçirdiği dönüşüm sonucunda ticari bir müzik haline geldiğini söyleyebiliriz. Arabeskin bu kadar ilgi görmesi ve yüksek satış rakamları yakalaması, plak şirketlerinin ‘arabesk’ başlığı altında pek çok kalitesiz işi yayınlamasına da önayak olmuştur. Bu bağlamda son dönem arabesk yorumcu ve albümlerinin ‘Orhan Gencebay Arabeski’nden çok farklı bir konumda ve içerikte olduğunu söylemek mümkündür. Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur gibi isimlerin şarkı sözlerindeki sosyolojik çözümlemeler, artık yerini maganzisel bir niteliğe bürünmüş ‘pazara’ duyarlı olgulara bırakmıştır. not: Okuduğunuz yazı Medya Okuryazarlığı dersi için hazırladığım yazının bir özeti niteliğindedir. Yazının kurgusu içindeki keskin geçişler, yazıyı yayınlanabilecek uzunluğa getirmemden kaynaklanmaktadır. Yazıda kısaca İstanbul’un iç göçteki konumu ve buraya göçenlerin müziği olan arabeskin ortaya çıkış sürecine ve zamanla geçirdiği değişikliklere değinilmiştir. Kaynakça: -(Özbek,Meral 2010) “Popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski”. İletişim Yayınları -(Yayınoğlu,Pınar – Susar,Filiz 2008) “Kent, Görsel Kimlik ve İletişim”. Umuttepe Yayınları -(Aymaz,Göksel 2004) “Popüler Gerilim”. Yeni Hayat Kütüphanesi -(Işık,Oğuz – Pınarcıoğlu,Melih 2009) “Nöbetleşe Yoksulluk”. İletişim Yayınları -(Anlaş,Ozan 2008) “Kentleşme ve Kent Müziği” Makalesi


Here Comes Oldies But Goldies Röportaj: Yiğit Demir Geçenlerde eski fotoğraflara bakarken aklıma geldi çizgi romanlar. Babam eline aldığı köpeği Fındık ile poz verirken arka cebinden sarkan bir dergi vardı. Hiç sormamıştım hangi dergidir diye. Ama Tenten olduğunu tahmin ediyorum. Köpeğinin isminin Tenten’den geldiğini bildiğim gibi. Çizgi roman okumanın keyfinden bahsedirdi hep. Evde koleksiyonu yoktu, ama buldukça, eve “Tenten, Zagor ve Red Kit” getirirdi. Red Kit’e ayrı bir hayranlığım vardır, bu çizgi filmlerden değil de çizgi romanlardan gelen bi hayranlık olmuştu. Her hikayenin sonunda,

kasabanın mutluluğuna ortak olmaması beni çok etkilerdi. Birileri “Hey Red kasaba senin sayende kurtul..Hey Red.. Nereye gitti şimdi bu?” derken o günbatımına doğru Düldül’le birlikte giderdi “ben yalnız bir kovboyum evimden çok çok uzakta” şarkısını söyleyip. Arkada bıraktığı insanların mutluğunun onu ne kadar büyük bir adam yapıp “yalnız bir kovboy” olmasını engelleyeceğini bildiği içindir belki bu sürekli gidişi. “Hey kovboy bir kez hikayenin sonunda günbatımına doğru gitmeden önce insanların senin sayende ne kadar huzurlu olduklarını görmek istemez misin?”

sorusunun cevabını kendi verir zaten Red Kit. Merak ederseniz alın, okuyun. İzmir’de çizgi roman bulabileceğiniz sadece iki yer var. Birisi Karşıyaka’daki Baykuş Kitabevi ve diğeri yine Karşıyaka’daki Pınar Kitabevi. Pınar Kitabevinin Alsancak Sevgi Yolunda ufak bir standı da var. Bu standa girdiğinizde gözünüze ilk çarpan şey, minik bir Zagor biblosu ve onun da yanındaki kızılderili bibloları oluyor. Kitapların üzerindeki “Ders kitabı yoktur” yazısı da gayet büyük ve göz önünde olmasına rağmen,


garip olaylar yaşanıyor. Böylesine kapsamlı bir çizgi roman binlerce insanı etkilemiştir zaten.

Çizgi roman bir kültür müdür?

- Evet. Kesinlikle. Çocukluktan ve gençlikten gelen bir süreci devam ettiriyoruz. Önceden okullarda, öğretmenler çizgi roman okurlarını azarlarlardı. Gizlice okurduk. Bu bir kültürdür evet.

Neden bu kadar az bulunuyor? İzmir’de sizinle birlikte sadece iki tane çizgi roman satan yer var.

ders kitabı arayan arkadaşları durduramıyor. Pınar kitabevinin sahibi Muzaffer Bey’le birlikte, çizgi romanların tutkuya dönüşmesinin sebebini, eskiye olan özlem ve eskiden okullarda çizgi roman okuyanlara öğretmenler tarafından yapılan baskı olarak belirleyerek, bir konuşmaya başladık. Konuyla ilgili bir kaç soru sordum kendisine.

- Talep yok, bu yüzden satan yer az bulunuyor. Bunun bir kültür olduğunu söylemiştim, ama herkesin kültürü değil. Babadan oğula geçen birşey.

- Bir kere zevkli bir iş. Çizgi roman okumayı seven birisi olarak burayı açmıştım. Hala da okurum zaten. Bu fıstık sevip kuruyemişçi açmak gibi birşey değil. Tutku gibi aslında. Biraz da koleksiyonculuk var işin içinde. - 25 yıldır bu dükkandayım.

Bu 25 yıl boyunca, en sevdiğim diyebileceğiniz çizgi romanlar hangileri oldu? - Zagor, Teks, Mr. No, Martin Mystere.

Sizi en çok etkileyen karakter de bunlardan birisi olsa gerek? - Evet. Zagor. Çünkü çok kapsamlı. Uzaylılar, kızılderililer ve bir çok

Çizgi romanların böylesine bir tutkuya dönüşmesinin sebebi nedir sizce? - Eskiler her zaman tutku olmuştur. Ne kadar yeni çıkan çizgi romanlar da olsa, bu eskilerden gelen bir kültür. Bahsettiğim gibi eskiden okullarda çizgi roman okuyanlara öğretmenler pek hoş gözle bakmazdı, gizlice okumanın verdiği haz diyebilirim o zamanlar için. Koleksiyonculuk olayının verdiği hazzı da bu tutkunun sebeplerinden birisi olarak görebiliriz.

Çizgi roman satıcılığıyla ilgili başınızdan geçen garip bir olay var mıdır? Dinlemek isteriz. - Olmaz mı, bir sürü. Bir adam gelmişti, yaklaşık yetmiş liralık bir alışveriş yapmıştı. Ödemeyi yaparken, hepsini keseceğini ve duvara yapıştıracağını söyleyince tüm kitapları geri aldım. Adamın yüzündeki ifadeyi görmeliydiniz. Kitaplar okumak içindir ve değerlidir. Kesilmesine göz yumamazdım. Geçen gün de bir öğretmen geldi, çizgi roman alıcakmış. Okulda öğrencilerine sevdirmek istiyormuş. Zaman değişiyor.

Neden bu işi seçtiniz?

Kaç yıldır bu işle meşgulsünüz?

“neler olucak” diye beklerken bir de “neler çizilmiş” diye bekliyorsun.

Sizi bulmak gelsinler?

Bir kaç çizgi roman önerebilir misiniz?

- Zagor, Büyülü Rüzgar, Swing, Teks

Çizgi romanların görsel oluşu, normal bir romandan onu ayırıyor. Bu hayal gücü ve olayları kendimiz resmetmemiz açısından bir eksi midir? - Aslında. Normal bir romandaki gibi olayları kendimiz resmetmek pek mümkün olmuyor tabi ki. Ama görsellik onun takip edilmesindeki önemli bir etken. Bir dahaki sayıda

isteyenler

nereye

- Alsancaktaki Sevgi Yolu’na gelip Pınar Kitabevini sorarlarsa herkes gösterir. Karşıyaka’da da daha büyük bir kitabevimiz var.


Röportaj: Şükrü Kazaz İnsanın çevresi kadar fırsatları varmış. Hayranı olduğum Umut Sarıkaya’yla röportajı yakın bir arkadaşımın aracılığıyla ayarladım. Röportajı bir Çarşamba akşamı dergide yaptık. İçerde telaşlı bir hareketlilik vardı. Dergiyi basıma yetiştirmeye çalışıyorlarmış. Umut’un söylediğine göre bu telaş her hafta yaşanıyormuş. Dergiyi genelde sabahlayarak tamamlayabiliyorlarmış. Zor bir röportaj olduğunu söylemeliyim. Lafı ağzından kerpetenle aldım diyebilirim. Umut pek konuşkan bir adam değil. Dışarıda da birkaç kez karşılaştık. İçine kapanık, kendi kurduğu dünyasında yaşayan biri. Çok

sosyal bir hayatının olmadığını da kendi ağzından okuyacaksınız röportajda. O kadar yoğun bir zamanda bana vakit ayırdığı için de buradan kendisine tekrar teşekkür etmek istiyorum.

Karikatüre ilgin ve çalışmaların nasıl başladı? - Leman dergisini çok takip ediyordum doksanlı yıllarda. Bu arada evde aklıma geldikçe bazı çizimler yapmaya başladım. Leman dergisinin amatör günlerine bu çizimlerimle katılmaya başladım. Daha sonra yeni veya batmak üzere olan dergilere çizimlerimi göndererek şansımı denedim.

Oralarda yayınlanan çizimlerim oldu. Üniversiteden mezun olduktan sonra bir süre mühendislik yaptım. Ancak mühendislikten pek haz almadım açıkçası. Bu yüzden tamamen karikatüre yoğunlaştım ve ‘Kemik’ dergisinde de profesyonel kariyerim başlamış oldu.

Çizim yaparken nelerden etkileniyorsun? Araştırma alanların var mı? - O hafta ilgimi ne çekiyorsa, neyi düşündüysem onu çiziyorum. Bu bazen güncel konular, bazen de arkadaş ortamlarında konuşulan muhabbetlerden yaptığım bazı çıkarımlar olabiliyor.


Haftalık çizim sürecinden biraz bahseder misin? Nasıl şekilleniyor? - Kendime ait eskiz defterlerim var. Sürekli bir şeyler çiziyorum aslında. Çok sosyal bir hayatım olduğu da söylenemez. Bu açıdan çizime çok fazla vakit ayırabiliyorum.

Derginin yayın ve editöryal süreci nasıl gerçekleşiyor? - Herkes ilk başta köşelerini çiziyor. Editörler de derginin çizerleri olduğundan, genel anlamda bir editöryal değerlendirme, düzeltme veya eleme yapılmıyor. Ancak dergiye hukuki yaptırımlar uygulatabilecek bazı siyasi espri ve çizimler üzerinde duruluyor. Bu bağlamda yayına uygun olmayan bazı işler yayınlanmıyor. Bunlar devam ederken bir yandan da genelde güncel toplumsal veya siyasi konuların ele alındığı kapak hazırlanıyor. Çizimler bilgisayar ortamında renklendirildikten sonra da dergi yayına hazır hale geliyor.

Belli bir hedef kitleniz olduğunu düşünüyor musun? - Ben mizah ve karikatür dergilerinin hedef kitle diye bir kavram üzerinde durduğunu düşünmüyorum. Çünkü yapılan iş ve ortaya çıkan ürün de belirli bir hedef kitlenin görüşleri, beğenileri veya istekleri doğrultusunda yapılmıyor.

Bir iletişim şekli olarak karikatürün güçlü bir etkisi var mıdır? İnsanların görüşlerinde bir farklılık yaratabilir mi? - Bana göre karikatür güldürüyorsa görevini tamamlamış olur. Kitap, gazete, sinema veya diğer iletişim araçlarını aksine karikatür daha kısıtlı kanallarla insanlara hitap

eder. Bir sinema filmindeki görsel öğeler veya onların güçlü bir müzikle etkisinin arttırılması gibi durumlar iletişimin gücünü etkileyen faktörler. Bu açıdan baktığımızda karikatür dergileri diğer kitle iletişim araçlarının dışında bir yerde konumlanmalıdır. Karikatür mizahın gücü üzerine kurulduğu için, çizimin niteliği ne olursa olsun, aslında temel amaç güldürmesidir.

Karikatürün sosyal ve politik bir rolü var mıdır?

- Karikatürün politik bir nitelik kazanması tamamen çizere bağlı bir durum. Yani çizerin politik bir kişiliği ve duruşu varsa, bu yönde rahatsız olduğu durumların üzerine gider ve çizimleri de bu paralellikte olur.

Karikatür üzerinden bakarsak Türkiye’de ifade özgürlüğü nasıl yorumlanıyor? İfade özgürlüğünden bahsettiğimizde aslında iş yine siyasete geliyor. Çünkü ifade özgürlüğünün mevzu bahis olduğu durumlar genelde siyasi durumlardır. Siyaset dediğimiz de sadece partilerden ibaret bir olgu değildir. Parti seçmenleri ve sempatizanları da pek tabii potansiyel okuyucumuz olabildiğinden, ben bu tarz toplulukların alınganlığını da göz önüne alarak, onların rahatsız olabileceği şeyler çizmemeye gayret ediyorum. Ama ifade özgürlüğü açısından baktığımızda, karikatüre her zaman bir tolerans tanındığını söyleyebilirim. İfade özgürlüğünü


merkez alarak karikatürün sınırlarının dışına çıkılmasını da pek onaylamıyorum açıkçası. Örneğin: Danimarka’daki Muhammed karikatürü ifade özgürlüğü çerçevesinde çizilmiş, Müslümanları rahatsız edici bir karikatür olabilir. Ancak içeriğine bakıldığında karikatürün temel amacı olan mizaha yönelik bir iş olmadığı ortaya çıkıyor.

Diğer karikatür dergilerini takip ediyor musun? - Evet. Her hafta çıkan dergileri takip ederim.

Karikatür dergilerinin ekonomik anlamda ayakta durması kolay mı? - Çok zor aslında. Çok fazla masraf var ve bütün bu masraflar reklam almadığımız için satıştan elde edilecek gelirle karşılanmak zorunda. Bu yüzden bir çok dergi kapanmaya yüz tutuyor. Derginin kağıtları yurtdışından getiriliyor. Bu çok masraflı bir şey. Ayrıca dağıtım kanalları da çok yüksek yüzdelerle iş yapıyorlar. Bu açıdan belli bir tirajın üstüne çıkamayan dergilerin birikmiş bir sermayesi yoksa ayakta durması söz konusu olamıyor. Çok

fazla dergi olmadığından, çok fazla çizer de yetişemiyor.

Dergi veya çizerlerle ilgi tepkileri nerelerden takip ediyorsunuz? - Genelde internet üzerinden takip ediyoruz. Sözlük ve forumlar ile sosyal medya bu konuda başvurduğumuz mecralar. Ayrıca imza günlerinde de niceliksel değerlendirmeler ve derginin nerelerde daha çok sattığı konusunda bilgiler alabiliyoruz.

Karikatüre yeni başlayanlara veya başlayacak olanlara önerilerin nelerdir? - Karikatürist adam bir kere rahat olmalı. Karikatüristlik aslında insanın kişiliğinden doğan bir olgu. Böyle bir ilgi uyandıktan sonra, evde oturup sürekli okumak ve çizmek gerekir. Böylece zaten tarzın da yavaş yavaş oturmaya başlıyor. Diğer bir taraftan bu da bir ‘iş’ olduğundan bünyesinde kendi kurallarını da barındırır. Bu bağlamda çizim teknikleri, anlatım teknikleri veya diyalog oluşturma üzerine de ciddi şekilde çalışmaları gerekir.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.